ULUSLARARASI SÖZ, SANAT, SAĞLIK SEMPOZYUMU Ekim 2015 / Edirne

Ebat: px
Şu sayfadan göstermeyi başlat:

Download "ULUSLARARASI SÖZ, SANAT, SAĞLIK SEMPOZYUMU Ekim 2015 / Edirne"

Transkript

1 ULUSLARARASI SÖZ, SANAT, SAĞLIK SEMPOZYUMU Ekim 2015 / Edirne BĠLDĠRĠLER Edirne

2 SEMPOZYUM ONURSAL BAġKANLARI Prof. Dr. Yener Yörük / Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Margarita Georgieva / ġumnu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Zapryan Kozlucov / Plovdiv Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ivan Vashin / Stara Zagora Trakya Üniversitesi Rektörü DÜZENLEME KURULU Prof. Dr. Ahmet GünĢen / Trakya Üniversitesi Türkiye Prof. Dr. Tatyana Ġvanova Çalıkova / ġumnu Üniversitesi - Bulgaristan Doç. Dr. Jivko Ġvanov / Plovdiv Üniversitesi Bulgaristan Doç. Dr. Krasimira Mutafçieva / Stara Zagora Trakya Üniversitesi - Bulgaristan Doç. Dr. Yüksel Topaloğlu / Trakya Üniversitesi Türkiye Doç. Dr. Anna Tolekova / Stara Zagora Üniversitesi Bulgaristan SEKRETERYA Doç. Dr. Yüksel Topaloğlu Yrd. Doç. Dr. Harun Bekir Yrd. Doç. Dr. Vejdi Mehmed Hasan ArĢ. Gör. BarıĢ Berhem Acar ArĢ. Gör. Esra Nur Acar ArĢ. Gör. Serkan Cömertel ArĢ. Gör. Seda Çetin ArĢ. Gör. Zeynep Duymaz ArĢ. Gör. AyĢe Nur Özdemir ArĢ. Gör. Soner Tursun Nebi Eren Bayramoğlu Derya Bedir Kübra Çetinkaya Serhat Kahraman Elif RuĢiti Elif IĢıktekin 2

3 Bilim Kurulu Prof. Dr. Ahmet GünĢen / Trakya Üniversitesi - Türkiye Prof. Dr. Ali Ġhsan Öbek / Trakya Üniversitesi - Türkiye Prof. Dr. Ali Muhammet Bayraktar / Trakya Üniversitesi - Türkiye Prof. Dr. Engin Beksaç / Trakya Üniversitesi - Türkiye Prof. Dr. Habil Margarita Boneva / ġumnu Üniversitesi - Bulgaristan Prof. Dr. Tatyana Ivanova Çalıkova / ġumnu Üniversitesi - Bulgaristan Prof. Dr. Mahmut Çelik / ĠĢtip Gotse Delçev Üniversitesi Makedonya Prof. Dr. Ivan Çobanov / Plovdiv Üniversitesi - Bulgaristan Prof. Dr. Nezih Dağdeviren / Trakya Üniversitesi - Türkiye Prof. Dr. Recep Duymaz / Edirne - Türkiye Prof. Dr. Burçin Erdoğu / Trakya Üniversitesi - Türkiye Prof. Dr. Stefanka Georgieva / Stara Zagora Trakya Üniversitesi - Bulgaristan Prof. Dr. Fadıl Hoca / Gostivar Üniversitesi - Makedonya Prof. Dr. Ġrfan Morina / PriĢtine Üniversitesi - Kosova Prof. Dr. Levent Öztürk / Trakya Üniversitesi - Türkiye Prof. Dr. Ġbrahim Sezgin / Trakya Üniversitesi - Türkiye Prof. Dr. YaĢar ġenler / Namık Kemal Üniversitesi - Türkiye Prof. Dr. Abdullah Uçman / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi - Türkiye Doç. Dr. HaĢim Akif / ġumnu Üniversitesi - Bulgaristan Doç. Dr. Bülent Bayram / Kırklareli Üniversitesi - Türkiye Doç. Dr. Yordanka Zlateva Bibina / ġumnu Üniversitesi - Bulgaristan Doç. Dr. Hristo Salciev / Stara Zagora Trakya Üniversitesi - Bulgaristan Doç. Dr. Meryem Necip Salim-Ahmet / ġumnu Üniversitesi - Bulgaristan Doç. Dr. Yüksel Topaloğlu / Trakya Üniversitesi - Türkiye Doç. Dr. Veneta Petrova Yankova / ġumnu Üniversitesi - Bulgaristan Yrd. Doç. Dr. Nevriye Ahmedova Çufadar / ġumnu Üniversitesi - Bulgaristan Yrd. Doç. Dr. Vejdi Mehmed Hasan / ġumnu Üniversitesi - Bulgaristan Yrd. Doç. Dr. Abas Jahjai / Trakya Üniversitesi - Türkiye Yrd. Doç. Dr. Embiye Mehmed Kazimova / ġumnu Üniversitesi - Bulgaristan 3

4 Ġçindekiler SUNUġ... 7 SÖZ... 9 DĠL... 9 THE CONCEPTUAL SPHERE OF DISEASE AS A SOURCE OF METAPHORICAL EXPANSION (ON THE MATERIAL OF THE RUSSIAN AND BULGARIAN MEDIA TEXTS)... 9 YAZILI ANITLAR VE AZERĠ AĞIZLARINDA AKRABALIK ĠLĠġKĠLERĠ BĠLDĠREN KELĠMELER DĠLLERARASI ETKĠLEġĠM BAĞLAMINDA TÜRKÇE VE URDUCA-HĠNTÇEDEKĠ ORTAK ALINTILARA DAĠR BALKAN DĠLLERĠNE GEÇMĠġ TÜRKÇE SÖZCÜKLERDE ANLAM KÖTÜLEġMESĠ.. 31 TÜRKÇEDE mali BĠÇĠMBĠRĠMĠNĠN KĠPLĠK ANLAM ALANLARI ЗА ЖИВОТА НА ТУРСКИТЕ ДУМИ В БЪЛГАРСКИЯ ЛЕКСИКАЛЕН КОНТЕКСТ ЛЕКСИКАЛНИ И СЕМАНТИЧНИ ИЗМЕНЕНИЯ ПРИ ПРЕВОД YENĠ BULUNAN NASTURĠ-TÜRK YAZITI ESKĠ KELĠME ĠÇEREN TÜRKÇE DEYĠMLERDE GEÇEN ÖLÇÜ BĠRĠMLERĠ ЗДРАВЕ/БОЛЕСТ И КОМПЮТЪРНА ТЕРМИНОЛОГИЯ EDEBĠYAT YENĠ EDEBĠYAT TÜRK EDEBĠYATI TARĠHĠNDE EDEBĠYAT NAZARĠYESĠ/KURAMI OLUġTURMA ÇALIġMALARI UMUT VE YAġAM PINARINDAN BĠR AVUÇ SU KÖSTENCE DE BĠR OSMANLI HANIMEFENDĠSĠ: EMEL EMĠN МЕТАФОРИЧНИ МОДЕЛИ НА ИСТИНАТА В РУСКИЯ, БЪЛГАРСКИЯ И АНГЛИЙСКИЯ ЕЗИК CENGĠZ AYTMATOV ĠLE BAHTĠYAR VAHABZADE NĠN SANAT ĠLĠġKĠLERĠNDEKĠ PARALELLĠKLER ЛЮБОВНАТА БОЛЕСТ RICOEUR VE EAGLETON AÇISINDAN YAZINDA KAVRAM SAĞLIĞI ЧАСТИТЕ НА РЕЧТА В СИНТАКСИС РУССКОГО ЯЗЫКА ОТ АЛЕКСЕЙ АЛЕКСАНДРОВИЧ ШАХМАТОВ THE MOTIF OF INSUFFICIENCY IN ELIZABETH BARRETT BROWNING S SONNETS FROM THE PORTUGUESE SAFAHAT TA SÖZÜN/ġĠĠRĠN GÜCÜ/KUDRETĠ VE KĠFAYETSĠZLĠĞĠ ИНТУИТИВНИ ПРОЕКЦИИ НА АР НУВО В БЕЛ-АМИ НА МОПАСАН RUS YAZAR ĠVAN SERGEYEVĠÇ TURGENYEV ĠN ( ) SĠYASĠ GÖRÜġLERĠ RIFAT ILGAZ IN BĠZĠM KOĞUġ (PĠJAMALILAR) VE KARARTMA GECELERĠ ADLI ROMANLARINDA VEREM HASTALIĞININ TEMSĠLĠ CUMHURĠYET SONRASI TÜRK ġġġrġnde AFRĠKA VE AFRĠKALI ALGISI KĠRALIK KONAK I HĠSTERĠ ÜZERĠNDEN OKUMAK OSMANCIK TAN OSMAN GAZĠ HAN A: SÖZ ÜN DÖNÜġTÜRÜCÜ GÜCÜ

5 ESKĠ EDEBĠYAT BALKAN COĞRAFYASINDAN ĠLGĠNÇ BĠR DĠVAN ġaġrġ: GARÂMÎ KLÂSĠK TÜRK ġġġrġnde SAĞLIK EDĠRNELĠ NAZMÎ DÎVÂNI NDA ETĠK DEĞERLERĠN ESTETĠK ĠFADESĠ OLARAK ĠRSÂL-Ġ MESEL SANATININ KULLANIMI TÜRK KÜLTÜRÜNÜN TEMEL TAġIYICILARI EL YAZMALARI VE BĠR MANZUM FERÂĠZ HALK EDEBĠYATI МОДЕЛИ НА СВЕТА ПРЕЗ ПРИЗМАТА НА ЧИСЛАТА ОТ 1 ДО 9/10 ПРИ ДРЕВНИТЕ ТЮРКИ NEW STRATEGIES FOR THE SURVIVAL AND DEVELOPMENT OF A SMALL BORDER TOWN (THE CASE OF SVILENGRAD, BULGARIA) КРИМСКИТЕ ХАНОВЕ/ СУЛТАНИ ГИРАЙ В УСТНАТА ИСТОРИЯ НА ВЪРБИШКИЯ КРАЙ GELENEĞĠN ĠZĠNDE KÜLTÜR DEĞĠġMELERĠ VE DÖNÜġMELERĠ: MEZUNĠYET KINASI ÖRNEĞĠ BABAKONDU GELENEĞĠNĠN GEÇMĠġĠ VE BUGÜNÜ YÜZYIL SAZ ġaġrlerġ VE GÜNÜMÜZ DĠL PROBLEMLERĠ BURDUR-DĠRMĠL YÖRESĠ AĞIT GELENEĞĠNDE MĠTOLOJĠK BULGULAR EĞĠTĠM KNOWLEDGE, ART ARTIFACTS, CONTINUING MEDICAL EDUCATION IN OTOLOGY COMMUNICATING WITH ART MUSIC-OPPORTUNITIES FOR THE DEVELOPMENT OF EMOTIONAL INTELLIGENCE OF CHILDREN ЧУВСТВОТО ЗА ЕЗИК И ЕЗИКОВАТА КОМПЕТЕНТНОСТ FOSTERING PRO-ENVIRONMENTAL BEHAVIOUR THROUGH CLIL РАЗВИВАНЕ НА ЛИНГВИСТИЧНА КОМПЕТЕНТНОСТ В КУЛТУРОЛОГИЧЕН КОНТЕКСТ ПРИ ОБУЧЕНИЕТО ПО БЪЛГАРСКИ ЕЗИК В СРЕДНОТО УЧИЛИЩЕ BULGARĠSTAN DA TÜRKÇENĠN ÖĞRETĠMĠYLE ĠLGĠLĠ HAZIRLANAN ÖĞRETMEN KILAVUZ KĠTAPLARININ DEĞERLENDĠRĠLMESĠ AVRUPA BĠRLĠĞĠ ÖĞRENĠM VE ÇALIġMA HAREKETLĠLĠĞĠNE YÖNELĠK ONLĠNE DĠL ÖĞRETĠMĠ TASARIMI VE UYGULAMALARI SPARING AND RECOVERY ROUTINE IN THE TRAINING AND REHABILITATION OF STUDENTS WITH SPECIAL EDUCATIONAL NEEDS TECHNOLOGICAL EDUCATION IN PRIMARY SCHOOL-SUPPORTIVE ENVIRONMENT FOR THE DEVELOPMENT OF SPEECH OF STUDENTS SANAT AġK VE GÜZELLĠK FELSEFESĠNĠN IġIĞINDA SANAT (FĠLOZOF ġaġr HÜSEYĠN CAVĠD ĠN YARATICILIĞI ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME) SANAT VE ESTETĠK ĠLE GÜZELLĠK VE BĠLGĠ ARASINDAKĠ BAĞINTI: YAġAMSAL ĠLĠNTĠ SANAT, SANATÇI VE ġġfa

6 PANEURHYTHMY AS AN ALTERNATIVE METHOD FOR PREVENTION AND TREATMENT IN MEDICINE EDĠRNELĠ BĠR MÛSĠKÎġĠNAS: ġeyh KEMÂLZADE ALĠ EFENDĠ XV. YÜZYIL EDVÂR GELENEĞĠNDE SAZENDE VE HANENDELERE TAVSĠYELER, ÇALGILARIN ĠNSANLAR ÜZERĠNDE ETKĠLERĠ VE SESĠ ETKĠLEYEN FAKTÖRLER APPLICATION OF DIFFERENT TYPES OF ART THERAPEUTIC ACTIVITIES IN MEDICINE OSMANLI MĠNYATÜRÜNDE KIZLAR AĞASI VE HAS ODA AĞASI SAĞLIK TIP TARĠHĠ HERAKLEIA PERINTHOS DEN ÜÇLÜ NYMPH KABARTMASI XV. YÜZYILDA YAZILMIġ KĠTÂB-I KEMÂLĠYYE HAKKINDA II. ABDÜLHAMĠT ĠN PASTEUR ENSTĠTÜSÜ ĠLE MÜNASEBETLERĠ YÜZYILA GĠRERKEN OSMANLI SAĞLIK HĠZMETLERĠNDE BÖLGELERARASI DENGESĠZLĠK TEKSTĠL TARĠHĠ BOYUNCA DOĞAL LĠFLER II. MEġRUTĠYET DÖNEMĠ ÇOCUK MECMUALARINDA KÜÇÜK VATAN EVLADINA SAĞLIK ÖĞÜTLERĠ GELENEKSEL SAĞLIK KUTSAL KAYALARIN GÖLGESĠNDE: TRAK DÜNYA GÖRÜġÜNDE KAYA ANITLARI, YAġAM, ÖLÜM VE SAĞLIK AĞAÇ, SU VE TAġ GĠBĠ DOĞA BĠRĠMLERĠNĠN SAĞALTIM GÜCÜ TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR EKOLOJĠSĠ VE SÜREKLĠLĠĞĠ BAĞLAMINDA KUZEYDOĞU BULGARĠSTAN TÜRK HALK KÜLTÜRÜNDE LOHUSALIK SÜRECĠ ĠLE ĠLGĠLĠ ĠNANÇ VE UYGULAMALAR HALK DĠLĠNDEKĠ SAĞLIK DEYĠġLERĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME ТРАДИЦИОННИ ЛЕЧЕБНИ ПРАКТИКИ ОТ СЕВЕРОИЗТОЧНА БЪЛГАРИЯ FOTOĞRAFLAR

7 SUNUġ KüreselleĢme gerçekliğine bağlı olarak bugün dünya üniversiteleri, uluslararası paydaģlarıyla sıkı iliģkiler kurmakta ve bu çerçevede çeģitli kanallar ve anlaģmalarla öğretim üyesi, öğrenci ve bilgi değiģimleri ile sempozyum, kongre, proje gibi bilimsel faaliyetleri birlikte gerçekleģtirmektedirler. UluslararasılaĢmanın bir gereği olan bu etkinlikler, kuģkusuz söz konusu üniversiteler arasındaki iliģkileri güçlendirmekte, bilgiye eriģimi kolaylaģtırmakta ve daha da önemlisi ülke ve ulusları birbirlerine yaklaģtırmakta, iyi iliģkiler kurulmasına, geliģmesine, ön yargıların kalkmasına zemin hazırlamaktadır. KuruluĢundan itibaren bu vizyon, anlayıģ ve bilinçle hareket eden Trakya Üniversitesi, konumlandığı coğrafyanın tarihsel ve kültürel arka planı ve önemini göz ardı etmeden bölge ülke ve üniversiteleri ile iyi iliģkiler kurmayı öncelemiģ ve bu çerçevede yoğun ikili iliģkiler ve bilimsel etkinlikler gerçekleģtirmiģtir Ekim 2015 tarihlerinde Üniversitemizin öncülüğü ve komģu Bulgaristan üniversitelerinden ġumnu Üniversitesi, Plovdiv Üniversitesi ve Stara Zagora Trakya Üniversitesinin katılımı ile Trakya Üniversitesi Balkan Kongre Merkezinde gerçekleģtirdiğimiz Uluslararası Söz, Sanat, Sağlık Sempozyumu bunun somut göstergelerinden biridir. Söz konusu tarihlerde geniģ bir katılımla baģarılı bir Ģekilde gerçekleģtirdiğimiz Uluslararası Söz, Sanat, Sağlık Sempozyumu nun bir fikir olarak belirmesi, üzerinde düģünülmesi, olgunlaģtırılması, hazırlıkların yapılması ve sonuçlandırılması, kuģkusuz yoğun ve yorucu bir sürecin ve emeğin sonucudur. Öncelikle Ģunu belirtmeliyim ki, bu sempozyum fikri, kendisi bir süre Fakültemiz Mütercim-Tercümanlık Bölümü Bulgarca Ana Bilim Dalında da öğretim üyeliği yapmıģ olan Prof. Dr. Tatyana Çalıkova ya aittir. Prof. Dr. Tatyana Çalıkova, 2015 in baģlarında Bulgaristan ġumnu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden birkaç öğretim üyesi ile birlikte Fakültemize ziyarette bulundular ve söz konusu sempozyum fikrini açtılar. Bu fikir, o günkü dekanımız Prof. Dr. Ahmet GünĢen in ve Rektörümüz Prof. Dr. Yener Yörük ün destekleri ve onayları ile uygulama alanına kondu. Bu çerçevede paydaģ üniversitelerle yazıģmalar yapıldı ve gerekli ortaklık sözleģmeleri imzalandı. Ardından belirlenen tarihe kadar yapılması gereken tüm iģlerin hazırlığına giriģildi: Sempozyumun projelendirilmesi, katılımcıların çağrılması, ilana çıkılması, kitapçıkların hazırlanması ve basılması, salonların her bakımdan hazırlanması, konukların karģılanması, ağırlanması, programın baģlaması Bu yoğun ve stresli hazırlıklardan sonra Uluslararası Söz, Sanat, Sağlık Sempozyumu planlandığı tarihte 21 Ekim 2015 günü sabah baģladı. Son derece yoğun bir katılım vardı. Protokol konuģmalarının ardından ġumnu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Müzik Bölümü öğretim üyeleri keman ve piyano resitali verdiler. Daha sonra Edirne Devlet Türk Müziği Topluluğu, temaya uygun olarak bir müzik ziyafeti sundular. Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Levent Öztürk, Türk Müzik Terapisi Geleneği baģlıklı açılıģ bildirisini takdim etti. AçılıĢ bildirisini, Bulgaristan ġumnu Üniversitesinden Boris Ġvanov ile Ressam Behçet Danacı nın resim sergilerinin açılıģı takip etti. AçılıĢ ve resim sergisinden sonra oturumlar baģladı. Ġlk günkü oturumlar, üç ayrı oturum ve aynı anda beģ salonda gerçekleģti. 22 Ekim sabahı üç ayrı salondaki ilk oturum, ardından yapılan kapanıģ oturumu ve Edirne gezisi ile sempozyum sona erdi. Sempozyumların en meģakkatli yönlerinden biri, hiç kuģkusuz sunulan bildirilerin toplanması ve kitaplaģtırılmasıdır. Katılımcılardan bildirilerin gelmesi, gerçekten de son derece güç ve zaman alan bir süreç. Geldikten sonraki dönem ise hayli meģakkatli ve yorucu. Çünkü gelen her bildiri, bin bir sorunla geliyor. Onların okunması, tashih edilmesi, imla birliğinin sağlanması, değerlendirilmesi vs. her biri ayrı bir iģ yükü. Biz, intikal eden bildirilerin tamamını bu sürece tabi tuttuk. Türkçede yazılmıģ bildirileri, baģtan sona dil bilgisel açıdan gözden geçirdik. Sorunlu cümleler düzeltildi. TDK nın Yazım Kılavuzu nu esas alarak mümkün mertebe bir yazım birliği sağlanmaya çalıģıldı. Aynı Ģekilde Ġngilizce ve Bulgarca bildiriler ve özetler de baģtan sona gözden geçirildi. Dil bilgisel açıdan sorunlu yönler belirlenerek düzeltildi. Böylece elimizdeki bildiriler metni ortaya çıktı. Bu aģamadan sonra bildiri metinleri, sempozyumun temasına uygun olarak üç temel baģlık -söz, sanat, sağlık- altında tasnif edildi. Bu sempozyumun gerçekleģtirilebilmesi ve bildirilerin toplanarak kitaplaģtırılabilmesi kuģkusuz güçlü bir ekiple mümkün olabilmiģtir. Burada bu ekibi içten dıģa doğru ismen anmak ve teģekkür etmek, haktanırlığın bir gereğidir. Bu çerçevede öncelikle Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalının gelecek vadeden genç meslektaģlarımı anmalıyım. ArĢ. Gör. BarıĢ B. Acar, ArĢ. Gör. AyĢe Nur Özdemir, ArĢ. Gör. 7

8 Seda Çetin Uluslararası Söz, Sanat, Sağlık Sempozyumu na baģından sonuna kadar en çok emek verenlerdendir. Aynı Ģekilde Mütercim-Tercümanlık Bölümü Ġngilizce Ana Bili Dalından ArĢ. Gör. Esra Nur Sözbilici Acar, ArĢ. Gör. Zeynep Duymaz ve Bulgarca Ana Bilim Dalından ArĢ. Gör. Serkan Cömertel, Tarih Bölümünden ArĢ. Gör. Soner Tursun da bu sempozyuma omuz verdiler. Yine Mütercim Tercümanlık Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Ġnönü Korkmaz, Yrd. Doç. Dr. Aslı Araboğlu, Öğr. Gör. Dolunay Kumlu, Öğr. Gör. Fatma Özkan, Öğr. Gör. Alize Can, Öğr. Gör. Özge ĠĢbecer, Okt. Nayle Aydın, ġumnu Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Vejdi Hasan, Plovdiv Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Harun Bekir ve Türk Dili ve Edebiyatı ile Mütercim Tercümanlık Bölümü öğrencilerinden N. Eren Bayramoğlu, Derya Bedir, Kübra Çetinkaya, Elif RuĢiti, Elif IĢıktekin, Serhat Kahraman ın büyük yardım ve katkılarını gördüm. Hepsine ayrı ayrı teģekkür ediyorum. Prof. Dr. Ahmet GünĢen ve Rektörümüz Prof. Dr. Yener Yörük ün her bakımdan destek ve katkıları büyük olmuģtur. Kendilerine teģekkürü bir borç biliyorum. Bu sempozyumun vücut bulmasında bildirileriyle katkı sunan katılımcı hocalarımıza, Bilim Kuruluna, desteklerinden dolayı TÜBAP a ve burada isimlerini anamadığımız meslektaģlarımıza da teģekkür ediyorum. Bu bildirilerin baģta tüm bilim dünyasına yararlı olmasını, yanı sıra Türkiye ile Bulgaristan devletleri, halkları ve üniversiteleri arasındaki dostluk iliģkilerini daha da ileriye taģımasını diliyorum. Yüksel TOPALOĞLU Proje Sorumlusu 8

9 SÖZ DĠL THE CONCEPTUAL SPHERE OF DISEASE AS A SOURCE OF METAPHORICAL EXPANSION (ON THE MATERIAL OF THE RUSSIAN AND BULGARIAN MEDIA TEXTS) Elena STOYANOVA * ABSTRACT: This paper is dedicated to the possibilities of metaphor as a mean of characterization of linguistic and cultural situation. Metaphorical model of society as a disease is not new. Philosophers of Ancient Greece used it to illustrate the association of defects, and then to submit the disease on the nation s body. The perception of disease as abnormal human state is the base of correlative relationship with the problem situations in social life. This metaphor is well structured and provides the effective mean for an emotional impact on the recipient. Diseases as conceptual fields of metaphorization are used to mention the crisis situations in society. This metaphorical model is active both in modern Bulgarian and Russian media discourse. It serves as an active sign of a political crisis in society. Keywords: Media Discourse, Metaphor, Metaphorical Model, Linguistic and Cultural Situation. METAFORLAġMANIN KAVRAM ALANI OLARAK HASTALIKLAR (RUS VE BULGAR MEDYA METĠNLERĠ ÖRNEĞĠNDE) ÖZ: Bildiride, bir nitelendirme aracı olarak metaforun lingokültürel durumu niteleme olanakları ele alınmaktadır. Toplum hastalıktır metafor modeli yeni değildir. Antik Yunan filozofları onu önce kusur çağrışımlarının illüstrasyonu, sonra da milletin vücudundaki hastalıkların tanıtımı amacıyla kullanmışlardır. Hastalığın insanın anormal bir durumu olduğu algısı toplumsal yaşamdaki sorunlu durumlarla ilgili kurulan korelatif bağlantıların temelini oluşturmaktadır. Metafor iyi yapılandırılmış ve alıcı üzerinde duygusal bir etki yaratmak için etkin bir araç olarak kullanılmaktadır. Metaforlaşmanın bir kavram alanı olarak hastalıklar toplumdaki kriz durumlarını belirlemek için kullanılır. Bu metaforik model, çağdaş Bulgar medya söyleminde olduğu gibi Rus medya söyleminde de aktif olarak işlem görmektedir. O, toplumdaki siyasal krizin önemli bir belirtisidir. Anahtar Kelimeler: Medya Söylemi, Metafor, Metaforik Model, Dil Bilim ve Kültürel Durum. In the light of modern science, the metaphor is perceived as a particular way of knowing and conceptualizing of the world. In addition, it preserves national cultural tradition, stereotypes of perception of the world, passing this information on to subsequent generations. Anthropocentric interpretation of metaphorical researches at this stage focuses on humans and human activity as the base of understanding and knowledge of the world. According to V. N. Telia, she acknowledged the universe with intuitive for human perception scale of the world, images, references, symbols (Telia, 1996: 135). The syncretism of metaphor as a way of world conceptualization and conditionality of metaphors by mental activity of the person form the ability of metaphor to present a particular linguistic and cultural situation, but also to predict subsequent ones, and to influence them. Predominance of one or another type of metaphorical models is an important characteristic of the socio-political situation in the country, as well as an indicator of the development of social consciousness (Stoyanova, 2013: 85). The purpose of this article is to review the conceptual area of the disease as a source of formation of the modern media metaphors. We analyze Russian and Bulgarian media texts from 2000 till The metaphor of disease is not new metaphorical model. It has been known since ancient times. Traditionally, the disease was seen as a deviation from the norm or a disturbance of a person`s normal life. The naturalistic interpretation of the disease gave way to mysticism in the middle ages, due to the underdevelopment of medicine in that period. The patient was often associated with sin and punishment * Prof. Dr., Konstantin Preslavsky University of Shumen Faculty of Humanities Department of Russian Language, Bulgaria. 9

10 and became the element of exclusion and rejection of society, and so meant relatedness to other people's space, and also aggravation of dichotomy sick and healthy was growing. In Ancient Greece, philosophers have correlated the disease with the vices of society. The wealth and poverty were considered most dangerous and old diseases. For example, the Spartan legislator Lycurgus I struggled with such disease of the body state, as pride, covetousness and luxury (Plutarch, 1994). In the literary movement Dadaism, negatively related to the rationalism of European culture, the logic was declared as a disease. At the nineteenth century the metaphor was proclaimed as "disease of language" (see Joli, 1984; Arutyunova, 1990). At the beginning of twentieth century the disease was correlated with the error, a departure from Communist ideology. In 1920 V. Lenin called this error "Left- Wing" Communism, an Infantile Disorder". The rapid development of scientific technology declares that the power of medicine and "the victory of mind over body" (Turner, 1992: 12, 24 33). A sick man as a manifestation of otherness ceases to be a sign of alienation. Nevertheless, the metaphor of the patient body continues to be in demand. Nowadays it is an effective means of conviction and impact. The image of a sick country created in political texts is a very effective means and it enhances the emotional state of the recipient. The modern metaphor of illness as anomalies has also another side the cure, which is perceived as a way out of some situation. Therefore, the metaphor not only indicates a common painful condition of society, warns about the epidemic, but also makes the diagnosis and prescribes treatment. Modern metaphor answers the question of who is sick differently. It represents the whole society as a sick one in both Russian and in Bulgarian media discourse. For example: ru. Больной по имени Россия, вопреки ожиданиям, не скончался, а напротив, оживленно пытается выбраться из дисциплинарного санатория (СМИ.ru, ) и bg. Когато едно общество е болно, болни са всички! (Дума, ). Bulgarian metaphor captures the spread of the disease into the European Union, whose member is Bulgaria. For example: bg. Което означава защита на бъдещето на ЕС, който днес боледува (Дума, ). In Bulgarian media texts it is noted that Bulgarians are the most "sick" nation of the EU. For example: bg. Заради това хронично бездействие и безхаберие българите сме най-болни в Европа... (Дума, ); С дълг от 128% спрямо БВП и без икономически ръст страната може скоро да се окаже поредният пациент за интезивното отделение на ЕС (Дума, ). The metaphor indicates disease of parties, administration, authorities. For example: bg. Ето защо историческата мисия на 47-ия конгрес е да постави началото на мъчителния процес на идейно-организационното и морално оздравяване на партията и да я изведе от състоянието й на мълчание по болните за нея и за България проблеми, казват още генералите и офицерите от запаса (Дума, ), В това отношение гражданите имат несъмнени преимущества те умеят да налучкват най-уязвимите болни точки на местната администрация... (Дума, ), Настояваме българските власти да не се вслушват в болни съвети (Дума, )); болни сфери корупция, икономика, неграмотност, влошено здравеопазване (Дума, ). Modern Bulgarian metaphor highlights the educational system among ill spheres. For example: bg.... вече 20 години училището живее хаотично и саморазрушително. То боледува от криво разбрана демокрация, от безпардонна всепозволеност (Дума, ). At the same time, the metaphor captures the most important societal problems that require urgent intervention. For example: bg. вътрешни болни проблеми идейна и организационна безпътица, съпътствана от морална немощ (Дума, ). 10

11 I n Russian media texts metaphor also points the problematic areas, but also draws attention to diseases of various social strata of society. For example: ru. Тут, насколько могу судить, наступает юридическое беспамятство с признаками комы (Московский комсомолец, ); Аффект элит в России (Независимая газета, ); У олигархов появилось головокружение от успехов, они решили, что власть полностью зависит от них (Независимая газета, ). Let us analyse what the metaphorical model (hereafter M-model) Society is disease constitutes in modern linguistic and cultural situation. As a cognitive model, this metaphor has frame and slot essence, where a frame is a structure, a way of representing and storing knowledge, and the slot acts as its substructure, the implementation of valence bonds, associative vectors representing certain types of information that are relevant to the described situational fragment of reality. In this model, the top vertex is the disease as a conceptual and intensional information, and the bottom presents the information of communicative situation: type of disease, treatment of disease and clinical course of the disease. On the basis of exterminating material M-model Society is disease can be represented in the following diagram (see Scheme 1). 11

12 Metaphor of illness Kinds of disease Treatment of disease Clinical course General conditions (ill or healthy) Chronic disease Stage of disease Diseases of the internal organs and skin Malignant disease Pathogens and cause of disease Infectious, viral disease Diseases of the musculoskeletal system Disease symptom Trauma and pathological processes Mental disorders and diseases of the nervous system Diseases of our civilization Scheme 1. Metaphorical model Society is disease 12

13 In this paper we analyze the frame Types of diseases and its slot organization. The frame consists of nine slots which represent different kinds of disease. Slot 1. General conditions (ill or healthy) First of all, there is a characterization of general conditions, without specifying of the disease. This information is perceived in the dichotomy sick healthy, so in many cases synonyms sick, unhealthy are used. For example: ru. Главное, чтобы государство осознало, что общество очень нездорово (Независимая газета ). bg. Дори относително здравите хора у нас са болни от грижата да осигурят насъщния за себе си и за семействата си (Дума, ); Тогава само презираните ни политици са в болестно състояние? (Дума, ). Slot 2. Chronic diseases As the source of modern metaphors, it is used as a sphere of chronic diseases, which indicate the protracted nature of rigidity and problems of society. For example: ru. Виной тому в первую очередь хронический кризис банковского сектора этой страны (РБК Daily, ). bg. През следващите години предстои дори увеличение на дълга, придружено с хронична икономическа и социална нестабилност (Дума, );...през последното десетилетие БАН боледува от хронична финансова недостатъчност, прераснала през 2010 г. в тежко заболяване, а за 2011 г. се планира обезглавяване и разчленяване на тялото (Дума, ). Slot 3. Mental disorders and diseases of the nervous system In Russian and Bulgarian media discourse, most frequently diseases that are used are; madness, schizophrenia, affective state, hysteria, neurosis, loss of memory, etc. These diseases indicate strong spiritual, mental disorders, disorders of the nervous system and brain. It becomes a signal of an emergency situation in society, evidence of apparent disaster. For example: ru. Саакашвили просит Путина остановить все это сумасшествие (Известия RU, ); Очередной жертвой антииракской истерии стал американский журналист Питер Арнетт (Правда.Ру, ); На медийном уровне, на уровне бизнеса, политиков, общественных организаций, простых людей. При этом надо понимать, что у Запада в отношении России большие фобии (Независимая газета, ); Приватизационное безумие. Ценовые игры власти на нервах у населения (ИА REGNUM, ); Нет, сейчас эта их демонстративная истерика необходима для того, чтобы отвлечь внимание общества от того, что у нас действительно идет очень опасный процесс (Правда.РУ, ); Тут, насколько могу судить, наступает юридическое беспамятство с признаками комы (Московский комсомолец, ); Но у чисто психологического проявления этого аффективного поведения бизнес-элиты имеется, по-моему, и чисто экономическая составляющая (Независимая газета, ); Другими словами, аффектация это некий интегральный показатель состояния российского бизнесклимата вообще (Независимая газета, );...министр культуры РФ М.Швыдкой будет продолжать на телевидении нагнетать психоз "русского фашизма" (Правда.РУ, ); У русских есть рефлексы ревности и паранойи (NEWSru.com, ); Реакция украинской оппозиции нервная (Новые известия, ); Власть нервничает (Независимая газета, ). bg. Пълна амнезия гази нашата власт (Дума, ), Пълна шизофрения при сините (168 часа, ); След съпружески или други кавги е нужно време, за да зарастат емоционалните рани (Монитор, ). Slot 4. Diseases of the musculoskeletal system Paralysis as a disease, which is no less serious, as it inhibits movement and incapacitates the person. Metaphorically paralysis passes the omission of a complete shutdown of the country's development, the termination of activities of various organizations and incapacity of the government all these cases 13

14 contribute to the creation of alarm and concern of the state of society, government agencies and political parties. For example: ru. Инвесторы выходят из акций из-за плохих перспектив экономики и паралича в органах власти (Ведомости, ); Его (Путина Е.S.) цель научить уму-разуму отечественных политиков, которые несколько месяцев не могут прийти к согласию, парализовав жизнь всей страны (Газета UA, ); В результате общество деморализуется, а власть и госаппарат разлагаются. Так и до гангрены недалеко (Российская Газета, ). bg. Съветът би работил, ако сред политическия елит има нагласа да се постига съгласие за водещите приоритети на държавата. А когато елитът не е дорасъл до тези разбирания, съвещателният орган е почти обречен на парализа (Дума, ). The slot 5. Diseases of the internal organs and skin In the Russian media texts society problems, systematically cause anxiety and trouble the normal life, and are often associated with hemorrhoids. For example: ru. Вся полнота власти в одних руках это геморрой, а не стабильность. Слишком большая и неоднородная страна Россия (Газета.ru, ); Победа радикальных националистов из партии «Свобода» Олега Тягнибока в ряде областей Западной Украины превратится в «геморрой» для центральной киевской власти и Европы (Новый регион, 2, ); Это отдельный геморрой: не успеем освоить деньги до 31 декабря, их заберут назад в бюджет (Труд-7, ). Skin diseases sometimes are used as a source of metaphorical expansion. Violation of the integrity of the skin as a barrier between the external environment and the human body are associated with negative phenomena in the society. For example: ru. Больно Европе, только-только перестала кровоточить рана (РИА Новости, ); Отличительная черта футбольных чиновников нашей страны реформаторский зуд (Советский спорт, ); "Необходимо на этой границе (к северу от Цхинвали Е.S.) ввести визовый режим с Грузией, и сделать это сразу после того, как будет построена объездная дорога в Ленингорский район", заявил Геннадий Кокоев, заключив, что "надо перекрыть доступ кислорода этой язве на теле республики" (ИА REGNUM, ). bg. И не заради някакви исторически рани, а по проста икономическа сметка да бъдем границата на ЕС и Изтока означава наш контрол върху големи потоци от идеи и бизнес (Новинар, ); на БСП трябва да се обяви за преодоляване на язвите във всички болни сфери корупция, икономика, неграмотност, влошено здравеопазване (Дума, ). The slot 6. Malignant disease Important signal broadcasted by the metaphor are malignant disease, eating away at the country and society from the inside and require drastic measures and immediate solutions. Such problems are indicated as conflicts, corruption, crisis, etc. For example: ru. В диагнозе никто не сомневается коррупционная опухоль с метастазами по всему организму (Российская Газета, ); Тотальная, всепроникающая коррупция как раковая опухоль разъедает нашу страну, сводит на нет все усилия по проведению жизненно важных реформ в государстве, обезображивает лицо России на международном уровне и унижает каждого отдельного гражданина (Комсомольская правда, ); Но болезнь «Спартака» запущена, «раковая опухоль» настолько в командном организме разрослась, что, боюсь, даже радикальное вмешательство не поможет (Советский спорт, ); Зато на микроуровне, в реальной социально-производственной сфере, как раковая опухоль, разрастался кризис (Новый регион 2, ). bg. Днешната посредственост е войнстваща и за нещастие вече е образувала метастази върху почти всички органи и сфери на държавното тяло, както и в местната власт, та дори и в частния сектор (Дума, ). 14

15 Slot 7. Infectious and viral diseases The disease can spread like an epidemia, indicating the rapid growth of the rampant problems. A similar metaphor is found both in Russian and in Bulgarian media texts. For example: ru. Объявила о целях акции, которые она обозначила как «борьба с эпидемией реформ образования» (Вестник гражданского общества CIVITAS, ); Если «Единая Россия» вновь получит монопольное большинство, с 2012 г. начнется эпидемия либеральной чумы (КПРФ, ); Антисемитизм это такая заразная болезнь, которая живет за счет собственных сил. Я бы не стал утверждать, что европейские правительства заражены антисемитизмом, но в Западной Европе в целом антисемитизм присутствует (Независимая газета, ). bg. Купуването на гласове в предизборните кампании се превърна в истинска епидемия в България и моето усещане, че на предстоящите парламентарни избори този феномен ще се засили (Сега, ). The slot 8. Trauma and pathological processes Unexpected upheavals in society in the M-model are presented in the form of traumatic injuries and pathologies as a result of external influences. For example: ru. Страна, пережившая шок от взрывов домов в Москве и Волгодонске, испугалась... (Новая газета 52, ); Как и другие договоренности, включая экономическую сферу, а тем более приглашение Путину посетить осенью Кемп-Дэвид, все это свидетельствует о том, что "иракская заноза" в отношениях между Москвой и Вашингтоном устранена и обе державы возвращаются в активному стратегическому взаимодействию (Независимая газета, ); Родовая травма. Из истории болезни горбольницы 3 (Новая газета, 52, ). bg. В Стара Загора протестираха срещу ценовия шок (Дума, ); Ако погледнем исторически кога Европа се е преконституирала като общество, това е ставало през големи катастрофи или травми като например Втората световна война. Такива моменти играят и позитивна роля в историята (Дума, ); РБ и неговите министри са големият трън в петата на ДПС, каза Кънев. Той уточни, че в партията на Местан подкупвали и корумпирали роми в гетата, за да гласуват за тях (Дума, ); БСП: Чака ни нов ценови шок (Дума, ); Европа е в истински шок от бежанците. Но случващото се е само началото (Дума, ). Slot 9. Diseases of our civilization The disease of the XXI century is reflected in a metaphorical picture such as: drug addiction, AIDS, depression, swine flu and bird flu. For example: ru. Эфир на игле (Московский комсомолец, ); Л. И. Брежнев в русской истории это СПИД, а не пролежень из-за временной неподвижности (Независимая газета, ). bg. Бюджетът на София е болен от свински грип (Дума, ); Две години от началото на управлението на ГЕРБ България е в точката на депресията, а икономиката на Европа тръгна нагоре, продължи депутатът (Дума, ); Корупцията, наричана "административна рента", отдавна нагло, нагледно е законът за действие на ЦЯЛАТА СИСТЕМА НА ВЛАСТТА. Сега тя е мъртва и целият организъм на държавата е поразен от СПИН (Дума, ); "Холандската болест", от която боледува Русия, трудно се лекува (Дума, ). Additionally, a random type of terminology has started to appear in the media, creating new nominations of diseases, based on the productive models (for example: arrhythmia: ru. аритмия эвритмия; zoophobia: ru. зоофобия путинофобия; avian influenza or bird flu: ru. птичий грипп куриный грипп; 15

16 Down syndrome or Savant syndrome: bg. синдром на Даун, Савант синдром синдром Бойко Борисов, синдром Бойко, синдром Борисов. For example: ru. В Кремле не власть, а "куриный грипп" (Завтра 07 (534), 2004), Путинофобия.... а что такое плохо и смерть ( ); К вопросу об эвритмии в древнерусском искусстве (Православие.Ru, ); Наталия Витренко была вирусом, который попал вдруг на удобренную почву и стал болезнью. Это предшественник болезни, которая называется Юлией Тимошенко. Это болезнь популизма (Газета по-украински, ). bg. Всички в кабинета са болни от синдрома "Борисов" (Дума, ), Всички в кабинета започват да се разболяват от синдрома Бойко Борисов предай всички, обиждай всички, хвърляй вината върху всички други, важното е ти да си добре. Не може български министър, смята той, да излезе и да използва думата боклук за служител на държавната администрация, какъвто е директорът на НЕК, коментира Георги Кадиев, БСП (btv.bg, ), БСП: В ГЕРБ се разболяват от синдрома "Бойко" (FrogNews.bg, ). So, the conceptual scope of the disease is one of the active sources of metaphorization in modern Russian and in Bulgarian media discourses. It seems to be one of the most emotional forms of influence on the addressee. By using this metaphor, contemporary media draws attention to the urgent problems of society. The degree of difficulty and risk of a particular disease classified problems and difficulties of various degrees of importance in different spheres of society, specifies the neglected state of affairs in a particular field. As the language material shows, with equal representation of this metaphor in Russian and in Bulgarian media discourse, the metaphorical model Society is disease appears to be more structured in Russian media texts. REFERANCES ARUTYUNOVA N. D., Metaphor and discourse, The theory of metaphor, Moscow, Progress, 1990, p BARANOV A. N., Essay on the cognitive theory of metaphor, Russian political metaphor: the material for the dictionary, Moscow, JOLI K. K., Thought, word, metaphor (issues in philosophical semantics lighting), Kiev, Naukova Dumka, 1984, p. 86, 142, 274. LAKOFF G. - JOHNSON M., Metaphors we live by, Theory of metaphor, Moscow, Progress, PLUTARCH, Comparative biographies in two volumes, Vol. 1, Translation оf S. P. Markish, Moscow, Nauka, STOYANOVA E., Metaphor through the lens of linguistic and cultural situation, Shumen, UI Constantine Preslavski, 2013, 276 p. CHUDINOV A. P., Russia in the metaphorical mirror: Cognitive study of political metaphor ( ), Yekaterinburg, CHILTON P. A., Ilyin M. V. Metaphor in Political Discourse: The Case of the Common European House // Discourse and Society, 1993, Vol. 4, 1. TURNER B., Regulating Bodies: Essays in Medical Sociology, London,

17 YAZILI ANITLAR VE AZERĠ AĞIZLARINDA AKRABALIK ĠLĠġKĠLERĠ BĠLDĠREN KELĠMELER Kübra KULĠYEVA * ÖZ: Akrabalık ilişkileri insan hayatının temel ve ayrılmaz kısmını teşkil ettiğinden bu ilişkiler tarih boyunca kaybolmamış, aksine gelişip zenginleşerek günümüze kadar varabilmiştir. İlgiyi çeken bu ilişkilerin mevcudiyeti gibi, onları ifade eden sözcüklerin de yüzyılların deneme ve elemelerini atlayarak, değişmeden zamanımıza kadar gelebilmesidir. Elimizde bulunan farklı dönemlerin yazılı kaynaklarının araştırılması genel nitelik taşıyan akrabalık terimlerinin gerek Orhun anıtlarında, gerekse Türk dillerinin büyük bir kısmında, ayrıca günümüz Azericede ikili şekilde kullanıldığını göstermektedir. Zaman zaman bu terim ve kelimelerin bir kısmı anlam açısından değişikliğe uğramış olsa bile, genelde anlamda durağanlık fark edilmektedir. Mesela, Dedem Korkut Kitabı nda tesadüf edilen çocuk anlamında kullanılan bebek, nişanlı anlamında kullanılan yavuklu kelimelerine edebi dilde olmasa da, ağızlarda hem abidelerdeki hem de yeni anlamlar kazanarak kullanıldığı durumlara sık sık rastlıyoruz. Ağızlarda bu sözcük hem çocuk hem de yeni doğmuş çocuk, bebek, gelincik, kukla anlamlarında kullanılmaktadır. Anıtlardan seçilen örnekler araştırıldığında ata (baba), anne, kız, oğul, kadın, gelin ve diğer bu gibi birçok kelimelerin anlam ve biçim değiştirmeden edebi dilimiz ve ağızlarımızda kullanılmakta olduğunu görürüz. Fakat dilin değişik gelişim safhalarında türeyen yeni kelimeler de az değil. Bunların da bir kısmı hem şekil ve hem anlam bakımından değişmeden günümüze kadar ulaşmış, bir kısmı ise ya anlam daralması, ya anlam genişlemesi veya biçim değişikliğine uğramıştır. Akrabalık ilişkileri bildiren kelimelerin dilbilim açısından bütün dünya dilbiliminde kendi niteliklerine göre ikiye ayrıldığı da söz konusudur. Akrabalık terimlerinin Türk dillerinde durumunun öğrenilmesi, onların eski yazılı anıtlar ve kaynaklarla karşılaştırılması Türkoloji için büyük yarar sağlamaktadır. Şöyle ki, bunun gelecekte ortak Türkçenin oluşturulmasında da öneminin değerli olacağı kanaatindeyiz. Anahtar Kelimeler: Akrabalık Terimleri, Yazılı Anıtlar, Yazılı Kaynaklar, Ağızlar. THE SHOWN WORDS TIES OF RELATIONSHIP IN THE WRITTEN MONUMENTS AND IN THE DIALECT AND ACCENT OF AZERBAIJAN LANGUAGE ABSTRACT: As the relationship attitudes form the main and inseparable part of human life, this relationship hadn t drop out of memories for a long time, but on the contrary it is developed and riched and it had come to our time. As the existence of this relationship which attracted our attention, the words expresses them also had come to our time without changing their forms. The investigation of the written sources of the different periods shows that the relationship terms with the general features either in the most monuments of Orkhon-Yenisei or in the most Turkish language speaking, at the same time in Azerbaijan language are used in the double form. But when the time passed, though some parts of that terms and words had changed their meanings, generally the stability is showing itself in the meaning. For instance in the epos of Kitabi-Dede Korkut the word bebek in the meaning baby (ushaq), and yavuqlu in the meaning engaged are used in the dialect and accent making the new meanings though we do not meet them in the literary language. In the monuments that word is used as baby, and at the same time as kid, doll and puppet. When we investigate the patterns chosen from the monuments, we see that the words like a father, a mother, a son, a woman, a bride and such kind of other words are used in the dialect and accent without changing their meanings. But there are not a few words formed in the development of the language. Some parts of these words had come to our time without changing their forms and meanings but some parts of these words changed their forms and meanings. The words notified ties of relationship from the point of grammatical view are divided into two parts in the all linguistics of the world for their peculiarities. The studying of the relationship terms and to compare them with the ancient written sources and monuments have a great importance for Turkology. So, we think that it would be useful for forming the common language in future. Keywords: Turkology, Relationship Terms, Written Monuments, Written Sources, Dialects and Accents. GiriĢ Akrabalık iliģkileri insan hayatının temel ve ayrılmaz kısmını teģkil ettiğinden bu iliģkiler tarih boyunca kaybolmamıģ, aksine geliģip zenginleģerek günümüze kadar varabilmiģtir. Ġlgiyi çeken bu iliģkilerin mevcutluğu gibi, onları ifade eden sözcüklerin de yüzyılların deneme ve elemelerini atlayarak, * Doç. Dr., Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi Nesimi Adına Dil AraĢtırmaları Enstitütüsü. qkubra@mail.ru 17

18 değiģmeden zamanımıza kadar gelebilmesidir. Elimizde bulunan farklı dönemlerin yazılı kaynaklarının araģtırılması genel nitelik taģıyan akrabalık terimlerinin gerek Orhun anıtlarında, gerekse Türk dillerinin büyük bir kısmında, ayrıca günümüz Azericesinde kullanıldığını göstermektedir. Zaman zaman bu terim ve kelimelerin bir kısmı anlam açısından değiģikliğe uğramıģ olsa bile, genelde anlamda durağanlık fark edilmektedir. Mesela, Dedem Korkut Kitabı nda tesadüf edilen çocuk anlamında kullanılan bebek, niģanlı anlamında kullanılan yavuklu kelimelerine edebi dilde olmasa da, ağızlarda hem abidelerdeki hem de yeni anlamlar kazanarak kullanıldığı durumlara sık sık rastlıyoruz. Ağızlarda bu sözcük hem çocuk, hem de yeni doğmuģ çocuk, bebek, gelincik, kukla anlamlarında kullanılmaktadır (ADDL, 1964: 66). Yavuqlu kelimesinin ise niģanlı, sözlü gibi biçimleri mevcuttur. Bu kelimelerin her ikisi çağdaģ Türkçe de sözlüklerde abidede geçen anlam ve biçimde kaydedilmiģtir (TS, 2005: 230, 2149). Türkiye ağızlarında aynı anlamda bebe kelimesi, edebi dilde ise yavuklu kelimesiyle beraber, niģanlı, sözlü kelimeleri de kullanılıyor (TS, 2005: 230). ġöyle ki, çok anlamlılık burada da görülmektedir. Her iki dilde kelimenin hem de gözün bebeği anlamında kullanıldığı gözlemleniyor (TS, 2005: 230). Akrabalık iliģkileri bildiren kelimeler dilbilim açısından gerek edebi dilin gerekse ağızların söz varlığında önemli yer tutmaktadır ve dilbilim geleneneğine göre onlar 1. kan akrabalığlı bildiren kelimeler ve 2. nikah akrabalığı bildiren kelimeler diye iki gruba ayrılıyor. Abidelerden seçilen örneklere dikkat edildiğinde akrabalık terimlerinin büyük kısmının hiçbir anlam ve Ģekil değiģtirmeksizin tarihen edebi dilimiz ve ağızlarımız için genel özellik taģıyarak kullanılageldiğini görüyoruz. Dedem Korkut Kitabı nı, Ahmet Harami Destanı nı, Gazi Burhaneddin, KiĢveri Divan ını, Oğuzname yi, ġ.ġ. Hatayi nin, M.P.Vakıf ın, Q.B.Zakir in eserlerini kronolojik Ģekilde araģtırdığımızda ata, ana, kız, oğul, emi, dayı, gelin, er terimlerinin günümüze kadar aynı Ģekilde geldiğini görmüģ oluruz. AraĢtırmalardan ata kelimesinin Azerice yazılı kaynakların büyük kısmında bu Ģekilde kullanıldığını, fakat Dedem Korkut Kitabı nda hem ata hem de baba biçimlerinin geçtiğini ve aynı anlamı ifade ettiğini görüyoruz. ġunu da kaydedelim ki, ata kelimesinin baba biçiminde kullanılmasına sadece Türk-Azerbaycan ortak abidesi olan Dedem Korkut Kitabı nda rastlıyoruz. Ata kelimesine nazaran baba kelimesi daha eskidir ve dünya dilleri için ortak kelime sayılmaktadır. Kelimenin ba (baba-türk, Urdu)/pa (papa-rus, Fr.)/pe (pedər-fars, pere-fr.)/pi (pita-urdu)/fa (fazə-ġng.)/va (vater-alm.) vs kökleri dünya dil sistemlerinin çoğu için aynıdır. QardaĢ kelimesinin abidelerin dilinde birkaç sesbilgisel biçimi kullanılmaktadır. Dedem Korkut Kitabı nda kelimenin qardaģ/qarındaģ, dadaģ (KDQ,1962: 13, 31), KiĢveri Divan ında qərədaģ biçiminde kullanıldığı görülmektedir: - Ki, sorməz haluni bir neçə gündür ol qərədaģın (Eyvazova, 1983: 43). KardeĢ anlamında kullanılan dadaģ Azeri ağızları ve Türkçede de bulunuyor (TS, 2005: 457). Akrabalık terimi olarak abay Azeri ağızlarının birçoğunda mevcuttur. Ağızlarda kelime kadın ve erkek cinsini bildirmek üzere hem anne hem de babaya hitaben kullanılıyor. Kelimeye ava/aba biçimlerinde eski Türk anıtlarında (DTS, 1969: 1) ve birkısım Türk dillerinde anne, baba, dede, amca, abi anlamlarında tesadüf ediliyor. Kuba bölgesi ağızlarında baba anlamında kullanılmaktadır. A.Memetov Türk dillerinin çoğunda bir sıra sesbilgisel değiģikliklerle abla anlamında apa kelimesinin kullanıldığını gösteriyor. BaĢkurt, Kazak, Tatar, Uygur, Karakalpak, Kırgız dillerinde, Orhun-Yenisey anıtlarında apa, Özbek dilinde opa, ÇuvaĢ dilinde ise appa biçimi korunmaktadır (Меметов, SТ, 1980: 6, 73). Kırım Tatarları karılarına hitap ederken kadın kelimesinden baģka kelimenin anlamdaģı olan apay kelimesini de kullanıyorlar. Günümüz Azeri ve Türk dillerinde Kırım Tatarları nın güney bölgesi ağızlarında olduğu gibi, abla kelimesi vardır. L.A.Pokrovskaya ya göre bu yine de aba/apa kelimesiyle bağlıdır (Pokrovskaya, 1961: 73). Aba kelimesinin Türk dillerindeki yapısal-anlamsal biçimleri geniģ anlam kapasitesine sahip olduğuna delalet eder. Mesela, Ana Türkçede apa dede, abla (Abdulkadir, 1954: 49), yaģlı akraba, anne (DTS, 1969: 47), ÇuvaĢçada epi anne, ağızlarda büyük anne (ÇRS, 1961: 579), Azeri ağızlarında əbə büyükanne, anne (ADDL, 1964: 212) gibi anlamlarda kullanılagelmiģtir. Apa kelimesinin anne anlamı bildiren cici kelimesiyle bir arada kullanılarak Gürcücede ciciapa birleģmesini oluģturması da dikkati çeker. Q.L.VoroĢil in fikrince kelime oraya XI.-XII. yüzyıllarda Gürcistan topraklarında meskunlaģan Oğuz ve Kıpçak boyları tarafından getirilmiģtir (VoroĢil, SТ, 1980: 26-27). Burada konuyla ilgili bir mesele üzerine de ıģık tutmamız yerinde olur, zannımızca. Yazarın fikrine Ģunu da ekleyelim ki, Oğuz ve Kıpçak boyları hiç de söz konusu topraklarda meskunlaģmamıģ, o topraklar eskiden beri Azerbaycan ın bir hissesi olsa da, zaman zaman değiģik dönemlerde değiģik siyasal meseleler yüzünden kesilerek komģularımıza hediye edilmiģtir. Ciciapa birleģmesindeki cici kelimesi bağımsız bir kelime olarak bir sıra ağızlarımızda ve çağdaģ Türkçede kullanılmaktadır (Ġslamov, 1968: 182). Gürcücedeki ciciapa birleģmesinin anlamı harfi harfine anne anne demektir. 18

19 Azeri ağızlarında değiģik biçimlerde yaygın olan bu kelimenin ebe, ebeci Ģekillerine de bazı bölgelerde rastlamak mümkündür. T. Hacıyev Azericenin kuzey bölgesi ağızlarında nine yerine dada (dede), ata yerinə abana kelimelerinin kullandığını, eski Azericede, eski ve çağdaģ Türk dillerinde aba kelimesinin hem baba, hem anne, hem de ebeveyn anlamı bildirdiğini, bu değiģikliğin kelimenin eskiden unvan bildirmesiyle ilgili olduğunu yazıyor (VoroĢil, ST, 180: 26-27). Eski Türk taģ anıtlarında, Kutadgu-bilig de aba/abay anne anlamındadır. KaĢgarlı Mahmut kelimenin hem Oğuz, hem de Kıpçak boylarının dilinde kullanma biçimlerini göstermiģtir. Oğuzlarda kelime ana ve aba, Kıpçaklarda ise apa biçiminde olmuģtur. E. N. Nacip eski Türk dillerinde anne adlanmak anlamında analamak fiilinin de türetildiğini, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Gagavuz dillerinde kelimenin daha geniģ anlam kapasitesine sahip olduğunu yazıyor (Necip, 1979: 240). V. Sevortyan a göre Türk dillerinde kullanılan apa daha eskidir. Apa kelimesinin anlam türetme olanağı geniģtir. ġöyle ki, erkek cinsini bildirmek açısından apa bir sıra Türk dillerinde ata, bazılarında amca, diğerlerinde abi ve dede, kadın cinsini bildirmek yönünden anne, hala, abla, büyükanne gibi anlamlar bildirebilir. Bu aba kelimesinin erkek ve kadın hatları üzere geliģiminin paralelliğine delalet eder. Kan akrabalığı münasebetleri sisteminde büyüklerin egemen olma durumunu aba kelimesi koruyabilmiģtir. Günümüzde de Kırgızlar büyüklerin ailede egemen olma geleneğini yaģatmaktalar. ġöyle ki, eğer bir Kırgız ailesinde babaanne yaģıyorsa, çocuklar hiçbir zaman annelerine anne söylemez, kendilerine eje diye hitap ederler. Anne/aba gibi yalnız büyükannneye hitap edilir. Bu adet Azerbaycan ın da bazı bölgelerinde korunagelmiģtir. Günümüzde aba kelimesinin baba anlamı daralarak kaybolmak üzeredir, fakat anne anlamı giderek daha fazla iģleklik kazanmaktadır. Kelime Azeri ağızlarının büyük kısmında, ayrıca Tebriz ağzında aba biçiminde anne anlamında, birkısım ağızlarda ise baba anlamında kullanılır. ġeki bölgesinde abay biçiminde kullanılan kelime Lezgi kadın anlamı taģıyor (ADDL, 1964: 15). Büyük Karakilise ağızlarında da ebe (<aba) büyükanne, anne anlamlarında kullanılmaktadır (ADDL, 1964: 15). Kan akrabalığı iliģkileri bildiren kelimeler arasında duhter, peder, peser/püser, evlat, mader, hemģire gibi Fars ve Arap kökenli kelimeler de tarihen, tarihi, dinî ve kültürel iliģkiler sonucu dilimize geçerek kız, ata, oğul, anne, abla, kardeģ kelimeleriyle koģul kullanılarak o kelimelerin anlamdaģı gibi dilde yerlerini bulmuģtur. Nikah akrabalığıyla ilgili kelimeler de abidelerin dilinde az değil. Bu terimler arasında da eski Türk asıllı sözcüklerle beraber, Arap ve Fars kökenli ayal, külfet, nikah, övret, helal, nisa, herem, keyven, siga, damat, arus, zan (zenen) gibi kelimelerin kullanıldığını görebiliriz. Bu kelimelerin çoğunun dinî münasebetler zemininde dilimize girdiği bellidir. Ama buna rağmen evlilik iliģkilerini bildiren terimlerin çoğunlukla Türk asıllı kelimelerin oluģturduğunu söyleyebiliriz. O kelimelerden bir kısmı edebî dilimizde kullanılsa da, bir kısmı salt ağızlara hastır ve sadece ağızlarda görülür. Mesela, göyü, damat, hatın kiģi, hatun, ayal, helal, övret buna örnektir. Fars kökenli damat kelimesine abidelerden sadece Gazi Burhaneddin Divan ında rastlıyoruz. AraĢtırdığımız diğer kaynaklarda gerek Gazi Burhaneddin Divan ının yazıldığı dönemden önceki, gerekse sonrakı aģamalarda o kelimenin kullanıldığı baģka bir kaynağa rastlamıyoruz. Aynı anlamda çağdaģ Türkçede bulunuyor (TS, 2005: 469). Azeri ağızlarından en çok Kuba bölgesi ağızlarında kullanıldığı tespit olunmuģtur. Burada Azericede bulunan küreken anlamında yalnız bu kelimenin kullanıldığı kaydedilmiģtir (ADDL, 1964: 168). Göyü/göykü, hatun kiģi ve hatun kelimeleri Türk asıllı olmanın yanı sıra hem de en eski anıtlarımızda bulunmaktadır. Hatun kelimesi Dede Korkut, Ahmet Harami destanlarında, Oğuzname de, C. Mehmetkulizadenin öykülerinde kullanılmıģtır. Bu kelime eģ, karı anlamında ġeki, kadın anlamında Derbent, hatınģı biçiminde kadın anlamında Kah bölgesi ağızlarında mevcuttur (ADDL, 1964: ). Kelimeye Türk dillerinden Saka, Altay, Kırgız, Kazak, Karaçay-Balkar, Uygur, Türkmen ve Tatarcanın sözlüklerinde farklı ses bilgisel biçimlerde rastlanır. Azericeden farklı olarak o dillerde kelimenin diğer anlamdaģ biçimlerine rastlamıyoruz. Eski yazılı kaynakların araģtırılması Esrarname de ve ġeyh Safi tezkiresinde de geçtiğini gösteriyor (Kahramanov, 1964: 64; Sadıkov, 1972: 130). Akrabalık terimleri içinde baģka bir kelime Azeri ağızlarının büyük kısmında giyo/giyov biçiminde rastlanan, Gürcistan Cumhuriyeti arazisine dahil eski Azerbaycan toprakları olmuģ Borçalı bölgesi ağızlarında ise göy biçiminde kullanılan damat anlamı ifade eden sözcüktür. Ġlgiyi çeken edebi dilimizde aynı anlamda kullanılan küreken kelimesinin ağızlara girememesi, en eski anıtlarımızda görülen güyev/giyo kelimesinin Ģimdiye kadar varlığını koruyabilmesidir. Zannımızca, burada ağızların önemini vurgulamak, onların eski sözlük birimlerin korunmasında izolasyon rolü oynadığını söylemek yerinde olur. 19

20 Kelimenin Orhun-Yenisey anıtlarının dilinde, ayrıca Türk dillerinin bir kısmında değiģik ses bilgisel biçimlerde kullanıldığını görmek olur. Anıtların dilinde küdegü biçiminde kullanılan kelime, çağdaģ Türk dillerinden Saka, Hakas, Altay, Kırgız, Kazak, Karakalpak, Özbek, Uygur, Türkmen ve Türk dillerinde kudee, kize, küzee, küyü, küyoo, küyey, küev, küyogul, giev, güvey biçimlerinde kalmaktadır. Ebu Hayyan ın, Ġbn Mühenna nın sözlüklerinde de damat, kızın eģi, kocası anlamı ifade eden küreken ve kız kardeģin eģi, kocası anlamını bildiren yezne kelimelerinin kullanıldığı kaydedilmiģtir. V. Aslanov kelime köklerinin yeniden eski düzenine sokulmasıyla bağlı bir makalesinde Ģöyle yazıyor: Göy ve küreken kelimeleri anlamdaģtır. ġöyle ki, çağdaģ Azeri dilinde kelimenin iki anlam biçimi kullanılmaktadır küreken ve kızın eri (eģi, kocası). Küreken kelimesi Moğol asıllıdır. Göy kelimesi ise Türk asıllı olup, çok az ses bilgisel biçimlerde bütün Türk dillerinde bulunmaktadır. Derbent ağzında genel olarak kadın anlamınını bildirmek için sadece hatun kelimesi kullanılıyor. Kelimeye günümüz Türk dillerinin büyük kısmında tesadüf olunmaktadır. Eski anıtlarda hatun kelimesinin katun, xatun, yotuz, emliq, emgeç, kudaz gibi değiģik anlamdaģ biçimlerine rastlıyoruz. Bu biçimlerin hemen hepsi hanım, kadın anlamlarını ifade eder. Hatun kelimesinin Türk dillerinde kaday, kat, kadıt, katın, katık, xotun, xatık, katın biçimleri de vardır. Bir sıra Türk dillerinde Arapçadan alınmıģ ayal kelimesi artık hatun kelimesinin yerine geçerek onu dilin pasif fonuna geçirmiģtir. Söz konusu dillerde kelimenin baģka bir biçimine rastlanmıyor. Özbek ve Uygur dillerinde hatun kelimesinden kadın anlamı bildiren xotun ķizlar, katun-kız birleģmeleri oluģturulmuģtur (AĢiraliyev, 1966: 28). Azeri ağızlarının çok az kısmında Ģu anda kullanılmaktadır. Ġlgiyi çeken biçim Kah bölgesi ağızlarında görülüyor. Burada kelimenin hatınģı biçiminde kullanıldığı gözlemlenmiģtir (ADDL, 1964: 407). Günümüz çok Türk dillerinde rastlanan kadın kelimesiyle xatın katun kelimesinin aynı kökten olması düģüncesi de söz konusudur. Günümüzde xatın kelimesine Azeri edebî dilinde yalnız bir sıra Ģahıs isimlerinın terkibinde ve xanım xatın ifadesinde tesadüf ediyoruz. Türk dillerinin eski anıtlarından xatın kelimesinin saygılı, nüfuz sahibi, yüksek makam tutmuģ Ģahısların eģi, karısı anlamında kullanıldığı belli oluyor (DTS, 1969: 436). T.A.Bertagayev unvan grubu kelimelerden olan xătăn kelimesinin xăn>xă+tăn xa kökünden oluģtuğunu, tăn biçimbiriminin burada ortaklık kavramı ifade ettiğini ve münasebette toplu Ģahısları bildirdiğini yazıyor. Mesela: Dŭgăr> Dŭgărtăn Dugarın ailesi, onu çevreleyen kimseler anlamını bildiriyor ki, buradan da xă+tăn xatun, geçidiyle kelimenin han kökünden n ünsüzünün düģmesi sonucu oluģması üzerine fikir söyleyebiliriz. Kelime daha önce, zannımızca, hanın ailesi, etrafındakı Ģahıslar anlanı bildirmiģ, sonralar ise anlam daralması sonucu hanın eģi, karısı, hanım ve Ģahzade anlamlarında kullanılmıģtır. Moğol kavimlerinin mitolojisinde karı, eģ veya anne anlamında eski dönemlerde: ōtqōn anne, karı, ĕxĕ anne, Buryatlar da eji ve s. gibi kelimeler kullanılmıģtır. Bize göre, xatan ataerkil döneminde, ōtqōn, ĕxĕ ve diğerleriyse ondan daha önceki dönemlerde oluģmuģ kelimelerdir (Bertagayevв, 1976: 49-50). B.Osmanaliyeva da gelin, katın//katun sözlərinin aynı bir qe- kökünden oluģması fikrini savunmakla, Türk-Mancur dillerinde qe kelimesinin kadın anlamında kullanıldığını kaydediyor (Osmanaliyeva, 1983: 93). Eski Türk Dilleri Sözlüğü nde katun hanım, kibar kadın, asil, hükümdarın, Ģanlı birisinin eģi (DTS, 1969: 436) gibi anlamlarda gösterilmiģtir. Hatun kelimesi Dedem Korkut Kitabı nda hanım, karı, eģ, kadın anlamlarında kullanılmıģtır. Sonuç Akrabalık terimleri sistemi halkın manevi medeniyetinin daha eski alanlarını kapsamaktadır. Manevi medeniyetin, halkın sosyal yapısının derinden araģtırılması o halkın kökeninin, onun etnogenetiğinin de ortaya konulmasına imkân sağlıyor (Kvilinkova, 2005: 42-50). Akrabalık terimlerinin Türk dillerinde durumunun öğrenilmesi, onların eski yazılı anıtlar ve kaynaklarla karģılaģtırılması Türkoloji için yararı vardır. Çünkü bunun gelecekte ortak Türkçenin oluģturulmasında da öneminin değerli olacağı kanaatindeyiz. KAYNAKÇA ADDL, Bakü, AzerneĢr, АSLANOV V., O putyax ustanovleniya perviçnıx korney slov s neproduktivnımi affiksami v tyurkskix yazıkax (na materiale azerbaydjanskogo yazıka) Azerbaycan dilciliyi meseleleri, Bakü, Elm,

21 AġĠRALĠYEV К., Drevniye elementı v sovremennıx yazıkax. Ġstoçniki formirovaniya tyurkskix yazıkov sredney Azii i Yujnoy Sibiri, Frunze, Ġlim, BERTAGAYEV Т., Ob etimologii xan-xagan, xatun i ob otnoģeniyax k xat. Tyurkologiçeskiye issledovaniya, М., Nauka, Çuvaçsko-russkiy slovar M., GĠS, Drevnetyurkskiy slovar, L., Nauka, EYVAZOVA, R., KiĢveri Divan ının Dili, Bakü, Elm, ĠNAN, Abdulkadir, Tarihte ve Bugün ġamanizm/materyallar ve AraĢtırmalar, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, ĠSLAMOV, M.Ġ., Nuha dialekti, Bakü, Elm, KAHRAMANOV, C., Esrarname, Bakü, Elm, Kitabi-Dede Korkut, Bakü, AzerneĢr, KVILINKOVA, E.N., Slavyanskiye terminı rodstva v gagauzskom yazıke. Slavyanskiye çteniya (Vıpusk. Materialı nauçno-teoretiçeskoy konferensii, KiĢinyov, МЕМЕТОВ, A., O terminax rodstva v krımsko-tatarskom yazıke, ST, 6, NACIP, E.N., Ġstiriko-sravnitel nıy slovar tyurkskix yazıkov XIV veka (na materiale Xosrau i ġirin Kutba) kn. I М., Nauka, OSMANALIYEVA, V. Kırgız tilindegi tuugançılıkka baylanuģtuu kee bir sözderdün etimologiyası jönünde. - Tyurkologiçeskiye issledovaniya, Frunze, Ġlim, POKROVSKAYA, L.A., Terminı rodsva v tyurkskix yazıkax Ġstiroçeskoye razvitiye leksiki tyurkskiz yazıkax, М., AN SSSR izd-vo, SADIGOV, A., ġeyh Safi Tezkiresinin Dili, Bakü, Elm, ġiraliyev, M.ġ., Azerbaycan Dialektologiyasının Esasları, Bakü, AzərtədrisnəĢr, Türkçe Sözlük, Ankara, TDK Yayınevi, VOROġIL, G.L., Ob azertbaydjansko-gruzinskix yazıkovıx kontaktov, ST,

22 DĠLLERARASI ETKĠLEġĠM BAĞLAMINDA TÜRKÇE VE URDUCA-HĠNTÇEDEKĠ ORTAK ALINTILARA DAĠR Meryem SALĠM * Aycan PENEVA ** ÖZ: Diller arası etkileşimde temas halindeki dillerin söz varlığı yabancı etkilere en yatkın sayılmaktadır. Çalışmanın konusu, kültürel ve dilbilimsel verilerden hareket edilerek Türk ve Hint toplumunun ortak söz varlığını diller arası iletişim bağlamında incelemektir. Araştırmanın temel amacı, tarihsel süreçten gelen ortak söz varlığından yola çıkarak, Türkçe ve Urduca-Hintçe dillerinde yer alan Arapça ve Farsça kökenli sözcüklerin kullanımını ortaya koymak, iki dil arasındaki paralellikler ve ilişkiler tespit etmektir. Bu doğrultuda yapılan incelemede, söz konusu alıntı sözcüklerin, iki dil arasında semantik ve etimolojik açıdan benzerlikleri olduğu sonucuna ulaşılırken, bazı sözcüklerin de her iki dilin kendi fonetik kurallarına göre uyarlandığı anlaşılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Türkçe, Urduca, Hintçe, Sözcükler. ON THE COMMON BORROWINGS IN TURKISH AND URDU/HINDI IN THE CONTEXT OF LINGUISTIC INTERACTIONS ABSTRACT: The lexis of each language is susceptible to foreign influences. Therefore, by studying the lexical borrowings, we can study the history of linguistic interactions between the nations being in contact. This study aims to demonstrate the common vocabulary in Turkish and Urdu/Hindi borrowed from Arabic and Persian in the context of linguistic interactions. The paper examines the words borrowed from Arabic and Persian into Turkish and Urdu. It classifies the borrowed words as such contemporarily used in the modern Turkish and archaic words. The paper also considers the adaptation of one and the same words in both languages, as well as some established variations in the meaning of the borrowed lexemes. Keywords: Turkish, Urdu, Hindi, Lexis. GiriĢ Her toplumun tarihî geliģiminin çesitli dönemlerinde komģu veya komģu olmayan devlet ve toplumlarla çesitli iliģkilerde bulunmaktadır. Bu iliģkiler sonucu din ve medeniyet alanındaki değiģmeler bağlamında dile ve kültüre zaman ve mekana göre farklılıklar gösteren birtakım yabancı unsurlar girmektedir. Bilindiği gibi, zamanın akıģı içinde bir dili Ģekillendiren unsurlar, bir bakıma o dili kullanan toplumun sosyal ve kültürel yapısı ve yaģam biçimi ile ilgilidir. Dilin söz hazinesi de toplumun genel yapısını ve ihtiyaçlarını belirleyen kavramlarla oluģmaktadır. Bu bakımdan yeni ihtiyaçlar yeni kavramları, yeni kavramlar yeni sözcük ve Ģekilleri doğurur (Korkmaz, 1995: 843). Bir dilin yalnızca söz varlığının incelenmesiyle, o dili konuģan ulusun yaģayıģı, o toplumdaki kültür hareketleri ve baģka uluslarla iliģkileri hakkında büyük ölçüde bilgi edinilebileceği dilbilimcilerin ortak görüģüdür (Aksan, 1998: 139). Diller, bulundukları kültürel veya coğrafi ortamlarda etkileģime hazır oldukları oranda devinime uğrayabilmektedirler. Diller arası etkileģimdeki aranması gereken temel ölçütlerden biri, sürecin doğal bir seyir halinde iģlemesidir. Dinsel, kültürel veya coğrafi yakınlıklardan kaynaklanan birlikteliklerde, ortak dil veya dil unsurları rastlamak her zaman mümkündür. Bu bildiriye konu olan Türk ve Hint toplumlarının dilleri içerisindeki ortak sözcükler ve oranları aslında iki toplumun dilsel ve dil dıģı etkenlerle iletiģim içerisinde olduklarını veya bir kültürel bağlam içinde baģka dillerle etkileģimde bulunduklarını göstermektedir. Hindistan, zenginliği ve coğrafi konumu nedeniyle tarih akıģı içerisinde birçok hâkim uygarlığın istilasına uğramıģtır. Bu uygarlıklar, siyasi, sosyal ve kültürel yapılarını bu bölgeye taģımıģlardır. Bu yönüyle Hindistan da uygarlık geliģimi merkezi uygarlıkların taģınması biçiminde olmuģtur. 1 Hindistan ya da resmî adıyla Hindistan Cumhuriyeti Güney Asya da bulunan bir ülkedir. Ünlü millî lider Mahatma * Doç. Dr., ġumen Piskopos Konstantin Preslavski Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. ** Öğrenci, ġumen Piskopos Konstantin Preslavski Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

23 Gandhi ye göre Hindistan bir anadır. Onun iki çocuğu vardır, biri Türkler, diğeri ise Hintlilerdir. 2 Türk devletlerinin dünyanın farklı coğrafyalarındaki uzun süreli varlığı o coğrafya üzerindeki toplumları dilsel ve kültürel yönden etkilemiģtir. Aynı etkileģim durumunun Türk toplumu için de geçerli olduğu söylenebilir. Urdu-Hint dilindeki Türk kökenli sözler birkaç asırlık tarihî geçmiģi olan tarihî ve kültürel iliģkilerin örneği gibidir. X. yüzyılın sonlarından itibaren Türk Ġslam kuvvetleri Hindistan a ekonomik ve dinî sebeplerle akınlar baģlatmıģtır. Racalıkların zayıfladığı bir döneme denk gelen Hint hanedanları bu taarruzları savuģturamamıģ, darmadağınık bir hale düģmüģ ve bunun sonucu Hindistan ın kuzeyinde müslüman iktidarında büyük Delhi Türk Sultanlığı adında bir devlet kurulmuģtur. Bu devletin kurulması Hindistan ın tarihinde köklü değiģikliklere yol açmıģtır. Hindistan müslüman dünyasıyla karģı karģıya gelmiģ ve her iki medeniyet birbirlerini yakından tanıma Ģansını bulmuģlardır. Bugün Hintçede yer alan Türkçe sözcükler yaģamın çeģitli alanlarını kapsar. Bunlar, günlük tüketim eģyaları, yemekler, akraba ve giysilerin adlarını karģılayan sözcükler ve askerî terminolojidir (Bokuleva, 2012: ). Hint topraklarında Ġslam ın yayılması Arapçaya olan ihtiyacı arttırmıģtır. Çünkü Arapçayı öğrenme, dürüstlüğün ve barıģın sembolünü teģkil etmektedir. Farsça ise orta dönem Hindistan kültürü ve edebiyatının parlak bir belirtisi sayılmaktadır. Bununla birlikte Farsçanın resmi dil olması için bu dile olan ilgiyi de doğal kılmaktadır. Delhi Sultanlığı nın devlet dili olan Farsçanın geliģmesi Hindistan da bu dilde edebiyatın, ayrıca Ģiirin meydana gelmesini sağlamıģtır. Bununla birlikte Kuzey Hindistan da Hint grameriyle Farsça Arapça sözcüklerin bir araya gelmesi suretiyle Urducanın meydana gelmesine büyük bir etki yapmıģtır (Bokuleva, 2012: 449). Pakistan ve Hindistan ın ortak dili olan Urduca (Hintçe) 3, geniģ kullanım alanı ve zengin söz varlığıyla hem edebiyat araģtırmacılarına, hem de dilbilimcilere geniģ bir çalıģma alanı sağlamaktadır. Çok farklı din ve kültür çevrelerine mensup, farklı bölgesel diller konuģan çeģitli etnik kökenlere mensup halkların ortak dili olan Urdu dili, adından da anlaģılacağı gibi asıl olarak ordu içinde ĢekillenmiĢ ve ordu mensuplarının konuģtuğu bir dil olarak ortaya çıkmıģtır. Zira bu dil, Alptekin in torunu, Subuktekin in oğlu olan Gazneli Mahmud un bugünkü Pakistan topraklarını fethiyle baģlayan ve yaklaģık sekiz yüz yıl süren çeģitli Müslüman-Türk sultanlıklarının etkisiyle bölgede oluģmuģtur. Nitekim Pakistanlı bir tarihçi, Sultan Mahmud Gaznevi nin Hindistan a geliģini, asırlarca sürecek olan Maveraunnehir kökenli bir kültür inkılabının habercisi olarak tanımlamaktadır (Soydan, 2003: 44). 4 Böylece Urdu dili, içinde barındırdığı komģu dil ve kültürlerle kaynaģabilme esnekliği sayesinde çok geçmeden halkın ortak dili haline gelmiģ ve kısa sürede edebiyat dili olgunluğuna ulaģmıģtır. Urdu dili, farklı kültür ve dil unsurlarını günümüzde de içinde barındırmaktadır (Soydan, 2003: 44). Yukarıda da belirtildiği üzere Hintçedeki Türkçe ögeler, Türk ve Hint kültür ve dil iliģkilerinin sonucudur. Bu dillerdeki yabancı sözcükler ise yüzyıllık tarihî içeren sosyal ve kültürel bağlantıların yeni bir görünüģüdür. Yapı bakımından çok değiģik olan Türkçe ile Hintçe sözcük unsurlarının birbirleriyle alıģveriģi olayına coğrafik, kültürel, tarihî ve sosyal etkenlerin neden olduğu söylenebilir. 2 Hindistan da Türk Devletleri, 2007, E-Tarih.org ( 3 Urduca ve Hintçe kavramları sık sık karıģtırılmakta ve dilciler arasında anlaģmazlıklara neden olmaktadır. Urdu dili takriben XII. yüzyıldan itibaren kullanılmaya ve Hintçe ile özdeģleģmeye baģlamıģtır. Genel bir bilgiye göre, edebî Hintçe ve edebî Urduca iki ayrı dil olup bir ortak ana dilden, Khariboli diyalektinden, ortaya çıktığı bilinmektedir. BaĢka dir deyiģle, iki dil aynı dilin ayrı çeģitleri sayılmakta, ancak farklı topluluklarda iģlev görmektedir. Ġki dili ayırt eden belli baģlı özelliklerden bazıları Ģunlardır: - Sözcük hazinesi bakımından Hintçede daha fazla Sanskritçeden sözcükler vardır, Urducada ise Arapça ve Farsçadan alıntılar mevcuttur; - Hintçede Devanagari alfabesi, Urdu dilinde ise Farsça-Arapça alfabesi kullanılmaktadır. - Urdu dilinde Hintçede bulunmayan beģ alıntı ünsüz bulunmaktadır. - Urducada Farsça tamlamalar kullanılmaktadır. ( Bazı dilciler, Hindi, Urdu ve Khariboli gibi dilleri tanımlayan ve genelleģtiren Hindustani terimini kullanmaktadırlar. Hindistani, Hindi veya Urdu dillerinden çok daha eskidir ve birçok kez, ırk veya dinden ziyade bölgeyi tanımlamak için kullanılmıģtır. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. AltuntaĢ, Ġsmail Hakkı. Türki Diller: Hindustani nin GeliĢimine Katkıları. 2014). 4 Urdu sözcüğü, Türkçe bir sözcüktür ve askerî birlik anlamında kullanılır. Bu kelimenin Urdu dilinde eģ anlamlısı LeĢkerdir. Tarihsel açıdan bakıldığında, Cengiz Han ın ardıllarının ordugahlarına Urdu-i Mualla yani Altın Ordu denilmekteydi. Bu da Urdu dilinin askerin dili ya da ordunun dili anlamı taģıdığı sonucuna varıyor. Bir diğer etkin görüģ ise, Ekber döneminde padiģah askerlerine veya sultanın karargahına Urdu-yi Mualla, sultan karargahının bulunduğu yerdeki pazara Urdu Bazar, burada konuģulan dile de Zeban-i Urdu (Ordunun Dili) denilmiģ. Zeban-i Urdu zamanla Urdu olarak söylenmeye baģlanmıģ. Ancak bu isim, dilin ortaya çıkmasından çok sonra verilmiģtir. Ordunun dili anlamındaki Urdu ismi ilk olarak 18. yy ın ortalarında kullanılmıģtır. (Karakas, Ferhat. Urdu Dili. 23

24 Türkçenin ve Hintçenin tarihi ve modern alanlarındaki dil incelemelerinde söz varlığı üzerinde yapılan çalıģmalar önemli bir yere sahiptir. AraĢtırmacılar, yaptıkları çalıģmalarında Hint dillerinin mevcut ve eski diğer dillerle bağlantılı olduklarını saptamıģ, hem bu dillerin geliģim sürecini incelemiģ, hem de diğer komģu dillerin tarihi için de önemli bilgilere ulaģmıģlardır. Bu çalıģmanın konusunu Türkçe ve Urdu dilinde bulunan ortak yabancı sözcükler oluģturmaktadır. Yapılan değerlendirmenin amacı, bu dilleri konuģan halkların baģka ulus, dil ve kültürlerle olan etkileģimini yansıtmak, iki dilin yabancı kökenli ortak sözcüklerinin kullanımında görülen bazı benzer yanlarını ve farklarını ortaya koymaktır. AraĢtırma, Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan Türkçe sözlükleri, mevcut Osmanlıca Türkçe Lugatleri, Türkçe-Urduca Sözlük, Urduca Rusça Sözlük (Урду-русский словарь), Farsça Türkçe ve Arapça-Türkçe sözlükler taranarak yaplımıģtır. Konuyla ilgili kaynaklar arasında değiģik dillerde yayımlanan bilimsel makaleler ve araģtırmalar da yer almaktadır. Bilindiği gibi, dillerin söz varlığında, temel sözcükler önemli bir yer tutar. Ġnsan adları, lakaplar, yer adları, akrabalık adları temel sözcükler olarak kabul görmektedir. Bundan dolayı bu sözcükler, dil öğretimi, dillerin akrabalıkları, dil bilgisi gibi dil incelemelerinde ilk olarak baģvurulan sözcüklerdir. Diğer yandan alıntı sözcükler de bir dilin söz hazinesinin ve özelliklerinden sayılmaktadırlar. Türk ve Hint milletlerinin dil tarihlerinin geçmiģinde söz hazinesine Arapça ve Farsçadan giren sözcükler bulunur ve bunların sayısı oldukça fazladır. Türkçe ve Urduca-Hintçedeki ortak sözcüklerin belirlenmesine yönelik yapılan çalıģmada her iki toplumdaki ortak sözcükleri kullanım alanlarına göre belirli gruplara ayırmak mümkün olduğu anlaģılmıģtır. Yemek, Yiyecek ve Ġçecek Ġle Ġlgili Sözcükler Mutfak kültürüne ait sözcükler her iki toplumun mutfaklarında aynı yemeklerin bulunduğunu ve aynı yiyecek ve içeceklerden zevk aldıklarının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Doğan Aksan a göre, bir dili konuģan toplumun yiyecek-içeceğiyle, mutfağıyla ilgili sözcükler o toplumun beslenme düzenini gösterdiği gibi, bu düzendeki yabancı etkilere de ıģık tutar (Aksan, 1998: 66). Türkçe ve Urducadaki kebap, pilav, helva, Ģerbet gibi bazı yemek ve içecek sözcüklerinin aktif olarak kullanılması, iki toplumun beslenme ve mutfak kültürü hakkında önemli bilgiler verebilmekte, ortak özellikler taģıdıklarını göstermektedir. Örnekler: Urdu dilinde Türkçede Orijinal yazılıģı Kabaab Kebap کثاب Аr. pulao, pulav, pilaf Pilav پال Fars. Panir Peynir پ ير Fars. sabzi Sebze سثس Fars. halwa Helva حل ا Аr. sharbat ġerbet شرتد Ar. Türkçede kebap sözcüğü Arapçadan gelen kabab كثاب kızartma, kızartılmıģ et anlamındaki sözcükten alıntıdır. Urducada bu sözcük kabab olarak korunmuģtur. Peynir ise Türkçeye ve Urducaya Farsçadan geçmiģtir. Sebze sözcüğüne gelince, Farsça sabzī سثس yeģillik, bitki sözcüğünden alıntıdır. Arapçadan gelen halwa حل اء tatlı yiyecek, Ģekerleme, Türkiye de ve pek çok Orta Doğu ülkelerinde yaygın bir tatlıdır. ġarbat sözcüğü Urducada Farsça alıntı olmasına rağmen Farsçaya Arapçadan gelen Ģarbat شرتح 1. bir defada içilen miktar, içim, 2. içecek Ģey, içki anlamlı sözcüğünden alıntıdır. Türkçede ise Arapça dan alınan ve ince ünlü e ile (Ģerbet) kullanılan bir sözcüktür. Vücut ile Ġlgili Sözcükler Ortak dil dünyasının önemli göstergelerinden biri de kuģkusuz insan vücudu ile ilgili sözcüklerdir. Örnekler: Urdu dilinde Türkçede Orijinal yazılıģı Badan beden تذى Ar. Jism cism (cisim) جسن Ar. Chehra Çehre چ رT /U. چہر F. Jild cild (cilt) جلذ Ar. Dimaagh dimağ دهاغ Ar. 24

25 Beden sözcüğü Arapça kökenli badan تذى 1. Ġnsan gövdesi, torso, 2. Kolsuz kısa gömlek veya zırh sözcüğünden alıntıdır. Türkçe ve Urducada aynı anlamda kullanılmaktadır. Urducada jism, Türkçede cisim sözcüğü Arapçadan gelen cism جسن insan bedeni, fiziksel varlık anlamlı alıntıdır. Türkçede maddenin biçim almıģ durumu anlamını taģımaktadır. Arapça kökenli cild جلذ deri sözcüğünden Türkçede ve Urducada Arapçadan alıntıdır. Çehre sözcüğü Farsça çihre چ ر insan yüzü anlamında olup iki dilde de bu anlamda kullanılan ortak bir alıntıdır. Dimağ sözcüğü Arapçadan gelen dimāġ دهاغ beyin, kafa anlamlı sözcüktür. Eğitim ve Öğrenim ile Ġlgili Sözcükler Toplumlar arası iliģkilerin boyutu hakkında değerlendirme yapmaya imkan sağlayabilecek diğer bir ortak sözvarlığı tasnifi de eğitim-öğrenim grubu için geçerlidir. Bu gruba giren sözcüklerin iki dil içerisinde aynı anlamda iģlev bulması, o sözcüklerin uzun süreli kullanım sonrası dile yerleģtiği Ģeklinde yorumlanabilir. Örnekler: Urdu dilinde Türkçede Orijinal yazılıģı madrasa(h) medrese هذرسح Ar. Maktab mekteb (mektep) هكرة Ar. Taarikh Tarih ذأريخ Ar. Kitaab kitab (kitap) كراب Ar. Qalam Kalem قلن Ar. Okul anlamı taģıyan mektep sözcüğü aslında Arapça ktb kökünden gelen maktab هكرة yazma yeri, yazıhane anlamlı sözcükten alıntıdır. Görüldüğü gibi bu sözcük Urducada Arapçada olduğu gibi korunmuģ, Türkçede ince ünlü ile kullanıma girmiģtir. Tarih sözcüğü Arapça tarih ذأريخ 1. Günün tarihini yani hilalin kaçıncı günü olduğunu belirleme, 2. Olayları tarih sırasına göre yazıya dökme, kronik anlamlı sözcüğü, her iki dilde aynı anlam ve söyleyiģ biçimiyle kullanılmaktadır. Arapça ktb kökünden gelen kitāb قلن yazılı Ģey, belge, kitap anlamlı sözcükten gelmektedir. Arapça lm kökünden gelen alam كراب kamıģtan yapılmıģ yazı aracı, kalem sözcüğünden alıntıdır. Aile ve Akrabalık Adları Türk topluluklarında olduğu gibi Hint topluluğunda da akrabalık bağlarının çok sıkı olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bu dillerde çok sayıda akrabalık bağı tanımlanmakta, böylece akrabalık adlarında zengin bir sözvarlığı olduğu görülmektedir. Toplumların akrabalık sistemleri de dillerin evrensel bir özelliğidir. Ġnsanlar günlük konuģma dilinde çok sayıda akrabalık terimi kullanmaktadır. Dolayısıyla dünya dilleri söz varlığının belirli bir bölümünü akrabalık terimleri oluģturmaktadır. Ġncelemesini yaptığımız Türkçe ve Urduca-Hintçe dillerinin sözvarlığında bazı ortak yabancı kökenli aile ve akrabalık sözcükleri tespit edilmektedir. Örnekler: Urdu dilinde Türkçede Orijinal yazılıģı Daamaad damad (damat) güvey داهاد Fars. waalida(h) valide (anne) الذ Ar. Waalid valid (baba) الذ Ar. Aurat avrat (kadın) ع رخ Ar. Haala hala (babanın kızkardeģi) حالا Ar. Arapça kökenli waalida(h) anne ve waalid baba sözcükleri iki dilde de aynı anlamda kullanılır. Osmanlı Türkçesinde bu iki sözcük sık sık kullanılmasına rağmen günümüz Türkçesinde vâlid sözcüğü iģlevliğini kaybetmiģtir; vâlide ise eskimiģ sözcüklerden sayılır. Arapçadan alınan haala sözcüğü, Urducada annenin kızkardeģi anlamına gelmektedir. Türkçede aynı sözcük (hala) babanın kız kardeģi, ağızlarda da teyze anlamında kullanılmaktadır. Akrabalık adlarından bir baģkası Arapça asıllı awlād çocuk sözcüğüdür. Urducada aulaad, Osmanlı Türkçesinde evlâd, günümüz Türkçesinde ise son sesi ötümsüzleģmiģ evlât olarak kullanılmaktadır. Urducada aulaad sözcüğü erkek çocuk anlamında kullanılırken, Türkçede bunun yanı sıra kız çocuk anlamı da taģımaktadır. 25

26 Çevre ile Ġlgili Sözcükler Bu gruba dâhil olan sözcükler, insanların ve diğer canlıların yaģamları boyunca iliģkilerini sürdürdükleri ve karģılıklı olarak etkileģim içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamla ilgilidir. Örnekler: Urdu dilinde Türkçede Orijinal yazılıģı Bazar Pazar تازار Fars. Dukaan Dükkân د کاى Ar. Shahr ġahr > Ģehr (Ģehir) T.- ش ر /U.- شہر Fars. Qasba Kasaba قصث Ar. Maidan meydan ويذاى Fars. Saahil Sahil ساحل Ar. makan Mekân هكاى Ar. diwaar Duvar دي ار/د ار Fars. Mekân sözcüğü iki dilde de Arapçadan alınmıģtır. Türkçede mekân olarak bilinen Arapça makān yer, pozisyon, uzam, uzay, varoluģ anlamlı alıntıdır. Duvar sözcüğü Farsça kökenlidir ve her iki هكاى dilde aynı anlama gelen dīvār veya divār دي ار/د ار sözcüğünden alıntıdır. Urducada sözcüğün orijinal yazılıģ ve söyleyiģ Ģekli korunmuģtur (diwaar). Örnekleri bir hayli fazla olan bu grubun en belirgin özelliklerinden biri, bu sözlerin söz konusu iki dildeki telaffuzlarıdır. Urducada alıntıların orijinal söyleyiģleri korunurken, Türkçede ses değiģikliğine uğradıkları görülmektedir. Türkçe ve Urducada Ortak Arapça ve Farsça Sözcükler Arapçanın hem Türkçe hem Urduca-Hintçeye etkisinin olmasının temel nedeni Ġslam dini olması ve Arapçanın asırlar boyu bir ilim dili sayılmasıdır. Hami-Sami dillerinin, Farsça, Türkçe ve Malaya dillerine olduğu gibi Urdu diline de sözvarlığı bakımından büyük etkileri olmuģtur (Aksan, 1998: 135). BaĢta dinsel yakınlaģmalar ve edebiyat etkilenmeleri olmak üzere, birlikte yaģama, ticaret iliģkileri ve siyasal iliģkiler gibi nedenler dolayısıyla bu iliģkilerin ölçüsü oranında ödünç öğeler dilden dile aktarılmaktadır (Aksan, 1998: 137). Dolayısıyla dinsel etkilerden dolayı büyük ölçüde Arapça, edebî etkilerden dolayı bölgenin etkin dili sayılan Farsça, Urducanın sözvarlığının oluģmasında önemli bir rol oynamıģlardır. Urdu dili, içinde çok sayıda Farsça, Arapça ve Hintçe kelime barındırmaktadır. Hatta bu dilin Ģiir ve edebiyat kültürü bakımından geliģiminde, zamanın hala yadedilen ve saygı duyulan Fars Ģairlerinin yaptığı katkı yadsınamaz derecede fazladır. Yapılan araģtırma esnasında incelenen dillerde tespit edilen ortak Arapça ve Farsça kökenli sözcüklerin sesbilgisel, biçimbilgisel ve semantik yönden değerlendirilmeleri sonucunda aģağıdaki belli baģlı Ģu özellikler tespit edilmiģtir: Sesbilgisel Özellikler Bilindiği gibi alıntı sözcükler alıcı dilin ihtiyaçlarına göre Ģekillenmekte ve alıcı dile uygun hale getirilmektedir. Bu durum verilen örneklerde de görülmektedir. Türkçedeki Arapça ve Farsça alıntı sözcüklerde sesbilgisi yönünden bazı değiģiklikler sezilmektedir. Genel olarak Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçede bir takım telaffuz değiģikliklerine uğradıkları açıktır. DeğiĢiklik kısa ve uzun ünlülerde görülmektedir. Arapça sözcüklerde kısa a ünlüsü Türkçede e ye geçmiģtir. Örneğin: makān mekân, badan beden, madrasa medrese, maktab mekteb, Ģahr Ģehr vs Arapça uzun ünlüler ise ünlü olarak değiģmemiģ, fakat birçok sözcükte kısalmıģlardı; kitâb kitap, kabâb kebap, dukkân dükkân vb. Arapça alıntı sözcüklerin bir kısmı ise Türkçenin ünlü uyumlarına uygun hale getirilmekte, bir kısmı bu uyumlara uydurulmamaktadır. Standart Türkiye Türkçesine kaynaklık eden Ġstanbul diyalektinin Osmanlı Türkçesi mirası, Arapça ve Farsça sözcüklerin bünyesinde Türkçenin sesbilgisi eğilimlerine aykırı bazı kullanımların dilde yaģamasına elveriģli bir zemin hazırlamıģtır. Diğer yandan Türkçe, yabancı unsurları sözlüğüne dâhil ederken, bu sözcüklerdeki sesbilgisi özelliklerinin bir kısmını tamamen dıģlamıģ, bir kısmını ise kabullenmiģ ve kendi dilinde yaģatmaya ve kullanmaya baģlamıģtır (Altun, 2012: 55). Arapça sesbilgisi ile genel olarak Türkçe arasında belirgin farklar bulunduğundan Arapça sözcüklerde de ses değiģmeleri sık görülmektedir. Ünsüzlerle ilgili değiģikliklerden biri sözcük sonunda bulunan ötümlü (b, c, d) ünsüzlerinin Türkçede ötümsüz (p, ç, t) sıraya geçmesidir: cild cilt, damad - damat, kitâb kitap, kabâb kebap, mekteb mektep vs gibi sözlerin orijinal Urducada bu sözcüklerin orijinal söyleyiģleri korunmuģtur. Arapça sözcüklerdeki ünlüler ve ünsüzler olduğu gibi korunmuģtur. 26

27 Arapça sözcüklerde olduğu gibi Farsça sözcükler de Türkçede bir takım söyleyiģ değiģikliklerine uğramaktadır. Türkçede Farsçanın uzun ünlüleri kısaltılmıģ ya da baģka ünlüye dönüģtürülmüģtür: bâzar - pazar, maydan meydan, divâr duvar, panir - peynir, âyine - ayna vs Ünsüzlerde ise sondaki b, c, d, g p, ç, t, k ye çevrilmiģtir: mert, dert, feryad, renk vs Biçimbilgisel Özellikler Türkçede ve Urducada kullanılan Arapça ve Farsça ortak sözcükler genellikle ad soylu sözcükler, eylemler ve edatlardır: Örnekler (adlar, sıfatlar, edatlar): Urdu dilinde Türkçede Anlamı Alındığı dil Ajnabi Ecnebi Yabancı Arapça Ġnqilab inkılab(=inkılap) Devrim Arapça baadshah PadĢah PadiĢah Farsça pareshaan PeriĢan dağınık, düzensiz, Farsça karmakarıģık Talaffuz Telaffuz höyleyiģ, söyleniģ Arapça Saabit Sabit değiģmeyen, Arapça kımıldamayan Jaan Can hayat, kiģi, birey, gönül, Farsça sevimli Jannat Cennet öldükten sonra sonsuz bir Arapça mutluluğa kavuģulacak yer, uçmak, behiģt charaagh çerağ (eskimiģ) çırağ, mum, kandil, Farsça lamba Chashm ÇeĢm Göz Farsça Haq Hak Adalet Arapça Hayaat Hayat canlı, sağ olma durumu, Arapça yaģam Khabar Haber Bir olay üzerine edinilen Arapça bilgi, salık Kharaab Harap yıkkın, viran Arapça deewana(h) Divane deli, kaçık, budala. Farsça dushman DüĢman hasım Farsça Zauq Zevk tadım, tat Arapça Zehn Zihin bellek, bilinç, dimağ. Arapça Rab Rabb (=Rab) Allah, Tanrı Arapça Rang reng (= renk) ıģığın gözde oluģturduğu Farsça duyum Zahmat Zahmet sıkıntı, eziyet, Arapça rahatsızlık Zulf zülf (=zülüf) yüzün iki yanından Farsça sarkan saç lülesi, saç salaam Selam sağlık, selamet, barıģ, Arapça güvenlik (esenleme) sabab Sebep Neden Arapça shart ġart KoĢul Arapça shaayad Ģayad (=Ģayet) eğer, ola ki, olabilir ki Farsça saahib sahib (=sahip) Malik Arapça sabr Sabır Dayanç Arapça ziyaafat Ziyafet ġölen Arapça tabassum Tebessüm Gülümseme Arapça zulm zulm(=zulüm) kıygı, eziyet, cefa Arapça 27

28 ilaaj Ġlaç Bir hastalığı iyi etmek için madde, deva ghazal Gazel Divan edebiyatında bir nazım biçimi fursat Fırsat uygun durum veya Ģart, vesile, okazyon faryaad feryad (= feryat) haykırıģ, çığlık Arapça Arapça Arapça qismat Kısmet Nasip Arapça kaarwaan Kervan kervan, kafile, yolcu Farsça katarı kafan Kefen ölünün gömülmeden Arapça önce sarıldığı beyaz bez gul Gül Gülgillerin örnek bitkisi Farsça ekin Lakin Ama Arapça magar meger (=meğer) lâkin, halbuki mausam Mevsim sezon Arapça nazuk Nazik ince, zarif, güzel Farsça niyat Niyet meram, maksat, gaye Arapça wiiraan Viran yıkık, yıkılmıģ, harap Farsça wafaa Vefa sözünde durma Arapça Ad soylu sözcüklerin yanı sıra söz konusu iki dilde kullanılan ortak sözcüklere birleģik eylemler de dâhil edilmektedir. Ad veya ad soylu sözcüklerle oluģturulan birleģik eylemlerin hem Türkçede hem Urducada yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Sunulan bildiride bütün ortak birleģik eylemlerin gösterilmesi mümkün olmadığından ve karģılaģtırmanın daha objektif olması açısından Türkçede sadece etyardımcı eylemiyle, Urducada ise karna yardımcı eylemiyle yapılan birleģik eylemler üzerinde durulmuģtur. Örnekler: Urdu dilinde nafrat karna israar karna tark karna aazaad karna tamir karna pareshaan karna Türkçede nefret etmek ısrar etmek terk etmek azat etmek tamir etmek periģan etmek Semantik Özellikler Sözcüklerin ses bilgisel ve biçimbilgisel tarafları gibi anlamları da bir dilin geliģim sürecinde değiģebilmekte, ayrı ayrı dönemlerde kültürel, tarihî ve sosyal etkenler sonucu yeni anlamlar kazanabilmektedir. Türkçe ve Urduca-Hintçede ortak sözcüklerden bazılarının anlam farklılıkları da mevcuttur. Bu da dilin toplumla beraber devamlı değiģime uğradığını gösterir. Kökenleri aynı, anlamı az çok farklı sayılan sözcükler arasında Ģu örnekler gösterilebilir: Türkçede tamir etmek - onarmak anlamındadır. Urducada tamir karna - inģa etmek anlamına gelmektedir; Türkçede periģan etmek dağıtmak, düzenini bozmak demektir. Urducada pareshaan karna - taciz etmek, rahatsız etmek demektir. Sonuç Bu çalıģma ve araģtırma esnasında elde edilen bulgulara göre Türkçede yer alan birçok Arapça ve Farsça sözcüğün Urducada da kullanıldığı tespit edilmektedir. Türkçe ve Urduca-Hintçede yabancı asıllı sözcükler yüzyıllık geliģimi içeren tarihi ve kültürel bağlantıların bir görünüģü olarak değerlendirilmektedir. Türkçe ve Urdu-Hintçe ile ilgili sözlük ve kaynaklardan derlenen örnekler, sayısal olarak oldukça kabarık bir ortak sözvarlığı oluģturmaktadır. ÇalıĢmada tespit edilen ortak sözcüklerin yalnız bir kısmına yer verilip değerlendirilmesi yapılmıģtır. Bunun sonucunda Türkçede ve Urducada Arapça ve Farsça alıntı sözcükler yaģamın çeģitli alanlarında kullanıldığı tespit edilmiģtir. Dilbilimsel 28

29 analiz esnasında Türkçedeki Arapça ve Farsça sözcüklerin bazı ses değiģikliklerine uğradıkları görülürken, Urducada bu sözcüklerin orijinal telaffuzları korunduğu, iki dilde de ad soylu sözcüklerin sayısı en fazla olduğu, yardımcı eylemlerle iki dilde de ortak birleģik eylemler kurduğu anlaģılmıģtır. Yukarıda yer alan sözcüklerin her iki dilde hala kullanıldıkları ve güncelliğini yitirmedikleri bilinmektedir. Diller arasındaki verinti ve alıntı sözcükler ve bunların kullanımı, gerek tarihi dönemlerde, gerek günümüzde toplumların iliģkiler içerisinde olduklarının gerçek bir ifadesidir. KAYNAKÇA AKSAN, Doğan (1998), Her Yönüyle Dil (Ana Çizgileriyle Dilbilim), C. 1, Ankara, TDK Yay. ALTUN, Hilal Oytun (2012), Türkiye Türkçesindeki Arapça Alıntı Kelimelerde Ünlü Uyumsuzlukları, Türkiyat AraĢtırmaları Dergisi, S. 32. ALTUNTAġ, Ġsmail Hakkı (2014), Türki Diller: Hindustani nin GeliĢimine Katkıları, Tercüme Kaynak: Turqie Diplomatigue, BOKULEVA, B., AVAKOVA, R., ABELDAYEV, R. (2012), Türk Kültürünün Hindistan Uygarlığına Etkisi, Türk Dünyası Ġncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XII/1 (Yaz 2012), s DEVELLĠOĞLU, Ferid (2003), Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara. ERGĠN, M. (1992), Osmanlıca Dersleri, Ġstanbul, s KARAKAS, Ferhat, Urdu Dili, KHAN, Abdul Jamil (2006), Urdu/Hindi: An Artificial Divide: African Heritage, Mesopotamian roots, Indian Culture & British Colonialism (The Politics of Language), Algora Publishing. KHANSIR, Mozafari, Ali AKBAR ve NASRĠN, The Impact of Persian Language on Indian Languages, KORKMAZ, Feryal (2007), Alıntı Kelimelerin TürkçeleĢme Sürecinde Bazı Arapça Kelimelerin Bazı Görev DeğiĢikliğine Uğraması Üzerine, Ġlmî AraĢtırmalar, S. 23, 2007, s KORKMAZ, Zeynep (1995), Batı Kaynaklı Yabancı Kelimeler ve Dilimiz Üzerindeki Etkileri, Türk Dili. Dil ve Edebiyat Dergisi, TDK, Ankara, s SOYDAN, Celal (2003), Urdu Dilinde Akrabalık Terimleri ve Müslüman Hint Toplumunda Aile Yapısı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, 43, 1 (2003) ġükun, Ziya (1996), Farsça -Türkçe Lugat Gencinei Güftar Ferhengi Ziya, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., Ġstanbul. TOPTAġ, Mahmut (1991), Arapça Lügat (Arapça - Türkçe Türkçe Arapça Lügat), Ġstanbul, TÜLÜCÜ, Süleyman (2012), Arapça ve Farsçanın Türkçeye Tesiri, atauniilah/article/viewfile/ / Türkçe Sözlük, TDK, Ankara, Urdu Rusça Sözlük, Карманный урду русский словарь, Москва, ELEKTRONĠK KAYNAKLAR

30 _2012/stat_7.html

31 BALKAN DĠLLERĠNE GEÇMĠġ TÜRKÇE SÖZCÜKLERDE ANLAM KÖTÜLEġMESĠ Fatma Sibel BAYRAKTAR * ÖZ: Balkanlar Roma barışı olarak bilinen dönem haricinde İlk Çağlardan beri katliamlarla, sürgünlerle, göçlerle anılan bir bölge olmuştur. Osmanlı dönemi bu bölgenin huzur, refah, düzen dönemi olarak anılır. Osmanlının din ve ırk ayırımı gözetmeyişi, halkın gelenek ve göreneklerini rahatça yaşayabilme özgürlüğü onların Türkçe sözcükleri dillerine seve seve kabul edişlerinin sebebidir. Baskıcı bir Türkçe dayatması olmamasına rağmen Balkan halkları dillerine binlerce Türkçe sözcüğü gönüllü olarak almışlardır. Alınan sözcükler yeni dilinde yeni anlamlara ulaşır. Onların zihninde yeniden şekillenir, yeni durumları anlatmakta kullanılır. Anlam olaylarından birisi de anlam kötüleşmesidir, yani bir sözcük eski anlamından daha kötü negatif bir durumu karşılar hale gelmektedir. Balkan dillerinde yaşamakta olan Türkçe sözcüklerden bir kısmı, sözcüğün yeni sahibinin ona uygun gördüğü anlamın bir sonucu olarak, anlam kötüleşmesine uğramıştır. Ortak bir bilişsel kararın sonucu olan bu dönüşümün elbet düşünülmesi gereken sebepleri vardır. Örneğin Türkçeden Bulgarcaya geçen salavat sözcüğü Türkçede salâvat: namazlar, Peygamber e saygı bildirmek için okunan dua anlamlarına gelirken Bulgarcada "salav{t: cenaze töreni, ölü için dua; kargaşa" anlamında kullanılmaktadır. Müslüman olmayan halkın gözünde kazandığı bu yeni anlamlar aynı zamanda sözcüğün evriminin anlam bilimsel olarak neden-sonuç ilişkisini de göstermektedir. Biz burada, Türkçeden Balkan dillerinden Bulgarca, Boşnakça ve Yunancaya geçmiş ödünç sözcüklerde meydana gelen anlam kötüleşmeleri üzerinde duracağız. Aralarında bir ortaklık olup olmadığını irdeleyeceğiz. Varsa, sebepleri üzerine yorum yapmaya çalışacağız. Anahtar Kelimeler: Anlam, Anlam Kötüleşmesi, Sosyolojik Bakış, Alıntı. FROM TURKISH LANGUAGE TO BALKAN LANGUAGES TRANSMITTED WORDS PEJORATION ABSTRACT: Except, from Pax Romana, the region, which calls Balkan, is associated with massacres, deportations, immigrations from Antiquity Ages. The era of Ottomans is remembered as the era of tranquility, felicity and sustained order at this area. The result that Ottoman does not segregate religion and nation and peoples are able to live fairly their tradition and customs. It renders the people can embrace and grasp at Turkish vocabularies to their languages. Although there is not oppresive Turkish linguistic insistence, the people of Balkan borrows voluntarily thousands of Turkish words on their own native languages. The words, which are borrowed, reache new meanings. These take re-shape on their mind, and use to explain new situations. One of the semantic change is pejoration, means a word acquires to refer a more negative in meanings or connotations. Some of the Turkish originally vocabularies, which are presence of Balkan Languages thesaurus, become pejoration as a result of word s new owner s opinion. The metamorphosis which is the consequence of a community s cognitive conclusion; has various reasons that should be considered, for sure. For instance, salavat is transmitted word,from Turkish Language ( salâvat ) to Bulgarian Language ("salav{t), means worshippings and praising the Prophet in Turkish Language, also it means funeral; prayer for one dead and disorder. Those new gained meanings on viewpoint of a non-muslim community, also refer to causation of evolution of the word as semantics. Here, we devle into pejoration os some words, which are cloned from Turkish Language to Bulgarian, Bosnian and Greek Languages. We investigate, whether there are some similarities or not. It there are some similarities, we try to remark and interpret. Keywords: Meaning, Semantics, Pejoration, Meaning Shift, Sosyological Aspect, Citation. GiriĢ 1. Anlam (Ġng. meaning, sense, signification) kavramı soyutu anlatmaya çalıģması ve dünyada insan algısına açık her durumu, nesneyi ve duyguyu kavraması nedeniyle tanımlanması en zor terimlerden birisidir. Ulman "Anlam, anlam kuramının en bulanık ve en çok tartıģılan konularından biridir." 1 demektedir. Anlam; dil bilimi çerçevesinde, bir dil biriminin karģıladığı veya zihinde oluģturduğu düģünce, kavram ve içerik olarak tanımlanabilir. ÇağdaĢ dil bilimine göre kelimelerin anlamları yoktur, yalnızca * Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. fsibel@trakya.edu.tr 1 Osman Toklu, Dilbilime GiriĢ, Akçağ Yay., Ankara, 2007, s

32 kullanımları vardır. bir kelimenin anlamları, bunların kullanımlarının toplamından baģka bir Ģey değildir Anlam bilimi, dili anlam yönünden ele alan, göstergenin gösterilen bölümünü veya içerdiği eģ zamanlı ve art zamanlı açılardan inceleyen bilim dalıdır. 3 Anlam değiģmeleri de anlam bilimin önemli konularından biridir. Lyons a göre temel/asıl anlamı tespit ederken eski ve yeni bilgi iliģkisi, alt ve üst kavram oluģ gibi dil içi ve bilgiyi baģka topluluklardan öğrenme gibi dil dıģlı ölçüler vardır Anlam değiģmelerinin dil dıģı sebepleri Ahanov a göre: 1. DüĢüncenin geliģmesine bağlı olan değiģme süreçleri mesela somuttan soyuta, özelden genele dönüģme ve kavramın ayrımlaģması kelime anlamının geliģmesini mutlaka etkilemiģtir. 2. Kelimenin kullanılma sahasının değiģmesi anlam değiģmesini tetikler, mesela kelime geniģ bir sahadan dar veya özel bir sahaya geçerse o kelimenin anlamı da özelleģir ve belirli bir kavramı bildiren terimlik anlama sahip olur. 3. Kelime anlamının toplumun geliģmesi, iletiģim ve üretim yönteminin geliģmesine bağlı olarak değiģip çeģitlenmesi söz konusudur. 4. Bir nesne veya araç baģka bir nesne veya aracın görevini gördüğünde ikincisi iģlev birliğine göre, baģlangıçtaki nesnenin veya aracın adıyla anılır. 5. Toplumun geliģmesi sonucunda yeni öğrenilen nesne ve durumları adlandırma değiģik yöntemlerle mesela söz anlamının değiģmesi, yani sözün yeni anlama sahip olması biçiminde de gerçekleģir. 5 Dilin canlı oluģu nedeniyle eğer bir sözcük ölmemiģse hem zaman içinde hem de çevre faktörüyle hem ses hem de anlamca değiģimlere açıktır. Bir sözcüğün temel anlamının yanında kazandığı pek çok yan anlam o sözcüğün canlılığının da kanıtıdır. Anlam değiģmeleri sözcüğün ana dilinde meydana gelmekle kalmaz, ödünçlenen dilde de macerasına devam eder. P.Guiraud anlam değiģmesine yol açan sebepleri sıralarken toplumsal sebeplere de parmak basmaktadır. Ona göre toplumsal aktarmalar ve kelimenin toplumsal alanındaki kaymalar, kelimenin anlam alanını değiģtiren özelleģme ve genelleģmedir. Bu anlatımsal adlandırmayla doğru orantılıdır. 6 Ullman ise anlam değiģmelerini kolaylaģtıran faktörler olarak nesiller arasında devamlılığın yok olması, anlamdaki belirsizlik, kullanım sıklığının azalması, çok anlamlılık, bağlamdaki belirsizlik ve kelime yapısını gösterir 7. Ayrıca anlam değiģmelerinin sebeplerini dile dayalı sebepler, tarihi sebepler, (nesneler, kurumlar, düģünceler, bilimsel görüģlerdeki farklılıklara dayalıdırlar) toplumsal sebepler, psikolojik sebepler (duygu faktörü, tabu) yabancı etkiden kaynaklanan değiģmeler ve yeni bir ada olan ihtiyaçtan kaynaklanan değiģmeler olarak sınıflandırmaktadır. 8 Aksan a göre Türkçenin yayıldığı çeģitli alanlar için yüzyıllara göre bu çeģit anlam olaylarının saptanması hem Türkçe hem de dil bilimi yönünden özellikle değiģmelerdeki etkenlerin aydınlatılması bakımından yararlı olacaktır Anlam KötüleĢmesi Biz bu çalıģmamızda Türkçeden Balkan dillerine geçmiģ sözcüklerdeki anlam olaylarından birini, anlam kötüleģmelerini irdeleyeceğiz. Anlam kötüleģmeleri anlam değiģmelerinin en ilginç baģlıklarından birisidir. Karaağaç a göre anlam kötüleģmesi iyi anlamlı bir sözün zamanla kötü veya kötüye doğru giden bir anlam kazanması olayıdır 10 gerçi anlam iyileģmesi ve kötüleģmesi bazı bilim adamları tarafından göreceli addedilmekte ve anlam değiģmesi üst baģlığında incelenmesi gerektiği söylenmektedir ama buna rağmen iyi-kötü ayırımının toplumun genel kabulü ile tayin edilmesi mümkün görülmektedir. Yine de bakılan yöne göre kimi zaman iyi kötü kavramının değiģtiği de söylenebilir sözgelimi Bulgarcadaki zavera: 1. birçok Bulgarın da bulunduğu Osmanlı egemenliğinden ( ) kurtulmak için yapılan Yunan ayaklanması. 2. Osmanlı egemenliğine karģı Hıristiyan ayaklanması. Türkçedeki sefer: 1. yolculuk 2. kez, defa 3. genellikle ülke dıģına yapılan askerî harekât, savaģa gitme, savaģ. 4. ordunun, savaģ yapmak üzere genellikle yurt dıģına yaptığı yolculuk sözünün karģıdan bakınca görünen Ģeklidir. 2 Martinet, 1985, s B. Vardar, Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü, Multilingual Yayınevi, Ġstanbul, 2002, s John Lyons, Language and Linguistics, Cambridge University Press, Cambridge, 1981, s K. Ahanov, Til Biliminið Nergizderi, Sanat Baspası, Almatı, 1993, s P. Guiraud, Anlambilim, (Çev: Berke Vardar), Kuzey Yayınları, Ankara, 1984, s Ullman Stephen, Semantics, An Introduction to The Science of Meaning, Oxford Basil Blackwell, London, 1972, s Ullman Stephen, age., s Doğan Aksan, Anlambilimi ve Türk Anlambilimi (Ana Çizgileriyle), DTCF Yayınları, Ankara, 1978, s Günay Karaağaç, Türkçe Verintiler Sözlüğü, TDK Yayınları, Ankara, 2008, s

33 5. Balkanlara Verilen Sözcüklerdeki Anlam KötüleĢmeleri Anlam kötüleģmesinin sebeplerinin baģında önyargılar gelir bu önyargılar sınıfsal ve mesleki alanlarda olabilmektedir Balkan dillerine verilen Türkçe sözcüklerdeki anlam kötüleģmelerinde en dikkat çeken konulardan birisi de Osmanlı yönetimine ait terimlerin kazandığı anlamlarla ilgilidir; söz gelimi baç Yunancada tokat, Ģamar hatta Yunanca argoda polis, aynasız anlamlarında kullanılmaktadır. Türkçede ise baç: Osmanlı Devletinde gümrük vergisi, zorla alınan para, haraç anlamlarındadır. Vergi konusu daima veren için kötü algılanacak bir konu olduğundan anlam kötüleģmesini neden-sonuç iliģkisine de bağlayabiliriz. Yunancada mangas: kabadayı, külhanbeylik anlamının yanında babayiğitlik, koçaklık açıkgözlülük, uyanıklık Ģeklinde anlam geniģlemesine de uğramıģ olan sözcük Türkçede manga: on kiģilik askeri birlik, savaģ gemilerinde deniz erlerinin yattığı koğuģ anlamlarına gelir. Bulgarcada beglik/beylik: ücretsiz iģ, BoĢnakçada beglučuti (begluçiti): beyin mülkünde ücretsiz çalıģmak anlamlarındadır. Türkçedeki karģılığı ise beylik: 1. bey olma durumu. 2. bir çeģit küçük ve ince asker battaniyesi. 3. devletle ilgili, devlete özgü olan, devlet malı olan, mirî. 4. herkesin kullandığı, herkesin bildiği: 5. basmakalıp. 6. rahat yaģama. 7. merkeze tam bağlı olmayarak bir beyin yönetimi altındaki ülke, emîrlik, emaret, mirlik. 8. hükûmet gibi geniģ bir anlam alanına sahiptir. Burada da beylerin tutumları ile ilgili bir neden-sonuç iliģkisi söz konusu olabilir. Bulgarcadaki bilyök: birlik, sürü, çete anlamlarındadır ki Türkçe bölük: bir bütünden ayrılmıģ olan parça, kısım 2. saç örgüsü 3. Hizip 4. ask. takımlardan oluģan, üçü veya dördü bir tabur oluģturan ve öbür birliklerin temeli sayılan birlik 5. mat. on kuralına göre yazılan bir tam sayının, sağdan sola doğru üçer üçer ayrılan basamaklarından her bir üçlü takımı anlamlarından 4. anlam olan askeri bölük ün Bulgarcada yeniden anlamlandırılmıģ Ģeklidir. Bulgarcada tayfa: çete, iģsiz veya hırsızların oluģturduğu topluluk Türkçede tayfa: 1. bir gemide bulunan, türlü iģlerde çalıģtırılan sefer iģçisi 2. aynı iģi yapan topluluk 3. zeytin toplayan iģçi 4. bir adamın yanında bulunan yardakçılar, koģuntu anlamlarında kullanılmaktadır. Bulgarca anlamı 1. anlamdan bozulmuģtur. Bulgarcada eniçar(in): Hristiyan nüfusundan olan Türk asker, zalim insan anlamlarındadır. Bu sözcük Türkçedeki yeniçeri: yeniçeri ocağında sürekli görev yapan yaya asker in ta kendisidir. Türkçede yürüyüģ: 1. yürüme iģi 2. spor amacıyla yapılan yürüme 3. bir olayı protesto etmek, bir konuya dikkati çekmek amacıyla topluca yürüme 4. birliklerin bir yerden baģka bir yere gitmesi anlamlarına gelmektedir ve Türkçedeki 4. anlamıyla Yunancadaki yurusi: saldırı, hücum anlamı uyumludur Türklerin yönetimi vesilesiyle Ġslamla ve Ġslami örgütlerle tanıģan Balkanlarda bu örgütler daima iyi bir iz bırakmamıģ da olabilirler. Türkçedeki tarikat: aynı dinin içinde birtakım yorum ve uygulama farklılıklarına dayanan, bazı ilkelerde birbirinden ayrılan Tanrı'ya ulaģma ve onu tanıma yollarından her biri anlamındaki sözcük Bulgarcada tarikat: kurnaz kimse anlamı kazanmıģtır Ġnsanları sosyal bir sınıf olarak da değerlendirirken anlam kötüleģmelerine rastlıyoruz. Türkçedeki dağlı: 1. dağlık bölge halkından olan 2. dağa ait 3. mec. kaba saba, görgüsüz anlamındaki sözcük Bulgarcada daalii: Kırcali de 18. yüzyılın sonu 19. yüzyılın baģında Balkan yarımadasında Türklerden, Arnavutlardan, Hıristiyan Türklerden oluģan yağmacı ordusunun yaptıkları kötülükler anlamında kullanılmaktadır Bazen anlam kötüleģmesine uğramıģ sözcüğün Türkçede argo sözlüğündeki anlamıyla uyumlu olduğu gözlenmektedir. Bu da Türkçe sözcüklerin yerli dile edebî dilden değil sokak dilinden geçtiğini bize göstermektedir. Bazı argo sözcükler Türkçedeki ile uyumlu iken bazılarının alıcı dil sahipleri tarafından üretildikleri gözlenmektedir. Türkçe sözlükte Ģakul: yapılarda duvarı düzgün örebilmek için kullanılan alet olarak geçen sözcük argo sözlükte fiil olarak Ģavullamak: dikkatle bakıp saptamak, gözüne kestirmek, dikkatle düģünüp amaçlamak anlamı kazanmıģtır. Yunancadaki Ģakulevome (halk dili): tehlikenin farkına varmak, Ģüphelenmek anlamındadır. Türkçede dingil: 1. tekerleklerin merkezinden geçen ve taģıtın altına enlemesine yerleģtirilmiģ mil, eksen, aks vd iken argo sözlükte dingil: aptal, salak, kaba saba kimse anlamlarındadır. Bulgarcada da sözcük hem Türkçe sözlükteki birinci anlamıyla hem de argo sözlükle uyumlu olarak dingil: uzun boylu salak kimse anlamında kullanılmaktadır. dayı sözcüğü genel Türkçe sözlükte 1. annenin erkek kardeģi 2. cesur, yiğit 3. yaģlı erkeklere söylenen bir seslenme sözü 4. kayırıcı 5. kabadayı 6. Osmanlı Devleti'nde Tunus, Cezayir ve Trablusgarp'ta 33

34 seçimle baģa getirilen yönetici anlamlarında kullanılmaktadır. Yunancadaki anlamı ise dayis: kabadayı, dayılık eden bu anlamları Türkçedeki 4. ve 5. sıradaki anlamlarıyla uyumludur. Bulgarcada mentarciya: yalancı düzenbaz anlamındaki sözcük Türkçe sözlükte mantarcı: mantar yetiģtirip satan kimse argo sözlükte ise insanları bir takım hilelerle ĢaĢırtıp paralarını alan(kimse), düzenbaz anlamındadır. Yunancada turna: çok sarhoģ insan anlamında bir deyimdir oysaki Türkçe güncel sözlükte turna: turnagillerden, Avrupa ve Kuzey Afrika'da toplu olarak yaģayan, göçebe, iri bir kuģ (grus grus) olarak geçer. Ancak argo sözlüğünde turna: aldığı malın bozuk hileli olduğunu anlayıp malı geri getiren müģteri, (oyunda, kumarda) kaybetme anlamlarında kullanılmaktadır. Bu durumda turna sözcüğü güncel Türkçe sözlükle değil ama argo sözlükle uyum göstermektedir Türkçe argosunda olmamasına rağmen Balkan dillerinde argolaģan birçok sözcüğe rastlanmaktadır. Örneğin Bulgarcadaki perdah/perdaģa: dayak cezası demektir oysa Türkçe sözlükteki anlamları perdah: parlatma, parlaklık verme ve türevleridir. Türk argo sözlüklerinde karģılığı yoktur. Yine Bulgarcada timarya: atı temizlemek, kavga anlamlarında kullanılır Türkçedeki tımar etmek: yara bakımı fiilinden alınmıģtır kavga anlamı ne Türkçe sözlükte ne de argo sözlüklerinde görülmemektedir. Türkçedeki porsuk: sansargillerden, su kıyılarında kazdıkları deliklerde yaģayan, ot ve etle beslenen, pis kokulu, memeli bir hayvan (meles). 2. pörsümüģ, 3. dolaģık 4. yorgun, güçsüz, sinmiģ, 5. kırlarda biten içi dolu, kötü mantar 6. saçı baģı dağınık, inatçı, dayanıklı anlamlarına gelen sözcük Bulgarcada borsuk/bursuk: 1. sansargillerden, su kıyılarında kazdıkları deliklerde yaģayan, ot ve etle beslenen, pis kokulu, memeli bir hayvan. 2. gaddar insan anlamlarına gelmektedir. Gaddar insan anlamı Türkçe sözlüklerde yoktur Bazen de Türkiye Türkçesi ağızlarındaki anlamına yakın bir anlam kazandığı görülür: Türkiye Türkçesi ağızlarında tepegöz: 1. dar alınlı, gözleri saçlarının bittiği yere çok yakın görünen (kimse). 2. dikkatsizce, sağa sola çarparak yürüyen (kimse). 3. yaramaz (çocuk için). 4. herkese çatan, kavgacı. vb. daha birçok anlama gelen sözcük Bulgarcada tepegöz: utanmaz, görgüsüz anlamlarına gelir Bazen de Türkçede anlam geniģlemesi ile birden çok anlama gelen bir sözcüğün yan anlamlarından birisiyle uyumlu olması söz konusudur. Örneğin Yunancadaki tertibi: sahte, dalavere, entrika anlamındaki sözcük Türkçede tertip: 6. anlamı hile, düzen, komplo Ģeklindedir. Türkçede bağa: kaplumbağa, kaplumbağa kabuğu, kaplumbağa kabuğundan yapılmıģ veya bu kabuğu andırır biçimde olan vb. anlamlara gelen sözcük BoĢnakçada baga,bagljiv (baglyiv) bagav: bağa hastalığına yakalanan kendisinde ur çıkan. Bagav: topal aksak (Mik.1884) ayağında bağa olan bağa hastalığından ağrı çeken kimse (ġkal.1985) anlamındadır. BoĢnakçada bastisati: yağmalamak, baskın yapmak ele geçirmek, bazati: aylak Ģekilde gezmek, dolaģmak basati: basmak, ezmek (zor yürüyüģlerde), gezmek, boģ boģ dolaģmak anlamları kazanmıģtır Türkçedeki basmak: 1. vücut ağırlığını verecek Ģekilde ayak tabanını bir yere veya bir Ģeyin üstüne koymak 2. (küçük çocuklar için) ayakta durabilmek 3. bir Ģeyi üzerine kuvvet vererek itmek 4.(-i,-e) sıkıģtırarak yerleģtirmek bası iģi yapmak, tabetmek 6. (-i, nsz) örtmek, bürümek, kaplamak 7. (-i, -e) bir Ģey üzerinde kalıp, mühür vb.yle iz yapmak 8. (-i) baskın yapmak 9. bir kimse bir yaģa girmek 10. (-i, nsz) duman, sis vb. çevreyi kaplamak, çökmek 11. (-i, nsz) basınç yaparak sıvı ve gazları itmek 12. (nsz) kümes hayvanları kuluçkaya yatmak 13. (-i) uygunsuz vaziyette yakalamak 14. (nsz) mec. bir Ģeyin etkisinde kalıp eziklik, üzüntü ve ağırlık duymak anlamlarında kullanılan bir sözcüktür. 8. anlamı alıntılanmıģ, boģ boģ gezmek anlamı sonradan kazanılmıģtır Anlam kötüleģmeleri de verintilerdeki anlam değiģmelerinin genelinde görülen neden sonuç iliģkisine dayalı olabilmektedir. Türkçedeki muhacir: göçmen sözcüğü Yunancada maciris: cimri ve talihsiz anlamlarında kullanılır. Bu sözcüğün kazandığı anlamı kabul etmek hiç de güç değildir bir neden sonuç iliģkisi olduğu aģikârdır. Yunanca ahtarmas: karıģıklık, karıģıklık yaratmak iken Türkçede aktarma: 1. aktarmak iģi 2. bir taģıttan baģka bir taģıta geçme 3. bir yolcunun gideceği yere birkaç araç değiģtirerek ulaģması 4. sürülmemiģ tarlayı ilk veya ikinci kez sürme 5. arıları bir kovandan ötekine geçirme 6. alıntı 7. bir oyuncunun topu kendi takımından bir baģka oyuncuya göndermesi 8. bir kimsenin herhangi bir hakkını bir baģkasına geçirmesini sağlayan iģ, transfer 9. para aktarımı gibi çok anlamlı bir sözcüktür. Sözcüğün alıntılanan anlamında neden sonuç iliģkisi olduğu görülmektedir. Yunancadaki remeli: aģağılık kimse Türkçedeki remil: kumda bir takım çizgiler çizerek fala bakma anlamındadır. Bu da neden-sonuç iliģkisi olarak düģünülebilir. 34

35 Türkçedeki babayani: gösteriģi ve özentisi olmayan BoĢnakçada enayilik, düģüncesizlik, aptallık anlamındadır 5.8. Anlam kötüleģmelerinde doğadan insana aktarma unsurunun da sıkça kullanıldığı görülür Yunancada dugani: dik kafalı, dediğim dedik insan anlamındayken Türkçe sözlükte doğan: 1. kartalgillerden, sırtı kül rengi ve enine çizgili, küçük kuģ, fare vb. ile beslenen ve alıģtırılarak kuģ avında kullanılan yırtıcı bir kuģ (Falco peregrinus) anlamındadır ve böyle bir somut anlamı kendi dilinde kazanmamıģtır. Bulgarcada karakaçan: Yunanca veya Rumence ya da bu iki dilin karıģımını konuģan Balkan yarımadasındaki dağlarda sığır güden kiģi Türkçede karakaçan: sıpa, eģek yavrusu anlamındadır. Türkçede haymana: hayvanların serbestçe salındığı çayırlık, hlk. tembel BoĢnakçada vahģi hayvan anlamı kazanmıģtır. Yunancada hamura: halk dilinde ahlaksız kadın anlamındadır oysa Türkçe sözlükte hamur: 1. unun su veya baģka sıvılarla yoğrulmuģ durumu 2. kâğıtta tür, nitelik 3. iyi piģmemiģ ekmek ve hamur iģleri 4. öz, asıl, maya anlamlarına gelmektedir Anlam kötüleģmelerinde nadir rastlanan bir durum ise alıntılanan dildeki anlamının tam tersi bir anlam kazanmasıdır. Örneğin Yunancada gandemis: uğursuz anlamındayken Arapçadan alınan ve Türkçenin malı olmuģ bu sözcük kadem: ayak, uğur anlamlarında kullanılmaktadır. Türkçede izzet: büyüklük, yücelik, ululuk, izzet-ikram, değer kıymet anlamlarına gelirken Bulgarcada izet: zorluk, keder anlamında kullanılmaktadır. Türkçede merhamet: bir kimsenin veya bir baģka canlının karģılaģtığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acı Bulgarcada meremetya: tamir etmek, kavga anlamlarına gelmektedir. Türkçedeki peder: baba, papaz anlamındadır ancak BoĢnakçada peder: eģcinsel anlamında kullanılır Anlam kötüleģmelerinden birisi de anlamın tam kötüleģmemesi ancak ciddiyet kaybı olarak açıklayabileceğimiz bir anlam kazanmasıdır. Yunancada nutikos: halk karģısında oynanan tek perdelik komedi oyunu Türkçedeki nutuk: söz, konuģma, söylev gibi ciddi anlam içeren bir sözcükten dönüģtürülmüģtür. Yunanca parakendes: uģak, önemsiz kimse anlamında anlam daralmasına da uğrayan bu sözcük Türkçedeki perakende: 1. malların teker teker veya birkaç parça durumunda azar azar satılmasına dayanan (satıģ biçimi), toptan karģıtı 2. bu biçimde alınan veya satılan 3. düzenli olmayan, ayrı ayrı, dağınık, periģan. anlamlarında kullanılan bir sözcüktür. Türkçedeki pehlivan: güreģçi, boylu poslu güçlü kimse BoĢnakçada pehlivan/pelivan: sirk cambazı anlamı kazanmıģtır Elimizde özelden genele anlam geniģlemesine uğramıģ örnekler de bulunmaktadır: Önemli bir tarihi karakter olan Bekri Mustafa IV. Murat zamanında yaģamıģ, karasevdaya düģtüğü için iģinden gücünden olup sürekli içen bir zattır. Bulgarcada bekriya: ayyaģ anlamına gelmektedir. Bu Ģahsiyetin Bulgaristan da tanındığına Ģüphe yoktur. BoĢnakçada firaun/firavn/firaunka: Çingene, inatçı, yüzsüz, terbiyesiz anlamında kullanılır. Bilindiği gibi Firavun: eski Mısır hükümdarlarına verilen unvan dır ancak Türkçede de kibirli, suratsız ve kötü yürekli kimse anlam kötüleģmesine uğramıģtır. Sonuç Balkanlara bizden geçen sözcüklerdeki anlam değiģmeleri üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur. Dilin sosyolojik boyutuyla ilgilidir. Bir nevi aynadan kendimize bakmak gibidir. Osmanlı devlet iģleyiģinin zaafa uğradığı zamanlarda köhneleģen kurumları Anadolu da veya Ġmparatorluğun baģkaca bir yerinde ne kadar sıkıntı yarattıysa Balkanlarda da aynısı olmuģtur. Bu devlet iģleyiģi ile ilgili sözcüklerdeki anlam kötüleģmelerini açıklamaktadır. Bazı anlam kötüleģmesine uğramıģ sözcüklerin genel Türkçe sözlükle değil ama argo sözlükteki anlamıyla uyuģması sokak dilinin ortaklığını ve aynı zamanda argolaģma sürecinin aynı mantıkla iģlediğini bize göstermektedir. Hatta bazı sözcüklerin Türk argosunda olmaması ilgi çekicidir. Anlam kötüleģmelerinin dereceleri vardır, bazı sözcüklerde mutlak bir kötüleģmeden değil anlamda ciddiyet kaybından bahsetmek mümkündür. KAYNAKÇA AHANOV, K., Til Biliminið Nergizderi, Sanat Baspası, Almatı, AHLADI, Evangelia, Ödünçleme Süreci ve Dilbilimsel Görünümleri, Türkçe ve Yunancada Ödünçlemeler- Ödünçleme Sözcüklerin Uğradıkları Anlam DeğiĢimleri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler 35

36 Enstitüsü, Türkçenin Eğitimi ve Öğretimi Anabilim Dalı, YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ankara, AKSAN, Doğan, Anlambilimi ve Türk Anlambilimi (Ana Çizgileriyle), DTCF Yayınları, Ankara, , Her Yönüyle Dil-Ana Çizgileriyle Dilbilim, TDK Yayınları, Ankara, AKTUNÇ, H., Büyük Argo Sözlüğü, 6. Baskı, YKY Yayınları, Ġstanbul, Büyük Türkçe Sözlük, Derleme Sözlüğü, C. I-XII, TDK Yayınları, Ankara, DEVELLĠOĞLU, Ferit, Türk Argosu, 6. Baskı, Aydın Kitabevi, Ankara, DIMASI, Maria-NĠZAM, Ahmet, To Kino Leksilogio tis Elinikis ke tis Turkikis Glosas, Adelfon Kiriyakidi, Atina, DIMITROVA, L., Tursko-Bılgarski Rechnik, Bulgarsko-Turksi Rechnik, Tırnovo, EROL, H. Aslan, Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesine Anlam DeğiĢmeleri, TDK Yayınları, Ankara, GUIRAUD, Pierre, Anlambilim, Çev.: Berke Vardar, Kuzey Yayınları, Ankara, ILIEVA, L, Uvod v obshtoto ezikoznanie, Neofit Rilski Üniversitesi Yayınları, KARAAĞAÇ, Günay, Türkçe Verintiler Sözlüğü, TDK Yayınları, Ankara, KERĠMOĞLU, C., Genel Dil Bilime GiriĢ, Pegem Akademi Yayınları, Ankara, KIRAN, Z.-KIRAN, A., Dilbilime GiriĢ, Seçkin Yayınları, Ankara, LYONS, John, Language and Linguistics, Cambridge University Press, Cambridge, MILEV, A., NIKOLOV, B.,-BRATKOV, Y., Rechnik na chudzdite dumi v bılgarskiya ezik., , , , Rechnik na chuzhdite dumi v Bılgarskiya ezik (Bulgarcadaki Yabancı Kelimeler Sözlüğü), Naukai izkustvo Yayınları, Sofya, SAV, Bahattin, Anlam DeğiĢmeleri Üzerine Art Zamanlı Bir Ġnceleme, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, C. 23, S. 1, 2003, s ŠKALJIC, Abdullah, Turcizmi u srpskohrvatskom jeziku, Sarajevo, TOKLU, Osman, Dilbilime GiriĢ, Akçağ Yay., Ankara, TUNCAY, Faruk-KARACAS, Leonidas, Yunanca- Türkçe Sözlük, Atina, ULLMAN, Stephen, Semantics, An Introduction to The Science of Meaning, Oxford Basil Blackwell, London, VARDAR, B., Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü, Multilingual Yayınevi, Ġstanbul, VENDRYES, Joseph, Le Langage introduction linguistique à l'histoire, Paris, 1921 (réédition Albin Michel, 1968). 36

37 TÜRKÇEDE mali BĠÇĠMBĠRĠMĠNĠN KĠPLĠK ANLAM ALANLARI Sevgi ÖZTÜRK * ÖZ: Bu bildiride Türkçede gereklilik-zorunluluk işaretleyicisi olarak adlandırılan mali biçimbirimiyle çekimlenen fiillerin kiplik anlam alanları belirlenmiştir. Bu belirleme yapılırken mali biçimbiriminin hangi işlevi hangi durumda üstlendiği önce semantik daha sonra da bağlam göz önüne alınarak değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmede, kip-kiplik kavramlarıyla birlikte fiillerin kılınış, görünüş bakımından türleri, bu fiillerin yer aldığı metin ve anlatım türleri de dikkate alınmıştır. Bağlama dayalı anlam alanları belirlenirken farklı türlerdeki yazılı metinlerden örnekler alınmıştır. Şiir, biyografi, anı, gezi yazısı, hikâye, roman, deneme, dinî metinler, tiyatro, mektup vb. türlerden seçilen bu metinlerdeki gereklilik-zorunluluk kipliği kullanımları saptanmıştır. Bu metinlerde pragmatik, semantik ve bağlama dayalı çözümlemelerle, gereklilik-zorunluluk kipinin kullanıldığı fiillerde birinci kişide farklı, ikinci ve üçüncü kişide farklı bir zorunluluğun ya da yükümlülüğün ifade edildiği görülmektedir. Ayrıca dışarıdan yöneltilen kanunlar, kurallar, adet, gelenek ve görenekler de işaretlediği işlevlerde etkili olmaktadır. Anahtar Kelimeler: Kiplik, Kip, Zaman, Fiilde Zaman, Kılınış, Görünüş, -mali Biçimbirimi, Gereklilik, Zorunluluk. MODALITY SEMANTIC FIELD OF mali MORPHEME IN TURKISH LANGUAGE ABSTRACT: In this paper, modality semantic fields of finite verbs which are conjugated with mali morpheme, named as a modal for expressing necessity and obligation, are determined. While determining these semantic fields, which fuction of mali morpheme was used in which status was assessed by handling semantic fields at first and then contextual fields. In this assessment, genres of verbs regarding their manner of action and aspect, and types of texts and narratives, in which these verbs were used, were taken into consideration. While determining contextual semantic fields, examples as sentence and phrase which are selected from different literary genres were evaluated. Usages of modal for expressing necessity and obligation were also detected in different texts gathered from religious texts and different literary genres like essay, story/ novel, memoir, travel writing, letter, drama, poem, biography. At the end of these analysises and assessments it is apparently revealed that the finite verbs which are conjugated with mali, express different meaning in first person, second person, and third person singular or plural relating to degree of necessity and obligation. In addition to this, rules, customs and traditions have an effect on functions of mali. Keywords: Modality, Mode, Tense, Manner of Action, Aspect, -mali Morpheme, Necessity, Obligation. GiriĢ Türkçede fiil çekimlerine baktığımızda, fiilin zaman, görünüģ ve kiplik diye adlandırdığımız üç anlam alanının dil bilgisel biçimleniģinden oluģtuğunu görüyoruz. Türkçede, fiilin görünüģ ve kiplik konusu çoğunlukla fiilde zaman konusu içinde ele alınmıģ ve incelenmiģtir. Bu incelemelerde kip, zaman ve görünüģ konularının çoğunlukla birbirine karıģtırıldığı görülmektedir. Bunun baģlıca sebeplerinden biri, Türkçede çekimli fiillerin bu üç kategoriyi de içine alacak Ģekilde bir iģlev alanını kapsamasıdır. Fakat kiplik anlam alanlarını tespitte sadece çekimli fiili merkeze almak doğru değildir. Çünkü, kiplik anlam alanlarını tespitte çekimli fiili merkeze almakla birlikte onunla sınırlanamayacak (açıklanamayacak) kadar geniģ anlam alanları karģımıza çıkmaktadır. Bu alanın belirlenmesinde cümle ve metindeki diğer dil bilgisi unsurlarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Bu bildiride Türkçede gereklilik-zorunluluk iģaretleyicisi olarak adlandırılan mali biçimbirimiyle çekimlenen fiillerin kiplik anlam alanları belirlenmiģtir. Bu belirleme yapılırken mali biçimbiriminin hangi iģlevi hangi durumda üstlendiği önce semantik daha sonra da bağlam göz önüne alınarak değerlendirilmiģtir. Bu değerlendirmede, kip-kiplik kavramlarıyla birlikte fiillerin kılınıģ, görünüģ bakımından türleri, bu fiillerin yer aldığı metin ve anlatım türleri de dikkate alınmıģtır. Bağlama dayalı anlam alanları belirlenirken farklı türlerdeki yazılı metinlerden örnekler alınmıģtır. ġiir, biyografi, anı, gezi yazısı, hikâye, roman, deneme, tiyatro, mektup vb. türlerden seçilen bu metinlerdeki gereklilik-zorunluluk kipliği kullanımları saptanmıģtır. Bu metinlerde pragmatik, semantik ve bağlama dayalı çözümlemelerle, * Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. sevgiozturk72@mynet.com 37

38 gereklilik-zorunluluk kipinin kullanıldığı fiillerde birinci kiģide farklı, ikinci ve üçüncü kiģide farklı bir zorunluluğun ya da yükümlülüğün ifade edildiği görülmektedir. Ayrıca dıģarıdan yöneltilen kanunlar, kurallar, adet, gelenek ve görenekler de iģaretlediği iģlevlerde etkili olmaktadır. I. Eylemde Zaman, Kip, GörünüĢ I.1. Eylemde Zaman Zaman konusu baģta felsefeciler (filozoflar) olmak üzere din âlimleri, dil bilimciler tarafından da ayrıntıyla incelenmiģ bir kavramdır. Zaman, fiilin gösterdiği hareketin hangi zamanda yapıldığını veya olduğunu ifade eden gramer kategorisidir (Ergin, 1990: 125). Eylemde zaman dediğimizde, bir eylemdeki oluģ ve kılınıģın zaman çizgisi üzerinde hangi noktada gerçekleģtiğini gösteren gramer kategorisini anlıyoruz. Fiillerle birlikte girdikleri çekimlerle zaman ifade eden kipler (Ģekil ekleri) olduğu gibi ayrıca zaman ifade eden ekler de vardır. Bu ekler, geniģ zaman, gelecek zaman, Ģimdiki zaman, görülen geçmiģ zaman, anlatılan geçmiģ zaman ekleridir. Bu sebepten Ergin kip yahut Ģekil ekleri dediğimiz bu ekleri gramer fonksiyonlarını belirtmek üzere, Ģekil ekleri ve zaman ekleri olarak ikiye ayırabileceğimize iģaret eder ve Ģekil ekleri yalnız Ģekil ifade eden, zaman ekleri ise hem Ģekil hem zaman ifade eden kip ekleridir der (Ergin, 1990: 126). Fiil çekimleri basit zamanlı ve birleģik zamanlı çekimler olarak, zaman kavramı açısından ikiye ayrılabilir. I.2. KılınıĢ/GörünüĢ GörünüĢ, fiilin meydana geliģinin sürekliliğiyle ilgili bir durumdur. GörünüĢ, bir eylemin/fiilin zamana yayılıģını, zamana dağılımını göstermektedir. Devam eden, aralıklarla devam eden, kesilen, baģlayan, biten gibi süreyle ilgili ince ayrıntılar görünüģü ilgilendirir. GörünüĢ doğrudan doğruya zamanı göstermez. Zamanın içinde gerçekleģen olayın seyrini ve cereyan tarzını ifade eder (Demirci, 2015: 134). GörünüĢ bir gramatikal kategori, kılınıģ ise fiil leksemlerinin ve eylem ibarelerinin içsel olarak taģıdıkları eylem tarzı özelliklerini içeren ve bunların tasnif edilmesini öngören leksikal (sözlüksel) bir kategoridir. GörünüĢ, olaya zaman hattı üzerinde nasıl bakıldığıyla ilgiliyken kılınıģ eylemin yapılıģ tarzı, akıģı, gerçekleģme Ģekli ve evre yapısıyla ilgilidir. GörünüĢ, söz dizimi veya çekimle belirtilirken kılınıģ fiilin leksik anlamı, ona eklenen özel parçacıklar, yardımcı fiiller veya yapım ekleriyle belirtilir. GörünüĢ, fiil çekim morfolojisiyle bildirilirken kılınıģ fiilin leksik anlamları ve türetme morfolojisiyle ilgilidir (Bacanlı, 2009: 15). KılınıĢ kategorisi fiilin kendi ontolojik tabiatıyla alakalı bir durumdur. Dil bilgisi kitaplarının fiiller bahsinde geçen ve neredeyse hepimizin ezberlediği meģhur iģ, oluģ, hareket vs ayrımı aslında kılınıģı tarif eder. Her bir fiil kendi doğası gereği diğer fiillerden belirli bir dereceye kadar farklı olabilir çünkü doğada ontolojik olarak her fiil küçücük nüanslarla olsa bile farklı cereyan eder. Bazı fiiller yavaģlık bildirirken bazıları hızlılık bildirir. Bazı fiiller bir defalık olayları bazıları tekrar tekrar yapılan eylemleri anlatabilir. Yön bildiren ve yön bildirmeyen fiiller vardır. Gelmek bir noktaya doğru olurken gitmek bir noktadan uzaklaģma bildirir. Çıkmak içten dıģa iken girmek dıģtan içe olur. Nesne alabilen ve alamayan fiiller vardır (Demirci, 2014: 134). I.3. Kip/Kiplik Bu baģlık altında kip ve kiplikle ilgili birkaç tanımı sıralayarak kavramın anlamsal çerçevesini belirlemeye çalıģacağız: Kip, konuģurun veya öznenin olay, iģ, fiil, durum karģısındaki tavrını veya durumunu gösteren, doğrudan doğruya zaman bildirmeyen çekimlilik halidir. AteĢe düģmek üzere olan bir çocuk karģısında kiģinin kurtar- fiiliyle olan iliģkisi gereklilik kipi olarak belirir ve mali (-malı/-meli) kipi veya mam gerek, -mam lazım leksikal birimleriyle ifade edilir. Kurtar-malı-yım, kurtar-mam gerek, kurtar-mam lazım gibi. Ontolojik olarak karnı aç olan kiģi ye- fiiliyle meli çekimine girer. Kip olayı varlığa ait bir olgu olup bu olgunun fiil üzerinden dile yansıması olarak ortaya çıkar. Kip meselesi mecburiyet, ihtimal, Ģart, izin, yeterlilik, istek, emir vs gibi ontolojik unsurların dil bilgisel seviyede temsil edilmesi demektir (Demirci, 2013: 48). Kerimoğlu ( ) kitabında Ģu kiplik tanımlarını sıralamakta ve kiplikle ilgili Ģu bilgileri aktarmaktadır: Kiefer kipliğin cümledeki önermesel ifadeler ile iliģkilendirilebileceğini ya da dil bilimsel bakımdan açıklanabilecek öge sınıflarının (must, may gibi kiplik yardımcı fiiller, kiplik zarflar vb.) anlamlarını içeren bir kavram olarak ele alınabileceğini ifade eder. 38

39 H. Narrog un da belirttiği üzere bugüne kadar yapılan tanımlarda üç temel ölçünün kullanıldığını görüyoruz. Söz konusu ölçülere uyan bazı kiplik açıklamaları Ģöyledir (Açıklamalar H. Narrog un sınıflandırmasına uygun olarak (a), (b) ve (c) gruplarına göre bir arada verilecektir): a. KonuĢurun tutumu: Kiplik konuģurun (öznel) tavır ve görüģlerinin dilbilgiselleģmesidir. Kiplik: Cümlede bildirilenler karģısında konuģurun tutumunu ifade eden semantik kategori. Ġlk olarak ifade edilmiģ bir önerme karģısında konuģurun tutumuyla ilgili olan dil bilimsel kiplik kavramını mantıksal kiplik kavramından ayırmak gereklidir. Mantıksal kiplik (bazen alethic kiplik olarak adlandırılır) zorunluluk ve olasılık kavramları ve bunların iliģkileriyle ilgilidir. b. Gerçeklik: Bazı eyleyicilerce (agent) bir önermenin gerçekleģtirilebilirliği veya bir önermenin gerçekliği ile ilgili olarak konuģurun ifadesi. Kiplik dil bilimsel bir olgudur ve gramer kanalıyla gerçek olması gerekmeyen durumlar hakkında veya bunlara dayanarak insanlara bir Ģeyler söyleme imkanı sunar. Kiplik, ifadelerin gerçeklik durumunu bildiren dil bilimsel kategoridir. c. Olasılık-zorunluluk: Zorunluluk, izin, yasaklama, gereklilik, olasılık ve yeterlilik ifadeleriyle ilgili dilbilgisel kategori. Kiplik semantik bir kavramdır ve olasılık, zorunluluk, ihtimal, gereklilik, izin, yeterlilik ve gönüllülük gibi kavramları içerir. Kiplik olasılık ve zorunluluk ifadeleriyle karģılanan bir anlama sahip dil bilimsel bir kategori. Kipliğin Ana Çizgileri Farklı görüģlere rağmen kavramın genel çerçevesini ana hatlarıyla çizen bazı özellikler sıralanabilir: I. Kiplik kavramına üç temel bakıģ açısı vardır. Ġlk bakıģa göre kiplik önerme karģısında konuģurun tutumunu (bilgi temelli, istek temelli vb.) bildiren bir kategoridir. 1a. Yarın yağmur yağabilir. 1b. Orada beklemeyiniz, içeri girebilirsiniz. Ġlk bakıģ açısına göre 1a da konuģur bilgi temelli bir tahminde bulunurken, 1b de istek temelli bir kavram olan izin verme eyleminde bulunmaktadır. Her iki önermede de bu iģlevler için aynı öge (-(y)abil-) kullanılmasına rağmen bu bakıģa göre farklı alanları iģaretlemektedirler. Ġkinci bakıģ önermenin gerçeklik derecesi konusuna odaklanır. KonuĢurun önermenin gerçekliğine dair durumunu yorumlar. Bu bakıģa göre ölçü istek değildir. Buna göre dünya gerçek olaylar ve durumlar ile gerçek olmayan olaylar ve durumlar olarak ikiye ayrılır. 1c. Ali dün saat üçte bize gelmiģti. 1d. Ali bize yarın gelir. 1c de konuģur gerçek kanıtlanabilir bir olaydan söz ederken, 1d de gerçekliği henüz kanıtlanabilecek durumda olmayan gerçek dıģı bir durum ifade edilmektedir. Bu bakıģa göre 1a ve b deki cümlelerin her ikisi de aynı kategoridedir. Üçüncü ve mantık kökenli bakıģ açısı önermenin sunduğu bilginin dünya bilgisiyle uyumuna odaklanır. Buna göre önerme ya tersi mümkün olmayan zorunlu bir bilgi içermektedir ya da dünyaya dair bir olasılığı dile getiren olası bir önermedir. 1e. Ankara Türkiye nin baģkentidir. 1f. Tatilimizi Ankara da geçireceğiz. 1e de zorunlu bir önerme söz konusudur çünkü konuģurun ifadesi dünya bilgisiyle uyuģan, aksi mümkün olmayan bir önermedir. 1f deki önerme ise kanıtlanabilirliği sınanamayacak durumda olan geleceğe yönelik bir plan ve istek bilgisi içerdiğinden olası önermedir. II. Kiplik farklı araçlarla iģaretlenebilmektedir. Yalnızca eklerle ya da yardımcı fiillerle iģaretlenir gibi bir yargı yanlıģtır. III. GeniĢ bir semantik alanı kapsar ve büyük oranda yoruma dayalıdır. IV. Diğer dil bilgisi kategorilerine göre daha zayıf bir yapısal sistematiğe sahiptir. Yapıdan yola çıkarak bir kiplik çekimi tasarlamak oldukça güçtür. Bağlam, tonlama gibi faktörler bunu güçleģtirmekte, ayrıca bir formun farklı kiplik alanları için kullanımı belirsizlik ve çok anlamlılık boyutlarını da sürece dâhil etmektedir. V. Tüm kiplik incelemelerinde merkeze alınan öge, konuģur ya da metin üreticisidir. Kiplik kökeni metni üreten ve metin arasındaki iliģkide aranmaktadır. 39

40 Kerimoğlu, kiplik içinde ele alınan baģlıca ifade türlerini: 1. Yeterlilik 2. Olanak 3. Zorunluluk 4. Gereklilik 5. Ġzin 6. Emir 7. Ġstek 8. Niyet/Gönüllülük 9. Olasılık 10. Çıkarım 11. Varsayım olarak sıralamakta ve kiplik incelemelerinde temel kategorileri Ģöyle vermektedir: 1.Bilgi Kipliği 2.Yükümlülük Kipliği 3. Devinim Kipliği (2011: 83). II. (Gereklilik Kipi) -mali biçimbirimi ve Kiplik Bildirimi -mali biçimbirimi Türkiye Türkçesi dil bilgisi kitaplarında gereklilik-zorunluluk iģaretleyicisi olarak anlatılır. Gereklilik-zorunluluk bildirimi mali biçimbiriminin en yaygın ve en bilinen iģlevi olmakla birlikte bunun yanında, tahmin, emir, istek, olasılık, izin, yasak, niyet, varsayım/çıkarım, ihtimal (belirsizlik) gibi birden fazla kiplik alanını iģaretleyebilen anlam alanları bulunmaktadır. -mali: Eylemi gereklilik tarzında bildirir. (Ġng. zorunluluk bildiren must V1 ve tavsiye, gereklilik bildiren should V1, (-malı) gereklilik yapısına karģılıktır. Gereklilik biçimbirimi farklı yapılarda farklı dil bilgisel anlamlar içerir.(ġng. geçmiģte tavsiye bildiren should/ought to have V3, (-malı-y-idi) ve kuvvetli olasılık bildiren might have V3, (-mıģ ol-malı) yapısına karģılıktır (Boz, 2000: 66). Yaptırımı olan bir güç tarafından kılıcıdan yapması istenen eylem zorunluluktur. Çünkü bir otorite söz konusudur. Zorunlulukta, bir iģi, oluģu ya da kılıģı zorunlu hale getiren yaptırımın (otoritenin) kuvvetine bağlı olarak zorunluluğun derecesi de değiģebilir. Eylemi gerçekleģtiren üzerindeki bu yaptırım olağan, düzenleyici, inanca, isteğe bağlı zorunluluk olarak tanımlanabilir. Gereklilik, zorunluluğa göre daha az kuvvetli bir yaptırımın geçerli olduğu durumlardır. Gereklilikte; isteğe, ideale, Ģarta bağlı eylemin gerçekleģmesi söz konusudur. Zorunlulukta olduğu gibi bir yaptırım olmamakla birlikte, yerine getirilmesi gereken eylemle ilgili eylemi yapanın (kılıcının) isteğinin gerçekleģmesi için yine bir önkoģul söz konusudur. Cümle içinde zorunluluk iģaretleyicileri, zorunlu, zorunda, Ģart, mecbur, mutlaka, kaçınılmaz vb. gibi sözcükler (dil bilgisel iģaretleyiciler) iken; gereklilikte, gerek, lazım gibi sözcüklerin kullanıldığını görmekteyiz. Zorunlu olarak iģaretlenmiģ bir eylemin kılıcısı tarafından gerçekleģtirilmesi daha yüksek beklenirliktedir. Bunun sebebi ise Papagragou nun tanımladığı bazen üst üste çakıģabilen kipsel alanlardır: düzenleyiciler (örn. yasa, yasak, kanun, kural, otorite), inanca dayalı alanlar (günah, dini kural), sosyal alanlar (toplumsal yaptırım, ayıp, gelenek-görenek) (Corcu, 2005: 37). II.1. Bilgi Kipliği Bilgi kipliği önermelerinde öne çıkan kavram, önermenin gerçekliği dir. KonuĢurun önermenin doğruluğu, gerçekliği hakkındaki tutumunu yansıtan ifadelerin bilgi kipliği içerisinde ele alındığı görülür. F. Palmer önerme kipliği içerisinde ele aldığı bilgi kipliğini üç alt kategoriye ayırır ve aralarındaki farkı konuģurun önermesinin gerçekliği konusundaki dayanaklarına göre açıklar: Buna göre konuģurun eksik bilgiyle speküle ederek dile getirdiği ifadeler ihtimal kipliği, belirli verilere dayanarak muhakeme sonucunda dile getirdiği ifadeler çıkarım kipliği, olağan durumları temel alarak ifade ettiği geleceğe dair tasarımları da varsayım kipliği olarak ele alınır. J. Bybee nin çalıģmalarında da bilgi kipliği gerçeklikle iliģkinin niteliğine göre türlere ayrılır. Bybee- Perkins-Pagliuca da bilgi kipliği içerisinde uzak olasılığın önermenin olası bir doğru olduğunu bildiren bir bilgi kipliği türü olduğu, yakın olasılığın uzak olasılığa göre daha gerçeğe yakın önermeleri içerdiği belirtilir. Bu iki ifadeden daha gerçek ve kesinliğe yakın olan ifade türü olarak da çıkarımsal kesinlik gösterilir. Gerçek dıģı ifadelerin ise gerçekleģmemiģ durumları kapsadığı belirtilir. Bunlar için Türkçeden Ģu örnekler verilebilir: 31c. Kitapları evde bırakmıģ olmalıyım. (Çantada yoklar) Uzak olasılık. 31d. GüneĢ birazdan çıkar. (Bulutlar dağılıyor) Yakın olasılık. 31e. Demek ki karģıya geçilebiliyor.(onlar geçmiģler) Çıkarımsal kesinlik. 40

41 31f. Ahmet gelebilirdi. (Ama uçağı kalkmadığı için aramızda yok) Gerçek dıģı. Bu örneklerde konuģur önermesinin doğru olduğunu ya da olmadığını çeģitli verilere dayanarak bildirir. Bu dayanakların kesinliğiyle önermenin bilgi kipliği türlerinden hangisine gireceği belirlenir (Kerimoğlu, 2011). -mali biçimbirimi ile çekimlenmiģ fiiller geçmiģteki olayları ifade etmezler ve geçmiģ zamana iģaret eden zarflarla uyum göstermezler. Ancak (Ġng. geçmiģte tavsiye bildiren should/ought to have V3, (- malı-y-idi) ve kuvvetli olasılık bildiren might have V3, (-mıģ ol-malı) yapılarında geçmiģ zamana bir gönderme vardır. Fakat bu çekimlerde de geçmiģ zamandan ziyade (-malı-y-idi) yapması gerekirdi ama yapmadı, (-mıģ ol-malı) yapmıģtır anlamına yakın bir olasılık bildirme vardır. mali biçimbirimiyle kullanılan geçmiģ zamana ait zarf gönderimleri kesin olarak zamanda geçmiģe gönderim yapmazlar, eylemlerin gerçekleģme olasılıklarına ya da tavsiye gibi anlamlara iģaret eder ve kanıta ve çıkarıma dayalı bilgi kipliği değerindedirler. Olasılığın derecesini ise ancak bağlamdan hareketle bulabiliriz. (Geçekliği henüz kanıtlanabilir durumda olmayan olarak da açıklayabiliriz. KonuĢucu ile kılıcının eylem anında aynı yerde bulunup bulunmaması da gerçekliği kanıtlamada önemli rol oynar.) -mali bilgi kipliğinin tipik iģaretleyicilerinden olan olasılık/kesinlik iģlevli DIr biçimbirimi ile de kullanılır. Yalnız DIr biçimbiriminin 3. teklik Ģahıs dıģında kullanımına rastlanmamıģtır. Bu biçimbirimin ol- fiiliyle kullanıldığı çekimlerde bir belirsizlik ifadesi (bulanık anlamlılık) mevcuttur. Bilgi Kipliği-Ġhtimal Kipliği Örnekleri: Kara maça beyinde meģum bir Ģeyler sezilir. Onun sarayında her halde birtakım karanlık dalavereler dönüyor, gece, mahzenlerinde, bir sürü kelleler uçuyor olmalıdır. (H1/322) Bunlara kıyasla, kupa beyi daha bir bizden gibidir. Kupa beyi her halde Osmanlı hanedanına mensup olmalı. (H1/323) -Kaç yaģındasın? -Ne bileyim? Seksen olmalı!... (H1/154) Bilgi Kipliği-Çıkarım Kipliği Örnek: ġair, ahenk yaratan bu örgüyü düģünerek değil seziģiyle kurmuģ olmalıdır. (H1/X) Ne Beyobası ndan, ne de patlaklardan haberim olmadığı için adamcağazın yüzüne garip garip bakmıģ olmalıyım ki, güldü ve ilāve etti: (H1/132) Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı bunlardan ötürü ona takılmıģ olmalı. (H1/185) AkĢamları kumandan ceketini çıkarır, bildiğimiz kemerli beyaz Rus gömleğini giydiği olurdu. Bu gömlek yakıģabilmek için, vücudu ve beli ne kadar ince olmalı idi. (GH/149) ÇalıĢmayı intizama sokmak lazım gelir. ÇalıĢmaya haysiyet vermeli. ÇalıĢmak haysiyetli bir Ģeydir. Onun Ģerefi vardır. Ben hikâye yazıyorum deyince eser yaptığına kendini ikna etmelidir. (R/77) Gece olmalıydı. Açık pencereden karanlık ve rüzgâr giriyordu. (H1/230) Ben bu sesi tanıyordum. Evet bu tatlı ve Ģakrak sesi ben ilk defa duymuyordum. Bu ses ustamın horozdan bile gizlediği karısının sesi olmalı idi. (H1/318) Vakit öğlendi. Bölük talimden dönmüģ olmalıydı. (H1/175) Aka Gündüz, romanlarında Milli SavaĢ yılları Ankara sını sık sık ele almaktan zevk duyan bir yazardı ve ben ilk gençliğimde belki de kendimi dekorun bir köģesinde gördüğümden- o romanları severek okurdum. Zamanla Aka Gündüz, bilinçaltıma eski Ankara nın bir sembolü olarak yerleģmiģti. Ona her rastlayıģımda o günleri hatırlamam her halde bundan olmalı idi. (GH/234) -Bence ilmin ve sanatın millisi olmaz. Milli sanat diyenler, herhalde bundan milletimizin, toplumumuzun konularını bir Türk gözü, bir Türk kafası ve bir Türk kalemi ile iģleyen eserleri kastediyor olmalılar. (R/137) Soru cümlelerinde 3. teklik Ģahısla çekimlenen yapıların kalıp söz değeri yüklendiği görülmüģtür. -Sağ olasın Habib Ağa, seni sormalı. (KO/298) Uzak menzile yavaģ gitmeli. (Zaman alacak iģler aceleye getirilmemelidir.) Ya bu deveyi gütmeli ya bu diyardan gitmeli. (Buranın Ģartlarına uymalı veya buradan ayrılmalı.) Demiri tavında dövmeli. (Her iģ zamanında ve uygun durumda yapılır.) Köpeği dövmeli ama sahibinden utanmalı. (Sana sataģan kiģiyi hırpalarken onu korumakta olan saygı gösterdiğin kimseyi gücendirmemeye de dikkat etmelisin.) Atasözleri de genellemeye dönüģmüģ ifadeler olduğundan bu örneklerde yükümlülükten bilgiye geçiģ anlamı vardır. 41

42 II.2. Yükümlülük Kipliği Bilgi kipliği konuģurun bilgi ve güvenine odaklanan bir kiplik alanıyken yükümlülük kipliği istek temelli ifadelere odaklanır. KonuĢur bir olasılıktan değil, zorunluluktan söz eder. Mantık geleneğindeki zorunluluğun dil bilimsel karģılığı gibi görünse de yükümlülük farklılıklar gösterir. Bu alanın emir odaklı olduğu yönünde görüģler olsa da emir ifadesinin de istek içerisinde yer verilen bir ifade olduğu görüģü öne çıkmıģtır. Yükümlülük geleneksel olarak zorunluluk ve izin ifadelerini kapsayan bir alanın adı olarak kullanılmıģtır. Bu alan temelde ifadelerin konuģur dıģı etkenlerce (normlar, kanunlar vb.) istenilir ve kabul edilir bulunup bulunmadığıyla ilgili bir alan olarak da ele alınır ve bu yönüyle söylem-odaklı olarak değerlendirilir. Bilgi kipliği dıģındaki tüm alanları kapsayan yükümlülük kipliği geniģ anlamıyla zorunluluk, izin, niyet, yeterlilik, emir gibi ifade biçimlerini içine alan geniģ bir semantik alanı kapsar. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere bu alan için farklı öneriler yapılmıģ, yükümlülük yalnızca zorunluluk ve izin ifadelerini kapsayacak biçimde dar bir anlamda da kullanılmıģtır. 32a. Okula gitmeliyiz.(geç kaldık)(zorunluluk) 32b. Buraya gel. (Emir) 32c. Okula gidebilirsin.(ġzin) Yükümlülük kipliği ifadelerinde konuģur dıģındaki dünyanın konuģur üzerindeki etki ve yönlendirmeleri büyük önem taģır. Yükümlülükte bir otorite ve onun çevresinde Ģekillenen bir dünya vardır. Bu otorite eyleyici olabildiği gibi, eyleyici dıģı normlar (ahlak kuralları, kanunlar, konuģur vb.) da olabilmektedir. Yükümlülük kipliği ifadeleri konuģur, eyleyici ve katılımcıların durumuna göre dıģ katılımcılı ve iç katılımcılı, eyleyici odaklı ve konuģur odaklı, olarak farklı adlarla da ele alınmıģtır. Bu tartıģmaların temelinde isteğe dayanan ifadelerde konuģur ve eylem arasındaki iliģkilerin farklı olması yatmaktadır. 32a da harekete geçmeye zorlayan otorite okul kuralları dıģarıdadır. 32b de konuģur ve eyleyici farklı kiģilerdir. Otorite konuģurun kendisidir ve eyleyiciye (sen) bir eylemde bulunmasını bildirmektedir. 32c de ise otorite yine konuģurdur. 32c bağlama göre yeterlik bildiren bir cümle olarak da yorumlanabilir. Bu durumda eyleyiciye izin verme durumu yoktur, eyleyici hareket etme yeterliliğine kendiliğinden sahiptir bilgisi iletilir. Yükümlülük kipliği geniģ anlamıyla kullanıldığında hem dıģ hem iç odaklı yön vericilerin iģe karıģtığı ifadeleri kapsar. Ancak kimi araģtırmacılar bu geniģ anlamlı kullanımı doğru bulmaz ve yükümlülük kipliğini çoklukla dıģ odaklı otoritenin söz konusu olduğu izin, emir, zorunluluk, yasaklama vb. bildiren semantik alanlar içine alan bir kiplik türü olarak sınırlar. (Kerimoğlu, 2011) -mali biçimbiriminin yükümlülük kipliğini iģaretlediği dil bilgisel yapılar, konuģur ve dinleyicinin toplumsal güç ve statüsünün, toplumsal bağlamın söz konusu olduğu örneklerdir. Derhal, mutlaka, hemen, Ģart, muhakkak vb. dil içi bağlam oluģturarak mali ile iģaretlenen yüklemin emir olarak yorumlanmasına imkân verir. Kılıcıyı (eyleyiciyi) harekete geçiren buyurucunun otoritesinden kaynaklanan dıģ dinamiklerdir. -mali biçimbiriminin emir kipliğini iģaretlediği örneklerde dikkatimizi çeken özellikler, kiplik iģaretleyicisi olarak kullanılan sözlük ögeleri olan: edatlar, kiplik yüklemler, zaman zarfları gönderimleri, emir ifade eden sözcüklerin kullanımı ve buyurucu-kılıcı olmak üzere dıģ odaklı bir otoritenin varlığı söz konusudur. Metnin bağlamı da göz ardı edilmemelidir. Örnek: -Doğru.. Kabahatimiz var.. Fakat ne yapalım el adamı dinler mi hiç? -Dinletmeli!.. (H1/102) ġimdi hemen gitmelisiniz, sizi bekliyor, döner dönmez sizi vazifenize tayin edeceğim dedi. (GH/38) Yukarıdaki cümlede metnin bağlamına bakıldığında bekleyen BaĢ Kumandan Mustafa Kemal PaĢa dır ve bu da emre iģaret eder. Hemen zarfı da bu emri pekiģtirir. -Ama gözünü dört açmalısın. O gömleğini evde adam akıllı bir yıkatmalı. Üstünü baģını bir düzene sokmalı, anladın mı? -Anladım, amca. -Hem, bana bir daha amca deme. Galip Usta de. -Peki, amca. ġey, olur Galip Usta. -Haydi bakalım. Bugün sana benden izin. Noksanlarını tamamlayıp yarın sabah erkenden iģ baģı yapmalı!... MarĢ! (H1/319) 42

43 Yukarıdaki metinde de, sondaki MarĢ! sözcüğü yükümlülük kipliğinin emir semantiğinin yüksek vurgulu ifadesidir diyebiliriz. Ayrıca metinin ön bölümünde yer alan emir cümleleri de kesinlikle emir kipliğine iģaret edildiğini gösterir. Yine metinde yer alan anladın mı ifadesi otoriteden bir emir olduğunu ve yükümlülük kipliğinde emre iģaret edildiğini gösterir. Bir buyurucu söz konusudur. Bu buyurucu iģ yerinin sahibi Galip Usta dır. -mali biçimbiriminin zorunluluğu iģaretlediği durumlar çoğunlukla metnin bağlamından tespit edilir. Buradaki eylemde konuģur bir olasılıktan değil bir zorunluluktan söz eder. Bu zorunluluk (normlar, kanunlar vb.) konuģur dıģı etkenlerdir. Yükümlülükte bir otorite ve onun çevresinde Ģekillenen bir dünya vardır. Bu otorite eyleyici olabildiği gibi, eyleyici dıģı normlar (ahlak kuralları, kanunlar, konuģur vb.) da olabilmektedir (Kerimoğlu, 2011: 117). Benim erim diye götürdüğüm adamı obamızın yiğitleri kınamamalı!... (H1/144) Buradaki zorunluluk da eyleyici odaklıdır fakat yukarıdaki örnekten farkı oba geleneğinin genelgeçer kurallarıyla, toplumsal kurallarla alakalı bir zorunluluk olmasıdır. Eyleyici dıģı (ahlak kuralları, dini yükümlükler, temizlik kuralları, trafik kuralları vs.) normların iģaretlediği zorunluluk örnekleri: Okullardaki tuvaletler mutlaka temiz ve hijyen olmalıdır. Mutlaka her ders arası temizlenmelidir. Temiz ve hijyen olmayan tuvaletler hastalık yayar. Okuldaki hastalıklar tuvaletlerden yayılabilir. Sokakta yürürken de yere çöp atmamalı çevreye zarar vermemeliyiz. KarĢı kaldırıma yaya geçitlerinden geçmeliyiz. KarĢıdan karģıya geçerken önce sola, sonra sağa ve tekrar sola bakarak eğer bir taģıt yoksa geçmeliyiz. Trafik polisinin olmadığı yerlerde trafik ıģık ve iģaretlerine dikkat etmeliyiz. Dini yükümlüklerde özellikle edilgen çatılı fiillerin kullanıldığı dikkat çekmektedir. Örnek: Sadece bir rekât namaz kılınacak kadar vakit kalırsa, namaz eda niyetiyle kılınmalıdır. Ancak bilerek bu zamana kadar namaz geciktirilmemelidir. Namaz için vakit müsait olur, alacaklı da alacağını isterse mümkün olduğu takdirde önce borç verilmeli ve daha sonra namaz kılınmalıdır. Yine acele yapılması gereken farz bir iģle karģılaģılırsa, önce o iģ yapılmalıdır. -mali biçimbiriminin geçmiģ zaman anlamı taģıyormuģ gibi göründüğü örneklerde aslında geçmiģ zamana iģaretten ziyade piģmanlık ifadesine iģaret söz konusudur. Yani yapmamam gerekirdi ama yaptım ifadesi vardır. Bunun tam tersi de düģünülebilir. Yapmam gerekirdi ama yapmadım. Buradaki geçmiģ zaman gönderimini tam manasıyla bir geçmiģ zaman olarak değil de piģmanlık ifade eden bir kiplik bildirimi olarak tanımlamak gereklidir. Zaten bu çekimlerde fiillerin olumsuzluk ekiyle kullanımlarının tercih edilmesi de piģmanlığı pekiģtirmektedir. Yörük kızı dağdan köye, çadırdan eve inmemeli. Ben, seni görmemeliydim... Gördüm, sözüne uymamalıydım... (H1/142) (Bu örnekte Yörük geleneğinden kaynaklanan bir zorunluluk vardır.) -El kaldırmamalıydım Dudu kuluna, bunca yıldır kahrımı çeken eksik eteğe. (KO/286) Anlamalıydım... Görür görmez anlamalıydım... (KO/127) Buradaki görür görmez zarfı yükümlülük kipliğindeki gerekliliğe iģaret eder. Hatta bu gereklilik zarfın yapısından kaynaklanan o an hemen olmalıydı anlamında (anlamam gerekirdi ama anlayamadım) Ģeklinde bir anlam yüklenir. -Eskiden dedelerimiz, iģte bu ocakta çile çekerek olgunlaģırlarmıģ. Acı çekmeyen huzurun, yokluk çekmeyen varlığın kıymetini ne bilir? Ġnsan, gözünü biraz da kendi içine çevirmeli. Ġnsan gönül kulağıyla biraz da Yaradanın sesini dinlemeli. (GH/310) Yukarıdaki örnekte de eskiden zarfı bir geleneğe iģaret eder. Zorunluluk yanında bir Ģarta bağlama ifadesi de vardır örnekte. (Namuslu olması da Ģart) Hiçbir çıkara alet olmadan kendi inancını yazmalı ve söylemeli. Ne devlete, ne de devletliye; ne de bu iģlerin bezirganlığını yapan kiģilerin aleti olmalıdır. (R/187) Kiplik yüklem olan Ģart yükümlülük kipliğindeki zorunluluğu iģaretler. Yalnız, evlenecek olanlar, hükümdar öldüğü vakit, onunla beraber yakılmayı kabul etmelidirler. (GH/146) Yalnız sözcüğü yükümlülük kipliğindeki zorunluluğa iģaret ediyor. 43

44 Ġstanbul semtlerinin her birine bir arma seçilecek olsa Eyüp ünkinde muhakkak bir leylek resmi bulunurdu. Bulunmalıdır da. (H1/328) ġart cümlesinden sonraki cümlede yer alan zarf gönderimi muhakkak yükümlülük kipliğinin zorunluluk iģaretleyicisidir. -Ġlk nüshayı matem nüshası olarak çıkarmalıyız. Kapak çepeçevre siyah olmalıdır, dedi. (GH/186) Bu örnekte bir otoriteden ziyade toplumsal bir kural, gelenek yani matem renginin siyah olmasının getirdiği bir zorunluluk söz konusudur. O halde muhakkak gitmeliyim. (H1/217) Muhakkak zarfı zorunluluğa iģaret ediyor. Okul, floksera, trahom hastalığının tedbirleri gibi değil de, onlardan daha kuvvetli, onlardan daha çabuk ele alınmalı... (GH/294) Zaman zarfları daha kuvvetli, daha çabuk durumun aciliyet ve zorunluluğuna iģaret ediyor. II.3. Devinim Kipliği Devinim kipliği genellikle cümledeki eyleyicinin yüklemle ifade edilen eylemi gerçekleģtirme kapasitesine sahip olup olmadığı bilgisiyle ilgili bir kiplik türü olarak değerlendirilir. Yükümlülük kipliğine yakın bir kiplik alanı olarak değerlendirilmekle birlikte yükümlülükten farklı olarak süreçte etkin olan faktörlerin içsel olduğu vurgulanır (Palmer, 2001: 9). Yeterlilik ve istek bu kiplik türünün ana ifade biçimleridir. Cümlede eyleyiciyi yine eyleyicinin iç dinamiklerinin yönlendirdiği ifade biçimleri devinim kipliği içerisinde ele alınır. Yükümlülük kipliğindeki dıģ otoritenin yerini iç otorite diyebileceğimiz eyleyici odaklı bir yönlendirici merkez almıģtır. Ağırlıklı olarak yükümlülük ve devinim kipliklerinin dıģ ve iç otorite ölçüsüne göre ayrıldığı görülür (Kerimoğlu, 2011: 118). Devinim kipliği yeterlilik ve istek ifadelerini merkeze alan bir kiplik türü olarak değerlendirilse de yalnızca bu alanlarla sınırlı bir kiplik türü değildir. Yükümlülük içerisinde de yer verilen zorunluluk, gereklilik gibi ifadelerin iç etkenlerin yönlendirmesiyle ortaya çıkması durumunda yükümlülük kipliği içerisinde ele alınır. 33c. Canım sıkılıyor. Gitmeliyim. 33c de Gitmeliyim ifadesini konuģur dıģarıdan kaynaklanan bir otoritenin baskısı sonucu söylememiģtir. Gitme gerekliliği yine konuģurca belirlenmiģtir ve konuģur bu yönde bir ifadede bulunmuģtur. Yükümlülük ve devinim kipliği içerisinde yer alan ifadelerin yorumunda bağlam son derece önemlidir (Kerimoğlu, 2011: 119). Örnek: Ġnsanlar birbirleriyle dost olmalı. (H1/103) Ġnsanın ömrü olmalı da yaģamalı... (H1/118) YaĢadığımı, ben de saadetimi düģünmeliyim. (H1/169) Gitmeliyim! diye konuģtu, kendi kendine; ve öyle hissediyordu ki eğer hemen gitmeyecek olursa fidanlar tutmayacak... (H1/163) Felaketler yerine saadetleri, ölmüģler yerine doğacakları, geçmiģler yerine gelecekleri düģünmeliyim. Hem... (H1/173) -Biraz dolaģmalı, dedi. (H1/217) Yine de Bir adın kalmalı geriye Bütün kırılmıģ Ģeylerin nihayetinde Aynaların ardında sır Yalnızlığın peģinde kuvvet Evet nihayet, bir adın kalmalı geriye Bir de o kahreden gurbet Beni affet Kaybetmek için erken Sevmek için çok geç ( Bir Adın Kalmalı Geriye -Ahmet Hamdi Tanpınar) Ġnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına Ġnsan balıklama dalmalı içine hayatın Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına ( YaĢadıklarımdan Öğrendiğim Bir ġey Var - Ataol Behramoğlu) Tut ki sen bir Ģiiri çok iyi yazsan Ya da çok iyi bir Ģiir yazsan 44

45 Bir saatin aralıksız iģleyiģi Bir çocuğun bir sokak kedisini seviģi Bilmem ki sanki güzel bir akģam gibi Onun için her akģamı iyi yaģamalıyım Yani kıskanılan onu Demek istediğim hepsi ( Tut ki Ben -Turgut Uyar) Yağmurdan parkta oturulmuyor, Ġstasyon çok hüzünlü; Acaba nasıl geçirmeliyim, Bu koskoca günü? (ġükran Kurdakul- Yağmurda ) Uğrunda dertlere düģtüğüm sevgili Bir baģkasına tutulmuģ, o da dertli; Derdimin dermanı kendi derdinde: Hekim hasta olunca kime gitmeli? (Ömer Hayyam-Rubailer) Bu örneklerde bir tavsiye sorma söz konusudur. Bu da istek ifadesini merkeze alan devinim kipliğini iģaretlediklerini gösterir. Ağlayanlar sevinmeli Sevin ağlayabiliyorsan Acılar art arda dinmeli Durur bir nöbetçi gibi Durur bir bekçi gibi Zamana gülmeli gülmeli (Özdemir Asaf- Ağlamak ) Geleceğe dair kanıtlanabilirliği sınanamayacak durumda olan geleceğe yönelik bir istek vardır yukarıdaki örnekte. Gülerken yüzün Dem çeken bir güvercinin sesini Ġçin için büyüyen çimenleri Baharda lunaparkı, bayram yerini Ve alıģkanlıklar dıģında her Ģeyi Gülerken yüzün AĢıyor geçmiģin acılarını Kendini yarına değiģtiriyor Gülerken yüzün Sanki çarmıhını kırmıģsın Senin ve ardından geleceklerin Aylası alnına düģmüģ gecenin OturmuĢ ağlıyor kendisi Bunu öyle candan öyle yürekten Öyle bir tutkuyla istiyorum ki Aklımda hep öyle kalmalısın (Gülten Akın- Gülerken Yüzün ) Bunu öyle candan öyle yürekten/öyle bir tutkuyla istiyorum ki dizelerindeki istiyorum (kiplik yüklemi) ve kalmalısın ifadeleri güçlü bir isteğe iģaret ediyor. -Güzel bir hamur açmalı. (KO/205) Bir Ģeyler yazmak, onun bize misal gösterdiği yabancı terkipsiz, sade bir dille bir eser vücuda getirmek istiyordum. Bu eser, bilhassa, milli bir değerde olmalıydı. Konusu yüzde yüz bizim derdimiz, bizim hayatımız, milli ıstırabımız etrafında dönmeliydi. Fakat ne?.. Nasıl bir konu?.. (GH/107) Ġstiyordum kiplik yüklemi bir isteğin söz konusu olduğuna iģaret eder. Örneklerde de görüldüğü gibi bir yeterlilik, gönüllülük ve istek söz konusudur. DıĢarıdan bir buyurucu değil de kiģinin kendi isteğinin, arzusunun söz konusu olduğu devinim kipliğini iģaretlemiģtir örnekler. Sonuç Kiplik sadece eylemle değil tüm cümle öğeleriyle biçimlenmesinden dolayı diğer eylem ulamlarından daha karmaģık bir yapıya sahiptir. -mali biçimbiriminin birden fazla kiplik alanını iģaretleyebilmesi, kiplik için bağlayıcı olanın biçimlerden çok anlamlar olduğunu düģündürmektedir. 45

46 Cümledeki zarflar, eylemin anlam yapısı (kılınıģ), öznenin kaçıncı Ģahıs olduğu gibi cümle içi öğeler ve metin türü gibi unsurlar da -mali nın kiplik anlam alanlarını belirlemede etkin değere sahiptir. -mali biçimbirimiyle iģaretlenen zorunluluk kategorisi birinci Ģahısta, kiģinin kendinden kaynaklı etik veya bireysel nedenlerle zorunda hissettiği durumları karģılasa da ikinci ve üçüncü Ģahıslarda kılıcıya belirli bir yükümlülüğün empoze edildiği dikkati çekmektedir. Fakat güçlü bir zorunluluk bildiren her ifadeden emir anlamı elde edilemeyeceği de unutulmamalıdır. mali biçimbirimiyle iģaretlenen cümlenin her Ģeyden önce emrin gerektirdiği bağlamsal koģulları yerine getirmesi gereklidir. Bu bağlamsal koģullar da: biri buyurucu diğeri kılıcı olmak üzere en az iki kiģili bir iletiģimde, buyurucudan kılıcıya belli bir otoriteyle yöneltilen bir buyruk, empoze ve buyurucunun kılıcıya göre üstünlüğü vb. durumlardır. Emir kipi henüz gerçekleģmeyen fakat gerçekleģmesi umulan olayları ifade etmesi, -mali biçimbirimiyle iģaretlenen bu yapılara ister istemez bir gelecek ifadesi kazandırmaktadır. Emirde bir öncelik-sonralık iliģkisi vardır. Önce buyrulur ve sonra buyruk yerine getirilir. Böylece bu yapılar zaman bakımından göreceli bir sonralık bildirirler. Tespit edilen bu metinlerde istekle kastedilen istek kipi A değil, istek kipliğidir. Ġstek kipliğinin anlam alanı içine birinci Ģahıslarda niyet edilen, tasarlanan, arzu edilen, hayal edilen durumlar, gerçekleģme oranı düģük dilekler, ikinci ve üçüncü Ģahıslarda da tavsiye, öneri, teklif, nasihat, tembih gibi anlamları karģılayan durumlar girer. -mali ile kodlanan istek kipliği daha çok Ģiir metinlerinde ya da Ģiire yakın düzyazı metinlerinde görülür. Bu da kiplik iģaretleyicisinin daha çok gerçeklikten uzak istekleri kodlama yatkınlığındandır. Bu bildirinin amacı mali biçimbiriminin bu kiplik alanlarını düzenli olarak iģaretlediğini ispattan ziyade, bağlamsal koģullar elverdiği ölçüde bu kiplik alanlarını da iģaretleyebildiğini ortaya koymaktır. Eser Adı Kısaltmaları H1: Güzel Yazılar/Hikâyeler 1 KO: Güzel Yazılar/Kısa Oyunlar R: Güzel Yazılar/Röportajlar GH: Güzel Yazılar/Gezi-Hatırat KAYNAKÇA BACANLI, E., KılınıĢ Kategorisi ve KılınıĢsal Belirleyici Olarak Yardımcı Fiiller, Asal Yayınları, Ankara, BOZ, E., Türkiye Türkçesi Biçimsel ve Anlamsal ĠĢlevli Biçim Bilgisi, Gazi Kitabevi, Ankara, CORCU, D., Zorunluluk kipliği mali nın Anlamsal Ġç Yapısı, Dilbilim AraĢtırmaları 33-44, Boğaziçi Üniversitesi, Ġstanbul, DEMĠRCĠ, K., Türkoloji Ġçin Dilbilim, Anı Yayıncılık, Ankara, ERGĠN, M., Türk Dil Bilgisi, Bayrak Yay., Ġstanbul, KERĠMOĞLU, C., Kiplik Ġncelemeleri ve Türkçe, Dinozor Kitabevi, Ġzmir, KORKMAZ, Z., Türkiye Türkçesi Grameri (ġekil Bilgisi), Türk Dil Kurumu, Ankara, PALMER, F. R., Mood and Modality, CUP, Cambridge, TÜRKYILMAZ, F., Tasarlama Kiplerinin ĠĢlevleri, Türk Dil Kurumu, Ankara, UZUN, E., Dilbilgisinin Temel Kavramları, Pandora, Ġstanbul, Örneklerin Alındığı Eserler PARLATIR, Ġ. vd, Güzel Yazılar: Gezi-Hatırat, Türk Dil Kurumu, Ankara, , Güzel Yazılar/Hikâyeler 1, Türk Dil Kurumu, Ankara, , Güzel Yazılar/Kısa Oyunlar, Türk Dil Kurumu, Ankara, , Güzel Yazılar/Röportajlar, Türk Dil Kurumu, Ankara, Örneklerin Alındığı Elektronik Kaynaklar

47

48 ЗА ЖИВОТА НА ТУРСКИТЕ ДУМИ В БЪЛГАРСКИЯ ЛЕКСИКАЛЕН КОНТЕКСТ Ваня ЗИДАРОВА * РЕЗЮМЕ: Тфрскауа лексика в българския език е не само значиуелна кауо количесуво, но и се е разпросуранила в много на брой и разнородни уемауични сфери. Това се дължи на факуа, че уфрскоуо присъсувие е било не само в полиуикауа и админисурацияуа, но и в биуа, социалниуе оуношения, кфлинарияуа. Основниуе уемауични обласуи, в коиуо навлизау уфрски дфми са следниуе: биу и семейсуво, кфхня, занаяуи и професии, суроиуелсуво и обзавеждане, админисурация, военен и суопански живоу, природа, уопоними и дрфга конкреуна и абсуракуна лексика. Много оу уази лексика минавау през различни ффнкционални, семануичниуе и формалниуе промени. Ключови думи: Тфрски Дфми, Български Дфми, Чфжди Дфми, Лексика. ON THE LIFE OF TURKISH WORD IN BULGARIAN LEXICAL CONTEXT ABSTRACT: The paper treats the issue of turkish words in Bulgarian language and speech. There are lots of turkish words in Bulgarian language for the different geo-polotical reasons. These words occupy different lexical areas: home and urban life, family, nature, society, human properties, jobs, toponyms, modal words. At the present time the turkish words are distributed as follows: passive old lexic, active nominative lexic with or without bulgarian synonyms, expressive lexic. Lots of them go through different functional, semantic and formal changes. Keywords: Turkish Words, Bulgarian Words, Foreign Words, Vocabulary. Увод Турският език е вторият балкански език (след гръцкия), който оказва силно лексикално влияние върху българския език. Причините за множеството турцизми имат предмино геополитически характер. На първо място е фактът, че българите се намират в териториална близост с турския народ и език, която улеснява възможностите за непосредствено общуване с турско население на Балканския полуостров. На второ място е фактът, че българската държава в продължение на няколко века е била част от Османската империя. Съчетаването на тези два фактора обяснява многобройните турски заемки в българския език и тяхното трайно присъствие в речника до днес. Заемането е ставало предимно пряко и по устен път. Някои от най-старите заемки до такава степен са се вплели в българския словник, че за много от носителите на езика не се осъзнават като чужда лексика. Турският език е бил посредник за навлизането и на думи от други езици арабски, персийски, гръцки. Като турски се възприемат редица думи с арабско-персийски произход, например: ерген, бостан, гердан, килим, мезе, баклава, мусака, маркуч, махмурлук, мухабет, темерут, тенджера, инат, кибрит, локум, памук, алгебра, алкохол, чадър. През турски са преминали в българския и някои гръцки думи: фенер, гаванка, леген, менгеме, килер, калем. В българското езикознание турцизмите са били интересни на изследователите предимно от етимологична и стилистична гледна точка. Но има едно мащабно изследване, което задълбочено и многостранно разглежда въпроса за турските думи в българския език труда на Максим Стаменов Съдбата на турцизмите в българския език и българската култура (София, изд. Изток-Запад, 2011). Авторът прави най-задълбочения до момента лингвистичен и културологичен анализ на турските думи в българския език. Според автора в резултат на езиковата динамика турцизмите (като активна лексика) прогресивно намаляват, като в момента са около една пета от регистрираните за всички времена. * Assist. Prof., Plovdiv University Paisii Hilendarski 48

49 Навлизането на думи от и чрез турския език е централизирано във времево отношение и е съсредоточено около един основен период XIV-XVIII в. Това е периодът на най-силно взаимодействие между двата езика. Предвид обществено-политическите обстоятелства влиянието на българския език е символично, докато турският език оказва трайна намеса в българската лексикална система. Компактното навлизане на турски думи в българския език започва в края на XIV век и продължава до първата четвърт на XIX век. В продължение на няколко века по нашите земи се установява турска административна и политическа власт, настаняват се големи маси от турско население, които се намират в непрекъснат контакт на различни равнища с българското население, създават се условия за сближаване на два различни типа бит и култура. Много българи, живеят в днешна Турция или се занимават с търговия в Близкия Изток. Те са владеели перфектно турски език, тъй като това е било необходимо за ежедневната им комуникация. От средата на ХІХ век, като част от националноосвободителното движение, започват съзнателните усилия на българските книжовници да ограничат, доколкото е възможно, турското лексикално присъствие в българския език. На турските думи започват да се противопоставят думи от българските диалекти, черковнославянски думи или неологизми, създадени от самите книжовници, дори други чужди думи. Някои опити са успешни, но в повечето случаи турското название вече е дълбоко навлязло в съзнанието на българина, превърнало се е в постоянна част от неговия речник и замяната му с нова дума е трудно осъществима. Турската лексика е не само значителна като количество, но и се е разпространила в много на брой и разнородни тематични сфери. Това се дължи на факта, че турското присъствие е било не само в политиката и администрацията, но и в бита, социалните отношения, кулинарията. Основните тематични области, в които навлизат турски думи са следните: Бит и семейство: балдъза, баджанак, тава, кофа, джезве, шише, калпак, тепсия, чиния, чешма, саксия, дамаджана, тютюн, шал, халка, дюшек, юрган, чаршаф Кухня: геврек, баклава, кайма, таратор, кюфте, кебап, гювеч, мезе, суджук, ракия, патладжан, чифлик, бюрек, туршия, хайвер, фъстък, Занаяти и професии: берберин, даракчия, джамбазин, дюлгерин, сарафин, чобанин, калфа, чирак, касапин, налбантин, еснаф Строителство и обзавеждане: дюшеме, дирек, кирпич, таван, тел, сатьр, калай, кереч, кула, шадраван Администрация, военен и стопански живот: аскер, конак, тескере, онбашия, султан, везир, силях, барут, сачма, кама, топ, заптие, байрак, дюкян, фишек, гурбет Природа: баир, тепе, боаз, асма, чимшир, канара, дере, кория, балкан Градска терминология: сокак, кубе, джамия, пазар, чаршия, капия, пазар Качества: кьорав, сербез, урсуз, узун, калпав, кадърен, будала, ахмак, чешит, серт, инат, ачигьоз Модални наречия и частици: таман, артьк, одма, сефте, демек, асль, башка, белки, аджеба, чунки, санким, язък, аман, бол, зян, бамбашка Друга конкретна и абстрактна лексика: дередже, късмет, сеир, масраф, кеф, кусур, кахьр, мурафет, ищах, гайле, келепир, мерак, гюрултия. Топоними. В топонимията са запазени изключително много названия на различни природни обекти. При някои от тях е ставало двойно преименуване домашното име е заменяно с турско, а след това турското е заменяно от ново, домашно. Топонимите са една от най-устойчивите групи думи и често замяната им е само формална, а в речта продължава да се употребява добилото популярност традиционно название. Особено голям е броят на топоними с турски произход в Добруджа и Родопите, където е имало многобройно турско население (Москов, 2015). Класически пример за съхранена турскоезична топонимия е Пловдив, където е имало сериозно турско присъствие. Независимо от факта, че някои обекти са получили в ново време друго название, в разговорна употреба са се наложили турските имена: Кючюк Париж (küçük малък) Джендем тепе (cehennem - далече) Джамбаз тепе (cambaz акробат, въжеиграч ) Таксим тепе (taksim, от араб. означава разпределяне) Сахат тепе (заради часовниковата кула) 49

50 Ка(ъ)ршияка (karģıyaka на другия бряг) Рахат тепе (rahat - комфортен, удобен) Хисар капия (hisar крепост, kapı врата) Бунарджик (pınar извор, кладенец, умал.) Герджика (gercik хубав, красив) Джумая (от араб. cuma петък) И на много други места в България са запазени старите топоними: Герена (geren 1. Ниско място, заливано от река, 2. Пасище край селище), Хисаря ( hisar - крепост), Пазарджик (pazar умал. от пазар), Беклеме (bekleme изчакайте, място за спиране), Бузлуджа (buzluca заледено място), Мусала (тур. oт ap. musalla публично място за молитва), Кърджали, Джебел, Чепеларе, Сунгруларе. При топонимите са протичали два реципрочни процеса при заселването си турците са давали собствени имена на мястото на заварените или са ги калкирали на турски. След Освобождението и по-късно турските имена пък са били заменени от нови, български: Елтепе (връх Вихрен), Юмрукчал (връх Ботев), Чамкория (Çamkоru от тур. çam бор, kоru гора, калкирано като Боровец). Хаинбоаз (Проход на републиката). В момента над 130 селища в страната носят османотурски имена: Абрит, Аврен, Айдемир, Алтимир, Алфатар, Арда, Арзан, Арпаджик, Арчар, Белеврен, Боаза, Булаир, Ведраре, Гоз, Джебел, Дръндар, Дуванлии, Дуранкулак, Егрек, Зеблил, Ирник, Кайнарджа, Караисен, Карабунар, Карапелит, Конак, Конаре, Конуш, Кочан, Късак, Мезек, Мустрак, Оман, Скутаре, Табан, Тузлата, Хайредин, Чарда, Чилик, Шиливери. Следи от турски думи откриваме и в голям брой фамилни имена. Това са особен вид думи, в които е съхранена родовата памет. Често пъти те отразяват някакво качество или умение, характерна черта от външността и нрава, семейно занятие, В тях са залегнали заети турски думи с различна семантика, свързани най-често с физически или социални признаци на лицето: Налбантов, Дюлгеров, Чобанов, Узунов, Карагьозов, Балъков, Чорбаджиев, Коджабашев, Чаушев, Чакъров, Джамбазов и много други. (Расиев, 2008) В лексикално-граматично отношение най-голямо е количеството на съществителните имена. Много по-малко са глаголите и прилагателните. Значителен е броят и на модалните думи: наречия, частици, междуметия. В тематично отношение доминира битовата лексика, тъй като отношенията с турското население са били предимно на битово равнище. Както ще видим по-нататък, административната и обществено-политическата лексика е преминала след Освобождението към пасивния речников фонд. По-голямата част от турските думи най-вече свързаните с бита и кухнята, са заемки. В българския език няма домашни съответствия на тези думи и това е причината те да са неотменна част от съвременния речник и много от българите да не осъзнават чуждия им произход. Много голяма и интересна от семантична и социологична гледна точка са думите, назоваващи човешки качества. Прави впечатление, че категорично преобладават мъжколичните названия при съществителните имена за лица. Много малко е количеството на думите, назоваващи лица жени. Този факт може да се обясни със социалната роля, която има мъжът в обществото през този исторически период. Повечето от тях характеризират мъжа, като негативните и позитивните признаци се преплитат: айляк, серсем(ин), ахмак, абдал, будала, балък, тепегьоз, ачигьоз, темерут, гьонсурат, бунак, маскара, шашкън(ин), мискин(ин), ербап, окумуш, сербез, курназ, пехливан, аджамия, арабия, бабаит(ин).някои от тези атрибутивни названия са приложими и за лица жени ербап, окумуш, темерут. Названията за жени са предимно в отрицателната сфера: гювендия, уруспия, мастия, пачавра, брантия, шафрантия. Въз основа на този лексикален материал може да се направят някои изводи за социални и поведенчески модели на съответния пол. В стилистично отношение турските думи принадлежат към битово-разговорната, експресивната лексика, социолекти, жаргон и т.нар. емоционално-афективна лексика. Те много рядко се появяват в публични форми на общуване, а когато това става, се набляга не толкова на номинативния им характер, колкото на търсена експресия. В диалектите, които по принцип пазят по-архаичена форма на езика, съхранени доста турски думи, напр. kaynak кайнак (извор), pencere пенджере (прозорец), mısır мъсър (царевица), soğan суван (лук).. Многобройни са случаите на синонимия между турска и българска дума. Българското название има неутрален номинативен характер, а турското е маркирано конотативно: бошлаф (празни приказки), адаш (съименник), лобут, кьотек (бой), кьорав (сляп), кандърдисвам (уговарям, скланям), чешит (особняк), дередже (положение), дерт (грижа), масраф (разход), гюрултия (шум), мерак (желание), сокак (улица), 50

51 кусур (недостатък), ортак (съдружник), лаф (дума, приказка), мухабет (разговор), курдисвам (настанявам, нагласявам), табиет (навик, обичай), хабер (вест), акъл (ум). Поради съществените типологични и граматични различия между българския и турския език при заемането им турските думи са били подлагани на фонетично и граматично побългаряване и са се приспособявали към структурните особености на българския език. Формалната адаптация се изразява главно в придобиването на родово окончание: comģu комшия, avci авджия, ҫesme чешма, veresi вересия, cami (ğami араб.) джамия, oda - стая, kapi капия, kadı кадия, raki ракия, gidi гидия, vali валия, gürültü - гюрултия, gemi - гемия. По-често обаче се следва формалният принцип при включването в родова парадигма: derece - дередже (ср.р), bayrak байрак (м.р), cüce джудже (ср.р.), ҫekmece чекмедже (ср.р.), ҫorba чорба (ж.р). Част от думите функционират в общ мъжко-женски род: (той/тя е...) хаймана, диване, маскара, тепегьоз, будала. Особено интересни са семантичните метаморфози, които претърпяват някои турски заемки (виж семантичния анализ, който М. Стаменов (2011) прави на думите мурафет, калтак, гьонсурат ). В някои случаи в българския език думата е придобила лексикално значение, различно от това в турския език: baygın (капнал, припаднал) - байгън (дотяга ми; прекалено сладко нещо) bardak (чаша за вода) - бардак (публичен дом) gidi (сводник) гидия (палав, буен младеж, арх.) göl (езеро) гьол (локва) cam (перс. ğam, чаша) джам (стъкло, прозорец) zeytin (1.маслина, 2. мазнина, добивана от маслини) зехтин (олио от маслини) kurnaz (хитър) курназ (смел) balik (риба) балък (1. риба, арх., 2. глупав, наивен човек) baģ (1. главен, първи в йерархията, начело; 2. точно) баш (точно, тъкмо) cehennem (1. ад; 2. отдалечено място) джендем (1. ад,арх. 2. далечно място) iģtah (тур. от ар. апетит) ищах ( желание) divane ( безумен, смахнат) диване (глупав, наивен, човек) demek ( говоря, наричам, означава) демек (тоест) derece (степен, градус, от ар.) - дередже (положение, състояние) kaltak ( проститутка) - калтак ( подъл, нечестен човек) batak (тресавище, блато) батак (1. блато, арх. 2. прен. хаос, бъркотия, неразбория) hava (време) хава (положение, състояние, разг.-жарг.) geveze (дърдорко) гевезе ( глезльо, капризен човек) Основната семантична промяна обаче е пейоратизацията на голяма част от турските думи в българския език. В турския те са стилистично неутрални, а в българския придобиват стилистичен оттенък на разговорност, неизисканост, експресивност, което определя и тяхната употреба в специфичен дискурс. Според изследването на М. Стаменов пейоратизация са претърпели около % от турските думи. Това съответства на тезата на автора за процес на дистанциране, отчуждаване от турската лексика. Началото на този процес е още през XIX век и е израз на междукултурен конфликт и междукултурна дисимулация (отблъскване) (Стаменов, 2011: ). В най-високата си степен пейоратизацията води до превръщането на някои турцизми в отрицателни суперлативи (Стаменов, 2011: 167). Например: хаирсъзин, хаймана, хайлазин, абдал, ахмак, будала, фукара, гьонсурат, калтак. Безспорен принос на М. Стаменов е и теорията за амбивалентната семантика на турцизмите значения, означаващи антропоморфни противоположности, думи с противоположни конотации (Стаменов, 2011: ). След края на XIX век турските думи в българския език се развиват в няколко посоки: 1. Една част от думите са се превърнали в историзми поради промяната в историческите условия и отмиране на назоваваните реалии. Това са главно думи, означаващи военни, политически и административни понятия: султан, онбашия, заптие, кадия, еничар, кадия, конак, тескере, ангария, валия, везир, вилает, бей, беглик 2. Друга част са станали архаизми, като са били заменени с нови думи, открити в народната реч, изковани от книжовниците или заети от други чужди езици: берберин (ит.-тур.) бръснар, хекимин лекар, чобанин овчар, дюлгер зидар, шекер захар (гр.), налбантин ковач, гюл роза, сахат час, часовник, аскер войник, войска; аслан лъв, бой ръст, височина; боаз проход, дефиле; даул тъпан, чакмак запалка, зандан затвор, usta - майстор 51

52 3. Трета част продължава да съществува в качеството си на експресивна лексика, като думите се употребяват успоредно с българските им съответствия: мерак желание, кусур недостатък, комшия съсед, кахър грижа, кеф удоволствие, ищах желание, келепир изгода, сокак улица, масраф разход, таман точно, гайле грижа, авджия ловец, акран връстник, авер другар, кьоше ъгъл, борч паричен дълг, армаган подарък. Прието е, че чужди думи, които имат български синоним, са чуждици и в известен смисъл са излишни в езика. По мое мнение, не може в никакъв случай да се говори за излишество на лексикален материал. Щом езикът е приел и възпроизвежда в речта тези думи, то те са необходими и са се запазили с определена цел. В случая става дума за обогатяване на синонимните отношения и задоволяване на конкретни стилистични потребности. 4. Четвърта част са неотменна за ежедневното общуване лексика, за която няма алтернативни названия: кайма, чанта, тиган, тенджера, кофа, тава, ракия, мезе, тютюн, чорап, чаршаф, дюшек, таван, юрган, кюфте, баклава, халва, кибрит. За неспециалиста етимологията на тези думи е непрозрачна и дори невинаги се осъзнава турският им произход. Например думата битпазар (поново битак, пазар за употребявани вещи) едва ли се свързва от някого с турската дума bit въшка. По-вероятно е да се прави някаква народна етимологична връзка с бит, битов. Изводи Думите, преминали в пасивната лексика като историзми и архаизми, са в голяма степен непознати като семантика на младото поколение. Същото се отнася и за част от експресивната лексика, на която се познава само българският еквивалент. Младото поколение използва основно някои жаргонизми от турски произход и лексиката с номинативен характер, но без да осъзнава етомологичния произход на думите. Интересен ренесанс преживяха турцизмите в езика на новата българска преса. Като експресивни единици с разговорен характер преди беше немислимо те да се появят в публичното пространство и функционираха само при неофициално общуване. След 1989 г. езикът на медиите, в частност на пресата, видимо се оварвари, стилистичните граници паднаха и всичко стана допустимо. По тази причина и редица учени, изучаващи езика на медиите, заговориха за реанимация, реактуализация на турските думи. Авторите имат предвид прескачането на турски думи от ниския регистър на езика в публичното пространство, най-вече в медийния език (Кръстева, 2000, 2001, Чакърова, Мевсим, 2007). Появата на пейоративна лексика от турски произход в пресата е част от процеса на колоквиализация на медийния език. Всъщност не става въпрос за възраждане на турска лексика, а за появата ѝ на стилистично необичайно място. Този процес се наблюдава единствено в пресата. В електронните медии употребата на такива думи е почти несъществуваща. Освен това към този експресивен изказ посягат предимно таблоидни издания, в които се коментират лични съдби, живота на популярни личности, светски събития и в които е позволено да се прояви езиково хулиганство. Прегледът на печата от наша страна показа, че има значителен отлив от употребата на експресивни турцизми в пресата в сравнение с първата половина на 90-те години. Възможно е това да се дължи на изчерпване на стилистичния им потенциал поради прекомерната употреба в предишните години. А е възможно и причината да е в успокояването на журналистическия тон и връщане към неутралния изказ. ЛИТЕРАТУРА КРЪСТЕВА, В., Речник на турцизмите в съвременния български печат, С., Изд Лаков ПРЕС, , Реактуализация на част от турските заемки в езика на публицистиката исторически основания и значения Българският език през ХХ век, ред. В. Радева, София, изд. Pensoft, 2001, с КЮВЛИЕВА, В., Турски заемки в българския език Българското словно богатство, С., ЛИКОВА, М., Лакова, Турцизмите в Речник на съвременния български книжовен език от стилистична гледна точка Български език, 1972, кн МОСКОВ, М., Родопски топоними от турско-арабски произход /07/20 РАСИЕВ, Т., Расиев, Български фамилни имена от турски, арабски и персийски произход, С., изд. Зограф,

53 СТАМОВ, М., Съдбата на турцизмите в българския език и българската литература, Изд. Изток- Запад, С., СТОЯНОВА, М., За пейоризацията на турцизмите в българския език Български език, 1964, кн ЧАКЪРОВА, Кр., Чакърова, МЕВСИМ, Х., Отново за съдбата на турцизмите в съвременния български език (изолация и/или реабилитация) , 10 (95) 53

54 ЛЕКСИКАЛНИ И СЕМАНТИЧНИ ИЗМЕНЕНИЯ ПРИ ПРЕВОД Менент Шукриева * РЕЗЮМЕ: Преводъу безспорно е сложен процес, койуо се е развивал векове наред и продължава да се развива, а в процеса на рабоуа преводачъу се сблъсква с редица урфдносуи, особено когауо определени единици в изходния език нямау еквиваленуи в целевия език. Посуепенно се развивау и принципиуе на пълноценния превод и в уази връзка е особено важно преводачъу да осъзнае същносууа на превода, еуапиуе мф с оглед да посуигне адеквауносу в превода. Съблюдаванеуо на уези еуапи, какуо и наличиеуо на необходимиуе познания и фмения у.е. доброуо владеене на изходния и целевия език могау да обезпечау направауа на качесувен превод в коя да е обласу на познаниеуо. С цел посуигане на адеквауносу основнауа задача на преводача се явява прилаганеуо на различни похвауи, наричани чесуо урансформации. Трансформацииуе бивау формални (лексикални и грамауични) или семануични, и се прилагау в зависимосу оу вида на превеждания уексу. Преводаческиуе урансформации, предсуавлявау един вид междфезиково явление, различно оу урансформацииуе в един език и позволявау уочно предаване на информацияуа в оригиналния уексу на целевия език. В насуоящауа суауия се разглеждау похвауи кауо уранскрибиране, уранслиуерация, калкиране, конкреуизация, генерализация и модфлация. Ключови думи: Превод, Лексикални Трансформации, Семануични Трансформации.. LEXICAL AND SEMANTIC TRANSFORMATIONS IN TRANSLATION ABSTRACT: Undoubtedly, translation is a complex process that has evolved over the centuries and still keeps on evolving. In the course of his/her work, the translator faces various difficulties, especially when certain parts of the speech or expressions in the source language have no exact equivalents in the target language. The principles of adequate translation are gradually taking shape, and in this respect it is particularly important for the translator to understand the very essence of the source text and be aware of the stages in his/her work to achieve adequacy of translation. The observance of translation work stages, as well as the availability of prior knowledge and skills, i.e. good command of the source and target language, is a prerequisite for the high quality of translation in any field of science. To achieve adequacy, the translator must use various techniques frequently called transformations. Transformations may be formal (lexical and grammatical), or semantic. The use of transformations highly depends on the type of translated text. Translation transformations are a kind of cross-language phenomenon, different from the transformations that take place in a sole language. They make possible the accurate translation of the text from the source to the target language. This article discusses the various techniques used for translation purposes, such as transcription, transliteration, borrowings, concretization, generalization and modulation. Keywords: Translation, Lexical Transformations, Semantic Transformations. Увод Преводът несъмнено е една от най-древните човешки дейности. В статията си Забравени мисли писателят и преводач Венцеслав Константинов, говорейки за превода, казва: Нуждата от превод се появила от момента, когато змията е подавала на Ева забранения плод и е казала нещо, което тя, предполагам, не е разбрала правилно. Ако там е имало един преводач, колелото на историята може би щеше да се завърти по друг начин. (Константинов, 2012: 1). Много са определенията за превода и преводачите. В средата на 19 век Балзак ги нарече "пощенските коне, които се сменят от станция на станция" на човечеството". Сто години след него мексиканският поет, белетрист и преводач Октавио Пас определи превода като "златна монета в духовния обмен между народите". Представете си, че ги нямаше тия "коне" или тази "златна монета"- колко бедни духом щяхме да бъдем... Много похвални слова са казани и написани за изкуството на превода. Още през 16 век големият френски поет Жоашен Дю Беле е теоретизирал върху това сложно, неблагодарно и зле платено изкуство. Но преводът има и отрицатели. Италианците имат поговорка: "Il traduttore e sempre un traditore" /Преводачът е винаги предател/ (Стамболиев, 2006: 1). Общоизвестен е израза: Преводът е като жената ако е хубав, не е верен, а ако е верен не е хубав. * Ас. Менент Шукриева, Шуменски университет. mshukrieva@abv.bg 54

55 Съществуват различни мнения и по отношение на това изкуство ли е преводът или не, но безспорно той е сложен процес, който с течение на времето се е развивал и продължава да се развива, а в процеса си на работа преводачът се сблъсква с низ от трудности и среща редица предизвикателства. Постепенно се изработват и принципите на пълноценния превод, който да избегне както крайното дословие, така и неоправданите волности по отношение на оригинала 1. Целта е да се постигне адекватност. Рецепти за това не съществуват, но има различни похвати (трансформации), които се прилагат в зависимост от превеждания текст. Това са преобразованията, с помощта на които може да се осъществи преход от единиците на оригинала към единиците на превода. При описанието на преводаческия процес те не се разглеждат статично, като речникови съответствия, а динамично, като похвати, които преводачът може да прилага тогава когато няма речниково съответствие или е невъзможна употреба, съответстваща на контекста. В зависимост от характера на езиковите единици, които се разглеждат като изходни в процеса на преобразуване трансформациите биват формални (лексикални и граматични) или семантични. Съществуват доста класификации на преводаческите трансформации. Р. К. Миняр-Белоручев разграничава лексикални, граматични и семантични трансформации, изхождайки от това какви компоненти на изходния текст за предназначени за предаване, формални или семантични (Миняр-Белоручев, 1980: ). Според Л. С. Бархударов трансформациите са четири основни вида: 1) разместване: промяна на реда на думите и словосъчетанията в структурата на изречението; промяна в последователността на частите на сложното изречение; промяна в реда на самостоятелни изречение в постройката на текста. 2) замени: на формата на думата, на частите на речта, на частите на изречението; синтактични замени в сложното изречение; лексикални (конкретизация и генерализация); замяна на следствието с причина и обратното; антонимичен превод; компенсация. 3) добавяне; 4) изпускане (Бархударов, 2008: 67). Т. Р. Казакова говори за три вида трансформации, а именно: 1) лексикални (транслитерация/транскрипция, калкиране, семантична модификация, описание, коментар, смесен (паралелен) превод); 2) граматични (функционални замени и добавяния, граматични трансформации, антонимичен превод, нулев превод и др.); 3) стилистични (замяна на лексикалния състав, замяна на образ, замяна на тропи, отнемане на преносно значение, дословен превод с коментар или без коментар и др.) (Казакова, 2001: 22). Л. К. Латишев предлага класификация, в която трансформациите са: 1) лексикални (синонимна замяна, която зависи от контекста); 2) стилистични (трансформация на стилистичната оцветеност на превежданата дума; 3) морфологични (трансформация на една част на речта в друга или нейната замяна с няколко части на речта); 4) синтактични (трансформации на синтактични конструкции думи, словосъчетания и изречения, промяна на вида подчинено изречение, промяна на вида на синтактичните връзки и др.; 5) семантични (замяна на детайли с признаци); 6) смесени (конверсна трансформация и антонимичен превод) (Латишев, 1981: 248). В. Н. Комисаров разграничава три вида преводачески трансформации: 1) лексикални: транскрибиране, транслитерация, калкиране и лексико-семантични замени (модулация, конкретизация и генерализация); 2) граматични: дословен превод (синтактично уподобяване), разделяне на изречение, обединяване на изречения, граматични замени (на формите на думите, на частите на речта, на вида изречение); 3) комплексни лексико-граматични: антонимичен превод, експликация (описателен превод) и компенсация (Комисаров, 1990: ). Изхождайки от последната класификация ще разгледаме следните трансформации при превод: 1 Й. Бибина. Теоретичен курс по Теория на превода. 55

56 Транскрибиране и транслитерация; Калкиране; Лексико-семантични замени; o Конкретизация; o Генерализация; o Модулация (смислово развитие). При транскрибирането се възпроизвежда фонетичният облик на чуждоезиковата дума, а при транслитерацията нейната графична форма (буквения състав). Това, което различава имената и названията от другите заимствани чужди думи е, че при предаването им на друг език те като цяло запазват своя първоначален фонетичен облик. Поради това, че транскрибирането е предаване на произношението на чуждата дума с буквите на езика на превода, този похват се ползва изключително много при предаване на имена и названия. Например: Whitehall Уайтхол 2 Wall Street Уолстрийт 3 Hitachi Хитачи Toshiba Тошиба Walter Bruce Willis Уолтър Брус Уилис Транслитерацията е целесъобразна тогава, когато желаем да възпроизведем лаконизма на оригинала и да запазим специфичната характеристика на дадената реалия в чуждия език (Дамянов 1976: 10). При транслитерация на български абревиатури тяхното значение се превежда в скоби на турски език, например: БНР БНТ БТА ООД ЕООД АД ЕАД BNR (Bulgaristan Milli Radyosu) BNT (Bulgaristan Ulusal Televizyonu) BTA (Bulgaristan Haber Ajansı) OOD (Limited ġirketi) EOOD (Tek KiĢilik Limited ġirketi) AD (Anonim ġirket) EAD (Tek KiĢilik Anonim ġirket) Примери за транслитерация на турски съкращения: A.ġ. Ltd. ġti. А.Ш. Лтд. Шти. В повечето случаи съкращенията и най-вече акронимите се превеждат, а в скоби се посочва оригиналното им изписване: DEĠK Съвет за външноикономическо сътрудничество (DEĠK) DTĠK Световен турски бизнес съвет (DTĠK) 2 Улица в Лондон, на която се намират правителствени учреждения. 3 Улица в Ню Йорк, на която се намира Нюйоркската фондова борса най-голямата фондова борса в света. 56

57 AA Анадолската информационна агенция (АА) За всяка двойка езици се разработват правила за предаване на звуковия състав на думата в изходния език и се посочват случаите на запазване на елементите на транслитерация и традиционните изключения от правилата, които са все още меродавни и днес. Тези уговорки са важни при предаване на графеми - букви от изходния език, които не съществуват в езика на превода, например, българските ц и щ отсъстват в турския 4. Подобно на това турската съгласна ğ няма съответна в българския език. Като общо правило в турския книжовен език съгласната ğ не се изговаря, но при предаване на български като нейн еквивалент изписваме българската съгласна г. Например, фамилията Erdoğan изписваме като Ердоган. Калките са лексикални единици, които са изградени от домашни морфеми и думи, но при образуването им се възпроизвеждат чуждоезикови словообразувателни, лексико-семантични или фразеологични структури (Благоева, 2003: 133). Според Ю. В. Откупщиков в процеса на калкиране се заема не външната, а вътрешната форма на думата (Откупщиков, 1973: ). Същността на калкирането се състои в създаването на нова дума или устойчиво словосъчетание в езика на превода, което копира изходната лексическа единица. Това прави преводачът, когато превежда satellite broadcast като сателитно излъчване на български и uydu yayını на турски. Cold War Студена война Soğuk SavaĢ Skyscraper Небостъргач gökdelen circulus vitiosus омагьосан кръг kısır döngü The White House Белият дом Beyaz Saray Зи мний дворе ц Зимният дворец KıĢlık Sarayı Медный всадник Бронзовият конник Tunç Atlı hot Money горещи пари sıcak para Kofferhandel куфарна търговия bavul ticareti Portfoliо портфолио портфейл portföy portfolyo customs union митнически съюз gümrük birliği World Bank Световна банка Dünya Bankası Transnational Транснационален transnasyonal honey moon меден месец balayı green card зелена карта yeģil kart Rapid Deployment Force Сили за бързо реагиране Acil Müdahale Gücü Acil Ġntikal Kuvveti Ето и няколко примера за калки от турски език: 4 Й. Бибина. Теоретичен курс по Теория на превода. 57

58 Dili uzun - имам дълъг език Bıçak kemiğe dayanmak - ножът опря кокала Gözü korkmak - уплаши ми се окото При полукалките едната половина на лексикалната единица се превежда, а другата се заема. Например: Paramagnetism Парамагнетизъм paramiknatislik paramanyetizm Uncle Sam чичо Сам Sam Amca yellow journalism жълта преса sarı gazetecilik sarı basın shadow economy сенчеста икономика gölge ekonomi Superpower Суперсила süpergüç Transformer Трансформатор transformatör Ferroalloy Феросплав ferroalaģım Специфичен вид полукалки от същия тип са някои икономически термини - сложни думи с първа основа, заета от английския език, в който много продуктивна напоследък е съкратената основа е-, представляваща буквено съкращение от прил. electronic ('електронен'). Моделът е продуктивен и в други езици, срв. е-търговия, рус. е-торговля, чеш. e-komerce, нем. E-Commerce < англ. e-commerce (Колковска, 2006: 19). Ще добавим и турския вариант е-ticaret. Лексико-семантични замени те са начин за превод на лексикални единици на оригинала, при който се използват единици на езика на превода, чиито значения не съвпадат със значенията в изходния език, и значението се извежда чрез редица логични преобразования. Основните видове са: конкретизация, генерализация и модулация (смислово развитие) 5. Конкретизация е замяната на дума или словосъчетание в изходния език с по-широко предметно-логическо значение на думата и словосъчетанието в езика на превода с такива с по-тясно значение. В резултат на тази трансформация създаденото съответствие и изходната лексикална единица са в логически отношения от типа родово понятие влизащо в него видово понятие: Колектив на завода Fabrika çalıģanları Her taraf dezenfektan kokuyor. Навсякъде мирише на белина. Öğrenci geç kaldı. Студентът закъсня. Törene belediye baģkanı da geldi. На церемонията присъства и кметът на общината. В някои случаи конкретизацията се прилага поради това, че в езика на превода липсва дума с толкова широко значение. Например, турската дума yemek (същ.) означава ядене, храна, ястие, манджа. Ако се наложи превод на изречения, подобни на посочените по-долу, преводачът следва да вземе под внимание за кой отрязък от деня иде реч в изходния текст: Yemeğe gittiler. 1 Отидоха на обяд 2 Отидоха на вечеря. Bu konuyu yemekte konuģalım. 1 Да обсъдим въпроса на обяд. 2 Да обсъдим въпроса на вечеря. 5 Й. Бибина. Теоретичен курс по Теория на превода.. 58

59 Конкретизацията се прилага често и тогава, когато в езика на превода съществува дума със също толкова широко значение и съответна конотация, тъй като подобни думи могат да притежават различна степен на употреба в изходния и в преводния езици. При превода на такива думи конкретизацията е често използван прийом 6. Детето купи ориз от магазина. Ufaklık bakkaldan pirinç aldı. Генерализация се нарича замяната на единица от езика на източника, която има по-тясно значение, с единица от езика на превода с по-широко значение. Казано другояче, този похват е обратен на конкретизацията. Специалист-водопроводчикът ще дойде след два дни. Tesisatçı iki gün sonra gelecek. Пожарогасителите и крановете на етажа подлежат на проверка. Kattaki yangın ekipmanı kontrole tabidir. Ünlü dansöz Tanyeli'nin annesi hayatını kaybetti! Почина майката на известната танцьорка Танйели. До генерализация се прибягва и в случай, че конкретното название не говори нищо на реципиента на превода или е нерелевантно в условията на конкретния контекст. Çukurca'da üç Mehmetçik Ģehit düģtü. Трима турски войници загинаха в Чукурджа. Тракия Глас България ЕАД пусна петия си завод. ġiģecam ın Bulgaristan daki beģinci fabrikası üretime geçti. Maklübe çok lezizdi. Ястието беше много вкусно. Модулация или смислово развитие се нарича замяната на дума или словосъчетание в изходния език с единица в езика на превода, значението на която логически се извежда от значението на изходната единица. Понякога значенията на съотнасяните думи в оригинала и в превода имат причинно-следствена връзка. EĢim hamile! - Ще си имаме бебе! Домашно възпитание - Aile terbiyesi Не те обвинявам - Seni anlıyorum Заключение Освен разгледаните по-горе лексикални и лексико-семантични трансформации преводачът използва и редица други подходи и стратегии с цел да достигне казаното от А. В. Федоров, в дефиницията му за превода, а именно: да се преведе значи да се изрази вярно и пълно със средствата на един език това, което вече е изразено по-рано със средствата на друг език. (Федоров, 1968: 15). В заключение може да се каже, че прилагането на преводачески трансформации може да обезпечи качествен и адекватен превод в коя да е област на познанието. ЛИТЕРАТУРА БАРХУДАРОВ Л. С., Язык и перевод, Вопросы общей и частной теории перевода, М.: ЛКИ, БИБИНА, Й., Теоретичен курс по Теория на превода. БЛАГОЕВА Д., Интернационални и национални елементи в речниковия състав (аспекти на калкирането в съвременните славянски езици), Internacionalizmy v novè slovní zásobě (Sborník příspěvků z konference, Praha, června 2003), Praha, 2003, стр ДАМЯНОВ, Б., Информатика и превод, В: Изкуството на превода. Народна култура, София. КАЗАКОВА, Т. А., Практические основы перевода, Санкт-Петербург: Издательство Союз. КОЛКОВСКА, С., Тенденциите към интернационализация и национализация в новата българска икономическа терминология. Националният език в условията на чужди влияния и глобализация. Научна конференция, посветена на 125-годишнината от рождението на акад. Стефан Младенов (София, юни 2005), Доклади, София, СУБ, 2006, с Й. Бибина. Теоретичен курс по Теория на превода.. 59

60 КОМИССАРОВ, В. Н., Теория перевода (лингвистические аспекты): Учебник для ин-тов и фак. иностр. Яз, М.: Высшая школа. КОНСТАНТИНОВ, В., Забравени мисли, ЛАТЫШЕВ, Л. К., Эквивалентность перевода и способы ее достижения, Москва: Международные отношения. МИНЬЯР-БЕЛОРУЧЕВ, Р. К., Общая теория перевода и устный перевод, М.: Воениздат. ОТКУПЩИКОВ, Ю. В., К истокам слова, Рассказы о науке этимологии, М. Просвещение. СТАМБОЛИЕВ, О., Родство по избор, ФЕДОРОВ, А. В., Основы общей теории перевода, М. 60

61 YENĠ BULUNAN NASTURĠ-TÜRK YAZITI Ali ÇELĠK * ÖZ: Kırgızistan coğrafyası, çeşitli devirlerde yazılmış yazıtlar bakımından zengin bir ülkedir. Bu zenginlik içinde özellikle Nasturi harfli Türk dilinde yazılmış bazı yazıtlar (mezar taşları) dikkat çekicidir. Kırgızistan da bulunan Nasturi yazıtları hakkında ilk bilgileri T. Andreyev 1800 lü yılların sonunda vermektedir. T. Andreyev in ardından Türkistan Arkeoloji Sevenler Derneği (Turkestanskiy Krujok Lyubiteley Arheologii) nin yaptığı çalışmalar neticesinde XIII-XIV. yüzyıllarda ait yüzlerce yazıt bulunmuştur. Bulunan yazıtların hepsi çeşitli bilim adamları tarafından okunarak tercümeleri yapılmıştır. Bilim dünyasına kazandırılan bu yazıtları temel olarak Nasturi, Türk ve Nasturi-Türk dillerinde olmak üzere üç kola ayırmak mümkündür. Ele aldığımız yazıt, Kırgızistan ın Çüy eyaletine bağlı Kant rayonunun İvanovka kasabasına yakın bir köyde 1990 lı yıllarda ekimdikim işleri yapılırken bulunmuştur. Bulunan yazıt hakkında herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Yazıt; boz renkli, yuvarlak ve yassı dere taşına Nasturi harfleriyle yazılmıştır. Taşın boyutu 21 cm x 16 cm dir. Ağırlığı 1600 gram olup 4 satırdan oluşmaktadır. 1. satır Nasturi; diğer satırları ise Türk dilindedir. Yazıtın estampajı, okunması ve tercümesi Prof. Dr. Çetin Cumagulov tarafından yapılmıştır. Çalışmamızda yazıt, çeşitli yönleriyle tanıtılarak Türk dilinin farklı alfabeler ile yazıldığının bir kanıtı daha gösterilmiş olacaktır. Anahtar Kelimeler: Nasturi, Nasturi-Türk, Yazıt, Kırgızistan. NEW FOUND NESTORIAN-TURKISH INSCRIPTION ABSTRACT: Geography of Kyrgyzstan is a country rich in inscriptions written in various periods. Especially some Nestorian inscriptions written in Turkish language (tombstones) are striking. The first information about the Nestorian inscriptions in Kyrgyzstan served T. Andreyev at the end of the 1800s. Afterwards, as a result of T. Andreyev s studies, Turkestan Archaeological Lovers Association (Turkestanskiy Krujok Lyubiteley Arheologii) have been found thanks to inscriptions written in XIII-XIV. centuries. Each inscription was read and their translations were done by various scientists. These studies are mainly introduced into the scientific world, it is also possible to separate the three part of Nestorian, Turkish and Nestorian-Turkish languages. The inscription, which we have studied, was found in a village near Kyrgyzstan's Chuy province due to the rayon of Kant in Ivanovka while sowing in the 1990s. This inscription has not been studied yet. The inscription is dun-colored, round and flat river stone written with the letters of Nestorian. Stone size is 21 cm x 16 cm. Weight is 1600 grams consists of 4 lines. The 1 st line is Nestorian language, but other lines are Turkish language. Copy, read and translating of inscription was made by Prof. Dr. Chetin Jumagulov. Our paper will show one more proof that Turkish language was formed using different alphabets by introducing the inscription for many aspects. Keywords: Nestorian, Nestorian-Turkish, Inscriptions, Kyrgyzstan. GiriĢ Kırgızistan coğrafyası, çeģitli devirlerde yazılmıģ yazıtlar bakımından zengin bir ülkedir. Bu zenginlik içinde özellikle Nasturi harfli Türk dilinde yazılmıģ bazı yazıtlar (mezar taģları) dikkat çekicidir lü yılların sonlarında Nasturi yazıtları hakkında ilk önemli bilgileri veren T. Andreyev dir. Ardından Türkistan Arkeoloji Sevenler Derneği (Turkestanskiy Krujok Lyubiteley Arheologii) nin yaptığı çalıģmalar neticesinde XIII-XIV. yüzyıllara ait yüzlerce yazıt bulunmuģtur. Bulunan yazıtların hepsi çeģitli bilim adamları tarafından okunarak tercümeleri yapılmıģtır. Bulunan her bir yeni yazıt Nasturilerin dili ve kültürü yanında Orta Asya daki Hristiyanlığın yayılıģı ile ilgili yeni açıklamaların sebebi olmaktadır. Bunun yanında BiĢkek te (eski adı PiĢpek) bulunan Hristiyan mezarlarından 600 den fazla mezar taģı bulunmuģtur. Bunların içinde Türk dilinde yazılanlar da vardır. Yazıtların çoğunluğunda bulunan tarih, Türklerin 12 hayvanlı takvimidir. Türkçe isimlerle çokça karģılaģılmaktadır. Bu durum, Türk boylarının tarihini araģtıranlar için Türklerin Süryani-Nasturi kültürü ile bağlantısı hakkında bilgiler vermektedir (Djumagulov, 1982: 39). Bilim dünyasına kazandırılan bu yazıtları temel olarak Nasturi, Türk ve Nasturi-Türk dillerinde olmak üzere üç kola ayırmak mümkündür. * Türkoloji Yüksek Lisans Mezunu, Kırgızistan-BiĢkek. alicelik1989@mynet.com 61

62 1. Nasturilik Nasturilik, Ġstanbul Patriği Nestûr un (ö. 451) öncülüğünde oluģan bir Hristiyan mezhebidir (Albayrak, 2007: 15). Bu mezhebe bağlı olan kiģiye ise Nasturi denir Nasturiliğin Orta Asya daki Durumu 1 Nasturiliğin tesiri, özellikle Suriye de geniģ bir Ģekilde etkili olmuģtur. Bu mezhebin taraftarlarının çoğu Antiohiya piskoposluğunun Doğu tarafında yer almıģlardır; ancak burada Edesli piskopos Ravul un sert eleģtirisine maruz kalmıģlar ve Efes katedralinde kâfir oldukları öne sürülerek sürgüne uğramıģlardır. Yeni yerleģim yeri aramak zorunda kalan Nasturiler, Ġran a kaçmıģ ve oradaki yerli halk tarafından iyi karģılanmıģlardır. Kısa zamanda Ġran, Orta Asya, Hindistan ve Çin gibi geniģ topraklara yayılmıģlardır. Hatta 499 da Nasturi piskoposunun birine Doğu nun Partikos-Katolikosu unvanı verilmiģtir. Müslüman bilginlere göre Türkistan ın birçok Ģehrinde Hristiyan kiliseleri bulunmuģtur. Özellikle Patrikos Timofey in ( ) döneminde Hristiyanlık, Orta Asya da çok geniģ ölçüde yayılmıģtır. Çünkü Patrikos Timofey in mektuplarında Türk hanının Hristiyanlığı kabul ettiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Suriye kaynaklarına göre, Piskopos Timofey, Hristiyanlığı kabul eden Türk hanları ile sıkı temaslarda bulunmuģtur. Ceti-Suu bölgesinde yaģayan göçmen boylarından biri olan Çiğillerin içinden bazılarının Hristiyan oldukları belirtilir. Hatta bunların bir kısmı da Issık-Köl tarafında yaģarlarmıģ. Ayrıca Nasturilerin XI. yy de Moğol kabilesi Kereitleri de Hristiyanlığa çektiklerine dair bilgiler, Ebu l Farac ve Mares in hatıralarında vardır. Hatta ReĢidüddin de Moğol Tarihi adlı eserinde Kereitlerin Hristiyanlığı kabul ettiklerini belirtmektedir. Ünlü Türkolog Vladimir Bartold, Patrikos III. Ġlya nın ( ) Gürhanların merkezlerinden biri olan KaĢgar da (diğer baģkenti Balasagun) Nasturi Metropoliği nin kurulduğunu yazmaktadır. Moğol istilâsına kadar Talas ile Issık-Köl arasındaki bölgede Kangılar boyu yaģamaktaydı. Ceti-Suu Nasturilerinin Kangılara yakın olduğu düģünülebilir. Aynı fikre Aleksandır BernĢtam da katılmaktadır. Elbette bu mesele iyi araģtırılmadığından Kangıların hangi dinden oldukları da belli değildir. Nasturilerin bıraktıkları yazıtların etnik yönden kime ait olduğunu belirtmek zordur. Vladimir Bartold, Kangıları Uygurlara yakın olarak göstermekte; Çin terimi goagüy ü (yüksek tekerlekli araba), Kangıl adına benzetmektedir. Orta Çağ seyahatçilerinden Marco Polo, Rubruck, Plano Karpini, III. Mar Yabalahi ve Rabban Sauma nın kendi günlük ve raporlarında Orta Asya ve Tangut ta yaģayan Nasturiler hakkında Moğolları Hristiyanlığa çektiğine ve onlarla iyi iliģkilerde bulunmak için değerli hediyelerle beraber misyoner-elçileri gönderdiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Ceti-Suu da bulunan Nasturi mezarlıkları Moğol dönemine aittir. Ayrıca Çüy vadisinde de Nasturilerin yaģadığına dair izler vardır. Bilhassa bulunan yazıtlar arasında Moğollar öncesi döneme ait yazıtlar da vardır. Bunlar Karahaniler veya Kidanlar dönemine ait olabilir. Kidanlar bütün dinleri korumuģlardır. Bundan dolayı Kidan döneminde, Karahaniler dönemine kıyasla Hristiyanlık serbestçe yayılabilmiģtir. XIII. yy nin baģında Cengiz Han ın bütün Türk boylarını istila ederek onları bağımsız hale getirdiği bilinmektedir. Cengiz Han ın ve onun oğullarının hanımlarının bazılarının Hristiyan olmaları veya Hristiyanlığı benimsemeleri dikkat çekicidir. Diğer taraftan Plano Karpini, Moğol hanlarından birinin sarayında misafir olarak bulunduğunda sarayda hizmet edenlerin arasında Hristiyan olanların ve hanın sarayının önünde Hıristiyan askerlerinin bulunduğunu belirtmektedir. YaĢam durmaksızın değiģmektedir. Zamanla yeni devletler, hanedanlar doğar, büyür ve sona erer. Birinin yerine diğeri gelir. Beraberinde yenilikler, zorluklar getirir. Nasturilere karģı olan tavır da değiģir. Dolayısıyla XIV. yy. sonlarına doğru Nasturiler tarih sahnesinden çekilmiģlerdir. Onlardan kalmıģ yazıtlar ise bize yıl önceki hayatı, Nasturi dönemi hakkında bilgiler vermektedir. O dönemde veba salgını sırasında birçok Nasturi ölmüģ, kalanlar ise baģka yerlere göç etmiģ yahut yerli halk ile karıģmıģtır Nasturi-Türk Yazıtlarının Genel Özellikleri Nasturi-Türk yazıtlarının genel özellikleri için Çetin Cumagulov Ģu bilgileri vermektedir: Bu abideler için özel olarak hazırlanan değil, sadece yazmaya uygun ve düz olan çeģitli Ģekildeki taģlar kullanılmıģtır. Ortasındaki haç bazılarında çok güzel biçimde çizilerek yukarıdan aģağıya doğru haçın iki tarafına yazı yazılmıģtır. Bazen haçın alt tarafı da yazıyla süslenmiģtir. Süryani dilinde yazılan yazıtlar çoğunlukla kısa oluyorsa da Türk dilindekiler ise zengin içeriklidir. Mısra sayıları 4-5 ten baģlayıp e kadar görülmektedir. Yazıt öncelikle yukarı taraftaki mısradan 1 Bu baģlık altındaki bilgiler, tarihinde Prof. Dr. Çetin Cumagulov ile yapılan sohbette derlenmiģtir. 62

63 baģlanarak sağdan sola doğru okunur. Sonra haçın sağındaki yukarıdan aģağıya doğru yazılan satırlar okunur. Daha sonra sol alt taraftaki en son satırlar okunur. Yazıtın baģında Selevkid ve 12 hayvanlı takvime göre tarihlendirme yapılmıģtır. AraĢtırmacılar, eski yazıtlarda tarihlerin Süryani takvimine göre gösterildiğini belirtmiģlerdir. Ayrıca sonraki devirlerde ise Süryanice ve Türkçe olarak tarih verilmiģtir. Tarihi gösterildikten sonra ölen insanın ismi, yaģı, akrabalık durumu, hizmeti, mesleği hakkında bilgiler verilir. Türkçe yazıtlar, Aleksandır hükümdarının takvimine göre diye baģlar (Cumagulov, 2013: 16) Yeni Bulunan Nasturi-Türk Yazıtı Hakkında Ele alınan yazıt, Kırgızistan ın Çüy Eyaletine bağlı Kant Rayonunun Ġvanovka kasabasına yakın bir köyde 1990 lı yıllarda Nurak Abdırahmanov tarafından tarlada ekim-dikim iģleri yapılırken bulunmuģtur. Bulunan yazıt hakkında daha önce herhangi bir çalıģma yapılmamıģtır. TaĢın boyutu 21 cm x 16 cm dir. Ağırlığı 1600 gram olup taģın sol alt köģesinde bir miktar kırılma mevcut olmasına rağmen yazıda herhangi bir tahribat yoktur. Yazıt, 4 satırdan oluģmaktadır. 1. Satır Nasturi; diğer satırlar ise Türk dilindedir. Yazıtın okunması, tercümesi ve estampajı Prof. Dr. Çetin Cumagulov a aittir. 2 ġekil 1: Yazıtın genel görünümü ġekil 2: Yazıtın estampajı Yazıtın Transliterasyonu: 1) hnw kbrh 2) s bıçk n yly 3) t bıģk n 4) rdi ġekil 3: Yazıtın metni 3 Yazıtın Tercümesi 1) Bu kabir 2) Sabıçkan( ındır). (Ölüm) yılı 3) tavģan 4) idi. 4 2 Çetin Cumagulov hakkında detaylı bilgi için bk. Ali, Çelik, (2015) Çetin Cumagulov un Hayatı, Eserleri ve Türkolojiye Katkıları, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türkoloji Ana Bilim Dalı, BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, BiĢkek-Kırgızistan. 3 Bilgisayar destekli karakterlerde bazı eksiklikler bulunduğundan Prof. Dr. Çetin Cumagulov un kendi eliyle yazdığı metne yer verilmiģtir. 4 Daha düzgün bir ifadeyle: Bu kabir, tavģan yılında ölen Sabıçkan adlı kiģinindir. 63

64 Sonuç Nasturi-Türk epitafisi, Kırgızistan coğrafyasında bulunan epigrafik yazıtların en geniģini içermektedir (Djumagulov, 1987: 37). Yazıtların çoğunluğu 1800 lü yılların sonlarında bulunmuģ olmasına rağmen bazıları zaman içinde kaybolmuģtur yılında Moskova da düzenlenen Rusya Arkeologları Konferansında P. A. Guseynov: Nasturi- Türk yazıtları, orta devirlerdeki Asya ile Orta Asya arasındaki iliģkiler hakkında çeģitli bilgiler vermektedir ve verecektir. diye belirtmiģtir (Djumagulov, 1987: 37). P. A. Guseynov un görüģüne karģılık bu yazıtlar hakkında çalıģmalar yapan bilim adamlarının yayınlarını bulmak çok zordur (Djumagulov, 1971: 3). YapmıĢ olduğumuz bu çalıģmanın da bir nebze olsun alanına katkı sağlayacağını ümit etmekteyiz. Diğer taraftan günümüzde Nasturi-Türk yazıtlarının çoğu Sanpetersburg, Moskova, Almatı, BiĢkek gibi büyük Ģehirlerin müzelerinde toplanmıģtır. KAYNAKÇA ALBAYRAK, Kadir, Nestûrîlik, Ġslam Ansiklopedisi, C. 33, TDV, Ġstanbul, 2007, s CUMAGULOV, Çetin, GörüĢme, ÇELĠK, Ali, KiĢisel ArĢiv, DJUMAGULOV, Çetin, Yazık Siro-Tyurkskih (Nestorianskih) Pamyatnikov Kirgizii, Ġlim, Frunze, , Epigrafika Kirgizii II, Ġlim, Frunze, , Epigrafika Kirgizii III, Ġlim, Frunze, , Kırgızstandagı Nestorian-Türk Cazuu Estelikteri, BiĢkek,

65 ESKĠ KELĠME ĠÇEREN TÜRKÇE DEYĠMLERDE GEÇEN ÖLÇÜ BĠRĠMLERĠ Ġmren TASĠNOVA ÖZ: Dilin en etkili ifade araçlarından olan deyimler, nesilden nesile aktarılır ve toplumun yaşamını, kültürünü, değerlerini yansıtırlar. Geçmişten günümüze aktarılan deyimlerde, ölçünlü Türkçede yaşamını sürdürmeyen; eski kültürü, tarihi yansıtan sözcükler de korunmaktadır. Bildiride, ölçü birimleri ifade eden eski kelimeler içeren Türkçe deyimler ele alınmış ve incelenmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Deyim, Eski Kelimeler, Ölçü Birimleri. UNITS CONTAINED IN THE TURKISH IDIOMS WITH OLD-AGED COMPONENTS ABSTRACT: One of the most striking expressive means of language, idioms are transmitted from generation to generation and reflect the life, culture and values of the nation. Inherited from the past, idioms have survived such words that are not in active use in the literary Turkish language and reflect old culture and history. This report attempts to analyze the Turkish idioms which contain old-aged words meaning measuring units. Keywords: Idioms, Old-Aged Words, Measuring Units. GiriĢ Deyim bilim, diğer dil bilim dallarına göre araģtırılma tarihi genç olan bir dil bilim dalıdır. Dil bilim kitaplarında, farklı araģtırmacıların deyimlerle ilgili farklı tanımlar oluģturdukları görülmektedir. Türk dil bilimci Doğan Aksan deyimi, Belli bir kavramı, belli bir duygu ya da durumu dile getirmek için birden çok sözcüğün bir arada, seyrek olarak da tek bir sözcüğün yan anlamında kullanılmasıyla oluģan sözdür (Aksan, 1982: 37), diye açıklamaktadır. Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü nde deyim için verilen tanım Ģöyledir: Bir tür sözlüksel birim oluģturan anlambirim toplaģması; genellikle öz anlamından az çok ayrı bir anlam içeren kalıplaģmıģ söz (Vardar, 2007: 71). Zeynep Korkmaz a göre deyim, Gerçek anlamından farklı bir anlam taģıyan ve çekici bir anlatım özelliğine sahip olan kelime öbeği dir (Korkmaz, 1992: 43). Ali Püsküllüoğlu tarafından yapılan tanıma göre, Anlatıma akıcılık, çekicilik katan çoğunun gerçek anlamından ayrı bir anlamı bulunan genellikle de birden çok sözcüklü dil öğesi, kalıplaģmıģ sözcük topluluğu dur (Püsküllüoğlu, 1995: 7) deyim. Ömer Asım Aksoy a göre deyimler, Bir kavramı, bir durumu, ya çekici bir anlatımla ya da özel bir yapı içinde belirten ve çoğunun gerçek anlamlarından ayrı bir anlamı bulunan kalıplaģmıģ sözcük topluluğu ya da tümce dir (Aksoy, 1988 a : 52). Yusuf Çotuksöken deyim için, En az iki sözcükten kurulan, konuģmada ve yazıda anlatım gücünü artıran, anlam yönünden yer yer mantık dıģına taģan bölümleri olabilen, yapısındaki kimi sözcükleri anlam değiģmesine uğrayan, kalıplaģmıģ söz öbeklerine verilen addır (Çotuksöken, 1992: 5), açıklamasını getirmiģtir. Deyim teriminin anlamı için Türkçe Sözlük e (Türkçe Sözlük 1, 1988: 368) baģvurduğumuzda ise, Genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, ilgi çekici bir anlam taģıyan kalıplaģmıģ anlatım, tabir açıklamasının yapıldığını görüyoruz. Deyimler hakkında çok sayıda farklı tanım olmasına rağmen, Ģunu belirtmek gerekir ki, deyimleri oluģturan sözcüklerden en az bir tanesi belirli bir derecede gerçek anlamının dıģında kullanılır ve deyimlerde kolay kolay değiģmeyen bir kalıplaģma mevcuttur. KalıplaĢma yoluyla da anlam bütünlüğü yaratılır. Öğrenci, ġumnu Piskopos Konstantin Preslavski Üniversitesi BeĢeri Bilimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. imren.m@abv.bg 65

66 Nesilden nesile aktarılırken deyimler; gerek toplumun yaģamını, kültürünü, değerlerini, gerekse dilin kelime açısından zenginliğini yansıtır. Türk dili, dilin en etkili ifade araçlarından olan deyimler bakımından zengin bir dildir. GeçmiĢten günümüze aktarılan deyimlerde, ölçünlü Türkçede yaģamını sürdürmeyen yani eski sözcüklere rastlanır. Türkçenin ilk yazılı belgelerinden beri Türk yazılı metinlerinde deyimlerin izlerini sürebiliyoruz: atı küsi yok bolmak adı sanı yok olmak, balıkdakı tagıkmak tagdakı inmek Ģehirdeki dağa çıkmak, dağdaki inmek, baģlıgıg yüküntürmek tizligig sökürmek baģlıya baģ eğdirmek, dizliye diz çöktürmek, içre aģsız taģra tonsuz içerisi aģsız, dıģarısı esvapsız; karnı aç, çıplak, körür gözü görmez teg bilir biligi bilmez teg bolmak görür gözü görmez gibi, erer aklı ermez gibi olmak, közi kaģı yablak bolmak gözü kaģı fena olmak, ödine küni tegmek ödüne günü değmek, tün udımamak küntüz olurmamak gece uyumamak, gündüz oturmamak, kızıl kanın tökütmek kızıl kanını akıtmak, iģiğ küçüğ birmek iģini gücünü vermek, hizmet etmek, ölü yitü kazganmak öle yite, ölesiye çalıģıp kazanmak, sabın sımak sözünü kırmak, uça barmak uçup gitmek gibi (Sinan, 2001: 60-61). Bir dilin sözvarlığı, o dilin konuģulduğu ülkenin tarihi sürecinde meydana gelen tüm değiģikliklerden etkilenir. Bu durum, sözvarlığında değiģimlere neden olup, bu değiģiklikler dile yansır. Dil Devrimi ile Farsça ve Arapça baģta olmak üzere yabancı dillerden geçmiģ kelimelerin Türkçeleriyle değiģtirilme çalıģmaları baģlatılmıģ ancak bunlardan bazıları Türkçeleriyle değiģtirilirken bazıları da Türkçede kalarak kullanımdan kalkmamıģtır. Buna örnek olarak sözcük ile Arapça kelime, kiģi ile Arapça insan kelimelerini gösterebiliriz. Golovin (B. N. Golovin, 1977: 73), Maslov (Yu. S. Maslov, 1987: 196) vs gibi birçok Rus dil bilimci kullanımdan kalkan sözcükleri arkaizm olarak nitelendiriyor. Yukarıda adı geçen dil bilimcilere göre, arkaizmler iki türe ayrılır: ilki, tarihî dönemlere ait nesne ve olaylar yani istorizimler, ikincisi ise, güncel biçimleri olan sözcüklerin eskimiģ Ģekilleridir. Türk sözcük biliminde, sözcüklerin eskimesi süreci için kelime ölümü ya da sözcük ölümü terimleri kullanılır. Türk dil bilimci Doğan Aksan a göre, sözcüğün gösterdiği nesnenin, toplumun ve bireyin yaģamında artık yeri kalmaması, tanınmaz olması (Aksan, 2007: 23) ile sözcükler eskir. Ünlü dil bilimci, sözcüklerin eskimesinde iki nedenin rol oynadığını belirtir. Bu sebeplerin ilki, Osmanlı Ġmparatorluğu nun yıkılıģıdır. YıkılıĢ neticesinde, saray hayatını tanımlamak amacı ile kullanılan birçok sözcük kullanımdan düģer. Bu sözcüklere örnek olarak Ģunları gösterebiliriz: enderun, sekbanbaģı, iç oğlanı vs. Ġkinci neden ise, bir sözcüğün aktif kullanımdan düģerek yerine eģ anlamlı bir sözcüğün getirilmesi ile ilgilidir. Ünlü dil bilimci Doğan Aksan a göre, Her dilde, ister, biri yabancı kökenli olsun, ister her ikisi de yerli olsun, bu türden eģanlamlı çiftlerine iliģkin bir olgu göze çarpar: Birbirine eģ ya da çok yakın anlamlı sözcükler arasında bir yaģam kavgası olur; bunun sonucunda bunlardan biri dilden silinir; kimi zaman da Türkçede olduğu gibi, ancak ikilemelere tutunarak dilde kalmayı baģarır. Örneğin daha Köktürkçe döneminde kullanılan ebirmek (evirmek) bugün unutulmuģ, ancak evirmek çevirmek ikilemesinde kalmıģtır (Aksan, 1999: 80). Daha önce de belirttiğimiz üzere, sözcüklerin eskimesi sürecini göstermek amacıyla Türk sözcük biliminde kelime ölümü yahut sözcük ölümü terimleri kullanılır. Aynı zamanda arkaik ve arkaizm terimleri için Türkçe Sözlük te Ģu tanımlama yapılmıģtır: arkaik s. Fr. archaïque 1. Arkaizmle ilgili, eskimiģ (söz veya eser). 2. Güzel sanatlarda klasik çağ öncesinden kalan (Türkçe Sözlük, 1988: 86). arkaizm is. Fr. archaïsme 1. ed. KonuĢulan ve yazılan dilde, kullanımdan düģmüģ olan eski söz ve deyim. 2. Kullanıldığı çağdan daha eski bir çağdan kalma bir biçimin, bir yapının özelliği (age., s. 86). Gramer Terimleri Sözlüğü nde Zeynep Korkmaz; eski, eskicilik, eski kelime, eskilik terimlerini Ģu Ģekilde tanımlar: eski (Alm. Arkaistisch; Fr. Archaique; Ġng. archaic) Eskiye ait, eski devirden kalma arkaik, kalıntı. eskicilik (Alm. Arkaismus; Fr. Archaisme; Ġng. archaism) Eskiye bağlılık, artık kullanılıģtan düģmüģ olan eski kelimeleri veya kelimelerin eski biçimlerini kullanma; kalıntı kelimeleri kullanma, bk. ve krģ. eskilik, eski kelime. eski kelime (Alm. Erbrvort; Fr. Mot archaique; Ġng. Archaic Word; Osm. miras kelime, ta 'bîr-i metruk, ta 'bîr-i mehcûr) Bugün artık kullanılıģtan düģmüģ bulunan veya eski biçimi ile kullanılan kelime; arkaik kelime; kalıntı kelime; gökçek güzel, esrük sarhoģ, bencileyin benim gibi, heybetlü, haģmetlü, hatun, kaygulanmakvh. eskilik (Alm. Archaismus; Fr. Archaismea; Ġng. archaism) Eskiden kalma; yazı ve konuģma dilinde artık kullanılıģtan düģmüģ olan, dilin eski veya tarihî devirlerine ait kelime, deyim ve Ģekiller: adaklı sözlü, ağu ağı, zehir ; demiri demir rengi, patlıcanî patlıcan rengi, gendüzi kendisi, gözgü 66

67 ayna, ıldız yıldız, ogrı hırsız, urmak vurmak, sayrı hasta, akıl kulağına okumak aklına getirmek, hatırına düģürmek vb. Ayrıca bk. eski kelime (Korkmaz, 1992: 84-85). Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü nde Berke Vardar, eskil biçimi Ģöyle tanımlamıģtır: [Alm. Archaismus] [Fr. archaisme] [archaism]: Kullanımdan düģmüģ, dilsel çevrimden çıkmıģ bulunan sözlüksel birim, sözdizimsel olgu, vb. (Vardar, 2007: 93). Bu çalıģmamızda eski kelimeler derken günümüzde kullanılmayan ancak bazı deyimlerde, söz birliklerinde varlığını sürdüren, Türkçe Sözlük te eskimiģ kaydı düģülen kelimeler kastedilmektedir. ÇalıĢmamızın amacı doğrultusunda, Ömer Asım Aksoy un Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, II- Deyimler Sözlüğü nü (Aksoy, 1988) incelemiģ olduk, elde ettiğimiz eski kelime içeren deyimler içerisinden ölçü birimleri ifade eden sözcükler içeren deyimleri bildirimizde ele almayı amaçladık. Bildiri konusu deyimlerin kullanımlarına dair bilgileri aktardıktan sonra deyimlerin kendilerine bu çalıģmada yer verilecektir. ġunu belirtmek gerekir ki, varsa, ölçü birimi içeren ve ağızlarda kullanılan deyimler bu çalıģmamızın konusu değildir ve çalıģmamız dıģında tutulacaktır. Deyimler Sözlüğü ile yaptığımız çalıģma sonucunda, eski kelime içeren ve bu eski kelimesi ölçü birimi anlamı taģıyan 18 adet deyim tespit edilmiģtir. Bu deyimleri, alfabetik olarak aģağıda olduğu gibi sıralayabiliriz: 1- Ağzından dirhemle çıkmak: Bk. Söz ağzından dirhemle çıkmak (Aksoy, 1988: 543) 2- Alacağın bir iğne, çeliğin okkasından sana ne: UğraĢtığın konu o denli büyük iģlerle ilgilenmeni gerektirmiyor (age., s. 558) 3- Altı okka etmek (Birini): Birkaç kimse, bir kiģiyi kollarından, bacaklarından tutup yukarı kaldırmak (age., s. 569) 4- ArĢını ile alır, sındısı ile keser: ĠĢine gelen konuyu (ya da Ģeyi) ele alır; onu istediği biçimde yürütür (age., s. 584) 5- Bir batman ekmekle bir it ayartamaz: Kendisinden beklenen hizmeti en uygun koģullar elinde olduğu halde- beceremez (age., s. 643) 6- Bir çekirdek geri kalmamak: Bir kimseden pek az da olsa aģağı kalmama, onunla aynı düzeyde bulunma çabası içinde olmak (age., s. 644) 7- Bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek: Çok geniģ iģ yaparak az bir verim elde etmek (age., s. 645) 8- Dirhemini yiyen it kudurur (O sözün): Ona öyle ağır, acı sözler söyledi ki (age., s. 724) 9- Endazeye gelmemek: Ölçülememek, hesaplanamamak (age., s. 767) 10- Endazeye vurmak: Ölçmek, ölçüp biçmek (age., s. 767) 11- Halep oradaysa arģın burada: Vaktiyle (falan yerde) Ģunu yapmıģtım demekle yeterliliğini kanıtlamıģ olmazsın. Gereken koģullar hazır. Hadi (burada da) yap görelim (age., s. 837) 12- Ġki dirhem bir çekirdek: Çok Ģık, pek güzel ve özenli giyinmiģ (age., s. 875) 13- Kendini dirhem dirhem satmak: Çok nazlı davranmak (age., s. 923) 14- Lakırdı ağzından dirhemle çıkmak: Çok az konuģmak (age., s. 955) 15- Okka çekmek: Büyüklüğüne göre ağır olmak (age., s. 985) 16- Okkalı kahve: Bol kahve ile yapılmıģ ve büyük fincana konulmuģ kahve (age., s. 985) 17- Okkanın altına gitmek: Haksız yere ezilmek; bir zarar, bir ceza görmek (age., s. 985) 18- Söz ağzından dirhemle çıkmak: Çok az konuģmak (age., s. 1043) Görüldüğü üzere, bazı ölçü birimleri birden fazla deyimde kullanılmıģtır. Tespit ettiğimiz, ölçü birimi teģkil eden eski kelimeleri ve bunların geçtiği deyimlerin sayısını Ģöyle gösterebiliriz: dirhem- 7 deyim okka- 5 deyim arģın- 2 deyim çekirdek- 2 deyim batman- 1 deyim endaze- 2 deyim Türkçe Sözlük te dirhem kelimesinin açıklaması Ģöyle yapılmıģtır: dirhem is. Ar. Dirhem esk. 1. Okkanın 400 de 1 ine eģit olan, 3,148 gramlık eski bir ağırlık ölçüsü; Ġstanbul için bir dirhem 3,207 gr olarak tespit edilmiģtir. 2. Bir tür gümüģ para. (Türkçe Sözlük 1, 1988: 382). Dirhem sözcüğünü içeren deyimlerde dirhem kelimesi, bir Ģeyin miktar olarak, yapılıģ Ģekli olarak az, yavaģ yapılması anlamını verir. Okka sözcüğünün tanımlamasına gelince, okka is. Ar. esk gr lık ağırlık ölçüsü birimi; 400 dirhem bir okka ederdi, kıyye (Türkçe Sözlük 2, 1988: 1101). 67

68 Ġki deyimde rastladığımız arģın kelimesi, is. esk. YaklaĢık olarak 68 cm ye eģit olan uzunluk ölçüsü dür (Türkçe Sözlük 1, 1988: 88). Kullanıldığı iki deyimde arģın kelimesi, deyimlerde bahsi geçen Ģeyin, kiģinin ölçüsü anlamında kullanılmıģtır. Ġki dirhem bir çekirdek deyiminde kullanılmıģ olan dirhem kelimesinden baģka, çekirdek sözcüğü de eski kelimedir. Bu kelimenin Türkçe Sözlük te verilmiģ 5.yerdeki açıklamasına göre anlamı, esk. Kuyumculukta kullanılan ve beģ santigrama eģit olan ağırlık ölçüsü dür (Türkçe Sözlük 1, 1988: 288). Tek deyimde karģımıza çıkan batman sözcüğü, is. esk. Miktarı bölgelere ve tartılacak Ģeylere göre değiģen eski bir ağırlık ölçüsü dür (Türkçe Sözlük 1, 1988: 158). Bir batman ekmekle bir it ayartamaz deyiminde batman sözcüğü bir Ģeyi elde edebilmek için gerekli en iyi koģullar anlamını vermektedir. Bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek deyiminde de, arkaik dirhem kelimesi ile tartı, ağırlık ölçüsü (Türkçe Sözlük 1, 1988: 286) anlamı taģıyan çeki kelimesi aynı deyimde kullanılmıģtır. Burada dirhem sözcüğü az olan, düģük miktarı belirtmek için kullanılırken, çeki sözcüğü de bunun tersi olanı, yani fazlayı belirtmek için kullanılmıģtır. Endaze sözcüğü için Türkçe Sözlük te verilmiģ tanımlama Ģöyledir: is. (enda:ze) Far. endâze esk cm boyunda bir uzunluk ölçüsü; (Türkçe Sözlük 1, 1988: 456). Her iki deyimde de endaze kelimesi ölçmek, ölçü almak anlamında kullanılmıģtır. Ömer Asım Aksoy un Deyimler Sözlüğü nü tarayarak eski (arkaik) kelime içeren deyimleri tespit ettikten sonra, iģbu çalıģmamızın konusu gereğince bu deyimler arasından ölçü birimi ihtiva edenleri ayırdık. Kısa çalıģmamızla dikkatinize sunduğumuz bu deyimleri, içerdikleri ölçü birimlerinin anlamları bakımından incelemeye çalıģtık. Sonuç ÇalıĢmamız sonucunda gördüğümüz üzere, günümüzde kullanılmayan ancak deyimlerde yaģayan ve ölçü birimi teģkil eden sözcükler vardır. Bu eski sözcükler tarihi geçmiģimizin birer hatırası olarak, deyimlerimiz aracılığı ile varlığını sürdürmekte ve dilimize zenginlik katmaktadır. GeçmiĢ nesillerin gelecek nesillere armağanı olarak dilimizde yaģayan, eski kelimeler içeren bu deyimlerin araģtırılarak tespit edilmesi, bunları inceleme çalıģmalarının artırılması, kanaatimizce sözvarlığı araģtırmaları için yararlı olacaktır. KAYNAKÇA AKSAN, Doğan, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim 3, TDK Yayınları, Ankara, , Anlambilim, Anlambilim Konuları ve Türkçenin Anlambilimi, Engin Yayınevi, Ankara, AKSOY, Ömer Asım, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, I-Atasözleri Sözlüğü, Ġnkılap Kitabevi, Ankara, 1988 a , Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, II-Deyimler Sözlüğü, Ġnkılap Kitabevi, Ankara, 1988 b. ÇOTUKSÖKEN, Yusuf, Deyimlerimiz, Özgül Yayınları Eğitim ve Öğretimde Kaynak Kitaplar Dizisi 2, 2. bs., Ġstanbul, GOLOVIN, B. N., Введение в языкознание, Москва, Высшаяшкола, KORKMAZ, Zeynep, Gramer Terimleri Sözlüğü, TDK Yayınları, Ankara, MASLOV, Yu. S., Введение в языкознание, Москва, Высшаяшкола, PÜSKÜLLÜOĞLU, Ali, Türkçe Deyimler Sözlüğü, ArkadaĢ Yayınları, Ankara, SĠNAN, Ahmet Turan, Türkçenin Deyim Varlığı, Kubbealtı Yayınları, Malatya, Türkçe Sözlük 1-2, TDK, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, VARDAR, Berke, Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü, Multilingual Yabancı Dil Yayınları, Ġstanbul,

69 ЗДРАВЕ/БОЛЕСТ И КОМПЮТЪРНА ТЕРМИНОЛОГИЯ Дияна НИКОЛОВА * РЕЗЮМЕ: Целуа на суауияуа е да се разгледау уерминиуе преминали оу медицинскауа уерминология в сисуемауа на българскауа и рфскауа компюуърна уерминология. Въз основа на семануично преосмисляне се давау нови значения на уерминиуе оу медицинскауа уерминологична сисуема и се образфвау нови уерминологични единици, коиуо се използвау акуивно в сферауа на иновационниуе уехнологии (ИТ). Този процес на формиране на уерминиуе се нарича реуерминологизация. Основен меуод е медицинскауа меуафора, познауа още оу древносууа. Предлага се сравниуелен фреймов анализ на концепуфалнауа меуафора вирус, въз основа на кояуо са пренесени уермини оу сферауа на медицинауа в компюуърнауа уерминология. С помощуа на реални и попфлярни вече знания, следвайки уози модел се обяснявау вируфални поняуия. Ключови думи: Компюуърна Терминология, Меуафора, Реуерминологизация. HEALTH / ILLNESS AND COMPUTER TERMINOLOGY ABSTRACT: The purpose of this article is to examine the terms passed from the medical terminology in the system of Bulgarian and Russian computer terminology. Based on semantic rethinking give new meanings to the terms of the medical terminology system and create new terminological units, which are actively used in the field of innovative technologies (IT). This process of formation of the terms is called reterminologization. The main method is a medical metaphor, known since antiquity. Keywords: Computer Terminology, Medical Metaphor, Reterminologization. Увод Съвременният човек не може да си представи своето ежедневие без иновационните технологии (компютри, комуникации, аудио-визуална техника и т.н.), които са неделима част от неговите битови, социални и професионални дейности. Бързото развитие и обновяване в тази област през последните години е съпроводено с бързото навлизане и актуализиране на съответните нови понятия, които отразяват иновациите в тази сфера. Появата на много терминологични единици за кратък период от време и активното им използване в масовото общуване, извън сферата на терминологията, е основание да се говори за засилена терминологизация на речта като характерна особеност на съвременната българска и руска лексикална система. Посоченото схващане се подкрепя от факта, че съществен дял от българската (Колковска, 2011: 518) и руската (Васильева, 2001) неология заемат именно новите термини и новите терминологични значения. Това налага фокусиране на вниманието към процесите, вследствие на които възникват тези нови единици. При изграждането на нови понятия и тяхната номинация чрез създаване на съответното название новата лексикална единица използва деривационните възможности на езика, в който възниква и е конструирана при съобразяване със съответните словообразувателни норми (Симеонова, 2011: 23). За един от най-перспективните и продуктивни начини за терминообразуване се смята терминологизацията. Това е процес, при който се осъществява семантично преосмисляне на общоупотребими лексикални единици (Манолова, 1984: 47; Попова, 1985; ТРХН: 439), в резултат на което те започват да функционират като термини. Според В. Даниленко пътят за приспособяване на общонародни думи в качеството им на терминологични наименования преминава през семантична специализация, която започва с употребата им в особени контексти (Даниленко, 1977: 98). Авторката споменава и за полисемантични по природа общонародни думи, приспособени да назовават специални понятия, употребявани в няколко различни области, където изразяват едно от присъщите им значения (Пак там: 99). * Дияна Николова, асистент в Шуменски университет Епископ Константин Преславски. diana_gn@abv.bg/ 69

70 Компютърната терминология използва както стандартни думи от общоупотребимата лексика, така и думи от други професионални подсистеми като например от медицинската (virus вирус, hygiene мерки, които се предприемат за предотвратяване зараза на компютъра с вируси, clone пиратска версия на софтуер или копие на цялата компютърна система и др.). Целта на статията е да се разгледат именно термините преминали от медицинската терминология в системата на българската и руската компютърна терминология. Въз основа на семантично преосмисляне се дават нови значения на термините от медицинската терминологична система и се образуват нови терминологични единици, които се използват активно в сферата на иновационните технологии (понататък ИТ). Друг терминообразувателен процес, който представлява интерес за много учени, е образуването на термини в една терминологична система чрез семантично преосмисляне на термини от друга система. В руската терминология този процес се нарича транстерминологизация пренос на готов термин от една дисциплина в друга с пълно или частично преосмисляне и превръщането му в междудисциплинарен омоним (Суперанская, Подольская, Васильевна, 2012: 194), а в българското терминознание този процес се назовава по два различни начина. Според Л. Манолова (1984: 50) този процес е терминологизация на термини, а авторите на Терминологичен речник по хуманитарни науки (ТРХН, 2007: 354), М. Попова (2012: 539) и Е. Петкова (2010: 53) използват термина ретерминологизация. Ще се съгласим с мнението на С. Колковска, че макар и донякъде условен 1, терминът ретерминологизация е удобен поради своята краткост (Колковска, 2011: 518). Някои учени смятат термините, образувани чрез ретерминологизация за полисемантични (Головин, Кобрин, 1987: 49-51), а други за омонимни. Според Л. Манолова именно ретерминологизацията води до междусистемна омонимия, като при нея си взаимодействат две отделни лексикални единици изходният термин и възникналият от него термин (Манолова, 1984: 51). По начина на своето протичане този процес представлява семантична деривация (Петкова, 2010: 51). Фокусът на вниманието ни е насочен основно върху взаимодействието на терминологични единици от коренно различни терминологични области при назоваването на нови понятия. Това взаимодействие протича между изходния термин от медицинската терминологична област, подложен е на преосмисляне, и възникналото ново значение в областта на компютърната терминология в българския и руския език. Ще отбележим само отделни особености на извършения семантичен пренос чрез метафоризация. В някои случаи ретерминологизацията се свързва и с процеса на калкиране, тъй като е възможно тя да е предизвикана от следване на чуждоезиков модел. Според изследванията на Д. Благоева (2003: 135) семантично калкиране се наблюдава при лексеми, които развиват ново преносно значение, като възпроизвеждат семантичната структура на еквивалентните многозначни думи от съответния чужд език. Този процес се определя още като семантично заемане или семантична индукция, при което се има предвид, че чуждоезичното влияние е само импулс за развитието на семантиката на съответната домашна дума. Така например новото значение на медицинския термин вирус, на който ще обърнем основно внимание, може да се разглежда и като проява на калкиране, тъй като е резултат от влияние на английския език, но в статията няма да се акцентира на това дали новите терминологични значения са възникнали чрез калкиране или по български или руски модел, тъй като този въпрос е свързан с друг аспект на появата на новата семантична единица в езика. В настоящата статия ще обърнем конкретно внимание и на метафората, в частност на медицинската метафора, като семантична техника (Попова, 2012: 349) и един от деривационните модели на ретерминологизацията. Известна още от древността, по своята същност, метафората отразява националния характер, тъй като всеки народ има свой собствен, доминиращ тип за получаване на информация от обкръжаващия го свят. Съответно, признакът, лежащ в основата на преноса в терминообразуването е различен (Рябав, 2009: 184). В съвременната наука метафората се разглежда като ментална операция, когнитивен инструмент и начин за познание, концептуализация и оценка на действителността. Медицинската метафора не е нов метафоричен модел за осмислянето на света. 1 Условността на термина ретерминологизация е свързана с това, че той означава не повторна терминологизация, както би могло да се заключи от неговата форма, а терминологизация на вече възникнал термин (Колковска, 2011: 528). 70

71 Още в Древна Гърция философите я асоциират с пороците на обществото (Стоянова, 2012: ), което е валидно и днес в различни дискурси. Метафората, като средство за номинация, има универсален характер, който освен в литературата, философията, психологията, публицистиката и др., дава своя принос и в научния дискурс (Артюнова, 1990: 5). Обръщането към метафората, според С. С. Гусев не се дължи на интелектуалното безсилие на човека, а на това, че метафората е способна да служи като средство за получаване на ново знание, създавайки мощно асоциативно поле с помощта на ограничен диапазон от средства за изразяване, в частност образи и символи (Гусев, 1984: 126). По време на комуникацията научната метафора дава възможност на говорещия да формулира своето откритие, а на слушащия да разбира новината и едновременно с това да изгради нови стратегии за интерпретация на изследваното явление. Повечето изследователи са склонни да смятат, че метафоричната номинация е възможна при наличието на асоциативни връзки по сходство (форма, външен вид, функции и др.). Метафоричните термини играят основна роля при първоначалното наричане на несъществуваща до този момент информация за обекти и процеси, т.е. изпълняват функцията на фиксиране на междинното знание. Едновременно с това трябва да се подчертае, че терминът, образуван чрез метафоризация е пълноценен термин, свързващ научният и специфичният за дадена сфера концепт, изразен чрез предшестващия опит както на индивида, така и на съответната общност от хора (Лейкоф, Джонсън, 1980; Рябав, 2009: 184). Една от сферите, в които метафоризацията има огромно значение е сферата на ИТ. Като средство за номинация, метафората се използва широко за номинация на специфични понятия от компютърната терминология за програмното и апаратно осигуряване, услуги, периферия, носители на информация и др., при това се използват разнообразни и добре отработени метафорични модели (човек, животно, война, транспортно средство, път, храна, медицина и т.н.) (Караулов, 2002: 5). Концептуалната метафора компютър е човек, позволява описание на работата и функциониране на апаратните средства и програмното осигуряване, прилагайки лексика, характеризираща действията и жизнените процеси на човека. Компютърните действия се персонифицират: компютърът има мозък (brain CPU), памет (memory), език (language), може да го заразиш с вирус и да го излекуваш (to infect, to recover, a virus, an antivirus-test), може да умре (to die), да влезе в конфликт (to fight, to conflict), да разбира подадени команди (to understand instructions), да управлява (to handle), да говори (to speak) и др. Склонността на човека да търси и намира аналогия, да прави асоциации във всичко, според нас, позволява производството на многоаспектно съпоставяне на реални и виртуални понятия, като пренася не само характерни действия и характеристики на даден обект или действие, но и система от реални връзки и действие от реалния живот. Това явление се илюстрира с пренесени термини от медицината. Какво всъщност е медицината? Според тълковните речници и в руския и в българския език науката медицина, чието название от латински произход (medicus лечител ) се дефинира като съвкупност от науки за болестите, тяхното лечение и предотвратяването им. Тя едновременно изучава човешкия организъм и неговите системи, диагностицира заболяванията, лекува и предпазва от болести, като създава лекарства и технологии за лечение. Основна опозиционна, антонимична двойка в медицинската терминология са понятията за здраве и болест. В тълковните речници в руския и българския език тези термини се определят съответно: здравето е състояние на организма, характеризиращо се с нормална дейност на органите (в бълг.) и нормално състояние на организма, при което всичките му органи действат правилно (в руск.); а болестта, съответно е нарушение на нормалната дейност на организма (в бълг.) и конкретно заболяване, нарушаващо дейността на организма (или негови отделни органи), разстройство на здравето (в руск.). От предходните определения можем да заключи и какви са метафоричните преноси и асоциации. Здравето се асоциира с баланс, с равновесие и нормалното протичане на всички процеси, добра работа, а болестта или симптомите за болест нарушават това равновесие. Тези понятия влизат в концептосферата на колективната езикова личност. Същността им се изразява в тяхното противопоставяне и единство. Обобщавайки всички определения за здравето и болестта можем да заключим, че здравето е липса на болест и обратно болестта е липса на здраве. Именно тази връзка е основата, на която се извършва ретерминологизацията чрез метафорично преосмисляне на медицинските термини, сходните процеси и аналогията им с боледуването, респективно и излекуването му. Както отбелязва Л. Кирова (2006) при така наречените тематични метафори в голяма част от случаите семантичният пренос се осъществява чрез заемане на значение, което е последвано от неговите възможни тематични разклонения. Такъв е случаят със 71

72 значението на вирус, който поражда термини в компютърния дискурс, заети също от медицинската терминология, а именно: заразявам, лекувам, незаразен, здрав, инфектиран, размножаване, ваксина, инжекция, ваксинация, доктор, антивирусна програма, антивирусен изследовател, инкубационен период, диагностицирам, рехабилитация и пр. Тези термини се свързват аналогично с повреждането на компютъра или част от него, съответно с неговото диагностициране, лечение и рехабилитация. По всяка вероятност, създателите на термина вирус в ИТ са се придържали към тази концепция и асоциация. Като един от основните семантични преноси от областта на медицинската терминология в компютърната терминология, на който ще обърнем специално внимание, не може да не се върнем към етимологията на думата. Вирус ( virus ) е лексема от латински произход и първо е означавала слуз, болестотворна отрова, отрова, което говори за полисемантичността на думата още в латинския език. По-късно със стесняване на значението, в едно от семантичните направленията на многозначната дума, се достига до образуване на съвременното медицинско значение, а именно микроскопичен патоген, който инфектира клетки в живи организми; може да се възпроизвежда единствено като подчинява и контролира други клетки, понеже самият той не притежава собствен клетъчен апарат за самовъзпроизвеждане. От определението можем да заключим, че вирусът причинява заболяване на организма, което го свързва директно с концепта болест от медицинския дискурс. Анализирайки дефинициите на термина вирус в тълковните речници на английски (защото семантичния пренос е направен в този език), български и руски език (вж. Таблица) можем да определим три значения на лексемата. American Heritage Dictionary Any of various submicroscopic agents that infect living organisms, often causing disease, and that consist of a single or double strand of RNA or DNA surrounded by a protein coat. Unable to replicate without a host cell, viruses are typically not considered living organisms. A disease caused by a virus A computer program or series of commands that can replicate itself and that spreads by inserting copies of itself into other files or programs which users later transfer to other computers. Viruses usually have a harmful A harmful or destructive influence Большой толковый словарь русского языка. Ред. Кузнецов С.А. Мельчайший микроорганизм, способный к воспроизведению лишь в клетках более высокоразвитых существ и вызывающий инфекционные заболевания у человека и животного. То, что вызывает, порождает какие-либо отрицательные социальные или психологические явления. Специальная компьютерная программа, способная самопроизвольно присоединяться к другим программам и при запуске последних выполнять различные нежелательные действия: стирать данные, портить файлы и т.п. Речник на българския език (БАН) Причинител на заразна болест у човека, животните е растенията, по-малък по размери от известните досега болестотворни микроби. Програма, която се прикрепва към файлове или се самозаписва на определени места върху диск или дискета, като се задейства при активирането на съответното дисково устройство или файл, при което може да причини щети в компютърната система (повреди в диска, изтриване на данни и др.) Въпреки, че в българските речници не е фиксирано трето значение на термина вирус, в медиите се забелязва неговото активна употреба, което потвърждава само факта, че терминографията изостава от развитието на езика. Според определенията в английски и руски можем да отбележим три основни дискурса на лексемата вирус медицински, компютърен, 72

73 социален, което от своя страна води до фиксирането на три термина от три различни сфери: медицински вирус, компютърен вирус и социален вирус. Предмет на нашето изследване е компютърният вирус. За първи път терминът компютърен вирус се употребява със значение вредна програма, внедряваща се в компютърната система през 1973 г. във фантастичния филм Wastworld, като три години по-рано през 1970 г. в сп. Venture са описани вирусна и антивирусна програма Virus и Vaccine във фантастичния разказ на Грегори Бенфорд, но без да се споменава конкретен термин. За първи път лексемата вирус се употребява от Ю. Краус в дипломната му работа "Selbstreproduktion bei Programmen" (Краус, 1980). Терминът компютърен вирус е образуван чрез ретерминологизация. При някои термини от този тип (словосъчетания) се получава съкращаване на техния състав до единия от компонентите (главния) чрез универбация и по този начин получаваме краткия вариант вирус. По същия начин са получени и термините, отново преосмислени и пренесени чрез метафоризация от медицинската терминология компютърна инжекция > инжекция; компютърен вирусолог > вирусолог. При такива случаи новото значение се изразява както от термина словосъчетание, така и от останалата след съкращаването му лексема, поради което, често в речниците се посочват и двете лексикални единици. Трябва да уточним, че универбацията не е получена на българска или руска почва, а още в английския език, откъдето идва и терминът. Какво всъщност е компютърен вирус? Това е малка по размер програма, чиято задача е да наруши работоспособността на компютърната система, да изтрие, повреди, а понякога и да закодира важна информация, т.е. да нанесе вреда и да разболее компютърната система. Вирусът се разпространява между компютрите по мрежата или чрез преносим носител на информация (дискета, диск, флаш памет и др.) като забавя работата на компютъра, претоварва каналите и блокира или предизвиква работата на нежелани услуги. Главната особеност на всеки вирус е умението да се размножава произволно и да се разпространява без участието на потребителя. Основната задача на вируса е да зарази възможно най-много компютри. Според историческото развитие на вирусологията и определяне на особеностите за концептуализация в медицинския дискурс могат да се определят следните етапи: епидемия, инфекция, размножаване. Всеки етап обединява базови концепти, следващи и реализиращи определен сценарий или модел на ситуация, в която един от участниците е вирусът. Интересен е фактът, че като се проследи историческото развитие на компютърната вирусология се уточнява разбирането за компютърен вирус през призмата на концептуалната система на медицинската вирусология. Тези етапи участват като концептуални метафори и в компютърната вирусология, но последователността на появяването им е в обратен ред, а именно: размножаване, инфекция, епидемия (Мишланова, Исаева, Суворова, Семиглазов, 2014). Първият етап размножаване се базира на представата за саморепродуциране, където се търси аналогията с клетката, в генома на която се вгражда вирусът и започва своето възпроизводство. Компютърният вирус е малка програма, която е способна да се саморазмножава или самомодифицира в работеща изчислителна среда, предизвикваща нежелани последствия за ползвателя. Вторият етап инфекция се формира на базата на представата за взаимодействието на вируса и организма-приемник (в случая компютъра) и последствията от проникването му. Компютърният вирус може да повреди компютъра, част от него (диск, памет), да изтрие данни, да забави работата му, да спре или включи услуги, команди, които ползвателя не е задавал или не желае да използва и други проблеми в работата. За да не заразим с компютърен вирус е необходима превенция или хигиена на работа, а именно да не се ползват чужди непроверени за вируси устройства, да се направи резервно копие (clone клониране) на файловете и програмите, да се инсталира антивирусна програма (софтуерно приложение, предназначено за предпазване от и отстраняване на компютърни вируси и други злонамерени програми при персоналните компютри) или ваксина (vaccines програма, която се инжектира в.exe файл, за да извърши проверка на сигнатура и да предупреди, ако са направени някакви промени, vaccination настройване на системата, с помощта на антивирусна програма, за откриване на неизвестни вируси и прекратяване на действието им). Има много антивирусни програми, чиито имена включват термина доктор (Windows doctor, Norton doctor, PC doctor и др.), които лекуват заразения с вирус компютър. Доколкото повреденият компютър може да се съпостави с пациент, който е заразен с вирус и е болен, а програмата предизвикала заболяването е вирус, то това взаимодействие се асоциира с инфекцията. 73

74 За третия етап епидемия е характерна аналогията със заразата, особено, характерна в големи мащаби за мрежовите вируси, чиято цел е да се възпроизвеждат максимално бързо и да заразяват и поразяват колкото се може повече компютри, което води до епидемия. Предвид това можем да заключим, че преносът е не винаги стопроцентов, т.е. понякога не всички елементи на концептуалната структура на реалното понятие се отразяват във виртуалното или са отразени със някакви изменения, понякога значителни. Представата за виртуалното понятие (обект или действие) и неговата концептуална структура се променят в процеса на работа, пречупена през призмата на всяка конкретна ситуация. Според нас, терминът вирус е станал основа за образуване на нови производни думи, нови термини и др. Например, терминът антивирус < антивирусна програма е зает от английски антивирус < antivirus, а не е българско или руско словопроизводство. Това обяснява отсъствието на класическата субстантивация като начин за производство на универбати в специалния език на компютърната терминология (Ангелова, Митрева, 2013: 26). В същото време тези термини са основа за образуване на нови думи, термини и образуват цели словообразувателни гнезда: в бълг. вирус вирусен (вирусна атака, вирусна защита, вирусна програма, вирусна дефиниция, вирусен маниак); вирусолог, вирусология; вирусописач (жарг.); вирусоустойчив; антивирус антивирусен (антивирусна програма, антивирусен експерт, антивирусен специалист, антивирусна защита, антивирусен пакет, антивирусен софтуер); антивирусолог, антивирусология; зараза заразе н, зара зен, заразявам инфекция инфектиран, инфектирам инкубационен период болест, разболявам размножавам епидемия диагноза, диагностицирам; реанимация реаниматор, реанимирам, реанимиран доктор инжекция инжектиране ваксина ваксинация лечение лекувам, излекуван здрав, оздравявам; в руск. вирус вирусный (вирусная программа, вирусная защита, вирусная атака); вирусолог, вирусология; вирмейкер (жарг); вирусяка (жарг.); антивирус антивирусный (антивирусная программа, антивирусный эксперт, антивирусный специалист, антивирусная защита, антивирусный пакет, антивирусный софтвер); антивирусолог, антивирусология и т.н. зараза зараженный, заразить инфекция инфектированный, инфектировать инфицирование инкубационный период болезнь, заболеть размножение эпидемия диагноз, диагностицировать; реанимация реаниматор, реанимировать доктор инъекци лечение лечить, вылечить, выздороветь поправиться. Връзката на термина вирус с двата основни концепта от медицината здраве и болест и тяхната проекция в компютърната терминология най-общо можем да изразим по следния начин (вж. схема 1): 74

75 инкубационе н период болест зараза диагноза размножаване епидемия вирус ваксина инжекция здраве антивирусе н доктор лечение рехабилитация Схема 1. Концептуални връзки на термина вирус Можем да отбележим и как се интерпретира терминът вирус в компютърния жаргон в двата езика както следва: в бълг. вредител, е-вредител, гад, животно, животинка и др., а в руск. вирусяка, вир или вирь, зверь, живность, шуршун понякога дори с болезнь (болест) и дори с конкретна болест СПИД. Заключение Този процес е важен аспект на асимилацията на преосмислените термини и показва тяхното пълноценно интегриране в системата на руската и българската компютърна терминология. В заключениe можем да потвърдим, че медицинската метафора играе ключова роля в образуването на термини в компютърния дискурс, което намира своето отражение в пораждане на други преосмислени термини в тази област от медицинската терминология и в българския и в руския език. Използвайки преосмислените и пренесени термини от медицинската терминология ние поставяме диагноза, инжектираме, ваксинираме, лекуваме компютъра, констатираме неговото здраве или определяме болестта му. Метафоричният пренос се осъществява на основата на сходство по външни белези, функции и действия на пренесените термини от сферата на медицината в сферата на иновационните технологии. По този начин се обясняват виртуални понятия, чрез реални и популярни вече знания, които изграждат метафоричния модел на термина компютърен вирус. Освен това са основа за образуване на нови термини и в руски и в български език, които от своя страна образуват словообразувателни гнезда. Медицинската метафора се оказва универсално средство за придобиване и предаване на специални знания и в двата езика. ЛИТЕРАТУРА АНГЕЛОВА, И., МИТРЕВА, М., Медицинската лексика източник на нови думи в други сфери на езиковото общуване // Sxience & Technologies Vol. III, No. 8, с Електронен ресурс: (дата на достъп ). АРУТЮНОВА Н. Д., Метафора и дискурс // Теория метафоры. Сборник: Пер. с англ., фр., нем., исп., польск. яз. / Вступ. ст. и сост. Н. Д.Арутюновой; Общ. ред. Н. Д.Арутюновой и М. А.Журинской. М.: Прогресс, 1990, с БЛАГОЕВА, Д., Интернационални и национални елементи в речниковия състав (аспекти на калкирането в съвременните славянски езици) // Internacionalizmy v nové slovní zásobě//sborník příspěvků z konference Praha, června с ВАСИЛЬЕВА, Г. М., Лингвокультурологические аспекты русской неологии. Автореферат. Санкт Петербург, с. Електронен ресурс: lingvokulturologicheskie-aspekty-russkoi-neologii (дата на достъп ). 75

76 ГАЛКИНА, О. В., Метафора как инструмент познания (на материале терминов-метафор компьютерного дискурса). Автореферат, Тверь, 2004, 18 с. Електронен ресурс: (дата на достъп ). ГОЛОВИН, Б. Н., КОБРИН, Р. Ю., Лингвистические основы учения о терминах: Учебное пособие для филолог. спец. вузов. М.: Высш. шк., 1987, 104 с. ГУСЕВ, С. С., 5. Наука и метафора / С. С. Гусев. Л: Изд-во Лен. ун-та, 1984, 150 с. ЗУБКОВА, О. С., Медицинская метафора и медицинская метафора термин в индивидуальном лексиконе (экспериментальное исследование) // Знание, понимание, учение , с Електронен ресурс: 21_2010_1.pdf (дата на достъп ). ИСАЕВА, Е. В., Модели метафоры в дискурсе компьютерной безопасности. Автореферат. Пермь с. Електронен ресурс: (дата на достъп ). КАРАУЛОВ, Ю. Н., Предисловие // Филиппович Ю. Н. Метафоры информационных технологий: рабочие материалы исследования. Москва: МГУП, с. КИРОВА, Л., Компютърна лексика, получена чрез метафоричен пренос на значението на общоупотребими думи Електронно списание LiterNet, , 4 (77). КОЛКОВСКА, С., Семантични неологизми в съвременната българска терминология, възникнали чрез ретерминологизация. В: Езиковедски изследвания в чест на проф. Сийка Спасова- Михайлова. София, АИ Проф. Марин Дринов, с KRAUS, J., Selbstreproduktion bei Programmen. Diplomarbiten. Dortmund с. Електронен ресурс: (дата на достъп ). LAKOFF, G., JONSON, M., Metaphors We Live By. Chicago, University of Chicago Press, с. МАНОЛОВА, Л., Българска терминология. София. Народна просвета, с. 95. МИШЛАНОВА С. Л., ИСАЕВА Е. В., СУВОРОВА М. В., СЕМИГЛАЗОВ В. Ф., Вирусология сегодня: интеграция идей Д. И. Ивановского в методологию науки // Живые и биокосные системы ; URL: (дата на достъп: ). МОЛЧАНОВА, Г. Г., Некоторые механизмы вариативной интерпретации действительности (эволюция метафоры метафора эволюции?) // Вестник Московского университета. Серия «Лингвистика и межкультурная коммуникация», с ПЕТКОВА, Е., Терминологизация, детерминологизация и ретерминологизация. Многообразие в единството (Развитие и креативност), кн. 1., 2010, с ПОПОВА, М., Към въпроса за взаимоотношението между терминологичната и общоупотребимата книжовна лексика. В: Славистичен сборник. София, с , Теория на терминологията. В. Търново: Знак' 94, с. РЯБОВ А. Г., Терминологическая номинация как результат переноса значения // Вестник КГУ им. Н. А. Некрасова , с СИМЕОНОВА, К., За термините, терминологията и въпросите на терминологизацията в съвременната българска обшествено-политическа лексика. В: Многообразие в единството, кн. 1, с СТОЯНОВА, Е., Медицинская метафора в медийном дискурсе (на материале русского и болгарского языков). Филолошки студии. Скопје, Македонија, с СУПЕРЕНСКАЯ, А. В., ПОДОЛЬСКАЯ, Н. В., ВАСИЛЬЕВНА, Н. В., Общая терминология. 6-то издание Москва: Либком с. ТРХН, 2007: ПОПОВА М., Б. ПОПОВ, Е. ПЕТКОВА, Кр. СИМЕОНОВА, А. ХРИСТОВА, Терминологичен речник по хуманитарни науки. София. Наука и изкуство,

77 EDEBĠYAT YENĠ EDEBĠYAT TÜRK EDEBĠYATI TARĠHĠNDE EDEBĠYAT NAZARĠYESĠ/KURAMI OLUġTURMA ÇALIġMALARI -1 Recep DUYMAZ * ÖZ: Türk dili ve edebiyatı, insanlık tarihinin derinliklerine doğru uzanan köklü bir edebiyattır. Onun gelişmesini, sekizinci yüzyıldan itibaren zamanımıza gelinceye kadar yazılı metinlere dayalı olarak takip edebiliyoruz. Türk edebiyatçıları bu uzun geçmişleri boyunca gerek manzum, gerek mensur sayılamayacak kadar çok eserler vermişlerdir. Türk dili ve edebiyatı, bu uzun geçmişi boyunca başka kültür, medeniyet ve coğrafyalardaki edebiyatları etkilediği gibi, onlardan da kuşkusuz etkilenmiştir. Bu karşılıklı etkileşim, en çok nazariye/kuram alanında olmuştur. Türk edebiyatı on dokuzuncu yüzyıla gelinceye kadar daha çok Doğu İslam kültür ve medeniyetinin etkisi altında kalmıştır. Dil, edebiyat, sanat, hatta güzellik anlayışları, büyük ölçüde bu kültür ve medeniyetin temelleri üzerinde yükselmiştir. Modern zamanlara geldiğimizde Türkler, Batı kültür ve medeniyetiyle yakın münasebetler kurmaya başlayınca bu sefer, kuramsal etkilenme, buradan gelmeye başlamıştır. Bunun izlerini, yirminci yüzyılın başlarında yazılmış bir edebiyat nazariyesi/kuramı kitabında görmekteyiz. Süleyman Fehmi, yazdığı Edebiyat adlı kitabında temelde yerli edebiyat eserlerine dayalı bir kuram oluşturmaya çalıştıysa da, birçok Batılı edebiyatçı ve düşünürün eserlerine göndermeler yapmaktan kendini alamamıştır. Onun eserini sırf bu açıdan değerlendirmek, Batı dan gelen etkilenmenin boyutlarını gözler önüne serecektir. Anahtar Kelimeler: Edebiyat, Edebiyat Nazariyesi/Kuramı, Süleyman Fehmi, Edebiyat. STUDIES ON THE FORMATION OF LITERARY THEORY IN THE HISTORY OF TURKISH LITERATURE ABSTRACT: Turkish language and literature is a rooted literature that extends deep into the history of mankind. We pursue its development based on the written texts from the eighth century to the present. Turkish authors and critics have produced innumerable works both in verse and prose throughout this long history. Turkish language and literature influenced literatures in other cultures, civilizations and lands through this long history as well as doubtlessly being influenced by them. This reciprocal interaction took place mainly in the field of theory. Turkish literature was under the influence of mainly the Eastern Islam culture and civilization until the nineteenth century. The insights of language, literature, art, and even beauty rose largely on the foundations of these cultures and civilizations. In modern times, when Turks started to establish close contacts with the Western culture and civilization, then the theoretical influence began to arrive from the West. We can observe these traces in a literary theory book written in the beginning of the twentieth century. Even though Süleyman Fehmi aimed to establish a theory based mainly on the national literary works in his book titled Edebiyat (Literature), he could not avoid making references to many Works by western writers and thinkers. Assessing his work based only on this aspect will exhibit the dimensions of the influence coming from the West. Keywords: Literature, Literary Theory, Süleyman Fehmi, Literature. GiriĢ Türkçe, sekizinci yüzyıldan itibaren hem sözlü, hem yazılı olarak kullanılmaya devam edilmektedir. Bu uzun tarihi boyunca edebiyatçılarımız, gerek manzum, gerek mensur sayılamayacak kadar çok edebiyat eseri vücuda getirmiģlerdir. Onların adlarını ve konularını Türk edebiyatı tarihlerini yüzyıl yüzyıl takip ederek görmek mümkündür. Edebiyat tarihlerimizde sanat değeri taģıyan eserlerimizin çokluğuna karģılık, kabul etmeliyiz ki, edebiyat nazariyesi/kuramı kitaplarımız çok azdır. Edebiyat nazariyesi/kuramı kitaplarıyla baģta edebiyat bilimi olmak üzere güzel sanatlara dair kuramsal bilgiler veren eserleri kastediyoruz. Bu eserlerde edebiyatın ve sanatın ne olduğu, güzel bir * Prof. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. rduymaz@gmail.com 77

78 edebiyat veya sanat eserinin güzelliğini sağlayan unsurların neler olduğu örneklere ve uygulamalara dayalı olarak anlatılır. Bir dilin dilbilgisi kurallarını öğrenen bir kimse, o dille duygu ve düģüncelerini doğru bir Ģekilde anlatabilir; fakat o dili fasih bir Ģekilde kullanabilmesi, daha doğrusu hikâye, roman ve Ģiir gibi edebiyat türlerinde sanat değeri taģıyan eserler yazabilmesi için o dilin dilbilgisinin devamında belagatini de öğrenmesi gerekir. Bu disiplin bize güzel bir eserin özelliklerini öğrettiği gibi, bir adım daha ileri giderek edebiyatın ve sanatın ne olduğuna, insanın hayatında nasıl bir yer tuttuğuna, edebiyat ile ahlak arasında nasıl bir münasebet bulunduğuna dair kuramsal bilgiler de verir. Belagati ve içerdiği alt disiplinleri Ģöyle gösterebiliriz: Belagat Maanî Beyan Bedî Osmanlı döneminin yükseköğretim kurumları olan medreselerde edebiyat nazariyesi/kuramı ihtiyacını belagat kitapları karģılıyordu. Medresede öğretim dili Arapça olduğu için belagat kitapları da doğal olarak Arapça yazılıyordu. Osmanlı medreselerinde Ģu üç kitap yaygın bir Ģekilde okutuluyordu: 1) Sekkâkî, Miftâhu l- Ulûm, 13. yy., 2) Kazvinî, Telhîsü l - Miftâh, 14. yy., 3) Teftâzânî, Mutavvel, 14. yy. Buna göre edebiyatçılarımız medresede baģta edebiyat olmak üzere maanî, beyan ve bedî gibi edebiyat bilimine ait kuramsal konuları, önce Arapça aslından okuyup bu kitaplardan öğreniyor, sonra da Ģiir yazarken onları Türkçeye uyguluyorlardı. Bu durum genel olarak on dokuzuncu yüzyıla kadar devam etmiģtir. Bu yüzyılda Türkler, bu sefer Batı edebiyatı, kültür ve medeniyetiyle yakın münasebetler kurmaya baģlamıģlardır. Bu münasebetlerin doğurduğu yeni eğitim kurumlarında öğretim dilinin Türkçe olması, Fransızca ve Ġngilizcenin öğretim programlarına girmesi, zamanla Arapçayı gözden düģürmüģ, Türkçe belagat ve edebiyat nazariyesi kitaplarının yazılmasına ihtiyaç duyulmuģtur. Edebiyat tarihimizde bu ihtiyacı ilk duyan Ģahsiyet, Recaizade Mahmut Ekrem olmuģtur. Recaizade Mahmut Ekrem, yazdığı Talim-i Edebiyat adlı eserinde, bir dilin dilbilgisi kurallarının o dille yazılmıģ eserlerden çıkarılması gibi, edebiyat bilgi ve nazariyelerinin de kendi edebiyat eserlerinden çıkarılması gerektiği düģüncesini dile getirmiģtir. 1 Bu düģünceyle kaleme aldığı Talim-i Edebiyat, bizde yerli eserlere dayalı bir edebiyat nazariyesi oluģturma çabalarının ilkidir. Recaizade nin açtığı bu yolda sonraki yıllarda eser verilmeye devam edilmiģtir. Edebiyat Nazariyesine/Kuramına Yerli Bir BakıĢ Bu çalıģmamızın asıl konusu olan Süleyman Fehmi ye gelinceye kadar kendi edebiyat ve sanat eserlerimize dayalı bir sanat ve edebiyat nazariyesi oluģturma yolunda ortaya konulmuģ kitapları Ģöyle sıralayabiliriz: Ġsmail Hakkı Ankaravî, Miftâhü l Belâga ve Misbâhü l Fesâha, Tasvîr-i Efkâr Matbaası, Ġstanbul, 1284/1867, 218. s. Mehmet Nüzhet, Mugni l Küttâb, Mekteb-i Harbiye-i ġâhâne Matbaası, Ġstanbul, 1286/1869, 416 s. Selim Sâbit, Mi yârü l Kelâm, Matbaa-i Âmire, Ġstanbul, 1287/1870, 46 s. Mehmet Mihrî, Fenn-i Bedî, TaĢ Baskı, Ġstanbul, 1872, 88 s. Ahmet Hamdi (ġirvânî), Teshîlü l- Arûz ve l Kavâfî ve l Bedâyî,Terakkî Matbaası, Ġstanbul, 1289/1872, s. Süleyman Bey (PaĢa), Mebâni l ĠnĢâ, c.1, Mekteb-i Fünûn-ı Harbiye-i Hazret-i ġâhâne Matbaası, Ġstanbul, 1288 h. /1871, s. ; c. 2, Mekteb-i Fünûn-ı Harbiye-i Hazret-i ġâhâne Matbaası, Ġstanbul, 1291 h. / 1872, s. 1 Recaizade Mahmut Ekrem, Ta lîm-i Edebiyat, Ġstanbul, 1299/1882, 1330/1911, s

79 Ali Cemâleddin, Arûz-ı Türkî, (Ġlm-i Kavâfî, Sanâyi-i ġi riyye ve Ġlm-i Bedî), Ġstanbul, 1291/1874, 168 s. Ahmet Hamdi, Belâgat-ı Lisân-ı Osmânî, Matbaa-i Âmire, Ġstanbul, 1293/1876, 128 s. Mihâlicî Mustafa Efendi, Zübdetü l Beyân, Mihran Matbaası, Ġstanbul, 1297/1880, 100 s. Ahmet Cevdet PaĢa, Belâgat-ı Osmâniye, Mahmut Bey Matbaası, Ġstanbul, 1298/1881;1299/1882; 1303/190; 1310/1892; 1323/1905; 1329/1910;1987, Akçağ Yayınları, Ankara, 2000, XXI+215 s. Recaizâde Mahmut Ekrem, Talîm-i Edebiyat, Ġstanbul, 1299/1882, 1330/1911, 398 s.-takrîzât, Âlem Matbaası, Kostantiniye, 1314/1896, 78 s. El Hac Ġbrahim, Hadîkatü l - Beyan, 2 Cüz, Mihran Matbaası, Ġstanbul, 1298/1881, s. - ġerh-i Belâgat, Matbaa-i Osmânî, Ġstanbul, 1301/1884, 128 s. - Edebiyât-ı Osmâniye, 5 Cüz, Mahmut Bey Matbaası, Dersaadet, 1305/1888, 160 s. Câzim, Belâgat, Matbaa-i Ebüzziya, Ġstanbul, 1304/1887, 32 s. Abdurrahman Fehmi, Tedrîsât-ı Edebiye, Birinci Kısım, Karabet ve Kasbar Matbaası, Ġstanbul, 1302/1885, 176 s. Mirduhîzâde Abdurrahman Süreyya, Mîzânü l-belâga, Cerîde-i Askeriye Matbaası, Ġstanbul, 1303/1885, 405 s. - Sefîne-i Belâga, Matbaa-i Ebüzziya, Kostantiniye, 1305/1888, 200 s. Diyarbakırlı Sait PaĢa, Mîzânü l- Edeb, A. Asadoryan ġirket-i Mürettibiye Matbaası, Ġstanbul, 1305/1888, 403 s. Mehmet Ziver, Hikmet-i Edebiye, Ġstanbul, 1305/1888, 70 s. Muallim Naci, Istılâhât-ı Edebiye, A. Asadoryan ġirket-i Mürettibiye Matbaası, Ġstanbul, 1307/1891, 283 s. - Istlâhat-ı Edebiye/Edebiyat Terimleri, Hazırlayanlar: Alemdar Yalçın, Abdülkadir Hayber, Akabe Yayınları, Ankara (tarihsiz), 212 s. - Edebiyat Terimleri/Istlâhât-ı Edebiye, Hazırlayan: M. A. Yekta Saraç, Gökkubbe Yayınları, Ġstanbul, 1996, 2004, 175 s. Ali Nazîma, Muhtıra-i Belâgat, Kasbar Matbaası, Ġstanbul, 1308/1891, 36 s. Rusçuklu M. Hayri, Belâgat, Aydın Vilâyet Matbaası, Aydın, 1308/1891, 86 s. ReĢat, Nümûne-i ġiir ve ĠnĢa, Kasbar Matbaası, Dersaadet, 1308/1891, 136 s. Mehmet Rifat, Mecâmiü l Edeb, 3 Cilt, Kasbar Matbaası, Dersaadet, 1308/1891, 936 s. Sakızlı Ohannes, Fünûn-ı Nefîse Tarihine Medhal, Karabet Matbaası, Ġstanbul, 1308/1891, 189 s. Ġbnü l Kâmil, Belâgat-i Osmâniye, Tertîb-i Cedîd, Kasbar Matbaası, Dersaadet, 1309/1892, 80 s. Menemenlizâde Mehmet Tahir, Osmanlı Edebiyatı, Kasbar Matbaası, Ġstanbul, 1310/1892, 234 s. Mehmet Celâl, Osmanlı Edebiyatı Nümûneleri, Matbaa-i Sefa ve Enver, Dersaadet, 1312/1894, 615 s. Ġsmail Hakkı, Esrâr-ı Belâgat, Mukaddime, Matbaa-i Ebüzziya, Kostantiniye, 1317/1899, s. - Esrâr- ı Belâgat, Cüz-i Evvel, A. Asadoryan ġirket-i Mürettibiye Matbaası, Ġstanbul, 1318/ Ġbradalı Mehmet ġükrü, Ġlm-i Belâgat, Arif Efendi Matbaası, Dersaadet, 1318/1900, 32 s. 1 Süleyman Fehmi nin Edebiyat ı Süleyman Fehmi ye gelinceye kadar ortaya konulmuģ yukarıda künyelerini verdiğimiz kitaplarda kendi edebiyat eserlerimize dayalı bir nazariye/kuram oluģturulmaya çalıģılmıģtır. Süleyman Fehmi de bu ihtiyacın en fazla duyulduğu Millî edebiyat döneminde bu yolda bir kitap yazmıģtır. Kitabını çözümlemeye geçmeden önce, yazarı hakkında birkaç cümle söylemek istiyorum. Süleyman Fehmi, 1872 tarihinde Delvine de doğdu; ilk ve ortaöğrenimini Yanya da yaptı. Mülkiye Mektebini bitirdikten sonra, bir süre Ġstanbul da Dahiliye Nezareti/ĠçiĢleri Bakanlığında çalıģtı yılında maarife geçti. Ġstanbul da Galatasaray, Vefa ve KabataĢ liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. Ġkinci MeĢrutiyet in ilan edilmesini (1908) takip eden yıllarda Edebiyat adlı eserini yazdı. Bu eser yazıldığı devirde büyük bir rağbet görmüģ ve üç yıl içinde üç kez basılmıģtır 3. Süleyman Fehmi, Birinci Dünya SavaĢı nı sona erdiren Mondros Mütarekesi nden (1918) sonra Arnavutluk a gitmiģ ve 1935 yılında Tiran da ölmüģtür 4. 2 M. Seyfettin Özege, Eski Harflerle BasılmıĢ Türkçe Eserler Kataloğu, Ġstanbul, 1971, 5 Cilt; Kâzım YetiĢ, Belâgat, Retorik ve Edebiyat Nazariyesi Sahasında NeĢredilmiĢ Kitapların Tenkildi Bibliyografyası, Türk Dili AraĢtırmaları Yıllığı, Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1992, s Süleyman Fehmi, Edebiyat, Birinci Tab ı, Hilal Matbaası, Dersaadet, 1325/1909, 360 s.; Ġkinci Tab ı, Hilal Matbaası, Dersaadet, 1325/1909, 360 s.; Üçüncü Tab ı, Kanaat Matbaası, Dersaadet, 1328/1912, 332 s. 4 Süleyman Fehmi, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. 8, Dergâh Yayınları, Ġstanbul, 1998, s

80 Süleyman Fehmi, yazdığı Edebiyat kitabını Mukaddime den sonra dört kısım halinde düzenlemiģtir: 1) Birinci Kısım: Edebiyat, 2) Ġkinci Kısım: Sanat-ı Tahrir ve ġeraiti, 3) Üçüncü Kısım: Mecâzât, 4) Dördüncü Kısım: Sanayi-i Lafziye. Mukaddime de bu kitabının Birkaç senelik tedris ve tetebbu mahsulü olduğunu ifade eder. Eserini edebiyata yeni baģlayanlar için değil, Kuvve-i fikriyesi oldukça vüs at ve inbisat bulmuģ gençler için yazdığını söyler. Devamında eğitimle ilgili bir gerçeği açıklar: Kolayca yazı yazma becerisini henüz kazanamamıģ çocuklara, sanatın kaidelerini, edebiyatın kuramsal konularına ait bilgileri anlatmaya ve öğretmeye kalkıģmak, bîçarelerin zaten sınırlı olan fikir çalıģmalarını daha da sınırlayarak onları felçli bir duruma getirir. Edebiyat kaideleri, öğretmenin rehberliğiyle yazma yolunda oldukça yürümeye alıģmıģ gençlere öğretilmelidir. Gençler ancak o zaman, sanatın ruhu na nüfuz ederek yazma kaidelerini/edebiyat nazariyelerini baģarıyla uygulamaya imkân bulabilirler. Eseri, sanat/edebiyat nazariyelerini, uygulamalı olarak gösterdiği için düģünceli gençlerin edebiyat yolunda güvenle yürümelerini temin edeceğini düģünür. Süleyman Fehmi, eğitim sistemimizde dil bilgisi öğretiminin ıslah edilerek gençlerin konuları algılama seviyelerinin yükseltilmesinin gerekli olduğunu da söyler. YaĢadığı dönemdeki eğitim sistemiyle bu gayeye ulaģmak hayaldir. Ona göre ancak idealist öğretmenler, istibdat yönetimlerinin adeti olan ihmal ve meskeneti bir yana bırakıp geleceğimizin umudu olan vatan evlatlarını, o ugursuz devirde düģtükleri acıklı durumdan kurtarıp pâye-i kemal e ulaģtırabilirler. Yazar, yazma ve edebiyat nazariyelerinin/kuramlarının uygulamalardan çıktığını düģünür. Bu sebeple öğretmenlere, kitabında uygulamaların geniģ yer aldığı ikinci kısmı, birincisinden önce okutmalarını önerir. Süleyman Fehmi, yine kitabının Mukaddime sinde mu tâd-ı istibdat, devr-i menhûs ve zencir-i istibdat terkipleriyle kitabını devrine, daha doğrusu devrinin siyasal ortamına bağlamıģ ise de, aynı devirde filizlenmeye baģlayan millî edebiyat akımına hiç değinmemiģtir. Süleyman Fehmi, kitabının Birinci Kısmı nda edebiyat kelimesinin tarifi üzerinde durur. Onu Edebiyat kelimesinin iki manası vardır. Biri asâr-ı edebiye, diğeri kavâid-i edebiyeyi müģtemil olan müellefâttır Ģeklinde tarif eder 5. Birinci manasıyla edebiyatı nazım ve nesir olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra, nazmın daha çok sadırat-ı kalbiye ve sünûhât-ı hayaliye nin dili, nesrin ise mahsülât-ı akliye ve fikriyenin sûret-i beyânı olduğunu anlatır. Bunlar arasındaki farkı, Batı daki bütün edebiyat ve sanat kuramlarının bir bakıma kökü kabul edilen Aristo nun Poetika adlı eserinden yola çıkarak geliģtirir: Herodot un nükûl ve hikâyatı kisve-i Ģiire vaz edilmekle kıymet-i tarihiyeleri haleldâr olmaz. ġu halde destan ile tarih beynindeki fark-ı aslî, birincisinin mümkünü l- vuku, ikincisinin hakikat olması noktasında tecelli eder. Biri münhasıran sanattır, diğeri bir âlet-i tavzîhtir. Ta bîr-i diğerle birinde his ve hayal, diğerinde akıl ve muhâkeme hükümfermâdır. Birincisinin âzâde-i nef bir gayesi vardır: Meftûn etmek ikincisinin amelî, müfid bir gayesi vardır: Ta lîm etmek. Buna sanat, bir zamîme-i tâliye olarak inzimam eder. Üzerindeki nakıģlar, kılıcın daha az bir âlet-i cidâl olmasına bâis olmadığı gibi, sanat da tarihin kıymet-i asliyesini tağyîr etmez 6. Yazarımız, edebiyatın tarifinden sonra sanatın tarifine geçer ve ona dair kapsamı gittikçe geniģleyen tarifleri ele alır: 1) Sanat, hüsnün ifâdesidir. Süleyman Fehmi, bu tarifi açık bulmaz. Sebebini Ģöyle açıklar: Hüsün (güzellik) değiģken bir kavramdır. Her millet, kavim, hatta bireye göre değiģir. Güzelliğin herkes için geçerli, objektif/nesnel bir ölçütü yoktur. Bunun ispatı, Yunan, Hint ve Japon mimarisi arasındaki farklılılklardır. Bir Yunan mabedinde göze çarpan ilk özellik, nispetlerdeki sıhhat ile itidâl-i ziynet, Hint mabedinde eb âdın azamet-i muhayyiresiyle tefâsîlin ihtilât-ı müģevveģi, Japon mabedinde ise nâdîde eģkâl-i bedîa ile tezyinât-ı mütenevvia dır. Sanatı, sadece güzelliğin ifadesi olarak algılamak, onun anlamını hem keyfiliğe bırakmak, hem de son derecede daraltmak olur. 2) Sanat, bir mizaç arasından manzûr olmuģ tabiattır. Yazarımıza göre bu oldukça kapsayıcı bir tariftir. Bu tarife göre tabiatın taklidi, sanatın önemli bir unsurudur; ancak buradaki taklitten kasıt, tam bir kopya değil, bir mizaç arasından, yani sanatkâr dediğimiz üstün yetenekli bir Ģahsiyetin görüģ açısından tabiatın taklididir. Böyle bir taklit, hikâye veya romanda anlatılan olayı, toplumda yaģanan olaylardan, tablodaki manzarayı, fotoğraf makinesiyle çekilmiģ 5 Süleyman Fehmi, Edebiyat, Üçüncü Tab ı, Kanaat Matbaası, Dersaadet, 1328/1912, s Süleyman Fehmi, age., s

81 bir fotoğraftan ayırır. Fotoğraf makinesi, gördüğü manzarayı aynen kopya eder; fakat ressam onu çizerken eklemeler, çıkarmalar yapar; kısacası onu kendi görüģ açısına göre değiģtirir; ona kendi eğilimlerini, duygularını ve düģüncelerini sindirir. O eser artık basit bir kopya veya taklit değil, sanatkârın iç dünyasından birtakım çizgiler taģıyan özgün bir yapıt durumuna yükselir. 3) Sanat, tabiatı zîhayat ve manidâr bir surette tefsîren ve ikmâlen taklîd etmektir. Yazarımız, bu tarifi, hayat, manidâr ve tefsîr kelimelerini ayrı ayrı ele alıp açaıklayarak geliģtirir: Hayat: Sanat eseri canlı olmalıdır. Ressam bir tablo çiziyorsa renklerde, ağaçlarda ve resmi oluģturan diğer unsurlarda gizli olarak bulunan besisuyu, hayatsuyu, özsu yu seyircilere gösterebilmelidir. Bir insanı çiziyorsa derisinin altındaki ruh un titrediğini, damarlarının maviliğindeki kanın akıp gittiğini gözler önüne serebilmelidir. Sanatta en önemli nokta insanı, Ģehri, devri seçkin bir iki özelliğiyle canlı bir surette dikkatlere sunmaktır. Atina Ģehrini anlatan bir coğrafya yazısı ile Chateaubriand ın bir edebiyat metni olan tasviri, arka arkaya okunursa, birincisinin bârid/donuk, ikincisinin ise canlı/sıcak olduğu görülür. Bunun sebebi, ikincisine sanatkârın ruhundan gelen çizgilerin sinmesi ve onu göreceli olarak daha canlı duruma getirmesidir. Manidâr: Sanat eseri anlamlı olmalıdır. Sanat eseri, bir hakikatin ifadesi olmakla beraber, aynı zamanda bir manevî hal in de sureti, simgesi olmalıdır. Ressam için renkler, edebiyatçı için kelimeler birer anlatım aracı olmalarının yanında hüzün, meserret, kuvvet ve letâfet gibi duyguları da muhataplarında uyandırabilmelidir. Gerçek bir sanatkâra göre cansız maddelerde bile duyulup görülebilcek anlamlar vardır. Örneğin bir tahta parçasının ilk bakıģta hiçbir anlamı yoktur; fakat onun fırtınaya tutulup batmıģ bir geminin enkazından kalmıģ bir tahta parçası olduğunu öğrendiğimiz an, onun önemi ve anlamı birden bire değiģir. Her sanat eseri, bünyesinde böyle bir anlam içerir, içermelidir. Tefsîr/tahayyül: Sanat eseri doğal olanı aģmalıdır. Sanat eserinde anlatılan duygu ve düģünceler gerçek hayatta tam olarak mevcut değildir. Çamur içinde kalmıģ elmas gibi değersiz, lüzumsuz eģya arasında dağınık ve karmakarıģık bir durumdadır. Sanatkârın görevi onları seçerek bir noktada toplamak ve öne çıkarmaktır. Ayrıntıları bir merkeze doğru çekerek toplamanın ve birleģtirmenin lüzumunu Gustave Flaubert, Her sanat eseri, bir noktaya, bir tepeye malik olmalı, ehrâm teģkil etmelidir cümlesiyle özetlemiģtir. Bu noktada Hippolyte Taine de Sanat, bir merkeze toplayıp tasvir etmektir demiģtir. Bu düģünceyi Moliere, Cimri Piyesinde baģarıyla uygulamıģtır. Bu piyeste Harpagon un cimriliği en önemli nokta, tepe, hattâ ehrâmdır. Piyeste anlatılanlar hep onun etrafında döner. Yazar, onun cimriliği dıģındaki yaģı, boyu, kilosu, saçlarının rengi ve benzeri özelliklerini hep ihmal etmiģtir. Harpagon un para hırsı piyesin ruhu, fikr-i hâkimidir. ĠĢte bu fikr-i hâkimdir ki piyeste vahdeti temin ediyor. Bu hırs eserin her noktasında, baģında, ortasında, nihayetinde mevcuttur 7. Buna göre sanat eseri asıl, yahut dikkat çekici bir nesne, olay veya özelliği, olduğundan daha fazla hayal ederek büyütmek ve güzel bir anlatımla dikkatlere sunmaktır. Sonuç Türk edebiyatı tarihinde on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren belagat ve bunun alt disiplinleri olan maanî, beyan ve bedî gibi edebiyatın kuramsal konularını ele alan kitaplar da yazılmaya baģlanmıģtır. Bu kitaplarda ele alınan konulara ait tarifler ve verilen örnekler, baģta Namık Kemal olmak üzere, daha çok yeni Türk edebiyatına ait eserlerden seçilmiģtir. Bununla beraber gelenekten birdenbire kopmak mümkün olmadığı için eski edebiyat anlayıģından gelen alıģkanlıklar daha bir süre devam etmiģtir. Bu arada Batı edebiyatıyla da temaslar baģlamıģtır. Recaizade Mahmut Ekrem le baģlayan yerli edebiyat eserlerine dayalı edebiyat ve sanat nazariyesi/kuramı oluģturma çalıģmaları, yirminci yüzyılın baģlarında Süleyman Fehmi yle devam etmiģtir. Süleyman Fehmi, eserinde edebiyat, sanat ve üslup konularını anlatırken daha çok Türk edebiyatına ait eserlerden örnekler vermek suretiyle bu yoldaki çalıģmalara faydalı katkılarda bulunmuģtur. 7 Süleyman Fehmi, age., s

82 KAYNAKÇA DUYMAZ, Recep, Estetiğe YaklaĢımımızdaki Kuramsal Kopukluk, Türkiye Estetik Kongresi/ Sempozyumu Bildiriler Kitabı/Turkish Congress of Aesthetics Proceedings, TMMOB Mimarlar Odası ve SANART Estetik ve Görsel Kültür Derneği Yayınları, Ankara, 2007, s ÖZEGE, M. Seyfettin, Eski Harflerle BasılmıĢ Türkçe Eserler Kataloğu, Ġstanbul, Recaizade Mahmut Ekrem, Ta lîm-i Edebiyat, Ġstanbul, 1299/1882; 1330/1911. Süleyman Fehmi, Edebiyat, Üçüncü Tab ı, Kanaat Matbaası, Dersaadet, 1328/1912. Süleyman Fehmi Maddesi, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. 8, Dergâh Yayınları, Ġstanbul, YETĠġ, Kazım, Belâgat, Retorik ve Edebiyat Nazariyesi Sahasında NeĢredilmiĢ Kitapların Tenkidli Bibliyografyası, Türk Dili AraĢtırmaları Yıllığı, Dil Kurumu Yayınları, Ankara,

83 UMUT VE YAġAM PINARINDAN BĠR AVUÇ SU KÖSTENCE DE BĠR OSMANLI HANIMEFENDĠSĠ: EMEL EMĠN YaĢar ġenler * ÖZ: Zengin ve derin kültürü, engin hayat tecrübesiyle bir Osmanlı Hanımefendisi, şaire, bilim kadını, öğretmen ve anne olan Emel Emin, duygularını, düşüncelerini ve hayallerini ince ve çocuk safvetinde naif bir dille konuşturduğu şiirlerinde, bütün hayatı acı ve tatlı cepheleriyle bağrına basmış, bireyselden toplumsala doğru açılan insanlık mesajları vermiştir. Türk milletinin çağlar boyu yaşadığı kırımlara, çektiği acılara rağmen koruyabildiği hür sesinin zarif ve ince bir edayla kendini hissettirdiği bu şiirler, içerdikleri temalarıyla sadece Romanya Türklerinin veya Türk dünyasının değil, tüm insanlığın sözcüsü olabilecek bir kudrete ve evrensel değere sahiptirler. Bildiri, bu kudret ve zarafet temeli üzerinde inşa edilmeğe çalışılacaktır. Bu bildirinin amacı, hala kültürel coğrafyamızın bir üyesi olan Romanya Türklerinin meydana getirdikleri edebiyatı, Köstence de yaşayan Emel Emin in şiirlerinde ele almış olduğu temaların ışığında ortaya koyarak tanıtmaktır. Bildiri Emel Emin in elli altı şiirinin bulunduğu Umut adlı şiir kitabını kapsamaktadır. Anahtar Kelimeler: Türk Edebiyatı, Romanya, Köstence, Emel Emin, Temalar. A DROP OF WATER FROM HOPE AND LIFE SPRING AN OTTOMAN LADY IN CONSTANZA: EMEL EMĠN ABSTRACT: Emel Emin is an Ottoman lady who is a scientist, poet, teacher and a mother with a rich and profound culture, and a vast life experience. In her poems she used a very delicate style to express her feelings and thoughts in a way to embrace the bitter and the happy sweet aspects of life. She is didactic as well who touches on both individual and social issues giving universal messages. Despite the great sorrows and massacres the Turkish Nation has undergone through the ages, she preserves her free voice and use a very naive and elegant style in her poems. The themes she deals with are not only those of Romanian Turks or Turkish world but represent universal values and concerns; she acts as as spokesman of all humanity. The paper will focus on that power and elegance of Emel Emin s poems. The aim of this study is to introduce the literature of Romanian Turks who are still a part of our cultural geography in light of the themes which Emel Emin, a resident of Constanta, Romania, dealt with in her poems. The scope of the paper covers Emel Emin's poetry book Umut which contains her fifty six poems. Keywords: Turkish Literature, Romania, Constanta, Emel Emin, Themes. Ġçimizde hala kanayan bir yaradır Balkanlar. Kimimizin dedesi, babası oralardan gelmiģ, kimimizin ailesinin bir parçası hâlâ oralarda yaģamaya devam etmekte. Gelenlerde, geride bıraktıklarına bitmez tükenmez bir hasret; kalanlarda gelenlerin ardından dökülen gözyaģları. Gelenler kendilerine yeni bir hayat kurma ve yaģamlarını devam ettirme peģinde koģarlarken, kalanlar inançlarını ve kimliklerini koruyabilmenin endiģesinde, eriyip yok olmama mücadelesinde. Osmanlı Türklüğünün, sahip olduğu tüm kültür değerlerine sarılarak varlığını devam ettirebilme gayreti ayakta tutuyor onları. Halk oyunları, bayramlar, düğünler, ölümler ve bunların yansıdığı, bir ayna gibi bütün hayatın içinde toplandığı edebiyat, Balkanlardaki varlığımızın devamını sağlayan unsurlardan biri olmuģtur. Makedonya, Kosova, Batı Trakya, Bulgaristan ve Romanya da yaģayan Türkler, gelenek ve göreneklerini, kültürel yapılarını ve edebiyatlarını yaģatarak millî kimliklerini korumaya çalıģmıģ ve çalıģmaktadırlar. Bu bildiride, hâlâ kültürel coğrafyamız içinde bulunan Romanya da, Köstence de yaģayan Türklerden olan Emel Emin in elli altı Ģiirinin bulunduğu Umut adlı kitabındaki temalar ele alınacaktır. Zengin ve derin kültürü, engin hayat tecrübesiyle bir Osmanlı Hanımefendisi, Ģaire, bilim kadını, öğretmen ve anne olan Emel Emin, duygularını, düģüncelerini ve hayallerini ince ve çocuk saflığında naif bir dille konuģturduğu Ģiirlerinde, bütün hayatı acı ve tatlı cepheleriyle bağrına basmıģ, bireyselden toplumsala doğru açılan insanlık mesajları vermiģtir. * Prof. Dr., Namık Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. ysenler@nku.edu.tr 83

84 Türk milletinin çağlar boyu yaģadığı kırımlara, çektiği acılara rağmen koruyabildiği hür sesinin zarif ve ince bir edayla kendini hissettirdiği bu Ģiirler, içerdikleri temalarla sadece Romanya Türklerinin veya Türk dünyasının değil, tüm insanlığın sözcüsü olabilecek bir temsil kudretine ve evrensel değere sahiptirler. ġimdi bu kudret ve zarafeti inģa eden temeller ve temalar üzerinde duralım. Onun Ģiirinde umut ve yaģam, birbirleri içinden doğarak yine birbirlerini destekleyen iki kaynaktır. Bu Ģiirlerde dikkat çeken en derin ve anlamlı temalar insan sevgisi ve yaģama sevincidir. Emel Emin, bu duygularını, Cahit Sıtkı nın akıcı söyleyiģiyle Ziya Osman Saba nın samimi ve sıcak konuģmasını hatırlatan bir edayla Ģöyle dile getirir YaĢama Sevinci adlı Ģiirinde: Bir insan, bir çiçek, bir tebessüm, bir selamlama. Seviniyorum, YaĢadığıma seviniyorum. 1 YaĢanan zamanın emek, mücadele ve sevgiyle doldurulmasını tercih eden ve hayata hep pozitif açıdan bakan bir Ģaire Emel Emin Hanımefendi. Hayat Kısa Ģiirinde bu düģüncesini Ģöyle dile getirir: Hayat kısa. Yer yok zaman yolunda Ucuz his, boģluklar için. Hayat kısa. ÇalıĢmak, Sevmek, Bir Ģeyler yapmak lazım Zaman yolunda. 2 Çünkü hayat kısadır ve onu değerine yakıģır bir biçimde güzelliklerle, mutluluklarla doldurmak gerekir. Ġnsan da insanlığını ve sahip olduğu değeri ancak bu yolla gösterebilir. Bunun yolu ise sevgiden, tüm insanlara duyulan sevgiden geçer. Emel Emin, Yapma Hayat adlı Ģiirinde yine yaģama sevgisinden ve ona eģlik eden insan sevgisinden bahseder. Sevgisiz bir hayatın yaģamaya değer olmadığını belirtir: Yapma hayat, olma zalim. Alma sevgimi, hayat. Yapamam ben onsuz, kalbim çarpamaz sevgisiz. Kalbim durdu demek «insanlık kalmadı» dersen. 3 Ġnsanlık umudunu yaģatan, sevgidir bu mısralarda. Tüm insanlığı kucaklayan bu sevginin bir parçası olan halk ve millet sevgisi, onun dünyasının önemli bir kısmını oluģturur. Kuvvetli bir aidiyet duygusunun hissedildiği Ģu mısralarda Emel Emin halkıyla bütünleģen bir aydın tavrı ortaya koyar: Sermayesi değil, Aklı büyük olan Göğsünde mücevher parlayan değil, Gözünde sevgi kıvılcımları yanan, Eli parayı değil, toprağı aktaran, hamura kokan, sıhhatten çatlayan, 1 Emel Emin, Umut, Elmas Matbaacılık, Kırklareli, 1995, s Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s

85 korkarsa bir Allah tan korkan olmak isterim. Halkın arasında kalmak, milletimin bir ferdi olmak isterim. 4 En büyük zenginliği, halkın günlük yaģamına ve emeğine katılarak, sağlıklı, Allah tan baģka kimseden korkmadan ve milletinin bir ferdi olduğunu hissederek yaģamak diye tanımlar bu mısralarında Emel Hanım. Emine Abla Ģiirinde ise içi dıģı tertemiz, iyilik meleği, emekli bir büyükanne olan bir kadını anlatır: Emine Abla Ak-pak Emekli bir büyükanne Ġçi dıģı pırıl pırıl temizlikten BakıĢları tatlı tatlı iyilikten Seviyorum seni Emine Abla Ġçini seviyorum Temizliğini Ġyiliğini 5 Emel Emin in hayata bakıģ tarzını ve insan sevgisini bir araya getirdiği bir diğer Ģiiri Saçlarım Ağardı baģlığını taģır. Bu Ģiirinde, bir hayatı anlamlandıran değerlerden bahseder. Bunlar, iyi bir evlat, iyi bir anne, iyi bir öğretmen olmak, iyilik, güzellik ve bilgi için yaģayarak, tevekkül ve sükûnetle ölümü karşılamaktır. Saçlarım ağardı Dünyadan ayrılma vakti yaklaģtı Hesap veriyorum kendi önümde Neydim? Ne yaptım ömrümde? Ben, yirminci yüzyılda yaģayan Milyarlardan biri. Ne pek akıllı, ne pek becerikli. Ne pek çirkin, ne pek güzel. Basit, her Ģeyi orta halli Bir evlat, bir anne, öğretmen. ÇalıĢtım dünyada Ġyilik, Güzellik, Bilgi için. Kimi becerdim, Kimi beceremedim. Kimi güldüm, Kimi ağladım. Ama sevdim hayatı, Ġnsanları sevdim Az kaldı, gideceğim. Yürüdüğüm yolda evlatlar yürüyecek. Gideceğim Ģu dünyadan Sessizce, Üzülmeden, Ġyiliği severek Güzelliğe bayılarak. Ben Emel Hafız Rıza nın kızı Ne bir yıldız keģfettim 4 Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s

86 Ne bir yeni felsefe yazdım. YaĢadım sessizce Ġyilik, güzellik, bilgi için. 6 Emel Emin de gördüğümüz bu bilge tavrın arkasında, halk hikmetinden gelen bir olgunluk vardır. Duygularını halk Ģiiri kalıplarına döktüğü Halk Motifleri Üzerine adlı Ģiirinde, yaralı yüreğinin ıstırabını kimseye gösteremeyen bir insanla karģılaģırız. Yayla suyu yan gider Açma yarem kan gider Ġçimdeki acıyı Gözüme bakan sezer Yayla suyu pek duru Giderim gurbete doğru Yüreğim kan ağlar Gözlerim kuru kuru Yayla suyu pek serin Sesi gelir hazin hazin Kimse yardım edemez Yaralarım pek derin. 7 Bu içine kapanma ve yalnızlık duygusu, ıstırabını yalnız baģına yaģama arzusu Acı ve Sabır TaĢı Ģiirlerinin de ana temasını oluģturur. AĢka, aģkın insanlığın hayat kaynaklarından biri olduğuna inanır Emel Emin. Dünyada yapılamaz denilen pek çok Ģeyi yaptıran aģktır. Sevgiye Ġnanıyorum baģlıklı Ģiirinde bunu Ģöyle söyler: Hayır Dünya zifiri karanlık değil Yanıyorsun hep Kerem Sevgi abidesisin Taçmahal Dağdan su akıttın Ferhat Ġnanıyorum, Sevgiye inanıyorum. 8 Bu aģk kahramanlarının gönüllerine taht kuran kadınların özlemleri, gerçekte ne dağların yarılması, ne de anıt bir mezardır. Onlar sadece sevmek ve sevilmek istemiģlerdir. Emel Emin kadınlar adına konuģtuğu O BaĢka Dünya adlı Ģiirinde, bize kadının sevmek ve sevilmek için yaratılmıģ olduğu gerçeğini hatırlatır. Politika, ekonomi, harp Vız gelir bana, vız! Bırak! O baģka dünya! Ben kadınım, Sevmek istiyorum Ve sevilmek. 9 Sevginin en huzurlu yaģandığı ortam ise ailedir. Ne Ġstiyorum isimli Ģiirinde huzurlu ve mutlu bir aile tablosu çizer bize Emel Hanım. 6 Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s. 19. Ciltlerle kitap, Altın madalyalar, Methiyeler değil, 86

87 YeĢil bir ova, Küçük bir ev, Türlü çiçek, Çocuk cıvıltısı, Müzik, Güzellik, Ġyilik istiyorum 10 Aileyi oluģturan en önemli birey kadındır. O, sadece sevilen ve uğruna ölünen sevgili bir varlık değildir. Aynı zamanda Cennet in ayağının altında gizlendiği annedir. Kendisi de bir anne olan Emel Hanım, Anne Ģiirinde, anneye saygı ve sevgiyi mısralarına Ģöyle döker: Bir varlık ki, Önünde saygıyla eğilir cihan, Bir varlık ki, Hayatını borçlu insan. 11 Sevgili ya da yâr, anne veya iģ kadını, öğretmen olarak yanı baģımızda hayatın her bölümünde birlikte çalıģıp çabaladığımız kadını, bu günkü ve geçmiģteki özellikleriyle ele alan Emel Emin, geçmiģteki kadını daha güzel, daha baģarılı ve mutlu bulur. GeçmiĢ yüzyıllarda Osmanlı toplumunda kadın, akģamları beyini sabırla bekleyen, elleri kınalı, gözleri sürmeli bir güzeldir. Genç kız iken emeli sevdiğiyle evlenmektir. Evlenip anne olduktan sonra da tek gayesi sıcak yuvasında çocuklarını büyütmek, ailesine hizmet etmektir. GeçmiĢteki kadının en önemli özellikleri sabır, ailesini mesut etme fikri, hamaratlık, tatlı bakıģ, Ģahsiyet, hanımlık, vicdan temizliği, asalet, nur yüzlü olmaktır. Bunlar Türk kadınını tanımlayan belli baģlı özelliklerdir. Emel Emin, bu düģünceleri GeçmiĢte Kadın Ģiirinde Ģöyle dile getirir: Yirminci yüzyılın çalıģan kadını gibi günlerimi sürdürürken, Bir albüm karıģtırıp geçmiģte kadını düģündüm, hayalimi sürdürürken. Elleri kınalı, gözleri sürmeli kadın belirdi gözümün önünde, Ev iģleri yapıp beyini sabırla beklerdi temiz evinin önünde. Çocuk büyütmek, türlü eģya dokumak, tentene örmekti emeli. Lezzetli yemekler piģirmek, ailesini mesut etmekti emeli. Gündüzleri bahçelerde dolaģıp gül kokluyorlardı delikanlıyken, Kendilerine yazılan manileri okuyorlardı delikanlıyken. Güzeller güzeli, ahlaklı, hamarat olmaktı arzuları, Ana-baba izniyle kalbinin sevdiğine izdivaçtı arzuları GiyiniĢ, kuģanıģ, tatlı bakıģlarda, Ģahsiyet okunur yüzlerinde. Hanımlık, vicdan temizliği, asalet vardır nur yüzlerinde. Yirminci yüzyılın çalıģan kadını gibi günlerimi sürdürürken Bir albüm karıģtırıp geçmiģte kadını düģündüm, hayalimi sürdürürken. 12 Emel Emin, adeta bu Ģiirde anlattığı geçmiģteki kadın ile modern kadını bir araya getirmek ister. Bugünkü kadına geçmiģteki kadının sahip olduğu meziyetleri hatırlatmasındaki niyetinin biraz da bu olduğunu tahmin edebiliriz. Ancak o bir kadının üstlenebileceği en kutsal görevin annelik ve çocuk yetiģtirmek olduğunu söyler. Ninni Ģiirinde aģkla kurulmuģ sıcak bir yuva atmosferinde yetiģen çocuğa ninnisiyle öğütler verir, geleceğe ait ümitler aģılar. Uyu, yavrum, uyu büyü Göz bebeğimin nuru Uyu günlerimin gülü 10 Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s

88 Hayatımın arzusu ĠĢlesin büyüyünce elin Bol olsun hep ürünün Eserler yazsın kalemin Sevinçle geçsin ömrün Ninni yavrum ninni ninni Uyu canımın içi Melekler korusun seni Uyu yaģamımın sevinci. 13 Çocuğunun iyi bir insan olarak yetiģmesi, hayatta baģarılı olması için dualar eden anne figüründen konuģan Emel Emin, Evladım isimli Ģiirinde de çocuğun nasıl bir eğitimle hayata hazırlanacağını, bir eğitim programı gibi verir. Onun küçük beyni bilgiyle doldurulacak, hayat mücadelesinde güçlü olması için elleri kuvvetlendirilecek, çevresine aydınlık saçabilmesi için de kalbini sevgiyle doldurulacaktır. ġiiri okuyalım. Bir kafa, beyni henüz uyuyor. Bilgi dolduracağım Dünyayı tanımak için Ġki tombul adalesiz el Nasırlı yapacağım Hayatı kazanmak için Bir küçük, küçücük kalp Sevgi dolduracağım TutuĢturacağım MeĢale yapacağım Aydınlık saçmak için. 14 Emel Emin bir öğretmendir. Bu nedenle bu Ģiirde düģlediği eğitimi sadece kendi çocuğu için değil, bütün çocuklar için ister. Okula yeni baģlayan bir çocuğun dilinden yazdığı Öğrenci Ģiirinde okulun ne olduğunu ve nasıl bir sorumluluk gerektirdiğini anlatır çocuklara. Hepimize okula baģladığımız günü hatırlatan hatıra tadındaki Ģu mısralarda Emel Emin adeta sosyal ve bireysel sorumluluk adına konuģur: Dinle beni kardeģçiğim: Bu yıl artık öğrenciyim, Kitap, kalem, silgi, defter, Bunlar hepsi beni bekler. Kukla, soba oyuncaklar, Kalsınlar sana yadigar Bana yakıģmaz doğrusu Onların hep olmak dostu. Artık her Ģeyi kendim yapıp ÇalıĢıp becermeliyim. Oyun kalsın bir tarafa Çünkü okul değil Ģaka. 15 ÇalıĢkan öğrenci profili çizen, öğrencilik ve sorumluluk bilincini ortaya koyan bu mısralardaki duygu ve düģüncelere bugün de ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu hatırlatmadan geçmek istemiyorum. Onun Ģiirlerinde karģılaģtığımız bir baģka tema, çalıģma ve sosyal sorumluluk fikridir. Emin insan gücüne ve emeğe saygı duyar. ĠĢçiler Ģiirinde sağlam ve muhteģem bir apartman inģa eden iģçileri seyrederken, üreten insana hayranlığını dile getirir. Hayran olduğu bu emeği yürekten duygularla alkıģlar: 13 Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s. 7. Yükseliyor yanımızdaki apartman 88

89 sağlam, muhteģem. ToplaĢıyor her sabah iģçiler Güler yüzlü, NeĢeli. Ben de onları seyrediyorum sabah sabah. Ne güzel Ģey Ģu iģçi olmak kurmak, çalıģmak. Gözlerim hayran iģçi emeğine, birliğine, dirliğine AlkıĢlıyorum sizi, kardeģler, sessizce, içten, ÇalıĢtığınız için, yürekten. 16 Evet, Emel Emin e göre dünya dirliğinin ve birliğinin kurucusu, yürekten çalıģan iģçilerdir. KiĢiyi toplumuna hizmete, onun ihtiyaçlarını karģılamaya yönelten de iģte bu sorumluluk duygusudur. Emel Emin, bu duyguyla inģa edilen bir mekândan bahsettiği Hayrat isimli Ģiirinde bize Hacı Osman Camii nin yapılıģının manzum bir hikâyesini verir. Doğduğu yer olan ve bugün Bulgaristan topraklarında kalan Hacıoğlu Pazarcık ta bulunan Hacı Osman Camii daha küçük yaģlarda iken onun dikkatini çekmiģtir. Doğduğum Ģehirde bir cami vardı Ġslam üslubunda seçkin eser sayılırdı Ta uzaklardan görünüyordu minaresi Yanı baģında geniģliğiyle göze çarpıyordu kubbesi. 17 Zaman zaman bu güzel camiyi hayranlıkla seyreder. Bir mevlût dönüģünde büyükannesi ona camiyi yaptıran Hacı Osman ın hayat hikâyesini, caminin yapılıģ sebebini ve tarihini anlatır. Bir Aksakal ın tavsiyesi üzerine inģa ettirdiği bu cami, çocuk sahibi olamayan Hacı Osman ın cisimleģmiģ duası, niyazının kabulü için hayratıdır. Emel Emin, böyle bireysel nedenle de olsa toplumun yararına olan hayır iģlerinin, onu yapanın adını ölümsüzleģtirdiğini ifade eder. Bu adeta halkın hayır sahibine verdiği bir ödüldür. Emel Emin in Ģiirlerinde gizli-açık sıkça karģılaģtığımız bir diğer tema da vatan temasıdır. Romanya da bir Romen vatandaģı olarak yaģayan Emin, Balkanlar da yaģayan birçok Türk gibi gönlüyle Türkiye ye bağlıdır. Bununla birlikte, yaģadığı Ģehri, Köstence yi de sever. Saygı çerçevesinde farklı kültür ve inanıģların bir arada yaģadıkları bu Ģehirden sevgi ve övgüyle bahseder. Köstence Ģiirinde Romanya nın Karadeniz kıyısındaki bu güzel Ģehrini, ıhlamur kokularıyla, evleri, parkları, dost insanları, müziği ve bayram havasıyla adeta gözümüzde Ģöyle canlandırır. Her mevsimde güzeldir liman Ģehri Köstence BaĢka eda ile değiģir bahar gelince Kestane ağaçları ne Ģamdanlar yakarlar Mis kokular etrafa dağıtır ıhlamurlar. Kucaklar Romanya yı doğudan engin deniz Buradan doğar ülkeye hayat veren yıldız Gecenin sırrı sihriyle yok olup gider Güzellikler ardı sıra belirir birer birer. Süslü evler, sanat eserleri, yeģil parklar Yüzyıllardır yaģar yaģlı Ģehirde dost insanlar Yükseliyor camisi, kilisesi, sinagogası 16 Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s

90 Her yerinde ne hoģ duyulur saygı havası. Yazın çeģit memleketlerden gelir turistler Güler yüzle hoģ geldiniz der hep yerliler ġifa veya bol güneģtir onları celp eden Bir dem alır burada herkes çarh-ı felekten Bahriye günü evler, bahçeler süslenince BezenmiĢ gelini andırır Ģirin Köstence Rengârenk çiçek, müzik, dans, bayram havasıyla Dünyaya kalpten haykırır sanki: Merhaba! 18 YaĢadığı Ģehirle böyle güçlü bağlar kurmuģ olan Emel Emin, bir taraftan içinde bulunduğu mekânla barıģık, diğer taraftan da özlediği ve asıl vatan olarak kabul ettiği Türkiye ye sevdalıdır. Türkiye ye yaptığı bir geziyi anlattığı Vatanda adlı Ģiiri bunun en açık göstergesidir. Selimiye den dinlediği ezanın etkisi vatan hasretiyle karıģarak gözyaģı olup akar bağrına Emel Emin in. KarĢıda göründü serhat ġehri Edirne Ululuğumuza Ģahit duruyordu muhteģem Selimiye Ezan sesleri yayılıyordu dalga dalga GözyaĢlarımız akıyordu hasretlik çeken bağrımıza 19 Yine Ģiirin devamında, Uludağ eteklerinde namaz kıldığı Ulu Cami de, Muradiye, YeĢil Cami ve YeĢil Türbe de tarihiyle, geçmiģiyle tanıģır ve ecdadıyla konuģur. Bursa bir mücevherdi Uludağ eteğinde Namaz kılmak nasip oldu Ulucami de Muradiye, YeĢil Cami, YeĢil Türbe Birer elmastı zaferlerle parlayan geçmiģimizde. 20 Ardından, Konya, NevĢehir ve Ankara yı gezdikten sonra Çanakkale yi ziyaret eder, sonra da Ġstanbul a gider. Tan yeri ağarırken ezan seslerinin inlediği bu güzel ve tarihî Ģehri semt semt dolaģır. Tan yeri ağarırken göründü minareleri Müminleri namaza çağırıyordu ezan sesleri Semt semt gezdik, dolaģtık tarihi yerlerini Ġmparatorluğa layık bulduk sağlam inģaatlarını 21 Sokakta, çarģıda, pazarda konuģulan Türkçeyi bir müzik nağmesi gibi dinler. Gördükleri ve yaģadıkları göğsünü gururla kabartır. Asıl vatanın, ana vatanın Türkiye, Anadolu olduğunu bir kere daha idrak ederek istemeye istemeye geriye, süt anneye, yani Romanya ya döner. Anadolulu ya Selam adlı Ģiirinde de vatan ve millet sevgisini iģleyen Emel Hanım, Balkan ülkelerinde yaģamakta olan pek çok Türk gibi Atatürk ün önderliğinde Anadolu da kurulup geliģen modern Türkiye ye selamlar yollar. ÇalıĢkan gençlerin ilme, irfana yönelmiģ Çocukların Ata nın gösterdiği yolu azimle tutmuģ Yüzlerce kilometre uzaktan hasretle geliyoruz Kalbimizde sevgi, gözlerimizde yaģla sizi selamlıyoruz! Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s

91 Emel Emin, anavatana göç eden soydaģlarıyla Türkiye ye gelmek istemiģ, fakat gelememiģtir. Aylarca sahilde Türkiye den gelecek nakliye gemilerini beklemiģ, nihayet umutları kırılmıģ ve mahzun bir Ģekilde, yıllarca, vatandan ayrı düģmenin ıstırabını yaģamıģtır. Emel Emin in Deniz Ve Gemi ve Hasret isimli Ģiirleri bu duyguların ifadesidir. Hasret Ģiirinde onu sevenlerine kavuģturacak olan ama bir türlü gelmeyen vapurun bir yolcudur Emel Emin. Gidenlere kavuģamayacaktır. O da, onların gittiği yere gözyaģlarıyla ulaģmak ister. GözyaĢlarını, yakınlarını götüren sulara katar. Dakikalar geçti, umudum kesildi ağladım sessiz, kattım sulara göz yaģlarımı Döndüm Umutsuz, Kimsesiz, GözyaĢlarımla Acımla. 23 Çoğu insan baģ edemediği, üstesinden gelemediği ve değiģtiremediği gerçeklikten kaçar. Bu kaçıģ, bazen hayalî ve ütopik bir ülkeye, bazen tarihe, Anlat ġeherazade Ģiirinde olduğu gibi masal diyarınadır. Emin in Ģiirde, yaklaģan savaģ tehlikesinden kurtulmak için kaçarak ġehrazat ı çağırdığını görürüz. Bu masallarda eski Ģark hikâyelerinin yanında Türk halk hikâyeleri ve Yahya Kemal vardır. Emin in Yahya Kemal i Binbir Gece Masalları, Ferhat ile ġirin ve Kerem ile Aslı gibi halk hikâyeleriyle birleģtirmesi, Yahya Kemal in kullandığı temlere ve üslubuna bağlanabilir. Adeta Emel Emin, Yahya Kemal i modern ġark ın masallarını anlatan ġehrazat ın yerine koymaktadır. Böylece yaģanan zamanın tüm rahatsız edici baskı ve tehditlerinden kurtularak, temizlenmiģ bir ruhla huzur içinde yaģamak mümkün olacaktır. Hem pastoral bir tablo çizdiği, hem de köyün kıģ hayatını ele aldığı Köyde KıĢ AkĢamı Ģirinden Emel Emin in tabiata düģkün, hatta hayran olduğu anlaģılmaktadır. Bu hayranlık, yine biri sabah gün doğuģunu veren Gün Doğarken Ģiirinde, diğeri de bir eski aģk hikâyesinin çerçevesinde güneģin batıģını tasvir ettiği Güzün Parkta Ģiirinde tekrar tekrar dile getirilir. AkĢam Üstü Ģiiri ise neredeyse tamamen pastoral ögelerden oluģmuģ gibidir. 23 Emel Emin, age., s. 3. Gün zamanı akģama terk ederken Gökyüzünde yıldızlar beliriyor KuĢlar tünemeye dal ararken Günün son konserini veriyor. Çoban sürüsüyle köye dönerken Kaval sesi hazin hazin geliyor Köylü kırdan evine toplanırken Ana ocakta yemek piģiriyor. Mavilikler tabiati örterken Bitkiler rengini değiģtiriyor Kimi korkudan içe kapanırken Kimi akģama kayıtsız kalıyor. SarmaĢık kıvrılarak uyuklarken AkĢam sefa çiçekleri açıyor Kırmızı, mor yapraklar belirirken Bahçede baģka güzellik doğuyor. AkĢam üstü karanlıklar çökerken AteĢ böcekleri mumlar yakıyor Yer yer kırlara aydınlık saçarken Çırçırmazlar Ģarkısını söylüyor. ġekil kaybolup orman sır olurken Gece kuģu uykudan uyanıyor Kanat çırpıp gözlerini dikerken 91

92 Karnını doyuracak av arıyor. Toprak ana kimini uyudurken Kimi faaliyetine baģlıyor Kimi rüya dünyasına dalarken Hayat devranı yine devam ediyor. 24 Emel Emin in Ģiirlerinde ele alacağımız son tema savaģ temasıdır. SavaĢ bütün kötülüklerin davetçisi, insan medeniyetinin sonunu getirecek olan çılgınlıktır. Emel Emin, dünyayı sürekli bir savaģ tehdidi altında görür. Gelen Gün Ģiirinde, savaģ endiģesinde olan ve savaģ karģıtı bir söylem buluruz. Her gün değiģen ve yenilenen hayatın karģılaģacağı en tehlikeli düģman savaģtır. Her Ģeye iyilik ve güzellik hâkim iken savaģ birdenbire ve beklenmedik bir anda insanlığın karģısına çıkıverecektir. Yeni bir ide doğacak. Eski bir ide unutulacak. Ne kadar iyilik, Ne kadar güzellik Ne kadar çirkinlik doğacak SavaĢ Bitmeyen, Tükenmeyen savaģ doğacak gelen günle. 25 Emel Emin, Yazmağı Bilseydim isimli Ģiirinde de savaģ karģıtı düģüncelerini daha etkin bir söylemde ortaya koyar. Harbe gidenlerin acısını, anaların gözyaģlarını, gençlerin isteklerini anlatamadığını ve bu nedenle dünyada savaģlara mani olamadığını anlatır mısralarında. Ah yazmağı bilseydim. Anlatabilseydim dünyada gözyaģlarını, Gösterebilseydim harbe gidenin acısını, GözyaĢlarını içine döken ananın bağrını. Görebilseydi bir zırhlı dünyada çiçekleri, Gençlerin isteklerini Anlayabilseydi üstündeki demirlerin ağırlığını Hafif dolaģmanın zevkini Duyabilseydi çiçek kokusunu, Görseydi renklerini Ah, anlatabilseydim, Yazmağı bilseydim. 26 Dünyamız isimli Ģiirinde ise Emel Emin, dünyayı Cennet e çevirecek ve savaģları yeryüzünden silecek, barıģı getirecek olanın saygı ve sevgi olduğunu dile getirir. Ġnsanoğlu uçsuz bucaksız yeryüzünü paylaģamaz, harpler çıkarır, can alır. Hâlbuki dünya herkese yeter. Neler yok yer küremizde, neler Ne nimetler var kıymetini bilsek eğer. Su, hava Her yerde bedava Türlü taam, Rengarenk çiçek, ÇalıĢırsak her Ģey olur tamam. Hepimize yeter Ģu dünya. Yeter de artar bile yarına. Yeter ki iyi niyet ola 24 Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s Emel Emin, age., s

93 Saygı ola, Sevgi ola. Ama insan oğulları anlamıyoruz ki, Dünya, zaman, saygı bilmiyoruz ki. 27 Bu mısralarıyla, çeģitli nimetlerle dolu Ģu dünyada iyi niyetle çalıģarak, sevgi ve saygı çerçevesinde bir ömür tavsiye eder bize Emel Emin Hanımefendi. Bu, elbette hepimizin yaģam boyu umudu ve dileğidir. KAYNAKÇA EMĠN, Emel, Umut, Elmas Matbaacılık, Kırklareli, Emel Esin, age., s

94 МЕТАФОРИЧНИ МОДЕЛИ НА ИСТИНАТА В РУСКИЯ, БЪЛГАРСКИЯ И АНГЛИЙСКИЯ ЕЗИК Юлиана ЧАКЪРОВА * РЕЗЮМЕ: Суауияуа предлага поглед върхф един вечен за човечесувоуо кфлуфрен концепу през призмауа на когниуивнауа лингвисуика, кояуо се смяуа за нова парадигма на съвременнауа лингвисуична мисъл. Изследванеуо разглежда начиниуе за концепуфализиране на исуинауа в рфския, българския и английския език. Основано на Теорияуа за концепуфалнауа меуафора, предложена оу Дж. Лейкоф и М. Джонсън в емблемауичноуо им произведение Metaphors We Live By (1980/2003), профчванеуо извежда различни гещалуи и сценарии, в коиуо се реализира концепуъу, илюсурирани с многобройни примери оу всеки оу разглежданиуе езици. Примериуе са в фнисон с увърденияуа в когниуивнауа лингвисуика за фниверсалносууа на човешкауа концепуфализация, проявяваща се в различниуе езици и кфлуфри, но същевременно показвау някои различия в реализацияуа на меуафориуе чрез конкреуни изрази. За разлика оу положениеуо при дрфги фниверсални кфлуфрни концепуи, уфк данниуе оу рфски език очеруавау модел на исуинауа в рфскоуо езиково съзнание, койуо значиуелно се различава оу уози в английскоуо и даже българскоуо езиково съзнание. Ключови думи: Концепу, Исуина, Теория за Концепуфалнауа Меуафора. METAPHORICAL MODELS OF TRUTH IN RUSSIAN, BULGARIAN AND ENGLISH ABSTRACT: This paper offers a view at an eternal concept for humankind of culture from the perspective of cognitive linguistics which is believed to be the new paradigm of modern linguistic thought. The study looks into ways of conceptualizing truth in Russian, Bulgarian and English. Based on Conceptual Metaphor Theory introduced by G. Lakoff and M. Johnson in their emblematic work Metaphors We Live By (1980/2003), it offers various gestalts and scenarios in which the concept is realized providing illustration with multiple examples from each of the languages in question. They are consistent with cognitive linguistics claims about universality of human conceptualization across languages and cultures and yet show some differences in realization of the metaphors through concrete phrases. Unlike the situation with other universal concepts of culture, Russian language data illustrates a quite different pattern of truth in the linguistic consciousness of Russian speakers than that of English and even Bulgarian speakers. Keywords: Concept, Truth, Conceptual Metaphor Theory. Увод С връщането на антропоцентричната парадигма в лингвистиката на ново, по-високо и допускащо алтернативи ниво в един от фокусите на внимание се разполагат концептуалните изследвания, чрез които учените се опитват да моделират структурите от знания за света в съзнанието на човека. Със значителна степен на информативност в тази посока се отличава изучаването на метафоричното осмисляне на абстрактните същности. В настоящото изследване ще се върнем към разглеждания по-рано от нас концепт ИСТИНА в българския и руския език (вж. Чакырова, 2007; Чакърова, 2009) и по-конкретно метафоричните модели за нейното представяне в двата езика (Чакърова, 2008), като значително увеличим използвания емпиричен материал и включим в съпоставката и английски. Така ще разширим обхвата на наблюдавания фрагмент и ще добавим нов аспект в изучаването на концептуализацията на света от човека. Истината е, че като един от фундаменталните концепти в човешката когнитивната система той има толкова плоскости и нива на изследване, че нещо винаги сякаш остава недоизказано и очаква своето разрешение или уточняване. Методология на изследването Методологичният фундамент на изследването има няколко опорни точки. Едната е теорията за концептуалната метафора на американските когнитивисти Дж. Лейкоф и М. Джонсън (за първи * Пловдивски университет Паисий Хилендарски, България. 94

95 път представена в цялостен вид в: Lakoff & Johnson, 1980/2003), според която осмислянето на света от човека, както и ежедневното взаимодействие с него и конституентите му се базират на метафора, а тя, от своя страна, е резултат от въплътения (embodied) ни опит. Помагайки ни да осмислим поабстрактните понятия чрез представата си за по-конкретните, тези живи метафори са основна част от човешката концептуална система, а езиковите изрази, чрез които се експлицират, са тяхно следствие и надеждно огледало на тези когнитивни операции. Поради сложността на абстрактните концепти за възприемане от човека и невъзможността от изграждане на единна интерпретация те се осъзнават чрез многопосочни метафори, които са несъвместими, но не и несъгласувани. Самите метафори или метафоричните формули, или уравнения, се извеждат от изследователя въз основа на емпиричен материал метафорични изрази, които доказват съществуването на такива метафори в когнитивната система на човека. Другата опора е същността на концептуалния анализ (различен от семантичния вж. за това по-подробно у Кубрякова, 1991: 85) и позиционирането му на най-високото ниво в йерархията на анализа на езиковия знак (Кубрякова, 2012: 51). Съществен елемент от него представлява анализът именно на метафоричната съчетаемост на лексемата-име на концепта анализ, «разкриващ чувствено възприемания, конкретния образ, съответстващ на даденото абстрактно понятие в наивната картина на света и обезпечаващ допустимостта в езика на определен клас словосъчетания [...] 1» (Зализняк Анна URL). Съчетаемостта е отражение на различни видове знания и представи за действителността у носителите на даден език и култура; върху основата ѝ може да се построи асоциативният профил на даден концепт и по този начин да се изведат гещалтите (в терминологията на Лейкоф и Джонсън наричани още експериенциални гещалти вж. напр. горепосоченото изследване), имплицитно съдържащи се в откритите колокации. Разбирането за тези конструкти и мястото им в концептуалния анализ е и третата опорна точка на изследването. Няма да се спираме на различията в дефинициите на този термин. Тук приемаме виждането за тях като за неарбитрарни комплекси от знания, които холистично структурират ежедневния ни опит, естествено произтичат от него и му придават свързаност; многомерни структурирани цялости (кластъри), които са по-базови от съставящите ги части (пак там). Така извеждането на гещалтите е основен показател на интуитивното знание за разглежданите концепти. И четвъртата опора е разграничаването на (лингво)когнитивни и (лингво) културологични концепти (напр. Карасик, Слышкин, 2001), теорията за което е подробно разработена в руската когнитивистика. Според тази класификация ИСТИНА се отнася към втората група, в която влизат значими и показателни за разбиранията за носителите на дадена култура концепти. За разлика от първите, за лингвокултурологичните е характерна възможността за различни начини на активиране, или апелация (според известния метафоричен израз за влизане в тях ), а една лексема може да служи за активирането на повече от един концепт. Тук е важно да се подчертае този аспект, защото той е релевантен за разглеждания концепт. Както ще видим, в руския за активирането на ИСТИНА в една от хипостазите на концепта твърдение, отговарящо на действителността, се използва лексемата правда, която едновременно с това е в центъра на друг (тясно свързан с ИСТИНА) концепт СПРАВЕДЛИВОСТ. При това отчетливо изпъква още една важна характеристика на лингвокултурните концепти те са с неясни, размити (fuzzy) граници. За българския въпросната употреба е архаична, но се пази в семантичната памет и лесно се възстановява. Това е основанието, поради което по-надолу извеждаме и метафоричните формули за правда. Фактът на наличието в руския език на две толкова тясно свързани лексеми за означаването на феномена на истината води до нейното разглеждане като суперконцепт или дуален концепт (наричан още концептуален тандем ), включващ два субконцепта ИСТИНА-ПРАВДА и ПРАВДА- СПРАВЕДЛИВОСТ. В тази статия поради ограничения на мястото ще се фокусираме предимно върху синхронния срез. Предварителни резултати Проведената в предишни наши изследвания съпоставка между семантичните полета на концепта ИСТИНА в българския и руския език показа ярки различия в тяхната конфигурация. Фреквентността на употребата на двете лексеми правда и истина за активиране на разглеждания концепт в руския език дава основание за извода, че и едната, и другата следва да бъдат разположени в ядрото му. Нещо повече многократно се подчертава, че за руската менталност аксиологичният показател на правда е значително по-висок от този на истина (срв. кондензацията на тази идея в пословици като Правда всего дороже; Варвара мне тетка, а правда сестра и т.н.). В полето на 1 Преводът на откъсите от руски и английски в работата е наш Ю. Ч. 95

96 концепта в съвременния български език лексемата истина покрива значително по-широка зона. Също минал през състоянието, в което правда означава истина в думи, в дела където семантичният обхват на българската лексема правда съвпада с този на съответната руска лексема (срв. Казвам правдата), днес нашият език предлага актуализиране на семата съответствие на действителността в ареала на правда за много ограничен контекст тя се съхранява само в съчетания като житейска правда или пък означава реалистично отразяване на явленията в произведение, напр. художествена правда, историческа правда. Към актуализирането на това значение можем да отнесем и употребата на корена в сложни думи от типа правдоподобен. Така в полето на концепта ИСТИНА в българския език става преместване на семантичната граница между истина и правда и по този начин преразпределяне на семантичното пространство, като правда се измества към периферията на концепта 2. За семантичната зона на руския концепт ИСТИНА обикновено се твърди, че разликата между значението на двете лексеми в центъра му е очевидна. Ето например какво заявява Ю. С. Степанов: В съвременното руско съзнание различието между правда и истина ясно се усеща <...> (Степанов, 1997: 319). Струва ни се обаче, че това невинаги е на съзнателно ниво така че да може отчетливо да бъде вербализирано. Речниковите дефиниции също не могат да помогнат в случая срв. напр. първото значение на правда в един емблематичен руски тълковен речник този на С. И. Ожегов: това, което съществува в действителността, съответства на реалното положение на нещата (Ожегов, 1989). Със сигурност всеки носител на езика може да даде някакво обяснение за това, как чувства разликата между тях. За цитирания по-горе Ю. С. Степанов основно различие е всеобемността на истина (истината за нещата по принцип) и конкретността на правда. Такова обяснение действително може да пролее светлина върху разликите между изрази като повторять истину и повторять правду. Анализът на употребите на тези изрази дава възможност да се направи извода, че в първия случай става въпрос за повторение на нещо константно като знание или убеждение, за постигането на което е бил необходим относително продължителен период от време, докато при втория по-скоро се има предвид факт, който не е толкова всеобхватен, а е обвързан с дадена ситуация. Близо до това е мнението на А. Д. Шмельов, който за опозицията истина правда извежда характеристиките абсолютна релативна по отношение на това, което хората знаят (Шмелев, 2002: 190). Точно това противопоставяне обаче е доказателство за близостта на понятията, тъй като един от контекстите на истината (вж. за това подробно по-долу) епистемичната, е свързан именно с границите на човешкото познание, което я приближава до характеристиката на А. Д. Шмельов за правда. Ако тази разлика беше толкова ясна и безспорна, нямаше да се появяват паралелни употреби като: Истина о Боге / Правда о Боге / Правда Истина о Боге ; Истина о питании / Правда о питании ; Истина о войне в... / Правда о войне в... (при това текстовете, съответстващи на различните названия, са абсолютно аналогични в съдържателно отношение). За правда често се извежда и характеристиката изказване, съответстващо на действителността (пак там). Действително, този първи аспект на употреба на лексемата (съответствие на действителността) се актуализира най-вече в изрази като говорить правду, скажи мне правду, узнать правду (от някакъв източник). За руския език употребата на истина в посочените съчетания би била архаична, но пък това значение на последната лексема е абсолютно живо за руското езиково съзнание, защото се пази в многобройни изрази от типа вылить истину на свет; разлить истину; Устами младенцев глаголет истина; речь истины и т.н. Субстантивни маркери на разглеждания концепт в английския език При добавянето на английския език към тази съпоставка се очертава следната картина. В него също можем да посочим 2 лексеми truth и verity, но те имат различен статус както в езика / речта съдейки по речниковите определения и най-вече употребата на думите, така и в езиковото съзнание на носителите на английски. Основен / универсален експликат на концепта безспорно се оказва първата посочена лексема можем да я разположим в центъра на семантичното поле. Втората е или стилистично маркирана архаична, книжна, ограничена предимно в мн.ч., или се възприема като неин непълен синоним (verity се определя като verifiable truth ) и няма как да бъде приета за универсална, така че следва да бъде позиционирана в периферията. В подкрепа на това твърдение са и корпусите с текстове. Достатъчно показателен е фактът, че в Корпуса на съвременния 2 Поради формàта на изследването ще се концентрираме само върху основните субстантивни маркери на концепта в трите съпоставяни езика истина, правда, truth, verity. 96

97 американски английски (COCA URL), фиксиращ употребите между 1990 г. и 2012 г., от около 450 мил. употреби за verity се извеждат едва малко над 100. Като игнорираме преобладаващото използване на лексемата като собствено име и грешките (поява на verity там, където очевидно е необходим глаголът verify), употребите могат буквално да се преброят на пръсти. Подобно е и положението в Британския национален корпус (BNC URL). В този смисъл може да се каже, че профилът на тази зона наподобява по-скоро българския, отколкото руския. Разлика обаче все пак има. Както споменахме, лексемата правда в българския език се измества към периферията на концепта ИСТИНА, но това не променя мястото ѝ в центъра на тясно свързания с него концепт СПРАВЕДЛИВОСТ. Независимо че в семантичната памет на носителите на английски не е скъсана връзката между verity и verdict ( присъда ) поради общия древен корен, идващ от латинската дума за истина veritas, а естествено за присъдата се очаква да бъде справедлива, все пак релацията между verity и justice не е толкова прозрачна, колкото между правда и справедливост. Метафорично моделиране на истината в съпоставяните езици При описание на семантичното поле на концепта е удобно да използваме разграничението на контекстите на употреба на истина в руския език, предложено от Н. Д. Арутюнова изследователката извежда два аспекта в понятието за истината, като това противопоставяне не е фиксирано в речниците при лексемата-експликат на концепта: от една страна, Божествената истина, истината като висш идеал (в работата ще я наречем Истина 1), и, от друга страна, епистемичната истина, истината като обект на познанието (Истина 2) (този модел ясно е очертан у Арутюнова, 1991: 23 26). Самият факт на отделянето на религиозен аспект може да бъде тълкуван като илюстрация на релевантността му за руското културно пространство и руското езиково съзнание. Все пак обаче тези два аспекта не са езиковоспецифични и същото разделение можем да направим и в българския, и в английския език. При включването на българския и английския език обаче е необходимо да се добави още един аспект съответствие на действителността, свързано с конкретни факти или ситуация, както и вербализацията на съответното познание или разбиране за фактите (Истина 3 / Truth 3), проявяващ се при изрази от типа казвам истината; tell the truth. Можем да го наречем прагматичен, комуникативен или дискурсивен, защото е свързан на първо място с речевите актове, с представянето от действителността в комуникацията. Както е известно, в руския език в този контекст се използва лексемата правда. Именно затова, въпреки че този аспект на употребата не се посочва като самостоятелно значение в българските или английските тълковни речници, извеждането му е релевантно за изследването ни, защото очертава ареал на значително разминаване с руския език. По-нататък ще представим изведените от нас въз основа на натрупания емпиричен материал 3 гещалти и свързаните с тях сценарии, които илюстрират метафоричните модели на осмислянето на истината в руския, българския и английския. Започваме с руския, който задава параметрите на съпоставката както посочихме, той не само значително се отличава от българския и английския при отразяването на този фрагмент от действителността, но и предоставя споменатия двуядрен суперконцепт, при което става необходимо включването в тази съпоставка и на семантичната зона, покривана от лексемата правда. Истина 1 / Truth 1 Търсене (гещалт СЪКРОВИЩЕ) Поиски истины; найти истину; обрести истину В търсене на истината; намирам / откривам истината; виждам / прозирам истината Seek truth; find God s truth; acquire truth; attainment of truth Движение по хоризонтала (гещалт ПЪТ) Встать на путь истины; тропы истины; через сомнения приходим к истине Пътят на истината; бързай към истината Walk / thread the path of truth; pathway to truth; go to truth; on the way to truth; departure from truth; wander from the truth 3 Примерите са събрани от различни по жанр произведения, от корпусите с текстове на съпоставяните езици, както и от интернет. Поради ограничения на мястото няма да посочваме в работата препратки към източниците на конкретни цитати, включващи разглежданите лексеми, тъй като списъкът им заема около една страница, а тази информация не е ключова за излагане на тезата. Те все пак ще бъдат маркирани със знака*. 97

98 Движение по вертикала (гещалт ПЛАНИНА) Подняться до (вершин подлинной) Истины; идти на штурм сияющей вершины Истины; достичь истины Извисявам се до истината; опит да полети към истината Climb to the truth; elevated to the truth; dare to rise to the truth; To rise from error to truth is rare and beautiful*; fly to the Truth Излъчване на светлина (гещалт СЛЪНЦЕ) Пролить луч истины; блеснул луч истины; достичь Солнца Истины; сверкающие искры Истины Духът ви се къпе в лъчите на истината; спасителните лъчи на Слънцето на Истината; искри на истината; Истината осветява пътя; живее в светлината на истината; истината изгря The light of truth; the sun of Truth; the truth has risen Изтичане (гещалт ТЕЧНОСТ) Источник, из которого всякая истина истекает; истина истекает из <...> родника; Истина истекает из уст твоих подобно сладкому мѐду Извор на истината; първата капка истина; Истината извира от човека [...]*; Истината за битието извира от събитието на общението* The truth flooded their hearts / souls / through her / into her mind / his consciousness; the truth flowing from the spirit; The truth flowed from my fingertips* Персонификация (гещалт ЧОВЕК) Голос истины; царство истины; бытие истины; находиться в согласии с истиной; истина приходит; Истина же не знает страха*; истина предстала перед ним Словото на истината; в това се крие абсолютната истина; накрая истината му се разкри; истината си проправя път; истината трябва сама в нас да говори*; В най-добрите книги на тоя свят истината шепне и пълзи. В Евангелието тя лети и пее*; истината, която говори отвътре в душата* The word of truth; truth comes to you; truth reveals itself to people; [ ] the truth lived in those pictures [ ]*; [ ] heaven and truth, angels and God, communicated with people* Създаване на опора (гещалт ФУНДАМЕНТ) Опираться на истину; основополагающие истины Истината ми стана опора; истината ни крепи; уповавам се на истината Build your live on truth; lean on Truth Тясно свързан с наличието на фундамент е и следващата диада гещалт сценарий: Строителство (гещалт КЪЩА / СГРАДА) Жить в истинe; войти в истину Божию; как войти в истину и не выходить; дверь истины; окно в истину / истины Живея в истината; ключът към Истината Build truth upon truth; building truth into your life; keys to the door of truth Действие със стока (гещалт ПОКУПКО-ПРОДАЖБА) Купи истину [ ] Купувай истина [ ] Buy (the) truth [ ] Тук трябва да направим следното уточнение. Тази употреба, взета от библейския текст (Прит. 23: 23), е единствената, фиксирана в разглежданата хипостаза. Останалите съчетания и от трите съпоставяни езика може да бъдат отнесени към Истина 2 или Истина 3, като гещалтът в някои случаи се включва в по-общия гещалт ПРЕДМЕТ със сценарий въздействие върху предмет, напр.: Заплатить за истину (дорого / свою цену / жизнью); платить кому-л. за истину; продавать истину (за деньги / за умеренную плату); снабдить истиной; доставить истину; делиться истиной Продавач на истина; доставя истина; нося истината Truth be sold (неологизъм, игра на думи на основата на truth be told); whitewashing the truth; support the truth; The actual truth doesn t always sell*; a large / ready / fresh / consistent / bountiful / 98

99 endless / abundant supply of truth; run out of a supply of truth; cutting off supply of truth; To Sell the Truth (музикален албум); A Short Supply (of Truth) (песен);bring the world (his) truth На английски дори съществуват фреквентни изрази, препращащи към контекста на приемане/казване на истината, в който лексемите за купуване и продаване се употребяват, без да са съпроводени от елемента truth: I don t buy it / that / you; Don t sell me this Това може да е свидетелство за тясната асоциация в англоезичните култури на въпросния концепт с гещалта ПОКУПКО-ПРОДАЖБА и сценария за действия върху стока (срв. богатството на определения за запасяването със стоката truth в горните примери). Истина 2 / Truth 2 Търсене (гещалт СЪКРОВИЩЕ) Искать истину; докапываться до истины; обнаружить истину; глубоко скрытая истина Търся истината; откривам истината; истината ми е по-скъпа Quest for truth (вкл. заглавието на книгата Philosophy: the Quest for Truth ); rational/neverending pursuit of truth; discovery of truth; truth-seeking; lead to truth Персонификация (гещалт ЧОВЕК) Истина рождается; истина лежит в...; истина засыпает; истина пробуждается; голая истина; благородная истина; ходячая истина; образ истины; раздеть истину донага; истина, освобожденная от предрассудков; преследовать истину; задушить истину; Истина рождает спор* Очите на истината; мечът на истината; голата истина; грозната истина; двете лица на истината; истината излезе на бял свят; изплува истината за благоденствието ни; в интерес на истината; истината ще ни освободи; забулване на истината; истината по въпроса говори, че...; истината победи; (никой не е) господар на истината; Секирата на истината *; в спора се роди истината; истината винаги намира пролука*; Лъжата върви по-напред, а истината след нея (пословица) Follower of truth (truth as a leader); poison the truth; imprison the truth; beat the truth; can truth win; expose the truth; naked truth (вкл. телевизионния сериал The Naked Truth ); truth cast in lead; truth clad in guise / invincible armor; undress the truth; The Ugly Truth (филм); Truth is the only daughter of Time* Движение по хоризонтала (гещалт ПЪТ) Встать на путь истины; тропы истины; через сомнения приходим к истине Пътят към истината; далеч от истината; стигам до истината; сблъсквам се с истината Path to / of truth; reach the truth; Approaching Truth (книга); The Border of Truth (книга) Създаване на опора (гещалт ФУНДАМЕНТ) На основе истины Присъдите им почиват на истината This research is based on truth Вкусова перцепция (гещалт ХРАНА) Горькая истина; едкие истины* Горчива истина; постни истини Sweet truth; bitter truth; the not-so-sweet truth about sugar / honey / artificial sweeteners; the bittersweet truth about diet foods; sweet and sour truth about sugar; Sweet Truth Candy (название на верига магазини, в което се обиграва идиомът sweet tooth, букв. сладък вкус : за любителите на сладкото се казва, че имат sweet tooth, т.е. развит вкус по отношение на сладкото) Намиране на доказателство [гещалт ЗАДАЧА (ТЕОРЕМА)] Доказать истину; пора решать истину Доказана от науката истина; аксиома на истината (въпреки че аксиомата не се доказва, гещалтът е същият); логика на истината Confirm the truth; proved truth; looking through the glass of truth (както се гледа през микроскоп с цел откриване отговора на въпрос, решаване на дилема) Движение на слънцето (гещалт СЛЪНЦЕ) Затмение истины Залезът на истината (статия) 99

100 [ ]* Eclipse of truth; Awakening: The Rise of Truth Begins (книга) Изтичане (гещалт ТЕЧНОСТ) Капля истины; разлить истину по всему белому свету; истина вытекла Преди петрола изтече голата истина; [Истината Ю. Ч.] [п]онякога изригва като гейзер Run out of truth; spill the truth; the truth flooded my world; the truth leaked out Битие на материал (с определени качества; върху който може да се въздейства) (гещалт ПРЕДМЕТ) Колючая истина; избитая истина; искажать истину; моделирование истины; много / мало истины; взвешивать истину на весах человечности* Лъсна истината за ; бодлива истина; изтъркана истина; изкривявам истината; измервам истината; [ ] ще нося истината за България*; истината на масата* Spiky truth; bring the truth to light; twist the truth (вкл. едноименния музикален албум Twist the Truth ); distort the truth Истина 3 (български и английски) Продуциране и перцепция (гещалт СЛОВО, РЕЧ) Говоря / казвам истината; премълчавам истината; съобщавам истината; разкривам истината; възвестявам истината; признавам истината Tell the truth; show me the truth; Unspeakable Truths (книга); Announce the Truth (музика) Прием на храна или течност (гещалт ХРАНА) Предъвквана истина; изплю истината; чаша истина; голяма лъжица истина Spit the truth; glass of truth; Cup of Truth (ресторант); Drinking the Truth (музикален микс) Въздействие върху предмет, включително измерване (гещалт ПРЕДМЕТ) Частица от истината; намери частица истина; известна доза истина; малко от истината за Еверест; тонове истина; приемам истината; бомба на истината (рядко; по-често: Бомба! Истината за ) (It speaks) tons of truth; drop a truth bomb Задържане, несподеляне с околните (гещалт ПАРИ, БОГАТСТВО) Пестелив по отношение на истината Conceal the truth; cover / hide the truth Персонификация (гещалт ЧОВЕК) Дава глас на истината Loud voice of truth Примерите ясно показват, че понякога е трудно да се определи към кой контекст (И1, И2 или И3) се отнася даден израз (напр. случаи от типа найти истину; стремиться к истине; стигам до истината; path to truth могат да бъдат отнесени към И1 и И2; голата истина може да бъде открита от някого т.е. отнесена към И2, или казана И3, и т.н.). От друга страна, както споменахме, в руския език в контекста на изведената в български и английски И3 се употребява лексемата правда. За нея също можем да посочим две основни хипостази: съответствие на действителността (Правда 1) и справедливост (Правда 2). Ставаме свидетели на интересен феномен. Както беше споменато и по-горе една и съща лексема (в случая правда) не само че актуализира два концепта (ИСТИНА и СПРАВЕДЛИВОСТЬ), но се оказва в центъра и на двата, което придава на тази зона в съвременния руски език уникален профил по отношение на българския и английския (както и в сравнение с много други езици). Този факт на принадлежност на лексемата към повече от един концепт не може да не допринесе за преплитане при осъзнаването на различните ѝ хипостази. Както ще видим по-надолу при метафоричните образи на двата основни контекста на употреба на лексемата, в много от случаите съответните изрази могат да бъдат отнесени и към единия, и към другия. Това е и причината, поради която включваме тук метафоричното моделиране на Правда 2 (ще се въздържим обаче от пълното разгръщане на зоната на свързания концепт СПРАВЕДЛИВОСТ (в чийто център е разположена и лексемата правда) в трите съпоставяни езика отново поради формàта на изследването). 100

101 Правда 1 Продуциране и перцепция (гещалт СЛОВО, РЕЧ) Говорить правду; выложить всю правду; рассказать правду; сообщить правду; услышать правду; писать правду Търсене (гещалт СЪКРОВИЩЕ) Поиски правды; найти правду (и рассказать о ней людям); закопать правду; раскопать правду; докопаться до правды; правду не спрячешь Излъчване на светлина (гещалт ЗВЕЗДА / СЛЪНЦЕ / НЕБЕСНО ТЯЛО) Свет правды; правда освещает наш путь Вкусова перцепция (гещалт ХРАНА) Горькая правда; сладкая правда; питаться правдой Персонификация (гещалт ЧОВЕК) Голая правда; раздетая правда; жестокая правда; чистая правда грязная ложь; гнать от себя правду; смотреть правде в глаза; правда продолжает жить; правда молчит; враг правды; где живет правда Изтичане (гещалт ТЕЧНОСТ) Правду выдавливают по капле; ни капли правды; три капли правды Битие на материал (с определени качества; върху който може да се въздейства) (гещалт ПРЕДМЕТ) Колючая правда; Правда глаза колет; скрывать правду; показать правду; искажать правду; моделировать правду; правду-матку резать Правда 2 Търсене (гещалт СЪКРОВИЩЕ) Найти правду в суде; добиться правды Търся / намирам правдата в съда; законът като средство за добиване на правдата Спазване на установени правила (гещалт ЗАКОН) Жить по правде (правдой); соблюдать правду; установить правду; высшая правда Налагам висша правда; възцарете вечна обич, вечна правда над света*; върховна правда Утоляване (гещалт ХРАНА, включително ВОДА) Жаждать правды; угостить правдой Гладен и жаден за правда Персонификация (гещалт ЧОВЕК) Голос правды; господство правды; владычество правды; правда постановила Гласът на правдата; власт на правдата; дочака правдата в съда Основни изводи 1. Изведените сценарии и гещалти за разглеждания концепт посочват основните метафори (метафорични формули или уравнения ), чрез които той се осмисля от носителите на съпоставяните езици. Богатият емпиричен материал илюстрира разноликите образи на този изключително сложен и многопластов концепт: търсене на съкровище, път, планина, слънце/небесно тяло, задача/теорема, човек, фундамент/строителство. Всеки от изведените метафорични модели има потвърждение и в трите езика, което е в унисон с основната философия не само на теорията за концептуалната метафора, но и на цялата когнитивна лингвистика (в нейния класически вариант) за универсалните механизми на човешкото мислене и концептуализация на света. 2. Най-богата на метафорични изрази и в трите езика е формулата ИСТИНАТА Е ЧОВЕК. Това светоусещане се оказва универсално и руският не прави изключение. Така наред с твърденията, че правдата е много по-близка, понятна, топла за руската менталност, а истината е отдалечена и студена, в опитите си да я концептуализират рускоговорещите, както и останалите, прибягват до уподобяването ѝ на човека като център на мирозданието. 101

102 3. И в трите езика лингвокултурологичният концепт ИСТИНА може да се активира чрез две лексеми: р. истина и правда; б. истина и правда; англ. truth и verity, но тяхното място в покриваното от концепта семантично поле е напълно своеобразно за всеки от съпоставяните езици и отличаващо се от другите два. В руския език концептът е дуален (наричан е още суперконцепт) и двете лексеми могат да бъдат разположени в ядрото му. В българския език, макар и генетично близък до руския, лексемата правда се е изместила към периферията му, но лесно се извиква от семантичната памет, защото и при синхронния срез откриваме наличието на изрази от типа жизнена правда. В английски verity, намирайки се също в периферията на концепта, не е в центъра на концепта JUSTICE и връзката между тези две лексеми не е толкова прозрачна за англоговорещите, колкото релацията между правда и справедливост за носителите на руски и български език. БИБЛИОГРАФИЯ АРУТЮНОВА, Н. Д., Истина: фон и коннотации // Логический анализ языка, Культурные концепты, Москва: Наука, 1991: ЗАЛИЗНЯК Анна А., Концептуальный анализ // Языковая картина мира. tml, КАРАСИК, В. И., СЛЫШКИН, Г. Г. Лингвокультурный концепт как единица исследования // Методологические проблемы когнитивной лингвистики, Воронеж: Изд, Воронежского университета, 2001 (182 с.): КУБРЯКОВА, Е. С., Об одном фрагменте концептуального анализа слова ПАМЯТЬ // Логический анализ языка, Культурные концепты, Москва: Наука, 1991: , Основные направления концептуального анализа // В поисках сущности языка, Москва: Знак, 2012: СТЕПАНОВ, Ю. С., Константы, Словарь русской культуры, Опыт исследования, Москва: Школа Языки русской культуры, с. ОЖЕГОВ, С. И., Словарь русского языка. Изд. 20-ое, стереотипное, Под ред. члена-кор, АН СССР Н. Ю. Шведовой, Москва: Русский язык, ЧАКЫРОВА, Ю., Фрагмент истины в русской и болгарской концептосфере // ХІ конгресс МАПРЯЛ на тему Мир русского слова и русское слово в мире, Том 4. Язык, сознание, личность, Коммуникация на русском языке в межкультурной среде, Варна, 2007: , Концептуализация на истината в българското и руското езиково съзнание // Славистика ІІІ. В чест на ХІV Международен славистичен конгрес, Охрид, 2008, Пловдив, УИ Паисий Хилендарски, 2008: , Концептът истина в руския и българския език: лингвистична експликация на ядрото // Славянски диалози, Пловдив, УИ Паисий Хилендарски, 2009: ШМЕЛЕВ, А. Д., Русская языковая модель мира, Материалы к словарю, Москва: Языки славянской культуры, 2002, 224 с. BNC URL: COCA URL: LAKOFF, G. - M. JOHNSON, Metaphors We Live By, Chicago: University of Chicago Press, 1980/2003, xiii, 242 p./276 p. 102

103 CENGĠZ AYTMATOV ĠLE BAHTĠYAR VAHABZADE NĠN SANAT ĠLĠġKĠLERĠNDEKĠ PARALELLĠKLER Terane HEġĠMOVA * ÖZ: Türklerin bır kısmı, Sovyet yönetiminde yaklaşık 70 yıl yaşadıkları için, kendi aralarındaki ilişkiler, Türklük üzerinden değil, Soyvet kimliği üzerinden kurulmuştur. Bu dışarıdan bakılınca görülen ilk durumdur, ancak daha detaylı baktığımız zaman, bu insanların Türklüğün varlığını içinde, kendi göğüslerinde taşıdıklarını, edebiyatlarına da bunu en iyi şekilde yansıtmışlardır. Sovyet döneminde ve daha sonraki dönemde Azerbaycan halkı, dünyaca ünlü Cengiz Aytmatov ile şair Bahtiyar Vahabzade yi Türk dünyasının en büyük düşünürleri olarak tanıdılar ve kabul ettiler. Azerbaycan edebiyatı sözü edilen iki büyük edebin düşüncelerinden ve yaratıcılıklarından etkilendi, hatta onların eserlerindeki evrensel ve ulusal fikirlerden yararlandı. Bu fikir ve dünyaya açılma işi, 1960 larda hem Azerbaycan, hem de Orta Asya edebiyatlarında başladı ve edebiyat alemine en mükemmel katkıları sağladı lı yıllardan başlayan edebiyattaki bu gelişme, Azerbaycan edebiyatındaki yeni bir safhayı veya kendine dönme safhasını meydana getirdi. Onun için Türk edebiyatının büyük insanı olan Cengiz Aytmatov un sanatsal ve kişisel kimliği, Azerbaycan'da sadece edebî ilişkilerde değil, edebiyatı da aşan toplumsal ilişkilerde de değer taşır. Sonuç olarak, Cengiz Aytmatov un edebî kişiliği Azerbaycan edebiyatı ve toplumsal ve siyasal ilişkiler açısından değerlendirildiği zaman, çok yönlülüğün mevcudiyeti kanıtlanmıştır. Azerbaycan ile Kırgızistan arasındaki kültüreledebî/toplumsal-siyasal ilişkilerin gelişiminde Cengiz Aytmatov ile Bahtiyar Vahabzade nin sanat ilişkileri, eserlerinde beşeri ideyalara, Türk dünyasına, milli değerlere bakış açısındaki paralellikleri önemli bir yer işgal eder. Bildiri metninde Cengiz Aytmatov ile Bahtiyar Vahabzade`nin sanat ilişkilerinden, edebî faaliyetlerinden, Azerbaycan-Kırgız edebî ilişkilerine büyük desteklerinden, çevirisi yapılan eserlerden, konu, fikir ve mazmun paralellerinden yola çıkarak kişisel ve edebî faaliyetleri genel olarak değerlendirilecektir. Anahtar Kelimeler: Cengiz Aytmatov, Bahtiyar,Azerbaycan, Toplumsal-Siyasal İlişkiler, Edebiyat-Türk Edebiyatı, Orta Asya. THE PARALLELISMS IN THE ARTISTIC RELATIONS BETWEEN CENGĠZ AYTMATOV AND BAHTĠYAR VAHABZADE ABSTRACT: Turkish people under the invasion of Soviet Empire built up relations between themselves during 70 years representing Soviet people rather than Turkish fraternal people. This was the first picture seen from outside, nevertheless great Turkish existence was reflected in the essence of each established relation and created sample of literature. During Soviet period and afterwards, Azerbaijan people recognized the world-famous ChingizAytmatov and Kazakh s poet Bahtiar Vahabzade as great thinkers of Turkish world. Azerbaijan literature was affected by the creativity of these two great literary men, and benefitted from universal and national ideas of their literary works as a result of their literary influence. This idea and opening to the world started in the literature of Azerbaijan and Central Asia in 60s and gave birth to perfect works in literature. This event in literature makes up a particular stage in terms of returning to oneself in the literature of Azerbaijan beginning from the 60s. Art and personality of Chingiz Aytmatov, a great man of the whole Turkish literature, always carries important value in Azerbaijan not only in literary relations, it carries literary-social value as well, as a base for multilateral works. Due to the abovementioned information, literary personality of Chingiz Aytmatov is proved in several aspects in the literature of Azerbaijan and social-political relations. Keywords: Chingiz Aytmatov, Bahtiyar, Azerbaijan, Social-Political Relations, Literary- Turkish Literature, Central Asia. GiriĢ Türklerin bır kısmı, Sovyet yönetiminde yaklaģık 70 yıl yaģadıkları için, kendi aralarındaki iliģkiler, Türklük üzerinden değil, Soyvet kimliği üzerinden kurulmuģtur. Bu dıģarıdan bakılınca görülen ilk durumdur, ancak daha detaylı baktığımız zaman, bu insanların Türklüğün varlığını içinde, kendi göğüslerinde taģıdıklarını, edebiyatlarına da bunu en iyi Ģekilde yansıtmıģlardır. Sovyet döneminde ve daha sonraki dönemde Azerbaycan halkı, dünyaca ünlü Cengiz Aytmatov ile Kazak Ģairi Bahtiyar Vahabzade yi Türk dünyasının en büyük düģünürleri olarak tanıdılar ve kabul ettiler. Azerbaycan edebiyatı sözü edilen iki * Doç. Dr., Azerbaycan Milli Ġlimler Akademisi Doğubilimcilik Enstitütü Merkezi Asya ve Uzak Doğu Ülkeleri Bölümü. 103

104 büyük edebin düģüncelerinden ve yaratıcılıklarından etkilendi, hatta onların eserlerindeki evrensel ve ulusal fikirlerden yararlandı. Bu fikir ve dünyaya açılma iģi, 1960 larda hem Azerbaycan, hem de Orta Asya edebiyatlarında baģladı ve edebiyat alemine en mükemmel katkıları sağladı lı yıllardan baģlayan edebiyattaki bu geliģme, Azerbaycan edebiyatındaki yeni bir safhayı veya kendine dönme safhasını meydana getirdi. Bu sebeple Türk edebiyatının büyük ismi Cengiz Aytmatov un sanatsal ve kiģisel kimliği, Azerbaycan'da sadece edebî iliģkilerde değil, edebî ve toplumsal iliģkide de değer taģır. Sonuç olarak, Cengiz Aytmatov un edebî kiģiliği Azerbaycan edebiyatiyla birlikte toplumsal ve siyasal iliģkiler açısından değerlendirildiği zaman, çok yönlülüğün mevcudiyeti kanıtlanmıģ olur. Azerbaycan ile Kırgızistan arasındaki kültürel-edebî/toplumsal-siyasal iliģkilerin geliģmesinde Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov ve Azerbaycan Ģairi Bahtiyar Vahabzade`nin sanat iliģkileri, eserlerindeki beģeri düģünceleri, Türk dünyasına, milli değerlere bakıģ açıları önemli bir noktadır. Edebiyat bilimcilerin söylediği gibi sanata bakıģları aynı olan bu iki büyük söz üstadının farklı yönleri de vardır. Biri Ģiirde uzmanlaģırken, diğeri nesire odaklanmıģtır. Biri Azerice, diğeri Rusça yazmıģtır. Makalede Bahtiyar Vahabzade ve Cengiz Aytmatov'un sanat iliģkilerinin tarihinden bahsetmek suretiyle birlikte yaģadıkları sosyo-politik, tarihi olaylar çerçevesinde kaleme aldıkları eserlerdeki paralellikler, konu, fikir, içerik benzerliği, millet-halk sevgisi, beģerilik ve diğer meselelere dikkat çekilecektir. Bu edebiyatçıların edebiyatın iki kolunda -nesir ve nazımda- eserler kaleme aldıkları için doğal olarak benzerlikler biçim ve üslup üzerindenden değil, görüģler ve içerik üzerinden oalcağı aģikardır. 1. Sanat ĠliĢkileri Tarihi Genel Türk edebiyatının simaları C. Aytmatov`la B. Vahabzade`nin sanat iliģkilerinin tarihi 50 yıl öncesine dayanır. 60'lı yıllardan dostluk temelleri oluģan bu iki büyük söz ustaları arasında gerçekleģen görüģme 1985 yılında Bahtiyar Vahabzade`nin sanata 50. Yılının kutlandığı törende olmuģ, Kırgız yazarı törende Ģairin Feryat eserini izlemiģtir. Feryat, içeriği itibariyle ciddi, tutarlı bir felsefi eser olduğundan, bu tiyatro eserinin Ģiirle yazılmasını önemli gören Kırgız yazar izlenimini Ģöyle ifade ediyor: Gerçekte gösteride Nesimi nin kendisi görünmüyor. Fakat Ģairin baģarısı sonucunda seyirciler her an Nesimi yi görebiliyor. Bu Ģairin ustalığını ifade eden büyük baģarıdır. Bizleri etkileyen düģünce, fikir uğruna canlarından vazgeçmeyi baģaran onurlu insanların edebî yansımasıdır. B. Vahabzade, Kamil Eserler isimli çalıģmasında Kırgız yazarı, Modern dünyanın en değerli söz üstatlarından biri olarak tanımlar. Her iki sanatçı da, köküne, tarihine, millet ve halkına, değerlerine bağlı, edebî kimliğini sosyal hayatına yansıtmayı, halkının önünde durmayı, halkına ve devletine saygı göstermeyi baģaran büyük Türk düģünürleridir. Bu doğrultuda sadece sanatta değil, sosyal yaģamlarında, faaliyetlerinde milletin ortak dertlerine, acılarına, halklarının sorunlarına gerçek bir aydın olarak sorumlu bir Ģekilde yaklaģıyorlardı. Azerbaycan halkının uğradığı katliamlar, özellikle 20 Ocak Katliamı, her iki söz ustasının eserlerine yansıdı. B. Vahabzade bu acıyı hassasiyyetle eserlerine yansıtmayı baģardığı gibi, C. Aytmatov, esnek zekası, bilinci, millî mefküresinden kaynaklanarak 20 Ocak olaylarını siyaset adamı olarak değerlendirerek mülakatlarında bu konudan geniģ bir Ģekilde bahsetmiģtir. Avrasya Yazarlar Birliği'nin KardeĢ Kalemler dergisine verdiği mülakatta Kırgız yazarı, yazar gibi değil, siyaset adamı gibi değerlendirir, ulusal dertlerimizi genelleģtirir, kendi acısı gibi kabullenir, heyecanını belirtir, der. C. Aytmatov un eserlerinin Azericeye çevirisi edebî iliģkiler açısından önemli bir meseledir. Rusça Sovyetler Birliği nde birleģen Türk halkları için ortak anlaģma dili olsa bile bu dili bilmeyenler de vardır. Büyük yazarın seçkin eserleri, daha Sovyetler döneminde (1961, 1969, 1980, 1987`li yıllarda) Azerbaycan Türkçesi ne çevrilmiģ, Kiril alfabesiyle basılmıģtır. Büyük yazarın eserlerini Azerbaycan Türkçesi ne Ç. Alibeyov, H. Aliyev, B. Alihanlı, Ġ. Ġbrahimov ve diger mütercimler çevirmiģtir. Bütün dönemlerde C. Aytmatov un kiģiliğine, sanatına özel önem veren Azerbaycan CumhurbaĢkanı, saygıdeğer Ġlham Aliyev in Azerbaycan dilinde yayınların Latin alfabesine uygulanması hakkında baģlıklı ve 12 Ocak 2004 tarihli genelgeyle yayımlanan kitaplar arasında Kırgız yazarının seçkin eserleri de yer almıģ ve okuyuculara Latin alfabesiyle daha özenli bir baskısı sunulmuģtur. Çeviri gibi önemli bir edebî olayın oluģumunda, Aytmatov sanatının, ciltlerdeki eserlerinin incelenmesinin önerisilmesinde B. Vahabzade'nin rolü büyük ve müstesnadır. C. Aytmatov un eserlerinin 2 ciltinde Gün Var Asra Bedel romanı ile Deniz Kenarıyla KoĢan AlabaĢ, Beyaz Tekne anlatıları dahil edilmiģ, Ana Tarla, Cemile, Elveda Gülsen, Cengiz Han'ın Beyaz Bulutu eserleri yer almıģtır. Kitaba yazılan ön söz büyük önem taģıyor. Çünkü bu tanıtım yazısı kitap hakkında genel bilgi verir. B. Vahabzade, C. Aytmatov un sanatının incilerini hassas bilimsel beceriyle sunuyor, imgelerin karakterini olayların geliģiminde hassasiyetle açıyor. Okuyucu beģeri görüģlere dayanan millî ruhlu eserleri hemen okumak istiyor. Her iki edebiyat adamının millî ve beģeri görüģleri çok benzer, hatta diyebiliriz ki, aynıdır. Ön sözden B. Vahabzade nin Ģair olarak kendi isteklerinin nesirde gerçekleģmesine sevinmesi anlaģılmaktadır. 104

105 Dünya literatüründe öyle eserler var ki, onlara hangi taraftan yaklaģsan büyük bir anlam, fikir ve derin hikmet görürsün. Çünkü gördüğün büyüklüğe, güzelliğe ve derinliğe hayret ediyor, onları soğukkanlı bir muhakemeyle tahlil edemiyorsun (C. Aytmatov, 2004: 12). ġair, Aytmatov un eserinden aldığı izlenimi Fuzuli nin mısraları ile bildirir: Hayret, ey büt, suretin lal eyler beni, sureti halin gören suret hayal eyler beni (C. Aytmatov, 2004: 12). Aynı zamanda C. Aytmatov un B. Vahabzade'nin eserleri hakkında fikirleri oldukça değerlidir. Ġfade edeyim ki, Kırgız yazarının Azerbaycan edebiyatını Azerbaycan dilinde okuması, tahlil ve yorumlandırması edebî iliģkilere doğallık getirir. C. Aytmatov, 2004 yılında Bahtiyar Vahabzade nin seçilmiģ eserleri hakkında Ģöyle yazıyor. Vahabzade nin Ģiirsel tefekkür kültürü daha üstün mahiyet taģımaktadır ve millîlikten evrensel düzeye yükselir. Millî ve uluslararası iliģkiler sorunu günümüzün önemli konularından biridir ve bu sorun dünya literatüründe beģeriliğini, ifadeliliğini, verimliliğini Vahabzade nin sanatında bulur. ġimdiki halde, Azerbaycanlı Ģairi okuyunca dünyayı okuyorsun (Vahabzade, 2004: 6). 2. Konu, GörüĢ, Ahlâk Kriterlerindeki Paralellikler Edebi, felsefi ve ahlâki kriterlerle iki ismi karģılıklı olarak değerlendirmemiz, onların edebiyat tarihinde yer alan muhteģem eserlerinden kaynaklanıyor. Ġnsanlığın, zekanın zirvesine yollar arayan her iki sanatçının Ġnsan konusuna bakıģ açıları evreni kapsar. C. Aytmatov sanatında uzay konusu ana konudur. Onun eserlerinde uzay sadece gizemli bir mekan değildir. DüĢündüğümüz gibi ruhların mekanı da değildir. C. Aytmatov sanatında uzay, insan entelektüelliğinin zirvesidir. Ġnsanın kendisine, insanlığa yardım eden değerler zirvesidir. Zamanla kaybettiğimiz değerlerimize, insanî duygu ve amellerimize dönüģ için bir mesaj, kendimize tuttuğumuz aynadır, hayat okuludur Aytmatov sanatı. C. Aytmatov la B. Vahabzade'nin eserleri millî meselelerin, geleneklerin imge hattı ile yüksek bir amaca dayanır: Ġnsanlığın kurtuluģu. Her iki edebiyat adamı, sanat adamı olmaktan önce insan ve vatandaģ olarak ruh ve düģüncelerindeki bakıģı, analizi, tartıģmayı edebiyata taģımaya, kendimizi kendimize göstermekle dünyayı suni olarak yaratılan insanlığın imhası içerikli olaylardan kurtarmaya çalıģırlar. Eserlerinin içeriği, yarattıkları imgeler insanlığın kurtuluģu için heyecan örnekleridir. Kaybedilmekte olan insanî haysiyet, Ģeref, ahlâk Kırgız yazarının, Azerbaycan Ģairinin eserlerinde insanlığın, toplumun ihtiyacıdır. Gün Var Asra Bedel, Tavro Kassandrı ve diğer eserlerinde Kırgız yazar, insanlığın bozulmasında peygamberlerin koydukları ahlâk normlarından uzaklaģmayı, B. Vahabzade ise Nereye Gidiyor Bu Dünya piyesinde, Bilim ve Ahlâk Ģiirinde bilimsel keģiflerin ahlâka karģı durduğunu maneviyatın imhasına neden olarak gösteriyor. Sonuçta her iki edebiyat adamının yüksek amaçları aynıdır: insanlığın imhasını nasıl durdurmalıyız? Bu sorunun cevabını bulmak için varoluģ nedenlerinin çeģitli hatlar üzere geliģimini göstermekle insanlığı kirli olaylardan, gaddarlıktan koparmaya çalıģırlar. B. Vahabzade insanlığın trajedisini iki mısrada genelleģtirir: Korkarım dünyada bir zaman gelir, insanlar yaģayabilir, insanlık ölür. Bu Ģair korku su her iki sanat adamının sanatında ana çizgiye dönüģür. Vahabzade savaģı en büyük ahlâksızlık ve vahģet olarak değerlendirir. Kendisini kültürlü halk, millet olarak görenlerin kan dökmesini lanetliyor. Aytmatov'un Tavro Kassandrı eserinde oluģturduğu Flogey, insan gibi bencil, sadece kendini düģünendir. O yaptığı keģifte insanlığa yararlı olmaya değil, ünlü olmaya çalıģır. Aytmatov un eserinde bunun nedeni, Flogey`in babasının, annesinin bilinmemesinden ötürü insanlıktan önce kendini, menfaatini düģünmesi gibi sunuluyor. Demek ki, her Ģey insanî değerlerden, ahlâktan baģlar. Ahlâksız ilim insanlığa fayda veremez! Nitekim, B. Vahabzade "Bilim ve Ahlâk" Ģiirinde günümüzde normal görünen, fakat 70'lerde dünyanın heyecanına neden olan tüp bebek meselesini eserinin konusuna dönüģtürür. Okuyucusunu, her bir keģif ahlâkı normlara uymalı, olmazsa toplumda parçalanmaya, manevi krize yol açar düģüncesine inandırır. Vahabzade`nin Hem Oğul, Hem Baba Ģiirine dikkat çekelim: Hamı adilikden kalkıp yücelmek, Hamı bu millete ağsakal olmak, Hamı bu ülkeye getirmek değil, Hamı isteğini almak istiyor. Benden akıllısı bulunmaz diyor (Vahabzade, 2004: 123). Sanki bu mısralar Aytmatov'un Flogey (Tavro Kassandrı), Sabitcan (Gün Var Asra Bedel) imgelerinin Ģiire yansımasıdır. ġairin diğer bir Ģiiri Gayret mi, Akıl mı? da: Töredi Köroğlu delilerinden, Savadlı bilikli akıllılar hey. Bu akıl hünere değil, bes neçin Köle etigada secde kılır hey? 105

106 Ģeklindeki dizelerden sonra Ģiirin diğer kısımlarında yarını bugünden belleyen akıl, bilgidir, arzuya, aģka yol değil diyerek Flogey gibi bencil, kiģisel çıkarları önde olan insanların çoğaldığından rahatsızlık hissedir. ġair, tüm keģiflerin insanlığın, manevi değerlerin geliģmesine yönelmesini kurtulma yolu gibi görür. B. Vahabzade, C. Aytmatov a yazdığı mektupta yazarın Tavro Kassandrı eseriyle Nereye Gidiyor Bu Dünya piyesini karģılaģtırır. Sonuçta olayların geliģim hattından anlaģılmaktadır ki, insanın vicdanının uyanması insanlık için bir kurtuluģ, iyi anlamda bir çırpınma, uyanmadır. Benim Nereye Gidiyor Bu Dünya eserimde kahramanım Laçın hafizenin bir kiģiden baģkasına geçirilmesini keģif ettikten sonra onun içinde ikinci ses -vicdan- uyanıyor. Ben bu eserde vicdanın sesini onun kanında yaģayan tarih-kan hafızasını ulu dedesi gibi önerdim. Bütün eser boyu vicdan, ulu ecdatı onu muhakeme ediyor, onu bu keģiften el götürmeye sesliyor. Burada dramaturji çatıģma karakterin kendi içinde gidiyor ve nihayet teslim oluyor. KeĢfinden el çektiği yerde kalp krizinden ölür. Tavro Kassandrı nın sonunda Flogey in kendisini uzayın boģluklarına atıp imha etmesinin sebebi, yer insanının onun keģfine itirazından çok, onun uyanan vicdanının tahrikinde aramak gerekir (B. Vahabzade, 1999: 4). Yazarın ve Ģairin edebî amaçları bu hat üzerine geliģir. Ġnsanların yaptığı yanlıģlardan zamanında kurtulmaları için halkın, milletin tarihine, millîliğine, millî değerlerinin ortadan kaldırılmasına dayanan yozlaģmadan manevi güçle uzak durmak. Her iki büyük sanat insanının birleģtiren, onların sanatlarında fikir, içerik benzerliğini oluģturan sebepler çoktur. Ama, sanırım, bu birliğin en büyük sebebi asırlarca milletimizin kanına yerleģen hafıza kaybına, öz culture yabancılaģmaya (MangurtlaĢma), soğumuģ kana itiraz ruhu, milletin uyanmasına, köküne dönüģ ve insansever beģeri fikirlere referansa dayanır. 20. yüzyılda ortaya çıkan çok büyük katliamların varoluģunun sebebi Sovyetlerin kökünden, tarihinden, kan hafızasından koparmaya, ayırmaya çalıģtığı halkların mangurtlaģmasıdır. Eserlerinde mangurtlaģmayı kaleme alan, insanı kökünden ayırmayı insanlığın trajedisi gibi öneren C. Aytmatov idiyse de, B. Vahabzade mangurtluğun, 20. yüzyıl katliamlarının tarihi günlerini, Azerbaycan halkının kaderine büyük bir darbe olan Gülistan, Türkmençay gibi sözleģmeleri manzumelerinin ana konusu yaparak edebiyat tarihimize aktardı. Vahabzade: Buzdan soyug olur yılanın kanı, Ġnsansın! O sıcak kanın peki nerde? (Vahabzade, 2004: 49) mısralarıyla soğumuģ kanların, donmuģ akılların vatan için en büyük tehlike olduğunu yazıyor. Hâlâ geçen yüzyılın baģlarında büyük Mirze Elekber Sabir, Bizde bu soğuk kanları neylerdin, Ġlahi? yazarak feryat ediyordu. Kırgız yazar ve Azerbaycan Ģairinin eserleri aynı amaca, millîlik ve beģerililiğe dayandığı için imgelerin benzerliği mevcuttur. OluĢturdukları çocuk imgelerinde bu açıkca hisolunur. Çocukların yaģam ve kaderine hassasiyetle yaklaģarak yüce amaçlarına kökünden çözüm bulmanın gayretindedirler. Milletin, halkın kaderinde çocukların eğitimi, insanî ve ulusal kimliklerin korunmasında önemli olduğu için eserlerinde çocuklar sadece kaygısız dönemde yaģayanlar değil, geleceğin sivilleri olarak sunulmuģtur. Bu konuda C. Aytmatov un oldukça değerli fikirleri var: Детство не толъко славная пора, детство- яадро будущей человеческой личности. Именно в детстве закладывается подлинное знание родной речи, именно тогда возникает ощущение причасности своей к окружающуй природе, к определеленной културе (C. Aytmatov). Yazarın bu fikirleri Beyaz Tekne anlatısında küçük çocuğun, Cemile de Seyit in, Deniz Kıyısında KoĢan AlabaĢ ta Kiriskin in kaderinde vardır. Benzer Ģekilde B. Vahabzade nin AtılmıĢlar, Liyakat Ģiirlerinde ve diğer eserlerinde yarattığı çocuk imgeleri ait bulundukları toplumun aynası olarak yetiģirler. Çocuklara geleceğin emaneti olarak bakmayı gerekli görerek, bugünkü kuģağa çocuklara karģı çok fazla duyarlı olmalarını öğretir her iki sanatçı. Onlar çocukların manevi yükseliģi için çevrelerinde olanların örnek seviyesine yücelmesiyle geleceğimizin manevi olarak desteklenmesini ĢiirselleĢtirir. Sonuç Cengiz Aytmatov ve Bahtiyar Vahabzade eserlerinde realizmin tükenmez edebî, idrâki gücünü yansıtmakla, dönemin sorunlarını beģeri sorunlar gibi kabullenerek dünyayı hümanizme, barıģa, manevi yükseliģe hizmet eden keģiflere yöneltmek istediler. Meseleleri, problemleri sanatsal sözün kudretiyle küreselleģtirmeye, çözüm bulmaya çalıģtılar. Biri nesirde, biri ise Ģiirde insanlığa dönüģ için, kendimizi kendimize göstermekle insanlığın, milletin, halkın uyanması için çaba gösterdiler. B. Vahabzade Ģöyle yazıyordu: Asıl edebiyat olayın açıklamasını değil, insanın iç dünyasının, iç heyecanlarının açıklamasını vermelidir (Vahabzade, 1999: 4). C. Aytmatov düģünce kültürünün ulusal olmasını B. Vahabzade nin 106

107 sanatında görüyor: Gerektir ve zordur ki, sen çocuğu olduğun halkın konuģma bölümünde fiil olmayı beceresin, halkının canlı dil mimarisine kendi katkını sağlamıģ olasın (Aytmatov, 2004: 6). Bu iki söz mimarının birbirine yazdıkları aslında her ikisinin sanatında genelleģir, onlar hem halklarının, milletlerinin hayatında fiil olmayı, hem de genel Türk edebiyatını sanatsal bilinçlerinin yardımıyla yükseltmeyi baģardılar. KAYNAKÇA AYTMATOV, Cengiz, Gün Var Asra Bedel, Bakü, , Gün Var Asra Bedel, C. 1, Bakü, Önder, , Tavro Kassandrı, , Kiyamet, Bakü, Yazıçı, Aйтмaтoв Ч Meн Manaстын yулумун, Бишкек, 2013, c KardeĢ Kalemler Dergisi, Yıl 3, S. 35/36, Aralık MEMMEDOVA, Ġ., C. Aytmatov Azerbaycan da, Edebiyat ve Ġncesanat Gazetesi, 15 Eylül VAHABZADE, B., C. Aytmatova Mektub, Edebiyat ve Ġncesanat Gazetesi, 10 Eylül , Bir Teknenin Yolcusuyuz, Bakü, , Seçkin Eserler, Bakü,

108 ЛЮБОВНАТА БОЛЕСТ Татяна ИЧЕВСКА * РЕЗЮМЕ: Насуоящияу уексу ценурира вниманиеуо си върхф някои крайни проявления на любовуа в новауа българска лиуерауфра (оу Ануон Сурашимиров до Димиуър Димов), коиуо я урансформирау в своеобразна болесу, предопределяща психическауа и физическауа деградация на човешкауа личносу. Любовуа в повечеуо слфчаи е вплеуена в сложен възел оу общесувено-полиуически и(ли) нравсувени проблеми. Повесувовауелноуо внимание е насочено не уолкова към дълбаенеуо в самоуо любовно чфвсуво, а към предпосуавкиуе за неговоуо деформиране или към последициуе оу неговоуо израждане. Проявленияуа на любовнауа болесу се оказвау уясно свързани с проблема за извечнауа разпънауосу на човека междф биологичноуо и социалноуо, междф събфденауа оу природниуе нагони лфдосу и (ф)смиряващиуе я въжеуа на цивилизационниуе принфди. Ключови думи: Любов, Болесу, Психическо Заболяване, Смъру. A LOVE DISEASE ABSTRACT: The present text is focused on some love scenes in new Bulgarian literature, shown as extreemely strong ones, and that transfoms the love itself into a kind of disease that on its turn causes psychical and phisical degradation of the human being. In most of the cases love is tied in a knot that is made of social, political and/ or personal problems. The narrative attention is focused not only on revealing the love feeling per se, but on the reasons for its deforming and what that very deformation causes. The obvious symptoms of love as disease are in fact connected with the very problem about the position of the human being between the biological, and social, between the madness of the purely natural feelings, and the robes of the civilization that are used to slow the impulse of the feelings down. Keywords: Love, Disease, Mental Disease, Death. Увод Настоящият текст центрира вниманието си върху някои крайни проявления на любовта в новата българска литература, които я трансформират в своеобразна болест, предопределяща психическата и физическата деградация на човешката личност. Макар да се позовава на определени постановки от областта на антропологията, психологията, философията, този текст няма за цел да теоретизира проблема за любовта (като) болест, а по-скоро се опитва да разчете механизмите, по които става интегрирането му в художествените текстове, и контекстите, които той неизбежно отключва в тях. Тревожните симптоми, които съпровождат страстната, натрапчивата любов, привличат вниманието на лекарите още в древността. Така например, стъпвайки върху наблюденията на Гален и Хипократ, Авицена поставя в своя труд Канон на медицината натрапчивата любов в групата на болестите. Според него от любовна болест човек се разболява тогава, когато изцяло подчини мисълта си на субекта на любовта. 1 През годините се оформя и налага представата за страстната любов не просто като болест, а като психическо заболяване, ходът на което много напомня развитието на алкохолизма и наркоманията. 2 В основата на болестотворната любовна страст е чувството на обсебеност от образа на любимия, достигащо до такива размери, че човек е неспособен да му се изплъзне. Страстта по принцип предполага пълната (и прекалена) отдаденост на някакъв субект, което в повечето случаи се оказва нездравословно за личността (Фуко 1996: 315). По думите на Фуко сляпото оставяне на желанията, невъзможността (и неумението) да бъде обуздана страстта води до умопомрачение (Фуко, 1996: 306). Страстта разкрива крайността на човека, тласка го към едно безкрайно движение, което го погубва (Фуко, 1996: 309). В този ред на мисли всяка страст, * България, Пловдивски университет Паисий Хилендарски. Ichevska@yahoo.com 1 Цитира се по електронното издание: 2 Вж. Крафт-Ебинг 1903: 12; Сикорски 1895: 3-4, 17. На това настояват и някои от психолозите днес вж. например Евгений Пушкарев. Любовь! Благо или зло? Психологические измерения. М., 2013, Ламберт - Frank Tallis. Love Sick. Love as a Mental Illness. Da Capo Pressq

109 доведена до заслепение, е лудост, защото заслепението е отличителният белег на лудостта (Фуко, 1996: 326). Именно заслепението, родено от любовната страст, е обект на изследователското ни внимание. Българската литература предлага три водещи сюжета, които разкриват в пълнота деструктивната мощ на страстта - полудяване от любов, наркотична любов, убийство от любов. Настоящият текст обаче ще концентрира вниманието си единствено върху последния от тях. Разсъждавайки над проблема за любовните трагедии в миналото и в настоящето, героят разказвач в Пропаст на А. Страшимиров прави следната типология. Миналото познава само един магически кръг двама мъже си оспорват една жена. Въпреки честия свиреп край жената да бъде отвличана, опозорявана, съсичана, всичко това се приема от общността със снизхождение, сякаш като нещо нормално (Страшимиров, 1936: 79). В настоящето обаче действащите лица вече се променят сега жените започват да се борят за чувствата на мъжа. Бидейки плод на днешния ден, подобни любовни драми са изпълнена със скритости и тъмнотии, които стряскат и плашат обществото. Литературата ни добре познава стария магически кръг, за който говори Страшимировият герой, предлагайки различни вариации върху него. Разкази като Лепо на Елин Пелин и Постолови воденици на Йордан Йовков разкриват последиците от душегубната любов. В тях ясно са очертани и трите психологически типа на невярната любима, на влюбения убиец, на неговия съперник. В образа на жената доминират, от една страна, животинските сравнения, а от друга се поставя акцент върху магическата сила, с която погубва мъжете (и в двата разказа непрекъснато тече аналогията жена змия - самодива). 3 Превърнатите от страстта си в убийци Лепо и Марин са рожби на природата, наивни, доверчиви, затова и лесно биват повалени от любовната болест. Ако те въплъщава в себе си природното начало, то съперниците им са въплъщение на културното, те са свързани с един друг свят, положен върху различни ценностни и поведенчески механизми. Изгарящ сред пламъците на ревността и обидата, Лепо стига до решението да отмъсти на невярната си любима. Първоначално той иска да отреже косата й ако тайната на нейната магия е в косата, за наранения в чувствата си мъж това е начин да отнеме силата на жената. В същото време отрязването на косата до голяма степен е равно и на нейното покоряване 4. Не на последно място то е и форма на наказание (символично замества наказанието върху тялото) 5. В отчаянието си Лепо разбира, че единствено мъртва Войка ще бъде само негова. Изстрелът му унищожава не само магьосницата, но и направената от нея магия. Викът на умиращата Войка, който го пробива като нажежена тел, го кара да се опомни, да се разкае, да се предаде на властите. За разлика от Лепо, Марин има само един-единствен план за отмъщение смъртта на Женда и съперника си. При това Марин иска не просто да убие любимата си, но да я реже на късове така, както тя самата е накъсала сърцето му (Йовков 1970, т. 2: 248). Неговата ревност разбужда животното у него (преди това многократно в разказа повествователят успоредява човешкото и животинското при изграждането на неговия образ), настървява го до краен предел, затова в борбата за надмощие той постъпва така, както повелява природата отстранява навлезлия в територията му самец. Надделяването на инстинктите обяснява и защо, след като преобръща колата в реката, героят не чува гласа на съвестта си. В романа Поручик Бенц на Д. Димов мъжете, борещи се за сърцето на една жена, вече се умножават многократно, при това те са представители на един и същ цивилизационен модел (различават се единствено по езика, който говорят). Нарушаването на познатата схема (двама мъже и една жена) прави случващото се да изглежда не нормално, а патологично. Патологията е родена от и сама засилва демоничната същност на жената, която вече е не жертва, а сама убива влюбените в нея мъже. Превръщането на жената в чудовище повествователят мотивира с развиващата се у нея нравствена лудост, която я опустошава и умъртвява духовно. *** *** 3 По-подробно вж. Ичевска 2000: ; Както отбелязва Д. Маринов, когато момък отреже косата на мома, това е знак, че тя му принадлежи вж. Маринов 1995: Едно от наказанията за изневяра е отрязването на косата вж. Банчева 1995:

110 Същинската патология обаче можем да наблюдаваме в разказа на Владимир Полянов Един гост. Веднага се вижда и разликата с героите на Елин Пелин и Йовков за Полянов интерес представлява интелигентът, образованият (лекарят), чувствителният човек, който, бидейки такъв, се оказва белязан от неличима болест. Неговият герой страда от неназовано в текста психично заболяване, което става причина за извършването на двете престъпления обезглавяването на любимата и банковия обир. В този смисъл Лепо и Марин са като че ли най-добрите доказателства на тезата, че примитивната природа не познава лудостта. За да задържат любовта си, те трябва да отстранят съперника, когото могат да видят, да проследят, да опознаят. При Полянов Другият мъж вече е не външен за героя, а вътре в самия него, а бидейки невидим, той е двойно по-опасен. В разказа неколкократно се мярка сянката на войната и макар директно да не е прокарана връзката война психично заболяване, разказът не отказва възможността те да бъдат четени като причина и следствие. Изцяло в духа на диаболизма необговорени остават предпоставките (социални или наследствени) за болестта. Ето защо тя избухва до голяма степен неочаквано, провокирана сякаш от измяната на любимата. Самата изневяра обаче също е неизяснена така до края остава съмнението доколко тя наистина се е случила или е само един от многобройните кошмари на въображаемия свят, в който героят се оказва въвлечен от Другия в себе си. Лудостта на героя, ако си разрешим да цитираме Фуко вън от собствения му контекст, кара да избликне някакъв вътрешен свят на лоши инстинкти, извратеност, страдания и насилие, който дотогава е оставал в сън, тя показва злонамереността в диво състояние (Фуко, 1996: 658). Неясни са и причините за огромното страдание, запечатано по лицето на героя. Сестра Меруда, изгубила във войната своя годеник, припознава в непознатия свой брат, защото страданието в най-голяма степен сродява хората. В този ред на мисли не би било нелогично, ако допуснем, че войната е първопричината и за страданията на героя. От друга страна, то би могло да бъде следствие от реалното или хипотетично предателство на любимата, от трета страна, родено от мисълта, че нея вече я няма, от четвърта израз на неспособността на героя да се противопостави на чуждия човек у себе си. В разказа повествователят напрегнато следи борбата между светлата и тъмна половина в душата на своя герой, между Аз-а и Другия. Ето защо не любовта, както в предходните текстове, а Другият мъж силен, властен и жесток, унищожава волята на героя, превръщайки го в марионетка. Неслучайно, когато се опитва да характеризира състоянието си след обезглавяването на любимата, той сочи, че в душата му се преплитат тържество и горчиво разкаяние. Раздвоението, липсата на воля в текста на Полянов са мотивирани от повествователя както с болестта, така и с една от ключовите идеи на диаболизма, според която човекът е играчка на стихийното. Ако Другият мъж е убиецът, който след смъртта на момичето празнува своята победа, то Аз-ът трябва да оплаче не само трупа на мъртвата си любима, но и своя, защото губещият контрол над волята си, загубва и контрола над тялото си. В този смисъл изборът на самоубийството е колкото акт на себенаказание, толкова и отчаян опит да бъде унищожен опасният Друг. Сякаш естествено двете половини у героя получават и различни имена в Поляновия разказ. Добрата половина ще избере да се назове Рад Ранина личното име Рад се свързва с радостта, която човек изпитва или дарява някому 6. Рад ще успее да зарадва с жеста си дъщерята на раздавача (с парите, които й дава, осигурява зестрата й). Фамилията Ранина отвежда към утрото и светлината. 7 Макар и бледа, светлината у героя го кара да плаче при вида на агнето, което готвачът коли, да се разкайва за извършеното, да се опита да се самоубие, за да спре убиеца в себе си (доброто в разказа се фигурализира от бледата светлина, а злото е представено чрез образа на гигантските фарове, които тласкат към пропаст). Името на злото е Войдан Свобода личното име Войдан би могло да се изведе от война и воин, а фамилията отвежда към представата за независимост, за отхвърлянето на ограничения и връзки, което понякога може да достигне и до крайност, до лудуване 8. Затова, когато доктор Влад изрича името Войдан Свобода, лудост обладава героя и той е готов да го удуши. Независимо че имената, с които борави Владимир Полянов, носят спомена за Славейковия остров на блажените, светът в неговия разказ е далеч от представата за блаженство, хармония и щастие. Тръгвайки от идеята, че злото изначално е заложено в човешкия род, Полянов ни показва света като територия на събудените демони. В този смисъл всяко човешко действие просто 6 Рад прил., нар, Доволен, радостен, благодарен; това е и коренът на думата радвам, която означава както докарвам, причинявам радост, карам някого да се радва, така и изпитвам радост, бивам радостен вж. Андрейчин и кол, 1955, Андрейчин и кол, 1955, Вж. Андрейчин и кол, 1955, 775,

111 препотвърждава наличието на злото така убийството на момичето започва да изглежда предопределено и неизбежно. Оттук нататък проблематично става и наказанието носещи злото у себе си, останалите не биха могли да бъдат съдници на сгрешилия. Тяхното наказание би било само повторение на вече извършеното престъпление. Обезглавяването на субекта на любовта става фокус на повествователното внимание и в романа Пропаст. Страшимиров обаче предпочита да сглоби друг любовен триъгълник две жени и един мъж, като се опитва да надникне отвъд неговите скритости. Повествованието е изградено като своеобразно разследване на причините, довели до убийството на д-р Антонов паралелно със съдебното разследване върви и оформянето на психиатричната оценка за случилото се. Изяснявайки за себе си причините, довели до зловещото убийство на д-р Антонов, неговият приятел, психиатър (и разказвач), дълго разсъждава над същността на сестра Ганичка. От една страна, той се изправя пред видимото в личността й тя е хубава и добра, перфектна медицинска сестра, с качества на хирург, каквито жените рядко притежават. Затова психиатърът приема Ганичка за характерен тип (Страшимиров, 1936: 14). Макар да допуска идеята за някаква онаследена престъпност, в крайна сметка достига до извода, че у тази жена няма патологични прояви въпреки че случаят е патологически. 9 Т. е. за разлика от Поляновия герой сестра Ганичка не страда от психично заболяване, не трябва да се бори с Другия в душата си. Събирайки парчетата от историята на Ганичка, психиатърът ще успее да се докосне и до невидимото, до онова, което се е разиграло в душата й преди фаталното решение за убийството сестрата е измамена, обезверена, отчаяна, потъмняла, неща, които я превръщат в трагичен тип (Страшимиров, 1936: 67). Този негов анализ ще бъде препотвърден и от последвалата изповед на Ганичка (след като научава за измяната на годеника си, тя се чувства като в трап, няма кой да я спаси от тъмнината в душата й, не намира сили да излезе на светло и полита надолу в пропастта). Дотолкова, доколкото проблемът за лудостта присъства в творбата, той се мисли по-скоро в метафоричен, отколкото в буквален смисъл. В хода на двете разследвания извършеното от сестра Ганичка се разглежда както като частен случай, така и в контекста на обществено-политическите събития в страната (Първата световна война). В романа изходната теза е напълно противопожна на застъпваната в Поляновия разказ хората не се раждат убийци, а стават такива поради определени обстоятелства. Така убийството от любов започва да проблематизира моралната чистота и стабилност на обществото. Неслучайно то отключва цял кръг от въпроси, свързани с престъплението и наказанието, с механизмите на правораздаване (трябва ли убиецът да бъде наказан със същото деяние, което е извършил), с прошката, с нравственото преобразяване на сгрешилия човек и повторното му интегриране в социума. Убийството на доктор Антонов става повод да се заговори за убийствения потенциал на времето, чиято рожба са и героите на творбата. Доброто, любовта и злото в романа са осмислени посредством образите на светлината и мрака. Войната е припозната като основния виновник за потъмняването и разслабването на хората. Ако войната е болест, безумие, безсмислица, то всяко действие по време на война започва да изглежда лишено от смисъл и благоразумие, болестотворно. Бидейки своеобразна болест, войната побеждава закона така, както побеждава тялото. Забравянето на Бога и на неговите закони води до тоталното освобождаване на човека, до престъпването на всички довчерашни табута, до освобождаването на животното в човека. Една от водещите идеи в творбата е, че дори добрите хора не осъзнават, че носят звяра у себе си. Така всички човешки същества независимо дали са на фронта или в тила - се оказват в тъмна пропаст, без светлина. Войната отрича и обезсмисля любовта, защото подобно чувство не вирее там, където има насилие и смърт. В този смисъл любовната история на Ганичка изглежда не просто прецедент, но още изначално е обречена на гибел. Романът стъпва върху припомнянето на две от божиите заповеди и тяхното нарушаване Не убивай и Не прелюбодействай. Война, убийство и прелюбодейство се оказват тясно свързани помежду си и някак предопределящи се: заради войната д-р Антонов принуждава любимата си да махне плода на тяхната любов, а когато след аборта Ганичка се бори със смъртта, докторът намира утеха в прегръдките на сестра Лена, изневярата му става повод Ганичка да го убие. Войната отключва животинското начало у д-р Антонов, тя е причина и за оскотяването на Лена. Най-дълго и мъчително със звяра в себе си се бори сестра *** 9 Според Ч. Ламброзо при жените, които са родени престъпнички, любовта отсъства като мотив за извършването на престъпление, тъй като у тях няма алтруизъм и самоотверженост Ламброзо 2014,

112 Ганичка. Срещата със смъртта, мъчителното оздравяване, угризенията на съвестта, страданието по нероденото дете всичко това сякаш пречиства душата на Ганичка. И ако тя успява да се докосне, макар и за кратко до Свещеното, то нейният любим остава завинаги при първичното, животинското. Оттук нататък започва не просто разминаването между двамата, но се ражда и желанието на Ганичка да се пребори със злото, да победи греха. 10 Тя става въплъщение на воюващата..., дълбока, беззаветна, всеотдайна любов (Страшимиров, 1936: 73), превръща се в съдник на човешкото несъвършенство. Онова, което обаче Ганичка забравя е, че Бог единствен е истинският съдия. Парадоксална е постъпката й (убийството на любимия) с оглед на християнското разбиране за любовта като своеобразна саможертва. Това започва да придава на убийството на Илчо Антонов характера на своеобразно жертвоприношение той е жертвеното животно, което Ганичка слага на олтара на Свещеното. За нея най-високо в йерархията от ценности стои свещената отдаденост между мъжа и жената, конкретизация на която е бракът. Тази отдаденост сестрата поставя както над своето, така и над съществуването на любимия си. Затова отстояването му за Ганичка се превръща в дълг това извиква в речта й глагола трябваше, когато обяснява постъпката си пред психиатъра. Влизайки в ролята на жрица на свещеното, героинята сякаш полудява, подобно на изпадналия в лудост, изцяло ослепява за реалността. Ганичка вярва безрезервно в правотата на своето дело и затова, макар да съзнава последствията от него, не е разкаяна, а е готова да посрещне наказанието си спокойно и твърдо. Едва след убийството Ганичка ще си даде сметка, че не светицата, а животното в нея е това, което е искало възмездие и кръв. Борейки се с един грях, героинята е поела върху себе си тежестта на нов, още по-тежък. Извършеното от Ганичка носи и характера на отмъщение, напомнящо старозаветната жестокост на възмездяването. Наказвайки любимия си, Ганичка престъпва закона, но впоследствие именно законът трябва да я смири и поправи. До голяма степен процесът на опомняне при Ганичка е стимулиран и от книгите, които изчита в затвора, и особено от Записки из мъртвия дом на Достоевски. Четейки за души, различни от нашите 11, тя си дава сметка, че с акта на убийството се е приравнила с тях, независимо от каузата, в името на която е извършено. Текстът на Страшимиров асоциативно прехвърля мостове към някои от най-известните митологични и библейски сюжети, интерпретиращи обезглавяването, и в същото време категорично отказва тяхната идеология. Действията на Ганичка, от една страна, отключват асоциации с Юдит, която напива и обезглавява асирийския пълководец Олоферн, като по този начин спасява своя град от плен. Въплъщавайки в себе си смирението, целомъдрието, правосъдието, мъжеството, Юдит се превръща в пример за библейския парадокс сила в слабостта. Чрез Юдит добродетелта побеждава порока, затова личността й се асоциира с алегорическата фигура на смирението. (Холл - Не е трудно да се види, че в сравнение с Юдит Ганичка защитава не обществена, а лична кауза. Тя въздава справедливост, но не за другите, а за себе си, проявява мъжество, но бранейки не народа си, а единствено своята любов. И макар да мотивира постъпката си с желанието да сложи край на похотта и греха, се оказва в ролята не на спасителя, а на убиеца. От друга страна, извършеното от нея носи спомена за Клеопатра и Саломе. Ако Юдит е символ на спасяващата красота, то и Клеопатра, и Саломе въплъщават в себе си представата за демоничната женска хубост, за погубващата сила на страстта. Страшимировата Ганичка обаче е далеч и от тази представа красотата й не е опасна, не тя изкушава мъжете, а сама бива прелъстена и изоставена. Що се отнася до доктор Антонов, у него изцяло липсва духовната мощ на пророка. Всеизвестно е, че главата се мисли като символ на самообладанието, на присъствието на духа, на разума, на управлението 12. Вероятно оттук идва и изразът изгубил си главата, когато човек изгуби контрола над себе си. В този смисъл доктор Антонов, отдал се на тъмния, садистичния мътиняк на животинството, загубва главата си много преди да бъде обезглавен от изоставената Ганичка. Изневярата и смъртта по особен начин се оказват взаимозаменими в гледната точка на Ганичка причинявайки й жестоки страдания, измяната за нея става разновидност на смъртта. Ганичка избира смъртта на любимия, защото за нея това е шансът й да го запази само за себе си. За Ганичка убийството е сякаш единствено решение така, както операцията е единствен шанс за 10 В трудовете по криминална антропология се сочи, че нравственото чувство при жени, убиващи от любов, е изключително силно и се превръща в импулс на техните действия Ламброзо 2014, Изразът е използван от Е. Фери, когато характеризира героите на Достоевски Фери 1906, Вж. Назаренко Ю. А. Феномен человека в славянской традиционной культуре: голова // Кунсткамера: Этнографические тетради Вып. 8-9, с цитира се по: 112

113 умиращия. Лена е туморът, който трябва да бъде отстранен заедно с болната, разядената част на Илчо Антонов. Болно е неговото тяло по него ясно личат следите от развиващата се зараза (синините, кръвта от зъбите, от ноктите на Лена). Когато разказва на Ганичка за изневярата си, д-р Антонов се държи пред нея не като лекар, а като пациент каза каквото го болеше. И както болният, така и той търси някой да го спаси, очаква лечение. Ето защо Ганичка стига до извода, че любимият й може да бъде спасен само чрез операция. Оттук нататък действията й са като по време на операция упоява го, след което отделя здравото главата 13, от болното посиненото тяло. Вземайки главата, Ганичка има възможността да запази най-личния и най-чистия спомен за мъртвия ( ясното чело, вълнистите коси, устните, обещавали вечна любов). Операцията на Ганичка слага край не просто на заразата, но и на нейния източник - Лена умира почти веднага, след като научава за смъртта на доктор Антонов. В гледната точка на общността извършеното от Ганичка убийство е нещо безумно, страшно, патологично, направено по небивал и непознат в криминалистиката начин (Страшимиров, 1936: 77). В същото време действията й будят учудване, защото всичко е като при операция. За обществото героинята е чудовище, защото деянието й по особен начин съчетава в себе си невъзможното и забраненото, то нарушава както законите на обществото, така и на природа (Фуко, 2000: 69-70) и едновременно с това им отнема думата. Оттук тръгва и разколебаността в отношението към убийцата. 14 На едната страна застава ужасът, ненавистта към нея, желанието да бъде наказана със смърт. В гледната точка на хора като г-жа Меланезова сестрата убиец сама по себе си е своеобразна болест, която застрашава здравето на социалното тяло, Ганичка трябва да умре, за да бъде спряна болестта. Техният начин на мислене парадоксално отказва обаче да приеме очевидното социалното тяло отдавна боледува. Във време на война хората оскотяват, но тяхната метаморфоза изглежда някак оправдана. От една страна, на фронта индивидуалността на врага изчезва - той загубва човешкото си лице, превръщайки се в абстракция. В същото време там всички са анонимни, а това ги прави по-агресивни (Арънсън, 2007: 350). Анонимността води до отслабване на самосъзнанието, до намаляване на задръжките спрямо забранените форми на поведение (Арънсън, 2007: 350). Големият парадокс, пред който се изправят и героите на романа, е, че разрешеното на фронта се оказва забранено в тила. Както посочва и Льобон, ако за отделния човек е опасно да удовлетворява дивите разрушителни инстинкти, които спят у него, бидейки част от тълпата, той получава пълна свобода да ги следва (Льобон - Ето защо на фронта убийството на врага в името на своята правда е геройство, но в тила то се превръща в грях, в нарушение на закона. Оттук и оформилата се безпощадност към убийцата - макар по време на война всички да нарушават правилата, не трябва да има милост за Ганичка. На другата страна застава човечността, нуждата да повярваме в човека и когато е дори убиец (Страшимиров, 1936: 95), съзнанието, че човешкият свят е колкото определен от войната, толкова и отговорен за нея. Именно спрямо всеобщата гибел на фронта, спрямо всеобщата лудост деянието на сестрата се превръща в провокация към утвърдените нравствените принципи на общността. Чудовищното убийство в тила някак се съпротивлява да остане затворено в себе си, то започва да извиква съпоставки с други подобни убийства, които ежедневно се случват на фронта, но никой не етикира като чудовищни. Множествеността на тази смърт обаче сякаш води до свикването с нея, за което говори и героят разказвач. Убийството на Ганичка обаче смайва и ужасява едновременно, защото, ако си разрешим да използваме израза на Льобон, то се явява като грабващ и чист образ 15. И макар този завладяващ образ да изглежда единствен по рода си, в него всъщност са сгъстени хиляди други актове на насилие. Убивайки любимия си, Ганичка убива символично и себе си тя знае, че не би могла да живее както преди (това обяснява многократното повтаряне на израза не съм за света ). Ганичка е откарана в затвора с колата, с която возят мъртвите, т. е. влизайки в колата ковчег, тя сякаш 13 Главата олицетворява жизнената сила на човека и душата му. Ето защо според много легенди отсечената глава запазва способността си да мисли и да действа. Съществува дори вярата, че в отделената от тялото глава може да се съхрани живот вж. Назаренко По думите на Фуко чудовището предизвиква от страна на закона не отговор, а насилие, желание за унищожение, медицинска грижа или състрадание вж. Фуко, 2000: Сто малки престъпления или сто малки произшествия изобщо не са в състояние да поразят въображението на тълпите; докато едно само сериозно престъпление, една-единствена катастрофа ще ги поразят дълбоко, дори резултатите от тях да са безкрайно по-малко смъртоносни от всичките сто малки произшествия вж. Льобон

114 завинаги се сбогува със света. Оттук нататък неин годеник става смъртта. Веднъж отпразнувала годежа си със смъртта, героинята не би могла да има друг жених. От друга страна, в смирението, с което Ганичка приема смъртната си присъда, бихме могли да открием и израз на желанието й да умре. Едно от ключовите питания на героя разказвач към сестра Ганичка е защо не се е самоубила след убийството. Отговорът на героинята е изключително важен за разбирането на нейния инстинкт за смърт 16. Самоубийството й би било прочетено неправилно от общността като израз на любовта й към доктора и би довело до нова грешка полагането им в общ гроб. Така заслужава да бъде погребана само истинската любов, а тяхната отдавна е отровена, мъртва. В същото време Ганичка вече е разбрала, че смъртта е единствен изход от пропастта, в която е пропаднала. Заключение и Изводи Опитът за обобщение ще ни изправи пред следните няколко неща. Макар да предпочита да мисли любовта като лекарство, като светлина, като повод за вдъхновение, като възраждаща сила, българската литература познава и тъмната страна на любовта. Когато заговори за нея обаче тя я разглежда не като феномен сам по себе си, а като вплетена в сложен възел от общественополитически и(ли) нравствени проблеми. Текстове като Един гост на Владимир Полянов и Пропаст на Антон Страшимиров неслучайно са положени върху сдвояването на войната и любовта. Мислена през призмата на болестта (лудостта), войната неизбежно заразява и умъртвява човешкото начало, отприщва инстинктите и (само) разрушителните енергии, тласкащи личността към гибел. Повествователното внимание е насочено не толкова към дълбаенето в самото любовно чувство, а към предпоставките за неговото деформиране или към последиците от неговото израждане. Това ни обяснява и защо в нашата литература липсва типът на родения престъпник. Героите, обсебени от любовната страст, по-скоро се самоунищожават. Убийството от любов се случва в оня миг, в който под влиянието на страстта съзнанието потъмнява, в който човекът е подвластен на инстинктите. Дори беглата съпоставка на изградените от българските автори образи на убийци с очертания от криминалните антрополози тип на родените престъпници 17 показва колко далеч от него всъщност са те, защото самият факт, че са допуснали у себе си любовта, че страдат, когато я загубят, вече говори както за наличието на нравствени чувства у тях, така и на способност да преживяват случващото се със и край тях, да се разкайват. Разгледаният сюжет позволява да се видят и разликите в психиката на героите, убиващи от любов. Дори когато са подвластни на страстта, мъжете не обмислят в детайли убийството на любимата, затова то се случва някак внезапно, то е сякаш импулс, сигнал за обзелата ги нервна възбуда. В някои случаи извършеното престъпление се мотивира с наличието на тежко психическо заболяване (Полянов). В самоанализите си героите сочат като причина за убийството слабостта на своята воля (или пълното й отсъствие), невъзможността да контролират и спрат мигновените си желания. Що се отнася до жените, при тях решението за убийството зрее дълго, преминава през периоди на ярост и на снизхождение към виновния, на (само)съжаление, обмисля се в детайли, дори се предизвестява (Страшимиров). И не на последно място, проявленията на любовната болест се оказват тясно свързани с проблема за извечната разпънатост на човека между биологичното и социалното, между събудената от природните нагони лудост и (у)смиряващите я въжета на цивилизационните принуди. БИБЛИОГРАФИЯ АБУ Али ибн Сина (Авиценна), Канон врачебной науки. Фан; Ташкент; 1981, с , цитира се по електронното издание: АНДРЕЙЧИН, Л. и кол, Български тълковен речник. С., Наука и изкуство, АРЪНСЪН, Е., Човекът социално животно. С., Дамян Яков, БАНЧЕВА, Е., Козметични практики от района на гр. Сунгурларе и гр. Карнобат Български фолклор, 1995, кн. 4. ДИМОВ, Д., Събрани съчинения, Т. 2, 6. С., Български писател, ЕЛИН Пелин, Съчинения в шест тома, Т. 1. С., Български писател, Терминът се използва в смисъла, който влага в него Фуко, а не Фройд (Фуко, 2000:167). 17 Вж. Ламброзо 2014: 11, Вж. и изследването на Ламброзо Преступный человек, Мидгард, 2005,

115 ИЧЕВСКА, Т., Митичното в българската литература светове и форми, Пловдив, Етимон, ЙОВКОВ, Й., Събрани съчинения, Т С., Български писател, КРАФТ-Ебинг, Здрави и болни нерви, Видин, Издание и печат на Д. С. Балев, ЛАМБРОЗО, Ч, Жената престъпничка и проститутка, Русе, ИК Ахат, , Любовь у помешанных цитира се по: love_from_crazy/ ,Преступный человек, М., Мидгард, ЛЬОБОН, Г, Психология на тълпите, С., 2002 цитира се по: psihologija-na-tylpite МАРИНОВ, Д., Българско обичайно право, С., НАЗАРЕНКО Ю. А., Феномен человека в славянской традиционной культуре: голова // Кунсткамера: Этнографические тетради, 1995, Вып, 8-9, с цитира се по: ПОЛЯНОВ, Вл., Един гост, цитира се по: ПУШКАРЕВ, Е., Любовь! Благо или зло? Психологические измерения, М., 2013, Ламберт цитира се по електронното издание: СИКОРСКИ, И. А., Физиологията на нравствените страдания, Варна, Издава Книжарницата на В. Божилов, СТРАШИМИРОВ, А., Пропаст. Из записките на един лекар, С., Изд, Ново училище, ФЕРИ, Е., Престъпникът в областта на изкуството, Кюстендил, Печатница Изгрев, ФУКО, М., Анормалните, С., Лик, , История на лудостта в класическата епоха, Плевен, ЕА, ХОЛЛ, Дж., Словарь сюжетов и символов в искусстве, М.: Крон-пресс, 1996, с цитира се по: 115

116 RICOEUR VE EAGLETON AÇISINDAN YAZINDA KAVRAM SAĞLIĞI Güncel ÖNKAL * ÖZ: Edebiyat kuramlarının ve bu kuramlara bağlı ya da onlardan bağımsız olarak ortaya konan yazın eserlerinin değerlendirilmesi günümüzde felsefi ve sosyolojik tahliller doğrultusunda farklı açılımlara ulaşmıştır. Artık günümüz yazın dünyası bir yazarın dünyası olmaktan çok o dünyayı belirleyen düşünsel çekişmelerin, değişimlerin, algı ve anlamlandırmaların ve belki de en önemlisi yeni bireysel tavırların toplamıdır. Hermeneutik çemberi gittikçe genişleyen ve bazen de belirsizleşen yazmak ve okumak eylemleri gerek bireyin gerek toplumların yeniden kurgulanması demektir. Bu bağlamda söz sağlığının kavram sağlığından geçtiğini kabul eden iki düşünür üzerinden tartışma sürdürülebilir: Paul Ricoeur ve Terry Eagleton. Ricoeur, yazının tarihselliğinden bahsederken yorum ve anlamın anlatıyı nasıl kurduğunu gözler önüne serer. Eagleton ise ideolojik belirlemelerin yazın kuramını nasıl dönüştürdüğünü belirtirken tarihselliğin kurucu öğelerini sorgular. Ricoeur için kavramsallaştırma konuşmaktan yazmaya geçen insanın ilk icadıdır. Böylelikle konuştuğundan ayrılabilen ve uzaklaşabilen, nesneleştiren bir özneden bahsedilebilir ki bu özne yorumlayan ve yorumladığını anlayan bir yazar olarak karşımıza çıkmaktadır. Dışsallaştırdığını problemleştiren ve eleştirel tavrı takınan bir özne. Ricoeur ün dikkat çektiği dışsallaştırmayı ideolojiler ekseninde değerlendiren Eagleton ise burada bir yabancılaşma olabileceğine dikkati çeker. Dolayısıyla edebiyat eserleri ideolojiler bağlamında okunduğunda hangi kavramın yabancılaştırıldığını hangi kavramın ise doğru bağlamında kullanıldığının envanterini çıkarabiliriz. Bağlantıları değişen mesajların okuyucu tarafından alımlanmasında normlar rol oynarlar. Dolayısıyla yazın, referansları ile ele alınması gereken bir beyan haline gelir. İşte bu bağlamlarda yazında kavram sağlığı Ricoeur ve Eagleton kıskacında ele alınabilir. Yapılacak böylesine bir çalışma yazın ve düşün adamlarına olduğu kadar okuyucuya da belli bir metodoloji önerisi içermektedir. Anahtar Kelimeler: Hermeneutik, Söylem, Eleştirel Yazın, Tarihselcilik, İdeolojik Dışsallaştırma. CONCEPTUAL SOUNDNESS IN LITERATURE ACCORDING TO RICOEUR AND EAGLETON ABSTRACT: Nowadays the evaluation of the literary writings in terms of literature theories -whether depends on those theories or not- touches various philosophical and sociological analysis. Thus the sum of ideological debates, shifts, perceptions and interpretations and rather individual attitudes determine the world of authors. Writing and reading, they both reconsider the expanded and sometimes blurred boundaries of hermeneutical circle. In this respect, it is appropriate to use two intellectuals ideas for the sake of soundness: Paul Ricoeur and Terry Eagleton. Ricoeur presents comment and interpretation as the tools of literature construction through historicity. On the other hand, Eagleton criticizes those constructive elements since he considers them as ideological. For Ricoeur, writing is one the foremost invention of human-being after speaking. The humanbeing as an author is the one who can externalize even himself and such a being that can understand and also attach meanings to the things. As a result mankind can problematize every thing including himself. For Eagleton, the success of mankind presented by Ricoeur has an ideological hazard called alienation. Eagleton proposes an ideological re-reading of the texts in order to list the alienated misuses of the concepts. The concepts reproduced through ideological senses are perceived through norms by the reader subjects. Thus, after ideologies, literature becomes declaration texts with full of references. This paper, analyses the literary production between Ricoeur and Eagleton for both authors and readers as a methodological proposal. Keywords: Hermeneutics, Discourse, Critical Literature, Historicity, Ideological Externalization. GiriĢ Dil ile düģünce arasındaki iliģki, filozofların ilkçağlardan günümüze kadar inceleme alanı kıldıkları kadim bir iliģkidir. Dil-düĢünme iliģkisi aynı anda metafizik ve spekülatif yanlarıyla doğasının çok dıģında tartıģmalara konu olan bir iliģkidir. DüĢüncenin öznelliğine karģılık dilin öznelerarasılığına vurgu yaptığımızda dilin kullanımından çok anlaģılması daha temel bir sorunsal olarak karģımıza çıkar. Özellikle analitik felsefenin yirminci yüzyılda yükseliģi sonrasında doğru ve yanlıģ nitelendirmeleri oldukça tartıģmalı hale gelmiģtir. Yirmibirinci yüzyılın ise tartıģma konusu yazın örneklerinde doğruluk ve yanlıģlık arayıģının içeriğe özgü temellendirmelerindeki anlamlandırma farklılıklarıdır. * Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ġnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü. guncelonkal@trakya.edu.tr 116

117 Dolayısıyla giriģ mahiyetinde kısaca Ģunu diyebiliriz ki insanlığın söz ile mücadelesi yirminci yüzyıla kadar adlandırma (naming), yirminci yüzyıldan sonra ise anlamlandırma (understanding) ile bağlantılı olmuģtur. Adlandırma faaliyeti tanımlamayı, anlamlandırma eylemi ise tanımı karģılamayı iģaret ettiği için birincisi doğrudan, ikincisi dolaylı bir iliģkinin ürünü olarak görülebilir. Dolaylı eylemlerinde insan düģünmenin ötesine geçerek düģünülmesi gerekeni de hesaba kattığından ötekine muhtaçtır ve bu noktada kavramsallaģtırmalar kavramı kullanmaktan daha çetrefil hale gelmektedir. Aynı dili kullanan ancak farklı arkaplanların (-hermeneutik tartıģmalarda bu iliģki biçimi için hinterland nitelendirilmesi yapılır-) özneleri, aynı kavram üzerinden sınırları paylaģılan bir alana birlikte girdikleri gibi birlikte de çıkmak durumunda kalırlar. Böylelikle anlamlandırma adlandırmanın verdiği genelliğe karģın, öznelerarası tekilliği barındırır. Anlayan anlatılana, anlatılan ise anlayana tabidir. Böylesine karģılıklı bağımlılık iliģkisi anlamlandırmanın kendisini besleyen ve kapısında bekleyen tüm kültürel, evrensel, sosyo-politik, ideolojik, dinî, vb. referanslarını iģin içine katmak demektir. Sonuçta Reichenbach ın dediği gibi yanlıģın eleģtirisi, dilin eleģtirisi ile baģlar (Ricoeur, 2000: 9) ve dilin eleģtirisi artık günümüzde önermeler mantığından değil, dilin göndergeleri üzerinden kurulmaktadır. Paul Ricoeur anılan kurgunun tarihselliğine ve etik bir anlatı mantığına bürünmesine dikkati çekerken, Terry Eagleton ideolojik kurgunun kavramları dönüģtürdüğüne vurgu yapar. Ġkisinin birarada ele alınmasından doğacak olan sentez düģünen öznelerin kullanılan dile yabancılaģmalarının kökenlerine bizi geri götürecek ve kavramsallaģtırmalarımızda yeni eleģtirilere yol açabilecektir. 1. Yorumladığını Anlayan Bir Yazar Olarak Okuyucu: Ricoeur de Kavram Sağlığı Yalnızca yorumların yorumları vardır. Montaigne in yorumlama ihtiyacının ortadan asla kalkmayacağı bir noktanın bulunabileceğine dair tespitinden hareket edersek bu araģtırma ve düģünce çizgisine verilen genel ad hermeneutik olarak karģımıza çıkar (Ormitson ve Schrift, 2002: 3). Ġnsanın doğası gereği bilme isteği ona çok çeģitli bilgi edinme biçimlerini gösterse de epistemolojik savlarımızın meģruiyeti konusunda metafizik ve ontolojik iddiaların baģvurabileceği yegâne kaynak yorumlamadır. Bu kabule göre sistemli bir doğruluk arayıģı metinlerarası durumda gerçekleģtirilebilir olmaktan uzaktır. Metindeki doğru bir hakikat olarak hermeneutik dairenin yorumlar ağında asılı durur ve referans problemi ile bağıntılıdır. Bir araģtırma alanı olarak kabul edildiğinde amacı gerçekleģtirmek açısından metindeki nesnenin bizatihi kendisine ulaģmak değil ama, yeniden ve yeniden takdim ediliģindeki kontekst içerisinde nerede durduğunu tespit etmek daha kolaydır. Foucault nun deyimiyle yorum kendisine dönmeyi baģaramayacaktır ancak yorumun hayatı ve yorumlama tecrübesi dünyanın söz ve dille kendimize daha da yakın bir mesafeye getirilmesi anlamını taģır ve böylelikle dünya kocaman bir metine dönüģür. Okuyucu bu durumda yorumladığını her daim anlayan ve anladığını da ortaya koyan aktif bir yazar olarak karģımıza çıkacaktır. ĠĢte bu göreve dayalı olarak Paul Ricoeur bir anlatı olarak anlama edimini ele alır ve -en genel ifadesiyle- kavramsallaģtırmanın bu eylemden bağımsız olamayacağının altını çizer. Yorumlama tecrübesi kendisini genel ve sistematik tarzda dilin, özelde bireysel yorum eylemlerinin, anlama imkânının Ģartlarını ve sınırlarını, anlama imkânı için gerekli sınırları ve Ģartları doğurduğunun kabulünde bulur (2002: 13). Bu anlayıģla sözü oluģturan önerme kalıpları dile getirilmiģ olsa da olmasa da zihinsel tecrübenin temsiline karģılık gelmeleri bakımından anlamlıdırlar. Ricoeur dan çok daha önce Platon un Kratylos ve Ion diyaloglarında değinilen bu anlayıģı sistemli biçimde ele alan Friedrich Ast ( ) a göre ise yazılı sözün hermeneutiği ile anlamın ve üçüncü olarak da tinin/mananın hermeneutiği birbirinden farklı açıklamaları içerir. Metinlerde empirik-tarihsel durumları sezgi ve keģif ile anlarken mantıksal-felsefi yazında kavramı/içeriği aramak mana hermeneutiğinin görevidir. Böylelikle teknik açıdan metinler arasında bir farklılık olabileceği gibi anlamak bakımından da farklı katmanların bulunabileceği görüģü dile getirilmiģtir. Dahası Ast ın açıklamaları ile büyük anlatı dünyası (söylem) ancak hermeneutik bakıģ ile özgün anlamına kavuģturulabilir ki bu aģamayı da Schleiermacher söylemi yaratıcısının anladığından daha iyi ve daha fazla anlamak olarak tanımlayacaktır (2002: 18-19). Anlam böylece anlamanın yorumlayıcı ifģası içinde dile getirilir ve Dilthey bu noktada anlamı Ben in Sen de yeniden keģfi, Heidegger ise önceden sahip-olma biçiminde tanımlayacaktır (2002: 21-24). BaĢlığımızı oluģturan kaygı açısından belki de en önemli tespiti Gadamer Truth and Method (1960) adlı eserinde yapar. Gadamer e göre dil anlamanın bizatihi kendisinin içinde gerçekleģtiği evrensel ortam (medium) iken dilin tarzı veya gerçekleģmesi ise yorumdur. Bu tespite göre de hermeneutiğin görevi dil ile dilin aracılık ettiği diyalog arasındaki iliģkinin ontolojik çözümlemesidir; daha baģka deyiģle gramatik uygunluktan çok dile getiriģin geleneğine uygunluğunun çözümlenmesidir. Gadamer in anlayıģını Emilio Betti ve Jürgen Habermas iki farklı açıdan eleģtirirler. Kabaca, Betti Gadamer in olgu sorununa dikkat 117

118 çektiğini ancak hermeneutiğin bir yargı sorunu olduğu saptamasında bulunur. Habermas ise dilin ideolojik silah olarak kullanılması vurgusunu yaparak, Gadamer in önyargı, gelenek ve evrensellik tezine karģı çıkar. Ricoeur, Gadamer-Habermas tartıģmasının üstesinden gelmek azmiyle hermeneutik ile ideoloji eleģtirisinin birbirlerine ait olabileceklerini göstermeyi dener. Ricoeur un metodu Hegelci Aufhebung anlayıģına benzer. Dualite oluģturan iki kavramı unsur olarak kabul edip üçüncü kavrama yönelmek anlamına gelen yönteminde Ricoeur hermeneutik ile eleģtirel teorinin ideoloji eleģtirisini birbirine yaklaģtırmaya çalıģır. Bu yakınlaģmanın adı anlatı dır. Anlatı, öncelikle zamanın (geçmiģ-ģimdi ve gelecek) bir sentezini gerçekleģtirir. Anlatı, anların art arda geliģinden akla uygun bir tarih yaratır. Dahası, ona göre anlatı, ruhun zamanı ile dünyanın zamanı arasında aracılık ederek ikisi bakımından üçüncü zaman olarak beliriverir (Ricoeur, 2010: 399-vd.). Böylelikle, kesinlikle ölüme mahkûm insanın önünde, ölümün dahi tüketemeyeceği bir perde açılır (Abel ve Porée, 2002: 18-19). Ricoeur un dört ciltlik Zaman ve Anlatı serisi zaman, tarih, kurmaca ve yeniden anlatma (öyküleme) üzerine felsefe tarihi hesaplaģmalar ile doludur. Özetle diyebiliriz ki, Ricoeur için açıklama daha iyi anlamaktır. Açıklama ise genel olarak bilinç niteliklerinin metinde askıya alınması ile mümkündür (Ricoeur, 2009: 269). Okur bu anlamda emek verendir. Metne dâhil olan, onu totolojik önermelerinden kurtaran, kendi içindeki dünyasında yeniden kuran, onunla karģılıklı konuģandır. Böylelikle bir yazar olarak okur varlığa dair bir Ģeyleri rakip hermeneutiklerin kavgasında görür. Söylem Ģimdiye ait iken dil zamanın dıģındadır. Dil, öznesi olmadan da olabilir ancak bizler onu öznesiz kullanamayız. Söylemi bakımından dil her zaman bir Ģey hakkındadır, yönelebileceği muhatabı vardır ve bir ötekisi, öteki kiģisi bulunur. Bu nedenle de metnin anlamıyla zihinsel niyetin örtüģmezliği yazının kaderidir: Sorun metni yazarsız algılayamamamız değil, konuģucu ile söylem arasındaki bağın kopmaması değil, aksine gevģeyerek karmaģık/kördüğüm hale gelmiģ olmasıdır (Ricoeur, 2002: 104). 2. Beyan Edileni Anlayan Bir Özne Olarak Okuyucu: Eagleton da Mesaj ve Kavram Sağlığı Anlama kuramının tartıģılageldiği göreceliği Ricoeur un yaklaģımı ile anlatının kendisine geri götürülmüģ oluyor. Anlamanın mistik ya da sezgisel bir kehanet olmadığı gibi önceki deneyimlere yapılan zorunlu bir indirgeme de sayılamayacağını böylelikle görüyoruz. Ġnsan bilimleri ve dil bilimleri bağlamında bu iliģkisellik anlamadan tanımlamaya giden yolun sıkıntılı olduğunu, tanımlamanın anlatıda muhatabını bulacağını söylemesi bakımından önemlidir (KarĢ: Rickman, 2000: 46). Ricoeur ve Eagleton incelemelerinde söz edimlerinin ödev ve buyruk mantığı ile yani etik kaygılarla nasıl edebiyat haline getirildiğine yer vermiģlerdir. Ricoeur için söz verme etiğinin olanaklılığı nasıl tartıģmalı ise hangi eseri edebî sayacağımız konusu da bir o kadar tartıģmalıdır. Yüklenme yazarın yalnızlığı ile ilgilidir. Dolayısıyla edebiyat eserine ancak yazar edebî diyebilir. Eagleton, Ricoeur un oldukça dıģarıda bıraktığı ideoloji penceresini açarak tartıģmaya katılır. Eagleton a göre edebiyat bir olay dır; salt anlatı ile sınırlanamaz. Kültürel ve tarihsel olarak değiģkenlik gösteren ölçütler sonrasında edebiyatı ancak ve ancak bir olay olarak kurgulamamız daha olasıdır. Eagleton, Ricoeur ün kendine mal etme ve özgün hale getirme kuramına pek katılmaz ve özgünlüğün olamayacağına dair Ģüpheci yargılarda bulunur. Bu nedenle de edebiyat değil, edebiliğin tanımı yapılabilecektir (Eagleton, 2012: 38-45). Eagleton, Ricoeur den farklı olarak kavramsallaģtırmanın tarihî ve kültürel (ideolojik bağıntı) bağlam dıģında düģünülemeyeceğini ileri sürer. Nasıl ki idam sehpasına çıkacak olan bir mahkûm idam kararını yemeğini yerken Ģiir okur gibi bir sakinlikle ele alamayacaksa, anlatının öznel okuyucu zamanında evrenselleģtirilebileceği gerçeği de kabul edilmesi zor bir iddiadır. Eagleton bu görüģünü doğrudan Ricoeur ü hesaba katarak yapmasa da farklı bir bağlama dikkati çekmektedir. ÇalıĢmamızın baģından itibaren dikkat çekildiği üzere Ricoeur okuyucunun bireysellik-evrensellik geriliminde zaman ve anlatı kurgusu iģleviyle çıkıģ yolu bulabileceğini savlamıģtı. Bu bağıntıda kuģkusuz Ricoeur ü en çok heyecanlandıran Gadamer-Habermas tartıģması olmuģtu. Eagleton ise Ricoeur cü ideolojik dıģlamanın aksine ideolojik içselleģtirmenin daha verimli bir yorumsama tekniği olduğunu göstermek istemektedir. Temel karģı çıkıģ noktası kurgunun zaman içerisinde daha da bulanıklaģacağının gösterilmesidir (Eagleton, 2012: 119-vd.). Eagleton a göre kavramsallaģtırma edebî eserleri anlamanın yoludur ve özne ile nesne boyutlarına sahiptir. Yazarın niyetinin olduğu ve olmadığı yerler söz konusu olabilir. Edebiyat kendisine direnen bir meta biçimdir (A.e, 191). Edebiyat doğa ile kültür arasındaki uçurumu onarır (199), nihayetinde edebiyat bu yolda kurulan bir stratejidir (223). Eagleton ın yazın kuramına dair belirlemeleri özellikle Ġngiliz romanı üzerinden örneklendirilir (bk. Eagleton, 2012b). Ona göre roman, zaman ile anlatının birleģtiği, insan benliği de dâhil her Ģeyin tarihselleģtiği büyük bir eritme potasıdır (2012b: 7-10). Dolayısıyla kavramsallaģtırma romanın özünde yer alması gereken bir mekanizma değildir. Kavramlar pozitivist geleneğin yapıtaģları olarak iģ görürken 118

119 zamanın dıģına çıkarak evrensellik iddiasında bulunurlar; oysaki romanların içerisinde verilen değer ve anlam mesajı beyan eden yazarın çağı ile o mesajı alan okur-özne arasındaki geçiģkenliğin eseridir. Sonuç Her yüzyılın yazınında onu diğerlerinden ayırt eden bazı özellikler buluruz. Bu özellikler yazının değiģimi ile ilgili değil, okuma biçiminin değiģimi ile ilgilidir. Söz ve yazıdaki kavram arasında bir ayrım yapılabileceği gibi, edebiyat eserleri (yazın) ve felsefe arasında da bir ters/yüz denemesi yapılabilir. Özellikle Derrida nın denediği bu yapıbozum etkinliği etkileģimlere dikkati çekmek açısından önemlidir (Derrida, 2009). Edebiyatın bir kuram mı yoksa bir kurum mu olduğu sorunsalı yazınsal kavram sağlığını baģtan belirleyen bir iliģki haline gelmiģtir. Kavramın dilde ya da öznede verili olması/kaynağını bulması sorunundan da önce kavramın kurulu olması önem arz etmektedir. Öyle ki gerek Ricoeur un kurtarmak istediği öznellik ve zamansallık hem de Eagleton ın dıģına çıkarmak istediği ideolojik söylem açısından kavramsallaģtırmalar tek baģına denetlenebilir yapılar değillerdir. O halde sözün ve/veya yazının kavramsal tedavisi ancak ve ancak felsefi yönelimli bir öznelerarasılık açısından yapılabilecektir. Böyle bakıldığında Derrida nın yaptığı Ģekliyle tırnak içinde kullanılan ve diller üstü değil, aksine tarihsel uğrakta bir stratejik anlam ve değer verme biçimi olarak anılan edebiyat eserlerinde kavram sağlığının araģtırılması mümkün olabilecektir. Eagleton da bu yönünü vurgulaması bakımından kuramını oluģturmuģtur zaten. Ricoeur ün anlatı-zaman arasındaki iliģki de üzerinde durduğu aynı noktadır. Dolayısıyla sözün özü, edebî metnin gelecekte ne türden bir çağrı yapacağı ve doğru anlaģılıp anlaģılamayacağı konusundaki çekincemiz onun en büyük zenginliğidir. KAYNAKÇA ABEL, O., PORÉE, J, Ricoeur Sözlüğü, Çev.: A. Altınörs, Say Yayınları, Ankara, BÜKE, A. K., Yazın Sanatı, Can Yayınları, Ġstanbul, DERRIDA, J., Edebiyat Edimleri, Çev.: M. Erkan, A. Utku, Otonom Yayıncılık, Ġstanbul, EAGLETON, T., Edebiyat Kuramı, Çev.: T. Birkan, Ayrıntı Yayınları, Ġstanbul, , Edebiyat Olayı, Çev.: B. Yüce, Sel Yayıncılık, Ġstanbul, , Ġngiliz Romanı, Çev.: B. Özkul, SözCükLer Yayınları, Ġstanbul, 2012b. RICOEUR, P., Söz Edimleri Kuramı ve Etik, Çev.: A. Altınörs, Asa, Bursa, , Metin Modeli, Bir Metin Olarak Anlamlı Eylem, Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler, Çev.: H. Arslan, Paradigma, Ġstanbul, 2002, ss , Yorumların ÇatıĢması, Çev.: H. Arslan, Say Yayınları, Ġstanbul, , Zaman ve Anlatı 4: Anlatılan (Öykülenen) Zaman, Çev.: U. Öksuzan, A. Altınörs, YKY, Ġstanbul, RICKMAN, H.P., Anlama ve Ġnsan Bilimleri, Çev.: M. Dağ, Etüt Yayınları, Samsun, ORMITSON G.L.-Schrift A.D., Hermeneutiğe GiriĢ, Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler, Çev.: H. Arslan, Paradigma, Ġstanbul, 2002, s ÖZLEM, D. (Der.), Hermeneutik (Yorumbilgisi) Üzerine Yazılar, Ark, Ankara,

120 ЧАСТИТЕ НА РЕЧТА В СИНТАКСИС РУССКОГО ЯЗЫКА ОТ АЛЕКСЕЙ АЛЕКСАНДРОВИЧ ШАХМАТОВ Константин КУЦАРОВ * РЕЗЮМЕ: Алексей Александрович Шахмауов ( ) е непосредсувен и най-уаланулив фченик (Виноградов) на идеолога на Московскауа лингвисуична школа Ф. Ф. Форуфнауов. Във филологическауа си дейносу Шахмауов се явява основоположник на исуорическоуо изфчаване на рфския език, изследовауел е на древнорфскауа лиуерауфра, на въпроса за прародинауа и праезика на славяниуе. Едва в последниуе години оу живоуа си пеуербфргскияу академик започва да се вълнфва оу проблемиуе на грамауикауа, синуакуичниуе уеории и фчениеуо за часуиуе на речуа. Неговияу Синуаксис на рфския език ( Синуаксис рфсского языка ) излиза през г. едва няколко години след смърууа мф и макар незавършен, оказва значиуелно влияние върхф рфскоуо езикознание. Ключови думи: Езикова Идеология, Часуи на Речуа, Синуаксис, Формален. PARTS OF SPEECH IN СИНТАКСИС РУССКОГО ЯЗЫКА BY ALEKSEY ALEKSANDROVICH SHAHMATOV ABSTRACT: Shahmatov is the most talented student of F. Fortunatov and a follower of his linguistic ideology. However, Shahmatov`s approach to classification of parts of speech is specific. It is based not only on formal criteria of Fortunatov`s scientific direction, but also on the syntactic and semasiological criteria. So for the first time in the history of Russian linguistics grammatical characteristics in the context of the teaching of guests of speech is go detailed. The synthesical analysis is the evidence of the inextricable link between grammar, semantics and lexicology. An important theoretical contribution of Shahmatov is the indication of the true expression of the meaning of a grammatical category of the relevant part of speech. Keywords: Linguistic Ideology, Parts of Speech, Formal, Syntactic and Semasiological Criteria. Увод Споменахме, че Шахматов е възпитаник на Фортунатов и неговата лингвистична доктрина. Биографичните данни показват, че двамата поддържат топли колегиални отношения и след временното оттеглянето на ученика от преподавателската дейност 1, а и по-нататък след завръщането му на научното поприще в Санктпетербургския университет. Припомняме тази подробност, защото при разработката на частите на речта установяваме фундаментални теоретични различия между двамата съратници. На първо място, Шахматов категорично отказва да приеме примарната стойност на словоизменителния облик на думата при нейното класифициране. За него морфологическите признаци в никакъв случай не представлявят сами по себе си основания за различаването на частите на речта (Шахматов, 2001: 420) и морфологичният принцип на делението на частите на речта не би издържал критиката (пак там: 424). Главното основание на учения да маргинализира формалния критерий е словоизменителната дефективност на съществителни имена от типа на депо, амплоа, какао, бюро, колибри; наличието на неспрегаеми глаголни форми като инфинитив и деепричастие; присъствието сред неспрегаемите глаголни форми на склоняеми такива като причастието. Според автора не е нормално прилагателното име да се обособи като част на речта на базата на формоизменението си по род, след като и формата на глагола в минало време в руския език също се изменя по род. Последната теза учудва на фона на обстоятелството, че Шахматов е първият руски автор, който изрично посочва същинското изразяване на семантичното съдържание на дадена граматична категория от конкретна част на речта, т.е. родът е категория на съществителното име, а останалите типове думи само се съгласуват * Пловдивски университет Паисий Хилендарски. konstantpol@abv.bg 1 Любопитна подробност от живота на Шахматов е, че през 1890 година той шокира московската филологическа колегия, след като взема решение да напусне университета и преподавателската практика, завръщайки се в родния Саратовски край, където няколко години заема висша местна административна длъжност. 120

121 с него по род и т.н. (вж. Шахматов, 2001: ). Колкото до несклоняемостта на отделни имена като какао, колибри и др., тук вече се стига до крайна формална пунктуалност, каквато не виждаме прокарана последователно например при характеристиката на числителните имена (вж понататък). Шахматов признава, че същественият признак, отличаващ класовете думи една от друга, се явява връзката на всяка от тях с граматическите категории и че самото съдържание на учението за частите на речта се основава на определянето на граматическите категории в тяхното отношение към частите на речта (Шахматов, 2001: 420). Едновременно с това обаче граматическата категория се разпознава в синтаксиса и оттук издържаната изцяло в синтактичен ракурс дефиниция на лингвиста, че думата в нейното отношение към изречението или изобщо към речта се определя в граматиката като ч а с т на р е ч т а (Шахматов, 2001: 420). Виждаме, че приемайки лидерството на синтактичния критерий, Шахматов в никакъв случай не подценява базисния характер на граматичните категории. Именно чрез граматическите категории се определя вътрешната връзка на отделните думи помежду им и отношението им към изречението (пак там: 421). Според тези критерии Шахматов сегментира следните части на речта в руския език: съществително име, глагол, прилагателно име, наречие, местоимение съществително, местоимение прилагателно, числително име, местоимение наречие, предлог, връзка (связка рус.), съюз, префикс, частица и междуметие (пак там: 422). Интересно е да се отбележи, че в оригиналния текст, в дописка от автора с молив, местоименията са диференцирани на съществителни и на прилагателни, а също така преди съюза е добавена и связката. Пак въз основа на граматическите категории и в зависимост от степента на лексикалната си пълнозначност частите на речта са разделени на четири типа: първи самостойни думи, изразяващи задължително основни представи (денотативни думи К. К.) със съпътстващите ги граматически категории (съществително име, глагол, прилагателно име); втори самостойни думи, изразяващи само денотативното значение, т.е. неизменяеми (наречие); трети лексикално несамостойни думи, изразяващи граматически категории самостойно (местоименията съществителни, прилагателни и наречия, както и числителните имена и связката 2 ); четвърти несамостойни служебни думи, служещи за изразяване на граматически категории (предлог, съюз, частица, префикс 3 ). Прави впечатление отсъствието на междуметието, на което е отреден страничният статут на еквивалентна дума (пак там: 422). На семантико-граматическия принцип са приведени и дефинициите за изброените части на речта. Например съществителното име означава такава част на речта, която предизвиква представа за съчетание на основната самостойна представа с граматическите категории число, род, падеж, а също така и субективна оценка 4 ; глаголът означава такава част на речта, която предизвиква представа за съчетание на основната самостойна представа с граматическите категории лице, време, залог, наклонение, вид ; несамостойна неизменяема дума като предлога пък означава такава служебна част на речта, която включва думи, имащи способността в съчетанията с косвените падежи максимално точно и подробно да определят отношенията, изразени от тези падежи и т.н. (вж. Шахматов, 2001: ). Странно спрямо логиката и акуратността на описаната класификация следва тезата на Шахматов, че има по-дълбоки основания за подобно членение, опиращи се върху семасиологическия фактор. Тук вече делението на частите на речта се базира на човешките представи за субстанции, за качества и свойства, за действия и състояния, за отношения. Все пак авторът уточнява, че пряко съответствие между психологическите ни представи и частите на речта не е задължително да установим, аргументирайки се с вярната констатация, че дадено съществително име например освен субстанция може да означава качество, действие и т.н.; отношения могат да се изразяват не само със служебните думи, но и с местоименията, съществителните имена, наречията и др. В резултат на това определението за съществително име е формулирано по следния начин:...част на речта, съответстваща, първо, на представа за субстанция, второ на представа за качество (свойство) или действие (състояние), мислими без връзка с техния носител или производител; следователно съществителното е част на речта, съответстваща в своята 2 От Шахматов са посочени само местоименията като цяло. Нашата допълваща корекция е съобразена с цялостните виждания и с по-нататъшните описания на автора. 3 Със същите съображения като в бележка 2. префиксът е добавен от нас (К. К.). 4 Като граматични сигнализатори на субективна оценка при съществителните имена Шахматов има предвид т.нар. умалителни, увеличителни др. под. форми. 121

122 независима граматическа форма на независима представа, представа, независеща от друга господстваща над него представа; при това всяка независима представа се обозначава от форма на съществително име или от субстантивирано име (Шахматов, 2001: 428). В съпоставка със синтактичната дефиниция на глагола семасиологическата го описва като част на речта, съответстваща на представата за действие (състояние) (активен признак), мислим в зависимост от друга господстваща над него представа, представа за субстанция (пак там: 428). За служебните думи пък се казва, че не намират съответствия в психологическите ни представи и се явяват само средства за изява на представите ни в другите думи (пак там: 429). Тук е мястото да откроим, че Шахматов поставя думите в семантико-логическа субординация ( независими и зависими ), спрямо която не можем да имаме сериозни забележки. В ядрото на речевата структура той поставя съществителното име като единствената абсолютно независима част на речта освен ако съществително име не пояснява друго такова. Глаголът недвусмислено се поставя в зависима позиция спрямо съществителното име и в тази инвариантна квалификация влизат и спрегаемите, и неспрегаемите вербални форми глагол (лични и безлични форми), причастие, деепричастие, инфинитив. Причастията например са глаголни форми..., мислими в атрибутивна зависимост от представата за субстанция (Шахматов, 2001: 429). Деепричастието е глаголна форма, мислима в предикативна зависимост от съществителното име, явяващо се при това в повечето случаи в качеството на подлог, затова деепричастието получава обикновено значението на второ сказуемо (пак там: 429). Разбира се, всички останали неслужебни части на речта също са във формално-семантична субординация спрямо съществителното име или глагола с изключение на местоимението съществително име. На практика разпределението на думите при Шахматов е едно и също (изброените по-горе 14 части на речта), но любопитното е, че той стига до него, ръководейки се от два независими един от друг критерия синтактичен и семасиологичен. Всъщност макар двата критерия да са въведени паралелно за автора по-скоро като индиферентни, в заключение се оказва, че те влияят на класификацията съвместно. Нещо повече, в конкретното описание на съществителното име например вече са взети предвид и лексико-граматически фактори като суфиксалното изразяване, та дори и суперсегментна езикова единица като ударението. Така съществителното име изразява: число, конкретност и абстрактност, единственост и множественост, единичност, броимост (бройни форми К. К.), двойственост, съвкупност, одушевеност и неодушевеност, род, битие или наличност, увеличителност, умалителност, ласкателност, пренебрежителност (вж. Шахматов, 2001: 436). Понататък се говори и за категория лице от мъжки пол (пак там: 446). Несъмнено редица решения на Шахматов пораждат възражения, като най-често те са свързани с непоследователност и непропорционалност при прилагането на възприетите критерии за членението на думите. Може би най-безтегловен е самостойният статут на числителното име. На фона на педантичното сегментиране на местоименията на местоимения съществителни, местоимения прилагателни и местоимения наречия, главно по граматическите им признаци, класът на числителното име в цялото си морфологично многообразие остава компактен, очевидно обособен по семантичен критерий. При това специфичните характеристики на нумеративните форми не остават незабелязани: Числително е тази несамостойна част на речта, която, означавайки числови отношения (от гледна точка на говорещото лице или от субекта на изречението), съответства или на названието на субстанция (подч. мое К. К.), или на названието на атрибут (подч. мое К. К.), при това изразявайки при известни условия граматическите категории род и падеж, заимствани от съчетаваните с числителните имена съществителни (Шахматов, 2001: 423). Безплътно откъм аргументация остава и присъствието на нумеративите в групата на несамостойните лексеми. Може би най-нетрадиционното решение на Шахматов в рамките на класификацията на частите на речта е отреждането на автономност на префикса. Конкретна обосновка липсва, а приведената дефиниция не казва нищо ново и не заслужава да бъде цитирана и коментирана. Ясно е, че след като словообразувателен сегмент като представката получава статут на самостойна част на речта, то със същите основания биха могли да се обособят суфиксът, флексията и изобщо всички видове афикси. Такова схващане обаче е неприемливо най-малкото защото афиксите не функционират в езика като самостойни лексеми. Учен като Виноградов квалифицира отделянето на префикса от Шахматов като явно недоразумение (вж. Виноградов, 1952). Вярно е, че повечето представки се дублират с предлозите, т.е. могат да функционират и като непълнозначни автономни лексеми за разлика от наставките и флексиите например, но това се явява само функционалносемантично различие в рамките на афиксалната система и няма отношение към членението на думите. 122

123 Повече аргументи биха могли да се намерят в защита на самостойния статут на связката. Ще припомним, че в оригиналния текст тя е дописана с молив 5, а под черта е добавена и нейната характеристика като служебна част на речта, която, съединявайки главните части на изречението (подлог и сказуемо), може да се съчетава с граматическите категории лице, време, наклонение (Шахматов, 2001: 423). Макар примери да липсват, дефиницията подсказва, че в този клас Шахматов има предвид думи от типа на спомагателните глаголи. Действително при связката могат да се открият уникални лингвистични параметри, които да я диференцират от останалите типове лексеми. Спрямо другите глаголни форми например спомагателният се отличава със своята липса на денотативност (непълнозначна дума е), а от друга страна, притежава формоизменителен потенциал, чрез който изразява спрегаеми граматични категории в съвременния българския език спомагателните глаголи даже могат и да се преизказват. Дори да признаем правото на автора да обособи подобен род думи, то в никакъв случай обаче не е меродавно решението му да ги постави в група редом с предлога, съюза и частицата, тъй като последните са формално константни. Видяхме, че подходът на Шахматов към класифицирането на думите е фундаментално различен от морфологичния абсолютизъм на неговия учител Фортунатов. Това в никакъв случай не означава, че в научнолингвистичните си възгледи ученикът маргинализира граматическата структура на езика. Напротив, именно в подобна проблематика той продължава традициите на формалната школа. Шахматов квалифицира граматичното значение и съответно граматичната категория като съпътстващи основното (т.е. лексикалното К. К.) значение на думата, а възникналото отношение между двата типа семантики се възприема във вид на съвкупно съдържание. Граматичните категории са самостоятелни и несамостоятелни. Първите са независими и са свързани с конкретната дума такива са числото, родът, лицето, времето, наклонението и т.н. Несамостоятелните категории могат да се изразяват само при отношение между две думи, като за пример е посочена категорията падеж (вж. Шахматов, 2001: ). Някои думи имат изключително граматическо значение това са служебните думи. Междуметията според автора пък са носители само на реално значение (вж. Шахматов, 2001: 432). Съответно граматичното значение се явява съпътстващо единствено при самостойните лексеми, докато при служебните то е основно. Заключение При Шахматов за първи път в руското езикознание граматическата обрисовка в контекста на учението за частите на речта е толкова детайлна. Вече цитирахме няколко дефиниции, но в потвърждение ще добавим и тази за местоименията съществителни имена, които изразяват категориите лице, число, род, одушевеност неодушевеност, въпросителност, определеност неопределеност, накрая, падеж, а във формата за именителен падеж не от 1. и не от 2. лице също така битие и наличност 6 (Шахматов, 2001: 433). Подобна граматическа снимка е отредена за всички класифицирани думи. Много голям принос към морфологията и учението за частите на речта е споменатото по-горе детерминиране от Шахматов на същинското изразяване на съдържанието на дадена категория. Така например значението на категорията число е свързано само със съществителното име и местоименията съществителни имена, на рода със съществителното и местоименията съществителни, на падежа със съществителното и местоименията съществителни, на конкретност и абстрактност със съществителното име, на сравнението с прилагателното име и наречието, на времето с глагола, на залога с глагола, на наклонението с глагола, на вида с глагола 7, на определеност неопределеност (в руския език К. К.) с местоименията, на категорията на въпроса с местоименията и т.н. (вж. Шахматов, 2001: 434). Разбира се, щеше да бъде много по-прецизно, ако чисто морофологичните категории от типа на числото, времето, залога и др. бяха диференцирани от тези с лексико-граматическо изразяване от типа на конкретност, абстрактност, въпросителност, умалителност и т.н. Като цяло морфологичният начин на изразяване на значения се възприема от Шахматов прекалено фриволно, т.е. не се ограничава в класическите 5 Според нас ръчното дописване на связката на последен етап очевидно е станало под влияние на други класификации от същия период в руското езикознание. Показателен е и фактът, че в по-нататъшното си изложение Шахматов не е направил конкретна характеристика на подобен тип лексема. 6 Разбира се, както при характеристиката на числителните имена, префикса и связката, така и при различните местоимения части на речта имаме основания за забележки, но ги спестяваме, за да не останат погрешни впечатления за подценяване на делото. 7 За същинското изразяване на категориите време, залог, вид Шахматов очевидно има предвид само спрегаемите глаголни форми, а не например причастията. 123

124 рамки на формообразуването. От друга страна, както изтъква самият Виноградов, този дълбок и всестранен анализ, на който Шахматов подлага системата на граматическите категории в руския език, се явява най-добрата илюстрация и неопровержимо доказателство за неразривната структурна връзка между граматиката, семантиката и лексикологията (Виноградов, 2001: 699). Подобни са заключителните думи и на Супрун, според когото направената генерализирана характеристика на частите на речта по същество става основа за по-нататъшни разработки на учението в съветския период (Супрун, 1971: 34). ЛИТЕРАТУРА ВИНОГРАДОВ, В. (1952), Учение акад, А. А. Шахматова о грамматических формах слов и о частях речи в современном русском языке (Вступительная статья), В кн. Из трудов А. А. Шахматова по современному русскому языку, Москва: Учпедгиз, 1952, стр Виноградов, В. (2001), Русский язык (Грамматическое учение о слове), 4-е издание, Москва: Издательство Русский язык, Супрун, А. (1971), Части речи в русском языке, Москва: Издательство Просвещение, Шахматов, А. (2001), Синтаксис русского языка (издание третье), Москва: Издательство Эдиториал УРСС,

125 THE MOTIF OF INSUFFICIENCY IN ELIZABETH BARRETT BROWNING S SONNETS FROM THE PORTUGUESE Yana ROWLAND * ABSTRACT: The aim of this paper is to investigate the aesthetic and ethic dimensions of the motif of insufficiency as a kernel component of (poetic) self-representation. The well-known fact that Sonnets from the Portuguese (1850, 1853, 1856) were composed during the period of nineteen-month courtship ( ) between the two eminent Victorian poets Elizabeth Barrett and Robert Browning becomes even more emphatic as we acknowledge that literary creativity features as a devotional act of partiality to an Other s existence which triggers, motivates, delimits and simultaneously secures poetic heritage and the poet s identity. That deprivation and insufficiency are part and parcel of human (artistic) experience (which always strives to utilize the past and other contexts) is also evidenced by the poetess s rich referential cultural canvas (sonneteers English and otherwise) in historical terms, which enables clusters of ideas and of meaningful symbols. This fascinating collection of love sonnets raises ontological issues which, we believe, might be suitably approached through the prism of modern European existential ethics, hermeneutics and literary anthropology. Keywords: Elizabeth Barrett Browning, Sonnets, Being, Insufficiency, Otherness. ELIZABETH BARRETT BROWNING ĠN PORTEKĠZCE SONELERĠNDE YETERSĠZLĠK MOTĠFĠ ÖZ: Bu bildirinin amacı insan ve şairin bilincindeki yetersizliklerin etik ve estetik boyutlarını belirlemektir. İngiliz şairi Elizabeth Barrett Browning in /1850, 1853, 1856/ gelecekteki eşi ve ünlü Victoria devri şairi Robert Browning ile yaşadığı flört döneminde yazılan Portekizce Soneleri nin ortaya çıkmasıyla ilgili iyi bilinen ayrıntılar, başka birine adanmış eserlerin özelliklerini ortaya çıkarmakta, sanatçının eserlerini ve kişiliğini anlamakta, belirlemekte, incelemekte, güncellemekte ve sanat tarihi açısından vurgulamakta daha da göze çarpmaktadır. Ruhun ve bilincin kusurlarıyla yetersizliği, Avrupalı Rönesans ve klasik edebiyat ustalarının sonelerini de anımsatan sanatsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak ortaya çıkmaktadır. Bu eşsiz şiir koleksiyonu, sorumluluk, affetmek, zaman aşımı ve saygı gibi problemlerini önemli birer ontoloji sorunu olarak okuyuculara yöneltmekte ve aslında şiir yazma fenomenini ancak çağdaş Avrupa varoluş etiği, hermenötik ile edebiyat antropolojisi çerçevesinde incelendiğinde yeterlilik kazanabileceğini göstermektedir. Anahtar Kelimeler: Elizabeth Barrett Browning, Soneler, Kişilik, Yetersizlik, Hermenötik. ( ) The widest land Doom takes to part us, leaves thy heart in mine With pulses that beat double. What I do And what I dream include thee, as the wine Must taste of its own grapes. ( ) Elizabeth Barrett Browning, Sonnet VI, ll (Sonnets from the Portuguese) I think of thee! my thoughts do twine and bud About thee, as wild vines, about a tree, ( ) O my palm-tree, be it understood I will not have my thoughts instead of thee Who art dearer, better! ( ) Elizabeth Barrett Browning, Sonnet XXIX, ll. 1-2, 5-7 (Sonnets from the Portuguese) Much has been written on Sonnets from the Portuguese (1850), especially as regards the themes of love, friendship and literary heritage. The latest authoritative complete Works of Elizabeth Barrett ( ) * Assoc. Prof. Dr., Plovdiv University, Bulgaria. yanarowland1977@abv.bg 125

126 Browning (quoted from throughout this paper), published in 2010 and edited by Sandra Donaldson (aided by Marjorie Stone, Beverley Taylor, and Barbara Neri), provides ample explanatory notes on the manuscripts, textual variants, formal features, biographical data and an array of literary facts which help the scholar revive the original context of this marvelous contribution to the sonnet writing tradition. In our research, we shall abstain from indulging in a detailed discussion of prosody, imagery and the poetess employment of arcane vocabulary in her preference for the Petrarchan type of sonnet, since this has already been done profoundly in formalist and feminist studies by scholars such as Angela Leighton, Marjorie Stone, Beverley Taylor, E. Warwick Slinn, and Alison Chapman, to name but a few. Instead, we shall dwell upon the hermeneutic value of the motif of insufficiency in this intricately arranged collection of love sonnets by EBB 1 who subtly and confidently demonstrates a conviction that incompletion, or lack of utter self-sufficiency is an irrevocable condition for poetic growth as well as for actual involvement in life. Death, loss and denial are common themes in these sonnets, a great number of which (e.g. Nos. VI IX, XII, XIII, XVIII, XIX, XXVII, XXVIII, XXIX, XLII XLIV) discuss, in traditional Christian terms, the opportunity of defying mortality and oblivion through love and care for another human being. The official dedicatee is the poetess own beloved rather opportunely male (in contravention of the traditional aestheticized female addressee, if we were to remember the Renaissance and the Romantic sonneteers), or an Other person who functions not merely as an addendum to her private Self but in fact as its kernel component and a driving force in the process of a human being s emerging from a given initial stasis of a dysfunctional amorphous someone. Being incomplete by birth, one appears rather likely to engage in acts of dialogue, exchange and communication (bodily and spiritual) which operate in reverse fashion and urge one to direct one s own gaze within, as well as back in time, and realise that the Self may never be without an Other who simultaneously kindles and dismantles one s identity. These 44 sonnets say that identity is not something given but is acquired as indebtedness on the part of one human being to another. At that, creative externalization of one s affection is facilitated by the recognition of the dichotomic and symbiotic operation of an alter consciousness within one s own (the poet is a woman, yet divested of her male companion within and without she is naught). What may initially appear to look like semi-infantile attachment and devotion, proves, in more sober anthropological terms, an irremediable deficit which has a motivational value for the individual as a member of society, community, or of a culture whose constant requirements to its members include adaptation, maintenance of memory in good repair, and most importantly, donating. In religious terms, that Other on whom the lyrical speaker depends can be perceived as a mediator between Heaven and Earth, a gift from God to whom many of the sonnets are addressed and from whom blessing and guidance are sought in the life of the artist as a common mortal. Self-expression is possible only in hermeneutic terms: through remembrances, revival of, and debate with, other literary men and women (e.g. Petrarch, Milton, Donne, Dante, Wordsworth, Camões) whose works are echoed in these sonnets as the poetess grows her own identity which may be seen as a kind of cultural translation of that which can never physically fully be recovered but which can be had on the level of ideas. This confers to the (literary) Past an ontological value which justifies the historical validity of the literary act. To EBB writing poetry seems to have been conceptualized through a sense of voluntarily chosen obligation and methodical intellectual labour as part of gaining knowledge in social and in more closely aesthetic terms. Truth-telling and industry are components which surface in all her poems, including Sonnets from the Portuguese where the poetess intimate impetus for self-expression is intertwined with the denser motivation for life-writing which implies mental efforts and hard work to serve a cause and to do something for an Other, to achieve a harmonious state of dwelling in equality, rather than to merely play skittles (Barrett Browning, 2010: ). As Donaldson and Neri inform, the poetess interest in the sonnet form proves to have been older than her acquaintance with, and courtship of, Robert Browning, with whose figure this literary phenomenon has been most immediately associated; to say nothing of the fact of EBB s vivid interest in Petrarch, several of whose 317 sonnets she had translated in and placed in the poetic notebooks which also contain her own original composition of love verse (Cf. Donaldson & Neri, 2010: 430). Though privately educated and somewhat scarcely taught in Classical languages and in other modern European languages (Italian and Portuguese being an obvious magnet), for EBB the translation of poetry both Classical and modern was paralleled by experimentation with familiar themes and motifs which evolved into a lifetime reflection on the matter of selfhood. Dwelling in duality, in comparison, in exchange, in humbleness before an alter authority proves to have been true both of her literary interests and of her time beside RB in a life-enriching partnership (Donaldson & Neri, 2010: 1 For reasons of economy of reference here and henceforth the initials EBB shall stand for the full name of the poetess Elizabeth Barrett Browning, whilst RB shall stand for the poet Robert Browning. 126

127 432). The sonnets were finally submitted to RB only three years posterior to their marriage on 12 Sept EBB did that not without reservations as earlier RB had reacted against putting private feelings into verse to be publicly attested (CF. Donaldson & Neri, 2010: 426). EBB had read Felicia Hemans Translations from Camoens, and Other Poets, with Original Poetry, 1818 (Cf. Donaldson & Neri, 2010: 431). In a letter to her sister Arabella, dated 12 Jan 1851, we find a commentary on the origin of this sequence as the poetess also mentions another poem of hers, Catarina to Camoens, published in 1843 and based on a certain real person, Catarina, and the themes of the hapless love and parting between a lady and the eminent Portuguese sonneteer, Camões. The title implies not from the Portuguese language but from, or rather by, on behalf of, a certain person, Catarina, whose fate had deeply affected EBB s husband, RB (Barrett Browning. in. Donaldson & Neri, 2010: 426). RB associated EBB with this female persona and he prompted her to go forward with such a title as would suggest the indebtedness of one literary work to another without technically declaring translation but succumbing to importation and transfer of Past into Present in general subject matter. The present paper is part of a larger research on Sonnets from the Portuguese, but in this case we shall limit ourselves to a few of the initial poems in the sequence in order to open certain perspectives regarding the theme in hand. The two excerpts of, respectively, sonnets VI and XXIX ( A Lover in Absence and Thought and Sight, as titled in manuscript form) quoted as epigraphs to this article suggest some of the important propositions of EBB s lyrical self s perception of being which feature in the whole sequence. These include: inclusion/exclusion, fulfillment/extraction, and denigration/appraisal. The words in bold are evidence of the poetess engagement with the notion of progressive, augmentive, phasic growth in companionship where the Other is the kernel component, the props, the gist, the steadier and more knowledgeable participant, who improves the poetic self as he cancels the danger of solitude, unfulfilled potential and of stagnation within the delusive familiarity of one s own inner world. To a certain extent, EBB may be said to share what Professor Isobel Armstrong notes as she speaks of Felicia Hemans: insistent figuring of movement across and between ( ) boundaries (Armstrong, 1993: 325). This is related to the prevailing air of elegiac grief, self-questioning, haunting memories and excruciating confessionalism, rather cleverly nuanced by EBB with feelings of peace, orderliness and firmness of belief that many of the sonnets contain. Major Victorian sonnet sequences dwell in an ambience of existential confusion yet celebration of life as they all offer a rich palette of crossings of boundaries gender, cultural, generational, familial, physical, linguistic etc. Barret Browning s Sonnets from the Portuguese, Christina Rossetti s Monna Innominata: A Sonnet of Sonnets ( ) Dante Gabriel Rossetti s The House of Life, Augusta Webster s Mother and Daughter and George Meredith s Modern Love (Chapman, 2002: 105). EBB wavered thus in her life thematically and quite literally geographically between dissent and affirmation, self-doubt and self-acceptance, Englishness and Continental culture (Cf. Tucker, 2010: 624). The best example in her entire work is perhaps to be found in these sonnets which speak both of female virtues and of male authority, of self-knowledge and of otherness, of cognition and of loss of grasp, of imprisonment and of total liberation. They certainly also confirm the culturally beneficial affect of knowing other languages on one s way towards self-extension (Cf. Gadamer, 1994: 442). In this sonnet sequence the progress of poetic selfhood becomes the heart of the literary object of description. Such an object of description, according to Wolfgang Iser, never reaches the end of its multifaceted determinacy as he suggests that indeterminacy (i.e. insufficiency and incompletion) is a fundamental existential precondition for intercourse, dialogue and participation (Iser, 1993a: 9, 10). This status of every individual as well as every text, we hereby assume, creates the opportunity for speculation as well as for development and improvement as one is stimulated to bridge gaps all the time between historical eras, texts, people, as well as within oneself. Employing Iser s perception of human incompletion we may summarize that the gaps one stumbles upon and oneself constantly creates in the process of living and in the process of literary interpretation allow for variety in the production and maintenance of meaning and sense whereby reading, composing and thinking are doubly beneficial in that we both learn about an Other (place, time, event, text, person) as well as about ourselves this enriches, enlivens and complicates what may otherwise remain one-dimensional existence (Cf. Iser, 1993a: 29-30, 226). Thus, the lyrical speaker contextualizes the past personal and literary by declaring a dependence on a better Other, on a princely giver (VIII, 2) 2 who changes the face of all the world ( ) / Since first I heard the footsteps of thy soul (VII, 1-2) and in whose sight she stands transfigured, glorified aright (X, 7) a reminder of the Gospels of both Matthew and Mark and of the moment of Christ s Transfiguration in contact with God, as 2 Here and henceforth the manner of quoting from and referring to Sonnets from the Portuguese is as follows: a Roman number (numbers) indicating the order of the sonnet(s), followed by the respective line(s): e.g. I,

128 Barbara Neri explains in the footnote to this sonnet (Neri, 2010: 450). Sonnets from the Portuguese revolve around a classical thematic cluster love, companionship, dependence, generosity, devotion, selfabnegation for an Other s sake. Their timelessness is their historical being: agreement in content between various temporal layers and discourses, as Gadamer argues in his monumental work Truth and Method as he speaks of classical themes which contextualize and historicize being anew and anew (Cf. Gadamer, 1994: 290, 293). Most importantly, these sonnets describe the process of understanding (and thus of selfunderstanding) as a reaction to something which addresses us and asks us a question a text, another person, another time and which thus holds for the interpreter the possibility of suspension of our own prejudices (Cf. Gadamer, 1994: 299). These sonnets cannot be said to be defined by a single object but by the relationship between phenomena, individuals and literary references by the relationship between a Self and an Other which emerges constantly as the merging of horizons and perceptions thanks to interaction and stepping beyond the reach of one s own inner world and familiar environment (Cf. Gadamer, 1994: 304). Autobiographical impulse and serious literary-historical scholarship coexist in Sonnets from the Portuguese (Neri. in Donaldson, 2010: xxix) in the poetess voluntarily chosen attitude of self-scrutiny in scrutinizing life and literary heritage. Sonnets I through to V introduce the haunting presence of a mystic shape which draws the speaker backward by the hair the puzzlement is soon eradicated: not Death, but Love this is, a silver answer rings from behind (I, 10-11, 13-14). These initial five sonnets present to the reader the image of a person walking in blindness, searching for something, constantly followed by shapes which ask for extension of her imaginative potential and emotional verve as she admits to an excluded, sad, empty and unfulfilled existence. The text ushers in references both Biblical and secular, Renaissance and such as would be seen to refer to EBB s present day and personal life. Thus, in Sonnet I we have the mystic shape which pulls her back and Love s silver answer, resonant, as Neri explains in the footnotes, of: Athena pulling Achilles backward by his hair, of a sonnet on a similar subject by the Italian Renaissance poetess Vittoria Colonna, of Shakespeare s silver sound of music in Romeo and Juliet, as well as of the Psalms (12: 6) and of Jesus voice always surviving temptations and tribulations and emerging each time steadier and more rejuvenated to support man in his hardships, finally also of RB s precious presence and words of a better silver, as the Browning correspondence apparently suggests (Neri, 2010: ). In Sonnet II the poetess describes herself as a blind poet cursed by God to be deprived of the capacity of seeing thee (II, 6; obviously meaning perceiving life and seeing RB Cf. Neri, 2010: 444), whilst in Sonnet III we encounter a poor, tired, wandering singer, singing through/ The dark, and leaning up a cypress tree? / The chrism is on thine head, on mine, the dew, / And Death must dig the level where these agree (III, 11-14). In the latter lines there lurks self-denigration, lack of clear direction in life and an apocalyptic-metaphysical portent of a fate meted out to a sinner who is positioned very much below a higher presence. So these lines also hum of some suffered completion, consolation and remedy for a life itself incapable of comprehending being. The last lines suggest reconciliation and humbling down both literally and figuratively physiological depression, some in depth insertion, but also agreement, balance, equaling, whilst reminding the reader of the traditional Christian notion of Death the leveler. In Sonnet IV we meet again the disconsolate bard whose cricket chirps against [her] mandolin as a voice within ( ) weeps (IV, 11, 13-14) and betrays her to utter abandonment, precipitated, as Barbara Neri explains in footnote 3 to this poem, by the 1840 death of [EBB s] closest brother, Edward or Bro (Neri, 2010: 445). Peculiarly enough, there is also the image of intrusion, or arrival, of amassment and completion possibly of the music mentioned in line 7 which drops here unaware/ In folds of golden fullness at my door (IV, 7-8). There is finally a lacuna: the habitation of an empty house where meaning gets acquired through loss, grief and desolation (IV, 13) as the possibility of communicating with another living person has drifted away only bats and owlets builders in the roof (IV, 10). This pervading sense of irremediable hollowness yet of some animated fulfillment through remembering and pledging oneself to a better Other is also detectable in Sonnet V -an obvious sequel to Sonnet IV as it recounts of death explained as offering to a higher Other. The juxtaposition is a vertical contrast between the speaker s low position and the addressee s pivotal place of judge: I lift my heavy heart up solemnly, As once Electra her sepulchral urn, And, looking in thine eyes, I overturn The ashes at thy feet. Behold and see What a great heap of grief lay hid in me, And how the red wild sparkles dimly burn 128

129 Through the ashen greyness. ( ) (V, 1-7) The urn contains the poetess grief caused, presumably, by the loss of someone dear and it is this urn that the speaker offers to a deity as a gesture of avowal and a desire to recompense for extreme solitude through some communion and ritualistic oration. Further the speaker appears reconciled with the opportunity of being treaded on and effaced yet she advises that Other person to stand further off and go lest he got hurt and she could not shield him (V, 8, 12-14). It is an odd state of unfulfilled desire, of admitting to being abandoned, deprived of a dear person yet being ultra careful to enter a union with an Other, as though she fears she could cause him damage. Both canonization of, and disillusionment with, grief and suffering is suggested in this poem which alludes to Sophocles Electra where she receives a funeral urn ostensibly containing the ashes of her brother Orestes. Though ( ) in the myth Electra eventually discovers that her brother still lives whilst in EBB s personal experience her brother s death proved, of course, final (Neri, 2010: 446). Our summation of these first five sonnets opts for Isobel Armstrong s concept of the poetics of expression concerning female poets and the figure of overflow as representation (Armstrong, 1993: 339). Representation so typical a mode of relating to life for the woman traditionally seen by Victorians as a peacemaker, order-keeper and a person bringing out communal content has always also been related to the aesthetics of the secret, the hidden experience (Armstrong, 1993: 339) and with unorthodox ways of self-depiction and self-positioning in society where language (culture) and feeling (nature) swap all the time within the hermeneutic dichotomy of knowing and being (where the female poet needs a discourse to speak of her own discourse and so to come out of herself). The ambivalent urn which contains the poetess grief, her brother s ashes and her memories of her classical literary predecessors is an emblematic example of EBB s poetics of simultaneous fulfillment and deprivation, of summation and of dismemberment, of uniting and of parting, of motion horizontal (in time through literary history) and vertical (in space through a gaze directed upwards, to a better Other, or downwards, to the earth where one day all are laid). Alison Chapman summarizes concisely yet aptly (of EBB s sonnet The Soul s Expression, which is not part of Sonnets from the Portuguese but is on a similar subject) that EBB presents to us a frustrating but self-protecting work in progress which transforms the male/petrarchan/wordsworthian formula of a male speaker addressing an absent female muse/beloved into a realm of female self-expression (Chapman, 2002: 102, 106). In this realm there is constant cultural negotiation, shifting of perspective, intersubjective exchange and a struggle to moderate one s own temporality and concreteness (Chapman, 2002: 113). The gesture of being pulled back by the hair suggests the multi-layered gravity of the past in personal (actual) and generic (figurative) sense, including the undulation between one s own and a foreign national culture both of which confirm and obligate the lyrical speaker. This interesting hesitation between one and another in EBB s sonnets can be explained in anthropological terms as simultaneous reception and composition of content in the process of one s self-formation which is firmly rooted in interpersonal experience whereby intentionality is always oriented towards the research of that which is not fully accessible in temporal and spatial terms and therefore could never be completely conceptualized. This involves simulation in some degree and, as Wolfgang Iser convincingly explains, the purpose is selfcomprehension by way of perusing the Past which can never be had or grasped other than by imaginative re-ordering, by detecting semblance in present-day events and by devotional acts of performance for the sake of an other person. All these acts eventually extend and shape each individual being (Iser, 1993a: ). EBB chose to disguise her feelings for the ultimate dedicatee of this sonnet sequence under the formula from the Portuguese thus constructing a foreign aura around a familiar person yet to be explored and appreciated against a playground where various themes and times get tested and mutually likened. And it is in the performativeness of these sonnets that an anthropological element is to be detected: the lyrical speaker is a creature of deficiency marked by an extra-genetic desire to transport herself into other realms and across time and verify the limits of her own mind and gender (Iser, 2000: 158). Though not strictly tied to the exploration of Victorian poetry or to EBB, Iser s views may help us explain in this case the dialogic nature of (self-)presentation through (self-)interrogation as we assume that selfcompletion, self-sufficiency, and determinacy of meaning in general are a myth within the reality of human plasticity which manifests itself through literature as self-exegesis, as a demonstration of the plenum of possibilities that human beings represent a process rather than a finalized given (Iser, 1993b: xi, xiii, xiv, 88, 232, ). Aporeticity is ingrained in Sonnets from the Portuguese and as the octave of sonnet VI confirms, absolute independence of command of one s potential is not an option. Only an act of sharing, comparison, concord, brings sense to an otherwise still and uneventful existence. Yet even shared, it still remains an existence on a threshold: 129

130 Go from me. Yet I feel that I shall stand Henceforward in thy shadow. Nevermore Alone upon the threshold of my door Of individual life, shall command The uses of my soul, nor lift my hand Serenely in the sunshine as before, Without the sense of that which I forebore,.. Thy touch upon the palm. ( ) (VI, ll. 1-8) Apart from the fact that the presence of both Shakespeare s symbolic shadow imagery and RB s significance are stressed (Neri, 2010: 447), these lines imply that separateness, aloneness and singularity are not tantamount to uniqueness and individuality. It is, rather, the other way round. Both motion and stasis are suggested in line 1 through the verbs go and stand, but more significantly, the words command and uses ( the uses of my soul, l. 5) cancel any doubts as to a possible delusive notion of self-sufficiency. Selfhood means application, spending, analysis, division rather than closure and total unambiguous fulfillment. This sonnet is a good early example of EBB s belief that consciousness is always co-consciousness and self-cognition remains but a chimera outside partnership and care for someone other than the self, for someone who precedes and succeeds the self. The exegetic nature of these sonnets is closely related, even merely on a verbal level, to the numerous references, addresses, pleas to, requests from, remembrances and anticipations of, someone who follows (or, pulls the lyrical speaker s hair, as in sonnet I) and to whom she owes something herself, indeed. This brings in clandestine gravity to this elusive higher presence whose proximity is always easily sensed. Or, in Levinas words, what we have is a going outside of oneself that is addressed to the other in comparison to whom the speaker s I is a transcendental I in its nakedness as it awakens by and for the other (Levinas, 1999: 97-98). The lyrical speaker in this sonnet demonstrates readiness to follow, to obey very much in a secondary position with regard to the one who goes and whom she shall follow. This sonnet has also been seen by critics as a hint at a modernist preference for the mind, the internal world a shift to psychological reality which manifested itself in a deep concern with literature s ability to produce culture, and literature s relationship to subjectivity, knowledge and representation which actually proved to be marked by insufficiency, as did knowledge and history whose major feature was found to be contingency (Jones, 2010: 238, 247). Herbert Tucker s observations on Aurora Leigh apply to Sonnets from the Portuguese as well as to Anna Maria Jones s view stated above, as he spots EBB s general and in fact puritan impetus to convey an experience of autobiographical value where confessional self-surveillance dominates the poetess desire to outline the progress of her own consciousness and memory (Cf. Tucker, 2010: 629). Our reflections on the subject matter in hand provide, we believe, sufficient ground for the need to refer also to Bakhtin s perception of being as a dichotomy of co-existence as event ( со-бытие бытия ) whereby incompletion, insufficiency and a sense of duty feature as conditions for being human: Чтобы жить, надо быть незавершенным, открытым для себя во всяком случае, во всех существенных моментах жизни, надо ценностно еще предстоять себе, не совпадать со своею полностью (Бахтин, 2003а: 95). Bakhtin speaks of unfinalizability: the self never matches itself in completed selfhood it is always imminent, forthcoming; self and selfhood pass each other and never quite come together, for the self exists as endless exchange, dialogue, and interaction. The above quote from Author and Hero in Aesthetic Activity ( Автор и герой в эстетической деятельности ) confirms EBB s belief that the center of values for the self is outside that very self (so that closed selfhood is in fact unattainable). Bakhtin s views on partial, self-critical, self-denying and redemptive thinking (i.e. active, responsible thinking which marks off human beings), also developed in his early treatise Toward a Philosophy of the Act ( К философии поступка ) would appear to be very appropriate a summary to EBB s dialogic perception that one is never insured as faultless, self-dependent, unique and able unless tied to, compared to and placed after, an Other whom one remembers and to whom one relates through care and Еinfühlung, or empathy (Cf. Бахтин, 2003б: 16, 19-20, 39). Both the shadow following the lyrical speaker and the many instances of splitting of mind indicate a conviction that one is never in possession of an alibi in being (to remember Bakhtin yet again) merely for the sake of being unless being be partial, shared and considerate. Activeness features obviously in EBB s poetry (the presence of verbs of motions also indicates so), it is often related to the need to fulfill a duty, to try a promise, to foresee the development of a relationship whereby the focus is cajoled away from consciousness onto external reality which contains opportunities for verifying selfhood. Thus, compelled to consider the matter of freedom a state unachievable in full as categorical selfaffirmation remains but a reverie we quote Paul Ricoeur: 130

131 Self-affirmation ( ) calls on the other to attest and applaud; it is the other who certifies me as myself. ( ) in waking up from anonymity I discover that I have no means of self-affirmation other than my acts themselves. I am only an aspect of my acts. ( ) This is what the feeling of responsibility reveals to me. ( ) reflection appears to itself as an articulation of a connection between the agent and the act which is more fundamental than all reflection (Ricoeur, 1966: 57-58). Ricoeur talks about self-attestation through recognition of the seminal presence of an Other in whom the self sees its reflection as in a mirror and without whom the self is threatened to sink into partisanship and skewed self-praise. Even on a merely physical level, the self needs another self, or at least another body/object, to mark off his own contours, limits, feelings and unique being. In Sonnets from the Portuguese the issue of the autonomy of the artist is embedded in the larger issue of the autonomy of being and the self s independence in general. There arises the figure of a savior who emerges betwixt me and the dreadful outer brink/ Of obvious death, where I, who thought to sink, / Was caught up into love, and taught the whole/ Of life in a new rhythm (VII, 4-7). Drawing boundaries constitutes a significant metaphor for individuation. The dreadful outer brink dissolves at the nearing footsteps of thy soul which the poetess hears approach her and rise as a shield against non-definability (VII, 2-3). The emergence of her beloved is a turning point for counting time against uniformity and the commodifying continuity of oblivion. The typical Christian-Romantic representation of the soul as mobile ( the footsteps of thy soul ) also implies the human factor in the measurement of space which emerges, in EBB s poetry, as a polyglot, shared domain of communion where the shift from the spectator s attention onto the object of observation proves a continuous experience of dialogue, of exchange. Or, in Gadamer s words, what we have is a confirmation of the ontological value of losing oneself as a spectator in the experience of the Thou which destabilizes one s methodological sureness and complacent self-sufficiency (Gadamer, 1994: 128, 358, 362). The protective role of the Thou extends didactically as it encourages an attitude of cognizing and meeting certain limits physical, spiritual and linguistic: the speaker is caught up into love and later on, the angels singing appears dear only because thy name moves right in what they say (VII, 6, 14). The segment was caught up into love, and taught the whole/ Of life in a new rhythm (VII, 6-7) hints at the mutually beneficial pedagogical potential of partnership between lovers and friends a kind of rebirth and re-appreciation of life. As in the sonnet discussed above, in many other sonnets of this sequence further on (e.g., VIII, VIII, XI, XIII, XIV, XVI, XVII, XIX, XXII, XXIII, XXVII, XXXI, XXXIII, XXXV, XLI, XLII, XLIII), the lyrical speaker is iconoclastically encouraged to balance between various competing voices which offer guardianship, protection and wisdom: God s, her lover s, and that of her literary predecessors. Shakespeare crops up often and then of course Milton and Donne, but also other Continental poets such as Petrarch, Camões, Luis de Góngora, Vittoria Colonna, etc. These all encouraged in EBB consideration of the subject matter of reciprocity in building knowledge and selfhood, resulting in a sense of regret on the part of the lyrical speaker over her weakness, worthlessness, deficiency and lack of sufficient prowess and skill to be. At times, self-denigration towers into imagery of negation and self-chastisement: I will not soil thy purple with my dust, / Nor breathe my poison on thy Venice-glass, / Nor give thee any love which were unjust. / Beloved, I only love thee! Let it pass (IX, 11-14). Dust and poison imply origin, destination, physical matter and, in general, empirics, as well as the female speaker s lower, older, even malignant or dubious, quality and significance. Venice-glass points at a certain unique culture of architecture and decoration, but also at the higher, Continental, origin of her male beloved who is depicted as more refined and vulnerable to simplicity and commonness ( Venetian glass was reputed to be so fine that poison would shatter it Neri, 2010: 449). The lyrical speaker strives for reciprocity and exchange in what may be a mutually gratifying and edifying communion-partnership yet she constantly admits to her very own poverty, ignorance and lack of resource: What can I give thee back, O liberal And princely giver, who has brought the gold And purple of thine heart, unstained, untold, ( ) ( ) am I cold, Ungrateful, that for these most manifold High gifts, I render nothing back at all? ( ) 131

132 ( ) For frequent tears have run The colours from my life, and left so dead And pale a stuff, it were not fitly done To give the same as pillow to thy head. Go farther! Let it serve to trample on. (VIII, 1-3, 6-8, 1-14) In both sonnets VIII and IX purple signifies higher quality and social status (with an allusion to royal garments) and typifies a glorious and glorified beloved. But apart form the ceremoniousness of selfneglect the word untold in line 3 above (my emphasis) points at a crucial idea that incompletion, too, is a shared characteristic between the two partners because one s heart could truly be told only by someone else who, by uttering his/her partner s name could identify him/her. The telling of one s identity by someone else is also that interactive thematic element of these sonnets which finds its equivalent in the poetess awareness of, and obligation to, a literary background of male amatory sonnet writing (Blain, 2001: 181) where poets such as John Donne (whose poem The Extasie is referred to through the idea of togetherness in this sonnet of EBB s Neri, 2010: 448) facilitated the development of EBB s own view of communion. Sense and meaning are the reward for those who sacrifice their own time and potential. So, the notion of poverty ( ( ) am I cold, / ( ) Not so; not cold, but very poor instead, VIII, ll. 6, 9) is a formulaic way of naming insufficiency and incompletion as truly intrinsic characteristics of human existence. Salvation is alluded to through the image of providing comfort for, and serving, one s beloved: pillow to thy head (VIII, l. 13). A crucial pre-requisite for being is a type of self-perception which recognizes the need for selfrevision and self-amendment to allow for an alternative presence or point of view that of an Other. The I in Sonnets from the Portuguese undulates between fiction and autobiography, both firmly rooted in their faith in an external focal point of reference. For a finale, we have chosen to remember Paul Ricoeur s monumental study of selfhood Oneself as Another where he maintains that one can only ever hope to be a co-author -at most- of one s own life in reality, rather than an autonomous creator (Ricoeur, 1994: 160). A view foreshadowed by Bakhtin s distrust of man s ability to objectify oneself independently and out of touch with a transgredient point of reference (found in propositional dichotomies of inter-subjective relationship such as: gift/need, pardon/crime, blessing/sin etc.) (Бахтин, 2003a: 117, 165, 246). The focal place of the Other as a centre of values in a literary work (whose purpose is at all times externalization of selfhood and dialogic exchange) is certainly the subject matter of Elizabeth Barrett Browning s Sonnets from the Portuguese. REFERENCES ARMSTRONG, Isobel, Victorian Poetry, Poetry, Poetics and Politics, London New York, Routledge, BARRETT Browning, Elizabeth, The Works of Elizabeth Barrett Browning, Gen. ed.: Sandra Donaldson, Vol. 2, Vol. ed. Marjorie Stone and Beverley Taylor, London, Pickering & Chatto, БАХТИН, М. М., Автор и герой в эстетической деятельности, Философская эстетика 1920-х годов, Собрание сочинений, Ред. С. Г. Бочаров и Н. И. Николаев, Т. 1. Москва, Русские словари, 2003a БАХТИН, М. М., К философии поступка, Философская эстетика 1920-х годов, Собрание сочинений, Ред. С. Г. Бочаров и Н. И. Николаев, Т. 1. Москва, Русские словари, 2003b BLAIN, Virginia, Women Poets and the Challenge of Genre, Women and Literature in Britain , ed. Joanne Shattock, Cambridge, Cambridge University Press, CHAPMAN, Alison, Sonnet and Sonnet Sequence, A Companion to Victorian Poetry, Eds.: Richard Cronin, Alison Chapman, and Anthony Harrison, Oxford, Blackwell Publishing, DONALDSON, Sandra (ed.), The Works of Elizabeth Barrett Browning, Vol. 2, Vol. eds.: Marjorie Stone and Beverley Taylor, London, Pickering & Chatto, GADAMER, Hans-Georg, Truth and Method, Trans. Joel Weinsheimer, and Donald Marshall, New York, Continuum, ISER, Wolfgang, Prospecting, From Reader Response to Literary Anthropology, Baltimore London, The Johns Hopkins University Press, 1993a. 132

133 , The Fictive and the Imaginary, Charting Literary Anthropology, Baltimore London, The Johns Hopkins University Press, 1993b , What Is Literary Anthropology? The Difference between Explanatory and Exploratory Fictions, Revenge of the Aesthetic, The Place of Literature in Theory Today, Michael P. Clark, Berkeley Los Angeles London, University of California Press, JONES, Anna Maria, Victorian Literary Theory, The Cambridge Companion to Victorian Culture, ed. Francis O Gorman, Cambridge, Cambridge University Press, LEVINAS, Emmanuel, Alterity and Transcendence, Trans.: Michael B. Smith, London, The Athlone Press, NERI, Barbara, Sonnets from the Portuguese, The Works of Elizabeth Barrett Browning, Gen. ed: Sandra Donaldson, Vol. 2, Vol. eds.: Marjorie Stone and Beverley Taylor, London, Pickering & Chatto, RICOEUR, Paul, Freedom and Nature, The Voluntary and the Involuntary, Trans.: Erazim V. Kohák. Evanston Illinois, The Northwestern University Press, , Oneself as Another, Trans.: Kathleen Blamey, Chicago London, The University of Chicago Press, STONE, Marjorie-TAYLOR, Beverley, (vol. eds.), The Works of Elizabeth Barrett Browning, Vol. 2, Gen. ed. Sandra Donaldson, London: Pickering & Chatto, TUCKER, Elizabeth Barrett and Robert Browning, The Cambridge History of English Poetry, ed. Michael O Neill, Cambridge, Cambridge University Press,

134 SAFAHAT TA SÖZÜN/ġĠĠRĠN GÜCÜ/KUDRETĠ VE KĠFAYETSĠZLĠĞĠ Yüksel TOPALOĞLU * ÖZ: Bütün dünya edebiyatında edebiyatçının, özellikle de şairin kudreti ve büyüklüğü, diğer unsurlarla birlikte bilhassa onun söze olan hâkimiyeti, sözü estetik boyutta ve güzellikte kullanabilme, duygu ve düşünceleri aktarabilmenin aracı kılabilme kabiliyeti ile ölçülür. Bu itibarla dünden bugüne kadar hemen bütün sanatçılar sözü son derece önemsemişler ve onun üzerinde ciddiyetle durmuşlardır. Türk şiirinin önemli kalemlerinden biri olan Mehmet Akif de kuşkusuz diğerleri gibi sözü önemsemiş ve ona gerekli özeni göstermiştir. Safahat taki şiirleri bunun somut göstergesidir. Bu şiirlerde Akif, bir millet mistiği olarak toplumun yaşadığı derin krizleri, çıkmazları, felaketleri en etkili kelimelerle/sözlerle ortaya koymaya çalışmıştır. Safahat, bu bakımdan geçen asrın en büyük ve kudretli tanığıdır. Ancak Akif, böylesi etkin ve kudretli bir dil kullanıcısı olduğu hâlde Safahat ın, sanatına ilişkin mütalaalarını yürüttüğü bazı parçalarında toplumun yaşadığı büyük felaket ve buhranları karşısında duydukları, yaşadıkları ve hissettiklerini tamamıyla söze/dile dökemediğini/ifade edemediğini ve bundan da son derece bizar olduğunu söyler. Safahat ın başında yer alan İthaf şiiri bunun tipik bir örneğidir. Akif, sözün kifayetsizliğini/yetersizliğini sadece bu şiirinde değil, yedi kitaplık Safahat ının muhtelif parçalarında da dile getirir. Söz konusu metinler okura hissedilen lerle/ duyulan larla ifade edilen lerin/ söze dökülen lerin, yaşanan larla kelimelerle kurulan ların aynı şeyler olmadığını, kısaca içtekileri anlatmada kelimelerin kifayetsiz kaldığını gösterir. Bu bildiride Akif in söz konusu metinlerinden hareketle sözün kudreti ile kifayetsizliği hususu tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Söz, Sözün Gücü, Sözün Kifayetsizliği, Mehmet Akif. THE POWER/CAPABILITY AND INSUFFICIENCY OF WORD/POEM IN SAFAHAT ABSTRACT: In the whole world literature, the capability and greatness of literature, litterateur and especially poet is measured by their ability to use word aesthetically and beautifully, and the ability to use it as a mediator to convey feelings and thoughts. Therefore, word is especially important for literature and it is always a subject of serious studies. Mehmet Akif, one of the important panman of Turkish poem, also attached importance to word, and gave attetion to it. His poems in Safahat are the best evidence of it. In these poems Akif tried to put forward the deep crisis, dilemmas, disasters with the most powerful words/expressions. In this respect, Safarat is the greatest witness of the previous century. However, as an effecitve and greatful language user, Akif still mentions how tired he is because of the difficulty that he has to express his feelings and experiences about the society s diffuculties and crisis. He makes these statements in his works that he explains and shows his ideas about Safahat. The dedication poem at the beginning of Safahat is the best example of it. In addition to this poem, Akif also mentions the insufficiency of words in the various poems in the seven volumed Safahat. In these texts, he shows the reader that there is a difference between what is felt, what is experienced and what is expressed in words. In short, he shows the insufficiency of words to express what is inside of us. In this assertation, based on the aforementioned texts of Akif, the greatness of word and insufficiency of it will be discussed. Keywords: Word, the Power of Word, the Insufficiency of Word, Mehmet Akif. GiriĢ Söz veya kelam kelimesi belli baģlı sözlüklerde baģkaca anlamlarının yanında genel olarak ifade-i merama yarayan lakırdı, kelam, kavil 1, Bir düģünceyi eksiksiz olarak anlatan kelime dizisi, lakırdı 2, Birkaç cümleden mürekkep ve kendi baģına bir maksat ifade eder söz ve ibare, fıkra 3 Ģeklinde tarif edilir. KuĢkusuz bu tarifleri burada diğer sözlük ve çalıģmalarla birlikte daha da çoğaltabilir ve arka arkaya sıralayabiliriz. Ancak bunlar, netice itibariyle yukarıda birkaç sözlükten kısaca aktardığımız ifade-i merama yarayan lakırdı tarifine yeni ve baģka bir Ģey ilave etmez. Dolayısıyla diğerlerini zikretmeye gerek yoktur. Zikretmediklerimizle birlikte bunların/sözün veya kelamın esas olarak dıģ dünya gerçekliği ile bireyin iç dünya gerçekliğini burada ayrı ayrı saymaya gerek olmayan tüm yönleriyle tarif ve tasvir etmeye, * Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. ytopaloglu@trakya.edu.tr 1 ġemsettin Sami, Kamus-ı Türkî, Alfa Yayınları, 1. bs., Ġstanbul, 1998, s Türkçe Sözlük, TDK Yayınları, C. 2, Ankara, 1998, s ġemsettin Sami, age., s

135 betimlemeye, anlatmaya kısaca söz konusu edilen dıģ ve iç hususları görünür ve anlaģılır kılmaya yarayan en kudretli araçlar oldukları söylenebilir. Onun bu özelliğinin, insanla belirdiği ilk andan itibaren asla değiģmeden bugüne kadar devam ettiği ve kuģkusuz gelecekte de aynı kudretle süreceği ifade edilebilir. Çünkü insan düģünen, duyan, hisseden, duygulanan, müteessir olan bir varlıktır ve o, tüm bu durumları sözle, kelamla dıģa veya baģkasına aktarır. KuĢkusuz bu aktarma, insanın dıģ dünyayı görme, duyma, kavrama ve anlama düzeyine göre değiģir. BaĢka bir ifade ile sözü etkili kullanabilmek, rastlantıya değil, bilakis belli bir donanıma, birikime ve tabii olarak kabiliyete/yaratılıģa bağlıdır. Ayrıca söylemeye gerek yok ki, ancak bu yeterlilikler varsa genel ve ortalamanın dıģında kudretli sözler ve söyleyiģler belirebilir. Bunu da insanlık tarihi boyunca en yetkin ve etkili Ģekilde yapabilenler, sanatçılar özellikle de Ģairler olmuģlardır. Gerçekten de Ģairler, Tanrı vergisi özel yaratılıģları ve kabiliyetleri ile insanın insan ve toplumla olan münasebetini ve ayrıca insanın iç dünyasını en etkili, güzel ve tesirli sözle/kelamla anlatabilen kimselerdir. Sözü veya kelamı mucizevi, ĢaĢırtıcı, çarpıcı, kuģatıcı kısaca en güzel Ģekliyle kullandıkları içindir ki, onlar, tarih boyunca Tanrı yla iliģki içinde olan ermiģlere, evliyalara, peygamberlere ya da olağan üstü gücü olduğuna inanılan büyücülere, sihirbazlara eģ veya benzer olarak görülmüģlerdir. Bu bağlamda sanatını, ister toplumsal sorunların bir hizmetkârı, isterse sadece ve sadece kendi bireylik dünyasının veya sanatının bir aracı olarak görsün, Ģairler, her iki düzlemde de en etkili ve iyi gören, duyan, hisseden ve tüm bunları en mucizevi ve Ģümullü söz veya kelam ile vazedebilenlerdir. Dünya Ģiirinde olduğu gibi modern Türk Ģiirinde de bunun çok iyi örnekleri vardır. Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet HaĢim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl, Attilâ Ġlhan, Cahit Sıtkı bunlardan sadece birkaçıdır. Sanatını farklı düzlemde icra etse de kuģkusuz Mehmet Akif Ersoy da bu kategoriye kolayca dâhil edilebilir Ģairlerdendir. Diğerleri gibi o da sözü veya kelamı son derece etkili bir Ģekilde kullanmıģtır. Safahat, bunun örnekleriyle dolu bir metindir. Ancak Akif, sanatını milletine adayan realist ve toplumcu bir Ģair olarak sözü veya Ģiiri nasıl görüyor ve izah ediyor? BaĢka bir ifade ile o, sözü veya kelamı, muhatabı olduğu toplum karģısında gördüklerini, gözlemlediklerini, duyduklarını, hissettiklerini tam manasıyla anlatmaya, ifade etmeye ya da göstermeye yeterli bir vasıta olarak mı görüyor? Kısaca söz veya Ģiir Akif in iç dünyasına, hislerine ve vermek istediklerine kâfi bir araç mıdır? Bunlara kifayet ediyor mu? Bu bildiride Akif in Safahat ında bir çeliģki gibi beliren bir ifade aracı olarak sözün gücü ve kifayetsizliği hususu ele alınarak kavranmaya ve izah edilmeye çalıģılacaktır. Safahat ta Sözün/Kelamın Gücü/Kudreti Akif, bütün hayatını mensubu olduğu milletine vakfeden bir Ģahsiyettir. Aslında o, sadece kendi bireysel hayatını değil, aynı zamanda uzun yıllar uğrunda emek sarf ettiği edebiyat hayatını da milletine adamıģ ve sanat hayatı boyunca bu adanmıģlıkla milletine hizmet etmiģtir. Kendi sanatını toplum sorunlarının ifadesinin bir aracı olarak gören Akif, gerçekten de içinde bulunduğu dönemin büyük buhranlarını, felaketlerini, çözülüģlerini, acılarını kısaca toptan bir yok oluģ sürecini Ģiirine taģıyabilmiģ ve sözüyle tüm bunları tecessüm ettirebilmiģ bir sanatkâr mıdır? O günkü Türk toplumunda olan biten büyük hadiseleri sanatıyla hakkıyla yansıtabilmiģ midir? Bu açıdan o, kudretli bir Ģair ve söz kullanıcısı mıdır? Akif in en büyük miraslarından biri olan Safahat, kuģkusuz bu soruların cevabını çeģitli yönleriyle açık Ģekilde dikkatlere sunar. Bu yüzden burada Safahat a yönelmek ve söz konusu hususu, tüm yönleriyle olmasa da bazı baģlıklar etrafında izah ve ifade etmek yerinde olacaktır. Akif, yukarıda da söylendiği gibi Ģiirini/sözünü milleti için, onun karģı karģıya bulunduğu muhtelif sorunlarını ifade etmek için kullanan bir sanatçıdır. Bu, onun Ģiirinin önceliğidir. Bu açıdan bakınca Akif in, amacını gerçekleģtirdiği söylenebilir. Çünkü o, kaleme almıģ olduğu manzum pek çok metinde sosyal gerçekliği tüm çıplaklığıyla ve kudretli bir dille ortaya koymuģtur. Söz konusu metinlerde Akif, hem güçlü bir gözlemci, hem de kelama ve Ģiirin diğer biçim unsurlarına son derece hâkim güçlü bir aktarıcıdır. Safahat ta bunun çok dikkate değer örnekleri vardır. Hemen hepimizin yakından bildiği Küfe, Seyfi Baba, Kocakarı ile Ömer, Mahalle Kahvesi gibi manzum hikâyeleri, söz konusu tarzın en tipik örneklerinden birkaçıdır. Bu ve benzeri Ģiirlerinde Akif, esas olarak toplumun içinde bulunduğu yokluk, yoksulluk, sefalet, geçim derdi, eğitim, evlerin ve mahallelerin bakımsızlığı, yolların bozukluğu gibi muhtelif sorunları ele alır ve bunları tüm çıplaklığı ve acılığıyla betimler. Bir fikir vermesi için Küfe Ģiirinin giriģinden küçük bir parçayı aģağıya alıyoruz: BeĢ on gün oldu ki, mu tâda inkıyâd ile ben Sabahleyin çıkıvermiģtim evden erkenden. Benim mahalle de Ġstanbul un kenârı demek: Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek! Adım baģında derin bir buhayre dalgalanır, 135

136 Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır! Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil, Selâmetin yolu insan için bu, baģka değil! Elimde koca bir değnek, onunla yoklayarak, Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak, - Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden, Lisân-ı hâl ile amma rükûa niyyet eden- O sâlhurde, harâb evlerin saçaklarına, SığınmıĢ öyle giderken, hemen ayaklarına Delîlimin koca bir Ģey takıldı Baktım ki: GeniĢçe bir küfe yatmakta, hem epey eski. 4 Küfe Ģiirinden alınan bu küçük örnekte dikkat edilirse merkezde olan duyu organı gözdür. ġair, geçtiği sokak ve caddeleri bu duyu organı ile adeta bir fotoğraf makinesi dikkatiyle okura gösterir: Geçilen cadde ve sokaklar Ġstanbul un kenar mahallelerine aittir. Bu mahallelerin sokaklarında yüzme bilinmiyorsa kolay kolay dolaģılamaz. Çünkü adım baģında derin gölcükler karģılar insanı. Bunlar, özellikle akģam olunca büyük sorun oluģtururlar. Bu yüzden sokaklarda akģam vakitlerinde yürümek için bir elde mutlaka kandil, diğerinde de derinliği ölçen bir değnek olmalı ve bunların yardımıyla ya suyun yüzeyinde kalan adacıklara basarak ya da üstünden zıplayarak yürümelidir. Ġnsan selamete ancak bu Ģekilde ulaģabilir. Aynı Ģekilde söz konusu sokaklardan geçerken insan etrafta harap hâlde yere kapaklanmak üzere olan, saçakları dökülen yapılarla karģılaģır. Bu küçük örneklemeden de anlaģılacağı üzere Ģair, etrafına asla kayıtsız değildir; aksine güçlü gözlem kabiliyetiyle toplumsal gerçekliği kuvvetli bir Ģekilde aktarır. Küfe de dikkati çeken bu güçlü gözlem ve onu söze dönüģtürme/aktarma kudreti kötülüklerin anası ve kaynağı olarak gördüğü kahvehaneleri iģlediği Mahalle Kahvesi nde de görülür. Akif için mahalle kahvehaneleri aile birliğinin ve üretimin düģmanı, tembelliğin, kötülüklerin, kirin, pisliğin ve hastalıkların merkezidir. ġair, bu merkezi yine güçlü diliyle Ģöyle tecessüm ettirmektedir: Çamurlu bir kapı, üstünde bir değirmi delik; Önünde tahta mı, toprak mı? Sorma, pis bir eģik. ġu gördüğüm yer için her ne söylersem câiz; Ahırla farkı: O yemliklidir, bu yemliksiz! Zemîni yüz sene evvel döģenme malta imiģ ĠmiĢ le söylüyorum. Çünkü anlamak uzun iģ, O bir karıģ kirin altında hangi mâden var? Tavan açık kuka renginde; sağlı sollu duvar, (Safahat, s. 106) Küçük parçalar halinde alıntıladığımız bu metinlerde Akif in sosyal meseleler karģısında güçlü bir gözlemci ve aktarıcı olduğu görülmektedir. Ancak o, sadece bir gözlemci ve aktarıcı değildir. Bunlarla birlikte onun söze ve Ģiir sanatına hâkim güçlü bir dil kullanıcısı olduğu özellikle vurgulanmalıdır. Söz konusu sosyal sorunları Akif, son derece sade, açık, düzgün ve etkili bir dille aktarır. Belirtmeye gerek yok ki bu dil, çoğu manzumelerde günlük konuģma dilidir. Yukarıda bir kısmını alıntıladığımız Küfe Ģiiri bunun iyi örneklerinden biridir. Bunu görmek için, sözgelimi hıncını küfeden çıkarmaya kalkıģan Hasan a annesinin söylediği sözleri hatırlamak yeterlidir: - Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın! Ne istedin küfeden yavrum? Ağzı yok, dili yok, Baban sekiz sene kullandı Hem de derdi ki: Çok Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz! (Safahat, s. 18) Annesinin sözüne aldırıģ etmeyerek küfeyi tekmeleyen Hasan ı gören Ģairin söze karıģtığı kısımdaki konuģmalar da yine bunun iyi bir örneğidir: Dedim ki ben de: 4 Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Ġz Yayıncılık, Ġstanbul, 1991, s. 17. Makalemizdeki tüm Ģiir alıntıları, künyesini verdiğimiz bu yayından yapılmıģtır. 136

137 - Ayol dinle annenin sözünü Fakat çocuk bana haykırdı ekģitip yüzünü: - Sakallı, yok mu iģin? Git, cehennem ol Ģuradan! Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan? ( ) Kuzum, ayıp mı çalıģmak, günah mı yük taģımak? Ayıp: Dilencilik, iģlerken el, yürürken ayak. (Safahat, s. 18) Küfe Ģiirinin farklı kısımlarından yaptığımız bu küçük alıntılar, Akif in sosyal meseleleri aktarmada söze ne kadar hâkim olduğunu, onları günlük konuģma dili sadeliği, canlılığı ve sıcaklığı içinde nasıl ifade ettiğini göstermektedir. Ancak burada söylemek gerekir ki, Akif in mahareti, sadece konuģma diliyle sınırlı değildir. O, aynı kudreti Ģiirin diğer unsurlarında da gösterir. Aruz ve kafiye, bunlardan ikisidir. Bilindiği gibi Akif, Türk Ģiirinde aruz ölçüsünü en etkin ve sorunsuz Ģekilde kullanan Ģairlerden biridir. Dilde gösterdiği kudreti burada da ziyadesiyle gösterir. Aynı Ģekilde sadece uydurmak, ses benzerliğini sağlamak için de kafiye yapmaz. O, bu konuda da mahirdir. Safahat, kısaca özetlediğimiz bu iki unsurun canlı örnekleri ile doludur. Mehmet Akif, sadece sosyal sorunları sade ve canlı günlük konuģma dili ile veren bir aktarıcı değildir. Bununla birlikte o, kimi yerde sözü/kelamı son derece içe iģleyici, dokunaklı, sanatkârane, Ģiirsel boyutta da kullanan bir Ģairdir. Safahat ın pek çok parçasında görebileceğimiz bu özelliğe Seyfi Baba Ģiiri iyi bir örnektir. ġairin, bir akģamüstü eve geldiğinde dostu Seyfi Baba nın hasta olduğunu öğrenmesi ile doğruca evine gitmesi ve onun hasta hâlini gördükten sonra neden bu duruma geldiğini sorması üzerine Seyfi Baba nın geçim derdi, mecburiyeti karģısında bu hâle geldiğini söylemesinin ardından vücut bulan Ģu dizeler gerçekten de hem bir hakikatin ne derece etkin, veciz ve sanatkârane bir Ģekilde ortaya konulabileceğini, hem de Akif in ne denli güçlü bir söz ustası olduğunu gösterir: Hadi aktarmıyayım Kim getirir ekmeğimi? Oturup kör gibi, nâmerde, el açmak iyi mi? Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası: Dostunun yüz karası; düģmanının maskarası! (Safahat, s. 63) Sözün bu denli etkili ve sanatkârane kullanımını yine aynı metnin son kısmında da görüyoruz. Çaresiz ihtiyarı dinledikten sonra ona hizmet etmeye, ihtiyaçlarını görmeye çalıģan Ģair, onu terlemeye bırakır; ardından iģ ve yol yorgunu olduğu için kendisi de biraz kestirmeye koyulur; ancak uzun uğraģlar sonunda bir türlü uykuya giremez. Neden sonra sabah uyandığında bir ara dalmıģ olduğunu anlar. Artık gün doğmuģ, ortalık aydınlanmıģtır. ġair, gitmek için hazırlanır; ancak gitmeden önce muhtaç, çaresiz kadim ihtiyar dostunu memnun etmek için kesesini yoklar. ĠĢte bu yoklayıģta söz, iç dünyanın, içte kopan isyanın ve fırtınanın en kudretli temsilcisi olur: Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuģ kesede; Mühürüm boynunu bükmüģ duruyormuģ sâde! O zaman koptu içimden Ģu tehassür ebedî: Ya hamiyetsiz olaydım, ya param olsa idi! (Safahat, s. 64) Küçük birkaç parça ile örneklemeye çalıģtığımız bu Ģiirselliğin Safahat ta pek çok örneği vardır. Eğer burada illa bunlardan birkaç tanesini anmak gerekirse, kuģkusuz Bülbül ile Leyla en halis örneklerinden sadece iki tanesidir. Bu dokunaklı ve içe iģleyen kullanımlar Akif in sanatkâr kimliğini, söze hâkimiyetini ve hissettiklerini güçlü bir Ģekilde ifade edebilme kudretine sahip olduğunu gösteriyor. Ancak Akif in sözü kullanmadaki ve Ģiirdeki kudretini gösteren belki de en dikkate değer parçalardan biri Âsım da karģımıza çıkar. Bu, gerçekten de okuru ĢaĢırtan bir metindir. Çünkü burada Ģair, Ġstanbul un bir mahallesinde yaģanmakta olan bir aile felaketinin, dramının önüne geçmek için manzum bir ilmühaber yani bir dilekçe yazmaktadır. GeniĢ bir metne yayılan bu dilekçenin bir kısmını, belli bir fikir vermesi için aģağıya alıntılıyoruz: Yalınız, sen bana bir parça kâğıt ver bakayım. - Hokka ister mi? - Divit var ya. - Peki, iģte kâğat. 137

138 - Evvelâ ortaya bir Hû mu atarlar? Hadi at, BaĢla: Bâdî-i - Evet, Ġlmühaber oldur ki - Mahallemizde çabuk yaz! - ġaģırmayım, dur ki! - Filân sokakta YavaĢ söyle, oldu. - Kâin olan Filânca hânde sâkin filânca oğlu.. filân (Safahat, 351) Bu kısa alıntı, Akif in Ģiirde ve sözü kullanmada ne derece maharetli olduğunu açıkça gösteriyor. O kadar ki söz konusu dilekçe istenirse kolay bir Ģeklide düzyazıya aktarılabilir ve iģleme konulabilir. Bunun için okurun yapması gereken tek Ģey, manzumede geçen dizeleri arka arkaya birbirine eklemesidir: Hû Bâdî-i ilmühaber oldur ki mahallemizde filân sokakta kâin olan filânca hânede sâkin filânca oğlu filân ma tûh değilse de iaģesiyle infâkı tamamen üstüne âid ve efrâdı kesîr iyâl ü evlâdı bulunduğu halde uhdesinde olan bilcümle mâl ü mülkü ahiren istinkâh ettiği Rum cemaatinden filânenin üstüne etmek diler. Ve böyle mâlini beyhude yolda imhâya kıyâm eder. Ve arz edildiği vech üzere emr-i infâkı kendine mahsus ve münhasır bulunan küçük, büyük bütün evlatlarıyla zevcesini her cihetçe pek mahrum ve ihtiyaç içinde ölmeye mahkûm bırakır olmağın mümâileyhin ġer -i Ģerîf canibinden lüzum-ı hacrine dâir iģbu ilmühaber mahallemizce bi t-tanzîm huzur-ı hâkim-i Ģer îye takdim kılındı. (Safahat, s ) ġiirde manzum bir Ģekilde dilekçe yazan Akif in, Âsım da yine benzer Ģekilde ama bu sefer uzun uzadıya rüya tabirine giriģtiğini görmekteyiz. Bu rüya tabirini, burada olduğu gibi vermek lüzumsuzdur. Ancak Ģu kadarını söyleyelim ki Akif, öncekinde olduğu gibi burada da sözü, aruzun ve kafiyenin cenderesine düģmeden, üstelik konuģma dilinin tüm canlılığı ve sıcaklığını muhafaza ederek ve hâliyle rüyayı da geliģigüzel yorumlamayarak son derece etkili bir Ģekilde kullanır. Bu, kuģkusuz onun, Ģiirin tüm yapı unsurlarına ve kelama ne derece hâkim olduğunu gösterir 5. Bunlarla birlikte Akif in, Safahat ta sözü zaman zaman mizahi, ironik bir Ģekilde de kullandığını görürüz. BaĢka bir ifade ile o, sözün bu türlüsüne de yabancı değildir. Aksine bu düzlemde de oldukça maharetlidir. Safahat ta bu tarz kullanımın pek çok örneği bulunur. Bu örneklerden birine daha önce de sözü geçen Mahalle Kahvesi nde rastlamak mümkündür. Kahvelerin sosyal dokuyu bozduğuna ve bu yüzden kapatılması gerektiğine inanan Ģair, bu mahfillerde sıklıkla görülen iğrenç bir görüntüyü son derece ironik bir dille Ģöyle betimler: Al iģte: Beyne burundan gerek, demiģ de, hulûl Taharriyyât-ı amîkayla muttasıl meģgûl! Mühendis olmalı mutlak Ģu ak sakallı adam: Zemîne, dâire Ģeklinde yaydı bir balgam; AbanmıĢ olduğu bir yamrı yumru değnekle, Mümâslar çekerek soktu belki yüz Ģekle! (Safahat, s. 111) Küfe, Seyfi Baba gibi manzumelerde bu tarz mizahi kullanımlar oldukça fazladır. Küfe de Ģair, kenar mahallelerin sokak ve caddelerini, evlerin harap hâlini son derece ironik bir dille dikkatlere sunar. Aslında aynı tavrı Akif, Seyfi Baba da da sürdürür. Orada da kadim dostunun evine gitmeye çalıģırken gece yolda yaģadıklarını son derece ironik bir dille anlatır: ġair, Ġstanbul un periģan mahallelerinden, yürünmez sokak ve caddelerinden güçlükle geçerek ilerler. Neden sonra elindeki kandil yolun bozuk, gölcüklerle, su birikintileriyle dolu olması ve bunların birinden aniden su sıçramasıyla söner: Ya o bîçâre de rahmet suyu nûģ eyliyerek, Hatm-i enfâs edivermez mi hemen cız! diyerek? (Safahat, s. 61) Akif imanlı, maneviyatı son derece önemseyen bir Ģairdir; ancak o aynı zamanda temel ilimleri de ciddiye alan, asıl uğraģısı baytarlık olan ve dolayısıyla bilim, akıl ve mantıkla bağını hiçbir zaman 5 Bu rüya tabirinin manzum Ģeklini görmek için bk. Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Âsım, s

139 koparmayan bir Ģahsiyettir. Bu özellik, onun Safahat ta akıl ve mantık üzerine kurulu güçlü dizeler yaratmasına imkân verir. Dirvas Ģiiri, buna iyi bir örnektir. Bu Ģiirde Akif, Emevi hükümdarlarından HiĢam bin Abdülmelik zamanında ġam civarında kuraklık üzerine yaģanan kıtlık ve beraberinde ortaya çıkan felaket sebebiyle halkın toplanıp dertlerini anlatmak için hükümdara gitmelerini ve ondan yardım dilemelerini anlatır. Ahali toplanır, yanlarına da yaģı küçük olduğu hâlde hitabeti, ikna edici gücünden dolayı Dirvas ı alarak yola çıkar ve hükümdarın huzuruna gelir. Onca büyük dururken Dirvas, pervasız bir Ģekilde söze girer. Ancak bu durum alıģıldık değildir ve hükümdar, Dirvas a sus a çocuk, büyük dururken, hiç küçükten söz sâdır olur mu? diyerek onu azarlar. Ancak Dirvas aynı pervasızlıkla ve güçlü akıl ve mantık temelli Ģu sözlerle hükümdarı ilzam eder: Dirvâs o zaman kelâmı tekrâr Teshîr ile der: Nedir bu âzâr! Mikyâsı mıdır zekâvetin sin? Dirvâs ı çocuk mu zannedersin? (Safahat, s. 101) Dirvas, bu sözlerden sonra yaģanan felaketleri tek tek anlatır ve sözü asıl söylemek istediği noktaya getirerek ona seslenir: Ey adil hükümdar! Sen son derece sınırsız bolluk içinde debdebeli ve ihtiģamlı bir hayat yaģıyorsun. Bunu inkâr etmek mümkün değil, apaçık ortadadır. Buna mukabil bizler ise bu debdebe ve ihtiģamın tam tersi yokluk ve sefil bir hayatı yaģıyoruz. Bu manzaraya bakınca bir tersliğin olduğu gün gibi ortadadır. O hâlde bunun düzeltilmesi, bir dengenin kurulması Ģarttır. Dirvas, bu giriģten sonra hükümdarın elindeki bu bolluğun adil bir Ģekilde pay edilmesi gerektiğini, akla ve mantığa dayalı Ģu güçlü sözlerle/dizelerle ortaya koyar: Nerden buldun bu ihtiģâmı? Halkın mı, senin mi, Hâlik ın mı? Allâh ın ise eğer bu servet, Bizler de onun kuluyken, elbet Bir pay talebinde hakkımız var Ġnsâf olamaz bu hakkı inkâr. Halkınsa Ģu bî-nihâyet emvâl; Ver, etme hukuk-i gayrı pâmâl. Yok; böyle de olmayıp da kendi Mâlin ise çünkü fazla- Ģimdi, Bî-vâyelere tasadduk eyle Dördüncü varsa haydi söyle! (Safahat, s. 103) Dirvas ın, dolayısıyla Ģairin güçlü akıl ve mantık üzerine kurulu bu sözleri hükümdarı ĢaĢırtır, hayretler içine düģürür ve huzurunda bulunanlara dönerek Sözü, onun gücünü görün. Bende bu sözleri reddedecek ne cevabım, ne de kudretim var. der ve istediklerinin karģılanması emrini verir. Safahat ta Sözün/Kelamın/ġiirin Kifayetsizliği Belli temalar etrafında baģtan beri yaptığımız bu anlatımlar ve örneklemeler, aslında Akif in sözü kullanma ya da sanatını icra etmede son derece maharetli ve etkili bir Ģair olduğu ve dolayısıyla onunla toplumda gördüğü sıkıntıları, dertleri, kederleri, acıları kısaca tüm sosyal sorunları aktardığı söylenebilir. BaĢka bir ifadeyle o, toplumda gördüklerini, yaģadıklarını, hissettiklerini manzum bir Ģekilde Ģiirine aktarmıģ, söz veya kelam ona tercüman olmuģtur. Bundan dolayıdır ki bugün herhangi bir okur, Safahat ta o günkü Türk toplumuna iliģkin pek çok Ģeyi bulur. Hiç değilse o dönemde yaģanan büyük felaketler, buhranlar hakkında belli bir fikir edinir. Bu itibarla aslında Akif, Ģiiri ya da sözüyle mensubu bulunduğu toplumu son derece etkili bir Ģekilde yansıtmıģ ve böylece Türk milletinin kudretli millî Ģairi olma hüviyetini kazanmıģtır. Hayatı ile Millî Mücadele sürecindeki tavrı ve üstün gayreti bir yana onun sadece Safahat ı, bunu ileri sürmeye yeterli bir belgedir. Gerçekten de Safahat ı, tamamen veya belli bir kısmıyla okuyan hemen her okur, onun sanat anlayıģına uygun olarak milletini Ģair kimliğiyle güçlü bir Ģekilde dikkatlere sunduğu ve yansıttığını fark eder. Bu, açık ve net bir gerçekliktir. Ancak Safahat a, onun derunundan gelen iniltilere ve feryatlara biraz daha yakından bakınca aslında bunun bütünüyle reel olmadığı, çünkü Ģiirin veya sözün/kelamın, bir derviģ gibi toplumu tüm acıları ve felaketleriyle içinde duyan Akif in hislerine kesinlikle tercüman olamadığı görülür. Safahat ta, bu durumu açıkça gösteren çok temel manzumeler vardır. Bu manzumelerinde Akif, hem söz konusu buhranları, acıları, feryatları aktarmada yetersiz kaldığını, hem de aslında kendisinin bir Ģair olmadığını 139

140 söyler. Safahat ta karģımıza çıkan konuyla alakalı manzumeler, yakın okumaya tabi tutulursa görülür ki, söylenenlerin aksine Akif, sözün veya Ģiirin içte duyulanın, hissedilenlerin, yaģananların ifadesinde kifayetsiz olduğunu söylemektedir. Tıpkı Orhan Veli nin hissettiğini Anlatamıyorum Ģiirinde kelimelere, söze dökemediği gibi Akif de bir toplum derviģi ve idealisti olarak kriz hâlindeki o günkü toplumda yaģananlardan iç dünyasına yansıyan ıstırapları, feryatları, acıları sözle ifade edememiģ, bunları ifade etmede kelimeler yetersiz kalmıģtır. BaĢka bir ifade ile söz/kelam, Akif in bizar olan kalbinin dili/tercümanı veya açarı olamamıģtır. Burada baģta söylediklerimizle çeliģen bu tarz metinleri merkeze almak ve onlarda beliren söz konusu durumları çözümlemek, kuģkusuz bahsi geçen konunun anlaģılmasını kolaylaģtıracaktır. Kelimelerin/sözün/Ģiirin, yaģananların ve hissedilenlerin ifadesinde kifayetsiz olduğunu gösteren en dikkate değer metinlerden biri Safahat ın baģında yer alan birkaç dizelik Ġthaf Ģiiridir. ġiirin baģında okura seslenen Ģair, Ģiirinin ne hüviyette olduğunun kendisine sorulmasını ister ve ardından onun mahiyetini, özünü okura izah etmeye baģlar. Bu izaha göre onun Ģiiri, hüneri sadece samimiyet olan bir yığın sözden ibarettir. Çünkü o, kendisini yapmacığa kaçmayan, tasannu bilmeyen, sanat yapmayan biri olarak görür. Zaten aynı yerde kendisinin tevazu sadedinde de olsa sanatkâr olmadığını da açıkça söyler. Müteakip dizelerde söyledikleri ise bizim yukarıdan beri vurgulamaya çalıģtığımız durumu yani kelimelerin/sözün kifayetsizliğini ifade etmektedir. Bunu daha açık görmek için ilgili dizeleri alıntılamak istiyoruz: ġi r için gözyaģı derler; onu bilmem, yalnız, Aczimin giryesidir bence bütün âsârım! Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem; Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım! Oku, Ģâyed sana bir hisli yürek lâzımsa; Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa. (Safahat, s. 2) Söz konusu Ģiirden alıntıladığımız bu parçaya dikkat edilirse Ģairin öncelikle Ģiir için yapılan Ģiir gözyaģıdır genel tanımlamasına katılmadığı görülür. Ama daha önemli olanı ise onun bu genel tanımlamanın aksine kendi Ģiirini sadece ve sadece aczinin giryesi olarak görmesi ve nitelemesidir. Bugün az da olsa kullanılan girye kelimesi bilindiği gibi ağlama, inleme, feryat anlamlarına gelmektedir. Buna mukabil halen kullanımda olan acz kelimesi ise muhtelif anlamları olmakla birlikte esas olarak güçsüzlük, yetersizlik, yetememe anlamlarını ihtiva eder. O hâlde bu verilere göre Ģair, Ģiirini bir acziyetin, yetersizliğin tezahürü olarak görmektedir. Nedeni ise sözün veya Ģiirin ağlayıģlarına ve hissediģlerine kifayet edememesi, yetememesidir. ġair bunu Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem dizesinde açıkça ortaya koymaktadır. Bu dizelerde özellikle ağlarım ve hissederim ile bunlara karģılık olarak kullanılan ağlatamam ve söyleyemem kelimelerinin altını bilhassa çizmemiz gerekiyor. Çünkü burada Ģair, ağladığı hâlde ağlatamadığından, hissettiği hâlde söyleyemediğinden yakınmaktadır. Bu, kuģkusuz iģaret etmeye çalıģtığımız gerçekliği doğrulamaktadır. Öte yandan bunu aģabilmenin bir yolu olarak da kalbinin bir dilinin olmasını istemekte ancak gerçekte buna imkân olmadığı için ondan sadece bizar olabilmektedir. Sözün ya da Ģiirin yetersiz kaldığı bu son noktada ise Ģair belki de en makul ve hakiki olana yönelerek okurun metin üzerinden kalbini dinlemesini istemektedir: Oku, Ģâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;/oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa. Söz ya da Ģiir, içte kopan fırtınanın, feryadın, infialin tercümanı olamaz, bunları asla tasvir edemez. Kanaatimize göre Ġthaf Ģiiri, bunun yalın bir örneği ve yukarıdaki dizelerinde söylediğinin aksine kudretli bir söz kullanıcısının/sanatkârın bir hakikati samimi Ģekilde ifade etmesidir. Gerçekten de ne kadar büyük sanatkâr olunsa dahi söz, kalbe düģen koru ya da sevinci aktaramaz. Bununla birlikte Akif in Safahat ında bu durumu ifade eden en çarpıcı örneklerden biri de kuģkusuz Sanatkâr adını taģıyan uzunca manzumedir. ġerif Muhittin in Amerika da vermiģ olduğu konser üzerine kurulu bu manzume birbirlerini seven iki gencin muhaverelerinden oluģur. Uzunca süren konuģmaların bir yerinde genç kadın sevgilisine konserde icra ettiği dokunaklı parçada kendi ülkesinin acılarını, feryatlarını terennüm ettiğini zannettiğini söyler. ġiirin bu noktasından sonra dile geleneler Akif in, Ġthaf Ģiirine dayanarak yukarıdan beri söylemeye çalıģtığımız sözün/ģiirin/sanatın hissedilenlerin, duyulanların ifadesindeki yetersizliğini, kifayetsizliğini açık Ģekilde tecessüm ettirir mahiyettedir. Sanatkâr Ģiirinin, Ġthaf Ģiirinde belirene benzer hakikati kuvvetlendiren ilgili bölümünü aģağıya alıyoruz: - O ye si inletiyordun, değil mi, ûduna sen? - Değil ki ûdu, bütün kâinatı inletsen, Figâna söyletebilmek bir ıztırâbı, hayâl! 140

141 Diyordu Ģâiri Hind in o feylesof Ġkbâl: Heyecana verdi gönülleri, Heyecanlı sesleri gönlümün; Ben o nağmeden müteheyyicim: Ki yok ihtimâli terennümün. Benim de kalb-i harâbımda duyduğum hicran, Henüz duyulmadı mızrâbımın lisânından. O bir semûm, onu nerden duyursun üç beģ âh? Duyurmuyor ki, demin pek görünmedin âgâh, NeĢîdeler okudun bil akis sa âdetime! Gücenme hayret edersem bu mazhariyyetime! Gücenme, anla nihâyet ki: Bir belâ-zedeyim, Kader dedikleri unsurla pençeleģmedeyim. Kolum, kafam, gece gündüz didiģmeden bî-tâb; Ayaktayım henüz amma, serildi, gitti Ģebâb. (Safahat-Gölgeler, Sanatkâr, s. 503) Sanatkâr Ģiirinden alıntıladığımız bu uzunca parça, konu bağlamında son derece dikkate değer ve bir o kadar da izah edicidir. Alıntıladığımız parçada ilk konuģan anlaģılacağı üzere genç adamın sevgilisidir. Sanatı, müziği, ûdu icrası karģısında büyülenen kadın, genç adama önce O ye si inletiyordun, değil mi, ûduna sen? diye sorar. Burada inletilen ye s ten kasıt, sanatkârın ûdu ile harap, yakılmıģ, yıkılmıģ olan ülkesi karģısında duyduğu üzüntü, acı ve ıstıraptır. Kadına göre genç sanatkâr, ülkesinin içinde bulunduğu tüm acıları ûdunu inleterek ortaya koymuģ, onu nağmelere dökmüģtür. Ancak bu sadece kadının bir çıkarsaması ve gerçeğidir. Çünkü müteakip dizelerde de görüldüğü gibi sanatkâra göre ûdu değil, bütün kâinat inletilse öylesi büyük bir felaketin, ıstırabın dile getirilmesine asla imkân yoktur. Bununla o, aslında sanatın içte duyulan ıstırabı ifadede yetersiz olduğunu dile getirmiģ olur. Ancak sanatkâr, söylemek istediğini daha açık göstermek arzusunda olduğu için konuģmasının hemen devamında ünlü Hint düģünürü Ġkbal in sözlerine baģvurur. Ondan dört dize nakleder. Bunlar, gerçekten de son derece dikkate değer dizelerdir. Akif in de çok sevdiği ve üstat olarak gördüğü Ġkbal in söz konusu dizelerinde açıkça görüldüğü gibi bunlar, hem genç adamın, hem de baģtan beri Akif e dayanarak belirtmeye çalıģtığımız sözün veya sanatın yetersizliğini/kifayetsizliğini ifade etmektedir/göstermektedir. Söz konusu dizelere bakılırsa görülür ki Ġkbal, milletin gönlünü heyecana getiren, coģturan kendi gönlünün heyecanlı sesinden çok da memnun görünmüyor. Çünkü ona göre milleti coģturan ses veya nağme, kendi kalbinde kopan ses veya nağme ile aynı değil, ondan büsbütün farklıdır. Onun kalbini harekete getiren, coģturan nağme öylesi bir Ģey ki, bunu tarif ve terennüm etmek, olduğu gibi aktarmak asla mümkün değildir. BaĢka bir ifade ile Ġkbal in dizelerine göre hissedileni, için coģkunluğunu söze, nağmeye dökmek imkânsızdır. Üzerinde durduğumuz bu alıntıda daha ilginç olan nokta hiç kuģku yok ki, genç sanatkârın Ġkbal den aktardığı dizelerden sonra söyledikleridir. Dikkat edilirse o da tıpkı Ġkbal ya da baģtan beri altını çizdiğimiz gibi aynı paralelde konuģmakta ve söylemektedir. Çünkü o da Ġkbal gibi harap kalbinde duyduğu hicranı, ıstırabı, acıyı henüz mızrabının dilinden duyuramamıģtır. O, öylesi büyük bir zehir, öldürücü bir hicrandır ki, ûdundan dökülen bir ah onu tarife, ifadeye kifayet etmez. Ġthaf ve Sanatkâr Ģiiri, sözün/ģiirin derunu ifadede yetersiz olduğunu gösteren önemli metinlerdir. Akif, söz konusu durumu kuģkusuz sadece bu metinlerde ifade etmiģ değildir. Safahat ta doğrudan veya dolaylı Ģekilde bu durumu ifade eden baģka metinler de vardır. Ġtiraf 6, Mehmed Ali ye 7, 6 Söz konusu Ġ tiraf Ģiiri Ģöyledir: Safahât ımda, evet, Ģi r arayan hiç bulamaz; Yalınız, bir yeri hakkında Hazîn iģte bu! der. Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya? Üç buçuk nazma gömülmüģ koca bir ömr-i heder! (Safahat, s. 139) 7 Akif, Mehmed Ali ye adlı Ģiirinde kendi Ģiirini Ģöyle değerlendiriyor: ( ) ġi rin baģı hilkatteki âheng-i ezelmiģ Lâkin, ben o âhengi ne duydum, ne duyurdum! Yıktım koca bir ömrü de, baykuģ gibi, geçtim, Kırk beģ yılın eyyâm-ı harâbında oturdum. Sen, baģka ufuklar bularak, yükseledurdun; Ben, kendi harâbemde kalıp, çırpınadurdum! Mağmûm iki üç nevha iģittiyse iģitti; Bir hoģça sadâ duymadı benden hele yurdum. (Safahat, s. 446) 141

142 Hüsran Ģiirleri, ilk anda anılabilecek olan Ģiirlerdir. Bu Ģiirlerde de Ģair tamamen veya kısmen benzeri durumları dile getirir. Bu itibarla burada bunlar üzerinde ayrıca durmayı lüzumsuz görüyoruz. Sözün/Ģiirin kifayetsizliği ile birlikte yukarıda Ġthaf Ģiirini değerlendirirken kısmen değindiğimiz bir diğer konu ise Akif in, Safahat ın kimi parçalarında kendisini Ģair olarak görmemesi durumudur. Gerçi bu durum, baģtan sona tek bir istikamet takip etmez. Bazı noktalarda tersine döner. Ancak nihai olarak ilki ile birlikte ele alındığında bunun da üzerinde durulması, düģünülmesi ve değerlendirilmesi gereken noktalardan biri olduğu görülüyor. Sonuç Son derece zor ve buhranlı bir sürecin Ģairi olan Mehmet Akif, hayatı gibi kalemini de ait olduğu milletine adayan bir Ģahsiyettir. Safahat, bunun en somut örneğidir. O, söz konusu eserinde toplumu tüm yönleriyle ele almıģ; gözlemlediği temel sorunları inancı ve anlayıģı çerçevesinde yoğurarak iģlemiģtir. KuĢkusuz Akif, tüm bunları sıradan bir sanatkâr olarak yapmamıģtır. Çünkü o Türkçeye ve Ģiire hâkim kudretli bir Ģairdir. Sosyal meseleleri sade ve günlük konuģma diliyle son derece canlı bir Ģekilde aktarmıģtır. Ayrıca dönemin Ģiirinin özelliklerinden biri olan aruzu da kusursuz bir Ģekilde kullanmıģtır. Bu özellikleri itibariyle bakınca Akif in söze son derece hâkim güçlü bir sanatkâr olduğu anlaģılır. Nitekim o, söze/kelama olan bu hâkimiyetiyle Safahat ın kimi parçasında sosyal sorunların güçlü bir teģrihçisi, kimi parçasında sanatkârane söz kullanıcısı, kimi parçasında da akıl ve mantık düzenine oturtulmuģ münazaracısı olarak belirir. Hatta kimi yerde de ya dilekçe yazarken ya da rüya tabir ederken görülür. Bütün bunlar, Akif in her Ģeyden önce güçlü bir nazım olduğunu gösterir. Ancak Akif, böylesi güçlü bir dil kullanıcısı ve Ģair olduğu hâlde Safahat ın kimi manzumesinde kendisinin Ģair olmadığını ve yanı sıra yaģadığı süre zarfında toplumda meydana gelen felaketleri, buhranları, acıları ve ıstırapları söze dökemediğini, içinde kopan fırtınayı Safahat ına aktaramadığını söyler. Ġlgili yerlerde geniģçe çözümlenerek gösterildiği gibi Ġthaf, Sanatkâr gibi manzumeler, sözü edilen hususu somutlayan manzumelerdir. Açıkça belirtmek gerekir ki bunlar, onun Ģimdiye kadar bilinen toplum karģısındaki güçlü gözlemci, Ģerh edici, değerlendirici ve aktarıcı özelliği ile çeliģen bir görüntü sunar. Ġlk anda bunlar birer çeliģki gibi görünür. Ancak bunlardan ilki yani kendisinin Ģair olmadığını söylemesi, kuģkusuz bir hakikati değil, daha ziyade baģka bir Ģeyi yani Akif in alçakgönüllü veya tevazu sahibi bir insan olduğunu gösterir. Bunlarla birlikte ikinci husus yani yaģadığı süre zarfında hissettiklerini söze dökemediğini söylemesi ise yine baģka bir hakikati dile getirmektedir. Çünkü Akif, bilmektedir ki söz ya da kelam sadece tarif edebilir; kalpte olanı, duyulanı, hissedileni birebir veremez. KAYNAKÇA BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Milli Eğitim Basımevi, Ġstanbul, DUYMAZ, Recep, Mehmet Âkif Ersoy un ġahsiyetinin Kaynakları, Bilimin ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, S. 73, Mart DÜZDAĞ, M. Ertuğrul, Mehmed Akif, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2. bs., Ankara, ERSOY, Mehmed Âkif, Safahat, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Ġz Yayıncılık, Ġstanbul, KUNTAY, Mithat Cemal, Mehmed Akif, TimaĢ Yayınları, 1. bs., Ġstanbul, ġemsettin Sami, Kamus-ı Türkî, Alfa Yayınları, 1. bs., Ġstanbul, ġengüler, Ġsmail Hakkı (Haz.), Mehmet Âkif Külliyatı, 4 Cilt, Hikmet NeĢriyat, 1. bs., Ġstanbul, Türkçe Sözlük I-II, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara,

143 ИНТУИТИВНИ ПРОЕКЦИИ НА АР НУВО В БЕЛ-АМИ НА МОПАСАН Соня АЛЕКСАНДРОВА * РЕЗЮМЕ: В насуоящия уексу ще се фокфсираме върхф романа Бел-ами на Мопасан и възможноуо присъсувие в него на неуипичен за лиуерауфрноуо изкфсуво суил ар нфво. За уази цел ще изследваме флоралниуе елеменуи през призмауа на хфдожесувения деуайл и ще анализираме формауа, цвеуа и вида на расуенияуа, използвани в инуериорния дизайн на романовиуе просурансува. Така ще поувърдим хипоуезауа за инуфиуивна фпоуреба на уипични за суила ар нфво деуайли. Ключови думи: Хфдожесувен Деуайл, ар Нфво, Флорален, Мопасан. INTUITIVE PROJECTIONS OF ART NOUVEAU IN BEL-AMI BY GUY DE MAUPASSANT ABSTRACT: In the present paper, we will focus on the novel Bel-Ami by Maupassant and the possible presence of a nontypical artistic style to be used in the literature - Art Nouveau. To this end, we will examine the floral elements in the light of an artistic detail. In this context, we will analyze the forms, colors and type of flowers used in the room s interior design in the novel, in order to give reasons for the hypothesis of intuitive usage of distinctive marks, found to be Art Nouveau style demonstrative. Кeywords: Art Nouveau, Artistic Detail, Floral Element, Maupassant. Увод През XIX век във френската литература се наблюдава изобилие от художествени стилове и направления в литературата и изящните изкуства. Това е времето на романтизма, реализма, парнасизма, натурализма, символизма, декадентството, импресионизма, модернизма, наивизма, стила ампир и при това, ако искаме да споменем само най-популярните артистични проявления, иначе избояването би отнело много време. Някои от тях са видимо доразвити продължения на предходна естетика (например натурализмът като доведен до край реализъм), други се оповестяват като революционно отрицание на съществуващата поетика (например символизма). За целите на това изследване ще се съсредоточим над втората половина на XIX век и по-конкретно 80-те години, което няма особено да облекчи работата, тъй като на практика почти всички вече посочени направления и стилове по-един или друг начин 1 са активни в този период. Подобно многообразие, от една страна, е благодатно за развитието на изкуствата, защото предоставя широк спектър от изразни средства и възможност за избор от палитра похвати и световъзприятия. От друга, понякога става причина за смесване на техники и методи от различни стилове, затрудняващи литературните историци при класифицирането на творците към конкретно художествено направление. Такъв е и случаят с Мопасан. Френското литературознание го причислява частично към натурализма 2 заради поетиката на някои от творбите му и поради осезателното повлияване от Зола и кръга млади автори около него, от които той е част. Същевременно отчита силното въздействие на учителя Флобер над * Гл. ас. д-р Соня Александрова е преподавател във Филологическия факултет на ПУ Паисий Хилендарски. sonyakrasi@gmail.com. 1 Централната фигура на френския романтизъм Виктор Юго умира през 1885 г.; реалистът Гюстав Флобер, учител на Мопасан, предвестник на модернизма и признат модел за подражание от натуралистите, умира през 1880, а година по-късно излиза незавършеният му роман Бувар и Пекюше ; през 1886 г. Жан Мореас публикува Манифест на символизма ; водачът на натуралистите Емил Зола е в апогея на творчеството си през 80-те години на века; между 1874 г. и 1886 г. импресионистичните изложби (Едуард Мане, Клод Моне, Пол Сезан и т.н.) бележат окончателното скъсване с академичната живопис; продължават да творят поетите от Парнас Франсоа Копе, Катюл Мендес, Льоконт дьо Лил и др. 2 Новелата Лоената топка на Мопасан е включена в сборника Медански вечери приет за манифест на натурализма, редом с останалите пет новели на Зола, Юисманс, Еник, Сеар и Алексис. 143

144 формирането на стила на Мопасан и реалистичния почерк на други негови произведения. Докато късните му съчинения определя като фантастични в следствие на острото заболяване, довело и до преждевременната му смърт. И това са само трите канонизирани от науката стилистики, приписвани на френския автор. Изложение: Различни изследвания по въпроса се опитват да разкрият възможно влияние на импресионизма над Мопасан, макар това направление да е характерно главно за живописта. Базилио например изтъква усета на френския разказвач за цветовете и формите, които наблюдава; способността му да рисува с думи и да пресъздава моментни впечатления; изборът на теми и други причини за доближаването на почерка на Мопасан до спецификите на импресионизма (Basílio, 2007: 33 44). В посока на подобно заимстване на някои техники от изобразителното изкуство е и статията на Жакоб (Jacob, 2008: 88 89). В Мопасан Лану също често сравнява описанията на прозаика с платната на импресионистите (Лану, 1985: 96, 224, 270). От биографите 3 на Мопасан знаем за неговите познанства с художници като Моне, Курбе, Сезан, Дега и др., както и за посещенията му на академичния салон и алтернативните изложби. В изследването си Quelle volupté que la peinture Гюйомен ни представя един различен поглед към усета и мнението на френският белетрист за живописта, с която макар всички негови изследователи да твърдят, че е бил добре запознат, не пропускат да отбележат еклектичния му и недостатъчно проницателен вкус (Лану, 1985: 96). На базата на биографични данни, художествени творби и няколко критически публикации на писателя Гюйомен ни доказва точно обратното че одобрението, изказано за представители на различни, често противопоставящи се една на друга школи, е израз на ярко индивидуална гледна точка за изкуството. Мопасан преценява художествената стойност на една картина според различни критерии: на първо място интензивността на усещанията, породени от нея; след това културната съвместимост и често идеологическото съгласие (Guillemin, 1993). Въпреки разногласията относно разбиранията на френския романист за изкуството, е безспорно, че той има специфично отношение към него, засвидетелствано в художествените му произведения и журналистическите прояви. Нашето изследване също ще тръгне по траектория, търсеща допирателни между стилистика на Мопасан и специфики на артистичен стил в изящните и приложните изкуства, а по-конкретно ар нуво. За целите на настоящия текст ще се ограничим до анализ на евентуални аргументи за проявленията на ар нуво в романа Бел-ами от 1885 г. И тук се налага веднага да обясним защо изследваме стилистика, която според историята на изкуството към конкретния период още не е изкристализирала. В науката съществуват противоречия при определяне на времевите граници на ар нуво. Причините са многобройни. От една страна, натежава продължителният подготвителен етап на стила и повлияването му от различни тенденции. Смята се, че възниква постепенно на базата на рококо, прерафаелизма ( те години на века), движението Изкуство и занаяти в Англия (60 80-те години на века) и е силно повлиян от японските техники и изразни средства 4. А за разцвета на ар нуво се говори в периода от 90-те години на XIX век до 1910 година (Бел, 2009: 368). От друга страна, затрудненията при датирането са свързани с разнородните му проявления в различните европейски държави. Във Франция е прието наименованието ар нуво 5 ; в Англия се нарича още модерн стайл или модернизъм; в Италия стил флореале или стил либерти; в Австрия сецесион; в Германия югендщил. В найобщи линии това е стил в изкуството и архитектурата, опитващ се да сближи изящните с приложните изкуства. Като реакция на академичното изкуство на XIX век, той се отличава с изобразяване на плоски декоративни форми; преплетени форми на камшиковидната крива; асиметрия; широка употреба на нови и често скъпи материали; внимание към детайла и изработката; отхвърляне на предишните стилове в изкуството. Особено характерни за ар нуво са всевъзможните вълнообразни форми ластари, пламъци, вълни; буйни, развяващи се стилизирани 3 Сред неговите биографи са: Арман Лану, Ален-Клод Жикел, Андре Виал, Едуард Мениал и др. 4 Става дума предимно за японската цветна гравюра върху дърво, която провокира създаването на многообразие от форми на художествено изразяване, въздействието на които продължава и през ХХ век. Тя избягва преспективата, използва плоскостно фигуративно изображение, структурира пространството чрез линии и контури. Отражението на японизма проличава много ясно в плактната живопис от втората половина на XIX век. Вниманието на европейските автори е насочено предимно към произведенията на Утамаро, Хокушиге, Хокусай и преди всичко към техните еротични творби, предназначени за широка публика (Бел, 2009: ). 5 От френски език art nouveau ново изкуство. 144

145 женски коси и др. Доминиращ е в украсата, където повсеместно присъстват емблематичните за него пълзящи флорални мотиви 6 (Bréasson, 1900). Налага се и последното уточнение, обясняващо формулирания обект на изследване. Ще анализираме евентуални аргументи за проявленията на ар нуво в Бел-ами въз основа на хипотезата за интуитивното им проектиране в текста на романа. Посредством внимателно наблюдение над конкретна социокултурна среда Мопасан е предусетил зараждащи се тенденции в приложните изкуства и ги е предал чрез художествени детайли от описанието на интериора в своята творба. В художествения метод на социалния реализъм част от направленията, с които се свързва името на френския автор, употребата на детайла е добре изследвана техника. При Мопасан нейното приложение не се поставя под съмнение и дори когато се проблематизира актуалността или качеството на творбите му, неоспоримо се изтъква майсторството му в тази посока 7. Детайлът във френската литература от те години на XIX век се възприема като част от описателната техника и служи най-общо за постигане на реалистичност на изображението на средата и персонажите, за типизиране или характеризиране на отделни герои. Както изрично обаче Ерсам посочва относно Мопасан описанието няма документална функция, то се слива с повествованието благодарение на постоянното позоваване на чувствата и гледната точка на персонажите. То притежава много по-малко информативна, отколкото подсказваща стойност; то внушава повече, отколкото показва. Без да насища съзнанието на читателя с твърде много детайли, то му дава възможност да запълни празнините (Ehrsam, 2002: 74). Прави впечатление упорито присъствие на флорални елементи във вътрешното декориране на домовете в Бел-ами. Ще се опитаме да дадем отговор на причината за персистирането на цветните изображения в украсата на стените, завесите и дрехите, както и на изненадващото наличие на живи цветя в салона на Форестие. Понеже търсим белези за проявление на ар нуво в декоративен план, ще се фокусираме върху изследване на орнаментацията на затворените пространства. Наличието на растителни мотиви в романа на Мопасан в никакъв случай не се ограничава до тях. Има описания на открити природни пространства гори, паркове, реки, които ще изолираме от настоящото изследване, понеже те отвеждат до широко изследваната тема за природата в творчеството на френския белетрист. За първи път флорални интериорни мотиви в романа се появяват при описанието на квартирата на главния герой на улица Бурсо (Maupassant, 71) става дума за сиви тапети, изпъстрени със сини букети цветя, макар и замърсени от множество съмнителни петна. В любовната квартира на Жорж Дюроа и Клотилд регистрираме тапети с цветна щампа и килим на цветя (Maupassant, 174). Тапицерията в будоара на г-жа Валтер е от синя коприна на златни цветни пъпки (Maupassant, 223). Дори варосаната детска стая на Дюроа е украсена с цветно изображение на Пол и Виржини под синя палма (Maupassant, 401). В новото скъпо жилище на Валтер будоарът е изцяло тапициран с бледосиня коприна с розови букети (Maupassant, 597). Салонът на Форестие е облепен с виолетови тапети, изпъстрени с жълти цветя и сиво-сини завеси, с избродирани от червена коприна карамфили, спускащи се над вратите (Maupassant, 59-60). С това съвсем не се изчерпва появата на растителност в описанието. Отвъд флоралните изображения в романа се обрисуват и конкретни живи ботанически видове. Мопасан на два пъти отбелязва модерната тенденция да се подаряват букети с цветя веднъж при поднасянето им на гостите на приема у семейство Валтер (Maupassant, 595) и втори път в епизода с двата букета с напъпили рози, които Мадлен получава в един и същи ден от съпруга и любовника си (Maupassant, ). Можем да добавим и момента с вечерята у Форестие, когато Клотилд пристига с червена роза в косите (Maupassant, 45), а Дюроа е впечатлен от четирите палми, двата фикуса и двата храста в салона им (Maupassant, 58). Силен ефект произвежда и декорацията от папрат, листа, клони и цветя на подземното помещение за благотворителни двубои, която го превръща в листата пещера (Maupassant, 459). Подробно е описан и парникът на семейство Валтер, приютяващ екзотични видове цветя и храсти (Maupassant, 601). И не на последно място при изброяване на аргументите 6 Основни представители на стила във Франция са Ектор Гимар, Йожен Гайар, Емил Гале, Йожен Грасе и др. Емблематични автори в европейски мащаб са Алфонс Муха, Густав Климт, Уилям Морис, Виктор Орта, Антонио Гауди и др. 7 Огюст Бели: несравним наблюдател и преводач на типичния детайл ; Роже Версел: надарен с безпогрешния инстинкт да открие детайла, който вдъхва живот (Artinian, 1955). // Reception/PouroucontreMaupassant.html 145

146 трябва да посочим сенчестата украсата на покритата градина на Фоли Бержер от туи и ифове, посадени в съндъци (Maupassant, 33). Преди да пристъпим към анализа, ще изолираме два епизода от списъка с цветни мотиви, защото те видимо отпращат към ироничното авторово отношение спрямо друга силна тенденция в артистичните среди на Франция от онази епоха, това на японизма 8. Освен научната коректност, непозволяваща да ги пропуснем, ще припомним, че тяхната поява не е в разрез с работната ни хипотеза, понеже японизмът е част от влиянията, оформили стилистиката на ар нуво. При неочакваното посещение на Жорж в къщата на Клотилд тя го посреща, облечена с японски копринен пеньоар, избродиран със сини цветя, бели птички и златни пейзажи (Maupassant, 138). Макар да не можем да твърдим със сигурност, че пеньоарът е някакъв вид кимоно, то стремежът да бъде по японски орнаментиран е очевиден. Мопасан още веднъж ни заговаря за подобна декорация в епизода с камуфлажа на квартирата на централния персонаж. Очаквайки любовницата си в мизерната стаичка, Дюроа прави неуспешен опит да замаскира окаяното й състояние като я натруфи с всевъзможни евтини японски украшения: малки ветрилца, декоративна релефна хартия, прозрачни изображения за стъкло, изрисувани с реки и корабчета, летящи птички, красиви дами и т.н. Като резултат помещението започва да наподобява вътрешността на цветен книжен фенер (Maupassant, 168). Освен знак за снизходителното отношение на Мопасан към японизма, в тези моменти от произведението проличава проницателността му при улавяне и изобразяване на художествени тенденции, характерни за конкретната културно-историческа среда. Японизмът се преекспонира именно в 80-те години на XIX век, превъръща се е от възхищение към традициите на една слабо позната култура в почти консуматорска страст по колекциониране на всичко, свързано с нея, било то стойностно или имитативно. Без да навлизаме в детайли относно началото на флоралната декоративна традиция, която съществува от векове, ще проследим някои емблематични нейни проявления през наблюдавания период. В деветнадесетото столетие облепването на стените с тапети е масова практика в градовете и дори в някои френски села, заместила традиционното измазване с вар. Но изборът на декоративните мотиви върху тях се извършва под давлението на различни художествени стилове и модни тенденции. При тапетната орнаментация и тази на завесите не винаги са посочени конкретните растителни видове. Ако изключим назоваването на карамфилите в украсата на салона на Форестие, всички останали флорални елементи на езиково равнище се създават само от фонов цвят; съществително, отнасящо се към растенията, и прилагателно за съответната багра. В цветовата гама на фона преобладават различните ненатрапчиви нюанси на синьото (светло, бледо, сиво-синьо) или сивото, докато изображенията върху тях варират от златисто и жълто през розово и бледовиолетово до единствените червени, но леко избелели карамфили. Дори двата храста върху пианото в салона на Форестие са обсипани от розови и бели цветове. Можем да забележим съгласие между цветовия избор при стайната украса в пространствата на романа и типичната за ар нуво палитра (синьо, сиво, розово, бледолилаво, бежово и зелено). Мопасановият интериорен колорит напълно съответства на новата приглушена и пастелна стилистиката. Доминирането на цветни елементи във вътрешната декорация също е сред водещите характеристики на модерна, чието основно вдъхновение е органичният естествен свят. Мопасан избира да опише в новата стилистика точно дизайна на затвореното пространство на дома, т.е. подхожда от приложна гледна точка, в синхрон с първоначалния етап на оформянето на ар нуво. Необходимо е да отбележим, че цветята винаги са или дребни, или пъпки, или стилизирани на букети. Двете декоративни пряко назовани в текста цветя са розата и карамфила, които заедно с лилията, ириса и орхидеята са сред най-често изобразяваните от представителите на модерна 9. Много дръзка и провокативна за времето е и появата на екзотични стайни растения в дома на семейство Форестие 10. Става ясно, че само две от растенията са цъфтящи храстовидни при това непознати за посетителя, прилични на изкуствени цветя и необичайно разположени върху пианото; докато в четирите ъгъла на стаята се издигат палми почти до тавана, а от двете страни на камината има каучукови фикуси, прилични на колони с тъмнозелени листа (Maupassant, 58). В никоя от 8 По въпроса виж: Александрова, Растителните елементи в Бел-ами и ар нуво. 9 Едно от най-известните произведения на Муха се нарича Четирите цветя и изобразява предпочитаните роза, карамфил, ирис и лилия. 10 Палмовите растения стават типични за приложните изкуства по-късно в периода на ар деко. 146

147 останалите къщи няма стайни растения, още повече тропически видове, предназначени за отглеждане на открито 11. Единственото друго място, където срещаме подобна растителност в романа, са луксозният парник на семейство Валтер и покритата градина на Фоли Бержер. Това е и обичайното им местоположение. Във Франция съществува традиция за отглеждане на растения от други климатични зони. Първоначално се строят оранжерии към големите имения и дворци. Още през XVII век архитекти като Мансар и Льонотр се занимават с проектирането и изграждането на постройки, в които при изкуствено отопление се отглеждат цитрусови култури. Вероятно това са първообразите на парниците, приспособени специално за отглеждане на неядливи топлолюбиви цветя и растения. Стопанисването на подобни скъпоструващи съоръжения придава престиж и авторитет на собствениците, засвидетелствани и от Мопасан в епизода с парника на Валтерови. Употребата на жива екзотична растителност в интериорната обрисовка на романа също може да се интерпретира в съгласие с естетиката на ар нуво. Първо, защото на стила са присъщи орнаментални мотиви с ориенталски привкус под формата на палмови листа. Второ, понеже подредбата в салона на Форестие напомня характерното за изображенията на модерна обрамчване на фигурата. В романа помещението е опасано от четири палми в ъглите и две колони от фикусови растения до камината. Трето, поради вкуса към смесване на различни материали, в случая с покритата градина на Фоли Бержер естествена декорация и метални маси 12. Освен това истинските растения допълват зеленото във вече споменатата палитра от цветове и се опитват да привнесат природата в градските условия на затворените пространства на дома. Стайните растения у Форестие създават и усещане за уют и спокойствие в представите на главния герой Дюроа; той е възхитен от ненатрапчивата подредбата, която сякаш ласкаво го обгръща: Et le jeune homme, plus maître de lui, considéra avec attention l appartement. Il n était pas grand; rien n attirait le regard en dehors des arbustes; aucune couleur vive ne frappait; mais on se sentait à son aise dedans, on se sentait tranquille, reposé; il enveloppait doucement, il plaisait, mettait autour du corps quelque chose comme une caresse (Maupassant, 58). Прави впечатление, че още при въвеждането на помещението с живите растения Мопасан създава необяснимо усещане за комфорт, предизвикано от необичайна причина 13. Екзотичната одомашнена флора постепенно се очертават като специфичен елемент от описанието на апартамента на Форестие и ако цветните мотиви можем да разглежаме като типични за декорирането на френските къщи от XIX век, то наличието на храсти в салона е уникална характеристика. Отново като част от флоралната символика можем да обмислим и фамилното име Форестие 14. От френски език то може да се преведе като прилагателно име горски, и като професия лесовъд 15, т.е. названието е семантично обвързано от една страна с дърветата, храстите, растителността, а от друга с фигурата, която се грижи за тях. При тълуване на основните значения на името не можем да не отбележим, че то директно обвързва притежателя си с природата и поточно с флората, подсказвайки положително отношение към нея. И макар фамилията да се предава от съпруга (Шарл) на съпругата (Мадлен) романът ни оставя усещането, че смисълът на името пада основно върху женския образ. Чий е всъщност домът и чие името Форестие? Според патриархалната традиция би трябвало домът и името да са притежание на мъжа, но романът мълчи по въпроса за жилището, остава ни в неведение дали е собственост на Шарл или семейството го обитава под наем. Посочва само как след смърта му вдовицата Мадлен го задържа и продължава да живее в него с втория си съпруг Жорж. Текстът ни разказва и за идентичния стил на 11 В южните части на Франция се отглеждат внесени от топлите страни тропически растения на открито (например в Йер от 1850 г.), защото единствената естествено растяща в средиземноморска Европа представителка на това семейство е Chamaerops humilis. 12 Et, tournant à gauche, ils pénétrèrent dans une espèce de jardin couvert, que deux grandes fontaines de mauvais goût rafraîchissaient. Sous des ifs et des thuyas en caisse, des hommes et des femmes buvaient sur des tables de zinc. (Maupassant, 33). 13 Дюроа първоначално е озадачен от стаята, подобна на парник, но постепенно потъва в приятната й атмосфера, докато в истинския парник на Валтер изпитва сладкото, нездравословно и очарователно усещане за изкуствена природа, мека и изтощителна, която му създава изнервящо, неприятно и лепкаво усещане (Maupassant, ). 14 Изследването на имената в никакъв случай не е произволно отклонение на анализа, понеже в интерпретираната творба на Мопасан е отделено достатъчно внимание на имената. Подробно е представена целенасочената промяна на фамилията на Жорж от Дюроа в дю Роа дьо Кантел с помощта и под натиска на Мадлен (Maupassant, ). Поставен е акцент върху подобието между Жорж и Шарл с назоваването и на двамата от колегите им като Форестие. 15 По въпроса виж: 147

148 журналистическите статии, излезли официално изпод перото на Шарл, Жорж и после на третия избраник на Мадлен Жан. Въвлича ни в огорчението на Жорж, когато колегите му започват да го отъждествяват с неговия предшественик Форестие. Споменава също, че салонът на Мадлен се е превърнал във влиятелен център, в който всяка седмица се събират много от членовете на правителството (Maupassant, 520). Това са част от причините, поради които сме склонни да мислим, че жилището и името Форестие са характеристики по-скоро на образа на Мадлен 16. Тук е моментът да споменем и всеизвестната позиция на Мопасан относно природата. Той е израснал в Нормандия, към чийто ландшафт храни симпатии до края на дните си; любител е на водните спортове отличен гребец и плувец, притежател на няколко яхти. Освен от биографичните сведения, за непресъхващия му интерес към естествената среда съдим и по произведенията му, в които тя е неизменно присъстваща тема. Неслучайно Арман Лану го нарича най-свързания с водата прозаик на XIX век (Лану, 1985: 94). Мопасан е безспорно сраснат с откритите пространства, но може да бъде обвързан и с одомашнените растения. Интересен факт от живота му е спонсорирането на цветарския магазин на неговия брат Ерве. Практиката за продаване на специално закупени и подредени букети с цветя е скорошно нововъведение във Франция, инициирана от писателя Алфонс Кар (Лану, 1985: 277). Освен финансирането на подобно начинание, което би могло да изхожда от загриженост за семейството, прави впечатление и украсата на жилището на писателя на ул. Моншанен 10, където са се промъкнали зелени копиеведни растения с месести листа (Лану, 1985: 225). Резултат: На базата на изложените наблюдения и аргументи можем да обобщим, че растителните елементи в романа, заложени в описанието на отделни помещения, се повтарят устойчиво и видимо не служат за характеризиране на обстановката или за привнасяне на реалистичност на изображението. Защото тогава би следвало да заключим, че типичните за експанзията на стила ар нуво цветни декоративни мотиви са били в разгара на разпространението си още до средата на 80-те години на XIX век. Освен това те изглеждат нахвърлени сякаш мимоходом, но многократната им поява в Бел-ами може да бъде разчетена като търсен от Мопасан характерен детайл през хипотезата за интуитивното използване на отличителни белези, показателни за тепърва оформящия се стил ар нуво. Освен упоритата употреба на декоративни флорални мотиви, в сихрон с предположението са цветовата гама и разположението им. Прави впечатление изумителният усет на автора да ги концентрира в интериорния дизайн като част от приложните изкуства, в които първоначално се заражда този стил. И не на последно място поставянето на живи растения в дома напълно се вписва в идеята за връщане към природата, на която почиват концепциите на модерна. ЛИТЕРАТУРА АЛЕКСАНДРОВА, Соня, Растителните елементи в Бел-ами и ар нуво, Сборник с доклади от международната конференция в Сегед, 2015, под печат. БЕЛ, Джулиан, Огледалото на света. Нова история на изкуството, Рива, София, 2009, с ЛАНУ, Арман, Мопасан, Народна култура, София, 1985, с BASÍLIO, Kelly, Trilles et frétillements, L écriture impressionniste du désir dans Une partie de campagne de Maupassant, In: Benhamou, N. (eds.), Guy de Maupassant, études réunies, Cahiers de recherche des Instituts néerlandais de langue et de littérature françaises, Rodopi B. V., Amsterdam New York, 2007, n 48, BRÉASSON, Jean, LECOEUR, Edme, MEUNIER, Léon, VALABRÈGUE, Jules, VINCENT, Louis, Le Dictionnaire pratique de Menuiserie Ebénisterie Charpente, J. Justin Storck, Paris, 1900, p // Dictionnaire Larousse, version électronique // EHRSAM, Véronique-EHRSAM, Jean, Une Vie (profile d une œuvre), Hatier, Paris, 2002, p GUILLEMIN, Alain, Quelle volupté que la peinture, In: Enquête, , mis en ligne le 09 juillet 2013 p // 16 Във връзка със семантиката на имената е много интересно да се изследва и личното име на Мадлен, което също е натоварено със значение и произхожда от Магдалена, но това ще стане на един следващ етап. 148

149 JACOB, Didier, Quand les écrivains dessinent, In: Le Nouvel Observateur, n 2253, du 10 au 16 janvier 2008, p MAUPASSANT, Gyu de, Bel-Ami, La Bibliothèque électronique du Québec, Collection À tous les vents, v. 510: version 1.01, Lausanne: Édition de référence: Éditions Rencontre, Texte établi et présenté par Gilbert Sigaux, p. 708 // VERCEL, Roger-BAILLY, Auguste, In: Artinian A. (eds.), Pour et contre Maupassant: enquête internationale, 147 témoignages inédits, Nizet, Paris, 1955, p. 146 // Documents/Reception/PouroucontreMaupassant.html Текстът е част от изследване по проект Лингвистична интуиция и лингвистична компетентност в съвременния мултикултурен свят езикови, литературни и образователни аспекти (НИ-15- ФЛФ-015), финансиран от Поделение научна и приложна дейност при Пловдивския университет Паисий Хилендарски по фонд за научни изследвания. 149

150 RUS YAZAR ĠVAN SERGEYEVĠÇ TURGENYEV ĠN ( ) SĠYASĠ GÖRÜġLERĠ Ülkü ÇALIġKAN ÖZ: Çalışma, İvan Sergeyeviç Turgenyev in edebî eserlerinin tahlilinden ziyade siyasî görüşlerini ve yaşadığı dönemde meydana gelen siyasî olaylarla ilgili düşüncelerini netleştirmeyi amaçlamaktadır. Sadece Rusya nın değil, dünya edebiyat tarihinin önemli isimlerinden biri olan Turgenyev in siyasî görüşlerinin hem kendisinin hem dönemin siyasî çehresinin anlaşılmasına yardımcı olacağı düşünülmektedir. Araştırmanın temelini, kendisinin ve çağdaşlarının eserleri, hatıraları, mektupları ve notları oluşturmaktadır. İvan Sergeyeviç Turgenyev, 28 Ekim 1818 tarihinde Rusya da Oryol şehrinde doğdu yılları arasında Berlin Üniversitesi nde öğrenim gördükten sonra toprak köleliğine karşı Batı yanlısı bir liberal olarak ülkesine döndü. Dönemin ünlü edebiyat eleştirmeni Vissarion Belinskiy ile yakınlığı ve Sovremennik (Çağdaş) Dergisi etrafındaki çevreye katılışı onu ilerici toplumsal düşünce anlayışına daha da yakınlaştırdı. Kendisini evrimci-liberal olarak niteleyen Turgenyev, ilkesel ve siyasal bazı konulardaki anlaşmazlıklar dolayısıyla bu dergi kadrosundan ayrıldı. Babalar ve Oğullar romanı üzerine ortaya çıkan şiddetli tartışmalar, Tolstoy ve Dostoyevskiy le olan kavgalar ve Paulina-Louis Viardot ailesiyle dostluğunu devam ettirmek istemesi sonucu yaşamının son yirmi yılını Baden Baden ve Paris te geçirdi yılında Paris yakınlarında bulunan Bougival da öldü. Anahtar Kelimeler: İvan Sergeyeviç Turgenyev, Batıcılık (Zapadniçestvo), Liberalizm. THE POLITICAL VIEWS OF RUSSIAN AUTHOR IVAN SERGEYEVICH TURGENYEV ABSTRACT: This study aims to clarify Turgenyev s thoughts about political incidents occuring in his time and his political views rather than analysis of his literary works. The political thought of Turgenyev who is not only in Russia, but also one of the most important figures of history of the world literature, is considered to help understanding both him and the political aspect of the period. The basis of research constitutes his own and contemporaries works, memoirs, letters and notes. Ivan Sergeyevich Turgenyev was born on 28th October 1818 in the city of Oryol in Russia. After studying at the University of Berlin between the years , he returned his country as a liberal pro-western against serfdom. His proximity to the period of famous literary critic Vissarion Belinskiy and his joining to environment around the Sovremennik (Contemporary) magazine brought him closer to the progressive social thought. Turgenyev, describing himself as evolutionary-liberal, separated from this magazine staff due to disputes in certain political and principal matters. Due to the intense debates emerging with his novel, Fathers and Sons, and dissedences with Tolstoy and Dostoyevskiy and because of his willing to continue his friendship with the family of Paulina-Louis Viardot, Turgenyev spent last twenty years of his life in Baden Baden and Paris. He died in 1883 in Bougival, located near Paris. Keywords: Ivan Sergeyevich Turgenyev, Westernism (Zapadniçestvo), Liberalism. GiriĢ Turgenyev in Çocukluğu ve Eğitim Yıllarının Batıcı Kimliğine Katkıları Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, XIX. yüzyılda Avrupa da ünlenen ilk büyük Rus yazarıdır. Hayatı boyunca politik meselelerle yakından ilgilendiği görülmektedir. Ancak kendi ruhsal yapısına göre yine de filozof olarak değil, bir sanatçı olarak kaldığını da ayrıca belirtmek gereklidir 1. Rus yazar, 28 Ekim 1818 tarihinde Oryol Ģehrinde doğdu. Turgenyev, baba tarafından Altınorda mirzaları soyundan 2, anne tarafından Litva kökenli zengin toprak sahibi Lutovinov sülalesi soyundan gelmektedir 3. Çocukluğunun büyük kısmını annesinin aile mülkü olan Spasskoye-Lutovino malikânesinde Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. ulkucaliskan@hotmail.com 1 Yuriy Lebedev, Turgenyev, Moskva, 1990, s Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. I, Tipografiya Glazunova, S. Peterburg, 1883, s. 11. Turgenyev ismi, kökünde Turgen lakabını korumaktadır. Bu kelime Moğolca turgen hızlı, acele eden kelimesinden gelmektedir. Bu kelime, bugünkü Sibirya Türk ağızlarında aynı anlamda kullanılmaktadır. Turgen lakabı, büyük ihtimalle geçici anlama dayanılarak verilmiģtir ve bu adı taģıyanın karakteri çabuk öfkelenen, hırslı anlamıyla ilgilidir. Seher MemiĢ, Rus Kültüründe Türk Ġzleri, Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi, 2 (1), 2012, s Ġv. Ġvanov, Ġvan Sergeyeviç Turgenyev Jizn Liçnost Tvorçestvo, Tipografiya Ġ. N. Skorohodova, S. Peterburg, 1896, s

151 geçirdi. Ġlk eğitimini Alman, Fransız ağırlıklı özel eğitmenlerden aldı. Lise çağında ağabeyi Nikolay la birlikte Moskova da bulunan Weydengammer Özel Okulu ve Lazarev Enstitüsü nde eğitim gördü 4. Annesi Varvara Petrovna nın çocuklarına 5 ve toprak kölelerine olan kötü, acımasız ve despotik tavrı küçük yaģlardan itibaren toprak köleliğinden (serflik hukuku-krepostnoye pravo) nefret etmesine yol açtı 6. Annesi ve babası arasındaki sevgisizlik ise onu 1843 yılında tanıģıp platonik olarak âģık olduğu Ġspanyol kökenli Fransız opera sanatçısı Pauline Viardot un ailesine bağlanmasına ve onların peģinde Avrupa da bir göçebe gibi dolaģmasına sebep oldu 7. Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (1 yıl süreyle) ve S. Peterburg Üniversitesi Felsefe Fakültesi ndeki eğitimini baģarıyla tamamladı ( ). Moskova Üniversitesi nde kısa süre eğitim gördüğünden öğrencilerin kurduğu fikrî tartıģma gruplarına (Vissarion Grigoryeviç Belinskiy ( ), Nikolay Stankeviç ( ), Aleksandr Ġvanoviç Hertsen in ( ) grupları gibi) katılamadı. Felsefe, eski çağ dilleri, tarih ve özellikle Profesör Verder öncülüğünde Hegel 8 felsefesini öğrenmek amacıyla Berlin Üniversitesi ne kayıt oldu ( ). Verder, Hegel in öğrencisi olmuģ kiģilerden biriydi ve 1840 lı yıllarda Hegel felsefesi Alman üniversiteleri ve özellikle Berlin de baģlıca çekim merkezi idi. Turgenyev, onunla aynı coģkuyu paylaģan birçok Rus gencinin olduğunu gördü. Bunlar arasında N. Stankeviç, T. N. Granovskiy ( ) ve Mihail Bakunin ( ) vardı. Turgenyev in Stankeviç le yakınlaģtığı dönem Roma da bulundukları dönemde gerçekleģti 9. Stankeviç in çevresinde toplanan Rus öğrenciler, halkın devlet yönetimine katılması, bir halk temsilciliğinin kurulması, serfliğin kaldırılmasından sonra halk arasında eğitimin yaygınlaģtırılması gibi konular hakkında konuģmaktaydılar. Turgenyev, Stankeviç in düģüncelerinden oldukça etkilendi. Özellikle halk arasında eğitimin yaygınlaģtırılması düģüncesi Stankeviç ten Turgenyev e miras kaldı. Dolayısıyla Turgenyev in Batıcı fikirlerinin baģlangıcı Berlin Üniversitesi ndeki eğitim yıllarına rastladı 10. Turgenyev, bu konuyla ilgili Ģunları söylemektedir; Beni yeniden canlandırmaya, temizlemeye zorunlu olan Alman denizine baģ aģağı daldım ve en sonunda onun dalgasından su yüzüne çıktığımda kendimi Batıcı (Zapadnik) olarak buldum ve her zaman öyle kaldım. 11 Ayrıca hiç Ģüphesizdir ki Turgenyev, Berlin den ülkesine döndüğünde serflik aleyhtarı idi 12. Turgenyev in Edebiyat Hayatında Rusya Gerçekleri 1841 yılında Rusya ya geri döndüğünde Moskova da T. Granovskiy etrafında bir Batıcılar grubunun oluģtuğunu gördü. Aynı yıl, yine Moskova da Slavsever (Slavyanofil) düģünürler olan Konstantin ( ) ve Ġvan Aksakov ( ) kardeģler, Ġvan Vasilyeviç Kireyevskiy ( ) ve Aleksey Stepanoviç Homyakov ( ) la tanıģtı. Ancak Slavyanofil düģünceye tutumu olumsuzdu Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, s. 13, Sergey Nikolayeviç Turgenyev ve Varvara Petrovna Turgenyeva nın üç oğlu oldu. (Ağabey Nikolay Sergeyeviç Turgenyev, Ġvan Sergeyeviç Turgenyev ve henüz 16 yaģındayken sara hastalığından ölen küçük kardeģ Sergey Sergeyeviç Turgenyev) Letopis Jizni i Tvorçestva Ġ. S. Turgenyeva ( ), sost. N. S. Nikitina, Rossiiskaya Akademiya Nauk, S. Peterburg, 1995, s. 11, 31. Ayrıca bk. Letopis Jizni i Tvorçestvo Ġ. S. Turgenyeva ( ), sost. N. N. Mostovskaya, Rossiiskaya Akademiya Nauk, S. Peterburg, 1997; Letopis Jizni i Tvorçestvo Ġ. S. Turgenyeva ( ), sost. N. N. Mostovskaya, Rossiiskaya Akademiya Nauk, S. Peterburg, Ġv. Ġvanov, age., s , Yevgeniya Solovyeva, Ġ. S. Turgenyev Ego Jizn i Literaturnaya Deyatelnost, Tipografiya Kontragentstva Jel. Dorog, S. Peterburg, 1894, s Georg Wilhelm Friedrich Hegel ( ), Alman Ġdealist filozofu. 9 Ġv. Ġvanov, age., s. 31, 33-34, 40-41, 45, age., s , Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. I, s N. M. Gutyar, Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, Tipografiya K. Mattisena, Yuryev, 1907, s Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, s I. Nikola dönemi, yazarlar ve düģünürler tarafından reaksiyon (gericilik), durağanlık, tebaanın takibatıyla ve bağımsız düģünceyi bastırma teģebbüsleriyle iliģkilendirildi. Özellikle yılları arasında I. Nikola nın rejimi oldukça Ģiddetlendi ve bu dönem karanlık yedi yıllık dönem olarak tanımlandı. Özgür düģünceyi baskılama çabalarına rağmen, bu dönemde, 1840 lı yıllarda zirveye ulaģan bir entellektüel uyanıģ ve bağımsız bir entelijansiyanın oluģumu oldukça dikkat çekicidir. (PuĢkin, Lermontov, Gogol, Gonçarov, Turgenyev, Dostoyevskiy, Tolstoy, Saltukov (Saltukov-ġedrin), Nekrasov) Bu döneme damgasını vuran tartıģmalar iki önemli fikir grubunun etrafında ĢekillenmiĢtir. Slavyanofiller (Slavseverler, en önemli temsilcileri Ġvan ve Konstantin Aksakov kardeģler, Homyakov, Ġvan ve Piyotr Kireyevskiy kardeģler ve Yuri Samarin), az ya da çok müttefik fikirleri ifade eden bir entellektüel grubu yansıtmıyordu. Onlar daha ziyade köy yaģamına ait Rusya nın geleneklerine ve hayat Ģekline eğilimi paylaģan ve genel olarak rasyonalizme, materyalizme, individüalizme, egoizme, ateizme, dinî bozulma ve sosyal parçalanmaya antipati duyan kiģilerin toplamıydı. Batıcılık (Zapadniçestvo), Slavyanofil terimine göre, daha geniģ ve çok çeģitli fikirlere sahip kiģileri kapsamaktaydı. Onların inançlarını tarif etmek, onları tanımlamaktan çok daha zordu. Batıcılık geniģ ölçekte Slavyanofilizme 151

152 Annesinin maddî desteğini oldukça kısıtlaması sonucunda yılları arasında ĠçiĢleri Bakanlığı nda memur olarak çalıģmak zorunda kaldı 14. Bu dönemde Rus Köylüsü ve Rus Ekonomisi Üzerine Bazı Değerlendirmeler baģlıklı on dokuz sayfalık bir rapor sundu. Böylece serflik hukukuna karģı mücadelede pasif tutumdan aktif mücadeleye giriģmiģ oldu. Bu mücadele 1861 yılına kadar devam etti 15. Turgenyev edebiyat faaliyetine romantik bir Ģair olarak baģladı lı yılların ortalarından itibaren realizm akımına yöneldi (1846) yılları arasında Ģiirleri ve hikayeleri Oteçestvennıye Zapiski (Anavatan Notları) ve Sovremennik (ÇağdaĢ) Dergilerinde, yılları arasında hikâyeleri ve romanları ağırlıklı olarak Sovremennik Dergisi nde yayımlandı yılında yazdığı ParaĢa isimli Ģiirinden övgüyle bahseden edebiyat eleģtirmeni Vissarion Belinskiy le dostluk kurdu 17. Belinskiy le tanıģmasının akabinde onun çevresinde toplanan genç edebiyatçı kiģilerle de yakınlaģmıģ oldu. Bu çevreye Panayev, M. A. Yazıkov, Kulçitskiy, P. B. Annenkov, K. D. Kavalin, Nekrasov, A. Ġ. Gonçarov, D. V. Grigoroviç vd. katıldılar. Daha önceden aynı çevrede Bakunin, Katkov ve Hertsen in de bulunduğunu görüyoruz 18. Belinskiy in liberal-demokrat düģünceleri vardı 19. Berlin de eğitim gördüğünü bildiği Turgenyev le felsefe ve özellikle Hegel felsefesi üzerine konuģmayı seviyordu. Onlar ezelden beri insanlığı meģgul eden büyük meselelerin çözümünü aradılar. Hayatın anlamını, dünyanın kökenini ve ruhun ölümsüzlüğünü konuģtular. Belinskiy in kiģiliği Turgenyev de büyüleyici bir etki bıraktı. Ayrıca onun eleģtirisi Turgenyev e bütün hayatı boyunca rehberlik etti lı yılların ikinci yarısında, Ģiir türünden vazgeçerek nesir türüne yöneldi. Rus yazarlarının sosyal sorumluluk duygusu, XIX. yüzyılın ortalarında realizme yönelmeleri ve nesir lehine Ģiiri terk etme eğilimlerini gerçekleģtirmeye yardım etti yılları arasında kendisine büyük ün kazandıran ve Avcının Notları baģlığı altında toplanarak yayımlanan Rus köylüsünün yaģamını anlattığı hikâyelerini yazdı 22. Bu öykülerde Rusya nın nüfusunun çoğunu oluģturan köylülerin sadece ekonomik hakları değil, insani meziyetleri de savunuldu. Avcının Notları belirli dereceye kadar Belinskiy in etkisiyle otokrasi ve serflik hukuku aleyhine suçlayıcı bir iddianame niteliği kazandı. Uzun yıllar Rus hayatının sosyal ve ekonomik yapısının radikal bir Ģekilde yenilenmesini amaçlayan ilerici Rus aydınlarının ideolojik-sanatsal manifestosu haline dönüģtü 23. Avcının Notları, II. Aleksandr ın serflik hukukunu kaldırmak konusunda karar vermesini sağlayan önemli itici güçlerden birisi oldu 24. antipatinin birleģtirdiği bir kimlik türeyiģiydi. Slavyanofillerden farklı olarak Batıcılar, Büyük Petro dönemine hayranlık duydular ki bu dönem Rusya ya aydınlanma ve medenîleģme fırsatı vermiģti. Onlar, Rusya nın gelecekteki refahının Batı nın medenî kurumları, hayat Ģekli, bilim, kültürünün alınması ve çalıģmaya bağlı olduğunu düģünmekteydiler. Batıcılar grubu içerisinde 1840 lı yıllarda ortaya çıkan ve 1850 li yılların ortalarında iyice beliren iki ana akım geliģti. Granovskiy, Botkin, Annenkov, Kavelin ve Turgenyev, otokratik hükümet tarafından uygulanacak reformlar aracılığıyla sınırlı, aģamalı ve evrimci bir değiģime inanıyorlardı. Otoriter devlete olan inançları dolayısıyla Batı liberallerinden farklılaģsalar da, 40 lı yıllarda bu kiģiler ılımlı özellikleriyle Rusya çapında liberal olarak tanımlanabilirlerdi. Batıcıların diğer akımında, Belinskiy, Herzen ve Bakunin vardı. Bu düģünürler 60 lı yıllarda sosyalist düģünceleri yayan ÇerniĢevskiy, Dobrolubov ve Pisarev gibi düģünürlerin öncüleriydi. Derek Offord, Nineteenth-Century Russia: Opposition to Autocracy, Pearson Education Limited, New York, 1999, s , 25, Letopis Jizni i Tvorçestva Ġ. S. Turgenyeva ( ), s. 75, 104. Bazı kaynaklarda göreve baģlangıç yılı 1842 olarak verilmektedir. Ġv. Ġvanov, age., s. 57; N. M. Gutyar, age., s. 163; Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, s N. M. Gutyar, age., s Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, sost. L. Ġ. Kuzmina, G. V. Stepanova, Ġzdatelstvo ProsveĢeniye, Moskva, 1966, s. 3-4, Ġ. S. Turgenyev, Vospominaniya o Belinskom, V. G. Belinskiy v Vospominaniyah Sovremennikov, redaktor toma N. K. Geya, Hudojestvennaya Literatura, Moskva, 1977, s Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, s Derek Offord, age., s Ġv. Ġvanov, age., s Derek Offord, age., s li yıllarda çeģitli dergilerde Turgenyev in yayımlanan üç hikâyesi, daha önce yayımlanan yirmi iki hikâyeye eklenerek 1880 yılında yeniden basıldı. Türkan Olcay, Ġvan S. Turgenyev, Multilingual Yabancı Dil Yayınları, Ġstanbul, 2005, s Avcının Notları için bk. Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. II, Tipografiya Glazunova, S. Peterburg, 1883 (Toplam 25 hikaye). Eksik öykülerinden oluģan Türkçe basımı için bk. Ġvan Turgenyev, Avcının Notları, terc. Nihal Yalaza Taluy, Can Yayınları, Ġstanbul, Köy ve köylü konusu, Karamzin, RadiĢçev ve PuĢkin in eserlerinde yer aldı. Hatta PuĢkin den önceki dönemlerden itibaren köy tarzı ve köy görünümünden bahseden eserler vardır. Ancak bu nostaljik temada, yüzyıllardır ahlak ve soy temizliğinin koruyucuları olan bilge yaģlı figürler vardır. XX. yüzyılın ikinci yarısında ise köy nesri diye bir düģünce akımı oluģur. Reyhan Çelik, 20. Yüzyılın Ġkinci Yarısında Rus Edebiyatında ve Türk Edebiyatında Köye YaklaĢım, Turkish Studies, Vol. 4/8 Fall 2009, s Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, s N. M. Gutyar, age., s

153 Turgenyev, 26 ġubat 1848 tarihinde gerçekleģen devrim haberini Bakunin le birlikte Brüksel de aldı. Olaylara kendi gözleriyle Ģahit olmak amacıyla Paris e gitti. Burada Aleksandr Hertsen le yakınlaģtı ve Alman Ģairi ve devrimci George Herveg le tanıģtı. Hertsen, Bakunin ve Herveg den farklı olarak devrim olayına sıcak bakmıyordu. Fransa daki devrim Hertsen in Batı Avrupa medeniyetinden kuģku duymasına, Turgenyev in yaģam koģullarının iyileģtirilmesinin devrim yoluyla gerçekleģmesinin mantıklı olmadığını düģünmesine yol açtı. Turgenyev, halkın zengin burjuvanın elinde sadece bir oyuncak olduğunu ve daha da ileri giderek onun tarihin kurucusu olamayacağını anlamasına yol açtı. Böylece Turgenyev, 1848 Devrimi sayesinde tarih sürecinin gerçek yaratıcı gücünün soylu aydınlar olduğu düģüncesini benimsedi. Bu aydınlar halka uygarlığı ulaģtıracaktı yılının Nisan ayında Gogol ün ölümü üzerine ağıt Ģeklinde bir yazı yazdı. Ġlk önce Peterburg Sansür Kurulu onun yayımlanmasını reddetti. Yazı, Moskovskiye Vedemosti (Moskova Bülteni) Gazetesi nde yayımlandı. Bunun üzerine yaklaģık 1 ay tutuklu kaldıktan sonra Spasskoye Çiftliği ne sürgün edildi (1853 Kasım ayına kadar). Gogol hakkında yazdığı yazı Turgenyev in tutuklanmasına daha çok vesile oldu denilebilir. Esas sebep, Avcının Notları hikâyelerinin yazarının Jandarma Ġdaresi tarafından mazur görülmek istenmemesiydi. Belinskiy le tanıģıklığı, sıklıkla yurt dıģına yaptığı seyahatler, serf köylülerini anlattığı hikâyeleri onu olağan bir Ģüpheli haline getirdi. Ancak sürgün hayatı çok sıkı değildi. Peterburg da iģlerini takip etmek için izin bile aldı. Sadece çok çabalasa da yurt dıģına çıkmak için pasaportunu alamadı yılına kadar hayatı Rus baģkentleri ve köyünde geçti yıllarında entellektüel çevreyle ilk ayrılığını Slavyanofil Aksakov kardeģlerle yaģadı. Aksakov kardeģlerin onu Slavyanofil çevreye kazandırma giriģimleri kendileri açısından tam bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı 27. Slavyanofiller, obģinayı (köy komünü) ve erdemlerini savunmaktaydılar. Turgenyev, ilk baģlarda bu konuya ılımlı yaklaģırken, sonradan kiģilik haklarını yok ettiğini ve köylülerin özel mülkiyete sahip olması gerektiğini düģünerek açıktan muhalefet etmeye baģladı. Hatta Turgenyev Slavyanofillerden nefret ettiğini, onlara her kim temas ederse Gogol gibi mahvolduklarını söyledi. Onlar, Rus insanının yabancı olduğu bir sistem olan toksonomist 28 kiģilerdi. Slavyanofiller ise Turgenyev i Batıcı olduğu için kınıyorlardı ve ülkesini sevmediği için Almanya da yaģadığını söylüyorlardı. Turgenyev e göre, Slavyanofiller, Rus Ġnsanı hakkında bir fikir yaratmıģlardı ve bütün Rus hayatını bu fikre uydurmaya çalıģıyorlardı. Rus insanı ve Batı insanı onlar için iki zıt kutbu oluģturmaktaydı. Oysaki Ruslar, aynı Hint-Avrupa ağacından çıkan baģka bir daldı sadece. Bir dal bir tarafa, diğer dal baģka bir tarafa büyümüģtü. Slavyanofiller ise bunu kabul etmiyorlar ve iki ayrı ağaç olduğunu savunuyorlardı. Aslında Rusların Batı Avrupa halklarından farklı yönleri vardı (Örneğin individüalizm konusunda). Bu durum gramer yapısındaki formlarda bile dikkat çekmekteydi. Maneviyat da baģka türlüydü. Rus obģinası zemininde yetiģen toplumsal duygu daha fazlaydı. Ancak Turgenyev, Slavyanofillerin gönderme yaptığı bu özellikleri reddetmekten çok onların bunlardan çıkardıkları sonuçları reddetmekteydi. Kültürü iģleyip değerlendiren Batı halklarının üstünlüğünü göstermekten çok, Rus halk kitleleri arasında eğitimin yaygınlaģtırılmasıyla alınabilecek mükemmel sonuçları göstermek istedi 29. Bu dönemden sonra hikâyelerinin yanı sıra- kendisi için yeni bir edebiyat türü olan roman yazmaya karar verdi. Altı romanlık serisi, Rudin 30 (1856), Dvoryan Yuvası 31 (1859), Arife 32 (1860), Babalar ve Oğullar 33 (1862), Duman 34 (1867) ve Ham Toprak 35 (1877) tan oluģmaktadır 36. Rudin tipinde 25 Türkan Olcay, age., s. 60, Yevgeniya Solovyeva, age., s N. M. Gutyar, yazarın tutuklanma sebebinin Gogol hakkındaki yazı olduğunu düģünmektedir. Turgenyev in de böyle düģündüğünü belirtmektedir. N. M. Gutyar, age., s A. E. Gruzinskiy, Ġ. S. Turgenyev Liçnost i Tvorçestvo , Ġzdaniye T-va Gran, Moskva, 1918, s ; Türkan Olcay, age., s Toksonomi, Canlıların sınıflandırılması ve bu sınıflandırmada kullanılan kural ve prensipler. 29 N. M. Gutyar, age., s , Rudin romanı için bk. Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. III, Tipografiya Glazunova, S. Peterburg, 1883, s Türkçesi için bk. Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, Rudin Ġlk AĢk Ġlkbahar Selleri, terc. Ergin Altay, ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, Ġstanbul, Dvoryan Yuvası romanı için bk. Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. III, Tipografiya Glazunova, S. Peterburg 1883, s Türkçesi için bk. Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, Asilzade Yuvası, terc. Sabri Gürses, Islık Yayınları, Ġstanbul, Arife romanı için bk. Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. IV, Tipografiya Glazunova, S. Peterburg 1883, s Türkçesi için bk. Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, Arefe, terc. Ataol Behramoğlu, +1 Kitap, Ġstanbul, Babalar ve Oğullar romanı için bk. Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. IV, Tipografiya Glazunova, S. Peterburg 1883, s Türkçesi için bk. Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, Babalar ve Oğullar, terc. AyĢe Hacıhasanoğlu, Can Yayınları, Ġstanbul,

154 Turgenyev, sanatsal olarak dvoryan entelijansiyasının çoğu temsilcisinin olumlu ve olumsuz niteliklerini sentezledi. Rudin, Rusya da otokratik-serf düzeninin çürümüģlüğünün gözlemlendiği Kırım SavaĢı yıllarında tasarlandı ve yazıldı. Askerî yenilgiler, Rus toplumunda gündelik hayatın rutinlerinin değiģmesi gerektiği inancını doğurdu. Toplumda acil olarak serflik hukukunun ilgası anlayıģı vardı. Turgenyev, bu romanda göstermekteydi ki çağdaģ toplum, öğretmen ve lider olarak Rudin tipindeki kiģilere güvenmek zorunda değildi. Yeni tarihî Ģartlar, soyut genel ilkelerin propagandacılarını değil, aktif toplumsal faillere gereksinimi ortaya çıkarmaktaydı. Bu toplumsal failler, devlet ölçeğinde açık sosyal düzenleme hareketine liderlik etmeye muktedir kiģiler olmalıydı 37. Turgenyev, romanında baģkarakteri Rudin de yakından tanıdığı M. Bakunin i ve Pokorskiy karakterinde Stankeviç i prototip olarak aldı 38. Köylü Reformu nun tartıģıldığı günlerde ülkesinden uzakta olmasına karģın Rusya da geliģen olayları takip etti ve geri dönünce de toprak kölelerinin özgürlük mücadelesi ve dvoryan entelijansiyasının bu geliģmedeki rolü üzerine gözlemlerini sürdürdü. Yeni izlenimlerinden faydalanarak Dvoryan Yuvası romanını yazdı 39. Rus Hükümeti, Köylü Reformu yla ilgili adımları 1857 yılından itibaren atmaya baģladı. Turgenyev, bu giriģimleri 1857 yılı sonlarında Roma da iken haber aldı. Bu haberleri Turgenyev le birlikte Knez V. A. Çerkasskiy, B. P. Botkin, N. Ya. Rostovtsev, Smirnova, Knez D. Obolenskiy vd. de aldılar. Köylü reformunun gerçekleģeceği haberlerini aldıktan sonra aralarında toplantılar yaptılar ve bu hayati meseleyi her açıdan tartıģtılar. Turgenyev, burada ayrı bir dergi çıkarmanın gerekliliğini belirten bir rapor sundu. Bu dergide, hükümetin köylü meselesindeki emir ve yasaları yayımlanacak ve her açıdan özgür bir tartıģma ortamı yaratılacaktı. Derginin adı; Ekonomi Rehberi (Hozyaistvennıy Ukazatel) olabilirdi. Knez Çerkasskiy, Turgenyev in raporunu üst düzey görevlilere sunmak niyetiyle yanına aldı. Ancak bu projenin uygulanmasına yönelik bir sonuç alınamadı. Roma dan ayrılıģıyla, Turgenyev in doğrudan reformların seyrini etkileme çabaları son buldu. Sonraki yıllarda sadece geliģen olayları dikkatle izleyen birisi olarak karģımıza çıktı. Reform dönemi adaptasyon uygulamasında karģılaģılacak sorunlar için dvoryanlar ve köylüler adına hızlı ve etkili tedbirler alınmasını istedi. Ayrıca köylülerin tazminat (vıkup) ödemeden toprak sahibi olmasını istedi. GeçiĢ dönemi tedbirleri konusunda diğer arkadaģlarıyla aynı görüģü paylaģmasına rağmen, tazminatın ilgası konusunda ayrıģma yaģadılar. Ayrıca Köylü Yasası nın uygulanmasıyla kiģinin kiģiye bağımlılığının ortadan kalkacağını düģünürken, Ģimdi de köylülerin kulaklara bağımlı kalma tehlikesiyle karģı karģıya kalma tehlikesine dikkat çekti 40. Turgenyev, Köylü Reformu ilan edilmeden önceki yazı Paris, Soden (Prusya), Ġngiltere-White Adası nda geçirdi (1860 yılı yaz ayları). Burada sohbetler esnasında Ġlk Eğitim ve Okur-Yazarlığın YaygınlaĢtırılması Cemiyeti kurma düģüncesi ortaya çıktı. Turgenyev, devletin zengin ve kültürlü sınıflarının yardımıyla halkın eğitimi programını oluģturdu. Program, burada bulunan Ruslar tarafından tartıģıldı, yeniden düzenlendi ve birçok tartıģmalardan sonra kabul edildi. Sonra bir genelge oluģturuldu. Ona ekli bulunan Proje nin (Proekt) her iki baģkentteki önde gelen kiģilere gönderilmesi tasarlandı. Proje de ayrıntılara değinilmemiģti. Hangi yollarla eğitim kurumları ve öğretmenlerin sayısının çoğaltılacağından bahsedilmemiģti. Bu konuyla ilgili düzenlemeleri kimin yapacağı belirtilmemiģti. Daha çok pratik meseleleri ortaya dökmekteydi. Turgenyev, kendi tasarısının yaygınlaģmasına çabaladı. Genelgeler vasıtasıyla bütün eğitimli Rusların cemiyete girmeyi görev sayacağı umut edilmekteydi ya da hiç olmazsa tasarıyla ilgili görüģlerini bildireceği umudu vardı. Yazar, ısrarla bu kadar önemli bir konuda bütün Rus halkının düģüncesini bilmek istediğini belirtmekteydi. Genelgeyi alanların çoğu cemiyete katılma isteğini bildirdi. Ayrıca ayrıntıların netleģtirilmesini ve Rus hayatının özel Ģartlarına daha çok dikkat edilmesini istediler. Ancak Proje gerçekleģme fırsatı bulamadı ve Köylü Reformu öncesinde Rus toplumu ve büyük yazarı karakterize eden özelliklerden biri olarak kaldı 41. Yazar, 1861 Köylü Reformu nun öncesi ve sonrasında kısmi zorluklar yaģamasına rağmen genel bir memnuniyet havası içerisinde özgür köylülerle olan meselelerini halleden ilk pomeģiklerden (toprak sahibi) 34 Duman romanı için bk. Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, Duman, terc. Ergin Altay, ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, Ġstanbul, Ham Toprak romanı için bk. Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, Ham Toprak, terc. Ergin Altay, ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, Ġstanbul, Türkan Olcay, age., s , 265, Ayrıca bk. Ataol Behramoğlu, Türkçede Turgenyev, Rus Edebiyatı Yazıları (XIX. ve XX. Yüzyıllar), Tekin Yayınevi, Ġstanbul, 2012, s Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, s. 11, 13. Ayrıca bk. A. Yungmeyster, Ġ. S. Turgenyev i Hudojestvennoye Ġzobrejeniye Jizni, Tipografiya P. Golike, S. Peterburg, N. M. Gutyar, age., s Türkan Olcay, age., s N. M. Gutyar, age., s. 166, 169, , Ġv. Ġvanov, age., s

155 oldu. Tazminat konusunda bütün çiftliklerindeki toprakların 1/5 ini köylülere bıraktı ve baģ çiftliğine bitiģik topraklar için hiçbir Ģey almadı 42. Köylülere hastane, düģkünler evi açılması ve okul kurulması yönünde çalıģmaları oldu. Esas amacı olan Köylü Reformu nun ilan edilmesinin ardından özgür Rus köylüsü, onun edebî yaratıcılığında önemsiz rol oynadı yılında Russkiy Vestnik (Rus Belleteni) Dergisi nin Ocak sayısında yayımlanan Arife romanı, Rus toplumunda yoğun bir tartıģma baģlattı. Muhafazakâr kesimin yayın organlarında romanın kadın karakteri Yelena Stahova ahlaksızlıkla suçlandı, yazarın Tanrı katında hesap vereceği söylendi. Roman, Turgenyev e yakın liberal aydın çevrelerden de ağır eleģtiriler aldı. Drujinin, eseri olumsuz değerlendirirken, Botkin bazı bölümlerin sanatsal özelliklerine hayran kaldığını, ancak roman kahramanı Ġnsarov un betimini beğenmediğini, bu eserin kimseyi etkilemeyeceğini ve düģündürmeyeceğini dile getirdi. Diğer yandan devrimci-demokrat çevreler romanı yere göğe sığdıramadılar. Rusya daki yaģam Ģartlarını değiģtirme ve buna yönelik eylemlerle ilgili konuları bir kez daha gündeme getirme fırsatı doğmuģtu. Söz konusu roman, Sovremennik Dergisi nin edebiyat eleģtirmeni Dobrolubov tarafından yazılan ve en az romanın kendisi kadar ses getiren Gerçek Gün Ne Zaman Gelecek? (Kogda je Pridyot NastoyaĢçiy Den?) makalesinde ayrıntılı olarak incelendi. Bu eleģtiride Turgenyev in sanatının yüksek ve ileride klasikleģecek değerlendirilmesi yapıldı ve eleģtirmen romana iyi niyetle yaklaģtı. Ancak roman kahramanı Ġnsarov a iliģkin değerlendirmesinde Bulgar devrimcilerin amaçlarıyla Rus Ġnsarovların amaçlarının karģı karģıya getirilmediği belirtildi. Ġnsarov u esas davayla, düģünce eğilimleriyle, halkla, kendisine yabancı olan hükümetle, kendisi gibi düģünenlerle ve düģmanlarıyla yüzleģtirmediğinden dolayı yazar eleģtirildi 44. Aslında kitabın Arife ismini alması bir devrimin arifesini anımsatmaktan çok, yazarın ifadesiyle köylülerin özgürleģtirilmesinden önce yayımlanması yüzündendi 45. Nekrasov la kiģisel dostluklarına güvenerek Turgenyev, Dobrolubov un makalesini yayımlamamasını istedi. Ancak Nekrasov için kiģisel dostluğunu korumaktan ziyade derginin ideolojik pozisyonunu korumak daha önemli idi. Nekrasov un sempatisi devrimci-demokratlardan yanaydı ve Dobrolubov un makalesini yayımlamayı tercih etti. Bu durum Turgenyev in Sovremennik Dergisi yle olan iliģkilerini etkiledi 46. Dergiden ayrılma isteğinin bu olaydan önce de varolduğu anlaģılmakla birlikte genel olarak Turgenyev in Sovremennik le bağlarının kopmasında Nekrasov la ilgili geçmiģten gelen bazı olumsuz düģünceleri 47, 1856 yılında imzalanan yayın anlaģmasına rağmen 48 dergiyle iliģkilerinin değiģmesine bağlı olarak Arife romanının karģıt görüģlü Russkiy Vestnik Dergisi nde yayımlanması, Nekrasov un bundan son derece rahatsız olması (Hatta Sovremennik te yayımlanması için çok uğraģtı.) ve kısmen ideolojik görüģ farklılığı etkili oldu 49. Ocak 1860 tarihinde Hamlet ve Don KiĢot isimli makale yazarın Sovremennik te yayımlanan son yazısı oldu. Böylece Sovremennik te onun aleyhine çıkan eleģtiri yazıları dönemini baģlatmıģ oldu. 1 Ekim 1860 tarihinde derginin diğer redaktörü Panayev e iletilmek üzere bir mektup yazdı. Mektupta, bir daha Sovremennik Dergisi ne yazı vermek istemediğini bildirdi. Bu mektup Panayev e hiç ulaģmadı. Turgenyev in arkadaģı Annenkov ikisinin arasının düzeleceğini umut ederek mektubu iletmemeyi tercih etmiģti. Ancak esas vermeyince durum daha da kötüleģmiģ oldu. Çünkü Turgenyev, Sovremennik le olan her türlü iliģkisini kestiğini düģündü. Oysa hemen hemen her sayında ona yönelik eleģtiriler çıkmaya devam ediyordu. Aslında Nekrasov, hala Turgenyev in geri döneceği ümidini taģıyordu yılı baģlarında son derece kazançlı Ģartlar teklif ederek onu dergiye yazı yazmaya davet etti. Turgenyev, bir daha Sovremennik e dönmeye niyeti olmadığını bildiren bir mektup yazdı. Haziran 1861 tarihli Sovremennik Dergisi nde ÇerniĢevskiy, Turgenyev e saldırıların onun dergiye yazı yazmayı reddetmesi yüzünden değil, 42 age., s N. M. Gutyar, age., s. 182, , 192, Türkan Olcay, age., s Ġvan Turgenyev, Turgenyev in Mektupları, terc. Mefkure Bayatlı, Ġdil Matbaacılık, Ġstanbul, 2011, s N. N. Naumova, Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, Ġzdatelstvo ProsveĢçeniye, Leningrad, 1976, s N. M. Gutyar, age., s , Bu yayın anlaģmasıyla ilgili ayrıntılar Ģu Ģekildedir: 1857 yılı baģlarında Turgenyev, Sovremennik in redakte kuruluna dâhil oldu. Ancak bu anlaģmadan önce Russkiy Vestnik e hikâye sözü verdiğinden Sovremennik e taahhüt verirken diğer dergiye verdiği sözü yerine getireceğini söyledi. Katkov (Russkiy Vestnik redaktörü), Sovremennik in IX. cildinde yayımlanan Faust hikâyesinin Russkiy Vestnik e verilmesi gereken hikâye olduğunu söyledi. Ancak Turgenyev onlara, Hayaletler (Prizraki) hikâyesini vereceğini söylemiģti. Bu hikâyenin yerine bu dergide Arife romanının yayımlandığı görülmektedir. Hayaletler, 1864 yılında Dostoyevskiy kardeģlerin S. Peterburg da yayımladığı kısa ömürlü Epoha (Çağ) Dergisi nde yayımlandı. Bu durumda Turgenyev ya vaat ettiği hikâyeyi bitiremedi onun yerine Arife romanını verdi ya da romanı kasıtlı olarak Sovremennik e adı geçen romanını vermedi. Ġv. Ġvanov, age., s. 145, 156; N. M. Gutyar, age., s Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, s. 223; Ġ. S. Turgenyev Sobraniye Soçineniy, T. XI, Gosudarstvennoye Ġzdatelstvo Hudojestvonnoy Literaturı, Moskva, 1956, s

156 farklı görüģler sonucunda ortaya çıktığını belirten bir yazı yazdı. Bu haber, Turgenyev i çok kızdırdı. Üstelik bunun böyle olmadığını kanıtlayan Nekrasov un mektubu vardı. Turgenyev aleyhine eleģtiriler, 1862 yılında da devam etti. Bu eģit olmayan mücadeleyi Nekrasov kazanmıģ göründü. Turgenyev, Sovremennik le olan kavgasını bir bardak suda kopan fırtına olarak adlandırdı. Sovremennik in saldırılarına o zamanki gençliğin önemli bir kısmı katıldığından onların arasında Turgenyev e karģı hor gören ve haksız bir tutum doğmasına sebep oldu ve yazarı oldukça yıprattı 50. Ayrıca 1860 yılında baģka bir realist yazar Gonçarov la 51 ve 1861 yılında Tolstoy la da fikir ayrılıkları ve kavgalar yaģadı 52. Turgenyev i, bu zor dönemden daha sıkıntılı günler beklemekteydi. Arife romanıyla baģlayan bu süreç, Babalar ve Oğullar ve Duman romanlarıyla devam etti. Babalar ve Oğullar romanı Russkiy Vestnik Dergisi nde yayımlandıktan sonra meydana gelen etkinin Rus literatür tarihinde bir örneği yoktur 53. Hatta Babalar ve Oğullar kadar üzerinde tartıģılan ve değiģik biçimlede yorumlanan baģka bir roman yoktur denilebilir 54. Romanın baģkahramanı Bazarov, toplumda var olan gerçeklerden yola çıkılarak yaratılan devrimci-nihilist 55 bir karakterdi 56. Babalar, kendi portrelerinin çiziliģ tarzından hiç memnun olmadılar ve yazarın romanının kahramanı Bazarov un nihilist öğretilerini kabul etme eğilimi olduğunu söylediler. Nihilist kelimesi bu romandan önce de biliniyordu ancak artık hakaret anlamında kullanılıyordu. Roman dolayısıyla bir taraf Turgenyev i genç kuģağı küçük düģürmekle, diğerleri öfkeyle genç kuģağa yaltaklık yapmakla suçladılar. Dönemin gençliği, özellikle öğrenciler romanı yeren tarafta oldular. Bütün bunlara ilaveten Turgenyev in, devrimci-nihilist düģüncelere katılmamakla birlikte yarattığı karaktere sempati duyduğu da anlaģılmaktadır 57. Turgenyev in Bazarov karakterine hayran olan dönemin edebiyat eleģtirmeni Dimitri Ġ. Pisarev, bu karakteri genç kuģağa örnek olarak gösterdi ve Russkoye Slovo (Rus Sözü) Dergisi nde nihilizmi yaymaya çalıģtı. Babalar ve Oğullar romanını incelediği aynı zamanda gerçekçilikle ilgili öne sürdüğü bazı düģüncelerin de yer aldığı Bazarov makalesi en önemli çalıģmalarından bir tanesidir 58. Pisarev, Turgenyev le 1867 ilkbahar aylarında S. Peterburg da tanıģtı. 50 Turgenyev in kısmen politik görüģlerdeki farklılık dolayısıyla ayrıģma yaģandığını kabul etmesi gerçeğine göre en azından ilk baģlarda bu durumun onu rahatsız etmediği anlaģılmaktadır. ÇerniĢevskiy hatıralarında; Turgenyev in son hikâyelerinin bakıģ açılarına uygun düģmediği ve onun Dobrolubov ve kendisine olan düģmanca tutumu yüzünden ayrıģma yaģandığını yazmaktadır. Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, s. 223; N. M. Gutyar, age., s BaĢka bir kaynakta Nekrasov un mektubu 1861 ilkbahar aylarında yazdığı belirtilmektedir. Ġ. S. Turgenyev Sobraniye Soçineniy, T. XI, s Turgenyev in yakın arkadaģlarından olan yazar Gonçarov, Obrıv (Yamaç) adlı romanının içeriğiyle Dvoryan Yuvası romanının içeriğinde benzerlikler olduğunu iddia etti (1860). Bu suçlamaya oldukça ĢaĢıran Turgenyev, yine de Gonçarov un isteği üzerine Yamaç dan bir ayrıntıyı anımsatan bir yeri romanından çıkardı. Ancak Gonçarov, aynı iddiayı Turgenyev in diğer romanı Arefe için de tekrarlayınca Turgenyev, üç kiģilik bir hakem heyeti kurulmasını istedi. Heyet, Turgenyev i akladı ama seçilen kelimeler dolayısıyla Turgenyev oldukça üzüldü. Ġkisinin yakın iliģkisi bu olaydan sonra bozuldu. BarıĢmaları 1864 yılında baģka bir arkadaģları olan Drujinin in cenaze töreninde gerçekleģti. Ancak arkadaģlıkları eskisi gibi olmadı. Ġv. Ġvanov, age., s. 154, Yamaç romanı için bk. Ġvan Gonçarov, Yamaç, terc. Ergin Altay, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, Mayıs 1861 tarihinde Turgenyev in evlilik dıģı doğan kızı Paulinet in eğitim metodunu eleģtirmesi yüzünden Tolstoy la kavga ettiler. Tolstoy, Turgenyev i düelloya davet etti. Turgenyev, özür mektubu yazdı ve düello gerçekleģmedi. 6 Nisan 1878 tarihinde Tolstoy un barıģmak için yazdığı mektuba kadar küs kaldılar. Aslında ikisinin dostluklarının baģladığı 1855 yılından itibaren aralarında gerginlikler ve kavgalar eksik olmamıģtı. Yevgeniy Bogoslovskiy, Turgenyev o Lve Tolstom 75 Otzıvov (Materialı), Tipografiya Kants. Glavnonaç. Grajd. Çastyu Na Kavkaze, Tiflis, 1894, s ; Ġvan Turgenyev, age., s. 69, , Ġv. Ġvanov, age., s Ö. Aydın Süer, XIX. Yüzyıl Rus Edebiyatı Üzerine Yazılar, Evrensel Basım Yayın, Ġstanbul, 2006, s.79, Hiççilik anlamına gelen Nihilizm, köken olarak Latince nihil (hiçlik) sözcüğünden gelir. Nihilizm terimi ilk kez eleģtirici bir anlamda Alman filozofu F. H. Jacobi nin filozof Fichte ye yazdığı mektupta kullanılır. Jacobi ( ), dinî ortadan kaldırma eğilimlerini nihilizm olarak tanımlar. Nihilizm akımının temellerinin ilk dönem filozoflarının düģüncelerinde yattığı da yaygın bir görüģtür. Özellikle septiklerin görüģlerinin nihilist özellikler taģıdığı vurgulanır. Teknoloji ve bilimde yaģanan geliģmeler, Hıristiyan ahlak anlayıģı temellerindeki sarsılmalar, dinin insan hayatı sorgulamasındaki emredici gücünü kaybetmesi Avrupa da nihilizmin temellerini oluģturur. Alman ve Fransız nihilizm ve nihilist anlayıģı Rus nihilizminin kaynaklarını oluģturdu. Nihilizm terimi, Rusya da ilk olarak 1829 yılında N. Nadejdin in Nihilist Topluluğu adlı çalıģmasında boģluk, cehalet sözcükleriyle eģ anlamlı olarak kullanıldı. Rusya da nihilizmin yaygınlaģması ise Turgenyev in Babalar ve Oğullar kitabı ve Bazarov karakterini kendine model alan edebiyat eleģtirmeni Dimitri Ġ. Pisarev in yazıları sayesinde oldu. Nazan CoĢkun KarataĢ, Rusya da Nihilizmin GeliĢmesi ve Edebiyata Yansıması, Ġdil, C. III, S. 12, Sanat ve Dil AraĢtırmaları Enstitüsü, 2014, s. 39, N. K. Pokrovskiy, Turgenyev Ego Tridtsatiletniyaya Literaturnaya Deyatelnost i Ego Tipı, Voronej, 1872, s Roman adının orijinal Rusça çevirisi Babalar ve Çocuklar Türkçeye Babalar ve Oğullar olarak tercüme edilmiģtir. Ġ. S. Turgenyev, Po povodu Otsov i Detey, Stati i Vospominaniya, sost. A. D. ġavkuta, Sovremennik, Moskva, 1981, s , Türkan Olcay, age., s

157 Turgenyev, onun hikâyelerini ilgiyle okuduğunu ancak makalelerinde ileri sürdüğü tezlerin çoğuna karģı olduğunu belirtti 59. Turgenyev, 1862 yılından itibaren Aleksandr Hertsen le de fikrî ayrılıklar yaģamaya baģladı Fransız Devrimi, Hertsen in büyük bir ruhsal değiģim yaģamasına sebep oldu. Hertsen, narodnik (halkçıpopulist) fikirlere yöneldi ve Rus sosyalizminin temellerini attı. Gelecek sosyalizminin embriyonu olarak gördüğü köylü obģinasına umutlar besledi. Turgenyev ise, köylüleri sefalet ve bilgisizlikten kurtarabilecek yapı olarak obģinayı yadsıyordu 60. Hertsen, ideolojik ve ahlakî olarak köylülerin iyi kalpli olduğuna inanıyordu. Turgenyev, buna da itiraz etti. Hayranı olunan halk, son derece muhafazakâr ve her türlü vatandaģlık sorumluluk ve inisiyatifinden nefret eden zor ve kötü Ģartlarda yaģayan sosyalizm embriyonu yerine- burjuvazi embriyonunu taģıyan bir halktı. Halkçılık içinde temelsiz bir millî gurur barındırmaktaydı. Kendini aldatan barbarlık duygusunu güçlendirmekte ve sayısız hayal kırıklığına yol açmaktaydı. Turgenyev, sert bir Ģekilde gerçekleri etraflıca düģünmek ve sağlıklı düģünce yolundan gençleri döndüren muhaliflerini kınadı. Tarih, fizyoloji, istatistik gibi bilimler dil ve soy olarak Rusların Avrupa ailesine ait olduğunu kanıtlamaktaydı. Eldeki veriler, köylüler ve onun kabul etmediği kılavuzlarının Slavyanofil ve bütün halka hayran olanların- zevk ve düģüncelerinin benzer olmadığını göstermekteydi. Bu Ģartlarda mujik (Rus köylüsü) ve politik halkçı doğrudan birbirini anlayamazlardı. Bu iki farklı dünyanın insanını sadece eğitim birleģtirebilirdi. Turgenyev, defalarca bu düģünceyi dile getirmekten çekinmedi. Ancak Avrupa ya bağlılığı yüzünden çok sert eleģtirilere maruz kaldı 61. Bu tartıģmanın sonuçlarından biri A. Hertsen in Kolokol (Çan) Gazetesi nde yayımladığı Sonlar ve BaĢlangıçlar adlı yazı dizisi oldu yılı ġubat ayında Rus Hükümeti, Londra Propagandacılarıyla ĠliĢkilerle Suçlanan KiĢiler davasında Turgenyev i sorgulamak istedi. Bu dava, 32. Dava olarak bilindi. O zaman Paris te bulunan Turgenyev, Senato dan sorgulanma için resmî çağrı aldı. O, Rusya ya geri dönmedi ve sorgulanma konularının kendisine gönderilmesini istedi. Aynı zamanda kendi fikirlerinin ılımlılığı konusunda mektupla çara baģvurarak ikna etmek istedi. Sorgulama konuları Turgenyev e gönderildi. Ġkinci bir çağrı daha aldı yılı Ocak ayında ifade vermeye gitmek zorunda kaldı. Ancak Senato artık onu tehlikeli saymadığından özgür kaldı. Ġlk önceleri Hertsen, Turgenyev in bu davada gerçeklerin açığa çıkmasına yardımcı olacağını zannetti. Turgenyev in çara mektubunu öğrendiğinde yanıldığını anladı. Böylece Turgenyev in Rus demokratlarıyla olan bağlantısı koptu 63. Turgenyev in, 19 ġubat 1861 tarihinde gerçekleģen Köylü Reformu sonrasında kaleme aldığı Duman romanı Rus sosyalistlerinin (Hertsen ve Ogaryov gibi) kendisine yönelik eleģtirilerine bir cevaptı. Bu romanda ülke içinde etkin olan devrimci demokratların yerilmesi de söz konusudur. Her iki kanadın temsilcileri bir grup olarak ele alınmakta ve ileri sürdükleri düģüncelerle alay edilmektedir. Böylece, Duman romanı üst soylu sınıfının Köylü Reformu sonrası tutumunu da açığa çıkarttı. Turgenyev, hiç kimsenin kendisini bu romanda olduğu kadar aģağılamadığını her yerden taģlar yağdığını yazdı. Bu roman, Turgenyev in Babalar ve Oğullar ile birlikte Rus toplumuyla arasında açılmaya baģlayan uçurumu daha da derinleģtirdi 64. Turgenyev i eleģtirenlerden biri de Baden-Baden de onu ziyaret eden Dostoyevskiy idi. Onu ateist olmakla, Rusya yı hor görmekle ve Alman hayranı olmakla suçladı. Özellikle Turgenyev in romanında yer alan Eğer Rusya yeryüzünden kalkacak olsa, insanlıkta ne bir boģluk ne de bir girdap bırakır. cümlesi Dostoyevskiy i öfkelendirmiģti. Paris ten yazması kolay olsun diye Turgenyev e bir teleskop almasını tavsiye etti ve teleskopu Rusya ya çevirerek incelemesini yoksa görmesinin zor olduğunu söyledi 65. Döneminin bir baģka önemli meselesi olan Polonya Meselesi üzerine Belinskiy çevresine katıldıktan sonra ciddi bir Ģekilde düģünmeye baģladı. Slavların kendi arasındaki kavga öğrencilik yıllarında çok az ilgisini çekmiģti. Turgenyev in eserlerinden anlaģıldığı kadarıyla Polonyalılar hakkındaki düģüncesi olumsuzdu. Ancak onun eserlerinde ve mektuplarında Polonya milletine aģağılayıcı ya da düģmanca bir tutum aramak nafile bir çaba olur. Turgenyev in politik açıdan Polonya meselesiyle Paris te ilk bulunduğu sıralarda tanıģtığı düģünülmektedir. Fransa nın baģkenti, Polonyalı göçmenlerin merkezi idi ve Ġ. S. Turgenyev, Vospominaniya o Belinskom, s N. N. Naumova, age., s Ġv. Ġvanov, age., s Ġvan Turgenyev, age., s N. N. Naumova, age., s Türkan Olcay, age., s , Yuriy Nikolskiy, Turgenyev i Dostoyevskiy (Ġstoriya Odnoy Vrajdı), Rossiisko-Bolgarskoe Knigoizdatelstvo, Sofiya 1921, s Turgenyev ve Dostoyevskiy iliģkileri için ayrıca bk. Henri Troyat, Dostoyevski, terc. Leyla Gürsel, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul,

158 yılından itibaren politik programları büyük boyutlar kazandı. Polonyalılardan hiç kimseyle yakın bir Ģekilde görüģmeyen Turgenyev, o zamanki kendi arkadaģları vasıtasıyla (Annenkov, Hertsen, Bakunin, Herbeg) onların faaliyetleri ve amaçlarından haberdar oldu. Turgenyev in arkadaģlarından biri Bakunin gibi- Polonya meselesini devrimci önlemlerle, diğeri Annenkov gibi- barıģçı yollarla çözmek istediler. II. Aleksandr ın imparatorluğunun ilk yıllarında bu konuya ilgisi yeniden canlandı. Manevî tatmin duygusuyla Polonya daki liberal ve humaniter önlemleri takip etmeye baģladı. Bu yüzden aynı zamanda Polonya literatürünü himayesi anlaģılır olmaktadır. Turgenyev, bu dönemde önde gelen Polonyalı yazarların çoğuyla görüģürken, her Ģeyden önce onları politikacı olarak değil yazar olarak gördü 66. Turgenyev, 1862 yılına kadar Polonya daki haberleri takip ederken Avrupa basınındaki haberlere hak ettiklerinden çok daha fazla güvendi. Zaten bu gazetelerde de Rusya ya karģı düģmanca bir tutum var olabilmekteydi yıllarında Paris te sık sık görüģtüğü N. A. Milyutin, N. Ġ. Turgenyev ve V. P. Botkin sayesinde Avrupa da çıkan gazete ve dergilerin yanlı tutumunu gördü. Eserlerinde, Polonya, Baltık Bölgesi ve Batı Slavlarında ĢaĢırtıcı sonuçlar veren ısrarlı ve sinsi bir amaç olan Slavları AlmanlaĢtırma tehlikesine dikkat çekti. ĠĢte bu yüzden Polonyalıların imparatorluktan ayrılmak yerine büyük ve güçlü Slav Ġmparatorluğu yla birlik ve dayanıģma içerisinde olması gerekiyordu. Polonya Meselesi nin sağlıklı bir Ģekilde çözümlenebilmesi için Rusya içerisinde liberal reformların hayata geçirilmesi gerekmekteydi. Bu reformlar, Polonya ve Rus halkının karģılıklı anlayıģını sağlayacak ve Polonyalıların isteyerek Rus liberal hükümetine tabi olmasını sağlayacaktı. Hatta benzer reformlar sayesinde Rusya Slav dünyasının büyük lideri olarak kazançlı çıkacaktı. Turgenyev, Polonya yla olan iç meseleye Batı nın müdahalesi hakkında genel olarak önemli Rus ileri gelenleri ve Aksakovlar, Nikolay Turgenyev ve Milyutin in olumsuz düģüncelerini tamamen paylaģtı ancak sadece herhangi bir tavizi değil aynı zamanda doğrudan ya da dolaylı tehdit yoluyla boyun eğdirmeye çalıģan Batılı devletlerin çabasını küçük düģürücü buldu. Polonya daki isyanın bastırılmasından sonra bu konunun çözümündeki fikrini yakın zamanda uygulanamayacağını düģünerek değiģtirdi. Polonya da Milyutin in uyguladığı sert önlemleri birçok çekinceyle birlikte, uygulanması gereken acı bir reçete olarak gördü 67. Turgenyev, Fransa da yaģadığı yıllarda kendisini Rus ve Batı edebiyatı arasında bir aracı olarak gördü 68. Fransız yazarlar, Gustave Flaubert, Edmond ve Jules Goncourt, Alphonse Daudet, Emile Zola, Anatole France, G. Maupassant ve Amerikalı Henry James, Ġngiliz George Sand ile dostluklar kurdu 69. Almanya-Prusya SavaĢı nın ( ) baģlarında Turgenyev, olumlu yönde Almanların tarafını tuttu. Hatta o zamanlarda Peterburgskiye Vedemosti (Peterburg Belleteni) Gazetesi nde yayımlanan bazı haberlerde bu düģüncesini ifade etti. SavaĢın sonlarına doğru sempatisi Fransızların lehine değiģti 70. KiĢisel olarak Alman bilim ve edebiyat çevresine hayranlığına rağmen, sanki ruhunda bilinçsiz millî bir nefretin etkisinde kalmıģ gibiydi li yıllarda Rus devrimci göçmen grubu narodniklerle yakınlaģtı. Onlar da köylü obģinasının özel tarihî misyonu olduğuna inanıyorlardı. Onların düģüncesine göre, obģina sosyalizm embriyonunu taģımaktaydı. Turgenyev, daha önce bu görüģleri paylaģan Hertsen e katılmamıģ ve tartıģmıģlardı. Avcının Notları hikâyelerinin yazarı, Rus köylüsünü ve hayatını yakından tanımaktaydı ve halka gidiģ N. M. Gutyar, age., s age., s Türkan Olcay, age., s Rusya Türkleri Ceditçilik hareketinin lideri olan Ġsmail Gaspıralı ( ), Paris te bulunduğu yıllarda ( ) Turgenyev in asistanlığını yaptı. Muhammed Özdil, Ġsmail Gaspıralı nın Din ve Toplum AnlayıĢı, YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2009, s Ġv. Ġvanov, age., s ; Ġvan Turgenyev, age., s P. D. Boborıkin, Ġz Vospominaniy Turgenyev Doma i za Granitsey, Ġ. S. Turgenyev v Vospominaniyah Sovremennikov, redaktor toma G. G. Elizavetina, Hudojestvennaya Literatura, Moskva, 1983, s N. M. Gutyar, age., s Narodniçestvo (Populizm-Halkçılık); mevcut düzenin yıkılması için sosyalist devrim gerektiği, Rusya nın kendisine özgü toplumsal yapısının kapitalizmin atlanarak doğrudan sosyalizme geçiģi sağlayacağı, Rus köylüsünün oluģturduğu komünal kurumların özde sosyalist oldukları ve köylülerin harekete geçirilmeye hazır doğal bir devrimci güç olduğu yolundaki temel düģüncelere dayanmaktaydı. Ancak Narodnikler devrimci değiģimi sağlamada hangi yöntemlerin uygun olduğu konusunda anlaģmazlık içindeydiler. Bazıları (Neçayev ve Tkaçev)) terörist eylemlerden yana iken, diğerleri (Lavrov) devrimin organik olarak baģlaması gerektiğini savunmaktaydılar. Sonunda çoğunluk köylülerin kiģi olarak harekete geçirilmesi gerektiğine karar verdi. Köylülerle kiģisel iliģki giriģimi yıllarının halka doğru hareketiyle baģladı. Çoğu hali vakti yerinde ailelerden gelen öğrencilerden oluģan kentli çok sayıda genç narodnik köylü elbiseleri giyip köylülere devrimi anlatmak üzere kırsal kesime dağıldılar. Köylülerin verecekleri mesajı almaya hazır olduklarını varsayıyordu. Sonuç tam bir baģarısızlık oldu li yılların sonunda yeniden bir halka doğru hareketi baģladıysa da sonuç gene baģarısızlık oldu. Populizmin iniģine, terörizmin yükseliģi eģlik etti. Robin Milner-Gulland, Nikolay Dejenevskiy, Rusya ve Sovyetler Birliği Tarihi, C. VIII, terc. Metin Çulhaoğlu, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 1993, s

159 (hojdeniye v narod) hareketinin onlara yardımcı olamayacağını düģünüyordu 73. Turgenyev e göre, sadece köylüler gibi giyinmek ve konuģmak halk arasında gönüllü bir katılım sağlayamazdı. Belirli Ģartlarda halk için acı çekmek, halktan kiģilerde merhamet duygusu uyandıramazdı. Burada tek çare Turgenyev için oldukça açıktı. Devrim yerine, eğitim, medeniyet ve eğitimli sınıflarla halkın aģamalı olarak ahlakî yakınlaģması gerekliydi. O zaman iki taraflı yanlıģ anlaģılma ortadan kalkacaktı 74. Bu yüzden büyük kısmı iyi, onurlu ve dürüst insanlardan oluģan narodniklere davalarının sahte ve gerçekleģmesi imkânsız olduğunu göstermeye çabaladı 75. Diğer taraftan Turgenyev, halkçı Lavrov un yayın organı Ġleri nin (Vpered) programını paylaģmamasına rağmen hükümete darbe indireceğinden yapabileceği her yardıma hazır olduğunu belirtti 76. Gazetenin ayakta kalabilmesi için Lavrov a yıllık 500 frank vereceğini bildirdi 77. Devrimci-narodnik harekete Turgenyev, son romanı Ham Toprak ı (Nov) adadı 78. Milliyetçilik düģüncesi, hangi açıdan çıkarsa çıksın (Alman, Rus, Ġngiliz ya da Fransız) kendisinde her zaman olumsuz reaksiyon uyandırdı Osmanlı-Rus SavaĢı geliģmelerini, Slavyanofil düģüncelerden uzak dikkatli bir Ģekilde izledi. Ezilen Balkan Slavlarına yardım düģüncesiyle, Rusya nın savaģa girmesinin kaçınılmaz olduğu kanaatine vardı. Ancak Rusya nın savaģtan galibiyetle çıkmasının otokrasiyi güçlendireceğini ve bütün liberal umutların tam bir çöküģüne götüreceğini düģünerek üzüldü. SavaĢın gidiģatı ve sonuçlarıyla ilgili bazı gelgitler yaģamasına rağmen, Batı devletlerinin müdahalesine kızarak Ġstanbul a kadar gidilmesini istedi yılında Oxford Üniversitesi, kendisine onursal doktora verdi yılında Moskova da PuĢkin Anıtı nın açılıģına katıldı ve orada bir konuģma yaptı Kasım 1879 tarihinde arkadaģı Y. P. Polonskiy e olan mektubunda, kendisini liberal olarak tanımladı. Ancak üst otoriteden gelenler dıģında hiçbir reformun mümkün olmadığına inanan hanedan liberali olduğunu belirtti. Bu reformlar yapılmazsa gençlere beklemelerini tavsiye etti. Çünkü Rusya da devrim yapmanın tarihî geleneğe aykırı olduğuna inandı. Rus hükümdarlarının zekâsı ve adalet duygusuna güvenmekteydi 81. Hayatının son yıllarında Rusya daki siyasî genel tablo üzüntüsünü arttırmaktan baģka hiçbir iģe yaramadı. Yeni Rus hükümetinin beklentileri karģılayamayacağını düģünmekteydi 82. Son zamanlarında amansız bir hastalığa yakalandı ve çok sevdiği anavatanından uzakta Paris yakınlarındaki Bougival de öldü 83. Sonuç I. Nikola döneminin zor baskıcı koģullarında ilk gençlik yıllarını geçiren Turgenyev, serflik düzeninden nefret etmesi, Berlin de üniversite eğitim yılları, Stankeviç ve Belinskiy le olan dostlukları sayesinde Batıcılar (Zapadniki) fikir grubuna katıldı. Batıcıların kendi aralarında da tam bir görüģ birliği yoktu. Liberal-demokratlar ve liberal-batıcılar olarak ikiye ayrılmıģlardı. Turgenyev, liberal-batıcılar sınıfına dâhil olmaktaydı. Reformların aģamalı olarak üst otorite tarafından yapılmasını ve halkın bütün sosyal sınıflarının yönetime katıldığı bir sisteme inandı. Rus kültürü ve tarihine olan ilgisi ve sevgisi bazı noktalarda Slavyanofillerle kesiģmesini sağlasa da aslında o bu çağdıģı fikirlerden hep nefret etti. Avcının Notları hikâyelerini Belinskiy in de desteğiyle Köylü Reformu nun gerçekleģtirilmesine yönelik bir propaganda malzemesi olarak yazdı. Hikâyeler herkesi II. Aleksandr dâhil- derinden sarstı Devrimi ne Ģahit olan birisi olarak reformların devrim yoluyla gerçekleģmesinin mantıklı olmadığı 73 N. N. Naumova, age., s Ġv. Ġvanov, age., s Ġ. S. Turgenyev Sobraniye Soçineniy, T. XII, Gosudarstvennoye Ġzdatelstvo Hudojestvennoy Literaturı, Moskva, 1958, s ; Ġ. S. Turgenyev Polnoye Sobraniye Soçineniy i Pisem v Dvadtsati Vosmi Tomax Pisma v Trinadsati Tomah, T. XII, Kniga Pervaya , Ġzdatelstvo Nauka, Moskva, 1966, s Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, s Turgenyev in, 13 Temmuz 1873 tarihinde P. L. Lavrov a yazdığı mektubunda programındaki önemli noktaların çoğuna katıldığını belirtmesi biraz kafa karıģtırıcı bir durumdur. Sadece tek bir itiraz noktası vardır. Anayasa taraftarlarına ve liberallere acımasızca saldırmaya gerek olmadığını, ideal devlet anlayıģından Lavrov un devlet anlayıģına geçmenin, mutlakıyetten geçmekten çok daha kolay olacağını düģünmektedir. Birçok liberal ve parlamenteri görevden alacağını ilan etmek de insanları ürkütecektir. Ġvan Turgenyev, age., s Ġ. S. Turgenyev Sobraniye Soçineniy, T. XII, s. 455; Ġ. S. Turgenyev Polnoye Sobraniye Soçineniy i Pisem v Dvadtsati Vosmi Tomax Pisma v Trinadsati Tomah, T. XIII, 1874, Ġzdatelstvo Nauka, Moskva, 2002, s N. N. Naumova, age., s Yuriy Lebedev, age., s. 86, , 539, 544, Letopis Jizni i Tvorçestvo Ġ. S. Turgenyeva ( ), sost. N. N. Mostovskaya, Rossiiskaya Akademiya Nauk, S. Peterburg, 2003, s. 270, Ġvan Turgenyev, age., s Türkan Olcay, age., s L. S. Utevskiy, Smert Turgenyeva, Turgenyevskiy Sbornik, pod redaktsiyey A. F. Koni, Kooperativnoye Ġzdatelstvo Literatorov Uçenıh, Peterburg, 1921, s

160 sonucuna vardı. Toplumda devrimci-nihilist tiplerin farkına vararak romanlarında hiç savunmadığı fikirleri onların gözünden son derece gerçekçi bir Ģekilde anlattı. Köylülerin aklını kullanan, sorumluluk sahibi vatandaģ haline gelebilmeleri için eğitimin yaygınlaģtırılması teklifinde bulundu. Köylülere eğitim ve medeniyeti aydınlanmıģ soylu entelijansiya gönüllü olarak götürmeliydi. Bu gerçekleģmeden narodniklerin köylüleri devrime yönlendirme çağrılarını ütopik bir hayal olarak gördü li yılların halkçı gençlerinin dürüstlük ve cesaretlerini takdir etmesine rağmen, çabalarının sonuç vermeyeceğini onlara göstermeye çalıģtı. Ġmparatorluk bünyesindeki Polonya meselesinin ülkede liberal reformlar yapılmasıyla çözümlenebileceğini düģündü Almanya-Fransa savaģında tercihini ilk baģta Almanlardan yana daha sonra Fransızlardan yana kullandı Osmanlı-Rus SavaĢı nı Slavyanofil düģüncelerden uzak bir bakıģ açısıyla takip etti. Rusya nın savaģa girmesini kaçınılmaz olarak gördü. Hayatının son yıllarını ülkede reform gerçekleģebileceğine dair inancını kaybederek yaģadı. Arkasında ölümsüz eserler bırakarak 1883 yılında Paris yakınlarındaki Bougival de öldü. KAYNAKÇA BEHRAMOĞLU, Ataol, Türkçede Turgenyev, Rus Edebiyatı Yazıları (XIX. ve XX. Yüzyıllar), Tekin Yayınevi, Ġstanbul, 2012, s BOBORIKIN, P. D., Ġz Vospominaniy Turgenyev Doma i za Granitsey, Ġ. S. Turgenyev v Vospominaniyah Sovremennikov, redaktor toma G. G. Elizavetina, Hudojestvennaya Literatura, Moskva, 1983, s BOGOSLOVSKIY, Yevgeniy, Turgenyev o Lve Tolstom 75 Otzıvov (Materialı), Tipografiya Kant. Glavnonaç. Grajd. Çastyu Na Kavkaze, Tiflis, ÇELĠK, Reyhan, 20. Yüzyılın Ġkinci Yarısında Rus Edebiyatında ve Türk Edebiyatında Köye YaklaĢım, Turkish Studies, V. 4/8, Fall 2009, s GONÇAROV, Ġvan, Yamaç, terc. Ergin Altay, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, GRUZINSKIY, A. E., Ġ. S. Turgenyev Liçnost i Tvorçestvo , Ġzdaniye T-va Gran, Moskva, GUTYAR, N. M., Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, Tipografiya K. Mattisena, Yuryev, ĠVANOV, Ġv., Ġvan Sergeyeviç Turgenyev Jizn Liçnost Tvorçestvo, Tipografiya Ġ. N. Skorohodova, S. Peterburg,1896. ĠVAN Sergeyeviç Turgenyev, sost. L. Ġ. Kuzmina, G. V. Stepanova, Ġzdatelstvo ProsveĢeniye, Moskva, , Polnoye Sobraniye Soçineniy i Pisem v Dvadtsati Vosmi Tomax Pisma v Trinadsati Tomah, T. XII, Kniga Pervaya , Ġzdatelstvo Nauka, Moskva, , Polnoye Sobraniye Soçineniy i Pisem v Dvadtsati Vosmi Tomax Pisma v Trinadsati Tomah, T. XIII, 1874, Ġzdatelstvo Nauka, Moskva, , Sobraniye Soçineniy, T. XI, Gosudarstvennoye Ġzdatelstvo Hudojestvonnoy Literaturı, Moskva, , Sobraniye Soçineniy, T. XII, Gosudarstvennoye Ġzdatelstvo Hudojestvennoy Literaturı, Moskva, KARATAġ, Nazan CoĢkun, Rusya da Nihilizmin GeliĢmesi ve Edebiyata Yansıması, Ġdil, C. III, S. 12, Sanat ve Dil AraĢtırmaları Enstitüsü, 2014, s LEBEDEV, Yuriy, Turgenyev, Molodaya Gvardiya, Moskva, Letopis Jizni i Tvorçestva Ġ. S. Turgenyeva ( ), sost. N. S. Nikitina, Rossiiskaya Akademiya Nauk, S. Peterburg, Letopis Jizni i Tvorçestvo Ġ. S. Turgenyeva ( ), sost. N. N. Mostovskaya, Rossiiskaya Akademiya Nauk, S. Peterburg, Letopis Jizni i Tvorçestvo Ġ. S. Turgenyeva ( ), sost. N. N. Mostovskaya, Rossiiskaya Akademiya Nauk, S. Peterburg, Letopis Jizni i Tvorçestvo Ġ. S. Turgenyeva ( ), sost. N. N. Mostovskaya, Rossiiskaya Akademiya Nauk, S. Peterburg, MEMĠġ, Seher, Rus Kültüründe Türk Ġzleri, Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi, 2 (1), 2012, s

161 MILNER-GULLAND, Robin, Nikolay Dejenevskiy, Rusya ve Sovyetler Birliği Tarihi, C. VIII, terc. Metin Çulhaoğlu, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, NAUMOVA, N. N., Ġvan Sergeyeviç Turgenyev, Ġzdatelstvo ProsveĢeniye, Leningrad, NIKOLSKIY, Yuriy, Turgenyev i Dostoyevskiy (Ġstoriya Odnoy Vrajdı), Rossiisko-Bolgarskoye Knigoizdatelstvo, Sofiya, OFFORD, Derek, Nineteenth Century Russia: Opposition to Autocracy, Pearson Education Limited, New York, OLCAY, Türkan, Ġvan S. Turgenyev, Multilingual Yabancı Dil Yayınları, Ġstanbul, ÖZDĠL, Muhammed, Ġsmail Gaspıralı nın Din ve Toplum AnlayıĢı, YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Isparta, POKROVSKIY, N. K., Turgenyev Ego Tridtsatiletniyaya Literaturnaya Deyatelnost i Ego Tipı, Voronej, Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. I, Tipografiya Glazunova, S. Peterburg, Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. II, Tipografiya Glazunova, S. Peterburg, Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. III, Tipografiya Glazunova, S. Peterburg, Polnoye Sobraniye Soçineniy Ġ. S. Turgenyeva, T. IV, Tipografiya Glazunova, S. Peterburg, SOLOVYEVA, Yevgeniya, Ġ. S. Turgenyev Ego Jizn i Literaturnaya Deyatelnost, Tipografiya Kontragentstva Jel. Dorog, S. Peterburg, SÜER, Ö. Aydın, XIX. Yüzyıl Rus Edebiyatı Üzerine Yazılar, Evrensel Basım Yayın, Ġstanbul, TROYAT, Henri, Dostoyevski, terc. Leyla Gürsel, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, TURGENYEV, Ġ. S., Po povodu Otsov i Detey, Stati i Vospominaniya, sost. A. D. ġavkuta, Sovremennik, Moskva, 1981, s , Vospominaniya o Belinskom, V. G. Belinskiy v Vospominaniyah Sovremennikov, redaktor toma N. K. Geya, Hudojestvennaya Literatura, Moskva, 1977, s TURGENYEV, Ġvan, Avcının Notları, terc. Nihal Yalaza Taluy, Can Yayınları, Ġstanbul, , Turgenyev in Mektupları, terc. Mefkure Bayatlı, Ġdil Matbaacılık, Ġstanbul, , Arefe, terc. Ataol Behramoğlu, +1 Kitap, Ġstanbul, , Asilzade Yuvası, terc. Sabri Gürses, Islık Yayınları, Ġstanbul, , Babalar ve Oğullar, terc. AyĢe Hacıhasanoğlu, Can Yayınları, Ġstanbul, , Duman, terc. Ergin Altay, ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, Ġstanbul, , Rudin Ġlk AĢk Ġlkbahar Selleri, terc. Ergin Altay, ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, Ġstanbul, , Ham Toprak, terc. Ergin Altay, ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, Ġstanbul, UTEVSKIY, L. S., Smert Turgenyeva, Turgenyevskiy Sbornik, pod redaktsiyey A. F. Koni, Kooperativnoye Ġzdatelstvo Literatorov Uçenıh, Peterburg, 1921, s YUNGMEYSTER, A., Ġ. S. Turgenyev i Hudojestvennoye Ġzobrajeniye Jizni, Tipografiya P. Golike, S. Peterburg,

162 RIFAT ILGAZ IN BĠZĠM KOĞUġ (PĠJAMALILAR) VE KARARTMA GECELERĠ ADLI ROMANLARINDA VEREM HASTALIĞININ TEMSĠLĠ Canan SEVĠNÇ * ÖZ: Türk edebiyatında, Hababam Sınıfı (1957) adlı mizahi romanıyla tanınan Rıfat Ilgaz ( ), eğitim enstitüsü çıkışlı öğretmen bir yazar olarak, romanlarında, çoğunlukla, mesleki anılarından yararlanmıştır. Enstitünün son sınıfında iken vereme yakalanan ve uzun müddet farklı sanatoryumlarda tedavi gören yazar, bu döneme ait anı ve gözlemlerini Bizim Koğuş (1959, Pijamalılar adıyla, 1973) adlı mizahi romanında bireysel ve toplumsal boyutlarıyla işlemiştir. İkinci Dünya Savaşı yılları İstanbul undan bir kesit sunduğu Karartma Geceleri (1974) adlı romanında ise yazar, öğretmen başkişisi Mustafa Ural üzerinden yine verem hastalığına değinir. Otobiyografik denilebilecek her iki romanında da verem hastalığından bahseden yazar, bizzat kendi gözlemlerinden oluşan Bizim Koğuş ta meseleyi, hasta-doktor ilişkileri, sağlık sistemi, sağlık çalışanları ve tedavi imkânları gibi farklı açılardan bireysel ve toplumsal yönleriyle ele alırken Karartma Geceleri nde, daha metaforik düzlemde işler. Şöyle ki savaşın en şiddetli zamanında iki buçuk ay polisten kaçarak yaşamak zorunda kalan veremli Mustafa Ural, bu sürenin sonunda ülkedeki sosyal ve siyasi iyileşmelere koşut olarak sağlığına kavuşur, iyileşmeye başlar. Verem yüzünden vücut direncinin düşmesi ile savaşın güçten düşürdüğü Türkiye arasında koşutluk kurmuştur yazar. Bu bildiride, salt bir hastalık olmanın ötesinde verem in, toplumsal art alanı da işaret eden bir gösterge oluşu, bahsi geçen iki roman üzerinden mukayeseli olarak tartışılacaktır. Çalışma, tıp literatürüne ait verem hastalığının edebiyattaki temsil biçimlerini göstermesi açısından da önem arz etmektedir. Anahtar Kelimeler: Rıfat Ilgaz, Bizim Koğuş, Pijamalılar, Karartma Geceleri, Verem. REPRESENTATION OF TUBERCULOSIS IN THE NAMED OF NOVELS BĠZĠM KOĞUġ (PĠJAMALILAR) AND KARARTMA GECELERĠ OF RIFAT ILGAZ ABSTRACT: Rıfat Ilgaz ( ) known in the Turkish Literature with his humorous novel Hababam Sınıfı (1957) mostly benefited from his professional memories in his novels as an education institute graduate teacher. The author who caught tuberculosis at the senior year of the institute and received treatment for a long time in different sanitariums reflected his memories and observations of this term in his humorous novel titled as Bizim Koğuş (1959, with the title of Pijamalılar, 1973) in individual and social aspects. In his novel titled as Karartma Geceleri (1974) where he presents a section of Istanbul during the years of the Second World War, the author also mentions tuberculosis through his teacher protagonist Mustafa Ural. The author who mentions tuberculosis in both his novels which can be considered as autobiographic works, handles the issue various in individual and social aspects such as patient-physician relations, health system, healthcare staff and treatment possibilities in Bizim Koğuş consisting of his personal observations, while he handles the issue in a more metaphorical manner in Karartma Geceleri. In a such way that, the protagonist Mustafa Ural who has to live two and a half months by running from the police during the most severe times of the war regains his health and becomes better parallel to the social and political improvements of the country at that term. The author establishes a parallelism between loss of body resistance due to tuberculosis and Turkey losing its resistance due to war. In this work, it will be discussed that "tuberculosis" is not only a disease but also an manifestation indicating the social background by comparing these aforementioned novels. This study is also important for reflecting the representations methods of tuberculosis from medical literature in written literature. Keywords: Rifat Ilgaz, Bizim Kogus, Pijamalilar, Karartma Geceleri, Tuberculosis. GiriĢ Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı içerisinde, toplumcu gerçekçi sanat anlayıģı doğrultusunda yazdığı eserleriyle bir yer edinen Rıfat Ilgaz ( ), daha çok, Hababam Sınıfı (1957) yazarı olarak tanınır. Söz konusu eser dolayısıyla yazarın adı, mizahla özdeģleģmiģtir de denilebilir. Oysaki Ilgaz, öncelikle bir Ģairdir. Yanı sıra öykü, roman, oyun ve anı yazarıdır. Bir dönem gazetelerde köģe yazarlığı da yapmıģtır 1. Tüm bu edebî türlerde eser vermek için yazarı harekete geçiren itici güç, içinde yaģadığı * Yrd. Doç. Dr., Necmettin Erbakan Üniversitesi Ereğli Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü. canansevinc@hotmail.com 1 Yazar hakkında Rıfat Ilgaz ın Romanları Üzerine Bir Ġnceleme baģlıklı bir doktora tezi (2005) hazırlayan Gülsemin Hazer, yazarın; on iki Ģiir kitabı, on roman, dokuz çocuk romanı, on sekiz hikâye kitabı, altı oyun, iki anı kitabı kaleme 162

163 toplumda gördüğü sosyal adaletsizliğe, cahilliğe, geriliğe, egemen sınıfın yoksul yığınları ezmesine duyduğu tepkidir (Hazer, 2011: 138). Bu anlayıģ etrafında kaleme aldığı eserleri içinden romanları; episodik / dramatik (Alkan, 2015: 71) ya da klasik / yarı bağımsız hikâyeler (Hazer, 2011: 139) Ģeklinde kabaca tasnif edilebilir. Romanların ortak özelliği, bizzat yazarın gözlem ve izlenimlerinin ürünü olması ile kendi yaģamından belirgin izler taģımasıdır. Bu açıdan, denilebilir ki yazarın romanlarını kaleme alırken baģat çıkıģ noktası, kendi yaģamıdır. Dolayısıyla mizahi ya da toplumcu gerçekçi olsun tüm romanları, bir ölçüde, otobiyografiktir. Bir baģka deyiģle Hababam Sınıfı (1957), Bizim KoğuĢ (1959), Karadenizin Kıyıcığında (1969), Karartma Geceleri (1974), MeĢrutiyet Kıraathanesi (1974), Sarı Yazma (1976), Yıldız Karayel (1981), Apartıman Çocukları (1984), Hoca Nasrettin ve Çömezleri (1984), Hababam Sınıfı Ġcraatin Ġçinde (1987) adlı romanlar, doğrudan anı-roman veya otobiyografik roman değil; ancak beslendikleri kaynak itibariyle yazarın yaģam öyküsünden mülhem eserlerdir. 2 Yazarın yaģam öyküsünün önemli duraklarından biri, tedavi gördüğü çeģitli sanatoryumlar, dolayısıyla, verem hastalığıdır. Ilgaz, yaģamının büyük bir bölümünü, Sontag (2005: 3) ın deyiģiyle, sağlıklılar ve hastalar ülkesinde olmak üzere çifte vatandaģlıkla geçirmiģtir. Eğitim enstitüsünün son sınıfında vereme yakalanan yazar, yaģamı boyunca aralıklarla Yakacık, Heybeliada, Validebağ, Yedikule sanatoryumları ile Balıklı Rum Hastanesi nde tedavi görür. Bundan dolayıdır ki romanlarında hastalığından ve tedavi sürecine dair izlenimlerinden sıkça bahseder. Bir baģka ifadeyle Rıfat Ilgaz, toplumcu gerçekçi tezler doğrultusunda kaleme aldığı kendi öz yaģam öyküsünden beslenen romanlarında, meslek hayatının baģından itibaren mücadele ettiği verem hastalığına bireysel ve toplumsal bağlamda göndermelerde bulunur. Bunlardan ikisi, episodik (yarı bağımsız hikâyeler) karakterdeki Bizim KoğuĢ (1959, Pijamalılar adıyla 1973) ile dramatik (klasik) yapıdaki Karartma Geceleri dir (1974). Toplumsal yergi örneği olarak da okunabilecek Bizim KoğuĢ ta, verem hastalığı, hasta - doktor iliģkisinden baģlayarak tüm sağlık sistemini kapsayacak Ģekilde ele alınır. Yazarın bireysel gözlemlerinden giderek toplumsal çıkarımlarda bulunduğu söz konusu eserde veremin iģleniģi de bireyselden toplumsal uzanan bir çizgide tezahür eder. Dramatik yönü ağır basan Karartma Geceleri nde ise hastalığın (veremin), hem bireysel hem toplumsal hem de metaforik düzlemde iģlendiği görülür. Buna göre romanın baģkiģisi öğretmen Mustafa Ural, enstitünün son sınıfında iken yakalandığı verem hastalığı nedeniyle sık sık çeģitli sanatoryumlarda tedavi görmektedir. Öte yandan Ġkinci Dünya SavaĢı yıllarıdır ve memlekette yaģanan kıtlık, yokluk, yoksulluk hastalığa zemin hazırlamaktadır âdeta. Bu koģullarda, yayımladığı Sınıf adlı kırmızı kapaklı Ģiir kitabı nedeniyle polisten kaçan Mustafa Ural, karartmalı Ġstanbul gecelerinde iki buçuk ay boyunca kaçak hayatı yaģar. Bu süreç, hastalığının da en koyu, dolayısıyla, iyi bakılmaya en muhtaç olduğu zamanlarıdır. Ġki buçuk ayın sonunda teslim olduğu mayıs sabahında, hem ülkedeki genel hava normal seyrine kavuģmaya baģlamıģ hem de Mustafa Ural ın hastalığı iyileģmeye yüz tutmuģtur. Dolayısıyla verem yüzünden vücut direncinin düģmesi ile savaģın güçten düģürdüğü Türkiye arasında koģutluk kurmuģtur yazar. Burada, verem, bir hastalık olmanın ötesinde metafor olarak da kullanılmıģtır. Ayrıca kırmızı kapaklı Ģiir kitabının kan (verem) ve komünizm göndermeleri de yine romandaki söz konusu metaforik düzlemin bir parçasıdır. Buradan hareketle, episodik ve dramatik olmak üzere iki farklı yapı arz eden bahsi geçen romanlarında yazarın, bir hastalık olarak vereme yaklaģımının da içerik bağlamında çok boyutlu olduğu söylenebilir. Bunlardan biri, bir sanatoryumda yaģananlar aracılığıyla veremin toplumsal art alanını iģaret etmek, diğeri ise veremli bir hastanın üzerinden bir ülkenin belirli bir tarih kesitini metaforik düzlemde okumak yönündedir. I. Verem (Tüberküloz): Hastalık ve Metafor Sözlük anlamı itibariyle organizmada birtakım değiģikliklerin ortaya çıkmasıyla sağlığın bozulması durumu, rahatsızlık, sayrılık 3 olarak tanımlanan hastalık, insanoğlunun yaģamını doğrudan etkileyen en önemli etmenlerin baģında gelir. Tedavi edilmediğinde baģta sakatlık olmak üzere kalıcı hasarlara, hatta kiģinin ölümüne sebebiyet verecek denli kötü sonuçlara neden olan hastalıklar, geçmiģten bugüne, çeģitli salgınlar (veba, tifüs, kolera, grip), verem, kanser, aids adları altında insanoğlunun sağlığını tehdit edegelmiģtir. aldığını, ayrıca köģe yazılarını da iki kitapta bir araya getirdiğini belirtir. Bk. Gülsemin Hazer, Rıfat Ilgaz ın Romanları Üzerine Bir Değerlendirme, Rıfat Ilgaz, (ed. Sevengül Sönmez), Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 2011, s Yazarın söz konusu eserlerinin arz ettiği bu durumu, Hazer (2011: ), özkurmaca olarak nitelendirir. Nitekim Timuroğlu (2005: 70-74) nun da tanımıyla, özkurmacada vurgulanan en önemli nokta metnin hem kurgusal hem de özgöndergesel olması gerekliliğidir. Bu açıdan, Ilgaz ın romanları, özkurmaca olarak adlandırılabilir. 3 Türkçe Sözlük, TDK Yayınları, 11. Baskı, Ankara, 2011, s

164 Bunlar içerisinden verem ya da tıp literatüründeki adıyla tüberküloz, 20. yüzyıl ortalarına kadar dünya üzerinde etkili olmuģ bir akciğer hastalığıdır 4. Latince yumru, ĢiĢlik demek olan tüber sözcüğünün küçültülmüģ halinden gelen tüberküloz sözcüğünün anlamı, hastalıklı bir ĢiĢlik, kabartı, çıkıntı ya da büyümüģ bir Ģeydir. (Sontag, 2005: 12) Daha çok yetersiz yaģam koģullarıyla (yoksulluk, soğuk ve nemli hava, gıdasızlık) iliģkilendirilen tüberküloz, kilo kaybı, öksürük, ateģ, halsizlik ve kan kusma semptomlarıyla seyreden, insandan insana hava yoluyla bulaģan bir hastalıktır 5. Tedavi olarak uzun müddet hastalara mekân ve hava değiģimi uygulanmıģ, temiz hava alıp iyi beslenebilecekleri sanatoryumlara yatırılmaları sağlanmıģtır. Ne var ki uzun yıllar tüberküloz kaynaklı ölümlerin önüne geçilememiģtir. Hastalığa ilk ciddi tanı 1882 de Robert Koch tarafından konulmuģ, Koch un 1890 da tüberkülin i keģfinden sonra tedavi ve aģı konusunda etkin çalıģmalara baģlanmıģtır (Baktır, 2000: 96-98). Avrupa da verem aģısı ilk kez 1921 de uygulanmıģsa da hastalığın önüne geçmek doğru bir tedavinin baģarıyla geliģtirilmesiyle, 1944 te Streptomisin in keģfedilmesi ve 1952 de Ġsoniazid in bulunmasıyla mümkün olmuģtur. (Sontag, 2005: 39) Tüberküloz ya da yaygın adıyla verem, 20. yüzyıl ortalarına kadar ölümcül bir hastalık olarak anılmakla birlikte, etrafında metaforlar örülen iki hastalıktan biridir aynı zamanda. 6 Tüberküloz, yüz yılı aģkın bir süre, ölüme anlam katmanın tercihe Ģayan yollarından biri (görkemli, zarif bir hastalık) sayılmıģtır (Sontag, 2005: 18). Türk ve dünya edebiyatları, tarihî seyri içinde, tüberküloza yakalanmıģ, duygulu, meleksi, romantize edilmiģ, ince tipleri iģleyegelmiģtir. 7 Bunun arka planında Antik çağlardan bu yana hastalık a çeģitli anlamlar atfedilmesi yatmaktadır. Bir baģka deyiģle herhangi bir hastalık, salt bir hastalık olmanın ötesinde bireysel, toplumsal hatta siyasi anlamlar da yüklenmiģ birer metafor yerine geçmiģtir. Antik ve Orta Çağ da hastalıklar, toplumun ve kiģinin cezalandırılması, daha yerinde bir ifadeyle, ilahi bir gazap, anlamını içerirken daha modern dönemlerde ise kiģinin belirli karakter özelliklerinin ya da eylemlerinin sebep olduğu bireysel bir ceza hükmüne ulaģır. Örneğin, Venedik te Ölüm ün, kolera salgınında ölen kahramanı Gustav von Aschenbach özelinde kolera, genç Tadzio ya karģı beslediği gizli hislerin cezasıdır. BaĢka bir örnekte de cüzam, Orta Çağlarda, çürümenin çıplak gözle görülebildiği bir sosyal metin; bir çürüme numunesi ve alameti (Sontag, 2005: 65) dir. Frengi ise bireysel ve toplumsal ahlak açısından aģağılayıcı çağrıģımlarla yüklü, kötülük metaforuna dönüģmüģ bir hastalıktır. Örneğin, Peyami Safa nın Sözde Kızlar adlı romanında, Behiç ten kaptığı frengi yüzünden frengili bir bebek dünyaya getiren Belma nın ve onun gibi Batı ya özenen gençlerin özelinde frengi, Batı nın Türk toplumunda yarattığı olumsuz etkileri göstermesi açısından manidardır. Bu Ģekilde ahlaki anlamlar yüklenmesiyle metafor haline gelen hastalık, bireysel ya da toplumsal bir sağlıksızlığı iģaret etmek için kullanılmaya baģlanmıģtır. Salgınlar, frengi, cüzam, kanser gibi giderek metafora dönüģmüģ bir hastalık da veremdir. Ancak diğerlerindeki olumsuz imgeye rağmen verem, kiģiyi yücelten, bir erdem belirtisi sayılan, hem bir musibet hem de zarafet iģareti (Sontag, 2005: 69) olarak mitleģmiģ bir hastalıktır 8. Verem, özünde barındırdığı farz edilen tutku dolayısıyla, âģıkların, sanatçıların hastalığı olarak metaforlaģmıģtır. Sontag (2005: 20) ın deyiģiyle bir akciğer hastalığı, metaforik bakımdan, bir ruh hastalığıdır. 9 Bu kez Venedik te Ölüm ün, koleradan ölen Gustav von Aschenbach ı karģısında Büyülü Dağ ın tüberkülozlu Hans Castorp u vardır. Aschenbach a bir ceza olarak reva görülen kolera, Castorp a erdem mahiyetinde sunulan tüberküloz: Bir romanda: hastalık (kolera), gizli bir aģkın cezasıdır; diğer romanda: hastalık (tüberküloz), gizli aģkın ifadesidir. (Sontag, 2005: 41) Dolayısıyla bir frengiden, cüzamdan ya da kanserden ölmekle tüberkülozdan ölmek eģdeğer değildir. ( ) Tüberküloz, düģmüģler adına (Sefiller deki genç fahiģe Fantine gibi) kurtarıcı bir ölüm imkânı, ya da erdemliler adına (Selma Lagerlöf ün Hayalet Arabası nın kadın kahramanı gibi) 4 Sözlük anlamı itibariyle verem: herhangi bir organa ve en çok akciğerlere yerleģen Koch basilinin yol açtığı ateģli ve bulaģıcı bir hastalık, tüberküloz. Bk. Türkçe Sözlük, TDK Yayınları, 11. Baskı, Ankara, 2011, s Hastalık hakkında bazı genel bilgiler için bk. John J. Ross, Shakespeare in Titremesi Orwell in Öksürüğü (Çev.: Merve Sevtap Ilgın), YKY, Ġstanbul, 2015, s Diğeri, günümüzde hâlâ gizemini koruyan, kanserdir. ( ) Bir buçuk asrı aģkın bir süre boyunca tüberküloz, incelik, duyarlılık, hüzünlü olma ve güçsüzlüğe eģdeğer bir metafor sağlamıģken; merhametsiz, amansız, sömürgen görünen Ģeyler de kansere atfedilebiliyordu. (Sontag, 2005: 68). 7 Edebiyatta Ģiir, oyun, roman, öykü dıģında sanatın hemen hemen diğer kolları da bu imgeden payını almıģtır. 8 Bahsi geçen incelik, duyarlılık ve hüzün metaforları nedeniyle Türkiye de de halk arasında vereme ince hastalık denir. 9 KarĢı kutbunda yer alan kanser ise vücudun her yerini vurabilecek bir hastalık olarak, bir beden hastalığıdır. (Sontag, 2005: 20-21). 164

165 fedakârca bir ölüm fırsatı sağlıyordu. AĢırı erdemli insanlar bile, bu hastalıktan ölmek üzerelerken, ahlâki bakımdan yeni doruklara tırmanmaktaydılar. (Sontag, 2005: 46) Bu bilgiler ıģığında Rıfat Ilgaz ın yukarıda bahsi geçen iki romanına bakıldığında, verem hastalığının metaforik bağlamlarda kullanıldığı söylenebilir. Özellikle Karartma Geceleri, veremin güçlü bir metafor olarak iģlendiği, zengin çağrıģımlarla yüklü bir romandır. Bizim KoğuĢ (diğer adıyla Pijamalılar) ise çok açık Ģekilde sağlık sisteminin sağlıksızlığına yapılmıģ bir vurgudur. Her iki romanda da metaforlaģtırılan verem, aslında, daha derin yapıdaki açmazları iģaret eden bir vasıtadır. II. Bizim KoğuĢ (Pijamalılar) ta Veremli Olmak Hali Ġlkin 1957 de DolmuĢ dergisinde tefrika edilmek suretiyle yayımlanan, 1959 da kitaplaģtırılan Bizim KoğuĢ, 1973 ve 1984 tarihli basımlarında Pijamalılar adıyla yayımlanır 10. Romanlarını, genellikle, bir çatıģma ekseni (Hazer, 2011: 140) etrafında kurgulayan Rıfat Ilgaz ın, bir sanatoryumda geçen öykülerden oluģan bu mizahi romanı, hasta - sağlık sistemi çatıģması üzerinden veremli olmak halini anlatır. Yazarın bizzat kendi tedavi sürecinden izler taģıyan eserde bir yandan verem hastanelerinin üzücü durumu yansıtılırken, öbür yandan da ölüm - kalım kavgası içindeki hastaların acıları, sorunları güldürü öğelerini de içeren bir gerçekçilikle anlatılır (Bezirci, 2013: 154). Bizim KoğuĢ ya da Pijamalılar da vak a, yazarın, episodik anlatılarının ortak noktasını oluģturan, belirli bir mekân ve sosyal ortamın temel alınıģı (Alkan, 2015: 72) bağlamında bir sanatoryumun hastalar koğuģunda cereyan eder. Bu Ģekilde kurgunun yerleģtirildiği tekil mekân, toplumsal grupların ve onların değerler dünyasının sınırlı ortamlarının gözlem laboratuvarı gibi iģlemektedir (Alkan, 2015: 72). Böylece yazar, bir yandan verem hastanelerinin içler acısı halini gözler önüne sererken diğer yandan Türkiye panoraması da çizmektedir. Bu da verem hastalığının metaforik düzeyde toplumsal yönüne yapılmıģ göndermeler Ģeklinde romana yansımaktadır. Denilebilir ki Bizim KoğuĢ ta, verem, klasik manada romantize edilmiģ, bireysel bir hastalık olmanın ötesinde son derece realist açıdan ele alınmakta, arka planda verem üzerinden bir sistem eleģtirisi yapılmaktadır. KuĢkusuz bu, yazarın toplumcu gerçekçi sanat anlayıģından kaynaklanmaktadır. Öncelikle yazarın tedavi gördüğü çeģitli sanatoryumlardaki yaģanmıģlıklarına bakıldığında Ģu noktalar dikkati çeker: a. Bürokrasi: Romanın Hemen Yatarsın! baģlıklı ilk kısmında acilen hastaneye yatması gereken yazar-anlatıcının karģısına ilk anda bürokrasi engeli çıkar. Birçok istida, rapor, dilekçe ve merdivenden sonra fenalık geçirir ve kanaması olduğu için acilen hastaneye yatırılır (Ilgaz, 2014: 1-15). Benzer Ģekilde Kömür Raporu baģlıklı kısımda da Haydar Sönmezocak, verem hastalarına kıģlık bir buçuk ton taģkömürü verileceğini duyunca kömürü almak için harekete geçer. Ancak onun da karģısına ilk önce bürokrasi dikilir. Aylarca oradan oraya gönderilir, üstelik epey de para döker. Ne var ki kömürü alamadan fenalaģır, sanatoryuma yatırılır (Ilgaz, 2014: ). Bu bürokrasinin hastanelerdeki adı ise formalitedir. Yazar, Aman Formalite Bozulmasın! baģlıklı kısımda, gelir gelmez karantina odasına alınan hastaların servise çıkarılma sürecini anlatır. Buna göre; karantina odası, aslında, hastalar için değil doktorlar içindir. Burada doktorlar, hastaları paylaģıp ilgili servislere yönlendirirler. Ayrıca karantina odasına kadar gelebilmek için önce ilgili mütehassısın muayenehanesine uğramak gerekmektedir (Ilgaz, 2014: 17-28). Aynı formalite, tedavi sürecinde de iģler. Taburcu edilmeleri yaklaģan hastalar, günlük vizite sırasında doktordan izin isteyerek özel muayenehaneyi ziyaret ederler ve bir süre daha hastanede yatmayı garanti altına alırlar (Sepet Havası, Tartı Günü). b. Hastanelerin fiziksel açıdan yetersizliği: Tedavi için servislere çıkarılan hastalar, yatak sayısı yeterli olmadığından bir müddet kür yatağında yatırılır. Ancak tedavisi tamamlanan hastalar taburcu edildiğinde ya da bir hasta vefat ettiğinde hasta yatağına geçebilirler. Bu durum, hastalar arasında kavgaya da neden olmaktadır (GeçmiĢ Olsun, Langa Bostanı, Sepet Havası, Bir Hortlak, GiriĢ ÇıkıĢ, LeĢ Kargası, Taburcu). c. Hastaların ilaç, hijyen, gıda, su, ısınma ihtiyaçlarının karģılanamayıģı: O yıllarda verem hastalarına uygulanan temiz hava, bol gıda ve istirahate dayalı tedavi yönteminin 11 aksine sanatoryumlarda helalar pislik içinde, kapıları bozuk, sürgüsüzdür; musluklar laçkadır (Ilgaz, 2014: 24). BaĢtan kara bir temizlik yapılmaktadır. KoğuĢlarda adım atacak yer olmadığından temiz hava solunamamaktadır. Bir hafta 10 Rıfat Ilgaz, Pijamalılar, Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, 3. bs., Ġstanbul, Romandan yapılan alıntılarda bu baskıdan yararlanılmıģtır. 11 Eserin tefrika edildiği 1950 li yıllarda doğrudan ilaç tedavisi, Türkiye de, henüz uygulanamamaktadır: O yıllarda antibiyotikler çıkmamıģtı daha, streptomisin bulunmamıģtı. Hastalar uzun süreli tedavi görmek, hastanelerde yatmak zorundaydılar. Ġlaçtan çok beslenmeyle, dinlenmeyle, temiz havayla sağlıklarını kazanmaya çalıģıyorlardı. Sonra antibiyotikler dönemi baģladı. Fakat bu ilaçlardan da ancak paralılar yararlanıyor, parasızlar kıvranıp duruyorlardı. (Bezirci, 2013: ). 165

166 süren su kesintilerinde hastalar ilaç yutacak temiz su bulamamaktadır (Canına Değsin). Kanamalı bir hastaya vurulması lazım gelen ergotin, emetin, menatol adlı ampuller halihazırda mevcut değildir (Göğüs Hastası). Hastalara hemen hemen her öğün ya aynı yiyecekler verilmekte ya da yiyecekler bozuk çıkmaktadır. Hastaların birçoğu yemeği evinden getirtmekte veya dıģarıdan aldırmaktadır (Romanın Konusu, Tartı Günü, Taze Yumurta, Doktorhane). Daha fenası yağın, yumurtanın ve yemeğin iyisi doktorlara çıkmaktadır (Taze Yumurta, Doktorhane). Yine havalar soğumuģ olmasına rağmen hastanede kaloriferler yanmamakta, hastalar battaniyelerinin altında titremektedir (Taburcu). ç. Çifte standart: Hastaların büyük bir kısmı, sırada bekleyerek zorlukla hastaneye yatabilirken içeride tanıdığı olan hatırlı hastalar, hem kolaylıkla servise kabul edilmekte hem de onlara daha iyi muamele edilmektedir (Afiyet Olsun Hacı!, Ġpek Pijamalı Hasta, Deve Recep Taburcu). Bütün bu zorlu durumlar karģısında hastaların da içinde bulundukları koģullarla baģa çıkmak için kendilerince buldukları yollar vardır: Yeterli gıda alamadıkları ve ısınamadıkları için zaman zaman Sağlık Bakanlığına ve gazetelere Ģikâyet mektupları yazarlar. Bakanlık, hastaneye müfettiģ gönderse de durum pek fazla değiģmez (Romanın Konusu, Taze Yumurta, Doktorhane, Taburcu). Musluk Nuri, doktorların kendisini kaderine terk ettiklerini anladığında mütehassıs Baba ġükrü ye ölüp dirilme oyunu oynar (Bir Hortlak). Tophaneli Niyazi, iğne olurken sinire denk geldiği için topallamaya baģlayınca doktor Baba ġükrü yü sağlık müdürüne gitmekle tehdit eder. O günden sonra her isteği yerine getirilir (Karın Havası). ġevket Tekeci ise Haseki Hastanesinde tedavi görürken o sıralarda son sınıf öğrencisi olan Baba ġükrü ye imtihanda yardım ettiği anı hatırlatarak gözdağı verir (Sağda Zirvede!). Görüldüğü üzere yazar, bireysel yaģantılarından hareketle tüm verem hastalarının ve sanatoryumların durumunu gözler önüne sermiģtir. Dahası gözler önüne serilen, arka planda bütün bir memleket ahvalidir. Pijamalılar da yoksul bir verem hastasının yaģadıkları anlatılırken, hastalığa toplumsal bir mesele olarak bakılır (Hazer, 2011: 149). Romanın temel tezi de bu minval üzerinde Ģekillenir: Aslında verem, toplumsal bir derttir. Temelde ekonomik nedenlere bağlıdır. Açlığa, yoksulluğa bağlıdır daha çok. Bu hastalık dolayısıyla, ister istemez, memleketin ekonomik yapısı, çeliģkisi ortaya çıkar. (Bezirci, 2013: 156). Yazar, verem hastalığına bireysel değil toplumsal açıdan bakar ve yığınların ortak derdi olarak gördüğü sistemi eleģtirir. (Hazer, 2011: 149). Avrupa edebiyatında sıklıkla hassas ruhların ince hastalığı olarak romantize edilen verem, Ilgaz ın eserlerinde fiziksel Ģartların kötüleģtirdiği, yokluğun iyileģmesini neredeyse imkansızlaģtırdığı, sorunlu sağlık sisteminde insanların eziyet çektiği ve çoğu zaman ölümle sonuçlanan bir hastalıktır. (Alkan, 2015: 73). Romana dair tüm bu alıntılardan çıkacak ortak sonuç, Pijamalılar da, veremin, toplumsal bir soruna, sağlık hizmetleri sorununa, iģaret eden bir metafor olarak yer aldığıdır. Öyle ki hastalıklar her zaman, bir toplumun kokuģmuģ ya da adil olmayan bir topluma dönüģtüğü suçlamalarını canlı tutmaya yarayan metaforlar olarak kullanılmıģtır (Sontag, 2005: 80). Bu noktada, verem (tüberküloz), Rıfat Ilgaz ın anlatısında, sağlık sistemindeki hoģnutsuzlukları dile getirmeye yarayan bir metafordur. III. Karartma Geceleri nde Metafor Olarak Verem Bizim KoğuĢ ta toplumun her kesiminden insanı verem ortak paydasında, bir sanatoryumda toplayarak bir nev i Türkiye panoraması çizen Rıfat Ilgaz, dramatik yapıdaki Karartma Geceleri nde de baģkiģisi Mustafa Ural ı yine böyle bir panorama içerisine yerleģtirir 12. Öncelikle romanın yapısına bakıldığında Karartma Geceleri nin, Bizim KoğuĢ örneğinde olduğu gibi, episodik bir kurguya değil klasik bir roman tarzına sahip olduğu görülür. Diğerinden farklı olarak bu tarz bir kurguda eserin merkezinde olay örgüsü yer almaktadır. Genellikle bir ana karaktere odaklanılırken onun çevresindeki kiģiler üzerinden yan öyküler verilmektedir (Alkan, 2015: 74). Yine yapısal açıdan dikkati çeken bir baģka husus, romanın, bünyesinde otobiyografik unsurlar barındırmasıdır. Ġlkinde sanatoryum yıllarına dair gözlemlerini hikâyeleģtiren yazar, Karartma Geceleri nde, iki buçuk ay kaçak yaģadığı günleri edebî anlatıya dönüģtürür. Bu bağlamda, Bizim KoğuĢ ta anlatıcının geri planda konumlanmasına karģılık Karartma Geceleri nde yazarı temsil eden Mustafa Ural, baģkiģi durumundadır. Bu baģkiģinin içine yerleģtirildiği çerçeve ise Ġkinci Dünya SavaĢı yılları Türkiye sidir. 12 Rıfat Ilgaz, Karartma Geceleri, Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, 5. Basım, Ġstanbul, Romandan yapılan alıntılarda bu baskıdan yararlanılmıģtır. 166

167 9 Mart 1944 ile 24 Mayıs 1944 arasındaki iki buçuk aylık süreyi anlatan romanda, verem hastası olan Mustafa Ural ile savaģ yüzünden zor günler yaģayan Türkiye nin durumu iç içe verilir. Buna göre Almanya nın yoğun baskısına rağmen tarafsızlık siyaseti izleyerek savaģa girmeyen Türkiye de, bir süre sonra, muhtemel bir saldırıya karģı birtakım önlemler alınır. Öncelikli olarak ekonomiyi kontrol altına alan bu önlemler sonucu, baģta gıda ve yakacak olmak üzere temel tüketim mallarının tedarikinde sıkıntılar yaģanır. Ekmek karneye bağlanır. Çay, Ģeker, kömür yok denecek kadar azdır; ancak karaborsada bulunmaktadır. Vurgunculuk da artmıģtır. Büyük Ģehirlerde - özellikle de Ġstanbul da - sıkıyönetim ilân edilir ve pasif korunma uygulanır. Bombalamak için en uygun zaman olan geceleri, tüm binalarda karartma yapmak mecburiyeti getirilir (Çılgın, 2003: 230). Bu Ģartlar altında gittikçe yoksullaģan halk, siyaseten de kamplara bölünmüģtür. Bir tarafta Hitler in izlediği politikayı destekleyenler, diğer tarafta karģı çıkanlar vardır. Aydın kesim ve üniversite öğrencileri arasında da siyasi kutuplaģmalar artmıģtır. Almanya sempatizanı hükûmet ise savaģın akıbeti üzerine fikir yürüten aydınlar üzerinde sıkı bir baskı uygular, birtakım tutuklamalara baģvurur. Bu olumsuz havayı teneffüs edenlerden biri de öğretmen Mustafa Ural dır. Tüberküloz tedavisi gördüğü için bir süredir raporlu olan Ural, aynı zamanda Ģairdir ve o sıcak günlerde Sınıf adını taģıyan ikinci Ģiir kitabını yayımlamıģtır. Ne var ki kitap yirmi gün sonra toplatılır, Ģairi hakkında da yakalama kararı çıkarılır. 9 Mart 1944 te, evine gelen polise yakalanmaktan komģusu sayesinde kurtulan Mustafa Ural, 24 Mayıs a kadar kaçak yaģar. Tutuklanıp cezaevine kapatılmaktan değildir kaçıģı: Veremden, pinemoniden, güneģsizlikten, havasızlıktan, aç kalmaktan kaçıyordur (Bezirci, 2013: 163). Bu süre içinde hasta ciğerlerini fazla yormayacak bir çözüm yolu arayıģına giren Ural, yakın arkadaģlarının yardımına baģvurur. Ancak sağlığıyla birlikte insan iliģkilerinin de sınandığı zor bir süreçten geçmektedir. Ġki buçuk aylık bu kaçıģ sürecinde Mustafa Ural hayata, insana, ideolojisine dair çok Ģey öğrenir (TaĢ, 2014: 58). BaĢta eģi ġükran olmak üzere, meslektaģı Hüsnü, Ġlhan Paytak, Agop Efendi, Cengiz Atademir, Nihat, Nevzat, Burhan Morkaya, Faruk isimli yakınlarının sergiledikleri tavırlar, onu kendisi ve gerçeklerle yüzleģtirir 13. Kendilerine baģvurduğu yakınlarının kapısından, çoğu zaman, eli boģ dönen Mustafa Ural, karartmalı Ġstanbul gecelerinde soğukla ve güvenlik güçleriyle mücadele etmek zorunda kalır. En son arkadaģı Cengiz in evinde konaklayan Ural, bu süre içinde iyi beslenir, dinlenir, sağlığı düzelir (TaĢ, 2014: 62). Bu süre içinde savaģın seyri de Almanların aleyhine değiģmiģtir. Bu, iç politikaya ve aydınlar arasında yaģanan sağ - sol çatıģmalarına da yansır. Ġkinci Dünya SavaĢı yıllarının ekonomik, siyasi, sosyal koģulları içine konumlandırdığı birey ile hastalığın bireysel ve toplumsal düzlemine dikkati çeken yazar 14, esas olarak, daha metaforik ve imgesel bir anlam katmanını hedeflemiģtir, denilebilir. ġöyle ki veremden muzdarip Mustafa Ural, sanatta ve hayattaki halkçı duruģuyla tüberkülozun tutku ve baskılama hastalığı olduğu görüģüne uygun bir karakterdir. Buradaki tutku, genellikle aģk Ģeklinde tezahür etmesine rağmen, siyasal ya da ahlâki bir tutku da olabilir (Sontag, 2005: 25). BaĢta toplatılan Ģiir kitabı olmak üzere hayattaki ve sanattaki toplumcu tavrını istiyorum ki halk, kendi çektiklerinin ayrımına varsın. Bir kez halk yoksulluğunun ayrımına varırsa.. Daha doğrusu halk, halk olarak kendi gücünün farkına varırsa (Ilgaz, 2014: 27) sözleriyle dile getiren Mustafa Ural ın veremli oluģu, onu, savunduğu değerler adına bir kurban ya da ilahlaģtırma niģanesi (Sontag, 2005: 55) kılar. Diğer yandan savaģ yıllarının iç politikaya yansıyan zorlu ortamında, Ural ın idealizmine ket vuran bir güç olarak baskı, yine verem metaforu etrafında somutlaģmaktadır. Baskıcı pratiklerle idealleri mahkûm etmek için, tüberküloz ve kanser diline sürekli olarak baģvurulmuģtur; bu yaklaģıma göre, baskı, insanı ya kuvvetten mahrum bırakan (tüberküloz) ya da esneklik ve kendiliğinden davranıģlardan mahrum bırakan (kanser) bir ortam olarak düģünülmektedir. (Sontag, 2005: 84). 13 TaĢ (2014: 63) ın da ilgili yazısında belirttiği gibi kendisi de öğretmen olan Mustafa Ural, en iyi öğretmenin yaģamın kendisi olduğunu fark etmiģtir karartma gecelerinde. Bu açıdan, roman, Mustafa Ural ın geliģim öyküsü, diğer adıyla, bildungsroman olarak da okunabilir. 14 Tutuklanmadan hemen önce Mustafa Ural ile arkadaģı Hüsnü arasında geçen Ģu konuģma, verem hastalığının bireysel ve toplumsal yönünü özellikle vurgulayan bir diyalogtur: Doğru, hangi güçle! Berlin de bombalanmamıģ sağlam bir cadde kalmamıģ. Bizim kenar mahallelerde de sağlam bir ciğer ArkadaĢının rapor süresinin dolduğunu anımsamıģ olacaktı Hüsnü: Ne zaman baģlayacaksın okula? diye sordu. Ġki üç gün önce baģlamam gerekiyordu. Doktor durumumu beğenmedi. Yirmi beģ günlük bir dinlenme daha verdi. Yani nisanın haftasına kadar. Sanatoryuma yatırsaydı daha iyi ederdi. Bakım güç evde. Odun yok, kömür yok. ĠĢin en kötü yanı, bakım da yok. Ne et, ne süt, ne yumurta (Ilgaz, 2014: 26). 167

168 Nitekim romana adını veren karartma uygulaması da veremin metaforik diline katkı sağlayan bir imgedir. Günel (2007: 47) ve Aslan (2007: 217) ın da vurguladığı üzere karartma, salt savaģ koģullarının gerektirdiği bir önlem değil baskıyla bireylerin yaģamının da karartılması uygulamasıdır bir bakıma. Bu noktada, Mustafa Ural, Ģiir kitabı nedeniyle hakkında çıkarılan tutuklama kararıyla söz konusu karartmadan nasibini almıģ bir aydındır. Fazla olarak ciğerlerinden rahatsızdır ve korkunç kıģ geceleri, sabahlara dek yufka giyneğiyle Ġstanbul sokaklarını arģınlamak zorunda dır (Dinamo, 1974 ten akt. Bezirci, 2013: 167). Ural ın veremi, artık bir sağlık sorunu olmanın ötesinde mevcut baskıyı simgeleyen bir metafordur. Aynı zamanda, adı geçen Ģairin, toplumun bir ferdi olması dolayısıyla, hastalığın, o günlerin toplumunu temsil eden bir yönü de vardır. Verem, Mustafa Ural ı; Ġkinci Dünya SavaĢı nın olağanüstü koģulları da toplumu güçten düģürmüģtür. Açlık, yeterli beslenememe, gıdasızlık, soğuk ve nemli hava; burada, savaģ ve veremin ortak bileģenleridir. Romanda, Mustafa Ural ın, 24 Mayıs sabahı yakalanması da yine metaforik bir göndermedir. Bugün korkmuyordu yakalanmaktan nedense. Sağlığından gelen bir güvendi bu biraz da Ġki aylık bir dinlenme, vücutça çok Ģeyler kazandırmıģ olacaktı. O sinsi öksürük, hemen hiç yok denecek kadar kesilmiģ, iģtahı düzelmiģti. ( ) Bundan sonra güzel havalarda sık sık çıkacak, temiz havadan, güneģten yararlanacaktı. Özgürlüğünü yitirme pahasına da olsa, gerekliydi sağlığı için. KıĢ denilen felaketten kurtulmuģtu iģte. ġu güneģ, Ģu ciğerlerine çektiği temiz hava eģsiz birer sağlık kaynağıydı. (Ilgaz, 2014: 231). Mustafa Ural ın sağlığındaki düzelmeye koģut olarak memlekette de koģullar iyileģmeye yüz tutmuģtur: Almanya, yenilmiģtir; Hitler faģizmini destekleyen dernekler, dergiler kapatılmıģ, sağ cenahta da tutuklamalar baģlamıģtır. Kırmızı kapaklı bir Ģiir kitabı yayımladığı için aranan Mustafa Ural a göre bu, ilk kez faģistlerle onların karģısında olanların aynı Ceza Kanunu na göre yargılanmaya geçilmesi anlamına gelmektedir (Ilgaz, 2014: 250). Özellikle Ġsmet Ġnönü nün, 19 Mayıs Stadı nda gençlere hitaben konuģması, ülkedeki yeni geliģmelerin habercisidir (Ilgaz, 2014: 254). Mustafa Ural ın, hastalığını ağırlaģtıran kıģ koģullarının geride kalması gibi toplumu zayıflatan savaģ koģulları da sona ermektedir. Bu bakımdan, hem Ural hem toplum iyileģmeye baģlamıģtır. Mayıs ayı, dolayısıyla, bahar mevsimi, bu iyileģmeyi sembolize eder. Romandaki metaforik kullanımlardan biri de Mustafa Ural ın kırmızı kapaklı Ģiir kitabıdır. Burada kapağın kırmızı oluģu, çağrıģımsal bir mahiyet taģır; zira kırmızı renk komünizmin simgesi olarak görülür. Üzerinde kırmızı giysi olanlar hemen polisin dikkatini çeker, karakola götürülürler (Çılgın, 2003: 99). Ural ın, kitapçı vitrinlerinde hemen hiç görülmeden toplatılan Ģiir kitabının da utanır gibi pembeleģmiģ (Ilgaz, 2014: 192) bir kapağı vardır. Kapağa atfedilen bu benzetme, yüz kızartıcı bir suç çağrıģımı yaptığı gibi yanakları yüksek ateģten dolayı pembeleģmiģ tüberkülozlu bir hasta izlenimi de doğurmaktadır. Her iki halde de kırmızı, romanda, vereme ve suça gönderme yapan bir metafordur. Sonuç Rıfat Ilgaz, kendi öz yaģam öyküsünden ilham alarak kurguladığı Karartma Geceleri ve Pijamalılar adlı romanlarında, verem hastalığını, salt bir sağlık sorunu olarak değil bireysel ve toplumsal göndermeler de içeren bir metafor olarak ele almıģtır. Bir baģka deyiģle, verem, yazarın dile getirmek istediği toplumcu görüģlerini ifadeye imkân sağlayan bir vasıtadır aynı zamanda. Buna göre Pijamalılar ın arka planında hastasına sahip çıkmayan bozuk bir sağlık sistemi, Karartma Geceleri nde ise savaģ nedeniyle güçten düģmüģ bir toplum (ve elbette birey) vardır. Her iki durumda da bireyi hasta eden ya da tedavi edemeyen koģullar, verem metaforu üzerinden iģlenir. KAYNAKÇA ALKAN, Burcu, Rıfat Ilgaz ın Romancılığı, Sözcükler, Temmuz-Ağustos 2015, S. 56, s ASLAN, Mustafa, Karartma Geceleri ve II. Dünya SavaĢı Yılları, Rıfat Ilgaz Sempozyumu: Edebiyatımızın Koca Çınarı Anısına, Çınar Yayınları, Ġstanbul, 2007, s BAKTIR, Ercüment, Tıp Ünlüleri ve BuluĢları, Rehber Yayınları, Ġstanbul, 2000, s BEZĠRCĠ, Asım, Rıfat Ilgaz, Evrensel Basım Yayın, Ġstanbul, ÇILGIN, Sınar Alev, Türk Roman ve Hikâyesinde Ġkinci Dünya SavaĢı, Dergâh Yayınları, Ġstanbul, DĠNAMO, Hasan Ġzzettin, Karartma Geceleri, Yeni Ortam,

169 GÜNEL, Burhan, Ġkinci Dünya SavaĢı Yıllarında Rıfat Ilgaz ve Karartma Geceleri nin Yansıttığı SavaĢ Gerçeği, Rıfat Ilgaz Sempozyumu: Edebiyatımızın Koca Çınarı Anısına, Çınar Yayınları, Ġstanbul, 2007, s HAZER, Gülsemin, Rıfat Ilgaz ın Romanları Üzerine Bir Değerlendirme, Rıfat Ilgaz, ed. Sevengül Sönmez, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 2011, s ILGAZ, Rıfat, Karartma Geceleri, T. ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, 5. Bs., Ġstanbul, , Pijamalılar, T. ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, 3. Basım, Ġstanbul, ROSS, John J., Shakespeare in Titremesi Orwell in Öksürüğü, Çev.: Merve Sevtap Ilgın, YKY, Ġstanbul, SONTAG, Susan, Metafor Olarak Hastalık / Aids ve Metaforları, Çev.: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, Ġstanbul, TAġ, Murat, Bir ġair, Solcu, Aydın, Öğretmen Mustafa Ural (Rıfat Ilgaz), Roman Kahramanları, Temmuz/Eylül 2014, S. 19, s TĠMUROĞLU, Sanem, Kurmaca ile Otobiyografi Arasında Bir Kavram: Özkurmaca, Varlık, Ağustos 2005, S. 1175, s

170 CUMHURĠYET SONRASI TÜRK ġġġrġnde AFRĠKA VE AFRĠKALI ALGISI Ali KURT * ÖZ: Cumhuriyet döneminde kimi Türk şairler, Afrika ve Afrika halkının içinde bulundukları olumsuz duruma ve verdikleri bağımsızlık mücadelelerine kayıtsız kalmamış; daha çok kendi ideolojileri ve dünya algıları çerçevesinde kıtayı ve kıtanın insanlarını ya müstakil bir konu ya da imge olarak şiirlerinde ele almışlardır. İslami hassasiyeti şiirin merkezine oturtan Sezai Karakoç, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu gibi şairler tarafından Afrika halkı esaret ve zulüm altında bağımsızlık mücadelesi veren Müslümanlar olarak görülmüş ve daha çok Müslüman kimlikleri ön plana çıkartılarak şiirlerde söz konusu edilmişlerdir. Bunun yanında kendi dönemlerinde dünyada yaşanan hadislere kayıtsız kalmayan İkinci Yeni Kuşağı Cemal Süreyya, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi şairlerin de ideolojik bir yaklaşımdan ziyade hümanist bir yaklaşımla Afrika ve Afrika halkını bir imge olarak kullandıkları görülür. Toplumcu gerçekçi şairler Afrika yı, emperyalistler tarafından işgal edilen bir kıta, Afrikalıyı ise emperyalizm ve kapitalizme karşı başkaldıran, ezilen, sömürülen bir halk olarak görmüş, dolayısıyla şiirlerinde Afrika ve Afrikalı bu ideolojik bakışla yer almıştır. Nazım Hikmet in birçok şiirine Marksist bir bakışla Afrika ve Afrika halkı konu olmuş; yine şiirde içerik ve teknik özellikler yönüyle onun izinden giden Hasan Hüseyin, A. Kadir gibi şairler de aynı bakış açısıyla Afrika ve Afrika halkını ele almışlardır. Bu yaklaşımların dışında kendisine özgü toplumculuğuyla sosyal gerçekçi Attila İlhan a; yine bu meseleye yaklaşımının temelinde hümanist bir dünya algısı olan Fazıl Hüsnü Dağlarca ya ve genellikle aşk, ayrılık gibi daha bireysel temalar etrafında şiir yazan Ümit Yaşar Oğuzcan a kadar daha birçok şairin şiirlerinde Afrika ve Afrika halkı karşımıza çıkmaktadır. Anahtar Kelimeler: Türk Şiiri, Afrika, Afrikalı. THE PERCEPTION OF AFRICA AND AFRICAN PEOPLE IN TURKISH POETRY AFTER THE REPUBLIC ABSTRACT: In the period of republic, some of the Turkish poets weren t indifferent to the negative situations that Africa and African people experienced and their struggle for independence. Within the framework of their ideologies and perception of the World, they handled the continent and the people of the continent either as an individual subject or an image in their poems. African people were seen as people fighting for independence in captivity and cruelty and they were mentioned in poems by featuring their Muslim identity by the poets who placed Islamic sensitivity in the center of poetry like Sezai Karakoç, Erdem Beyazıt and Cahit Zarifoğlu. Besides, it is seen that the Second New Generation poets like Cemal Süreyya, Turgut Uyar and Edip Cansever who didn t remain unresponsive to the events in the World during their period, used Africa and African people as an image with a humanistic approach rather than an ideological approach. Social Realist poets perceived Africa as a continent which was occupied by imperialists and African people as people that were exploited, suffered and rebelled against imperialism and capitalism, therefore Africa and African people were figured in their poems from this ideological point of view. Africa and African people were the subjects in Nazım Hikmet s lots of poems with a Marxist perspective; and poets like Hasan Hüseyin, A.Kadir who followed Nazım s lead in content and technical feature aspects, handled Africa and African people with the same viewpoint. Except these approaches, Africa and African people come out in poems of a lot of poets like social realist Atilla İlhan with his own specific socialism; Fazıl Hüsnü Dağlarca who has an approach to this matter based on his humanist world perception; and Ümit Yaşar Oğuzcan who writes poems genarally about more individual themes like love and seperation. Keywords: Turkish Poetry, Africa, African. GiriĢ Kartaca SavaĢları sırasında Romalılar tarafından yalnız Tunus için ilk defa kullanılan Afrika adı, sonra Mısır'ın batısındaki diğer kıyı ülkelerinin tamamı için kullanılmıģ, nihayet bütün kıta bu isimle anılır olmuģtur. Yeryüzünün Asya'dan sonra ikinci büyük kıtası olan Afrika, Eski Dünya denilen karalar topluluğunun güneybatı parçasını oluģturur. Doğuda Kızıldeniz ile Asya'dan, kuzeyde Akdeniz ile Avrupa'dan ayrılan Afrika nın batısında bulunan Atlas Okyanusu'nun ötesinde ise Güney Amerika kıtası yer alır (Gürsoy, 1998: 413). * Yrd. Doç. Dr., Kırklareli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. alikurt27@gmail.com 170

171 Sömürgecilik öncesi sultanlıklar ve krallıklar gibi farklı idarî, sosyo-kültürel yapılar barındıran Afrika nın doğu, kuzey ve batı bölgeleri; önce 16. yüzyılın baģlarına kadar Arapların hâkimiyetinde kalmıģ (Hazar, 2003: 19-20), sonrasında Osmanlılar, Afrika'ya 1517'de Mısır'ın alınmasıyla girmiģtir. Barbaros'un Osmanlı hizmetine kabul edilmesiyle Cezayir (1520), daha sonra Tunus (1534) ve Trablusgarp (1551) Osmanlı hâkimiyetine girmiģ, böylece Kuzey Afrika tarihi bakımından yeni bir dönem baģlamıģtır. Kanuni Sultan Süleyman devrinde ise IV. Hint seferi sırasında HabeĢistan fethedilmiģtir ( ) (Dursun, 1998: 419). Böylece bu bölge 19. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlıların hâkimiyetinde kalarak Orta Doğu eksenli iletiģim ve ticaret ağlarına sahip olmuģtur (Kavas, 2005: 38). Avrupalıların Hristiyanlığı yaymak, Afrika Kıtası nın içlerini keģfetmek ve bölgeyi ticaret ve madenler yönünden kontrol altına alabilmek için baģlattıkları faaliyetler kıtanın sömürgeleģmesine ve kolonilere ayrılmasına sebep olmuģtur (Hazar, 2003: 19-20). Batı Afrika sahillerinden güneye doğru ve Ümit Burnu ndan Doğu Afrika sahillerine açılan kesimde Portekiz le baģlayan ve sonrasında Ġngilizler, Hollandalılar, Fransızlar, Ġtalyanlar ve Belçikalılarla dört asır süren bir sömürgeleģtirme süreci; 19. yüzyılın ortalarından itibaren -Etiyopya ve Liberya hariç- bütün kıta için söz konusu olmuģtur (Kavas, 2005: 38). Yüzyıllardan beri köleleģtirilen, sömürgeleģtirilen, ezilen Afrika nın özellikle I. Dünya SavaĢı sonrası ulusal kurtuluģ hareketlerinin tohumlarının atılmasına ve direniģ hareketlerinin büyümesine ve yenilerinin baģlamasına sebep olarak; savaģın verdiği zararların telafisi içi kıtanın daha fazla sömürülmesi; artan açlık, iģsizliğe ve kıta halkının zorla asker alınmak istenmesine karģı tepkiler (Erol-Bingöl, 2014: ) gösterilebilir. Bağımsızlık mücadelelerinin II. Dünya SavaĢı'nın bitimine kadar devam ettiğini, özellikle II. Dünya SavaĢı ndan sonra daha da büyük bir hız kazandığını söyleyebiliriz de Libya, Ġtalya dan 1956'da Tunus ve Fas, Fransa dan bağımsızlığı kazandılar de Gana, 1967 yılına kadar diğer devletler de bağımsızlıklarını elde etmiģ oldular. Tanzimat tan Cumhuriyet e gelinceye kadar sürekli savunma hâlinde olan ve elindeki toprakları koruma mücadelesi veren, sosyal ve kültürel açıdan da büyük değiģim ve dönüģüm içine giren, çok uluslu bir devlet ten ulus devlet e geçiģ süreci yaģayan bir toplumun ve o toplumun bu süreçte meydana getirdiği edebiyatın kendi dıģında baģka coğrafyaların içinde bulunduğu bu sıkıntılı durumlara fazla ilgi göster/e/memesi doğal kabul edilebilir. I. Dünya SavaĢı sonrası yavaģ yavaģ belirginleģmeye baģlayan Afrika ülkelerinin bağımsızlık mücadelesi bu yönüyle ancak bir ümmet bilinci içinde Müslüman Afrika coğrafyası olarak Mehmet Akif in mısralarında karģımıza çıkmaktadır. Daha sonra yine Marksizmi bir reçete olarak gören ve bu yönüyle Türk edebiyatında Toplumcu Gerçekçilik akımının ilk ve en önemli temsilcisi Nazım Hikmet in de Türkiye coğrafyası dıģında anti-emperyalist bir yaklaģımla bütün dünyada ezilenlerin sesi olmak adına Afrika coğrafyasını Ģiirlerinde ele aldığını görmekteyiz. Türk edebiyatında ve özelde Türk Ģiirinde, bu dönemden sonra karģımıza tema ya da imge olarak çıkacak olan Afrika ve Afrikalı, daha çok bu iki yönelim üzerinden iģlenmiģtir. Bunların yanında bazen temelde bir toplumcu yaklaģım olsa da direkt olarak toplumcu gerçekçi bir ideolojiye bağlanmayan, bazen de insanlık problemi olarak gördükleri bu konuyu erdemli bir davranıģ sergilemek adına ele alan Ģairlerden söz etmek mümkündür. ĠĢte biz bu çalıģmamızda Cumhuriyet sonrası Türk Ģiirinde bazen müstakil bir tema bazen bir imge olarak görülen Afrika ve Afrikalı olgusunu bu yaklaģımlar çerçevesinde değerlendirmeye çalıģacağız. Cumhuriyet Sonrası Türk ġiirinde Afrika ve Afrikalı Türk edebiyatında Afrika ve Afrikalı Tanzimat sonrası Türk edebiyatında özellikle de roman türünde ilk örneklerden itibaren Ahmet Mithat Efendi baģta olmak üzere Arap coğrafyası denilen Müslüman Afrika Cezayir, Fas, Tunus, Trablusgarp ve yine Doğu Arap coğrafyası içinde kalan ve bir Kuzey Afrika ülkesi olan Mısır ve dolayısıyla Afrika ve Afrika halkı karģımıza çıkmaktadır. 1 Tanzimat, Ara Nesil, Servet-i Fünûn, Fecr-i Âti ve Millî Edebiyat döneminde roman ağırlıklı olmak üzere hikâye, tiyatro ve Ģiir sahasında ki burada özellikle Mehmet Akif Ersoy u zikretmek gerekir- Müslüman Afrika coğrafyasına, kimi zaman önemli bir mekân kimi zaman sadece isim Ģeklinde küçük bir temasla rastlanır. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise Afrika coğrafyası sadece Müslüman Afrika coğrafyası ile sınırlı kalmaz. Bu dönemde Afrika nın tamamının içinde bulunduğu açlık, iģsizlik gibi olumsuz koģullar ve sürdürdükleri ulusal kurtuluģ ve direniģ hareketleri sebebiyle Ģiirimize konu olmuģ ve Ģairlerimiz, kendi 1 Bu konuda bk. Abdurrazek Ahmet, Cumhuriyete Kadar Türk Romanında Araplar ve Arap Coğrafyası, Ġstanbul Ü., Sos. Bil. Enst., BasılmamıĢ Doktora Tezi, Ġstanbul, 2012, s ve Emel Kefeli, Les Arabes Dans La Littérature Turque au XIX éme siecle Türk Edebiyatında Araplar 19 y.y. Publications de la Fondation Temimi pour la Recherche Scientifique et l Information, Ocak, 1998, s

172 ideolojileri ve dünya algıları çerçevesinde bu durumu, dolayısıyla Afrika ve Afrika halkını, müstakil bir konu ya da imge olarak Ģiirlerinde ele almıģlardır. a. Toplumcu Gerçekçi ve Toplumcu Gerçekçi Çizgiyi Sürdüren ġairlerin ġiirlerinde Afrika ve Afrikalı Toplumcu gerçekçi Ģairler Afrika yı, emperyalistler tarafından iģgal edilen bir kıta; Afrikalıyı ise emperyalizm ve kapitalizme karģı baģkaldıran, ezilen, sömürülen bir halk olarak görmüģ, dolayısıyla Ģiirlerinde Afrika ve Afrikalıya bu ideolojik bakıģla yaklaģmıģlardır. Nazım Hikmet, bir dünya vatandaģı olmak ve dünyada ezen, sömürülen her halkın yanında olabilmek düģüncesinden kaynaklanan bir anlayıģla dünyada bu duruma maruz kalan baģkaldıran ve mücadele eden diğer halkların yanında Afrika ve Afrika halkını da Ģiirinde ele almıģtır. Nazım Hikmet, Ellerinizde Yalana Dair Ģiirinde bir dünya vatandaģı olarak bütün dünya insanlarını kendi insanları olarak görür ve dünyada eģit ve adaletli bir paylaģım olmaması sebebiyle insanların aç yaģayıp aç olarak dünyadan göçüp gittiklerini anlatırken adaletsizliğe maruz kalan bütün dünya insanları arasında Afrika ve Asyayı özellikle hele Asyadakiler, Afrikadakiler, diyerek vurgular. Ve insanlar, ah, benim insanlarım, yalanla besliyorlar sizi, halbuki açsınız, etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız. Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya, göçüp gidersiniz bu her dalı yemiģ dolu dünyadan. insanlar, ah, benim insanlarım, hele Asyadakiler, Afrikadakiler, (Nazım Hikmet, 2012: 938) Afrika daki bütün sömürgeler ve onların mücadeleleri Nazım Hikmet in Ģiirine konu olmuģtur. O bütün ezilen, sömürülen dünya insanlarının sıkıntılarını dile getirmeye çalıģır. Niyazalant Sömürgesi Ģiirinde bu sömürgede özgürlük mücadelesine giren zencilerin içinde bulundukları durumla Türkiye de kendi düģüncesinin özgürlük mücadelesini benzer görür. Afrika, Niyazalant sömürgesi. Saat sabahın dördü. Dipçikler kapıları dövdü ve iģte fotoğraf : Zenci kardeģlerim bir don bir gömlek ve ayakları çıplak ve pembe avuçlu elleri kıvırcık baģlarının üzerinde dizilmiģler duvar diplerinde. (Nazım Hikmet, 2012: 122) Nazım Hikmet, ġubat 1963 tarihli Tanganika Roportajı (Mektuplar-10/10) adlı Ģiirde sömürge olan Güney Afrika topraklarının emperyalizme baģkaldıran halkların bağımsızlık mücadelesini verdiğini, bu savaģta Afrika nın yol ayrımında olduğunu, bağımsızlık yakalandığında büyük kardeģliğe ulaģılacağını söylemektedir. Kulağımı dayadım yere, dinledim Afrika toprağını, homurtular geliyor Uganda`dan, Mozambik`ten, Güney afrika`da pembe tabanlı ayaklar öfkeyle Ģakırdatıyor zincirini. Afrika iki yol kavģağında duruyor, yol var yine esirliğin inine gider döne dolaģa, yol var gider büyük hürriyetine büyük kardeģliğin... (Nazım Hikmet, 1978: ) Nazım Hikmet, Asya Afrika Yazarlarına adlı Ģiirinde Asya ve Afrika halklarının ve genel anlamda bütün ezilen ve sömürülenlerin rengi ve ırkı ne olursa olsun aslında ortak bir kaderi yaģadıklarını anlatarak Asya ve Afrikalılarla kendini aynılaģtırır. KardeĢlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma 172

173 ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım (Nazım Hikmet, 1976: 128) Nazım Hikmet, Ġstiklâl adlı Ģiirinde bir Kuzey Afrika ülkesi olan Mısır ın bağımsızlık mücadelesini ele alır. Burada Mısır halkının istiklâli için yanında olduğunu göstermek ister ancak Müslümanlık ortak noktasından önce Ģarkılarımızın, isimlerimizin, yoksulluğumuzun, yorgunluğumuzun kardeģ olduğundan bahsederek özellikle Müslümanlık inancını öne çıkarmaz. Daha sonra bizde güzel olan her Ģeyle onların savaģlarını desteklediğimizden bahseder ve nihayet Senin zaferin için, senin dilinle köylerimde Kelam-ı Kadim okunuyor diyerek Türk insanının Mısır ın zaferi için ortak olan ibadet ve dua dili yle Kuran okuduğunu belirtir. Mısırlı kardeģim; Ģarkılarımız kardeģtir, isimlerimiz kardeģ, yoksulluğumuz kardeģtir, yorgunluğumuz kardeģ. (Nazım Hikmet, 1976: ) Nazım Hikmet, Kuva-yi Milliye- Ġkinci Bap içindeki Erzurum Sivas Kongreleri bölümünde de Afrika dan söz eder. Millî Mücadele de sömürgeci ve iģgalci güçlerin zorla asker olarak kullandıkları Afrikalı zencileri hatırlatarak zavallı Afrika zencileri (Nazım Hikmet, 1978: 131) der. Ġçerik ve teknik özellikler yönüyle Nazım Hikmet in izinden giderek Toplumcu Gerçekçilik çizgisinde Ģiir yazan dolayısıyla Kırk KuĢağı olarak adlandırılan grubun Ģairlerinden Hasan Hüseyin Korkmazgil de Ģiirine Afrika ve Afrika halkını konu etmiģtir. Hasan Hüseyin in Köprü Ģiirinde Türkiye nin içinde bulunduğu durum üzerinde yoğunlaģırken Afrika nın bağımsızlık mücadelesine gönderme yaparak esaret ve hürlük noktasında Afrika yla ülkesini özdeģleģtirir. ekmeksiz tarım isçileri yol boylarında dolmuģun pikabında Konya kaģık havası akģam gazetelerinde bir baģka faģing korkularda sevinçlerde kara Afrika (Hasan Hüseyin, 2001: 68) Türkiye yi sömürüye maruz kalmıģ bir ülke olarak gören Hasan Hüseyin, aynı Ģekilde sömürüye maruz kalmıģ baģka ülkeleri de Ģiirine konu etmiģtir. cezayiruna (Hasan Hüseyin, 2003: 89) adlı Ģiirinde Fransızların Cezayir deki sömürüsünü iģlemiģtir. Bir baģka Kırk KuĢağı Ģairlerinden A. Kadir Bilgin de Afrika ve Afrika halkını Ģiirinde ele alan Ģairlerdendir. A. Kadir Bir AkĢamlık adlı Ģiirinde sevgilisiyle efkâr dağıtmak ister, ancak aklına önce Türkiye deki emekçiler, sonra Türkiye dıģında ezilen, sömürülen halklar gelir. Sadece bir akģamlık sevgilisiyle efkâr dağıtabilmek için onlardan hoģgörü bekler. HoĢgörü beklediği sömürülen emekçiler arasında Güney Afrika madenlerinden çalıģan iģçiler de vardır. bu akģamlık affetsinler bizi Güney Afrika madenlerinde kurģuna dizilen iģçilerin Filistin'de katledilen dostların hoģgörüsüne sığınalım bu akģam. ( A. Kadir: 1994) Yine A. Kadir Tamam adlı Ģiirinde özellikle emperyalizme baģkaldıran Asya ve Afrika halklarının bağımsızlık mücadelesine atıfta bulunur. Nasıl vaktini bilip Zincirlerini atıyorsa insan eli, Asya da Afrika da! ( A. Kadir, 1994: 53) Türk edebiyatında daha çok roman yazarı olarak öne çıkan bir baģka Kırk KuĢağı Ģairlerinden Vedat Türkali de kendi kuģağı Ģairlerinin bir ortak tema olarak kullandığı Afrika ve Afrika halkını Ģiirinde bir motif olarak ele almıģtır. Kendisi de yedi yıl kadar cezaevinde kalan Ģair, Cezaevinde BarıĢ Türküsü 173

174 adlı Ģiirinde dünyayı saran barıģ rüzgârlarından bahsederken Afrika ve Afrika halkına özel bir vurgu yapmıģtır. Siz bir meydan dolusu gülen esmer kardeģlerim Kara güller gibi açılmıģtınız bir sabah aydınlığında Asya barıģ diyor Afrika barıģ diyor. (Türkali, 2001: 53-55) Ġkinci Yeni etkisinde yazdığı ilk üç eserden sonraki eserlerinde özellikle 70 li yıllardan sonra Toplumcu Gerçekçi bir çizgide eser veren Kemal Özer in 1978 yılında yayınladığı Geceye KarĢı SöylenmiĢtir adlı Ģiir kitabındaki Olimpiyat Ġçin Kara ġarkı adlı Ģiirinde Afrika'nın yoksulluğu içinden çıkıp emperyalist dünyaya karģı imkânsızlıklara rağmen baģarılı olarak Olimpiyatlarda dereceye giren sporcuları över (Aydoğdu, 2011: 96-97). Bizim için yarıģın -dedi halk, yolcu ederken, çocuklarını yolcu ederken olimpiyada, kara derili çocuklarını Afrika'nın, limanlarından, havaalanlarından, Mozambik'in sesiyle, Angola'nın (Özer, 1990: 245) b. Ġslami Hassasiyeti Ön Plana Çıkaran ġairlerin ġiirlerinde Afrika ve Afrikalı Mehmet Akif Ersoy un Safahat ın 1912 yılında yayınladığı Ġkinci Kitabı Süleymaniye Kürsüsünde II. MeĢrutiyet in ilanından sonraki hürriyet atmosferini anlattığı bölümde hürriyet ve istiklâlin kıymetini bilmek gerektiğini, Müslümanlar için onsuz ne din ne de Ġslam ın kalmayacağını söylerken Ġslam ın birbirinden farklı kavimleri aynı milliyet altında tuttuğunu, kavmiyetçiliğin bunu temelden yıkacağını belirterek Müslüman Afrika coğrafyasını bu yönüyle örnek verir. ĠĢte Fas, iģte Tunus, iģte Cezayir, gitti! ĠĢte Irak'ı da taksim ediyorlar Ģimdi. (Ersoy,1990: 64) Yine Mehmet Akif Safahat BeĢinci Kitap Berlin Hatıraları nda Çanakkale SavaĢları öncesinde Müslüman ahalinin durumunu anlatırken Mısır ın kâinat-ı Ġslam ın sıska gövdesi üstünde adeta kafası Ģeklinde olduğunu ve Ġngilizlerin bunu önceden idrak ederek o beyne yerleģtiklerini anlatır. Bilirsiniz ki: Mısır, kâinât-ı Ġslâm'ın O sıska gövdesi üstünde âdetâ kafası; Diyâr-ı Hind ise, göğsünde kalb-i hassâsı; Sizinkiler de, kımıldanmak isteyen koludur! (Ersoy,1990: 307) Mehmet Akif Ersoy un baģka Ģiirlerinde de özellikle Müslümanların ve Ġslam ın içinde bulunduğu olumsuz Ģartları ve durumları anlatırken bu coğrafyayı ve halkını dile getirdiği görülür. Akif in, Çanakkale ġehitlerine Ģiirinde sömürgelerden getirilen askerlerden bahsederken Müslüman olmayan diğer Afrika halkından da dolaylı olarak söz ettiğine Ģahit oluruz. Akif ten sonra Necip Fazıl Kısakürek e gelinceye kadar Cumhuriyet Sonrası Türk ġiiri nde Ģairlerin yeni rejimin de etkisiyle Ġslami düģünceye mesafeli durdukları görülür. Necip Fazıl Kısakürek le birlikte Ġslami hassasiyetin ön plana çıktığı Ģiirler tekrar Ģiirimizde kendini göstermeye baģlar. Cumhuriyet öncesinde ümmetçi ve daha evrensel Ġslam birliğini vurgulayan Mehmet Akif in Ġslamcılığının, Necip Fazıl da farklılaģtığını, Anadolu etrafında Ģekillenen farklı bir söylemin kendini gösterdiğini belirtmek gerekir. Dolayısıyla Necip Fazıl ın Ģiirinde biz bu anlamda Müslüman Afrika ya ve Afrikalıya özel bir vurgunun yapılmadığını görürüz. Ancak Necip Fazıl la tekrar Ġslami hassasiyetin uyandırılmasının ve bizim dıģımızdaki Ġslam coğrafyasında meydana gelen yeni ve farklı geliģmelerin de etkisi ile sonraki Ġslami hassasiyeti ön plana çıkaran kuģaklarda tekrar daha ümmetçi ve daha evrensel Ġslam birliği çizgisine kayıldığı görülür. Necip Fazıl dan sonra her ne kadar Ġkinci Yeni içerisinde gösterilse de Ġslami hassasiyeti ön plana çıkarması sebebiyle onlardan belirgin bir Ģekilde ayrılan Sezai Karakoç u aynı çizgide göstermek gerekir. Necip Fazıl dan farklı olarak Sezai Karakoç un Ģiirinde Türkiye dıģındaki Ġslam coğrafyası, daha ümmetçi bir yaklaģımla karģımıza çıkar. Sezai Karakoç un, özellikle Afrika Bağımsızlık SavaĢları dolayısıyla bağımsızlık mücadelesi veren Müslüman Afrika ve Afrikalıyı Ģiirinde ele aldığını görüyoruz. Sezai 174

175 Karakoç un Ģiirindeki bu konu, müstakil olarak M. Fatih Andı tarafından ele alındığı için biz kısa bir temasla yetineceğiz (Andı, 2010: ). Sezai Karakoç un Tunus un Fransızlara karģı yürüttüğü millî mücadele temasını iģleyen Ötesini Söylemeyeceğim adlı Ģiiri 1953 te yazılmıģ, daha sonra 24 Haziran 1956 tarihli Büyük Doğu Cezayir Bağımsızlık SavaĢçılarına ithaf edilmiģtir (Andı, 2010: ). Ötesini Söylemeyeceğim Ģiiri, on yaģındaki Tunuslu bir kız çocuğunun ağzından saf ve samimi tepkinin dile getirildiği ve Ģairin; çocuk içtenliğiyle büyük büyük lâfların, çatık kaģlı söylemlerin ifade etmeye yetmediği bir büyük tavır alıģa, sarsıcı bir emperyalizm karģıtlığı bilincine dönüģtürebilmeyi (Andı, 2010: ) baģardığı bir Ģiir olmuģtur. Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı Sizin ıslak saçlarınızı hiç sevmiyorum Tunusluların saçlarına benzemiyor sizin saçlarınız Bizim saçlarımıza benzemiyor sizin saçlarınız Yağmur bizim için yağıyor Çalılar için, Süleymanın tabancası için Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor. (Karakoç, 2009: 46) ġiirde bir metafizik yardım, bir atmosfer, bir ilâhî rahmet, bir eylem bilinci fonksiyonuyla bir leitmotive olarak (Andı, 2010: 187) kullanılan yağmur ve geleneksel olanın, bizim olan ortamın, değerler dünyasının sembolü halinde beliren tahta ev (Andı, 2010: 187); Ģiir boyunca sık sık tekrarlanarak Tunuslu küçük kızın ağzından Bay Yabancı ve Medeni Adam diye hitap ettiği Emperyalist Batı ve özelde de Fransa nın topraklarından çekip gitmelerini istemektedir. Sezai Karakoç 1958 de yayımlanan Kutsal At (Karakoç, 2009: 84) adlı Ģiirinde Cezayir bağımsızlık mücadelesini ele alır. ġiirde Karakoç, Cezayir in içinde bulunduğu durumu Fransa ya karģı girdiği mücadeleyi atlar üzerinden anlatır ve Cezayir'de atların gördüğünü kimsenin görmediğinden bahseder. Yine Sezai Karakoç, 1974'te yayımladığı Sepet (Karakoç, 2009: 414) adlı Ģiirde sepetleri, Cezayirli ve Filistinli annelerin çocuklarını saklamak ve düģmandan kaçırmak için kullandıklarını anlatır. Afrika, Bazen Ġslâm coğrafyasının bir parçası olarak Ġskenderiye, Kahire gibi Afrika Ģehirleri, bazen ezilen ve sömürülen insanların coğrafyası olarak tarihî perspektif içinde bütün bir Afrika kıtası bir motif olarak Karakoç'un Ģiirlerine serpilmiģ bir Ģekilde karģımıza çıkar. (Andı, 2010: ) ġiirlerinde Ġslami hassasiyeti ön plana çıkaran bir baģka Ģair de Erdem Bayazıt tır. Necip Fazıl ın çizgisini devam ettiren Erdem Bayazıt, Sezai Karakoç un da etkisinde kalmıģtır. Sezai Karakoç gibi bütün zulüm gören Müslümanlara karģı duyarsız kalmaması dolayısıyla onun da Ģiirinde Afrika coğrafyasına rastlamaktayız. Bununla birlikte Erdem Beyazıt ın yaģadığı dönemde bağımsızlık savaģlarıyla Müslüman Afrika ülkeleri bağımsızlıklarını kazanmıģ, ancak dünyanın baģka bölgelerinde Müslümanların zulüm gördüğü ve iģgali yaģadıkları ve mücadeleye giriģtikleri Filistin, Afganistan gibi artık bütün dünya Müslümanlarının kalplerinin orada attığı yeni coğrafyalar ortaya çıkmıģtır. ĠĢte Ġslami hassasiyetle eser veren Ģairlerin yüzlerini bu coğrafyalara döndüğünü görmekteyiz. Bu yüzden Erdem Beyazıt ın Ģiirinde Afrika müstakil bir tema Ģeklinde değil de daha çok bir motif olarak karģımıza çıkar. Erdem Bayazıt, Müslüman Afrika ülkelerinin bir kısmı için bağımsızlık savaģlarının henüz bittiği, bir kısmı için hâlâ devam ettiği 1958 de yazdığı Gölgelere Dair adlı Ģiirde Afrika ya farklı bir misyon yüklemiģ, burayı henüz modernizmin hasar vermediği, çağın teknolojisinin kuģatamadığı bâkir bir modern çağdan kaçıģ mekanı olarak göstermiģtir (Çiçekli, 2014: 34). kızıyordum / hele hele hep düğmelere basıp yaģamalarına çok çok içerlemiģtim / sonra kalkıp afrikaya gittim / ohh afrikaya. (Bayazıt, 2003: 70) Ramazan Kaplan da Erdem Beyazıt ın bu Ģiirin, Afrika nın bir tabiat öğesi gibi algılandığından ve çağın olumsuzluklarına karģı farklı değerleri temsil eden bir rolü üstlenmiģ olduğundan bahsetmektedir (Kaplan, 2008). Sürüp Gelen Çağlardan (Bayazıt, 2003: 34-35) adlı Ģiirinde Erdem Beyazıt, dünyadaki savaģlardan ve savaģ düģüncesinden hareketle içinde kaya gibi oturan savaģ birikintisini anlatırken Afrika yı da sayar. 175

176 Ayrıca burada iģçilerden, emekten, zulme uğramıģ bütün yüreklerden söz ederken zenci yüreğini de vurgular. Yine Erdem Beyazıt ın Ekonomi Burcundan (Bayazıt, 2003: ) adlı Ģiirinde de dünyaya hâkim olan yeni modern insan tipinin ve modernizmin o yeni emparyalist ruhuyla bütün dünyaya yayılmaya baģladığını anlatırken Afrika yı, Nil i, Sina yı da ismen saydığını görürüz. Her ne kadar Ģiir tekniği bakımından Ġkinci Yeni Ģiiriyle birlikte ismi anılsa da Cahit Zarifoğlu, zihniyet itibariyle Ģiirlerini Ġslami hassasiyetle yazan bir Ģairdir. Erdem Bayazıt gibi döneminde özellikle Afganistan ı, Filistin i ve ezilen diğer Müslümanları konu alan pek çok Ģiir yazmıģtır. Cahit Zarifoğlu nun Ģiirinde Afrika nın çağrıģımlarının tümünü yüklenen ülke adları Ģeklinde Afrika ve Afrikalıyı bahis konusu yaptığını görüyoruz. AkĢam Sofrasında Yedi KiĢilik Bir Aile Oyunu adlı Ģiirde gelenekle bağı kopmuģ ve onunla henüz bir köprü kurmaya çalıģan modern insanın sorgulamaları sırasında Afrika ülkeleri farklı çağrıģımlar yüklenerek zikredilmiģtir. Burada farklı yorumlar yapmak mümkünse de annenin, yani geleneğin, yani bizim insanımızın sömürgeci olmaması dolayısıyla çok uzak iklimlerden, Afrika ve Afrika halkından haberdar olmaması veya annenin kendi geleneksel hayat tarzı içinde buraları bilmeye ihtiyaç duymaması Ģeklinde de yorumlanabilir. Hayır anneciğim Nijerya Çad Uganda da Hiç te uzak değil Ġnsan orada da Sabah kalkar iģleri vardır (Zarifoğlu, 1989: 318) Yine Cahit Zarifoğlu nun bazen de Açık Açık Çağırır AĢkını (Zarifoğlu, 1989: 31) ve Salvo (Zarifoğlu, 1989: 63) adlı Ģiirlerinde olduğu gibi zenci kelimesinin çağrıģımlarıyla, bir imge olarak Afrika ve Afrikalıyı bahis konusu yaptığını görüyoruz. c. Ġkinci Yeni ġiirinde Afrika ve Afrikalı Ġkinci Yeni Ģiirinin toplumsal gerçeklere, siyasal hadiselere sırt çeviren, ezilen çoğunluğa değil seçkin azınlığa hitap eden, Ģiirle uğraģanların bile anlamakta güçlük çektiği soyut ve imgeci bir Ģiir olduğu konusunda hâkim bir kanaat vardır. Ancak II. Yeni Ģairlerinin, yaģadıkları ülkenin ve dünyanın gerçeklerine sırt çevirmediklerini, sadece bunu kendi simgeci-soyut Ģiir anlayıģları doğrultusunda anlattıklarını görmek mümkündür. Ġkinci Yeni Ģairi olarak kabul edilen Ģairlerin Ģiirlerinde de Afrika ve Afrika insanının bir imge olarak ele alındığına Ģahit oluyoruz. Ġkinci Yeni Ģiirinde Afrika konusu ile ilgili geniģ ve müstakil iki çalıģma 2 yapıldığından bu konuya kısa bir temasla yetineceğiz. Ġkinci Yeni Ģiirinin önemli temsilcilerinden Turgut Uyar ın, Dünyanın En Güzel Arabistanı (Uyar, 1959) adlı Ģiir kitabındaki Övgü, Ölüye Ģiirinde Afrika imgesi Mağribî adıyla verilir. sessiz ve uğultulu Ģarkıları boģuna taģ kırmaların. Alkol bir büyük uğraģtır, ey Mağribî, ey değerini Ve sonsuz düzenini bulamamıģ göçebe. (Uyar, 1959: 221) Bu mısralar Fas ve Cezayir halkı için kullanılan Mağribî kelimesi ile bu insanların uzun yıllar sömürge olmuģ olmalarına bir vurgu yapıldığı Ģeklinde de yorumlanabilir. Ġkinci Yeni Ģiirinin bir baģka önemli temsilcilerinden Cemal Süreya nın Ģiir kitabına da ismini veren Üvercinka (Süreya, 1958) adlı Ģiirinde Afrika dâhil (Süreya, 1958: 38) mısrası oldukça önemlidir. Modern dünya tarafından üçüncü dünya ülkelerinin oluģturduğu bir kıta olarak görülen Afrika, yok sayılmanın ve ötekileģtirilmenin derin acılarını yaģayan bir coğrafyadır. ġair belki de bu bağlamdaki tepkisini ortaya koymak için sevgiliye ait olumlu Ģeyleri Afrika yla iliģkilendirerek söyler. (Kacıroğlu, 2011: 194) Ġkinci Yeni nin bir baģka Ģairi Edip Cansever in, Tah Tah Tah adlı Ģiirinde geçen Daha dün taptaze bir Afrikalıyı yediler (Cansever, 2008: 217) mısrası, Ģair-öznenin askerlikteki hâli sömürgeci güçler ya da beyazlar tarafından yenmiģ bir Afrikalı (Kacıroğlu, 2011: 194) Ģeklinde yorumlanabilir. Ġkinci Yeni Ģairlerinden Ġlhan Berk ve Ece Ayhan ın da Afrika ve Afrika yı bir imge olarak kullandıkları görülür. 2 Bk. 1. Murat Kacıroğlu, Ġkinci Yeni ġiirinde Öteki Dünya: Ortadoğu ve Afrika, Türkiyat Mecmuası, Güz, C. 21, S. 2, Ġstanbul, 2011, s , 2. M. Fatih Andı, GüneĢe Tutulan Ayna, s

177 d. ġiirlerinde Afrika ve Afrikalıyı Ele Alan Diğer ġairler Ġlk Ģiirlerini Nazım Hikmet in yolunda Toplumcu Gerçekçi bir çizgide kaleme alan Attila Ġlhan, 1950 lerden itibaren ise özellikle 2. Paris dönüģünde Atatürkçülüğe yaslanan bir sosyal realizm kurmaya giriģir (Bezirci, 1969: 77), böylece Ģiiri Toplumcu Gerçekçi çizgiden farklı ve özgün bir yola girmiģ olur. Ġkinci Yeni ye bireysel ve biçimci olmaları yönüyle en sert tepkiyi veren Ģairlerden biri olan Attila Ġlhan ın bireysel görünen Ģiirleri bile, aslında toplumcu - gerçekçi mesajı ferdin arkasından sezdiren Ģiirlerdir (Çelik, 2010: 76-77). Bu yönüyle Attila Ġlhan ın kendisi, Ģiirini Toplumcu Gerçekçi bir Ģiir olarak tanımlamadığı ve yine Ģiirinde emperyalizm ve kapitalizme karģı baģkaldıran, ezilen, sömürülen insanları ve onların sorunlarını kendine özgü bir biçimde dile getirdiği ve bu duyarlılığı da sosyal realizm olarak tarif ettiği için biz de Attila Ġlhan ın Ģiirlerinde ele aldığı Afrika ve Afrikalıyı Toplumcu Gerçekçi Ģiir içerisinde değil de müstakil olarak ele almayı uygun bulduk. Attila Ġlhan ın Ben Sana Mecburum kitabının son bölümü olan Cehennem Dairesi kısmında cezayir mektubu (Ġlhan, 2012: 115) adlı Ģiir kendi ifadesine göre, yüzeysel bir okumayla bir aģk Ģiiri sanılabilecek bu Ģiir, yiğit cezayir in fransız emperyalizmine karģı verdiği kurtuluģ savaģını bir açıdan yansıtıyor. (Ġlhan, 2012:153). Her ne kadar açık bir Ģekilde yine Afrika ismi zikredilmezse de aynı bölümdeki viyolensel yalnızlığı, ikinci viyolensel ve birinci keman adlı Ģiirler Attila Ġlhan a göre dikkatli okunursa afrika daki kurtuluģ hareketlerine kadar bütün özgürlük etkinliklerini kucakladığı görülür. (Ġlhan, 2012: 152). Yine Attila Ġlhan ın Ben Sana Mecburum kitabındaki Yorgun Serüvenci adlı Ģiirde, fransız afrikası'nda iģ arıyorum / cezayir'de kurģuna diziliyorum (Ġlhan, 2012: 17) ifadeleriyle yine Fransa nın Cezayir de yaptığı zulme bir gönderme vardır. Attila Ġlhan ın Duvar kitabındaki kutup yıldızı rivayet eder (Ġlhan, 2011: ) adlı Ģiirinde Ġkinci Dünya SavaĢı sırasında onun sadece sıcak savaģı yaģayanları değil, tüm insanlığı görmek, anlayabilmek için kutup yıldızına baģvurduğu görülür (Gözükaraoğlu, 2011: 617). ġiirde Ġkinci Dünya SavaĢı nda Kuzey Afrika cepheleri, Mısır daki El Elameyn, Libya daki El Ageyla ve Tobruk gibi Afrika coğrafyasından mekânlar; askerin sevgilisinin sembolü durumundaki Lili Marlen le birlikte aynı atmosfer içinde verilerek bütün dünyanın ve dünya askerlerinin çektiği acıya bir baģkaldırı Ģeklinde iģlenmiģtir (Çelik, 2010: 95). Yine aynı kitaptaki lili marlen (Ġlhan, 2011: ) isimli Ģiirde esas konu, Sudanlı Müslümanların hürriyet için verdikleri mücadeledir. Ayrıca Ģiirde Mısır, El Kahire, Nil Nehri gibi Kuzey Afrika mekânları karģımıza çıkmaktadır (Çelik, 2010: 95). Yine bu dönemde belli bir Ģiir akımı içine dâhil edemeyeceğimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Ceyhun Atuf Kansu gibi Ģairleri doğrudan Toplumcu-Gerçekçi Ģiir içerisinde gösteremezsek de zaman zaman iģledikleri konular açısından toplumcu Ģiir çizgisinde düģünmek mümkündür (Gülendam, 2010:224). Elimden gelse, askerlik görevi gibi, her ozanın yapıtları içinde, Ģiirleri içinde, bir oranla toplum konularını yazması amacıyla bir yasa çıkarırdım. (Doğan 2001: 71-72) diyen Fazıl Hüsnü Dağlarca sadece kendi ülkesinin sorunlarını değil, yaģadığı dönemde insanlığı ilgilendiren tüm sorunlar üzerine de Ģiir yazmıģtır. Bu açıdan doğal olarak da ezilen, sömürülen ve bağımsızlık mücadelesi veren Afrika halkı ve Afrika coğrafyası Fazıl Hüsnü Dağlarca nın Ģiirlerinde karģımıza çıkar. Yukarı Volta daki adlı Ģiirinde Batı Afrika da küçük bir ülke olan ve eskiden Yukarı Volta ismiyle bilinen 1960 da bağımsızlığını ilan eden Burkina Faso ülkesinden bahseder. Dağlarca, derilerinin rengi ve diğer fiziksel özellikleri dolayısıyla hor görülen Afrikalı kadınların üstün taraflarını göstermek için Yukarı Volta daki kadını ele alır ve onu yüceltir. Emzirirsin geceyi özgürlüğü Güzel Afrikalısın çünkü sen Derime değersin daha diri Bacakların yukarda (Dağlarca,1985: 18) Yine Fazıl Hüsnü, Moritanyalımız adlı Ģiirde doğaya karģı gerek korkudan gerek kötü ruhları kovmak için yüzünü, vücudunu, bambulardan örülmüģ kulübesini boyayan ve vahģi doğada yaģamanın getirdiği kaçınılmaz sonuçları kabullenen Moritanyalı bir kadını anlatır. Tam tamlar yankılanırken tepeler boyu Erkeğini mi parçalamıģtır avda pars Neylesin ha neylesin Yarar da yüreğinin üstünü kızgın çakıl taģıyla Boyar Moritanyalımız Yarım kalmıģ sevgisini (Dağlarca, 1985: 25-26) 177

178 Fazıl Hüsnü Dağlarca nın BaĢlam (Dağlarca, 1985: 488) Gobistan (Dağlarca, 1985: 175) Mavi Karanlığa Seslenmek (Dağlarca, 1985: 490), gibi baģka birçok Ģiirlerinde de Afrika çoğu zaman bir imge olarak karģımıza çıkmaktadır. ġiirlerinde Afrika ve Afrikalıyı ele aldığı görülen bir baģka Ģair de Ceyhun Atuf Kansu dur. Topluma yönelik bir Ģiir anlayıģı ile hareket eden Ceyhun Atuf Kansu nun, Atatürkçülük çizgisinde bir vatan sevgisi ile Ģiirlerinde Anadolu insanını ve özellikle çocukları konu edinmesinin yanında hümanist bir tavırla Türkiye coğrafyasını aģarak bütün insanların sorunlarını dile getirdiği de görülür (Aydemir, 2014: ). Ceyhun Atuf Kansu Iyon garında askerler (Kansu, 1999: 54-57) Ģiirinde Fransa nın Cezayir i iģgalini ve Cezayir in bağımsızlık mücadelesini anlatırken; özgürlük, bağımsızlık, hak ve adalet için model olmuģ Fransa nın kendi geçmiģine yaptığı ihanetten söz eder. Kansu, dünyada feodal yapılara karģı çıkma noktasında öne çıkmıģ, emperyalizmle mücadelede simge olmuģ bütün isimlerle birlikte, Cezayir in bağımsızlık savaģının yanında olduklarını söyleyerek Fransa nın uygarlık adına yapıp ettikleri her Ģeyin bir yalandan ibaret olduğunun Cezayir deki çocukların durumundan anlaģıldığını belirtir. YırtılmıĢ, Fransa bayrağının gölgesinde, Ġnsan hakları bildirisi eģit yalan, özgür yalan! Fransız devrimi düģer karģı sokaklardan, Bir kanlı top gibi Cezayirli çocukların ellerine, Çıplak bırakılmıģ çocukları Cezayirin fakir çocukları, Donsuz bırakılmıģ uygarlık adına (Kansu, 1999: 57) ABD politikalarına ters düģen Kongo Demokratik Cumhuriyetinin ilk baģbakanı Patrice Lumumba ya 1961 de bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine yazdığı lumumba (Kansu, 1999: 62-64) adlı Ģiirinde Ceyhun Atuf Kansu; Patrice Lumumba dan hareketle Afrika dolayısıyla da Kongo dan ve dünyada emperyalistler tarafından sömürülen, ezilen diğer yoksul insanlardan söz etmektedir. Güçlüdürler, güçlü onlar: Kongo zengin, EzilmiĢlikle yoksulluk her yerde dilsizdir Dilsizdir fakir beyazlar ve zenci milyonlar Aldanıyoruz durmadan, elimizde ne var? Asyada, Afrikada, Güney Amerikada, Perulu kızlar, Viyetnamlı oğullar Ve sen Lumumba Bedeni delik deģik zenci baba! (Kansu, 1999: 64) Genellikle aģk, ayrılık gibi daha bireysel temalar etrafında Ģiir yazan Ümit YaĢar Oğuzcan ın Ģiirlerinde de Afrika ve Afrika halkı karģımıza çıkmaktadır. Ümit YaĢar Oğuzcan hümanist bir tavırla dünyadaki problemlere ve dönemin sorunlarına duyarsız kalmamıģtır. Oğuzcan nın Afrika adlı Ģiirinde Afrika nın emperyalizme baģkaldırdığından, yüzyıllardan beridir süren makûs talihlerini yenmek, özgürlüklerini kazanmak için artık uyanıģ hareketinin baģladığından söz edilmektedir. Tamtamlar çalmaya baģladı Afrika uyanıyor çığlık çığlık Zencilerin kara bedenleri bir bayrak gibi dalgalanmakta Kocaman bileklerinde yüz bin yılın zincir yerleri boğum boğum VahĢi ırmaklar akıyor damarlarından Afrika uyanıyor artık (Oğuzcan, 2007: 350) Yine Ümit YaĢar Oğuzcan ın Birinci Ajans Bülteni adlı Ģiirinde Cezayir de hürriyet uğruna kurģuna dizilenler ve Kenya da boğazlanan insanlar varken dört büyüklerin insanlık ve kardeģlik adına toplanıp bir masa etrafında dünya meselelerini konuģtukları anlatılır. Zenciler linç ediliyor Cezayir de Kan kusuyor mitralyözler Hürriyet uğruna KurĢuna diziliyor 178

179 Kadınlar çocuklar askerler Sonra Kenya'da Mau maular boğazlanıyor Yüksek menfaatleri için anavatanın Bunun adına Ġnsanlık diyorlar KardeĢlik diyorlar OturmuĢ da 4 büyükler Yuvarlak masaya Dünya meselelerini gözden geçiriyorlar (Oğuzcan, 2007: 345) Cemal Süreya Üvercinka adlı Ģiirindeki Afrika dâhil ifadesinde Afrika nın çağrıģımlarıyla Afrika yı nasıl imge olarak kullanmıģsa farklı çağrıģım değerleriyle Ümit YaĢar Oğuzcan ın Adak adlı Ģiirinde yer alan sana Afrika Gecelerini getireceğim (Oğuzcan, 2007: 238) ve Islak Gül adlı Ģiirinde geçen Afrikalı kölenim senin, esirin, mecburunum (Oğuzcan, 2003: 11) mısralarında bir imge olarak Afrika nın kullanıldığı görülmektedir. ÂĢık tarzı Türk Ģiirinin Cumhuriyet sonrasındaki en önemli temsilcilerinden biri olarak adlandırabileceğimiz ve geleneksel Türk halk Ģiirinden farklı olarak, halk Ģiirine yeni imgeler katmıģ olan, toplumsal aksaklıkları, haksızlıkları ve adaletsizlikleri düzeltmek için kalemini silah gibi kullanan Abdurrahim Karakoç un (Avcı, 2012: ) dünya meselelerine de kayıtsız kalmadığı, bu sebepten ezilen, sömürülen Afrika ve Afrikalıyı Ģiirine konu ettiği görülmektedir. BeĢinci Mevsim kitabındaki Sıcak Afrika nın Siyah Ağıdı (Karakoç, 1987: 61-62) adlı Ģiirinde bir Afrikalının ağzından Batı nın Afrika topraklarını önce Ġncil le sonra kılıçla nasıl iģgal ettiklerini, türlü zulümlerle kendilerini köle yaptıklarını ve sömürdüklerini söyleyerek adaletsiz bir medeniyetin babası olan beyaz insanın tek ölçüsünün menfaat olduğundan bahseder. Köle yaptılar bizleri beyaz medeniyete Götürdüler madenlerimizi, meyvelerimizi, çocuklarımızı Ve iģte onlardan geriye kalan: BoĢ bir kilise TaĢ bir kule Bronz bir çan (Karakoç, 1987: 61) Sonuç Cumhuriyet döneminde Afrika ve Afrikalı; içinde bulunduğu açlık, iģsizlik gibi olumsuz koģullar ve sürdürdükleri ulusal kurtuluģ ve direniģ hareketleri sebebiyle Ģiirimize konu olmuģ ve Ģairlerimiz, Afrika ve Afrika halkını, müstakil bir konu ya da imge olarak Ģiirlerinde ele almıģlardır. Tema ya da imge Ģeklinde karģımıza çıkan Afrika ve Afrikalı olgusunun, Cumhuriyet sonrası Türk Ģiirinde temel olarak, iki önemli yönelim tarafından, Toplumcu Gerçekçi Ģairler ve Ġslami hassasiyeti ön plana çıkaran Ģairlerce, ele alındığı görülmektedir. Bunların yanında Afrika ve Afrikalıyı temelde bir toplumcu yaklaģım olsa da bazen direkt olarak toplumcu gerçekçi bir ideolojiye bağlamayan, bazen de insanlık problemi olarak gördükleri bu konuyu erdemli bir davranıģ sergilemek adına hümanist bir yaklaģımla ele alan Ģairler de karģımıza çıkmaktadır. KAYNAKÇA A. KADĠR, Mutlu Olmak Varken, Can Yayınları, Ġstanbul, ANDI, M. Fatih, Afrika Bağımsızlık SavaĢlarının Ġkinci Yeni ġiirine Yansımaları ve Sezai Karakoç, GüneĢe Tutulan Ayna, Hat Yayınevi, Ġstanbul, AHMET, Abdurrazek, Cumhuriyete Kadar Türk Romanında Araplar ve Arap Coğrafyası, Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, BasılmamıĢ Doktora Tezi, AYDEMĠR, Mustafa, Ceyhun Atuf Kansu nun ġiir Sanatı ve ġiirinde Çocuk, A. Ü. Türkiyat AraĢtırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED] 51, Erzurum, AVCI, Ramazan, Abdurrahim Karakoç, Teke Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, S. ½, Erzurum, BAYAZIT, Erdem, ġiirler, Ġz Yayıncılık, Ġstanbul, BEZĠRCĠ, Asım, Attila Ġlhan, Papirüs Dergisi, S. 40, Ġstanbul,

180 CANSEVER, Edip, Sonrası Kalır I, YKY, Ġstanbul, ÇELĠK, Yakup, Duvar dan Kimi Sevsem Sensin e Attilâ Ġlhan ġiiri, Attilâ Ġlhan, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, ÇĠÇEKLĠ, Hatice, Erdem Bayazıt'ın ġiirlerinde Din ve Metafizik, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ġstanbul, DOĞAN, Mehmet H., Bir Dağlarca Portresi Denemesi, ġiir, Bugün, Yapı Kredi Yay, Ġstanbul, DURSUN, Davut, Afrika/II Tarih DĠA, TDV, C. 1, Ġstanbul, EROL, M., BĠNGÖL, O., Birinci Dünya SavaĢı'nın Afrika'ya ve Sömürgeciliğe Etkileri, Gazi Akademik BakıĢ Dergisi, S. 14, C. 7, Ankara, ERSOY, Mehmet Âkif, Safahat Edisyon Kritik- Yay. Haz.: M. Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, GÖZÜKARAOĞLU, Didem, Attila Ġlhan ġiirlerinin Dili, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Edirne, GÜLENDAM, Ramazan, Siyaseti ġiirde YaĢamak: Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Sosyalist ġiir, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume, 5/2 Spring, GÜRSOY, Cevat RüĢtü, Afrika DĠA, TDV, C. 1, Ġstanbul, HASAN Hüseyin, Acıyı Bal Eyledik, Bilgi Yayınevi, Ankara, , Kavel, Bilgi Yayınevi, Ankara, HAZAR, Numan, KüreselleĢme Sürecinde Afrika ve Türkiye-Afrika ĠliĢkileri, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, ĠLHAN, Attila, Ben Sana Mecburum, Türkiye ĠĢ Bankası Yayınları, Ġstanbul, , Duvar, Türkiye ĠĢ Bankası Yayınları, Ġstanbul, KACIROĞLU, Murat, Ġkinci Yeni ġiirinde Öteki Dünya: Ortadoğu ve Afrika, Türkiyat Mecmuası, Güz, C. 21, S. 2, Ġstanbul, KANSU, Ceyhun Atuf, Bağımsızlık Gülü/ ġiirler, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yay. A.ġ, KAPLAN, Ramazan, Modern Çağa Ġsyan ya da Erdem Bayazıt ın ġiiri, Hece Dergisi, S. 142, Ankara, KARAKOÇ, Abdurrahim, BeĢinci Mevsim, Bizim Ocak Yayınları, Ankara, KARAKOÇ, Sezai, Gün Doğmadan/ġiirler, DiriliĢ Yayınları, Ġstanbul, KAVAS, Ahmet, Afrika da BütünleĢme Hareketleri, Stratejik Öngörü Dergisi, Ġstanbul, Nazım Hikmet, Bütün ġiirleri, Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul, , Tüm Eserleri 4/ġiirler 4, Haz. Asım Bezirci, Cem Yayınları, Ġstanbul, , Türkiye ĠĢçi Sınıfına Selam, Özgün Yayınları, Ġstanbul, OĞUZCAN, Ümit YaĢar, ġiir Denizi 1, Özgür Yayınları, Ġstanbul, , ġiiir Denizi 2, Özgür Yayınları, Ġstanbul, ÖZER, Kemal, Geceye KarĢı SöylenmiĢtir, Cem Yayıncılık, Ġstanbul, SÜREYA, Cemal, Üvercinka, Yeditepe Yayınları, Ġstanbul, TÜRKALĠ, Vedat, Eski ġiirler Yeni Türküler, GendaĢ Kültür Yayınları, Ġstanbul, UYAR, Turgut, Dünyanın En Güzel Arabistanı, Açık Oturum Yayınları, Ġstanbul, ZARĠFOĞLU, Cahit, ġiirler, Beyan Yayınları, Ġstanbul,

181 KĠRALIK KONAK I HĠSTERĠ ÜZERĠNDEN OKUMAK Ġlhan SÜZGÜN ÖZ: Yakup Kadri Karaosmanoğlu nun 1921 yılında kaleme aldığı ve ilk romanı olma özelliği taşıyan Kiralık Konak ın baş kadın karakteri Seniha hakkında yapılan çalışmalarda, Seniha daha çok alafranga hain, züppe, Batılılaşmayı yanlış anlamış ve bu yanlış Batılılaşmanın kurbanı olmuş bir karakter olarak karşımıza çıkar. Bu bildiri daha önce yapılmış çalışmalardan farklı olarak Seniha nın psikolojisini ya da iç dünyasını histeri hastalığı üzerinden okumayı, bu hastalık için sunulan çözüm önerisinin ne anlama geldiğini ve bu çözümün beraberinde getirdiği tartışmalara değinmeyi amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: Yakup Kadri, Kiralık Konak, Histeri, Seniha. READING KĠRALIK KONAK IN THE CONTEXT OF HYSTERIA ABSTRACT: According to studies which are conducted about Seniha who is the main woman character in Yakup Kadri Karaosmanoğlu s first novel Kiralık Konak that was written in 1921, her personality appears as european proditor, snobb, misunderstood of westernization and thus, victim of this misunderstood westernization. Unlike previous studies, this proceeding aims to read the psychology or inner world of Seniha in the context of hysteria, and to understand the treatment options of this illness and to mention about the arguments arising from these options. Keywords: Yakup Kadri, Kiralık Konak, Hysteria, Seniha. GiriĢ Yakup Kadri Karaosmanoğlu nun 1921 yılında kaleme aldığı ve ilk romanı olma özelliği taģıyan Kiralık Konak ın baģ kadın karakteri Seniha, romanın baģında bir yerde dört gün içerisinde birbirinden Ģiddetli iki sinir krizi geçirir. Bunun üzerine büyükbabası Naim Efendi torununu doktor doktor gezdirerek hastalığına çare arar. Ancak gelinen noktada hastalığın öldürücü olmadığı, çaresinin de evlenmek ve çocuk doğurmak olduğu anlaģılır. ĠĢte bu bildiri de bu olaydan yola çıkarak bir sinir krizinin ardındaki psikolojik yapıyı histeri kavramı üzerinden okumayı, bu hastalık için sunulan çözüm önerisinin ne anlama geldiğini ve bu çözümün beraberinde getirdiği tartıģmalara değinmeyi amaçlamaktadır. Ġki bölümden oluģan tebliğin birinci bölümünde histeri kavramı Ahmet Mithat Efendi nin histeri kavramı hakkındaki görüģleri üzerinden açıklanacak 1, ikinci bölümde ise Yakup Kadri Karaosmanoğlu nun Kiralık Konak ı, histeri kavramından hareketle Seniha karakteri üzerinden değerlendirilecektir. Yunanca rahim anlamına gelen histeri kelimesi, Türkçe sözlüklerde isteri ya da histeri olarak kullanılmıģ ve beģ duyu organımıza ait geçici hissi ve ruhi bozukluk, çırpınma, kasılma 2 ve bazen inme belirtileri ile ortaya çıkan ve kadınlarda görülen sinir bozukluğu olarak tanımlanmıģtır. 3 Psikoloji sözlüğünde ise klasik anlamıyla telkine açıklık, duygusal patlamalar, histriyonik davranıģlar, bastırılmıģ kaygı, bilinç dıģı çatıģmaların felç, körlük, his kaybı gibi fiziksel semptomlara dönüģtürülmesi vb. semptomlarla tanımlanan bir nevroz 4 olarak tanımlanır. Öğr. Gör., Ġstanbul ġehir Üniversitesi. 1 Histeri kavramının Ahmet Mithat üzerinden ele alınmasının temel nedeni, Kiralık Konak taki Seniha karakterinin modern histerik tanılara uymayıp Ahmet Mithat ın ele aldığı on dokuzuncu yüzyıl öncesi histeri anlayıģına uymasıdır. Konu ile ilgili daha detaylı bilgi için bk. Gülbahar BaĢtuğ, Histerik Kadınların ve EĢlerinin Kendilerini ve Birbirlerini Algılamalarının KarĢılaĢtırılması, BasılmamıĢ Yüksek Lisan Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara, Ġlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. 2, Kubbealtı NeĢriyatı, Ġstanbul, 2005, s Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Vadi Yayınları, Ankara, 2003, s Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Vakfı Yayınları, Ankara, 2003, s

182 Ahmet Mithat Efendi ile Fatma Aliye nin ortaklaģa yazdığı Hayal ve Hakikat hikâyesi Aralık 1891 tarihleri arasında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilir ve bir yıl sonra 1892 yılında da kitap olarak basılır. 5 Hikâye, ilk olarak Fatma Aliye nin kaleme aldığı Vedat kısmı ile baģlar. Fatma Aliye, Vedat ile Vefa arasındaki aģkın Vedat tarafından nasıl deneyimlendiğini bize aktarır. Bu bölümü de iki bölümden oluģan bir Ek takip eder. Ek in birinci bölümünde, söz konusu aģkın bu defa Vefa tarafından nasıl deneyimlendiğini Ahmet Mithat Efendi den öğreniriz. Ek in ikinci bölümü ise histeriye odaklanır. Histeriye odaklanan bu bölüm, bu bildirinin teorik altyapısını oluģturmaktadır. 6 Ek in ikinci bölümünde Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Mithat imzasıyla doğrudan okurla konuģarak, histeri hakkında bilgi vermeye baģlar. Bu kısımda hikâyenin kurgu ve olay örgüsü arka planda kalırken, metin, hikâyeden makaleye doğru yönelmektedir. 7 Ahmet Mithat Efendi Ġsteri-Hystérie baģlıklı bölümde ilk olarak histerinin nasıl ortaya çıktığına ve belirtilerine değinir. Ġsteri denilen hastalığın Hipokrat zamanından bu yana bilindiğini ve daha çok kadınlarda karģılaģılan bir rahatsızlık olduğu için rahim tıkanması anlamında kullanıldığını belirtir. Ancak sonrasında sadece kadınlara özgü bir organa dayandırılarak adlandırılan bu hastalığın, erkeklerde de görülmesi üzerine, bu ismin ya da bu tanımlamanın uygun olmadığını ifade eder. 8 Fakat bu noktada histerinin bir kadın hastalığı olarak görülmesine temkinli yaklaģan Ahmet Mithat Efendi, metnin ilerleyen kısımlarında histeri ile ilgili analizlerini yine kadınlar üzerinden yapmaya devam eder. Bu hastalığın kadınlarda ergenlik döneminde baģladığını ve kadınlık hallerinin kesintiye uğraması, yani menopoz dönemine kadar devam ettiğini söyler. 9 Hastalığın ilk safhalarında hastanın hiçbir Ģey istemediğini, sık sık uyuduğunu ya da uyku halinde olduğunu, hiçbir Ģeyden hoģlanmamaya baģladığını, istemediği bir Ģeyi hiç istemediğini, arzuladığında da sınır tanımadığını belirtir. KiĢilerin karakterinin sık sık değiģtiğini, hareketli bir durumdan birden mahzun bir duruma geçerek uzun uzun ağladıklarını ve böylece rahatladıklarını ifade eder. 10 Hastalık biraz daha ilerleyince havadan oluģmuģ bir kabarcığın karından boğaza doğru ilerlediğini, boğaza gelince bir tıkanıklık halini verdiğini, bunun da histerinin tam anlamıyla meydana geldiğinin göstergesi olduğunu belirtir. Bundan sonraki aģamada ise histeri hastalığının bir çeģit nöbet hali aldığına değinen Ahmet Mithat Efendi, hastanın sinir nöbetleri geçirdiğini, ellerinde ve ayaklarında soğumalar olduğunu, benzinin sarardığını, nefes alıģveriģinin hızlandığını ve sonunda da sürecin bayılma ile neticelendiğini ifade eder. 11 Ahmet Mithat Efendi, hastalığın kiģi üzerindeki belirtilerinin yanı sıra, toplumun hangi kesimlerinde olabileceğine dair de sosyolojik tespitlerde bulunur. Ona göre histeri, hali vakti yerinde olan, yani varlıklı ailelerin kızlarında ortaya çıkar. Fakir ve köyde yetiģmiģ kızlarda pek bulunmaz. Bunu da Ģu Ģekilde gerekçelendirir: Fakir ailelerde ve köylerde ağır ev iģleri çoğunlukla kızlara yüklendiği için, o kızlar daima çalıģarak soğuğa, sıcağa ve yorgunluğa maruz kalırlar. Böylece sinir ve kasları geliģir ve on beģ, on altı yaģlarına geldiklerinde zihinleri birtakım hayallerle meģgul olmadığından bu hastalığa yakalanmazlar. ġehirli kızlar içinse bir açıklamadan ziyade örnek vermekle yetinir. Fransa da bir dönem kızlara roman okumanın yasak olduğunu ve bu yasağın da roman okuyan kızların histeriye daha çok yatkın olmasından kaynaklandığı söyler. 12 Ahmet Mithat Efendi, histeriyle ilgili bütün bu açıklamalarından sonra bu hastalığa yakalanmamak ve korunmak için Hipokrat a atfen Ģu çözümü sunar: Hipokrat demiģ ki bu hastalığa yakalananları kocaya vermelidir. Doktorların tecrübelerine göre hastalık eğer henüz baģlangıçta ise hakikaten evliliğinin büyük yardımı olabilir. Lakin çarçabuk evlat doğurarak onlara bakmakla da meģgul olursa! der. 13 Bu arka plandan sonra Kiralık Konak a ya da özelde Seniha ya dönecek olursak, Seniha: Defterihakani ve Evkaf Nezaretleri gibi devletin yüksek mevkilerinde bulunmuģ Naim Efendi nin torunu, Sadri Molla nın kazasker oğlu Servet Bey in kızıdır. Bu bize Ahmet Mithat Efendi nin histerinin Ģehirli ve hali vakti yerinde olan kızlarda görülebileceği fikrini hatırlatır. Evet, Seniha, çok zengin olmasa da varlıklı 5 Fatih Altuğ, Önsöz, Hayal ve Hakikat, Everest Yayınları, Ġstanbul, 2015, s Fatih Altuğ, age., s Fatih Altuğ, age., s Ahmet Mithat & Fatma Aliye, Hayal ve Hakikat, Everest Yayınları, Ġstanbul, 2015, s Ahmet Mithat & Fatma Aliye, age., s Ahmet Mithat & Fatma Aliye, age., s Ahmet Mithat & Fatma Aliye, age., s Ahmet Mithat & Fatma Aliye, age., s Ahmet Mithat & Fatma Aliye, age., s

183 bir ailede ve Ġstanbul gibi dönemin en önemli Ģehrinde suya sabuna dokunmadan el bebek gül bebek yetiģmiģtir. Ancak Seniha nın histerik bir kiģi olduğunu bize sunan en önemli ipuçlarından biri, kiģiliğinin değiģken olması ve birçok zıtlığı bünyesinde bulunduran bir ruh haline bürünmesidir. Bu durum eserde Seniha, daima en son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. [...] Günün aydınlıklarına göre mütemadiyen rengi değiģen yeģil gözleri gibi sesinin bestesi, kımıldanıģlarının ahengi ve hattâ baģının Ģekli de mütemadiyen değiģirdi. Ġçi de tıpkı dıģı gibiydi; tıpkı gözlerinin rengine benzeyen bir ruh hali vardı, kâh ihtilaçlı, kederli, bulanık ve fena, kâh berrak, rakit [durgun] ve ekseriya bir havai fiģek gibi Ģenlikli idi. 14 cümleleri ile ifade edilir. Gerçekten de Seniha gerek içinde bulunduğu muhiti, gerekse beraber yaģadığı insanları sıkıcı ve tekdüze bulur. Babası Servet Bey ilkel, büyükbabası Naim Efendi ise hayat kadar bunaltıcı dır 15 onun için. Ancak her ikisine de ayrı ayrı düģkündür. Özellikle büyükbabası onun için vazgeçilmez biridir. Sanırım burada daima en son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi ifadesini biraz açmak gerekiyor. Çünkü Ahmet Mithat Efendi, Fransa da bir dönem histeri hastalığına yakalandıkları için kızlara kitap okumanın yasaklandığını belirtmiģti. Seniha nın da okumaktan zevk aldığı baģlıca yazar Gyp dir. En ziyade zevk aldığı kitaplar, Gyp in romanları, yeni tiyatro piyesleri ve Paris in mizahi gazeteleriydi. Gyp, ona bir ikinci ana, bir ikinci mürebbiye olmuģtu. Bu muharririn romanlarındaki serbest tavırlı yarı oğlan, yarı kadın genç kızlar, üzerlerinde ruhunu biçtiği modellerdir. 16 Gyp, yılları arasında yaģamıģ, duygusal ve yüksek tabakanın yaģantısını iģlemiģ, döneminin önemli Fransız kadın yazarlarındandır. Seniha nın özellikle Fransız bir yazarı okuması ve Fransa da yayımlanan dergileri takip etmesi tesadüf olmasa gerek. Özellikle Gyp in romanlarındaki karakterler Seniha nın hayal dünyasını Ģekillendiren temel unsurlar arasında yer alır. Çünkü yaģadığı her bunalım ve sıkıntıda, ağabeyi Cemil e kitap getirmesi için Aman kitap, aman kitap 17 diye yalvarır. Öyle günler üç kitabı art arda okuduğu olur. Bu metinler Seniha nın değiģken kiģiliğini daha da derinleģtirir. Sonraki süreçte Seniha nın ruh hali daha da depresif bir hale gelir. Ġç sıkıntısından dolayı hiçbir Ģeyle avunmaz. Etrafındaki insanların sözlerinden, kahkahalarından ve tavırlarından nefret eder. Odasından dıģarı çıkmaz olur. Artık büyük zevkle okuduğu ve teselli bulduğu kitaplar da iç sıkıntısını giderememeye baģlar. Ve nihayetinde bütün bu süreç iki sinir krizi ile son bulur. Seniha, tipiye tutulmuģ bir kimse gibiydi; saniyeler ve dakikalar sıkı bir kar kasırgası halinde, yüzüne göğsüne çarpıyor, nefesi tıkanıyordu. Dört gün içinde birbirinden Ģiddetli iki sinir buhranı geçirdi. [...] Yavrucağın vücudu, görülmez bir elin delice bir hareketle kıvırıp büktüğü bir urgan parçası gibiydi. Sesi ve nefesi diģlerinin arasına sıkıģmıģ, uzun, parlak tırnakları birer ince hançer uçları halinde avucunun etine saplanmıģtı. [...] O günden beri Naim Efendi, Seniha nın bu derdine bir çare aramakla meģguldür. BaĢvurmadığı hekim kalmadı. Tıpla alâkası olmayanlardan bile salık istiyordu. [...] Diğer taraftan hekimlerle müģaverelerinin neticesinden de anladı ki, bu öldürücü hastalık değildir, evlenmek ve doğurmakla geçer, gider. 18 Ahmet Mithat Efendi de bu hastalığın çözüm yolunu, Hipokrat a atıf yaparak evlenmek ve çocuk doğurmakla geçeceğini belirmiģti. Bütün bu süreci Ģöyle toparlayacak olursak, gerek Seniha nın yaģadığı Ģehir, bulunduğu ailenin sosyal sınıfı ve maddi durumu, gerek hastalığın ilk belirtileri arasında sayılan iç sıkıntılar, bunalımlar, okuduğu romanlardaki karakterlere öykünmeler ve hastalığın ileri safhası olan sinir krizi, Seniha yı histerik bir karakter olarak karģımıza çıkarmaktadır. Ancak romanın sonunda görüyoruz ki Seniha ne evlendi, ne de çocuk yaptı. O zaman Ģu soruyu sormak gerekiyor: Peki, Seniha nın bu histerik hali roman boyunca devam etti mi? Elbette Hayır. Çünkü bu sinir krizlerinden sonra hekimler Seniha ya mekân ile hava değiģimi tavsiyesinde bulundular. Böylece 14 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kiralık Konak, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2014, s Yakup Kadri Karaosmanoğlu, age., s Yakup Kadri Karaosmanoğlu, age., s Yakup Kadri Karaosmanoğlu, age., s Yakup Kadri Karaosmanoğlu, age., s

184 Seniha ile dadısı Madam Kronski, Seniha nın Büyükada da bulunan halası Necibe Hanım ın yanına giderler. Ancak Seniha nın durumunda bir değiģme görmeyen Necibe Hanım, Cemil den yardım isteyerek onun da adaya gelmesini ister. Bunun üzerine Cemil, yakın arkadaģı ve aile dostu Faik le beraber birkaç dostunu da Büyükada ya davet eder. Bir akģam hep beraber bir kır yemeğine çıkarlar. Gecenin sonuna doğru Seniha, Faik i alarak uzun bir süre kimsenin göremeyeceği bir yere götürerek gözden kaybolur. Bu gözden kayboluģ Seniha için bir kırılma anını da beraberinde getirir. Çünkü metnin ilerleyen sayfalarında anlıyoruz ki Seniha, kendisini Faik e teslim etmiģtir. Bu durum metinde Ģu Ģekilde ifade edilir: Seniha ilk defa olarak [...] kendi vücudundan ve kendi namusundan yaptığı fedakarlığa acıdı. 19 Bundan sonraki süreçte ise Seniha nın ruh hali gayet iyidir. Ne yaptığını bilen, aldığı kararların arkasında duran ve hatta büyükbabasını karģısına alacak kadar kendisinden emindir. ġimdi gerek Ahmet Mithat Efendi nin, gerekse romanda Seniha nın histerik durumu için sunulan çözüm önerisinin ne anlama geldiğine bakalım. Aslında sunulan çözüm önerisi, cinselliği psikolojik arka planda bir arzu nesnesine dönüģtüren Seniha nın, bu arzusunun yerine getirilmesi için aranan meģru zemindir. Ve bu meģru zemini sağlayacak olan da evlilik kurumunun bizatihi kendisidir. Bu nedenle Seniha nın evlenip çocuk sahibi olması, yapılacak eylemin meģru bir zeminde gerçekleģmesini sağlamaya yöneliktir. Zira Seniha evlenmeden de çocuk sahibi olabilir. Ancak bu meģru zemin -özellikle toplumsal cinsiyet bağlamında ya da modern-gelenek çatıģmasında- kadınlar için aranan bu meģru zeminin erkekler için neden aranmadığı tartıģmasını da beraberinde getirmektedir. Örneğin, Cemil ve Faik gibi karakterler bu arzu nesnelerini yerine getirirken yöntemlerinin meģruluğu sorgulanmaz. Fakat bir kadın söz konusu olduğunda bu arzunun giderilmesi için meģru bir zemin aranmaktadır. Özellikle kadın cinselliğinde aranan bu meģru zemin, namusun kadınlar üzerinden tanımlanmasından baģka bir anlam taģımamaktadır. Sonuç Sonuç olarak Seniha nın psikolojik arka planda arzu nesnesine dönüģtürdüğü cinsellik, ataerkil sistemin oluģturduğu namus kavramı ile baskılanmıģ ve bu durum Seniha karakterinde histerik bir vaka olarak kendisini göstermiģtir. Ancak cinselliğin hem toplumsal, hem de bireysel kontrolünü sağlamaya çalıģan namus kavramı ya da daha genel bir ifadeyle meģru zemin Seniha da aksi yönde kendisini göstermiģ ve Seniha yı geleneksel yapının kabul etmeyeceği türlü türlü maceralara sürüklemiģtir. KAYNAKÇA Ahmet Mithat & Fatma Aliye, Hayal ve Hakikat, Ġstanbul, Everest Yayınları, ALTUĞ, Fatih, Önsöz, Hayal ve Hakikat, Ġstanbul, Everest Yayınları, AYVERDĠ, Ġlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlü, C. 2, Kubbealtı NeĢriyatı, Ġstanbul, BAġTUĞ, Gülbahar, Histerik Kadınların ve EĢlerinin Kendilerini ve Birbirlerini Algılamalarının KarĢılaĢtırılması, BasılmamıĢ Yüksek Lisan Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara, BUDAK, Selçuk, Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Vakfı Yayınları, Ankara, DOĞAN, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Vadi Yayınları, Ankara, KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri, Kiralık Konak, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, age., s

185 OSMANCIK TAN OSMAN GAZĠ HAN A: SÖZ ÜN DÖNÜġTÜRÜCÜ GÜCÜ Dinçer ATAY ÖZ: Söz, dilin toplumsallığına karşılık, bireysel ve zekâyla ilgili iradi bir davranıştır. Söz, Osmancık romanında bu yönüyle dönüştürücü/değiştirici/kimlik oluşturucu/sağaltıcı niteliğiyle roman kurgusunda başlı başına bir yapı/varlık görünümündedir. Tarık Buğra nın Osmancık romanında Ertuğrul Gazi nin oğlu Osman ın, Kayı boyunun beyi Osman Gazi Han a dönüşümü psikolojik boyutlarıyla kurgulanır. Olay örgüsünde önemli bir yere sahip olan Şeyh Ede Balı, anlatıda söz üyle varlık bulur. Ede Balı nın söz ü, ruhsal ve fizyolojik boyutlarıyla dilin soyutluğunu sonsuz ve çeşitli bir düzlemde somut kılar. Ayrıca söz ün anlatı paktındaki varlığı yalnızca Ede Balı odağında değildir. Söz, Ertuğrul Gazi, Dursun Fakı, Malhun Hatun, Kumral Abdal, Sivrikaya daki Derviş gibi anlatı karakterlerinin görünümlerinde çok boyutluluğunu gösterir. Bir başka ifadeyle Osmancık romanındaki söz olgusu, dilin sınırlarını aşarak çok boyutlu anlamlar dizgesine açılan bir göstergeler bütünü olarak karşımıza çıkar. Bu çalışmada Osmancık romanının anlatı kişilerinin söylemleri, ünlü dilbilimci Ferdinand de Saussure ün dilbilim kuramını oluşturan dil-söz ayrımı odağında tartışılacak ve sözün anlatıdaki konumu anlam boyutlarıyla değerlendirilecektir. Anahtar Kelimeler: Dilbilim, F. de Saussure, Dil-Söz Ayrımı, Tarık Buğra, Osmancık. FROM OSMANCIK TO OSMAN GAZI KHAN: CONVERTER POWER OF SPEECH ABSTRACT: While language is a social concept, speech is an individualistic and voluntary behavior. Existing with these aspects, speech purports as a shifter/converter/identificatory/curative in fictional works. It has psychologically fictionalized the transformation of Osman, who is the main character and son of Ertuğrul Gazi into Osman Gazi Khan, the ruler of the Clan of Kayı Osmancık, a novel by Tağrık Buğra. Şeyh Ede Balı who has a significant role in the plot exists with his speech. The speech of Şeyh Ede Balı, concretizes the abstraction of language with its physiological and mental aspects in timeless and diverse dimensions. However, existence of speech does not purely depend on Eda Balı. Speech gains multi-dimensional aspect with by Ertuğrul Gazi, Dursun Fakı, Malhun Hatun, Kumral Abdal and Dervish. To put it another way, speech phenomena appears as the whole indicator that clarifies multi-dimensional meaning system Osmancık. In this study, speeches of Eda Bali s and other characters will be discussed in the light of differentiation between language and speech that is the core of linguistic study of Ferdinad de Saussure. Keywords: Lingusitics, F. de Saussure, Differention of Language-Speech, Tarık Buğra, Osmancık. GiriĢ Ġnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği, dilyetisine sahip olması ve dil olgusunu bilinç düzeyinde kavrayabilmesidir. Ġnsanın varlığıyla eģ zamanlı olan dil, bireylerin seslemesiyle birlikte bireysel/özel bir boyutta da karģımıza çıkar. Çağcıl dilbilimin kurucusu olarak kabul edilen Saussure, dil olgusunu sistemli bir bakıģ açısıyla kavrarken dil ile sözü birbirinden ayırır. Ona göre dil, konuģan kiģinin bir iģlevi değildir dilyetisinin birey dıģında kalan toplumsal bölümüdür Oysa, söz bireysel bir istenç ve anlak bir edimdir. Bu edimde: 1. KonuĢan bireyin, kiģisel düģüncesini anlatmak için dil düzgüsünü kullanmasını sağlayan bireģimleri; 2. Bu bireģimleri dıģa iletmesini sağlayan anlıksal-fiziksel düzeneği birbirinden ayırmak gerekir. (Saussure, 1999: 20) Seslemenin icrası olan bireyin beyni sözün kalkıģ noktasıdır ve tüm boyutlarıyla kiģiseldir. Söz, dilden farklı olarak hem anlıksal hem fiziksel niteliklidir. Sözün toplumdaki varlığı, bireylerin istençli ve bireysel seslemeleriyle doğrudan iliģkilidir. Dille sıkı ve gerekli bir bağa sahip olan söz olgusu, tarihsel açıdan her zaman daha önce ortaya çıkar. (Saussure, 1999: 22) Bu durum da bizi sözün tarihsel boyutuna götürür. Bu bağlamda sözün bireyselliği, anlık oluģu ve tarihsel boyutlarıyla varlık bulduğu söylenebilir. Sözü Saussure ün dildeki bütün değiģimlerin tohumu[nun] söz düzeyinde yer (Saussure, 2001: 147) aldığı düģüncesi bağlamında ve çok boyutlu bir düzleme taģımak kaydıyla düģünecek olursak; sözün varlığında bulunan değiģtirici, dönüģtürücü tözü görebilmek de mümkün olur. ArĢ. Gör., Kafkas Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. dinceratay@gmail.com 185

186 Saussure ün dil-söz ayrımı kavramından kalkarak; sözün kiģiselliği / bireyselliği, anlık ve tarihsel boyutluluğu ve değiģtirici etkinliği odağında karģımıza çıkan çok boyutlu anlamlar dizgesi biçiminde dikkatleri celp ettiği görülür. Ġzleksel kurgusu Osmanlı Devleti nin kuruluģu düzlemine konumlandırılan Osmancık romanında sözüyle varlık bulan baģta ġeyh Ede Balı olmak üzere bütün anlatı kahramanları sözleriyle ve sözün mezkûr nitelikleriyle birlikte değerlendirilebilir. Sözüyle var olan anlatı karakterleri ve onların sözlerini hermeneutik perspektifle açımlamak bizi yatay ve dikey boyutlu bir anlamsal çözümlemeye götürür. Bunun yanı sıra sözün ruhsal ve fizyolojik bir etkinlik, bir töz (Vardar, 2001: 45) oluģu yine sözün bireyselliği odağında yapılacak yorumları Ģekillendirecektir. Sözün aynı zamanda anlam aktarıcılığını icra eden göstergelerle bir arada olduğunu söyleyebiliriz. Gösterge olarak kabul ettiğimiz kelimeleri bağlamsal anlam (Guiraud, 1999: 42) odağında değerlendirmek mümkündür. Bir de anlam dıģı çağrıģımlar olan değer (Guiraud, 1999: 43) vardır. Sözün çok boyutluluğunu anlamlandırmaya çalıģırken sözü bir gösterge gibi algılamakla beraber çağrıģımsal ve bağlamsal anlam açılımı bizi anlam katmanlarını açımlamada aydınlatıcı bir tavırla destekleyecektir. ÇalıĢmamızda Osmancık romanının baģkarakteri olan Osmancık ın, Kayı boyunun beyi Osman Gazi Han a dönüģümü izleği, söz fenomeninin anlatıdaki konumu ve karakterler düzlemindeki yansıması ekseninde değerlendirilmektedir. Metindeki alt baģlıklar sözün kurgudaki varlığının manasını çağrıģtıracak ve açımlayacak biçimde oluģturulmaktadır. Bu çalıģmada metin odaklı bir yaklaģıma bağlı kalınmıģtır. DönüĢümün Ġlk Habercisi ve Göstergeleri: Ötelerin Çağrısı ve BaĢka ġeyler ArayıĢı Osmancık, kabına sığmayan, deliģmen ve akli melekelerini kullanmasını bilen bir bey oğludur. Bey olan babası Ertuğrul un söze dönüģemeyen öğütlerini de pek dinlememektedir. Varlığına ve Kayıların Domaniç te oluģuna bir mana arayan Osmancık, baģka Ģeylerin, baģka yerlerin çağrısını benliğinde duyumsar. Kayı boyu Batı ya göç etmiģtir. Boy sakinleri yaylaktan kıģlağa göç arifesindedir. Göç, olgusu içeriğinde baģka yerlerin çağrısını barındıran bir eylemlilik hâlidir. Kayı nın bu hareketliliğinde derin düģüncelere dalan Osmancık, Ede Balı nın sesiyle irkilir. Bu irkiliģ, ötelerin çağrısına kulak veriģin ilk eylemidir. Ede Balı, ötelerin, değiģimin, bir baģka ifadeyle varoluģsal göçün habercisidir. Ġnsanın tinsel doğumları için birer hareket kodu olan arketipler, ortak bilinçdıģında biriken mitik enerji birikimini, ĢimdileĢtirme/güncelleme (Korkmaz, 2012: 255) yönüyle ön plan çıkar. ArayıĢın rehberi olduğunu sözüyle ortaya koyan Ede Balı, aynı zamanda Osmancık ın tinsel dönüģüm serüveninin yüce birey arketipidir. Bir baģka ifadeyle Ede Balı, Osmancık ın uyaran özne[si] (Kanter, 2014: 145) ve tinsel kurucusu konumundadır. Osmancık ın içine düģtüğü anlam arayıģına ilk fikir ateģini yakar. Osmancık ın dünyanın büyüklüğü karģısındaki açmazını açımlamaya niyet eder: Dünya yı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüz, oğul. Hırsımız, sabırsızlığımız, bencilliğimiz. Önce bu yüzden küçülüyor, sonra da Dünya yı çok büyük görüyoruz. (Buğra, 1999: 11) Ede Balı nın bu sözü, cihan devleti hakanı Osman Gazi Han için bir tarif olarak algılanabilir. Ayrıca ideal insanın sahip olması gereken erdemleri ihtiva eden bu söz, Osmancık ı düģüncenin keskin ve yönlendirici, Ģekillendirici taraflarına sürükler. Ellul un bakıģıyla 1 iliģkilendirecek olursak, Ede Balı nın sözü Osmancık ı zamansal boyutta asılı bırakır ve onun kendi gerçekliğinden kendi hakikatine yönelmesini olumlar. Osmancık ın gerçeği, kafasında dönen fikirlerdir; onun hakikati ise Kayı nın beyi olmaktır. Ellul ın dediği gibi söz özgürlüğe bir davetiyedir. Söz konusu özgürlük dönüģüm odaklı olup Osmancık düzleminde Kayı nın özgürlüğüdür. Bu özgürlük alanına geçiģ, uyanmak eylemiyle olur. Ede Balı nın sözü hem tarihsel boyutuyla hem de dönüģtürücü gücüyle varlık bulur. Zira Kayı dan önceki Türk beyleri Ġslâm sancaktarlığını yaparak girdikleri eylemlilik hâlinde Dünya yı küçükleģtirmiģtir. Burada sözün tarihselliğini soysal bağlamda aramak mümkündür. Ede Balı mütemadiyen Osmancık a sözler sarf eder. Yönlendirilmekten hoģlanmayan Osmancık zamanla Ede Balı nın sözlerine sinirlenir ve üzerine at sürer. Osmancık, karakteristik özelliği olan hiddetinin neticesinde gerçekleģtirdiği bu eylemini iģiten babası Ertuğrul Gazi nin vasiyet niteliğindeki sözünü tutar. Bu söz Ede Balı nın bilgeliğine de atıfta bulunur. Öyle ki bilgi, güç bela elde edilir ve değerlidir; toplum, bunu koruyan ve eski günleri anlatabilen yaģlı ve bilge kadınlarla erkeklere büyük hürmet gösterir. (Ong, 2013: 57.) Kayı nın ve Osmancık ın yüce birey arketipi olan Ede Balı, bilgeliği ile saygınlık kazanır. GeçmiĢin birikimleri, geleceğin ülkü ve tasarımları, bu tipin içinde geliģmeye her an açık bir tohum nüvesi gibidir. (Korkmaz, 2008: 182) Ede Balı ya bilgi güneģi olarak bakan Ertuğrul, Osman a Ede Balı nın sözünü tutmasını ve onun bilgeliğini kendine rehber edinmesini ister: 1 Ellul a göre söz, iģitme ile alakalıdır ve ses zamansal boyuttadır. Ayrıntılı bilgi için bk. Ellul, Jacques (1999), Sözün DüĢüĢü, Paradigma Yayınları, Ġstanbul. 186

187 Dinle oğul! Ede Balı nın terazisi doğru tartar, dirhem ĢaĢmaz. Bana karģı gel; ona gelme. Bana karģı gelirsen üzülür, incinirim; ona karģı gelirsen gözlerim bakmaz, baksa da görmez olur. Ede Balı soyumuzun ıģığıdır. Var git Ģimdi. ġu dediklerimi de vasiyetim say, unutma. (Buğra, 1999: 15) Osmancık ın dünyanın büyüklüğüne ve kendinin dünyadaki varlığına dair girmiģ olduğu sorgulama hâlini bir varoluģsal kriz sorusu (Tokat, 2014: 11) olarak kabul etmek mümkündür. O, aslında varlığını ve dünyadaki amacını uzamsal boyutta sorgular. Bu kriz, büyük dönüģümün içsel baģlangıç noktasıdır. Varlığını anlamlandırma çabası olarak da kabul edilebilecek olan bu durumda, Osmancık ın dolayımlayıcısı (dönüģtürücüsü) konumundaki Ede Balı nın söz kanallı rehberliği dikkatleri çeker. Bu rehberliğin ulaģım kanalı Ede Balı nın anlıksal (zihinsel) olan sözüdür. Suları bulandıran yalnızca sözdür. (Ellul, 1998: 44) Osmancık ın zihni Ede Balı nın sözüyle bulanır. Bu bulanıklık bir arayıģın belirtisidir. ArayıĢın cevabı kendini gerçekleģtirme miti olarak varlık bulur. Kendini gerçekleģtirme miti, aynı zamanda benin kendini tamamlaması ve ötekiyle kurduğu iliģkinin boyutlarını kendi kararlarıyla belirleyeceği bir yolculuğa çıkıģı Ģeklinde de tasavvur edilebilir. Burada Sartre perspektifli bir varoluģsal alanın mevcudiyeti somutluk kazanır. Bu durumu otantik varoluģ diye tabir edebiliriz. Zira otantik varoluģ, kendini tanıma, kendini bilme, baģkası gibi olmamama, taklit etmeme, potansiyellerini kullanma, özgür olma, birey olma, ne yaptığının bilincinde olma, kendini tesadüflere veya akıntıya bırakmama, ama en önemlisi kim olduğunu, nasıl ve niçin yaģadığını bilme anlamındadır. (Tokat, 2014: 100) Kendindeki potansiyeli fark etmekte güçlük çeken ve kendisini çağıran ötelerin sesini anlamlandırmaya çalıģan Osmancık ın varoluģsal sorusuna karģılık veren Ede Balı dır. Bu karģılıkla Ede Balı, aslında onu varoluģ odaklı kendini gerçekleģtirme Ģeklinde nitleyebileceğimiz maceraya çağrı (Campbell, 2010: 63) eylemini icra eder. Bu eylemin yegâne aracı / kanalı söz olacaktır. Bununla birlikte insanın içinde bulunduğu toplumun Ģartlarına göre kendisini gerçekleģtirece[ğini] (Tokat, 2014: 99) düģünmeden de edemeyiz. Bu noktada Osmancık ın Bey oğlu oluģu karģımıza çıkar. Bu sosyal statü Osmancık ın dönüģümünün sınırlarını da çizmiģ olur. Bu durum Sartre ın varoluģ felsefesinin Osmancık düzlemindeki varlığını bir yönüyle örselemiģ olsa da nihayetinde Osmancık, Osman Gazi Han a olan dönüģümünü kendi kararlarıyla gerçekleģtirir. Edilgen nesne konumundaki Osmancık, etken özne konumundaki Ede Balı nın sözlerinin değiģtirici gücüyle varlığını ve hayatın manasını giderek daha derinlemesine sorgular. Durağan nesneden düģünen özneye dönüģen Osmancık, varlık farkındalığını ve kendini gerçekleģtirme sorunsalını bilinç düzeyinde duyumsar. Kendinin farkına varan Osmancık, Ede Balı nın sözleriyle kendisini tanımaya baģlar. Varlık kendisini tanımak (bilmek) için, deyim yerindeyse, kendisini kendisinin karģısına koyarak özne ve nesne oluģturacak biçimde ikiye bölünür [Bu durumda] özne Varlık ın Bilen ve nesne Varlık ın da Bilinen (Guénon, 2001: 102) olduğunu düģünmek mümkündür. Dolayısıyla Osmancık ın bilinen nesne, Ede Balı nın bilen özne konumunda olduğu sonucu çıkarımsanabilir. Bu hususiyet Osmancık ın Osman oluģuna kadar geçerli olur. Özne olmanın arayıģında olan Osmancık, kendisinin bir eylemlilik hâlinde ol[a]mayıģını fark eder. Öznenin arayıģı[nda], nesne somut olmayan (tıpkı bilgi, kimlik gibi) bir değer olduğunda, bu arayıģ tümüyle biliģsel düzlemde yer alır. (Kıran vd., 2000: 149) Osmancık ın aradığı nesneyi de bu boyutta düģünmek mümkündür. Osmancık bu biliģsel arayıģında ona yardım eden bilgi sahibi bilge kiģi Ede Balı olur. Onun düģüncesine girerek, aradığı nesnenin aslında tam da kendisi olduğunu sözüyle bildirir. Osmancık, girmiģ olduğu dikey boyutlu tefekkür ve arayıģ hâlinin sonucunda bilinen nesnelikten bilen özne konumuna devinir. Bu devinim aynı zamanda varlığın da somutlanması, eylemlilik hâline geçiģin gerçekleģtirilmesi manasına gelir. Bu dönüģümün Ģifresini Ede Balı nın sözünde; bir baģka ifadeyle sözün hareketli yapısında aramak isabetli olacaktır. Zira Sartre a göre söz eylemdir. (Rifat, 2008: 80) Ede Balı, bu eylemlilik hâlini sözüne atfeder ve tinsel boyuttaki eylemlilik hâline geçiģin kapsını aralar. Ayrıca söz konusu dikey eksenin geometrik temsilde gök ile yer arasında bir bağ kurduğu görülür. Bu bağ metafizik boyutta göksel irade ile de iliģkilendirilebilir. Bu düģüncemizi Ede Balı ve Dursun Fakı nın göksel unsurlarla iliģkileri olan birer derviģ olmalarıyla desteklemek mümkündür. Bu noktada sözün Tanrısal boyutunun somutluğunu görmek de mümkündür. BiliĢsel boyutlu eylemlik hâline geçiģin dinamikleyici tözü olan söz, hakikatin yaratıcısı, kurucusu ve üreticisidir. (Ellul, 1998: 40) Sözü ile hakikati Osmancık a- kur(up)durup ürettirmeye çalıģan Ede Balı, sözüyle birlikte dikey boyutlu göksel bir iradenin yansıması biçiminde algılanabilir. Metafiziksel hususiyet sözün yaratıcı, kurucu ve üretici niteliklerinde de kendini gösterir. Öyle ki Tanrı resulüne vahyederken sözüyle varlığını hissettirir. Sözün yaratıcı ve yeniden kurucu yönü, kutsal kitap metinlerinin ortaya çıkıģ sebebi olan bu Tanrısal tarafıyla iģlevselleģir. Ede Balı nın sözünün Tanrısal boyutluluğunu Ģuradan çıkarımsamak da mümkündür: Rum ve Germiyan delikanlılarının senden korkuları yetiyor sana. Ömrünü harcıyorsun; Allah ın emanetine ihânet 187

188 ediyorsun Üç beģ Rum, birkaç Germiyanlı tepeledin, yahut kaçırdın mı yiğitsin gayrı (Buğra, 1999: 12-13) Ede Balı nın sözleri Osmancık ın aklından çıkmaz ve mütemadiyen zihninde döner durur. Söz meclislerinde Osmancık ın zihnini mekân edinmiģ olan Ede Balı ya Dursun Fakı da eģlik eder. Baharın müjdecisi ve aldanıcısı olan badem ağaçlarının çiçek açıģı, felsefi boyutlarıyla söz konusu olur. Dursun Fakı, bu müjdecileri gönlü ile duyan, gören ve zihni ile fikir edinenin gereğini de yapacağını dillendirmekle birlikte Osmancık a tarihsel odakta dikey boyutlu soysal bir hatırlatmada bulunur. Osmancık ın zihninden geçen düģünceleri Dursun Fakı nın sözündeki belleksel çağrıģımlar da yönlendirmektedir. Öyle ki Dursun Fakı, Osmancık a kılıcını taģıdığı dedesi Süleyman ġah ı hatırlatır ve babası Ertuğrul un neden Batı ya amcası Gündoğdu nun neden Doğu ya Türkistan ellerine göç ettiğini sorgulamanın yolunu açar. Bunlar rastgele olaylar değillerdir; insana cesaret verme ve onu uyarma konusunda açık ve seçik bir rol oynamaktadırlar. (Adler, 2000: 63) Dikey boyutlu tarihsel odaklı belleksel çağrıģımlar Osmancık ın kendini kurmasında etkin bir rol oynar. Burada da sözün yapısında bulunan tarihselliği somutluk kazanır. Bununla birlikte sözün dönüģtürücü ve değiģtirici etkinliği iģlevsel bir biçimde gözlemlenir: Deden Süleyman ġah ın ruhuna rahmet, Osmancık (Buğra, 1999: 25) Dursun Fakı, Osmancık ı dedesi Süleyman ġah nezdinde atalar ruhunu duyumsamaya çağırır. Bu dikey boyutta görünüm kazanan bir tefekkür çağrısıdır. Tam da bu noktada görünüm kazanan dikey çizginin etkin ya da eril ilkeyi (Guénon, 2001: 86) temsil ettiğini düģünürsek, Osmancık ın tarihsel düzlemdeki dikey boyutlu belleksel tefekkür hâlinin, onu etki(e)n veya eril eylemlilik hâline evirdiğini de görebiliriz. Osmancık ın bu hâllerinde sözün tarihselliği ve kurucu gücü kendisini gösterir. Ede Balı nın, Ertuğrul Gazi nin ve Dursun Fakı ın sözleri, Osmancık ı tinsel manada yeniden doğuģa davet eder. Bu doğuģun bir kaynağı da soya dayalı belleksel hususiyettir. Bundan sonra Söğüt ve Domaniç, Kayı ve de Osmancık ın kendi varlığı, Osmancık ın zihninde yeni manalar kazanır. Yaylakta Aykut Alp in nice zamandır Sivrikaya taraflarına gidiģi Osmancık ın dikkatini çeker. Aykut Alp i takip eden Osmancık ın rast geldiği kulübedeki DerviĢ ile olan diyalogları da kayda değerdir. (Harlak) DerviĢ in sözü de öznel boyutta soysal, tarihsel ve tinsel düzlemli kurucu bir özellik arz eder. Bu kulübedeki DerviĢ, Osmancık ı tanır ve Ede Balı nın ideal insanın sahip olması gereken erdemleri dile getirmekle birlikte isim/ad olgusunun maddi ve manevi gücüne atıfta bulunur: Adın ne senin? Adamın gülümseyiģi boyun büküģüne uydu: - DerviĢ e ad gerekmez. Bile bile verdiği aradan sonra da ekledi: - Ad beğlere gerek sana gerek. (Buğra, 1999: 33) DerviĢ in bu sözü Osman da buruk bir tebessümü doğurur. Sonraki diyaloglarda beliren Horasan yöresinin adı, DerviĢ in sözünün coğrafi manadaki dikey boyutlu tarafını ve göksel değerlerle iliģkili olan ve tarihsel odakta kendine yer edinen dikey boyutlu tavrı somutlar niteliktedir. DerviĢ in konumlandığı alan Kartal Doruğu- yaylak taraflarına doğru göz alabildiğince uzanan geniģ ve bereketli araziyi gözler nitelikte oluģu, sözün Osman daki yansımalarını da değiģtirir. Bundan sonra Osmancık ile diyaloğa giren Aykut Alp in sözleri, DerviĢ ve onun gibilerin sahip olduğu gönül, kafa ve bilek kudretlerini bir defa daha çağrıģtırır. Bu çağrıģım, Atayurt/Türkistan ellerine dair sağaltıcı kavramlar olan ve tinsel boyutta yeniden kuruculuk cevherini ihtiva eden ocak ve töre kavramları ile pekiģtirilir. Burada sözün yeniden kurucu ve tarihsel boyutlu icrası olan (Harlak) DerviĢ in baharın/tinsel yeniden doğuģun müjdecisi olan badem ağaçlarıyla simgesel boyutlu metaforik bir mana birliği kurduğunu da söyleyebiliriz. Sözün üç boyutlu yansımasını Ede Balı, Ertuğrul Gazi, Dursun Fakı- pekiģtiren DerviĢ in maddi ve manevi konumu Osmancık ın Osman adına/ismine dönüģümünü de somutlar niteliktedir. Osmancık, ağabeyi Gündüz ün sahip olduğu erdemleri ve sağaltıcı niteliklerini defalarca düģünür ve tefekküre dalar. Osmancık ın bu tefekkür hâlini, varoluģ felsefesi ekseninde de düģünebiliriz. Ünlü Alman varoluģçu filozof Heidegger in varoluģçu hermeneuitiğinde Dasain 2, evrendeki varlığını ve bütün imkânlarını anlamaya çalıģarak varlığını somutlar. Osmancık da dünyanın ne kadar büyük olduğunu düģünürken elindeki imkânların neticesinde tecrübe ettiği ontolojik konumunu fark etmeye çalıģır. Kendi varlığını anlamlandırmayı amaçlayan Osmancık, kendinin imkânlar alanındaki konumunu deneyimler. Anlama 2 Martin Heidegger, insanın dünyadaki varlık hâlini tecrübe eden kiģiyi Dasain olarak adlandırır. Ayrıntılı bilgi için bk. Manav, Faruk (2014), Martin Heidegger ve VaroluĢçu Hermeneutik, Elis Yayınları, Ankara 188

189 artık burada insanî düģünmenin sahip olduğu diğer düģünme tavırları arasında bir tavır değildir; tersine o insan varoluģunun temel hareketliliğidir (Gadamer, 1995: 19). Anlayan bireyin artık söyleyecek sözleri de var olacaktır. Osmancık tan Osman a olan bu baģlangıcın icrası olan Osman ın artık söyleyecek sözleri ve yapacak eylemleri vardır. Zira Osman ın kendi varlığına, Söğüt ve Domaniç e, Ede Balı ya bakıģı baģkadır. Bütünsel düzlemde somutluk kazanan bu baģkada kendini bulur, Osman(cık). Bu kendini buluģun getirdiği değiģimi isim/ad düzleminde de gözlemlemek mümkündür. Roman metninde bulunan kimi epigraflar da Osmancık ın dönüģümündeki isim/ad odaklı anlam katmanlarını açımlayıcı roller üstlenir. Ad neme gerek!/ad sana gerek! (s. 29) epigramı, Osmancık ın adını fenomenolojik manada anlamlandırır. Bir tür kelime olan isim, sözlü kültürde adlandırılan nesneye güç katar. (Ong, 2013: 48) Osman ın, yaģı küçük olması sebebiyle adının sonuna -cık eki eklenmiģtir. Eklendiği kelimeye küçültme manasını yükleyen bu ek, Osman ın üzerine bir prangadır. Yaylaktaki (Harlak) DerviĢ in gösterdiği manzara ve benimsediği hayat felsefesi Osmancık ın Osman oluģundaki nihai nokta olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte Osmancık ın -cık ilavesinden kurtuluģu, onun isminin gücünü yeniden kendinde hissetmesi manasına gelir. Kendini GerçekleĢtirme Mitinin Ġcrası Osmancık Osman Osman Bey Osman Bey Gazi Osmancık tan Osman a olan dönüģüm ve göstergelerinden sonra Osman, ġeyh Ede Balı nın Ġtburnu ndaki tekkesine gider. Onu Dursun Fakı karģılar, bir odaya yerleģtirir ve sözler. Söz, kendi baģına varolamaz. Yalnızca onu konuģan ve onu yeniden ele geçiren biri üzerindeki etkisiyle varolmayı sürdürür. (Ellul, 1998: 32) Ede Balı ve Dursun Fakı sözüyle Osmancık üzerine tesir ederler ve sözü dönüģtürücü gücüyle var ederler. Ede Balı nın manevi uydusu konumunda olan Dursun Fakı, Osman a babasının kaderini hatırlatarak sözün kurucu ve tarihsel boyutunu da ortaya koymuģ olur: Baban Ertuğrul beğ gazi de, sen doğmadan az önce, burada yatmıģtı. Yatmadan önce de, ġeyhim Ede Balı ile sohbet ettiydi (Buğra, 1999: 43). Dursun Fakı, bu sözüyle Osman ve Ertuğrul Bey Gazi arasında bir kader birliği kurar. Sözün bu kurucu gücü Osman dan Osman Bey e geçiģin de habercisidir. Bu geçiģin arzu nesnesi Ertuğrul Bey Gazi nin kılıcı olur. Kılıcın Osman ın zihnindeki konumu anlam kazanmaya baģlar: Ede Balı nın, Dursun Fakı nın ve öteki baba yoldaģlarının o kılıca bambaģka bir anlam verdiklerini hatırlamaktadır. O kılıç baģkadır; kendi kılıcı değildir, kendi kılıcına ve öteki kılıçlara hiç mi hiç benzememektedir; bir baģka Ģeydir o. Osman, kendisini, bunu anlamaya, bunu kavramaya mecbur sayıyor; borçlu sayıyor (Buğra, 1999: 29). Bir topluluğun millet olmasında kıstas noktası olarak kabul edilebilen bir takım değerler vardır. Değerler, davranıģ veya aletlere özel manalar kazandırır. (Tural, 1988: 73) Osmancık ın Babası Ertuğrul Gazi nin kılıcına bakıģı Ede Balı nın ve Dursun Fakı nın sözleriyle değiģir. Söz ün değiģtirici ve kurucu gücü kılıç gibi bir savaģ aletine tinsel ve tarihsel odakta dikey boyutlu bir anlam dizgesi atfeder. Söz, değerleri de anlam havuzuna dâhil ederek cisimleri de yeniden anlamlandırır ve onları bellekleģtirir. Bey olmanın arifesinde Dursun Fakı ve Ede Balı sözleriyle Osman ı Osman Bey olma yoluna çağırır: Yoksa, Ede Balı ve Dursun Fakı ve daha baģkaları da ve o bir gelip bir giden derviģler kılıca bir baģka anlam mı verip veya anlamının değiģmesini mi isterler? DeğiĢeceğini, ya da değiģebileceğini mi düģünürler?... / Bir kılıç DüĢünmeye, ölçüp biçmeye, tartmaya ve görünmeyenlerin, bilinmeyenlerin, gelecek zamanların ve eldekilerle elde edileceklerin, kıl sektirilmemesi gereken hesaplamasına bağlı; ancak bunlara göre iģ görebilir; ancak bunlarla iģ görmelidir. Babasının kılıcıdır bu! (Buğra, 1999: 27, 36). Babası Ertuğrul Gazi nin kılıcının anlamını bilinç düzeyinde algılayan Osman ın zihninde Bey olmak arzusu iyiden iyiye somutluk kazanır. Bilinçlilik düzeyi insanın kendini gerçekleģtirme yolunda elzem derecede açımlayıcı ve sağaltıcı bir rol üstlenir. Ġnsan özü bakımından, bilinç yoluyla kendini ortaya koymaktadır. Bilincin oluģması iliģkinin varlığını Ģart koģmaktadır kiģiliğin, eğer, bilince özdeģ olduğu kabul edilirse, öznenin kendisinde bu kiģiliği gerçekleģtirebilmesi için bir baģkaya ihtiyacı olacaktır. (Urhan, 1998: 20-21) Anlatı baģkarakteri olan Osmancık ın tinsel boyutta bir iliģki kurduğu baģka ġeyh Ede Balı dır. Bu tinsel iliģkinin kanalı da sözdür. Ben ile baģka arasında tam anlamıyla bir diyaloğun varlığından söz edilmesi, diyalog anında bir aģkınlığın, yeniliğin ve özgürlüğün varlığını gerektirir. (Urhan, 1998: 37) Bu bağlamda biliģsel düzlemdeki söz kanallı bu iliģkinin Osmancık ı Osman a, Osman ı 189

190 da Osman Bey olma idealine taģıdığını düģünebiliriz. Bu dönüģüm hâli aynı zamanda aģkınlığın, yeniliğin ve özgürlüğün açılımıdır. Söz konusu açılım tinsel düzlemde yatay ve dikey boyutlu bir halde somutluk kazanır. Ede Balı nın Ġtburnu ndaki tekkesi, Osman için bir dönüģümün, tinsel yeniden doğuģun söze ve yaģantıya yansımıģ mekânsal boyutlu bir hususiyeti olarak karģımıza çıkar. Osman, burada Ede Balı nın kızı Malhun Hatun u görür ve gönlünü ona kaptırır. Ona olan sevgisini dile getiren Osman, Malhun Hatun dan edep ve törenin söze dönüģmüģ hâlini kurucu boyutuyla duyar. Ona kendisine vurulduğunu ve birlikte kaçmalarını söyleyen Osmancık, Malhun Hatun dan töreye atıf yapan cevabı alır: Ġstet öyleyse!... / Sana soğuk değilim. Olmayacak iģe kalkıģıp beni kendinden soğutma; ölüme sahip olmaya gitme. Babamın aklına yatmaya git. Ben törenin ve anamın ve atamın sözü dıģına çıkamam. ĠĢin babamladır. (Buğra, 1999: 50, 53) Kendiliği yeniden kuruģun yapıcı nüvelerinden olan ve Oğuz kavminde kendini gerçekleģtirme mitinin tamamlayıcı erdemlerinden olan töreye saygı ve töreyi sahiplenme burada Malhun Hatun un sözünden varlık bulur. Bununla birlikte Malhun Hatun Osman ı, Osman Bey olması yolunda vazgeçilmez olan sabra ve Ede Balı nın aklına davet eder. Osmancık, sözün diģil boyutunu sadece Malhun Hatun da tecrübelemez. Anası Cankız da: yanıklamanın erliğe zarar verdiğini (s. 57) ve daha pek çok Ģeyisöyler. Osman, Malhun Hatun a kavuģamayıģından dolayı dertlere bürünmüģ ve eģine dostuna dert yanmaktadır. Osman ın anası da buna istinaden sözünü söylemiģ olur. Bununla birlikte Harlak taki Gökçe Bacı da sözüyle Osman a tesir eden diģil ögeler arasındadır. Dursun Fakı ya danıģan Osmancık, ondan da düģünmeye davet alır. Öyle ki düģünen birey her zaman varoluģun içindedir. (TaĢdelen, 2004: 115) Kendi varoluģunu kurmaya bir davettir, bu durum. Söz konusu varoluģsal kuruluģ söz kanalıyla olur. Söz, hususi surette, bizi baģka herģeyden ayıran insanî sestir. (Ellul, 1998: 31) Sözün sesi, Osman ın kulağında, zihninde, hatta tüm benliğinde zamansal boyutta varlık bulur. Osman, Osmancık tan farklı olarak ve her Ģeyden ayrı olan insani sesin gerçek ve ebedî sahibi olma yolunda değiģir: YavaĢ yavaģ, ama kesinlikle değiģmektedir; Osman ın kelimeleri, cümleleri yavaģ yavaģ ama kesinlikle değiģmiģtir; sesi değiģmiģ, bakıģları değiģmiģtir: Osman artık bağırmıyor, ama bağırmıģlıklarından da etkili olmaya baģlıyor; çünkü artık sözleri hoģlanıp hoģlanmayıģlarından, karģısındakilerden ve karģısındakilerin sebep olduğu tepkilerden gelmiyor, beyninden geliyor. (Buğra, 1999: 83-84) Kendi varoluģunun farkına varan Osman ardıl bir değiģim sürecindedir. Bu sürekli değiģim, varoluģtur, varoluģu ortaya çıkaran bir değiģimdir. (TaĢdelen, 2004: 78) VaroluĢun somutluğu, varlığın bilinç düzeyinde karģılığını bulması manasındadır. VaroluĢsal olanağın icrası olabilen Osman, dünyadaki varlığını anlamlandırma yolunda değiģim sürecini somutlamaktadır. Sözün Yeni Sahibi, Sözü Kuran ve Sözü Eyleyen Osman Gazi Han Sözün kurucusu olabilmek, aynı zamanda kendini gerçekleģtirme mitinde bilgi edimine sahip olmayı gerektirmektedir. Söz bizi zamana yerleģtirir. O, bizi, sonsuz sayıda yanlıģ anlamalar, yorumlamalar ve çağrıģımlarla birlikte yaģar duruma getirir. (Ellul, 1998: 39) Ede Balı nın sözü ile etkin özne konumuna evrilen Osman, Kartal Doruğu ndaki Harlak DerviĢ in sözlerini ve gösterdiği manzarayı hayal eder, kavramaya çalıģır. Sezgisel boyuttan biliģsel boyuta geçen Osman artık bilginin de sahibi olarak sözün kurucu ve eyleyicisi olur: Ve Osman, artık seziģ değil bilmektedir. (Buğra, 1999: 82). Osmancık ın varoluģ krizi kaostan kozmosa dönüģmektedir. Kendini gerçekleģtirme yolunu kat eden Osman, aynı zamanda Kayı nın kozmosunu da kurar. Osman, Ede Balı tekkesinde gördüğü rüyaları anlamlandırmaya çalıģır. Bir rüyada da; gönlüne bir ayın doğduğunu ve bu ayın Malhun Hatun olduğunu, doğan ay ile birlikte bir çınar ağacının Kartal Doruğu ndan her yere yayıldığını görür. Osman, Ede Balı nın sözüyle bir ağaç gibi köklerini toprağa salar ve ontik olarak Kayı nın dönüģümünü de temellendirir. Ayrıca ağacın dinamik yaģamın ve yaģamı yenilemenin simgesi (Roux, 2005: 60) oluģu, Osman ın sözün yeniden kurucu ve eylemlilik hâliyle birlikte yeniden varlık buluģuyla iliģkilendirilebilir. Bu rüyanın manası Osman ın dönüģen ve sözle yeniden kurulan benliğinde yankı bulur: 190

191 IĢık değildir o.. keģif bekleyen, hayata kavuģturulmayı bekleyen, ebesini bekleyen gerçek kiģiliktir o. Osman gerçek kiģiliğini, niçin yaratıldığını, niçin ve nasıl yaģaması gerektiğini, artık kavramıģtır. Rüyasını tâbir etmiģtir ve kabul etmiģtir. Osman artık o dur. (Buğra, 1999: 86-87). O, Ede Balı nın sözüyle kurduğu Osman Gazi Han dır; olması gereken erdemlerin sahibi, varlığını Ģuurla anlamlandıran sözün yeni kurucusu olan Hakan dır. Osmancık tan Osman a dönüģüm ve manevi boyuttaki Beylik ilanı aynı zamanda kendini gerçekleģtirme mitinin bilinç düzeyinde algılanmasıdır. Sözün metafizik düzlemdeki tanrısal boyutu Ede Balı nın Kayı Boyu na bakıģında somutluk kazanır. Ona göre Kayı, Tanrı görevlisidir, adildir, huzur ve güven verir. Ġslamiyet öncesi Türk tarihinde Hakan ı belirlemede etkin bir role sahip olan kut anlayıģının Ġslami düzlemdeki varlığını Ede Balı nın sözünde görmek mümkündür: Kayı boyu, Ede Balı ya göre Tanrı görevlisidir; Kayı boyu gücünün ulaģtığı yörelerde insanlara güven, huzur, varlık ve hoģ geçim sağlamakla görevlidir; Kayı boyu baģta Oğuzlar, birleģtirmekle, bütünleģtirmekle, onarmakla, yüceltmekle görevlidir ve Kayı boyu bu görevi üstlenmeye ve baģarmaya mecburdur. (Buğra, 1999: 95). Ede Balı nın sözleri, Oğuz soyunun birleģtiricisi, il düzenleyicisi olduğu ifade etmekle Kayı nın varlığını dikey boyutta tarihsel düzleme taģır. Bununla birlikte tüm insanların buna ihtiyacı olduğuna gönderme yaparak Kayı nın cihana açılımını imler. Burada sözün anlıksal, tarihsel, bireysel ve kurucu gücünü görebiliriz. Yakıcı bekleyiģlerin ve sabrın tecellisi sonunda Malhun Hatun a, Zümrüdü Anka sına kavuģan Osman, babasının Ede Balı tekkesinde gördüğü rüyadaki Tanrısal sözü hatırlar ve Malhun Hatun un kendisini ve soyunu bu rüyadaki kutlu sözün vaadine ulaģtıracağını umar. Ertuğrul Gazi nin çadırında toplanan beylerin kararı Osman a Ede Balı nın ağzından Ertuğrul Gazi nin sözünün öncülüğü ile bildirilir: Ey oğul, Omsancık; Ģeyhim Ede Balı nın sana diyecekleri var. Dinle. Eyi dinle. Beni dinlermiģ gibi dinle. Deden Süleyman ġahı ı dinlermiģ gibi dinle. Dedene söyleyenler dinlermiģ gibi dinle. Benim dedeni dinlediğim gibi dinle. Dedenin dedemi dinlediği gibi dinle. (Buğra, 1999: 119). Ertuğrul un bu sözleri Osman ın Osman Bey olmasının soya, töreye ve sözün karģılığı olan dinleme eylemine dayalı olduğunu bildirir. Bu sözlerden sonra gelen Ede Balı nın sözü, Osman ın dönüģümünün tamam olduğunun da muģtucusudur aynı zamanda: Ey Osmancık; Tanrı gözünü, gönlünü ve yolunu ıģıtsın; bileğinin, yüreğinin gücünü pekiģtirsin; haktan, adâletten, merhametten, azimden, sebattan garib komasın. Ey Osmancık; beğsin. Beğlini bil. Beğliğini unutma. Ey Osmancık; beğsin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana; güceniklik bize, gönül alma sana; suçlama bizde; katlanma sende; bundan böyle, yanılgı bize, hoģgörmek sana; aciz bize, yardım sana; geçimsizlikler, uyuģmazlıklar, anlaģmazlıklar, çatıģmalar bize, adâlet sana; kötü göz bize, Ģom ağız bize, haksız yorum bize, bağıģlama sana. Ey Osmancık; bundan böyle, bölmek bize, bütünlemek sana; üģengenlik bize, gayret sana; uyuģukluk bize, rahat bize, uyarmak, Ģevklendirmek, gayretlendirmek sana. Ey Osmancık; bundan böyle yükün ağır, iģin çetin, gücün kıla bağlı. Tanrı yardımın olsun; beğliğini kutlu kılsın; hak yoluna yararlı kılsın; ıģığını parıldatsın, uzaklara iletsin; sana yükünü taģıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl versin. (Buğra, 1999: 119). Ede Balı nın sözü, sözün bütün boyutlarıyla var olur ve Osman ı var eder. Görmek, gönül, yol, yürek, ıģık, adalet, azim, merhamet, sebat, sabır, kalenderlik, birleģtiricilik, akıl kavramları Ede Balı nın sözünün Osmancık ta varlık bulmasını ve anlam kazanmasını ve metafizik düzlem, Tanrısal kutluluk, tinsel yeniden doğuģ hususiyetlerini pekiģtirir ve iģlevselleģtirir. Osmancık için artık dünya çok küçüktür; dünyadaki varlığın bir anlamı vardır. Osman artık Bey dir ve Kayı nın ümidi, sonsuzluğa olan yolunun kurucusu ve açıcısıdır. Bu yolculuğun yakıtı da yine söz olacaktır. Ede Balı nın ebedî sözü, Osman Bey olduktan sonra da tükenmez: Alparslan ın gurura kapılıp zayıf bir düģman darbesiyle yerle yeksan olduğunu; düģmanlarını kendi soyundan ve dininden seçmemesi gerektiğini; yabancılarla kurduğu dostluğa sadık olup onların hesabına göre iģ yapmaması gerektiğini sözlemeye devam eder. Söz, temel iliģkidir. (Ellul, 1998: 72) Ede Balı ile Osman arasındaki temel iliģki söz, kanallı tinsel boyutludur. Ayrıca söz, kiģinin temel unsurudur. (Ellul, 1998: 194) Ede Balı da anlatıda bu temel hususiyetiyle varlık bulur. Bununla birlikte Osmancık ın Osman a, Osman ın Osman Bey Gazi ye 191

192 dönüģümü de aslında bir sözdür. Eylem boyutlu bir söz olarak algılanması mümkün olan bu hususiyet ezelî biçimde Osman Bey Gazi nin temel unsuru olur. Bununla birlikte kendini gerçekleģtirme mitini tamamlama yolunu hızla kat eden Osman Bey in de sözü vardır artık. Mihail Kosses i baskına gelen Aya Nikola ve Karacahisar tekfurunun adamlarını kırmaya Konur Alp i gönderir ve bu baskını engeller. Törede keferenin savaģına karıģılmayacağı vardır. Bu olayı duyan atası Ertuğrul ve yoldaģları onu çadırda bir nevi sorgular ve bu yaptığının manasını sorarlar ve babası Ertuğrul, Osman ı kınar. Bunun üzerine Osman Bey sözünü söyler. Aslında Osman Bey in sözü Osman ın bilgisi, görüģ kabiliyeti, stratejik tavrının bir yansımasıdır: Baba! Beğ sen isen, buyur ki uyalım. Yok beğ ben isem baba, oğlunun beğliğini bereleme (Buğra, 1999: 152). Babasının eleģtirisine karģılık Bey olan Osman, sözünü söylemiģtir. Kabına sığmayan Osmancık kalıntısı bir itki ile göç zamanı yakın boy beylerini toplayan Osman Bey, sözünü adalet, insan yaģamı ve cihana açılma üzerine kurar. Beylerin de rızasını alıp öyle akın etmek ister ve rızayı da sözüyle alır. HerĢeyi farklılığın bulunmadığı kadim birliğin içinde, herģeyin birlik içinde kaynaģmıģ olduğu bir mesafeden görmek: iģte gerçek kavrayıģ (intelligence) budur. (Guénon, 2001: 52) Birlik içindeki gerçek kavrayıģı fark eden Osman Bey, Oğuz un kadim birliğini sözü ile kurmak niyetindedir. Bununla birlikte Osmancık ın cesareti, deli doluluğu artık Osman Bey in hâkimiyeti altındadır. DönüĢümden sonra Osman Bey e kalan Osmancık ın mirasıdır, bu. YapmıĢ olduğu stratejik hamle ve fetihlerle beyliğini pekiģtiren ve diğer yakın boy beylerine de kabul ettiren Osman Bey, Söğüt e de bir mescit yaptırır. Tanrısal sözün mekâna dönüģmüģ hâli olarak kabul edebileceğimiz bu mescit için boydaki güzel sesli erlerin bulunmasını diler. Birincil sözlü kültür geleneğinde ses fenomenolojisi, insanın varlık duygusuna, söylenen kelimenin duyurduğu varlık duygusuna derinden iģler. (Ong, 2013: 92) Varlığın mana boyutunda somutlanması bu ses ile olur. Buradaki sesi Tanrı sözü olarak düģünecek olursak, Tanrısal sözün yeniden kuruculuğunun yanı sıra arındırıcılığının da somutluk kazandığını görebiliriz: Güzel sesler bul ki kendimizden sıyrılalım; nefsimizden kopalım (Buğra, 1999: 190). Osman Bey in nefisten sıyrılarak metafizik boyutlu tinsel sağaltımı tecrübeleme arzusunun kaynağını yine Ede Balı nın sözünde bulabiliriz. Ede Balı, sözünü kurarken nefisten sıyrılmanın insanın tamamlanmıģlığının son ve en zor merhalesi olduğunu söyler. Burada Ede Balı nın ağz[ı]ndan çıkan sözün içselleģtirici gücü, özel bir Ģekilde varlığın en yüksek sorunu olan kutsallıkla bağlantılıdır Her söylenen kelime, zaman içinde hareket eden bir olaydır (Ong, 2013: 93) Ede Balı nın her sözü, Osmancık ta içselleģerek zaman içinde hareket bulan bir tefekkür olayı biçiminde varlık bulur. Kutsal olanla da iliģkilendirilen söz, Osmancık ın kendindeki potansiyeli fark etmesine ve bu cevherin iģlenerek ideal olana dönüģmesine imkân sağlar. Kendini gerçekleģtiren Osman Bey, Ede Balı nın sözündeki Ģifreleri bir bir çözer ve icra eder. Bu icraatların gerçekleģmesindeki iradi tavır Osman a aittir. YaĢam süreğen bir seçimler dizisidir ve bu seçimlerin temel belirleyicisi kiģinin kendisidir KiĢi, gerçek bir kiģi olduğu sürece, kendisinin temel belirleyicisidir. (Maslow, 2001: ) Kendi seçimleriyle ideal Osmancık cevherini iģleyen Osman, kendisinin de temel belirleyicisi olur. O artık ili derleyen, adalet dağıtan, töreyi yaģatan ve gaza eden sözün gerçek anlamını kavrayan ve sözün yeni kurucusu olan Osman Gazi Han dır. Osmancık, varoluģ krizini tefekkürle ve sabırla çözer ve düģüncesi ile fiilleri arasında bir birlik kurar. Ġnsan herģeyden önce ve sürekli olarak, beģeri tezahürünün tüm tarzlarında kendisinde birliği (düģüncesinin birliğini, eyleminin birliğini ve belki de en zoru olan düģüncesi ile eylemi arasındaki birliği) gerçekleģtirmeye yönelmek zorundadır. (Guénon, 2001: 59) Ġçsel boyutlu birliği tecrübeleyen Osman kendini de tamamlamıģ olur. Zira onun için artık kendi içinde de dıģında da hiçbir düģman yoktur Her Ģeyin kesin olarak merkezinde bulunmakla o kendi kendisinin yasasıdır. (Guénon, 2001: 60) Bu yasa, töre kaynaklı kutsallık düzleminde kurulan Bey olma, Kayı nın hükmünü icra etme yasasıdır. Törenin üzerine kurulu beyliğin sancağı da Selçuklu Sultanı ndan gelen ak sancaktır ve bundan sonra Osmancık ın adı Osman Gazi Han, Osman ġah Bey dir. Bunu müjdeleyen de Selçuklu Sultanı nın sözüdür. Sonuç Osmancık, Eda Balı nın sözü ile kendi varlığının farkına varır ve kaostan kozmosa geçiģin farklı bir yansıması olan insanın kendini gerçekleģtirme paradigmasını çözümler. Kendinin farkına varan Osmancık, aynı zamanda Kayı boyunun cihan devletine dönüģmesinin cevherini de somut kılar. Ġnsani özün hakikatlerinden olan kendini gerçekleģtirme mitini benliğinde duyumsayan Osmancık ın dönüģümünde söz kilit rol oynar. Tam bu noktada Osmancık ın cihan devletinin kurucusu Osman Gazi Han a dönüģmesinin, Osmancık ın ve Kayı nın varoluģsal hakikati olduğunu söylemek mümkündür. Zira Kayı nın kendini gerçekleģtirmesi beylikten cihan devletine dönüģmesi manasıyla denk düģer. Ellul un bakıģıyla; sözün 192

193 gücüyle zamana asılı kalan Osmancık, kendini ontolojik boyutlu bir boģlukta hisseder ve bu varoluģsal boģluktan Eda Balı nın sözüyle kurtulur. Sözün anlatıdaki konumu ve göstergeleri incelememizin- ilk bölüm(ün)de; anlıksal oluģuyla, yeniden kurucu ve tarihsel boyutlarıyla iģlevsellik kazanır; Osmancık ın eleģtiriye açık olmasına, meseleleri aklı ile kavrayıp fevri davranıģlardan sakınmasına ve bunun neticesinde kendisini varoluģsal sorgulamaların odağında bulmasına sebep olur. Bu aynı zamanda dönüģüme, tinsel göçe bir çağrıdır. BiliĢsel düzeyde varlığının sebebini anlayan, Osmancık, artık Osman ı bir yere konumlandırabilmektedir. Ġkinci bölümde söz, tinsel odakta dikey boyutluluğuyla, metafizik anlamları çağrıģımlarıyla ve bağlamsal anlam düzleminde yine dikey boyutlu bir tarihsellik odağında Osman ı Osman Bey olmaya taģıyacak sabır, azim ve kararlılık erdemlerinin edinilmesine sebep olur. Üçüncü bölümde Osman ın Bey oluģuyla birlikte; sözün yeni sahibi oluģu, söze yön veren ve onu eyleyen icracı oluģu, sözün yeniden kurucu ve bireyselliği eģliğinde iktidara yön verebilme edimi ile paralel bir görünüm kazanır. Nihayetinde Osmancık, Osman oluģu ve Bey olarak gazalara katılıp Osman Bey Gazi olmasının, bir medeniyet kuruluģunun sözün yatay ve dikey boyutlu çağrıģımsal ve bağlamsal anlam açılımlarıyla anlatı paktında varlık bulduğunu söyleyebiliriz. KAYNAKÇA ADLER, Alfred (2000), Ġnsan Tabiatını Tanıma, Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yay., Çev.: Ayda Yörükân, Ankara. BUĞRA, Tarık (1999), Osmancık, Ötüken NeĢriyat, Ġstanbul. CAMPBELL, Joseph (2010), Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Kabalcı Yay., Çev.: Sabri Gürses, Ġstanbul. ELLUL, Jacques (1998), Sözün DüĢüĢü, Paradigma Yayınları, Çev.: Hüsamettin Arslan, Ġstanbul. GADAMER, Hans-Georg (1995), Hermeneutik, Hermeneutik (Yorumbilgisi) Üzerine Yazılar, Haz. ve Çev.: Doğan Özlem, Ark Yay., Ankara. GUÉNON, René (2001), Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi, Ġnsan Yay., Çev.: Fevzi Toğaçoğlu, Ġstanbul. GUIRAUD, Pierre (1999), Anlambilim, Multilingual Yay., Çev.: Berke Vardar, Ġstanbul. KANTER, M. Fatih (2014), Milli Edebiyat Dönemi Türk ġiirinde Benlik Algısı ve Kimlik Kurgusu, Kitabevi Yay, Ġstanbul. KORKMAZ, Ramazan (2008), Rene Girard ın Üçgen Arzu Modeli Bağlamında Osmancık Romanı, Tarık Buğra -Prestij Kitap- T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. KORKMAZ, Ramazan (2012), Arketipsel Sembolizm Açısından Dede Korkut Anlatılarındaki Yüce Birey ve Alp-Bilge Tipi, s , ġerif AktaĢ'a Armağan, Düzenleyen: Yakup Çelik, Kurgan Edebiyat Yay., Ankara. KIRAN, Zeynel KIRAN, AyĢe (2000), Yazınsal Okuma Süreçleri, Seçkin Yayınevi, Ankara. MANAV, Faruk (2014), Martin Heidegger ve VaroluĢçu Hermeneutik, Elis Yay, Ankara. MASLOW, Abraham (2001), Ġnsan Olmanın Psikolojisi, KuraldıĢı Yay., Çev.: Okhan Gündüz, Ġstanbul. ONG, Walter J. (2013), Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yay., Çev.: Sema Postacıoğlu Banon, Ġstanul. RĠFAT, Mehmet (2008), YaklaĢımlarıyla EleĢtiri Kuramcıları, Sel Yay., 2. Baskı, Ġstanbul. ROUX, Jean-Paul (2005), Orta Asya da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar, Kabalcı Yay., Ġstanbul. SAUSSURE, Ferdinand De (2001), Genel Dilbilim Dersleri, Multilingual Yay., Çev.: Berke Vardar, Ġstanbul. SAUSSURE, Ferdinand De (1999), XX. Yüzyıl Dilbilimi, Multilingual Yay., Çev.: Berke Vardar vd., Ġstanbul. TAġDELEN, Vefa (2004), Kierkegaard ta Benlik ve VaroluĢ, Hece Yayınları, Ankara. TOKAT, Latif (2014), Anlam Sorunu, Elis Yayınları, Ankara. TURAL, Sadık (1988), Kültürel Kimlik Üzerine DüĢünceler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara. URHAN, Veli (1998), KiĢiliğin Doğası, Vadi Yay., Ankara. VARDAR, Berke (2001), Dilbilimin Temel Kavram ve Ġlkeleri, Multilingual Yay., Ġstanbul. 193

194 ESKĠ EDEBĠYAT BALKAN COĞRAFYASINDAN ĠLGĠNÇ BĠR DĠVAN ġaġrġ: GARÂMÎ Fatih BAġPINAR ÖZ: 16. yüzyılda yaşamış olan Divan şairi Garâmî (d.1500) bütün Divan edebiyatının en hacimli divanlarından birine sahiptir. Dîvân ında 1700 ü aşkın şiir bulunmakta ve bunların çoğunluğunu da 1636 adetle gazeller oluşturmaktadır. Kaynaklardan ve eldeki tek eseri olan Dîvân dan anlaşıldığına göre Karaferye de doğup hayatının büyük bir kısmını Balkanlarda kadılık yaparak geçirmiştir. Karaferye hakkında bir şehrengizi olduğu bilgisine rağmen bu eseri henüz ele geçmiş değildir. İstanbul ve Edirne de de bulunduğu anlaşılan Garâmî, şairliğinden başka tanbur çalmak ve remil (kum falı) bakmak gibi sahalarda da meşhurdur. Onun bir başka vasfı da altmış yaşından sonra seyit olduğunu iddia etmiş olmasıdır. Garâmî, yaşadığı devrin sosyal olaylarına şiirlerinde temas etmiştir. Edirne ve İstanbul da yaşanan ekmek ve odun kıtlıkları, kış mevsiminde Tuna nehrinin donması gibi hadiseleri Divan edebiyatının imkân ve usûlleri çerçevesinde şiirlerinde işlemiştir. Bunlardan biri 1556 yılında Kanuni Sultan Süleyman ın Edirne de kışlaması sonucu yaşanan odun ve ekmek kıtlığı, diğeri ise 1566 senesinde İstanbul da görülen arpa ve otluk sıkıntısıdır. Yiyecek arpa yahut ot bulamayan atların figan edip durduklarını, iğne deliğinden geçebilecek kadar inceldiklerini, yiyecek bulamayınca yel yutmaya başladıklarını mizahi bir tarzda anlatmıştır. Yaşadığı coğrafyanın dillerine aşina olduğu anlaşılan şairin şiirlerinde Divan şairlerinin umumiyetle iyi bildikleri Arapça ve Farsçadan başka, Rumca mısra yahut ifadeler de yer almaktadır. Tuna nehri üzerine müstakil şiirleri bulunan Garâmî Edirne redifli iki gazel yazmıştır. Bunlardan kafiye kelimeleri hariç Rumca olarak yazılan gazelde şair Edirne yi bir sevgili olarak görmüş ve ona efendim, sultanım gibi ifadelerle seslenmiştir. Bugünkü manada realist olarak Edirne yi tasvir etmekten ziyade onun gönüldeki yerine işaret eden bu şiirler Divan şiirinin bilinen kalıplarına tabi olarak yazılmıştır. Garâmî, enteresan şahsiyeti, sosyal hayattan kimi manzaraları anlattığı esprili şiirleri, Edirne üstüne yazdığı iki gazeli ile ilginç bir Divan şairi olarak anılmayı hak etmektedir. Anahtar Kelimeler: Garâmî, 16. yy. Divan Şiiri, Sosyal Hayat, Edirne. AN INTERESTING POET FROM BALKANS: GARAMI ABSTRACT: Poet Garami, who lived in the 16 th century, had one of the most sizeable divans of all classical Turkish poetry. In his Divan, there are more than 1700 poems and 1636 of them are gazels. He was born in Karaferye and mostly lived in Balkan towns as a judge. In some part of his life he lived in Istanbul and Edirne. Except his Divan, we know that he had a shahr-angeez about Karaferye, but it could not be found yet. Garami was famous for playing tanbur and telling fortunes by remil. One of his interesting features is that he once claimed that he was sayyid. Garami told about the social events of his age in his poems. He mentioned such events like the scarcity of bread and wood in Edirne and Istanbul, and freezing of Tuna river in winter. One of these events is the famine in Edirne which occurred when Suleiman the Magnificent and his attendants spent the winter in Edirne in The other one is the scarcity of barleycorn and fodder in Istanbul in Garami told in a humorous way that the horses lost weight because they couldn t eat barleycorn or fodder, they became so thin that they could pass through the eye of a needle, and at last they started to eat wind because of hunger. In Garami s language it is possible to find Arabic, Persian and Romaic words, phrases, lines and couplets. For example he wrote two gazels about Edirne and one of them was in Romaic. In that poem, Garami depicted Edirne as a beloved and called Edirne like my master, my lord. It cannot be said that poem was written in realistic style but it can be said that it was written in the conventional form of divan poetry. Garami deserves to be mentioned as a very interesting poet of classical Turkish poetry because of his interesting personality, his poems which mention some of the social events in his age and his two gazels about Edirne in his Divan. Keywords: Garami, Classical Turkish Poetry in 16 th Century, Social Life, Edirne. GiriĢ Klasik Türk Ģiiri asırlar boyunca pek çok Ģair yetiģtirmiģ ve bu Ģairler eliyle klasik tanımına uygun eserler vermiģtir. ġairlerin Ģiirlerini tertip ederek oluģturdukları divanlara, divan tertip etmemiģ, edememiģ yahut divanları bugün için kaybolmuģ olan Ģairlerin mecmualarda veya baģka eserler içindeki Ģiirlerine bakıldığında klasik Ģiirin genel bir portresini çıkarmak mümkün olmaktadır. Buna göre mesela Ģiir Yrd. Doç. Dr., Kırklareli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. fatih.baspinar@klu.edu.tr 194

195 geleneğinin belirlediği nazım Ģekillerinin dıģına çıkılmamakta, sevgili hemen hemen aynı güzellik unsurlarıyla tarif edilmekte, kalıplaģmıģ teģbih ve istiareler kullanılmaktadır diyebiliriz. Bu kalıpların Ģairleri enine değil, derinlemesine doğru bir harekete ittiğini de söyleyelim. Klasik edebiyat, geniģ bir coğrafyaya yayılmıģ ve Türkçe üzerinden Türk kültürü ve edebiyatının taģıyıcısı olmuģtur. Bu coğrafya içinde Balkanlar da vardır ve Balkanlarda yetiģmiģ yüzlerce divan Ģairi mevcuttur. Bu Ģairler arasında divan Ģiirinin klasik tanımının dıģına çıkarak sıradıģı örnekler veren Ģairlerden biri de Garâmî dir. Garâmî Asıl adı Muhammed olan Garâmî, Dîvân ın ferağ kaydında ismini açıkça Muhammed bin Mustafâ Ģeklinde belirtmiģtir. ġiirlerinde iki yerde (G.670/5, G.842/7) kendi ismini zikretmiģtir: Garâmî bendedür seyyid Muhammed Bunuð mânendi hîç devrâna gelmez (G.670/5) Kaynaklarda Ģairin doğum tarihi ile ilgili bir bilgi yer almıyor. Ancak Ģair, Dîvân da bunu da iki yerde (G.140/5, G.719/5) Ģuh kelimesinin ebced değeriyle iģaret ediyor: ġuh olıcak mevlidine çü târîh Oldı Garâmî ye dahı tab -ı Ģûh (G.140/5) [= Doğumu için Ģuh kelimesi tarih olunca Garâmî nin tabiatı da Ģuh oldu.] ġuh kelimesinin ebced değeri ise 906 tarihini vermekte, bu da miladi olarak yılına tekabül ediyor. Bugün Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Karaferye de dünyaya gelmiģ olan Garâmî, Kadıcık oğlu diye bilinmektedir. (Sehî Bey, 1978: 334) Mısır kadısı olup 952/1545 te vefat eden (TaĢköprülüzâde, 2007: 298) Leyszâde den mülazım olduktan sonra Rumeli nin muhtelif yerlerinde kadılık yapmıģtır. Mesela hayatı hakkındaki bilgilerin hemen tamamını kendinden öğrendiğimiz ÂĢık Çelebi, 1550 lerden önce Serfice de bu vazifeyi ifa eden Garâmî nin yerine kadı olduğunu kaydetmektedir (ÂĢık Çelebi, 2010: 1333). Güzel bir sese sahip olan Garâmî, aynı zamanda tanburidir. Tanbur çaldığını Dîvân ında açıkça zikretmiģtir: Tanbûrını çalar yok remlinde nazîr olmaz Dîvâne Garâmî nüð dîvânını mı dérsin (G.1015/5) Kendisinin güzel sesle söylemiģ olduğu türküleri vardır. Müzikte o kadar maharetlidir ki sîneçâk ismini verdiği bir enstrüman dahi icat etmiģtir. ÂĢık Çelebi nin tasvirine göre bu, yaysız bir rebap gibidir ve göğüs üzerine dayanıp çeng gibi iki el ile çalınmaktadır. Hocası Leyszâde, onun bir saz icat ettiğini iģitince yeminler verip müzik aleti yapma hususundaki Ģiddetli dinî tehditlerle korkutarak onu bundan vazgeçirmiģtir. Dîvân da bu sazın ismine iģaret sayabileceğimiz bir beyit yer almaktadır: Kıllarını sînemüð dizdüm düzen vérdüm dilâ Sîne-çâk adlu bu da bir sâz u bir kânûndur (G.293/3) [= Ey gönül! Sinemdeki kılları dizip onlara bir düzen verdim. Bu da sîneçâk adlı bir saz, bir kanundur.] ġair, yukarıda tanburla ilgili örnek olarak verdiğimiz beyitte baģka bir özelliğini daha dile getirmiģti, o da remil ilmindeki mahareti idi. ÂĢık Çelebi onun gayet usta bir remmâl/ remilci olduğunu ve remlin kısımlarından olan ilm-i habâyâda eģinin, benzerinin bulunmadığını bildiriyor. Defalarca tecrübe edilmiģ ki içinde ne kadar akçe olduğu bilinmekte olan bir keseden, bir miktar akçe alındığında hem alınan kısmı hem de kesede kalan miktarı bilebilmektedir. Tabii burada iģin püf noktasının kesenin içinde olan toplam para miktarının önceden bilinmesi olduğunu belirtmekle yetinelim. Garâmî iģte bu remil ve ilm-i habâyâdaki bilgisi sayesinde gelecekten haber verme, yıldızları barıģtırma, insanların içinde olan Ģeyleri bilme yahut da kayıp olan nesneleri bulma gibi konularda da gayet mahirdir. Yine ÂĢık Çelebi nin MeĢâ irü Ģ-ġu arâ sında anlattığına göre nüktedan bir Ģair olan Garâmî nin türlü latifeleri vardır. Ancak Çelebi bunlardan ayrıntılı bir biçimde bahsetmiyor. Garâmî, altmıģ yaģından sonra seyit olduğunu iddia etmiģtir. Peygamber soyundan gelenlerin yeģil sarık ve yeģil cübbe giymeleri âdeti vardı. Bu yeģil sarık, Osmanlı saltanatı zamanında da Ģerif ve seyitlerin hususi alametleri kabul edilmiģti (UzunçarĢılı, 1988: 163). ĠĢte Garâmî de seyitlik alameti olan yeģil sarığı sarmaya baģlayınca etrafındakiler onun ne demek istediğini anlamıģlar. Fakat bu durum karģısında ona söyledikleri de biraz ağır olmakla beraber latife kabilinden sayılabilir. Kendisine rastlayanlar bugünkü dille 195

196 söylersek Efendi, seyit olduğunuzu önceden bilmiyordunuz. Galiba remille buna vâkıf oldunuz. dediklerinde buna epeyce alınmıģ. ġairin bir baģka ilginç özelliği de Ġbni Mukle hattı denilen Muklî hat ile yazdığı imzalardır. ÂĢık Çelebi bu imzaların imzalar içinde önde geldiğini belirtiyor. Garâmî nin yazısının güzelliği kendi hatt-ı desti ile yazmıģ olduğu Dîvân nüshasından da anlaģılmaktadır. Vefat tarihine dair kesin bir kaydın bulunmadığı Ģair için Sicill-i Osmânî de Evâsıt-ı asr-ı Sultân Murâd-ı Sâlis de irtihâl eyledi. bilgisi yer almaktadır (Mehmed Süreyyâ, 1308: 618). III. Murad ın saltanat yılları arası olduğuna göre 1585 yılı civarında vefat ettiği anlaģılıyor ki bu da 80 yaģını aģtığını gösteriyor. Eserleri 1. Dîvân: Tezkirelerde Ģairin bir divanı olduğundan bahsedilmiyor. Fakat Dîvân ının bir yazma nüshası mevcuttur. Ġngiltere Millî Kütüphanesinde bulunan 170 varaklık bu nüsha üzerinde yapmıģ olduğumuz çalıģmayı 2013 yılında yayımlamıģtık. Yazmanın ketebe kaydından bu nüshanın müellif hattı olduğu ve 972/1565 senesinde yazılıp bitirildiği anlaģılıyor. Fakat sayfa kenarlarına eklenen Ģiirlere bakılırsa bu tarihten sonra Dîvân ın hacmi geniģlemiģtir. Yazmada kimi sayfalardaki Bunu râ harfinde yazalar, yanlıģ yazılmıģ., Hâ da yazıla. gibi notlardan anladığımıza göre bu nüshadan kopya edilmiģ en azından bir nüsha daha olması gerektiği kanaatindeyiz. ÇalıĢmamıza göre Dîvân da 5 kaside, 4 murabba, 1636 gazel, 57 kıt a, 13 matla ve 12 müfred bulunmaktadır. Bundan hareketle eserdeki beyit sayısı yaklaģık civarındadır ki bu büyük bir sayıdır. Bu hacimle Garâmî, bütün divan Ģiiri içinde en çok Ģiir söyleyen Ģairler arasındadır. 2. ġehr-engîz: Bu isimde bir eseri olduğunu ÂĢık Çelebi zikrediyor ve içinden Ģu iki beyti örnek veriyor: Çiçekler kim bitürür seng-i hâre Éder gün terbiyetle la l-pâre Sevir burcında togar géce gündüz Sıgır kuyrukları kuyruklı yılduz (ÂĢık Çelebi, 2010: 1628) [= TaĢların bitirdiği çiçekleri güneģ terbiye edip la l parçalarına döndürür. Boğa burcunda gece gündüz sığırkuyrukları ve kuyruklu yıldız doğar.] Ancak bu eser elimize geçmiģ değildir. 3. Tezkiretü Ģ-ġu arâ: Aslında müstakil bir eser değildir. ġair Dîvân da gazelleri redifiyle 29 gazel yazmıģ ve bunlara baģlık olarak bu ismi koymuģtur. Belki böyle bir ismi vermesini Garâmî nin latifeci kiģiliğine de bağlamak mümkündür. Gazellerin özelliği kafiyelerinin Ģairlerin mahlaslarından seçilmiģ olmasıdır. Ġlk gazel münhasıran Muhibbî mahlaslı Kanuni Sultan Süleyman a ayrılmıģtır. Matla ve makta beyitleri Ģöyledir: ĠĢrâb éder hayâtı Muhibbî gazelleri Ġhyâ éder memâtı Muhibbî gazelleri (G.1608/1) [= Muhibbî gazelleri, hayatı anlatır/ içirir ve ölüleri diriltir.] Nüsha yérine baģda götürmek gerek dilâ Ġster çü ri âyâtı Muhibbî gazelleri (G.1608/33) [= Ey gönül! Muska gibi baģta götürmek gerek. Zira Muhibbî gazelleri, saygı gösterilmeyi ister.] Garâmî nin adını zikrettiği Ģairler hakkında elle tutulur bir bilgi vermekten çok mahlasların kelime manaları ile ilgilendiği görülmektedir. Dolayısıyla biyografik bilgiler içeren Ģiirler olmadığından tezkire olarak zikredilemeyeceğini söyleyebiliriz. Buna ancak Ģairname diyebiliriz. Edebî ġahsiyeti Garâmî hemen her Ģairde görebileceğimiz gibi kendinin Ģiir meydanının yegâne pehlivanı olduğunu söyleyerek kabiliyetini övmektedir. Fakat Âhî ve Ġshâk Çelebi yi üstün tutarak onları hoca ve üstat olarak anmıģtır: Benüm her fende üstâdum olandan Biri merhûm Âhî biri Ġshâk (G.776/4) [= Benim her ilimde üstadım olanlardan biri merhum Âhî, biri de Ġshâk tır.] Türkçe yazan Ģairler arasında bir tek Bâkî yi geçemediğini de itiraf etmekten çekinmez: 196

197 Garâmî mürdeler ihyâ éder sözde Mesîhâyam Gazel démekde Bâkîden kalanın hep utandurdum (G.867/7) [= Ey Garâmî! Ben söz hususunda ölüleri dirilten Mesih im. Gazel söylemede Bakî den baģka herkesi utandırdım.] ġiirleri kaynakların da belirttiği gibi genel olarak sade sıfatıyla nitelendirilebilir. Sadelik hareketlilikten uzak, çeģitlilik ve değiģiklik göstermeyen, belli bir düzeyde akıp giden, kolay anlaģılır (Tolasa, 2002: 209) manasında olmak üzere Garâmî nin Ģiirlerini tarif etmektedir. Bu sadelik Garâmî nin çağdaģı Bâkî yi andırmaktadır. Tıpkı Bâkî gibi bir gazel Ģairi sayabileceğimiz Garâmî de tıpkı onun gibi nüktedan ve hoģsohbet biridir. Tabiatındaki bu özellikleri Ģiirinde de görmekteyiz. Tasavvufi muhtevalı Ģiirler Dîvân da pek yer almaz. Çok hacimli bir divana sahip olan Ģairin kendini övmesine rağmen aruz kusurlarından hâlî olmadığını da söylememiz gerekir. Bu hususta en dikkat çeken Ģey ise mef ûlü fâ ilâtü mefâ îlü fâ ilün kalıbında kimi zaman ikinci tef ileyi mefâ îlü Ģekline, kimi zaman da son tef ileyi fe ûlün hâline getirmesidir: Tograndı ciger gamze-i dil-dûz-ıla éy yâr Yandı yüregüm nâr-ı gam-ı iftirâk-ıla (G.1215/2) [= Ey sevgili! Ciğerim gönül delen gamze ile doğrandı, yüreğim ayrılık derdinin ateģiyle yandı.] Bu kusur 80 kadar azımsanmayacak miktardaki gazelde görülüyor. Belki çok Ģiir söylemiģ olmaktan gelen bir özensizlik olarak niteleyebiliriz. ġiirlerindeki Ġlginç Örnekler Garâmî nin Ģiirleri ilginç örnekler barındırmaktadır. Bunlardan biri bıçak redifli gazeldir: Salınır seyrân éder yâr-ıla yârândur bıçak Gamze-veĢ bagrum delüp sînem de yarandur bıçak Kirpük ile zahm urup éy gamze sen kan eyledüð Kim dédi Ģol çeģm-i mestüð destine yandur bıçak Keskin ol âģık gibi yanınca yâruð salınur Göz yaģıyla suvarılan tîg-ı bürrândur bıçak Nice inkâr eyle ol müjgân-ıla katl étdügin Hûn-ı âģıkla mülevves dembedem kandur bıçak Her ne dérseð toğrayup hordenlemekçün hurd éder Pîr-i fertût olana el-hak ki dendândur bıçak Hâ -i dâgı âh éder her dembedem yazar elif Sînesinde âģıkuð derdine dermândur bıçak Ey Garâmî güni görmez pâdiģeh gibidür ol Ekseriyyâ gâr u gâbe içre pinhândur bıçak (G.778) [= Bıçak, sevgiliyle salınıp gezen dosttur. Gamze gibi bağrımı delip sinemi yaran da bıçaktır. Ey gamze, kirpikle yaralayıp kan döktün. O sarhoģ gözün eline bıçak tutuģtur diye kim dedi? Yarin yanında keskince salınan âģık gibidir. Bıçak göz yaģıyla sulanmıģ keskin bir kılıçtır. O kirpiklerle katlettiğini nasıl inkâr eder? Bıçak, her an âģığın kanıyla kirlenmiģtir. Her ne dersen doğrayıp yemek için parçalar. Bıçak, kocamıģ olana hakiki bir diģtir. Yarasının yuvarlağı (hâ harfi) her an âh edip elif yazar. Bıçak, âģığın sinesinde derdine dermandır. Ey Garâmî, o güneģi görmeyen bir padiģah gibidir. Çünkü bıçak, ekseriya mağara ve orman içinde saklıdır.] Bundan baģka birtakım nesne yahut kavramları konu edindiği hüccet (G.71) ve mum (G.977) redifli gazellerini de zikredebiliriz. Garâmî, Tuna nehrini Dîvân da peģpeģe yer alan iki gazelinde anlatır. Ġlkinde (G.1116) nehri çeģitli benzetmelerle tarif ederken ikinci gazelde nehrin kıģın donmuģ hâlini tasvir eder: Serd-i sermâdan nemed-pûģ oluban yatmıģ Tuna Câmesin yéle vérip câmid suya batmıģ Tuna Sanmaðuz kim pâre pâre kar-ıla buzdur akan Sînesinden penbe-i dâgın suya atmıģ Tuna Buz degüldür gördügüð bir evrenüð pûllarıdur 197

198 Köhne Ģâla sarınup ayagın uzatmıģ Tuna ġöyle tatludur k anuð bir katresi bið cân deger ġerbetine Ģîr-ile Ģehd ü Ģeker katmıģ Tuna Éy Garâmî Ģa bede fenninde mâhirdür gibi Toðdurup mâhîlerin lu b-ıla oynatmıģ Tuna (G.1117) [= Tuna, kıģın Ģiddetinden keçeye bürünüp yatmıģ. Elbisesini rüzgâra verip cansız olarak suya batmıģ. Akanı, parça parça kar ve buz sanmayın; Tuna göğsünden yaralarının pamuğunu suya atmıģtır. Gördüğün buz değildir, bir ejderhanın pullarıdır. Tuna eski bir Ģala sarınıp ayağını uzatmıģtır. O kadar tatlıdır ki onun bir damlası bin cana değer. Tuna Ģerbetine sütle bal ve Ģeker katmıģtır. Ey Garâmî, o gözbağcılığı ilminde maharetli gibidir. Tuna balıklarını dondurup hileyle oynatmıģtır.] ġair, bir gazelinde ise zamane kadılarını hırsızlık etmeleri ve yetim malı yemeleri dolayısıyla eleģtirerek güzel bir sosyal tenkit örneği ortaya koyar: Zagallıktan eyâ tab a l-hulûsi Kulag ur diðle sen iģbu husûsı Zamâne kâdıların sorar-iseð Déyeyin bilür-iseð sen lüsûsı Yéyüp eytâm mâlın bel éderler Yérinden gördiler gibi nusûsı Bulardan korkaruz merhabâda Yüzükden alalar déyü füsûsı Kazâyâda umûmen böyledür hep Garâmî gözlemezler bir husûsı (G.1501) [= Ey halis tabiatlı kimse, Tembellikten kulak ver, bu hususu dinle. Zamane kadılarını sorarsan, eğer hırsızları biliyorsan diyeyim. Yetimlerini malını yiyip yutarlar. Bu nasları yerinden görmüģ gibidirler. Merhaba sırasında yüzüğün kaģını alırlar diye bunlardan korkarız. Ey Garâmî hükümlerde umumi olarak hep böyledirler, herhangi bir hususu gözetmezler.] Garâmî, Dîvân ında iade sanatının güzel örneklerinden birini bir gazelle vermiģtir. ġair iadeyi bütün mısralarda yaptığı gibi makta beytinin sonuyla matla beytinin baģını da aynı kelimelerle kurarak iadeyi daha sanatlı hâle getirmiģtir: Sîm ü zerdür gerek ol hûba n éder cân u seri Ser-i kûyında lebinden sorup aldum haberi Haber-i vaslına ben müjde dil ü cân véreyin Véreyin itlerine vasla-i laht-ı cigeri (G.1607/1-2) Nazarın bildi Garâmî haberin aldı anuñ Anuñ ol cünbiģ-i çâlâki diler sîm ü zeri (G.1607/13) Garâmî, tıpkı pek çok Divan Ģairi gibi Arapça ve Farsça ibare, mısra ve beyitler söylemiģtir. Ancak bunlardan baģka Rumeli de dünyaya gelmiģ ve oralarda kadılık yapmıģ olması dolayısıyla bildiğini tahmin ettiğimiz Rumca ile de mısralar kaleme almıģtır. Bu hususta Edirne ye dair yazılmıģ olan ve yalnızca kafiyeleri Türkçe olan 5 beyitlik gazel, iyi bir örnek olacaktır: Agapa se apo tin kardi mu cânânum Endirne Efendaki mu sultâni mû ela cânum Endirne Oli mera oli nihta selo nayzo brosopos Ya to sana ego mu naho hano hânum Endirne Ego sklavusime tora esise i psihiça mu Filo irsa mi zernis atiha sultânum Endirne Ayizon oglosa su na apo tin ostoma kolvi Brosopo su pervoli gül-i handânum Endirne Erasto yiniken me ton agapika Garâmîzsen Afista nase filisi ela dermânum Endirne (G.1269) 198

199 [= 1. Seni kalbimden severim cananım Edirne. Efendim, sultanım gel canım Edirne. 2. Ey hânım Edirne, benimmiģsin de seni kaybedecekmiģim gibi, her gün her gece yüzünü görmek isterim. 3. ġimdi ben senin esirinim, sense benim ruhcağızımsın. Dost olarak geldim, haksız yere (boģu boģuna) beni cezalandırma (dövme) sultanım Edirne. 4. Ağzından çıkan dil sanki bülbül dilidir. Yüzün bir bahçe (gülģen) ey açılmıģ/gülen gülüm Edirne. 5. ÂĢık Garâmî sana mübtela oldu. Bırak seni öpsün gel dermanım Edirne.] Bu Ģiirin dıģında Dîvân ın kimi yerlerinde Balkan dillerinden ifadeler de yer almaktadır. Bütün bunlar bize Divan Ģiirinin dilinin bir imparatorluk dili olduğunu (Aksoyak, 2009) bir kez daha ortaya koymaktadır. Garâmî yaģadığı devrin kimi sosyal hadiselerini de Ģiirine konu edinmiģtir. Bunlardan biri, 964 ( ) yılında Kanuni Sultan Süleyman ın kıģı Edirne de geçirmesi sebebiyle yaģanan odun ve ekmek kıtlığıdır. ġair bunu somun redifli murabbaında dile getirmiģ ve Ģiirini sultana sunmuģtur. ÂĢık Çelebi bu Ģiirle Ģairin sultandan caize aldığını da belirtiyor. ġiirin son bendi Ģöyle: Ocağa mı yandı götürüldi dünyâda odun Kar yérine yağan olsayıdı n olayıdı un Haftasıdur etmegün yüzüni görmedüm bugün Kandasın sen ey ekâbir lokması cânum somun (M.2-IV) [= Ocakta mı yandı, dünyadan odun götürüldü. Kar yerine yağan un olsaydı ne olurdu? Bugün bir hafta oldu, ekmeğin yüzünü görmedim. Ey ulular lokması canım somun, sen neredesin?] Aynı konuyu iģlediği ve yalnızca iki bendi bulunan öteki murabbada ise Ģair hükümdara yaģanan sıkıntıları Ģu mısralarla arz eder: Sözüme gûģ ur iģit ey husrev-i âlî-cenâb Oldı bu kaht-ile âlem halkınuð hâli harâb Odı görmez yérde göz gökdeyse toġmaz âftâb Kapuyı yakdum odun étdümdi açuk kaldı bâb Haftasıdur sancılalı dahı çig yatur kebâb Ey Garâmî himmet eylerse o Ģâh-ı kâm-yâb Taðrı Tağınuð gelür odunı bî- add u hisâb ġimdi halkuð derdi bu vallâhu a lem bi s-savâb [= Ey cömert padiģah, sözüme kulak ver. Bu kıtlık yüzünden âlem halkının hâli harap oldu. Göz yerde ateģi görmez, gökte ise güneģ doğmuyor. Kapıyı odun edip yaktım, kapı açık kaldı. ġiģe geçirileli bir hafta oldu, kebap hâlâ çiğ yatıyor. Ey Garâmî, murada ermiģ hükümdar himmet ederse Tanrı Dağı nın odunu sayısız hesapsız gelir. Doğrusunu Allah bilir, Ģimdi halkın derdi budur.] 974 ( ) senesinde Ġstanbul da arpa ve otluk bulunmamasını anlatan 11 bentlik murabbada da yaģanan kıtlığı ilginç mısralarla dile getirmiģtir. Buna örnek olması bakımından Ģiirin iki bendini veriyoruz: Göge çıkdı arpa derdinden figânı atlaruð Oda yandı ot içün göyindi cânı atlaruð Arpa otluk bulmayup kurıdı kanı atlaruð Ah elinden otluğuð feryâd elinden arpanuð Rûzgâra Hızr u Ġlyâs atı-veģ açup dehân ĠĢbu boz atum benüm yél yuda baģladı hemân Bâda bindi göge ağdı uçdı hırmenden saman Âh elinden otluğun feryâd elinden arpanuð (M.4/II, IV) [= Arpa derdinden dolayı atların figanı göğe çıktı. Atların canları ot için ateģlere yandı tutuģtu. Arpa ve otluk bulamayınca atların kanı kurudu. Ah otluğun elinde, feryat arpanın elinden. Hızır ve Ġlyas ın atı gibi benim bu boz atım rüzgâra karģı ağzını açıp yel yutmaya baģladı. Saman rüzgâra binip göğe yükseldi, harmandan uçtu gitti. Ah otluğun elinden, feryat arpanın elinden.] Bütün bu verdiğimiz örnekler alıģıgelmiģ Divan Ģiiri kalıplarının dıģında oldukları için bir nevi sapma (Karabey, 2007: 17, 34) olarak da nitelendirilebilir. Ancak bunların da divan Ģiirini daha da güzelleģtiren unsurlar olarak görülmesi gerektiği kanaatindeyiz. Sonuç Garâmî nin Ģiirleri için Ģunları sonuç niteliğinde söyleyebiliriz: 1. Garâmî, klasik Türk Ģiirinin en çok gazel söyleyen Ģairleri arasındadır. Bu bakımdan bir gazel Ģairidir hükmünü verebiliriz. Dîvân ında 1636 sı gazel olmak üzere 1700 ü aģkın Ģiir mevcuttur. 199

200 2. Onun Ģiirlerini sade olarak nitelemek mümkündür. Yani hareketlilikten uzak, çeģitlilik ve değiģiklik göstermeyen, belli bir düzeyde akıp giden, kolay anlaģılır Ģiirler söylemiģtir. Bunda çok Ģiir söylemiģ olmasının etkili olduğunu söyleyebiliriz. 3. Garâmî, Dîvân ın gazeller kısmının sonunda Tezkiretü Ģ-ġu arâ baģlığı altında olmak üzere gazelleri redifli 29 gazel yazmıģ ve bunlarda Ģairlerin mahlaslarını kafiye olarak kullanmıģtır. Bu Ģiirlere bir nevi Ģairname diyebiliriz. 4. Garâmî, yaģadığı devrin sosyal olaylarını kimisi mizahi bir üslupla olmak üzere Ģiirlerine yansıtmıģtır. Bunlar ekmek, odun, arpa ve ot kıtlığı gibi hadiselerdir. 5. YaĢadığı ve kadılık mesleğini icra ettiği yerler Balkan coğrafyası olması dolayısıyla bu bölgenin dillerinden beyit, mısra ve ibarelere Ģiirlerinde yer vermiģtir. 6. Olumsuz bir özellik ve sonuç olarak Garâmî nin bazı vezinlerde, özellikle mef ûlü fâ ilâtü mefâ îlü fâ ilün vezninde özensiz davranak fâ ilâtü yerine mefâ îlü, fâ ilün yerine fe ûlün tef ilelerini kullanmakta bir beis görmemiģtir. Bütün bu özellikleriyle Garâmî klasik Türk Ģiirinin en ilginç Ģairleri arasındadır. KAYNAKÇA AKSOYAK, Ġ. H, Divan ġiirinin Dili Ġmparatorluk Dilidir, Turkish Studies, 4/5, 2009: ÂĢık Çelebi, MeĢâ irü Ģ-ġu arâ, Haz. Filiz Kılıç, Ġstanbul AraĢtırmaları Enstitüsü, Ġstanbul, BAġPINAR, F., Garâmî: Dîvân, Yedirenk, Ġstanbul, KARABEY, T., Divan ġiirinde Sapma lar, Atatürk Üniversitesi Türkiyat AraĢtırmaları Enstitüsü Dergisi, 32: 15-38, Erzurum, Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî yahud Tezkire-i MeĢâhîr-i Osmâniyye, Ġstanbul, Sehî Bey, HeĢt BihiĢt, Haz. Günay Kut, Harvard University, Cambridge, TAġKÖPRÜLÜZÂDE, Osmanlı Bilginleri, Çev.: Muharrem Tan, Ġz, Ġstanbul, TOLASA, H., Sehî, Latîfî ve ÂĢık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat AraĢtırma ve EleĢtirisi, Akçağ Yayınları, Ankara, UZUNÇARġILI, Ġ. H., Osmanlı Devletinin Ġlmiye TeĢkilâtı, Türk Tarih Kurumu, Ankara,

201 KLÂSĠK TÜRK ġġġrġnde SAĞLIK Vejdi HASAN * ÖZ: Hayatın en temel yapı taşı olan sağlık, Osmanlı toplumunda da önem taşımış ve hekimlikte çeşitli maddeler kullanılmıştır. Klâsik Türk şiiri temsilcileri, bazı beyitlerde veya tamamen başlı başına yazdıkları sıhhatname denilen bölümlerde sağlık ve hastalık konularını dile getirmişlerdir. Şairler, sağlık konusunu, içinde yaşadıkları toplumun inanç ve adetlerine göre ele almışlardır. İncelendiğinde kimi şairlerin eserlerinde çeşitli tıbbi kavramlar kullandıkları görülecektir. Gündelik hayattan etkilenerek özel bir dil oluşturan bu şiirlerde hastalıklar ve tedavi yöntemleri de yer almaktadır. Bu yazıda, şairlerin bazı şiirlerinden seçilen örneklerden hareketle sağlık hakkında yazdıklarının değerlendirilmesine çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Klâsik Türk Şiiri, Sağlık, Tedavi. THE HEALTH ISSUE IN THE CLASSIC TURKISH POETRY ABSTRACT: The health, considered as the most precious asset is of significant importance for the Ottoman society as well. The healers used to add different ingredients in their medications. The representatives of the classic Turkish poetry had described the issues of health and diseases in separate beyts /distichs/ or in special parts of a poem, called sahatname. The poets had examined the health issue based on the traditions and beliefs at that time. It is clear that some of the authors used different medical terms. Those poems influenced by the daily life presented diseases and healing methods through special means of expression. Some specially selected poems dedicated on the health issue shall be examined in this article. Keywords: Classic Turkish Poetry, Health, Healing. GiriĢ Ġnsanoğlu tarih boyunca, ruh ve beden sağlığını korumak, yaģamını daha yaģanılır kılmak için doğadan, inanıģlardan, dinlerden, mitolojilerden, kiģisel ve toplumsal deneyimlerden yola çıkarak koruyucu, önleyici ve iyileģtirici çareler aramıģtır. Bulunan çareler, yüzlerce yıllık insanlık tecrübesi olarak yazıya dökülmüģ ve böylece günümüze kadar ulaģmıģtır 1. Sağlık bireyin günlük hayattaki çeģitli alıģkanlıkları, inançları, tutum ve davranıģları ile Ģekillenen ve kısaca yaģam biçimi diye özetleyebileceğimiz özelliklerine bağlı olarak ortaya çıkan durumdur. Eski Anadolu Türkçesi nin Selçuklu ve Osmanlı Dönemi nde ( yy) bilim dili Arapça olduğundan 2 bu döneme ait terimler genellikle Arapça kökenlidir 3. Ancak Anadolu Selçuklu Devleti nin yıkılmasından sonra güçlenen beyliklerde 14. yüzyıldan baģlayarak dinî ve edebî eserler Türkçe olarak yazılmaya veya tercüme edilmeye baģlanmıģtır 4. Özellikle tıp eserlerinde Arapça (ve daha az olarak Farsça ve Yunanca) terimlerin Türkçe karģılıkları da verilmektedir. Ayrıca, bu karģılıklarla birlikte, yine özellikle tıp eserlerinde halkın anlayabileceği biçimde açıklamalar yapılmaktadır 5. Klâsik Ģiirde tıpla ilgili terimlerinden bahsedilir ve Ģairler tarafından sıklıkla kullanılmıģtır. Hastalık adları ve çesitli terimler dikkati çekmektedir. Klâsik Türk ġiirinde Sağlık Konusu Sağlık konusunun günlük hayattaki yeri genellikle ilk sıralardadır. Aynı zamanda insanların çoğu için öncelikli olmayan sağlık, genellikle kaybedildiğinde değeri anlaģılıp öncelik kazanan bir olgudur. * Yrd. Doç. Dr., ġumnu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. v.hasan@hotmail.com 1 Mihrican Aynaci, ''Divan ġiirinde Geçen Göz Hastalıklarının Klâsik Dönem Tıp Metinleri Ekseninde Değerlendirilmesi'', Divan Edebiyatı AraĢtırmaları Dergisi 9, Ġstanbul 2012, s Z. Önler, Müntahab-ı ġifâ I, GiriĢ-Metin, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1990, s Ali Haydar Bayat, Beylikler Dönemi Anadolu Türk Devletlerinde Tebabet, Türk Eğitiminin Önemli Adımları: CSA Global Publishing, Ġstanbul, 2006, s Z. Korkmaz, Türk Dilinin Tarihî AkıĢı Ġçinde Atatürk ve Dil Devrimi, AÜDTCF Yayınları, Ankara, 1963, s Binnur Erdaği Doğuer, ''Halk Dilini Yansıtması Açısından Edebiyat DıĢı Metinler: Tarihî Tıp Metinleri Örneklemesi'', Edebiyat Fakültesi Dergisi/ Journal of Faculty of Letters, C./Vol. 32 S./N. 1 (Haziran/June 2015), s

202 Divan Edebiyatı nda sağlık ve hastalık, çok önemsenen ve tanımı iyi bilindiği sanılan kavramlar olmakla birlikte aslında çok değiģken ve karmaģık anlamlara sahiptir. ġiirde bireylerin sadece yapısal ve bedensel özellikleriyle değil, yaģadığı sosyal, kültürel, ekonomik ve her türlü çevresel etkenlerin çeģitli Ģekillerdeki etkisi sonucu ortaya çıkmaktadır. Sağlığın olmaması hastalık anlamına gelir 6. Hastalıksa bireyin yaģamı açısından irade dıģı ve istenmeyen bir durumdur 7. Divan Edebiyatı nda: hasta, dert, etıbba, hekim, lokman, derman, nestercük, cerrah, ilaç, em, merhem gibi terimlerle karģılaģıyoruz: Zâti kan yutmuģ yüreklerden o cerrâh oglınuň Gamzesi oh vây ne neģtercük olur kan almaga (Zâtî 1301/5) Nâbî nin Dîvân ında 282 adet tıp terimi belirlenmiģtir. BirleĢik sözcükler dikkate alınmadan değerlendirildiğinde, bunların 109 u Arapça, 74 adeti Farsça, 10 adeti Türkçe sözcüktür. Bunların dıģında kalan 89 sözcük, Arapça-Farsça, Farsça-Arapça, Arapça-Türkçe, Farsça-Türkçe gibi birleģik sözcüklerden oluģmuģtur. Bundan dolayı denilebilir ki 17. yüzyıl tıp terimlerinde Arapça ve Farsça sözcükler daha fazla yer almaktadır 8. Derd-i ıska tus olan ölürse dermân istemez Ger ilac iden aňa olursa Lokman istemez (Nâbî G. 567/1) Tıp kökenli pek çok yazar, kasîde ve mesnevî formlarından yararlanarak öğretici mahiyetteki kitaplarını manzum olarak kaleme almıģtır. Bu türden bir eseri telif eden tabibin içinde bulunduğu geleneğin estetik yapısına vâkıf olduğu âģikârdır. Böylece bireysel ve toplumsal bir fenomen olan sağlık meselesi, çeģitli vecheleriyle mazmun dünyasını zenginleģtirmiģtir. Tabâbet Ģiirin estetik imkânlarından ve biçimsel dünyasından yararlanarak literatürünü oluģtururken; Ģiir de onun fikrî ve ilmî mahiyetinden ilham alarak yeni manalara ruh vermiģtir 9. Divan Ģairi ve meslek gruplarına iliģkin istatistikî bir çalıģmada, Ģair tezkirelerinde biyografisi verilen 3182 Ģair içerisinde aynı zamanda tabip de olan Ģairlerin sayısı 21 olarak tespit edilmiģtir 10. Osmanlı dönemi tabipleri, tababet ilminin dıģında, astronomi, astroloji ve geometri gibi ilimlerle meģgul olmalarının yanı sıra, mûsikî, Ģiir, inģâ ve hat sanatlarından birinde de mâhirdi. Esasen iyi bir tabîp olmanın ön Ģartı, tıp ilminin yanında bütün bu farklı alanlarda da mahâret sahibi olmaktı. Tabâbeti bilen ve hekimliği meslek olarak icrâ eden Ģairler grubu içerisinde Mısır da öğrenimini tamamlayan ünlü Ģair Ahmedî (ö. 1413) yi örnek gösterebiliriz. Ahmedî, Ģairliğinin yanında iyi bir tabipti ve aynı zamanda mitsel bilgiye dair derin araģtırmaları vardı. Germiyanlı ġeyhî (ö. 1422), göz alanında uzmanlaģmıģ bir hekimdi. Ayrıca AkĢemseddin (ö. 1459), Ahi Çelebi (ö. 1523), BeĢiktaĢlı Yahya Efendi (ö. 1570), Nidâî, Emir Çelebi (ö. 1638), ġâbân ġifâî (ö. 1704), MünĢî (ö.?), Tokatlı Mustafa (ö. 1781) ve Abdülhak Molla ( ) nın isimlerini burada zikredebiliriz 11. Divan Ģairi, insanı doğrudan doğruya etkileyen sağlık sorununa karģı duyarsız kalamamıģtır. Hayatının belirli bir döneminde hastalığı bizzat tecrübe etmesi kaçınılmaz olan Ģairin, yaģadığı bu tecrübeyi görmezden gelmesi beklenemez. Her ne kadar bu Ģiir, Ģairin beninden çok öte mutlak bir subjektif evrene sahip olsa da içinde yaģanılan hâl sanat eserinde kendisine yer bulacaktır. Öte yandan sağlık, bireyi ve toplumu alâkadar eden bir sorundur. Bu sorunu çözümlemek aynı zamanda bir sanattır. Tabip, bilimsel metotlarla hastaları tedavi edecek yetkinliğe gelirken bu, sanatçı yönünü de geliģtirir. Onun bu özelliği hasta ve hasta yakınlarıyla kurduğu iletiģimden baģlayarak, teģhis ve tedavi süreci içerisinde varlığını hissettirir. ġiir sanatının tababetle, Ģairin de tabiple buluģmasının temelinde bir yakınlık bulunmaktadır 12. Divan Ģairlerinin padiģahların hastalıktan kurtulmalarından dolayı yazmıģ oldukları Ģiirler sıhhatnameler olarak adlandırılır 13. Culussiyye, zafername, fetihname, gazavatname, sulhiyye, surname, 6 Osman Hayran, ''Sağlık ve hastalık'', Sağlık DüĢüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, S. 23, Haziran-Temmuz-Ağustos , s , sdplatform.com/yazilar/kose-yazilari/401/saglik-ve-hastalik.aspx, Ülgen Oskay, Medikal Sosyolojide Bazı Kavramsal Açıklamalar, Sosyoloji Dergisi, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., S. 4, Ġzmir, 1993, s Meryem Arslan Sarman, Nabî ye göre tabip ve tababet, AVRASYA Uluslararası AraĢtırmalar Dergisi, C. 3, S. 6, Ocak 2015, Türkiye, s, Bilal Kemikli, Divan ġiirinde Hastalık ve Tedavi, Uludağ Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 16, S. 1, 2007, s Mustafa Ġsen, Divan ġairlerinin Meslekî Konumları, Ötelerden Bir Ses, Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Ankara, 1997, Veli Behçet Kurdoğlu, ġair Tabipler, Ġstanbul, 1967, s Bilal Kemikli, agm., s Mehmet Arslan, Sıhhatnameler, Türkler, C. 11, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s

203 ramazaniyye, rahģiyye kadar yaygın olmasa da, sağlık-hastalık, dert-derman kavramlarının çesitli boyutlarıyla iģlendiği görülür. Bunun yanında sağlık ve hastalıkla ilgili çesitli unsurlar, edebî malzeme olarak çeģitli manzumelerde yer alır 14. Ahmedi'nin Tervihu'l-ervah adlı tıbba dair mesnevisi, Fuzuli'nin tıbba ait çesitli bilgileri alegorik olarak anlattığı Sıhhat u Maraz adlı mesnevisi, RaĢid'in Sencide-i Kitab-ı Sıhhat-abad adlı mesnevisi tıbbi konularda yazılmıģ eserlerdir. Fakat bütün bunların yanında sıhhatnameler, edebî eser-devir, Ģair-sultan münasebetini yansıtmaları ve vesika değeri taģımaları sebebiyle Ģairleri ramazan, bayram gibi vesilelerle manzumeler yazarlar ve padiģaha takdim ederlerdi 15. Daha çok kaside Ģeklinde yazılırdı. Hastanın iyileģmesi için dua edilip iyi temennilerde bulunulur 16. PadiĢahın hastalıktan iyileģmesini tebrik etmek, bu güzel hadise ve mutlu haber karģısında kendi duygularıyla beraber halkın duygularını da yansıtmak, halkı bundan haberdar etmek ve bu arada padiģahı övmek gibi nitelikler taģır 17. PadiĢahların hastalıktan kurtulmaları sebebiyle yazılan bir çesit methiyedir. Örneğin, 18. yy. Ģairi ġehdî nin Sıhhat-name sinden Sultan III. Ahmed in geçirmiģ olduğu hastalığın niteliği, sultanın hastalık karģısındaki durumu; hastalığın seyri, hastalık karģısında padiģahın en yakınında bulunan sadrazamın tutumu, halkın psikolojisi rahatlıkla tespit edilebilir. Sıhhat-name de ağırlıklı olarak mübalağa, teģbih ve istiare sanatlarına baģvurulmuģtur: arıza, melal, hukema, dag-ı dil, deva, perhiz, istidlal, bur -i sa a, ilac, ıztırab, azurde-hatır, care-cu, sıhhat, safi-i mute al, sifahane, taravet u kudret, afiyyet, hab-ı rahat, huzn u kelal manzumenin anlam tabakasında anahtar rol oynayan göstergelerdir 18. Tedavi Ģekilleri olan ilaçlar, merhem, ilâç, çâre, sürme, devâ, Ģifâ, ma cun, Ģerbet, em, dârû, tiryâk, berģ afyon Ģurubu, macun, perhiz Ģeklinde geçmektedir: AğûĢumı tehî koma ey merhem-i ümîd Ol zahmlar ki sînededür tâzelenmesün (Nâbî G. 587) 19 Klâsik Türk ġiirinde Hastalıklar ve Tedavisi Divan Ģiirinde, gam, derd, maraz, illet, hummâ, teb, hafakân, zükâm, remed, irti âģ, nâsûr, baģ ağrısı, yaralar, üģütme, sıtma, sarılık ve zehirlenme gibi hastalıklardan ve bunların tedavisinden bahsedi. Özellikle göz ve akıl hastalıkları üzerinde durulur 20. BaĢ ağrısı, soğuk algınlığından kaynaklanabilir. Geleneksel tıpta soğuk algınlığı, terleyerek tedavi olunur. Bunun için hastanın üzeri kat kat örtülür. ġair, bu uygulamaya telmih ederek, goncayı sarıp sarmalayan yaprakları izah eder. Gonca, soğuk alıp kuvvetten düģtüğünden kendisini yapraklarla sarıp sarmalayarak terlemeyi amaçlamaktadır 21. Bolay ki derleyem diyü budur örtündüği kat kat Ki kendüye sovuk aldurup olmıģ nâ-tüvân gonca (Mesîhî, G. 213/2) Tıpta bir tedavi yöntemi olarak kullanılan hacamat (kan aldırma), klâsik Ģairler tarafından Ģiire de konu edilmiģtir. Hz. Muhammed tarafından da bizzat uygulanan ve tavsiye edilen bir tedavi yöntemidir. Kan aldırmanın felç olma ihtimalini ortadan kaldırdığına dair rivayet edilen hadis-i Ģerif, bu inancın temelini oluģturur 22. Bu tedavi usulü ile ilgili kullanılan terimler Ģunlardır: hacâmat (kan aldırma), haccâm (kan alan), ih-ticâm (hacamat olma), mihcem (hacamat ĢiĢesi), mihceme (hacamat ĢiĢesi), neģter (hekim bıçağı), mibza (kan alacak alet), mibzag (kan alacak alet), müftasıd (kan alan, kan alıcı), fasd (kan alma), fassâd (kan alan, hacamatçı), reg (damar), reg-zen (kan alıcı, damardan kan alan), fısâd (kan alma, damardan kan çıkarma), iftisâd (kan al-ma), idmâ (kan alma), mefsûd (kan alınmıģ, kan alınan), musrif (kuru hacamat), dem (kan), naklü'd-dem (kan aktarma), netha (vücuttaki kan suyunun veya baģka bir sıvının bulunduğu yerden dıģarıya sızması), nezf-i çâh (kan gitme, kanama), hûn (kan), hûn-rîz (kan döken), hûn-âlûd (kana bulanmıģ), hûnî (kanlı, kan dökmeye meyilli), hûn-pâģ (kan döken), hûn-germ (kanı sıcak), 14 Emine Yeniterzi, Divan ġiirinde Sağlık ve Hastalıkla Ġlgili Bazı Hususlar, Çukurova Üniversitesi Türkoloji AraĢtırmaları Merkezi, Eski Türk Edebiyatı, Çukurova Üniversitesi, Mehmet Zeki Pakalin, "Sıhhat-name", Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. III, MEB Yayınları, Ġstanbul, 1993, s Ġskender Pala, Ansiklopedik Divan ġiiri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 1995, s Mehmet Arslan, agm., s Bahir Selçuk, Yeni Bir Sıhhat-Name ġehdi nin Sultan III. Ahmed Sıhhat-Name'si, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Vol. 3/2 Spring, 2008, s Meryem Arslan Sarman, agm., s E. Yeniterzi, agm., s Bilal Kemikli, agm., s Ġbrahim Canan, Hadis Külliyatı Kütüb-i Sitte Tercüme ve ġerhi, C. 11, Akçağ Yayınları, Ankara, 1995, s

204 seffâk (kan dökücü), sefk-i dimâ (kan dökme, kan dökücülük), seyelân-ı dem (kan akma), ĢîĢe çekmek (kan çekmek, kan almak), çektürmek (kan aldırmak), aktarmak (kan akmak), miģrat (he-kim bıçağı), tabîb (hekim, doktor) 23. Sıhhat istersen sakın çekme tabîbin Ģerbetin Mihnet-i gam derdine gâyet devâdır ĢîĢe çek (Hayâlî, G. 295/2) Divan Ģairlerinin üzerinde durduğu hastalıklardan birisi de göz hastalığıdır. Göz, Divan Ģiirinde güzelliği temsil etmesi bakımından ele alınır. Kirpik ve kaģlar eģliğinde güzelliğin en can alıcı unsurlarından olan göz; Ģiirlerde çeģm, dîde, ayn ve basar olarak geçer. Renk olarak Ģiirlerde daha çok ela renge yer verilirken kara renkli göze de rastlanır. Sevgilinin gözleri âģık için çok değerlidir, çünkü gözler kalbin aynasıdır. Hastalık âģığın organlarına da sirayet eder ki bu organlardan en önemlisi âģığın sevgiliyi gören gözüdür 24. Remed (göz ağrısı), sebel (bulanık görme), göz yaģarması ve göz kanlanmasını gidermek için sürmeden bahsedilir. Sevgilinin ayak tozu da sürme olarak telakkî edilmiģtir. ġiirde daha çok bu anlamda kullanılmaktadır. Meselâ Bâkî, sevgilinin ayak tozunun ayrılıktan kan ağlayan aģığın gözüne sürme olduğunu söylemektedir 25. Ola kim bir pâre yaģın dindürüp kanın kese Hâk-i pâyuñ tûtiyâsın dîde-i huñ-bâre çek (Bâkî, G. 254/2) Göz bozukluklarında gözlük de kullanılmaktadır. Gözlüğü ilk bulan kiģinin Ġbn-i Heysem ( ) olduğu belirtilmektedir 26 : Yah-beste olunca çeģm-i giryân Gözlükle arardı merd-i merdân (ġeyh Galib, Hüsn ü AĢk 1366) Ol cevân-bahtun cemâlini kemâhî görmegi Ay u günden gözine gözlük tutar pîr-i felek (Necati Beğ G. 316/7) ġiirlerde sıkça karģılaģılan diğer bir hastalık da katarakt diye bilinen sebeldir. Tıp metinlerinde sebel, gözde örümcek ağı gibi çekilmiģ kalın ve kızıl bir perde olarak tarif edilmekte ve bazen kızıllığın azaldığı ve göze bakınca bulut gibi nesnelerin görüldüğü ifade edilmektedir 27 : Sebel gibi meh ü mihrün tururdı gözine ebr Bulara sümm-i semendüŋ ger olmasa kehhâl (Mesihî K. 9/33) Divan Ģairleri psikolojik hastalıklara da eğilmiģler, bu alanda ortaya konulan tedavi yöntemlerini Ģiirde kullanmıģlardır. Buna göre, psikolojik bunalıma düģmüģ olan hastanın yeniden mizânına kavuģması için açık havada gezintiye çıkması, bahçelerde gezinmesi veya su baģlarında oturması önerilir 28. Bu hastalıkların tedavi yöntemlerinden birisi de mûsikîdir. ġifâ-sâz eyle ben pür-derde rûh-efzâ imiģ sâzun Al anı çengüne meclisde budur mutribâ kânûn Sadâsı bî-bedel nakģı güzel garrâ musâhibdür Gıdâ-yı rûhdur sâfî virür kalbe safâ kânûn (Zâtî, III, s.42) 29 ġairlere göre, insanın rûhî yapısını etkileyerek mizacını bozan en temel olgu aģktır. Bunun dıģında aile, okul ve iģ ortamındaki sorunlar, sosyal ve ekonomik sıkıntılar, boģa çıkan umutlar ve hayal kırıklıkları 23 Ahmet Akdağ, Bir Tedavi Yöntemi Olarak Kan Aldırmak ve Klasik Türk ġiirinde Kullanımı, Gazi Türkiyat, Bahar 2014/14, s Mihrican Aynaci, agm., s Bilal Kemikli, agm., s Hakkı Doğan - Ahmet Hulusi Köker, Ortaçağ Türk-Ġslam Hekimlerine Göre Göz ve Göz Hastalıkları, IX. Türk Tıp Tarihi Kongresi Bildirileri, Mayıs, Kayseri, 2006, s Ali Haydar Bayat - Necdet OkumuĢ, Muhammed Bin Mahmûd-ı ġirvânî, MürĢid (Göz Hastalıkları), Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 2004, s Bilal Kemikli, agm., s Bilal Kemikli, agm., s

205 da insanın kimyasını etkileyen hususlardır. Ancak Divan Ģairi, hayata karģı biraz kaderci (fideist) olması dolayısıyla, karģılaģtığı menfî hâdiseleri makul çerçevelerde izah yolunu tercih etmiģtir 30. Ehl-i ıģka küfr ü îmân bir olur Vasl u hicrân derd ü dermân bir olur (Hayretî, G. 49/1) Gül Ģekli, rengi, kokusu ve ondan elde edilen maddelerle Divan Ģairlerince çok genis benzetmelere konu olmuģtur. Gül eski toplum hayatında sadece süs eģyası olarak kullanılmayıp aynı zamanda tıp sahasında bir tedavi bitkisi olarak da yer almıģ ve Ģairlerin diline bir mazmun olarak yerleģmiģtir. 31 XI. yüzyılın ünlü tıp âlimlerinden olan Ġbn Sînâ da ve XV. yüzyıl tıp ilginlerinden Hacı PaĢa da bir deva bitkisi olan gül, bazı rahatsızlıklarda kullanılmıģtır 32. Gülün, Divan Ģairlerinin Ģiirlerine yansıyan kullanımları ise daima; bas ağrısına iyi gelmesi, bünyedeki harareti teskin etmesi, gönül derdini gidermesi ve el-yüz, ağız temizlemede kullanılması yönleriyle olmuģtur. ġairler divanlarda gül, gül-âb, cüllâb, gül-seker, gül-beseker gibi kelimelerle gül suyuna veya gülden yapılmıģ macunlara, Ģerbetlere iģaret etmiģler ve genellikle bu kelimelerin yer aldıgı beyitlerde sayru, hasta, bîmâr, dert ve devâdan söz etmislerdir. Yine hastalık ya da hastalık alameti sayılan sudâ, ihrâk, derd-i ser, illet-i dil, haste-dil vs kelimeleri tenasüp hâlinde dile getirmiģlerdir 33. Lâle haddünde arak gördükce cânâ dir gönül Âb-ı güldür kim süzülüp sürh-i vâlâdan geçer (Adnî G. 4/5) Sonuç Edebî eserlerde çeģitli hastalıklar, tedavi yöntemleri ve tedavide kullanılan gereçlere yer verilmiģtir. Klâsik Türk Ģairleri dönemlerinin sosyal, ve kültürel hayatından Ģiirlerine taģımıģlardır. Tedavi yöntemleri de klâsik Ģairler tarafından edebiyata konu edilmiģtir. Tıp öğrenimi gören birçok Ģair, kasîde ve mesnevî Ģekillerinde öğretici mahiyetteki kitaplarını manzum olarak kaleme almıģtır. Böylece sağlık, Divan Ģiirini çeģitli mazmûnlarla da zenginleģtirmiģtir. Bu mazmûnlar, Divan geleneğinin temel konularının izahında âģık ve hastalık iliģkisine dair kullanılmıģtır. Tabâbet Ģiirin estetik imkanlarından ve biçimsel dünyasından yararlanarak literatürünü oluģtururken; Ģiir tabâbetten fikrî ve ilmî bakımdan ilham alarak yeni mânalar yaratmıģtır. Divan Ģiirinde hastalıklar hakkındaki bilgiler değerlendirilmiģtir. Böylece hastalıkların Ģiirlerde geniģ yer tuttuğu gözler önüne serilir. ġâirlerden çoğu hastalıklara ve tedavilerine yer vermiģlerdir. ġiirlerde adı geçen hastalık ve tedavileri dönemin tıp metinlerinde de yer almaktadır. Bu da edebiyatın yaģamla iç içe olduğunu göstermektedir. Divan Ģairleri padiģahlara hastalıktan kurtulmalarından dolayı yazılmıģ olan sıhhat-name türündeki Ģiirleri takdim etmiģlerdir. KAYNAKÇA AKDAĞ, Ahmet, Bir Tedavi Yöntemi Olarak Kan Aldırmak ve Klasik Türk ġiirinde Kullanımı, Gazi Türkiyat, Bahar 2014/14. AKDOĞAN, YaĢar, Ahmedî Divanı, Ġstanbul Üniversitesi Ed. Fak. Türkiyat ArĢ. Merkezi, YayımlanmamıĢ Doktora Tezi, Ġstanbul, ARSLAN, Mehmet, Sıhhatnameler, Türkler, C. 11, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, ARSLAN, SARMAN, Meryem, Nabî ye göre tabip ve tababet, AVRASYA Uluslararası AraĢtırmalar Dergisi, C. 3, S. 6, Ocak AYNACI, Mihrican, Divan ġiirinde Geçen Göz Hastalıklarının Klâsik Dönem Tıp Metinleri Ekseninde Değerlendirilmesi, Divan Edebiyatı AraĢtırmaları Dergisi 9, Ġstanbul, BAYAT, Ali Haydar, OKUMUġ, Necdet, Muhammed Bin Mahmûd-ı ġirvânî, MürĢid (Göz Hastalıkları), Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, , Beylikler Dönemi Anadolu Türk Devletlerinde Tebabet, Türk Eğitiminin Önemli Adımları: CSA Global Publishing, Ġstanbul, Bilal Kemikli, agm., s Ömer Özkan, Bir Tedavi Bitkisi Olarak Gül ün Divan ġiirindeki Görünümleri, Sosyal Bilimler Dergisi, s Ġbn Sînâ, El-Kânûn Fi t-tıbb, (Çev.: Esin Kâhya), Ankara, 1995, s.b Ömer Özkan, agm., s

206 BĠLKAN, A. B., Nâbî Dîvânı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: 2947, Ġstanbul, CANAN, Ġbrahim, Hadis Külliyatı Kütüb-i Sitte Tercüme ve ġerhi, C. 11, Akçağ Yayınları, Ankara, ÇAVUġOĞLU, M.-TANYERĠ, M. A., Hayretî Divânı, Ġstanbul, , ,Zâtî Dîvânı, III, Ġstanbul, Divan-ı ġehdi, Topkapı Sarayı Muzesi Ktb. No. 2486; vr.74/b-75a. DOĞAN, Hakkı, KÖKER, Ahmet Hulusi, Ortaçağ Türk-Ġslam Hekimlerine Göre Göz ve Göz Hastalıkları, IX. Türk Tıp Tarihi Kongresi Bildirileri, Mayıs, Kayseri, ERDAĞI DOĞUER, Binnur, Halk Dilini Yansıtması Açısından Edebiyat DıĢı Metinler: Tarihî Tıp Metinleri Örneklemesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi/Journal of Faculty of Letters, C./Vol. 32 S./N. 1, Haziran/June HAYRAN, Osman, Sağlık ve Hastalık, Sağlık DüĢüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, S. 23, Haziran- Temmuz-Ağustos , sdplatform.com/yazilar/kose-yazilari/401/saglik-ve-hastalik.aspx, ĠBN SÎNÂ, El-Kânûn Fi t-tıbb, Çev.: Esin Kâhya, Ankara, ĠSEN, Mustafa, Divan ġairlerinin Meslekî Konumları, Ötelerden Bir Ses, Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Ankara, KALKIġIM, Muhsin, ġeyh Galib Divanı, Ankara, KEMĠKLĠ, Bilal, Divan ġiirinde Hastalık ve Tedavi, Uludağ Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 16, S. 1, KORKMAZ, Z., Türk Dilinin Tarihî AkıĢı Ġçinde Atatürk ve Dil Devrimi, AÜDTCF Yayınları, Ankara, KURDOĞLU, Veli Behçet, ġair Tabipler, Ġstanbul, KÜÇÜK, Sabahattin, Bâkî Dîvânı, Ankara, MENGĠ, Mine, Mesîhî Divanı, Ankara, OSKAY, Ülgen, Medikal Sosyolojide Bazı Kavramsal Açıklamalar, Sosyoloji Dergisi, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., S. 4, Ġzmir, ÖNLER, Z., Müntahab-ı ġifâ I, GiriĢ-Metin, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, ÖZKAN, Ömer, Bir Tedavi Bitkisi Olarak Gül ün Divan ġiirindeki Görünümleri, Sosyal Bilimler Dergisi, PAKALIN, Mehmet Zeki, Sıhhat-name, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. III, MEB Yayınları, Ġstanbul, PALA, Ġskender, Ansiklopedik Divan ġiiri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, , Hayriyye, Kapı Yayınları, 3. bs, Ġstanbul, SELÇUK, Bahir, Yeni Bir Sıhhat-Name ġehdi nin Sultan III. Ahmed Sıhhat-Name'si, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Vol. 3/2 Spring, TARLAN, Ali Nihad, Hayâlî Bey Divânı, Ġstanbul, , Zâtî Divanı, Ġ. Ü. Edebiyat Fak. Yay., C. II., YENĠKALE, A., Sünbül-zâde Vehbî Dîvânı, KahramanmaraĢ, YENĠTERZĠ, Emine, Divan ġiirinde Sağlık ve Hastalıkla Ġlgili Bazı Hususlar, Çukurova Üniversitesi Türkoloji AraĢtırmaları Merkezi, Eski Türk Edebiyatı, Çukurova Üniversitesi, EriĢim Tarihi: YÜCEL, B., Adni Divanı, Ankara,

207 EDĠRNELĠ NAZMÎ DÎVÂNI NDA ETĠK DEĞERLERĠN ESTETĠK ĠFADESĠ OLARAK ĠRSÂL-Ġ MESEL SANATININ KULLANIMI Nilüfer TANÇ ÖZ: Tarih boyunca Türk dünyasının önemli kültür merkezlerinden biri olan Edirne de yetişen pek çok şairden biri de Edirneli Nazmî dir. XVI. yy. da yaşayan ve asıl mesleği askerlik olan Nazmî nin Dîvân ve Mecma un-nezâir yanında Pend-i Attâr çevirisi bulunmaktadır. Tevârîh-i Antâkiyye ve Münşe ât Mecmu a sı da kesin olmamakla beraber şairin eserleri arasında sayılmaktadır. Klâsik Türk şiiri açısından Edirneli Nazmî nin en dikkat çekici özelliği Dîvânı nda yer alan 400 civarında şiirini Türkî-i Basît olarak adlandırmış olmasıdır. Şairin bu tercihi günümüze kadar pek çok araştırmacı tarafından inceleme konusu yapılmış ve Türkî-i Basît in bir akım olup olmadığı tartışılmıştır. Genel kanaat Türkî-i Basît in bir akım değil, tarz olarak nitelendirilebileceği yönündedir. Edirneli Nazmî Dîvânı nda bir tarz olarak öne çıkan ve okurlar tarafından anlaşılmayı önceleyen Türkî-i Basît e koşut olarak şairin dönemin sosyal meseleleri karşısındaki duyarlılığı da dikkat çekmektedir. Şair, hak, adalet, liyakat, doğruluk, dostluk, yoksulluk gibi kavramlar etrafında dile getirdiği konular hakkında nasihat tarzında sunduğu görüşlerini irsâl-i mesel ler yardımıyla temellendirmiştir. Bu çalışmada, Dîvân da yer alan mev ize başlıklı nasihat tarzındaki şiirler içerisinde irsâl-i mesel sanatının kullanıldığı beyitler tespit edilerek Edirneli Nazmî nin Türkçe söyleme duyarlılığı yanında hassas olduğu diğer sosyal meseleler karşısındaki tutumu araştırılacaktır. Böylece dönemin etik değerlerine bir sanatçının bakış açısı ve bu değerlerin estetik ürünlerde yer alma biçimi ortaya konulmaya çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Edirneli Nazmî Dîvânı, İrsâl-i Mesel, Etik, Estetik. THE USE OF ĠRSÂL-Ġ MESEL AS AN AESTHETIC EXPRESSION OF ETHICAL VALUES IN DÎVÂN NAZMÎ OF EDĠRNE ABSTRACT: Nazmi of Edirne is one of the many poets who grew up in Edirne, which is one of the most important cultural centers of the Turkish world throughout history. Nazmi, who was an actual military professional and lived in the 16 th century, Nazmi has the translation of Divan besides Mecma un Nezair and Pend-i Attâr. Tevarih-i Antâkiyye and Münşe'ât Mecmu'a are also mentioned among the poet's works, even uncertain. On account of Classical Turkish Poetry, the most remarkable feature of Edirneli Nazmi is that he named his nearly 400 poems in his Divan as Türkî-i Basît. This choice of the poet has been studied by many researchers sofar, and it has been discussed whether Türkî-i Basît is a literary movement. The general opinion is that Türkî-i Basît is not a movement but it may be considered as a style. The sensitivity of the poet before the social issues of the era also draws attention parallel to Türkî-i Basît, which highlights and prioritizes to be understood by the readers as a style in Dîvân of Edirneli Nazmî. Offering his views in the style of advice based on the concepts such as rights, justice, merit, integrity, friendship, poverty, the Poet constituted the issues by means of irsâl-i mesel. In this study, it is aimed to determine the couplets, written in advice style in the form of irsâl-i mesel in the Divan, and to investigate Edirneli Nazmi s susceptibility to Turkish discourse, besides his attitude towards other social issues. Thus, it is aimed to put forward the perspective of an artist on the ethical values of the era, and these values in the aesthetic products. Keywords: Dîvân Nazmî of Edirne, İrsâl-i Mesel, Ethics, Aesthetics. GiriĢ Edirne, tarih boyunca Türk dünyasının önemli kültür merkezlerinden biri olarak önemli bir yere sahiptir. Özellikle II. Murad ve II. Bayezid in sanat ve edebiyat çevrelerine gösterdikleri hâmîlik Osmanlı Türkçesinin bilim ve edebiyat dili olarak geliģmesine katkıda bulunmuģtur. XVI. yy. sonlarına kadar Edirne de 40 tan fazla medrese kurulmuģ, 50 den fazla Ģair tezkirelerde kaydedilmiģtir. Edirne asırlar boyunca birçok Ģairi yetiģtirmekle kalmamıģ çeģitli Ģairlerin Ģiirlerine de konu olmuģtur. Bunlar arasında Nef î nin Edrine Ģehri mi bu yâ gülģen-i me vâ mıdır Anda kasr-ı pâdiģâhî cennet-i a lâ mıdır matla lı kasidesi çok ünlüdür (Canım, 1995: 3-4). Bu bildiriye konu olan Nazmî Dîvânı nda da Edirne nin güzelliği bazı beyitlerde dile getirilmiģtir (G 3955/2136; G 4124/2217) 1. Yrd. Doç. Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. ntanc@mu.edu.tr 1 Bildiride kullanılan kısaltmalardan G: gazeli, K: kasideyi, M: mesnevîyi karģılamaktadır. Parantez içinde verilen numaralar Sibel Üst ün Edirneli Nazmî Dîvânı neģrinde yer alan manzume ve sayfa numaralarını göstermektedir. 207

208 XVI. yy. Ģairlerinden olan Edirneli Nazmî tezkirelerde Nazmî Mehmed Çelebi, Mehemmed, Nazmî, Nazmî Beg, Nazmî Nizâmeddîn, Nazmî Mehmed Beg, Nazmî Nizâmî Çelebi gibi adlarla anılmakta doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Divan ında yer alan Ģiirlerdeki bilgiler askerlik mesleğine mensup olduğunu, Mısır ve Ġran seferlerine katıldığını, ahkâm kâtipliği yaptığını ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında silahdâr bölükbaģı unvanını aldığını göstermektedir. ġair, PadiĢaha sunduğu bir arz-ı hâlde, hayatının maddî açıdan sıkıntıyla geçtiğini Ģiir söyleme ve diğer ilimlere de sahip olduğunu, bilgisi ve görgüsü dâhilinde bir göreve getirilmek istediğini dile getirmiģtir. Mecma ü n-nezâ ir, Dîvân, Pend-nâme-i Attâr Çevirisi, MünĢeat Mecmuası ve Tevârih-i Antâkiye olmak üzere 5 eseri bulunan Ģairin ölüm tarihi hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte 1585/86 olduğu tahmin edilmektedir (Üst, 2012: 1). Edirneli Nazmî nin en dikkat çekici yönü Türkî-i Basît le yazdığı Ģiirleridir. AraĢtırmacılar Türkî-i Basît in bir akım sayılamayacağını bir Türkçecilik akımı, Arapça ve Farsçaya karģı bir tepki ve sanat hareketi olmayıp klasik Türk Ģiirinin geliģme çizgisinde MahallîleĢmenin önemli bir yansıması olduğunu (Mermer, 2009: 276) belirtmiģler, bu tercihin Ģairin farklı ve orijinal olma çabasından kaynakladığını ifade etmiģlerdir (Köksal, 2004: 68-Mermer, 2009: 276). Nazmî nin Dîvânı nda dikkat çeken diğer dıģ yapı özellikleri Dîvânı nın çok hacimli olması, bütün nazım Ģekilleriyle Ģiir söylemesi, klâsik Türk edebiyatında toplam 60 çeģit aruz kalıbı kullanılmasına rağmen Nazmî nin 150 çeģit kalıp kullanması, bütün edebî sanatları kullanması, bazı Ģiirlerinin baģında o Ģiirde kullandığı teknikle ilgili öğretici bilgilere yer vermesi, klâsik Türk edebiyatında çok kullanılmayan kalıplarla yazdığı Ģiirlerine çok sayıda nazîre de yazması (Köksal, 2002: ) Ģeklinde sıralanabilir. ġairin Dîvânı ndaki bu özellikler onun yenilik ve orijinallik arayıģının yanında anlaģılmayı hedeflediğini de göstermektedir. Nazmî nin Dîvânı iç yapı açısından incelendiğinde Ģairin en önemli beklentisinin dönemin sorunları ve sıkıntılarını ifade etmek, bunlara çözüm önerileri sunmak olduğu görülmektedir. Bu hususta Ģairin kendi hayatını örnek göstererek mesleği ile ilgili sıkıntıları dile getirdiği 304 numaralı murabba oldukça önemlidir. Bu Ģiir, dönemin askerî sorunları açısından da önemli bir belge niteliği taģımaktadır. ġairin eserinde ortaya koyduğu sosyal sorunların baģında rüģvet gelmektedir. ġair, devlet erkânının rüģvete yöneldiğini, düzenin bozulduğunu, ihtiyaç sahiplerinin iģlerini yürütebilmek için rüģvet vermek zorunda kaldıklarını ifade etmiģtir. Fakir olan insanların her açıdan mağdur olduklarını belirtmiģ, ilim ve maharet sahibi olanların bile fakirlikleri yüzünden kıymet bulamadıklarını dile getirmiģtir. Dostlukların ortadan kalkması, dostlardan görülen sıkıntılar, bir makam elde edince kendinden aģağıda olana sırt çeviren insanlar, ilim adamlarının yeterli bilgiye sahip olmaması adaletin ortadan kalkması, zalim yöneticiler Ģairin yakındığı diğer sosyal meselelerdir (Üst, 2012: 17-18). Edirneli Nazmî dönemin sıkıntı ve sorunlarını tespit etmekle yetinmemiģ bunların giderilmesi için öğüt ve nasihatlerde bulunmuģtur. Bu manada bazı Ģiirlerini doğrudan mev ize Ģeklinde adlandırmıģ, irsâl-i mesel sanatını sıkça kullanarak toplumun hafızasını ve genel kanaatini yansıtan atasözü ve deyimler vasıtasıyla çözüm önerileri getirmiģtir. Bu bildiride Ģairin mev ize baģlıklı Ģiirleri irsâl-i mesel sanatının kullanımı açısından incelenerek etik değerlerin estetik düzlemde ifade Ģekli tespit edilecektir. Mev ize-ġrsâl-i Mesel; Etik-Estetik ĠliĢkisi Mev ize, nasihat tarzında yazılmıģ mesnevîlerde vasiyetnâme, pendnâme gibi tür adı ya da baģlık olarak görülmektedir (Levend, 2008: ). Mev izeler kaside, kıt a ve musammat Ģeklinde dîvanlarda yer alabildiği gibi mesnevî türünün içinde Ģairin mev ize baģlığını kullanıp öğüt tarzında bir bölüm düzenlediği örnekler de mevcuttur (Ünver, 1986: 447; AkkuĢ, 2006: 191). Nazmî Dîvânı nda mev ize baģlıklı 13 Ģiir bulunmaktadır. Bu Ģiirlerin 6 sı kaside 7 si mesnevî nazım Ģekliyle kaleme alınmıģtır. ġiirlerde genel tema dünyanın fâniliği, kiģinin bu dünyada iyi bir ad bırakmasının önemi ve kiģinin iyi bir insan olmasına engel olan dünyaya düģkünlük, hırs, kıskançlık gibi kötü huylardan arınmasının gerekliliğidir. Nazmî bu türde baģarılı olduğunu Dîvânı ndaki Ģu beyitle dile getirmiģtir: Bu Nazmî ne dem mev izeden eylese güftâr Güyâ ki o güftârla nesr eyler o cevher (G 1579/954) Mev ize/nasihat türündeki Ģiirlerde irsâl-i mesel kullanımı Ģiirin etkisini güçlendirdiği için Ģairler tarafından tercih edilmektedir. Bir fikir veya mesajı anlaģılır kılmak ve muhatabı ikna etmek için doğruluğu herkesçe kabul edilen veya kabul edilebilecek olan bir örnek vermeye irsâl-i mesel ya da îrâd-ı mesel (örneklendirme) denir. Ġrsâl-i mesel atasözü kullanımıyla sınırlandırılamaz. ġairin tabiattan, günlük hayattan, edebiyattan veya tarihten aldığı bilgiyi mesel hâline getirmesi, onun atasözü kullanmasından daha makbuldür (CoĢkun, 2007: 172). 208

209 Kelime anlamı örneklendirme olan irsâl-i mesel sanatının kullanılma sebebi konuyu daha iyi anlatmak ve muhatabı ikna etmektir. Bu sanatı kullanan Ģair ilk dizede anlatmak istediği Ģeyle ilgili görüģünü açıklar ve ikinci dizede irsâl-i mesel yaparak görüģünü kuvvetlendirir. Klâsik Türk Ģiirinin söz e ve anlam a aynı derecede önem veren, Ģiirde kullanılan her bir harfin hesabını yapmayı gerektiren ve yoğun bir anlatımı içeren yapısı Ģairlerin bu sanata rağbet etmesine sebep olmuģtur (Pala, 2004: 53). Nazmî irsâl-i mesel kullanımını özellikle tercih ettiğini ve bu konuda Necâtî yi örnek aldığını dile getirmiģtir. Dil-keĢ it nazmuðı Nazmî meselâ DüĢ Necâtî gibi darb-ı mesele (G 5967/3180) Ġrsâl-i mesel kullanımı, klâsik Türk Ģiirinin hayattan ve halktan kopuk olduğu hükmünün yanlıģlığını da ortaya koymaktadır. ġairler, kültür seviyesi açısından farklı olmakla birlikte ticaret, askerlik, çiftçilik gibi bir meslek kolunda çalıģarak halkın içinde yaģamakta, aynı meclisi paylaģmaktaydılar. Ġrsâl-i mesel sanatı da Ģairlerin toplumla paylaģtıkları günlük olayların, âdetlerin, örf ve geleneğin Ģiirde söz konusu edilmesine zemin olmaktadır. Ġrsâl-i mesel sanatının bir diğer özelliği de etik değerlerin estetik bir ifadeye dönüģmesini temin etmesidir. Etik ve estetik epistemoloji, ontoloji ve mantıkla birlikte felsefenin dört ana dalından biri olan aksiyoloji (değer bilgisi)nin araģtırma alanına dâhil edilmektedir. Estetik biliminin değer kavramı güzel ; etiğinki ise iyi dir. Ġlk dönem Batı filozoflarında ve genel olarak Ġslam felsefesinde bu değerler arasında tam bir ayrım bulunmamakta, iyi, doğru ve yararlı değerleri güzel değerinden ayrılmamaktadır. Modern estetik kuramları güzel i ona değer biçen öznenin fayda ve çıkar beklemeyen tavrıyla ayırt etse de iyi ile güzel in beraberliği günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Çünkü bu beraberliğin temeli insanın ruhunda bulunmakta, güzel değeri ile kiģinin kurmuģ olduğu ilginin sürekliliği onun nesneler dünyasına bakıģını da etkilemektedir (Tunalı, 2008: 136). Mev ize BaĢlıklı ġiirlerde Ġrsâl-i Mesel Kullanımının Etik-Estetik ĠliĢkisine Etkisi Değer, doğada bulunmayan, var oluģu insana bağlı olan bir kavramdır. Etik değerler genel olarak araç değerler ve yüksek (amaç) değerler olmak üzere iki gruba ayrılır. Erdemli olmak, adil olmak, dürüstlük, dostluk, sözünde durmak amaç değerler sayılırken bu değerlere ulaģmayı sağlayan bilgi gibi yarar ve çıkarların her türlüsü ise araç değerler olarak kabul edilmektedir (MengüĢoğlu, 2006: 273). KiĢinin eğitimi sonucu hedeflenen, bu amaç değerler yönünde istendik davranıģ değiģikliğine ulaģmaktır. Bu yolda bilgi gibi edebiyat da bir araçtır. Araç değerler bireysel, amaç değerler evrenseldir. Nasihat tarzı Ģiirlerde Ģair, dinleyicileri iyi olana yönlendirirken irsâl-i mesel sanatıyla örneklendirme yaparak güzel olanın yardımını almıģtır. Mev ize BaĢlıklı ġiirlerde Amaç Değerler Klâsik Türk Ģiirinde etik değerlerin Türk kültürü yanında Ġslâm dini ve tasavvufî anlayıģ çerçevesinde temellendirildiği bilinmektedir. Bu bağlamda Dîvân da alçakgönüllülük, cömertlik, yoksulları gözetmek, açgözlü olmamak gibi değerler hakkında Ģairin görüģleri irsâl-i mesel yardımıyla örneklendirilerek anlatılmıģtır. Hayır dua almak Türk kültüründe insan davranıģlarını bu davranıģtan etkilenenler tarafından değerlendiren kalıp sözler arasında alkıģlar/hayırdualar ve kargıģlar/beddualar yer almaktadır. Ġnsanın bu dünyada yaģamı boyunca hayırdua yı hak edecek iģler yapmaya çalıģması Türk toplumunun değerlerindendir. Nazmî nin beytinde iyilik ve güzel ahlak sahibi kiģilerin halkın duasını alacağı ifade edilmiģtir: Kimde kim var kerem ü hulk-ı hasen Hüsn-i vechiyle ider halk du â (K 5/32) (-birinin- hayır duasını almak: kendisi için iyi dilekte bulunulmak) 2 2 Beyitlerde irsâl-i mesel olarak kullanılan kalıp sözlerin günümüz Türkçesindeki karģılıkları parantez içinde gösterilmiģtir. (bk

210 Alçakgönüllü olmak Edirneli Nazmî Ģiirlerinde tasavvuf yolunu tutmayı öğütlemiģtir (G 3226/1761). Tasavvufta mücadele edilmesi gereken en önemli hasletlerden biri de kibirdir. ġair bu sebeple kibrin terkedilmesi, alçakgönüllü olunması gerektiğini bildirmiģ ve bunu günlük dilde sıklıkla kullanılan kendini bir Ģey sanmak deyimiyle ifade etmiģtir. Kibir-ile ucb kiģiye ne aceb KiĢi kendüyi ne sanur acabâ (K 5/32) (kendini bir Ģey sanmak: kendini olduğundan çok değerli görmek) Tanrıyı hatırda tutmak Tasavvufî öğreti, kiģinin kalbinde Tanrı sevgisi dıģında her Ģeyin yok edilmesini hedefler. Ancak bunu baģarmak zordur ve insanın sözleri ve hareketleri önemsediği Ģeyleri yansıtır. Dilimizde derviģin fikri ne ise zikri de odur sözüyle ifade edilen bu değer Dîvân da dil kelimesinde cinas yapılarak ifade edilmiģtir. Fikr-i Hak dilde olınca dâyim Zikr-i Hak dilde olur subh u mesâ (K 5/32) (derviģin fikri ne ise zikri de odur: insan, önem verip düģündüğü Ģeyi konuģmaktan kendisini alamaz) Her Ģeyi Tanrı dan bilmek Nazmî tasavvufî bir öğreti olan iyi, kötü her Ģeyi Tanrı dan bilmeyi öğütlemiģ, Tanrı nın yardımını alamayan kiģilerin baģarıya ulaģamayacaklarını tuttuğu elinde kalmak talihi yâr olmamak deyimleriyle örneklendirilmiģtir. Cümle Hakdan bilür ne kim gelse Eger ola eyü eger kim kem (K 7/41) Vây aða kim olmaya yâr u karîn Lutf-ı Hudâvend-i cihân âferîn BaĢa çıkarmaz iģin ebter kılur Tutdugınuð kulpı elinde kalur Tâli i yâr olmaz olur nâ-murâd Gam çeker ekser ebed olmaz o Ģâd (M 3/ ) (tuttuğu dal elinde kalmak: tuttuğu dal elinde kalmak; yâr olmak: yardım etmek, yararlı olmak; talihi yaver gitmek: talihi iyi olmak, iģi yolunda gitmek) Açgözlü olmamak AĢırı hırs ve açgözlülük giderilmesi gereken hasletlerdendir. Açgözlüler, isteklerine ulaģmak için yanlıģ yapmaktan çekinmezler. Beyitlerde bu değer ifade edilirken gözünü karartmak, yüz aklığı gibi kalıp sözlerden yararlanılmıģtır. Göz karardur her iģe yüz aklıgın fikr eylemez Cem -i mâl içün yilenler hırs-ıla Ģâm u seher (K 6/37) (gözünü karartmak: bir iģe atılırken hiçbir Ģeyden çekinmemek; yüz aklığı: iftihar edilecek, onurlanacak durum) Merhametli olmak Dîvân da merhametli olmak bir değer olarak tavsiye edilmiģ, zalimlerin kalplerinin taģ gibi katılaģacağı ifade edilmiģtir. Rahmı olmaz ol ki kalbinde binâ ola gurûr Olur anuð kalbi saht olmakda manend-i hacer (K 6/38) (taģ kalpli: merhametsiz) 210

211 Kalp kırmamak Nazmî nin üzerinde durduğu en temel kavramlardan biri de gönüldür. Gönül Tanrı nın evidir. Bu sebeple kalp kırmak Kâbe yi yıkmakla eģ tutulmuģtur. Kavrama yüklenen derin anlam, Yunus Emre nin gönüller yapmaya geldim dizesini hatırlatan irsâl-i mesel ler yardımıyla çarpıcı bir Ģekilde dile getirilmiģtir. Hayr olur mı sâhib-i devlet olana ol kim ol Hayr kasd idüb imâretler yapar göðül yıkar (K 6/38) Hak bu kim yıkık göðüller yapadur hayr-ı azîm Beyt-i Hakdur pes göðül Hak gözleyen göðül yapar (K 6/38) Dil yıkub cevr-ile cân acıtmaz Yatacak yir dileyenler câna (K 9/52) (gönül yıkmak: birini çok üzecek bir davranıģta bulunmak, gücendirmek, gönül kırmak) Cömert olmak ġair bir değer olarak cömertliği öğütlemiģ, cimrilikten sakınılması gerektiğini ifade etmiģtir. Aklı yokdur var yimez olan kesüð pes Ģek mi var Hod yiri kara yir oldukda bulınur anı yer (K 6/39) Var yimezler kim yimezler sag-iken meblagların Ölicek düģmenlerine kalısar ol dostlar (K 6/39) Varımaz olub o cem -i mâla koyan varlıgın Ölicek doyum idiser âhiri bir âheri (K 10/54) Agniyânuð niçesi var yimez olur varın Saklar irker dün u gün hissetle yir kurı nân (K 8/49) Var yimez mâlın yimez saklar velîkin âhiri Kendü uhrâya gider bulınur ol mâluð yiri (K 10/54) (varyemez: cimri; yemeyenin malını yerler -demine hu çekerler-üstüne bir bardak su içerler: pintinin yemeye kıyamayarak biriktirdiği malı, sağlığında gücünün yetmediği kiģiler, öldükten sonra da mirasçıları bol bol yerler.) Yoksulları gözetmek Toplumsal yaģamda insanlar kendileriyle aynı ekonomik düzeyde olan insanlarla bir araya gelirken fakirleri de gözetmelidirler. Yaglu kefçe yaglu kazgâna dimiģler vâkı â Agniyâ birbirini gözler fakîre kim bakar (K 6/40) (yağlı kazan yağlı kazana: her Ģey dengi dengine olmalı: Albayrak, 2009: 865) Dünyaya aldanmamak Ġslâm dini ve tasavvufun temel öğretilerinden biri de dünyanın fâniliğini unutmamak ve ona göre davranmaktır. Her insan bunun bilincinde olarak yaģamalı ve ölümü hatırlamalıdır. Hod degül hîç kimseye bâkî Güzerân üzredür hemîn âlem (K 7/42) Ecel alur kimi olursa dimez ulu kiçi KurtuluĢ yokdurur [andan] ebedî pîr ü civân (K 8/45) Zîr-i hâke varub eð soðra olur her Ģahsuð Bir gün elbette nihâð olması gün gibi ayân (K 8/44) (dünya ölümlü, gün akģamlı: hiçbir durum sürekli değildir, her iyi durumun bir sonu vardır) 211

212 Tanrıdan baģkasına boyun eğmemek Türk kültüründe Tanrı dan baģkasına boyun eğilmez. Çıkarları için samimiyetsiz bir Ģekilde makam ve mevki sahiplerine itibar edenler toplum içinde hoģ karģılanmazlar. Hıdmet-i Hakkı koyub vây aða kim Kul gibi kullug ide erkâna (K 9/50) (kulluk etmek: kul olmak) Güler yüzlü olmak Güler yüzlü olmak evrensel bir değerdir. Türk kültüründe kiģilerarası iliģkilere önem verilir. Herhangi bir jest ve mimik vasıtasıyla yanlıģ anlaģılmamaya özen gösterilir. Müstemende nazar ekģi yüzle Sirke sunmak gibidür hayrâna (K 9/52) (suratı sirke satmak: öfkeli, kızgın olduğu anlaģılmak) Ġyi huylu olmak Ġyi huylu olmak büyük bir erdemdir. Zor zamanlarda öfkeyi kontrol altına almak ve olgun davranmak öğütlenmiģtir. Hûy ola it kimi talaģmak aða kim hır hırı Kimseye olmaz hırı pes anı gör gör bir harı (K 10/55) (hır çıkarmak: kavga, gürültü çıkarmak) Sonuç Dîvânında hiç kullanılmayan vezinlere, uzun öğretici açıklamalara, kendi Ģiirlerine yazdığı nazîrelere ve Türkî-i Basît baģlıklı Ģiirlere yer veren Edirneli Nazmî nin bu tercihleri onun orijinal olma çabasının yanında öğretici olma, dinleyicilere mesajını iletebilme kaygısı taģıdığını da göstermektedir. Özellikle nasihat tarzındaki ve mev ize baģlığını taģıyan Ģiirleri dönemin sosyal meselelerine ve kiģisel geliģime karģı duyarlılığını ortaya koymaktadır. ġairin anlam dünyasında iyi, güzel ve doğru kavramları birbirinin yerine kullanılmakta, etik ve estetik değerler arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Bu bağ, özellikle gündelik dilde sıkça kullanılan atasözleri ve deyimlerde ortaya çıkmakta; halkın yüzyıllar boyu yaģadığı tecrübeler ve bunun sonucu oluģan inanıģ ve değer yargıları kısa öz ve etkili bir Ģekilde aktarılmaktadır. Alçakgönüllü olmak, yoksulları gözetmek, güler yüzlü, merhametli, cömert ve iyi huylu olmak, Tanrı dan baģkasına boyun eğmemek bu değerlerdendir. Dîvân da yer alan mev ize baģlıklı Ģiirlerde bu değerlerin irsâl-i mesel sanatıyla desteklenmesi sözün daha etkili kılınmasını ve anlam güzelliğinin ortaya çıkmasını sağlamıģ, etik değerler estetik bir ifadeye kavuģmuģtur. Bu çalıģmada kullanılan bakıģ açısının didaktik yanı ağır basan Edirneli Nazmî Dîvânı ndaki diğer manzumelere de uygulanabileceği düģünülmektedir. KAYNAKÇA AKKUġ, Metin, Klâsik Türk ġiirinin Anlam Dünyası Edebî Türler ve Tarzlar, Fenomen Yayıncılık, Erzurum, AKSOY, Ömer Asım, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, 2 Cilt, Ġnkılâp Yayınları, Ġstanbul, ALBAYRAK, Nurettin, Türkiye Türkçesinde Atasözleri, Kapı Yayınları, Ġstanbul, CANIM, Rıdvan, Edirne ġairleri, Akçağ Yayınları, Ankara, COġKUN, Menderes, Sözün Büyüsü Edebî Sanatlar, Dergâh Yayınları, Ġstanbul, Güncel Türkçe Sözlük, KÖKSAL, Fatih, Orijinal Bir ġair: Edirneli Nazmî ve Dîvân ına Yeni BakıĢlar, Bilig, 2002, S. 20, s , Mecma ü n-neza ir (Ġnceleme-Tenkitli Metin), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, KÖPRÜLÜ, M. Fuad, Edebiyat AraĢtırmaları 1, Akçağ Yayınları, Ankara,

213 LEVEND, Agâh Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, MENGĠ, Mine, Necâtî nin ġiirlerinde Atasözlerinin Kullanımı, Erdem, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, C. 2, S. 4, Ocak 1986, s MENGÜġOĞLU, Takiyettin, Felsefeye GiriĢ, Remzi Kitabevi, Ġstanbul, MERMER, Ahmet, Türkî-i Basîte Yeni Bir BakıĢ, Turkish Studies, S. 4/5, s PALA, Ġskender, ġiirde Ġspat Metodu: Ġrsâl-i Mesel, ġi r-i Kadîm, Kapı Yayınları, Ġstanbul, TUNALI, Ġsmail, Estetik, Remzi Kitabevi, Ġstanbul, ÜNVER, Ġsmail, Mesnevî, Türk Dili Türk ġiiri Özel Sayısı II (Divan ġiiri), S , Ankara, 1986, s ÜST, Sibel, Edirneli Nazmî Dîvânı (Ġnceleme -Metin), 2 Cilt, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,

214 TÜRK KÜLTÜRÜNÜN TEMEL TAġIYICILARI EL YAZMALARI VE BĠR MANZUM FERÂĠZ Eyup Sertaç AYAZ * ÖZ: Sözlükte "takdir ve tayin edilmiş şey, belirlenmiş hisse, kesin dinî emir" manalarına gelen fariza kelimesinin çoğulu olan ferâiz, İslam hukukunda mirasçıların terikeden alacakları paylar ile miras hukuku manasında kullanılan bir terimdir. Fıkhın ana konularından biri olup zamanla ayrı bir ilim dalı haline gelen ferâiz ilmi; ölen birinin malının kimlere, nasıl dağıtılacağını gösterir. İslam dünyasında dinî konuların manzum şekilde yazılması gelenek halini almıştır. Bunun sebebi bilimlerin esaslarının kolayca ezberlenmesini sağlamaktır. Bu; taksimatın anlaşılmasının ve akılda kalıcılığının kolaylaşmasını sağlar. Mehmed b. Abbas da böyle bir anlayışın gereği olarak miras konusunu anlattığı eserini manzum bir şekilde kaleme almıştır. Manzume-i Ferâiz adlı yazma eser; tarihimize, kültürümüze ışık tutan bilgileri günümüze taşıyan ilk elden kaynaklardandır. Bu çalışmada daha önce fark edilmemiş olan 1409 tarihli Mehmed b. Abbas ın Manzume-i Ferâiz adlı yazma eseri tanıtılacak ve Türk-İslam tarihindeki önemi üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: Mehmed b. Abbas, Ferâiz, Terike, Sehim. MANUSCRIPTS AS THE BASICS OF TURKISH CULTURE AND A POETIC FERÂIZ ABSTRACT: Ferâiz, the plural form of farîza, is a term defined in dictionary as appreciated and appointed things, certain religious orders" is used to refer to the shares issued by terike and to inheritance law in Islamic law. Ferâiz science is one of the main subjects of jurisprudence and gradually became a separate branch of science; it describes how to distribute one s good after his/her death. Writing religious issues in verse form in the Muslim world has become a tradition. The reason for this is to help memorize basics of sciences easily; and it enables easier understanding of the division of permanence in mind. Mehmed b. Abbas wrote the subject of heritage in a poetic manner as a perquisite of such an understanding. The Manzume-i Ferâiz manuscript is one of the sources with first-hand information that sheds light on the present, our history, our culture. This paper aims to introduce Mehmed b. Abbas s Manzume-i Ferâiz in 1409 and focus on the importance of the Turkish-Islamic history. Keywords: Mehmed b. Abbas, Ferâiz, Terike, Sehim. GiriĢ Ferâiz; fariza kelimesinin çoğul halidir ve takdir etmek, açıklamak, kesmek, pay, hisse, mehir gibi anlamlara gelir. Ġslam hukukunda miras hukukuna, Kur an-ı Kerim ayetlerine dayanarak verilmiģ olan isimdir. Ölen bir kimsenin geride bıraktığı malların taksimi ile ilgili ilim dalına ilm-i ferâiz, ilmü l-mevâris denir. Ġlm-i ferâiz bilen kimselere ferâzî, ferâizî, hisseleri pay eden hâkime de fârizî denir. 1 Ferâiz ilminin kaynakları; Kur an-ı Kerim, hadis-i Ģerifler ve icma-ı ümmet (Eshab-ı kiramın ve müctehid alimlerin sözbirliği) tir. Nisa suresi ayetleri ile 33 ve 176. ayetleri miras taksimindeki hak (hisse) sahiplerini açıklamaktadır. Bakara suresi ve 233 ile 240. ayetlerinde ve Maide suresi ayetlerinde ve Enfal suresi ayetlerinde de miras hukukunun genel hükümleri açıklanmaktadır. Bu ayetlerin teģvik edici özelliklerinin yanı sıra ferâiz ilmi alanında yapılan çalıģmaların yoğunlaģmasında Hz. Peygamber (sav) den nakledilen Ey Ebu Hureyre, ferâiz ilmini öğrenin ve öğretin. Çünkü o, ilmin yarısıdır. O unutulan bir ilimdir ve o ümmetimden çekip alınacak ilk ilimdir. hadis-i Ģerifinin de etkili olduğu inkâr edilemez. 2 Fıkhın ana konularından biri olup zamanla ayrı bir ilim dalı haline gelen ferâiz ilminde de bilimin esaslarının kolayca öğrenilmesini sağlamak için manzum eserler yazılmıģtır. Bu eserler genellikle Hanefî ulemasından Muhammed bin Muhammed es-secâvendî (ö.1200) nin el- Ferâizü s-sirâciyye ve ġafiî fakihi Ġbnü l-mütefennine er-rahbî nin el-ferâizü r-rahbiyye adlı eserlerine dayanmıģlardır. Bilhassa Secâvendî nin bu ilimde temel baģvuru kaynağı olan ve miras hukuku alanında geniģ bir literatürün * ArĢ. Gör., Kafkas Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. sertacayaz@hotmail.com 1 Ali Bardakoğlu, Ferâiz, DĠA, Ġstanbul, 1995, c. XII, s Ġbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi Kütûb-i Sitte, Akçağ Yayınevi, Ġstanbul, 1993, c. XVII, s

215 meydana gelmesine de vesile olan Ferâizü s- Secâvendî veya Ferâizü s-sirâciyye adlı eserine yazılan tercüme, Ģerh, haģiye ve muhtasarlar hayli zengindir Eserin Tanıtımı 1.1. Müstensihi Kaynaklarda bulunamayan bu eserle ilgili olarak hatimede eserin (Arapça olarak kaleme alınan kısmında) müstensihinin adının Muhammed bin Abbas olduğu ve eserin Lazkiye de Emir Yakup bin ġah Çelebi için istinsah edildiği yazılıdır. Eserin yazarı hakkında herhangi bir bilgiye ulaģılamamıģtır. Abadi nohudi kâğıda Harekeli Nesih le yazılan eser, her yaprağında 10 satır bulunan 123 yapraktan oluģur. Sırtı, sertabı ve sağ kapak ön kenarı viģne rengi meģin, üstü desenli kâğıt kaplı, mıklebli, mukavva bir cildi olan eserin boyutları (dıģ-iç)185x x75 mm. dir Eserin Adı Ferâiz ilmini anlatan ve öğrenilip akılda tutulmasını kolaylaģtırmak maksadıyla manzum olarak, klasik yazım usulü ile yani besmele, hamdele ve salvele ile baģlayan eserin adı belirtilmemiģ, manzum olarak yazılması ve konusu dikkate alınarak Manzûme-i Ferâiz olarak adlandırılmıģtır. Eser besmeleden sonra Ģu beyit ile baģlar: 1 Ḥamd-i muṭla pâziģâhuðdur kim iḥsân eyledi A l ruḥ evvel yaratdı andan insân eyledi 1.3. Telif Sebebi Eser, fıkıh ilminin konusu olan; fakat zamanla ayrı bir ilim dalı olarak okutulan, miras taksimini konu edinen ferâiz ilmini iģlemektedir. Eser edebî gayeyi de göz ardı etmeden ferâiz ilmini öğretmeyi amaç edinerek kaleme alınmıģtır. Esere Besmele, Allah a hamd ve Hz. Peygamber (s.a.v.) e salat ile baģlandıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) in ferâize dair hadislerine değinilerek eserin yazılma sebebinin ferâizi öğrenmeye teģvik eden bu hadisler olduğu anlatılmıģtır: 6 Muṣṭafâ ṣallü âleyhi-çün ferâiż ilmini Nıṣfıdur ilmüð diyü taḥriż-i insân eyledi 1 Ya ni bu ilmi o uð hem ögredüð mü minlere Her ki bunı bilmedi emvâla ḥüsran eyledi Telif Tarihi Eserin son beyitinde eserin yazılıģ tarihi müstensih tarafından Ģu Ģekilde belirtilmiģtir: 1 Ṣad hezârân bâr Ģükr itdüm ḥa uð iḥsânına Çün sekiz yüz on iki yıl geçdi min ṣadri l-ḥarâm Buradan anlaģıldığı üzere eser hicri 812 miladi 1409 tarihinde kaleme alınmıģtır Yaprak ve Beyit Sayısı ÇalıĢmamızın konusu olan yazma eser 123 yaprak, 1329 beyitten oluģmaktadır. Eserde kelime geçmektedir. Eserin Türkçe kaleme alındığını Ģu beyitlerden anlıyoruz: Türki dilce ben ferâiż Ģerḥini naẓm eyledüm Ḥa Emir Ya kûbu Ģeh-zâdi-çün erzân eyledi ġurrâḥuð i tirâżını girü cevâbını Bu yirde Türki dilce beyân eyledüm saða 3 Muhittin Eliaçık, Denizlili Köralîzâde Es ad Efendi nin Mir ât-ı Ferâiz i, Diyanet Ġlmi Dergi, 44/4, Ankara, 2008, s

216 1.6. Eserin Bölümleri Miras meselelerinin çözümlerini tablolar halinde pek çok örnekle açıklayan eserde, ashabı feraizin halleri, alacakları hisseler, red, tashih, terikenin taksimi, münasaha, haml, hacb, hünsa, mürted, esir ve mefkud gibi konular 109 baģlık altında bölümlere ayrılarak ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. 2. Manzûme-i Ferâiz in Edebî Özellikleri 2.1. Nazım ġekli, Vezin ve Kafiye Manzûme-i Ferâiz; matla ve mahlas beyiti olmayan kıt a ve nazm adı verilen musarra bir beyitle baģlayan ve mahlas beyiti olmayan nazım biçimleriyle ve aruz vezninin dokuz farklı kalıbıyla yazılmıģtır. 1. (fâ ilâtün fâ ilâtün fâ ilâtün fâ ilün) 2. (mefâ ilün fe ilâtün mefâ ilün fe ilün) 3. (mef ûlü fâ ilâtü me fâîlü fâ ilün) 4. (fe ûlün fe ûlün fe ûlün fe ûl) 5. (fe ilâtün me fâilün fe ilün) (fâ ilâtün me fâilün fâ lün) 6. (fe ilâtün fe ilâtün fe ilâtün fe ilün) 7. (me fâîlün me fâîlün fe ûlün) 8.(me fâîlün me fâîlün me fâîlün me fâîlün) 9. (mef ûlü me fâilün fe ûlün) (mef ûlün fâ ilün fe ûlün) Muhteva açısından neredeyse eksiksiz olarak nitelendirebileceğimiz metinde az da olsa aruz kusuruna rastlanmaktadır. Kafiye düzeni aa, xa... ve xa, xa... Ģeklinde olan eserde, neredeyse bütün kafiye çeģitleri kullanılmıģtır. 9 Yarım kafiye: Evveli budur ki bir er avretin orsa görem Rub ın alur bâ ı mâlın mâl evine irgürem 2 Tam kafiye: 5 Mâni ü l -irsi saða açdur diyü her kim ṣorar Rı u atl u iḫtilâf u din ü dâreyn olısar 94 Zengin kafiye: 1 Ḳız arındaģlaruð ata bir yidi aḥvâli var Her birini Ģerḥ idem kim nicesi ef âli var 84 Tunç kafiye: 2 Li n-nisâ yo dur velâ illâ meger kim zâd ide Ḥa yolında mu ta ı yâḫûz özi âzâḏ ide 67 Redif 9 Ebû Yûsuf rüvâsından bize böyle rivâyetdür Çün ebdân i tibâr eyler fürû ından kifâyetdür 2.2. Dil ve Üslup Eser, ferâiz ilminin temel kavramlarını bilen herkesin rahatça anlayabileceği bir üsluba sahiptir. Sade bir Türkçeyle yazılan eserde dönemin dil ve üslup özelliklerini görebilmekteyiz. Ayrıca metinde Arapça- 216

217 Farsça kelime ve tamlamalar mevcuttur; fakat bunların varlığı metnin anlaģılmasını güçleģtirecek ölçüde değildir. Metindeki Türkçe kelimelerin çoğu günümüzde de aynı Ģekilde kullanılmaktadır Türk-Ġslam Edebiyatı Bakımından Değeri Dinî ve fıkhî terminolojinin baģarıyla kullanıldığı eser, didaktik bir amaca hizmet ederken eserde edebî güzellik bir an olsun gözden kaçırılmamıģtır. Öğretici amaç ön planda olmasına rağmen aruz kusuru çok azdır. Kafiye çeģitlerinin neredeyse tamamının kullanıldığı eserde, bilimsel bir konu nazım formunda oldukça baģarılı bir Ģekilde ele alınmıģtır. Ayrıca eser; fıkıh, miras hukuku, matematik, sosyoloji gibi bilim dallarında ustalık gerektirmesinin yanı sıra, bu ciddi konuları edebi bir dille anlatabilecek bir edebiyat bilgisi ve becerisi gerektirdiğinden Türk-Ġslam âleminin bilimsel ve sanatsal niteliğini gözler önüne sermektedir Kavramsal alan Ġlgili bilim dalına ait terimler bilinmeden, o ilme ait konuları anlamak mümkün değildir. Bu bölümde anlaģılırlığı artırmak amacıyla ferâiz ilmine ait terimlerin bir kısmını açıklayacağız. Sulbiyye: Ġslam miras hukukunda bir kimsenin öz kız evladı. Benü l-a yân: Ana-baba bir olan erkek ve kız. Benü l- allât: Yalnız babaları bir olan erkek ve kız kardeģler. Benü l- ayâf: Anaları bir olan erkek ve kız kardeģler. Temâŝül: Ġki sayının birbirine eģit olması hâlidir. Tedâhul: Ġki sayıdan büyük olanın küçük olana kalansız bölünebilmesi durumudur. Tevâfuk: Ġki sayıdan birinin diğerine kalansız bölünemeyip, her iki sayının üçüncü bir sayı ile kalansız bölünebilmeleri hâlidir ki bu üçüncü sayıya ortak bölen denir. Tebâyün: Ġki sayının 1 den baģka ortak bölenleri bulunmaması hâlidir. Guremâ taksimi: Mirasın tamamı, vârislerin alacakları hisse miktarına yetiģmediği durumda; terekeyi vârislerin alacakları nispetinde taksim etmektir. Asabe: Tek baģına vâris olduğu zaman terekenin (mirasın) tamamını veya farz sahiplerinden (mirasta belirli hissesi olan kiģiler) sonra kalanı alan her mirasçıya asabe denilir. Mirasta hisseleri belli olan kiģiler hakkını aldıktan sonra geriye bir Ģey kalmazsa miras alamaz. Hacb: Sözlükte men etmek, bir Ģeyden alıkoymak anlamındadır. Terim olarak, kendisinden daha yakın baģka bir vâris bulunması sebebiyle bir Ģahsı tamamen veya kısmen mirastan men etmek demektir. Hacb-i noksan: Bir vârisin hissesini çoktan aza indirmektir. Hacb-i hırmân: Bir vârisi, mirastan tamamen mahrum etmektir. 4 Zevi l-erhâm: Mirasta belirlenmiģ bir hisseye sahip olmayan ve tek baģına bulunduğu zaman malın tamamını alacak Ģekilde asabe olamayan her akrabadır. Mesela kızların çocukları, kız kardeģlerin çocukları ve erkek kardeģlerin çocukları gibi. Mevle l- ıtâka: Azatlı köle veya cariye ölür de nesebinden asabesi yoksa, onu azat etmiģ olan efendisi ona asabe olur. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ģöyle buyurmuģtur: Velâ hakkı azad edenindir. Mevle l-muvâlât: Ġki kiģinin karģılıklı olarak birbirlerine vâris olmak üzere anlaģma yapmalarıdır. Bu anlaģmanın temel Ģartı ise, anlaģmayı yapan kiģilerden birinin hata ile bir baģka kiģiyi öldürmesi durumunda, diğeri cinayeti iģleyenin diyetini ödemeyi kabul etmesidir. Bunun neticesinde de bu iki kiģiden, sonra ölen önce ölen kiģiye vâris olacaktır. Avl: Lügatte zulüm, haksızlık ve haddi aģmak demektir. Terim manası ise farz hisselerinin toplamının, meselenin aslından (yani payın paydadan) fazla gelmesidir. Tehârüc: Vârislerin arasından birisinin, terekeden veya bir maldan diğer vârislerin verecekleri belirli bir miktar karģılığında mirastan çıkması üzerine anlaģmalarıdır. Ekderiyye meselesi: Ekderiyye meselesi, Ekder oğullarından bir kadının baģına geldiği için bu ismi almıģtır. Ya da bu mesele Zeyd b. Sabit (ra) ın görüģünü bulandırdığından (kederettiğinden), buna ekderiyye meselesi denilmiģtir. Mefkûd: Kendisinden haber alınamayan, sağ veya ölmüģ olduğu bilinmeyen kayıp kiģiye denir. Münâseha: Miras taksim edilmeden önce vârislerden birinin ölmesiyle hissesinin (sonradan ölen kiģinin) vârislerine intikal etmesidir. Muvâfakat: Ölen ikinci Ģahsın birinci Ģahıstan alacağı hisse ile meselenin aslının her ikisinin aynı sayıya bölünebilmesi demektir. 4 A. Himmet Berki, Ġslâm Hukukunda Ferâiz ve Ġntikal, sad. Ġrfan Yücel, DĠB Yayınları, Ankara, 1986, s

218 Mübâyenet: Ölen ikinci Ģahsın birinci Ģahıstan alacağı hissenin, ikinci meselesinin aslına kalansız bölünmemesi demektir. 5 Red: Red, avl in zıddıdır. Çünkü red, terekenin fazla, farz hisselerinin az olmasıdır. Mirasta olan bu fazlalığın yine farz sahiplerine hisseleri oranında red (iâde) olunur. 6 Red bahsiyle ilgili olan diğer bir husus da men lâ yürad ve men yürad tabirleridir. Men lâ yürad: Mirasta fazlalık olan hisseden kendisine red olunmayan, tekrar pay verilmeyen kiģi anlamındadır. Men yürad: Mirasta fazlalık olan hisseden kendisine red olunan, hisse verilen kiģi anlamına gelir Ġnceleme 3.1. YazılıĢ Özellikleri Manzûme-i Ferâiz in incelemiģ olduğumuz eldeki tek nüshası, okunaklı, harekeli güzel nesih bir hatla yazılmıģtır. Nüsha imla bakımından kendine has birtakım özellikler arz etmektedir Ünlülerin yazılıģı Manzûme-i Ferâiz de Türkçe kelimelerin ünlüleri tutarlı bir imla gösterir. Ünlüyle biten hece, vezinde kapalı heceye de denk gelse, açık heceye de denk gelse her iki Ģekilde de harfsiz yazılmıģtır. Eserin tamamında ye siz yazılan /-mġģ/ (-مش) ekinin vezinde açık heceye denk geldiği Ģu kelimede ye siz (ünlüsüz) yazılması buna en iyi örnektir: yazmıģam ( ي س ه ش ن )98 a / Kelime baģında ünlülerin yazımı Türkçe kelimelerin baģında ünlüler Ģu Ģekilde gösterilmektedir: a : آ ا aðıla ( (آك ال 40 a /385, anı ( (آ ي 40 a / Kelime ortasında ünlülerin yazımı Kelime ortasında Türkçe kelimelerin ünlüleri ya harekeli harfle ya da sadece harekeyle gösterilmektedir: a : ـ, ا yardımı-y-la ( (ي ر د هي ال 2 b /12, yaḫģı ( (ي خ شي 95 b /1013 baða ( (ت كا 11 a /94, anda (ق ذ ) 10 b /88 var ( ) ار 97 a /1031, ṣanma ( (ص و 20 b / Kelime sonunda ünlülerin yazımı Manzûme-i Ferâiz de kelime sonlarında ünlülerin yazımı oldukça karıģık bir vaziyet arz eder: a : ا ـ ṣoðra ( (ص ك را 61 b /631, aðla ( (آڭ ال 87 a /781, ara (ا ر ا) 9 a /75 Kelime sonunda a ünlüsünü gösteren elif harfi, kendisinden sonra baģka bir ek gelmiģse ve vezin de med gerektirmiyorsa düģürülür: ortada ( (ا رذ ذا 88 b /936, sa laruz (س ق ل رز) 118 a /1280 Aynı durum bazen elif le ya da yuvarlak te ile yazılan yabancı kelimelerin sonundaki a ünlülerinde de görülür: dünyada ( (د ي ذ 3 b /1, a rıbanuð ( (ا قر ت ك 100 b /1088 Ayrıca aslı uzun olan bazı a ünlüleri vezin gereği kısa okunsun diye elif yerine he ile yazılmıģtır: ya ( (ي < Far. yâ yahut, ya da 118 b / Süleyman Mecek, Reyyînin Kitâb-ı RûĢenî Ġsimli Manzum Ferâizi (Ġnceleme-Metin), Dokuz Eylül Üniversitesi, Ġslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı, Türk-Ġslam Edebiyatı Programı BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ġzmir, Vehbe Zuhaylî, Ġslâm Fıkıh Ansiklopedisi, Risale Yayınevi, Ġstanbul, 1994, c. X, s Ali Haydar Efendi, Teshîlü l-ferâiz (Ġslâm Miras Hukuku), sad. ve notlar: Orhan Çeker, Tekin Kitabevi, Konya, 1935, s

219 Ünsüzlerin yazılıģı Manzûme-i Ferâiz de Türkçe kelimelerin ünsüzlerinin yazımı nispeten tutarlı bir vaziyet arz eder: s yazımında bir karıģıklık görülmez. Buna mukabil ek almıģ kelimelerin ve bazı (ط) / ṭ (ت), t (ص) ~ ṣ (س) yabancı kelimelerin yazımında ikili biçimlerle karģılaģılmaktadır ġeddenin kullanılıģı Manzûme-i Ferâiz de Ģeddenin yazımı düzensizdir. Arapça kelimelerin sonundaki Ģeddeler vezin herhangi bir sorun çıkarmadığı hâlde birçok yerde yazılmamıģtır: üm[m] ( (ام 23 a /217, ad[d] olursa ( (ع ذ ال ر س ا 37 b /360, ced[d] ( (ج ذ 72 b / Hemzenin yazılıģı Manzûme-i Ferâiz de hemzenin yazımı oldukça karıģık bir görünüm sunar. Bunları Ģu Ģekilde sıralayabiliriz: 1. Hemzeye kürsülük eden elif bazen -tıpkı bir med harfi gibi- yazılır: mes ele ) 8 ه س أ ل ح >ه س ال ) 69 a / Çim ve pe nin yazılıģı Manzûme-i Ferâiz de çim harfi çoğunlukla tek noktalı, yani cim olarak yazılmıģtır: içinde ( (ا ج ذ 2 a /10,, çı arsað ( (ج ق ر س ك 5 b /42 ulları-çün ( (ق ل ل ر يج ى 2 a /7, üç ( (ا ج 5 b /42 Bu durum, Ģüphesiz, Arap imlasının model alınmasından kaynaklanmıģtır. Ancak bazı yerlerde cim e üç nokta konulmuģtur: ço ( (چ ق 2 b /12, açan ( ) ق چ اى 37 b /361 Pe harfi ise /-(y)üp/ ~ /-(y)ġp+dür/ ~ /-(y)üp+dür/ eklerinde tek noktalı, diğer yerlerde üç noktalıdır: nisbet idüp ( ) سث د ا د ب 50 b /492, vef idüp ( ) فق ا د ب 57 a /569 pâziģâhuðdur ( ) پ ار ش ا ك ذ ر 1 b /1, pâyânı ( ) پ اي ا 69 b / Üç noktalı kef in ڭ) ) kullanımı Kef harfinin ñ okunacağını göstermek üzere bir örnekte üzerine üç noka konmuģtur. Kef harfinin g okunacağını göstermek üzere herhangi bir iģaret kullanılmamıģtır: yig-dür ( (ي ك ذ ر 75 b /798, didügini ( (د يذ كي ي 114 a / a/601 (ص ڭ ا) ṣoña yigirmisin ( (ي ك ر ه س ي 31 a /294, saña 79 (س ك ا) a / Tenvinin kullanımı Manzûme-i Ferâiz de, Arapça kelimelerde olduğu gibi, Türkçe ek ve kelimeler de ın, in veya an, en sesleriyle bittiğinde çoğunlukla tenvinle yazılmaktadır: tis ân (ذ س ع ا) 44 b /432, avlen ( (ع لا 44 b /429 sülsin ( (ثل ث 43 b /421, birin( (تر 43 a / Türkçe kelimelerde sad ve tı nın durumu Manzûme-i Ferâiz de kalın sıradan Türkçe kelimelerde istisnasız olarak ön sesteki t ler tı (ط) ile yazılmıģtır: ṭoġsa ) طغ س ) 112 b /1223, ṭoludur ( (ط ل ذ ر 70 b /737, ṭo uzdur ( (ط ق س د ر 5 a /35 Ön sesteki s ler ise iki örnekte sin le, diğerlerinde sad la yazılmıģtır. Fakat bu kelimelerin imlasında tutarsızlık yoktur: Her geçtikleri yerde aynı harfle yazılmıģlardır: 8 Serdar Mutçalı, Arapça-Türkçe Sözlük, Dağarcık Yay., Ġstanbul, 2014, s

220 saða ( (س كا 109 b /1193, sa laruz (س ق ل رز) 118 a /1280 ṣoða ( (ص كا 11 a /94, ṣoralar ( (صرا ل ر 118 b / Bazı kelimelerin yazılıģı Manzûme-i Ferâiz de bazı Arapça kelimelerin imlası, yaygın imlalarından farklıdır. Bu durum, kanaatimizce, yazarın standart Arap lehçesinden (KureyĢ lehçesi) farklı bir Arap lehçesi bilmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak söz konusu kelimelerin bazıları yaygın biçimleriyle karıģık kullanılmaktadır 9 : Manzûme-i Ferâiz: Yaygın imla ر اج ( rüvât 39 b /382 (ر ا ( rüvâ 10 ) لا ج ر م ( lâ-cereme ) 42 b /411 لا ج ر م ( lâ-cirem 11 ) Sonuç Tüm insanlığın yegâne yol göstericisi olan Kur an-ı Kerim; evrenin yaratılıģından insanın oluģumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda ona rehberlik edecek temel bilgileri ihtiva etmesinin yanı sıra insanın sosyal ve ekonomik hayatını düzene sokacak konularla da ilgili ilahi mesajlar içermektedir. Bu anlamda insanın dünya ve ahiret hayatını yakından ilgilendiren konulardan biri de mirastır. Ġnsana mülkiyet hakkı tanımayan, kadına miras hakkı vermeyen çeģitli hukuk sistemlerinin mevcut olageldiği bir dünyada Kur an-ı Kerim le birlikte yaģanan aydınlanmayla adil ve ayrıntılarıyla izah edilen bir miras hukukunun vücut bulması tüm medeniyetler adına bir devrim olmuģtur. Bu hukukun esasları fıkıh kitaplarında ayrıntılarıyla ele alınmıģ, Ġslam hukukunun bir bölümü olan ferâiz öneminden dolayı ayrı bir bilim dalı sayılmıģtır. Bu bilim dalının esaslarının kolay öğrenilip akılda kalıcılığının arttırılması için manzum Ģekilde tertip edilen ferâizler, gerek bilimsel derinliği gerekse sanatsal değeri bakımından önem arz etmektedirler. XV. yüzyılın baģlarında Muhammed b. Abbas tarafından istinsah edilmiģ Türkçe manzum bir Ģerh olan Manzûme-i Ferâiz gerek kullanılan yazım teknikleri gerek dil özellikleri ile Türk dilinin ve kültürünün eģsiz örneklerinden biridir. Böyle bir eserin Ģimdiye kadar karanlıkta kalması dil ve kültür tarihimiz açısından önemli bir eksiklik olmuģtur. Biz, bu eksikliği giderme gayretiyle söz konusu eserle ilgili Ġnceleme-Metin-Dizin bölümlerinden oluģan kapsamlı bir doktora tezi çalıģmasının sonlarına yaklaģmıģ bulunmaktan mutluluk duymaktayız. KAYNAKÇA Ali Haydar Efendi, Teshîlü l-ferâiz (Ġslâm Miras Hukuku), sad. ve notlar: Orhan Çeker, Tekin Kitabevi, Konya, BARDAKOĞLU, Ali, Ferâiz, DĠA, c. XII, Ġstanbul, BERKĠ, A. Himmet, Ġslâm Hukukunda Ferâiz ve Ġntikal, sad. Ġrfan Yücel, DĠB Yay., Ankara, CANAN, Ġbrahim, Hadis Ansiklopedisi Kütûb-i Sitte, Akçağ Yay., C. XVII, Ġstanbul, DAġDEMĠR, Muharrem, Muhammed b. ÂĢık Selmanü'l Lazki: KeĢfü'l-me'ani (Ġnceleme-Tenkitli Metin- Dizin-Tıpkıbasım), GüneĢ Vakfı Yay., Erzurum, ELĠAÇIK, Muhittin, Denizlili Köralîzâde Es ad Efendi nin Mir ât-ı Ferâiz i, Diyanet Ġlmi Dergi, 44/4, Ankara, MECEK, Süleyman, Reyyînin Kitâb-ı RûĢenî Ġsimli Manzum Ferâizi (Ġnceleme-Metin), Dokuz Eylül Üniversitesi, Ġslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı, Türk-Ġslam Edebiyatı Programı, BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ġzmir, MUTÇALI, Serdar, Arapça-Türkçe Sözlük, Dağarcık Yay., Ġstanbul, ZUHAYLÎ, Vehbe, Ġslâm Fıkıh Ansiklopedisi, Risale Yay., C. X, Ġstanbul, Muharrem DaĢdemir, Muhammed b. ÂĢık Selmanü'l Lazki: KeĢfü'l-me'ani (Ġnceleme-Tenkitli Metin-Dizin-Tıpkıbasım), GüneĢ Vakfı Yay., Erzurum, 2008, s Mutçalı, age., s Mutçalı, age., s

221 HALK EDEBĠYATI МОДЕЛИ НА СВЕТА ПРЕЗ ПРИЗМАТА НА ЧИСЛАТА ОТ 1 ДО 9/10 ПРИ ДРЕВНИТЕ ТЮРКИ Татяна ЧАЛЪКОВА * РЕЗЮМЕ: В суауияуа са предсуавени пъуищауа за десемануизация на числауа оу 1 до 9/10 в ануичнауа философска сисуема на Пиуагор и при древниуе уюрки. Показано е, че числауа оу науфрален ред оу 1 до 10 моделирау основиуе на мирозданиеуо кауо пъуяу на десемануизацияуа на числауа върви чрез геомеуризация на обекуиуе оу външния свяу, свързани с модела на свеуа: в сисуемауа на пиуагорскауа школа числауа оу 1 до 9/10 свързвау с различни геомеурични обекуи, а числауа оу 1 до 4 със суихииуе вода, земя, въздфх, огън. При древниуе уюрки семануикауа на числиуелниуе оу 1 до 9 е свързана с моделиране на родовиуе оуношения и миуологичния брак междф земяуа и небеуо. Схемауизация и десемануизация на уези числа при древниуе уюрки върви през модела на свеуа шаурауа и орнаменуа. В резфлуау на уези наблюдения се прави изводъу за общиуе когниуивни механизми на философскоуо и миуологично мислене Ключови думи: Еунолингвисуика, Число, Числиуелни ANCIENT TURKS MODELS OF THE WORLD THROUGH THE PRISM OF THE NUMBERS 1 THROUGH 9/10 ABSTRACT: This paper examines parallelisms between the numbers, numerals and their dissemination in two different cultures the culture of antiquity and the Old Turkic culture. In a number of ancient cultures, including the Old Turkic culture, numbers were not disseminated. They denoted a thing, an object, or at a later stage the image of that thing or object. The numbers from 1 to 9/10 had sacral meaning. The process of forming number semantics and the separation of meaning from object may be described as integration of the objective and semantic meanings of a given numeral. According to Pythagoras and its school, the number has ambivalent meaning: the number s meaning is still not so abstract, but is more or less formal expression of something existing. Desemantisation of number takes place through geometrisation of space and deriving of abstract meaning from material objects. In Old Turkic culture names of numerals were connected with the Old Turkic idea of the world structure and with the generic and marital relations between male and female. Simultaneously, the numerals were projections of the earthly and heavenly which in its interaction symbolize the marriage between earth and heaven. The numbers from 1 to 4 and from 5 to 9 symbolized the relations between male and female nature which laid the foundations of the Turkic cosmos: the Turkic home (tent) and ornament, i.e. they followed similar dissemanation mechanisms (geometrisation, schematizing of space and of surrounding world objects). The author comes to the conclusions that the described cognitive strategies can be considered not only as abstract philosophical logic or as mythological way of thinking provoked by a specific event, but also as universal mechanisms of modern man s cognitive activities. Keywords: Number, Numeral, Model of the World, Tent. Историята на числата има древни корeни. В повечето митологични картини на света числото се характеризира с особена символика и сакрална семантика Според Н.П. Чернева, числата изразяват не само количество, но и идеи-сили, всяка от които притежава своя собствен характер. Освен това те представляват елементите на числовия код, чрез който се описва света (Чернева, 2003: 10). С. М. Толстая отбелязва, че Освен абстрактното, количественото и редното значение числото в езика на народната култура придобива някакъв допълнителен смисъл, определена конотация, превръща се в обект на оценка и символизация (Толстая, 2002: 43). Проблемът за мястото на числата в митологичните картини на света се разглежда от В.Н. Топоров (1980) Евсюков (1988), Муратова (2012), Гасанова (2012), Хайрулина (2008), Жуковская (1980, 1987) и редица други автори. Особено значение на числото се определя от факта, че в него, според руската изследователка Н.Л. Жуковская е кодирано някакво подреждащо начало" чрез което могат да бъдат обединени в определени групи различни предмети и явления от реалния и митологичния свят, * Prof. Dr., Konstantin Preslavsky University of Shumen. t_chalakova@abv.bg 221

222 например три времена - минало, настояще, бъдеще, четири посоки на света - север, юг, изток и запад (Жуковская, 1987: 242). В. Н. Топоров отбеляза, че числата в митопоетичните системи представляват знаци, които обединяват в себе си качествена и количествена съставки. При това, в редица архаични култури числата все още не са десемантизирани: вещ, предмет, а по-късно и образ на тези вещи и предмети имат отношение към ситуациите със сакрално значение и образа света (Топоров, 1980: ). В тази връзка представлява интерес наблюдение върху процеса на формирането на семантиката на числото, отделянето на неговото значение от предмета-носител в различни култури античната, древногръцката и древнотюркската. От гледна точка на когнитивистиката, значението функционира като форма на съществуване на съзнанието и като елемент, който го конституира чрез формиране на смисли (Рубинштейн, 1988; Зимняя 2001). Този процес може да бъде описан и като интеграция на предметното и смисловото значение на думата: вещ, предмет се замества от значението на думата, значението при това се превръща в самостоятелна същност, и чрез комбинации с други значения от различен характер формира пространството на смисъла (Шмидел, 1999). При Питагор разбирането на число е амбивалентно: числото все още не е абстрактна същност, не е абстрактно изразяване на количество елементи дискретно или непрекъснато множество. Число представлява формален принцип на битието, то е тясно свързано с източника, с конкретна вещ и представлява преди всичко не толкова математическите величини, колкото всичко съществуващо: материални одушевени и неодушевени субстанции. Основната идея за числото при Питагор се състои в това, че Единицата съответства на Единството на света, тя символизира ред, определеност. Числото 2 е съдържа потенция за неопределеност, която поражда различие. Тройка символизира тройственост на света: светът се е разделял на природен, човешки и божествен; а тройствеността на човека е подразбирала неговото тяло, ум и душа. Четворка е означавала природни основания за света, т. е. земя, вода, въздух и огън. Сумата на 1, 2, 3 и 4 е давала числото 10. Чрез десятка, като най-съвършеното число се е определяла природата на Космоса. В учението на Питагор на единица съответства точка, на две съединени точки съответства линия, на три точки - плоскост; обединяването на четири точки образува пространство. Върхът на триъгълника, означен с единица, представлява първоначално, единна същност на всичко, божествено начало. Двойка символизира противопоставянето на 10 противоположни същности: предел безпределното нечетно четно едно много дясно ляво мъжкото женското покой движение право криво светлина тъма добро зло квадрат изтеглен правоъгълник Графичното изобразяване на числата 1, 2, 3, 4 във вид на точки, които образуват триъгълник, демонстрира, че сумата на всички числа във всички посоки дават свещеното число 10 ( =10; 1+0=1). Единица се разбира от Питагор и неговите последователи като началото и краят на всичко съществуващо или Монада. Монада е била характеризирана като абсолютна празнота, хаос, божествена светлина чрез сума от числа 1, 2, 3, 4, съответстващи на четирите стихии (вода, огън, въздух, земя) равни на единица. От гледна точка на геометрия, Монадата се е изобразявала като тетрактис фигура от девет равностранни триъгълника, вписани в десетия, които олицетворяват цялата пълнота на всеобщата празнота. Освен 4-те стихии, тетрактисът е символизирал базовите понятия на геометрията (точка, линия, плоскост, пространство), пропорциите 4:3; 3:2; 2:1 (музикални интервали октави, квинти и кварти); трите космически сфери край Земя Слънце, Луна и планети). По такъв начин чрез тези числа според Питагор, можем да изразим музика, хармония на Вселената, самия свят, а дори и интелекта на човека. Питагорейците са говорили за произхода на стихиите от геометрични фигури: на земята от куба, на огъня от пирамида, на въздуха от октоедъра, на вода от икосаедъра. Сферата на Вселената - ефир е произлизала от додекаедъра [2, с. 287]. Четирите стихии се свеждат към пространството, което на своя ред се свежда към плоскост, плоскостта - към права линия, а последната - към точка, 222

223 т.е. Единицата. По такъв начин се установява непрекъснатия преход, който напомня свиване и разширяване на Вселената. Другият източник за осъзнаване на Числото и количествени отношения, без съмнение, е социалния живот, конкретният жизнен опит, дейността на човека и неговите взаимоотношения с другите членове на социума. Разбирането на Числото е вървяло чрез премерване на Космоса относно човека, отношенията му с другите и преди всичко родови отношения. Смята се, че подреждането, както и началният етап на Разбирането е свързан с разединяване, осъзнаване на единичност и множественост, сходства и различия, които позволяват да бъде отделен Ред от Хаоса. Идеята за реда намира своето отражение в идеята за число, количество, измерване. Числото привнася хармония и ред в първоначалния хаос. Как и по-какъв път числото се е превръщало от конкретна същност в абстрактна, може да бъде разгледано през призмата на етничното и националното виждане на света на определена лингвокултурна общност, чрез артефакти и архетипи, скрити в думи, които, продължават да оказват влияние, макар и неявно върху менталността на съвременния носител на езика. Архетипът на числото има не просто образна природа, а е свързан с определен тип отношения, с установяване на закономерностите, които могат да бъдат едни от водещи в ключовите, базовите архетипи на определена култура, или най-малкото едни от водещите. Като разглеждаме символната същност на определени числа на синхронния срез, може да се направи извод, че тя тясно е свързана с тяхната честотност, включеност във фолклора, епоса, пословиците и поговорките и с тяхната положителна или негативна оценка. Наред с това значителен семантичен пласт е скрит от съвременния носител на езика подобно на подводната част на айсберга или корените на дървото. Той не се намира на повърхността и в това се състои една от особеностите на символа за разлика от знака. Историята на числата нагледно демонстрира основните етапи на формиране на смисли отразявайки взаимодействието на опознаващия субект с обкръжаваща среда, със социално значимите ценности и ценностните смисли. Към социално ориентираните теории се отнасят идеята за отделянето на Аза относно събеседника (Ти) и третия безгласен или отсъстващия. Третият подразбирал или персонифицирал другите, като античен хор. Тези три лица според Бенуас са се отличавали с неравенство, което от геометрична гледна точка е било фиксирано в пространството според намаляване на важността: лицето ти остава достатъчно близко, от него търсят съвет, заповядват, а лицето той е само символен представител на тълпата Другият (Бенуас, 2004: 33). Подобна проекция в турския език съществува не само при лични местоимения, но и при показателни местоимения с пространствена семантиката на bu (този) съответства в определен смисъл на Аза, принадлежи на Аз-пространството, Ģu (няма аналог в българския и руския език) посочва предмет с незначителна отдалеченост това е почти Ти и o (тя, то, този) отдалеченият предмет, който се съотнася с Другия. Заедно с тези три лица в руския език се появяват абстрактни представи, които съставляват основа на граматично число единствено, двойствено и множествено (неопределено множество). Необходимостта на абстрахиране на числото и операции с тях като десемантизирани същности се е раждала и в процеса на другия тип социални отношения стокообмена. Тук първите абстракции все още тясно са свързани физическите представи. Така А. Н. Елсуков отбелязва, че в качеството на физическия аналог на числото са могли да функционират различни предмети: ръцете или краката на човека, пръстите на ръцете, а след това и на краката, броят на овце, завързаните възелчета на връвта, камъчета, пулчета, пръчици, чертички или дупчици, направени с пръчица на плочка от глина или просто на пясъка и т. нат. Следващите числа са се означавали чрез добавяне на аналогични предмети (пръчици, камъчета, чертички) към първоначалната единица (Елсуков, URL). Пътят на символизация на числото като може да се проследи в означаване на числото с дума в тюркските езици. В древнотюркската култура имената на числата са свързани с разбиране на устройството на света като проекция на родови и брачни отношения и получаване на множество (подобно на размножение). А. И. Котожеков показа, че тази идея прозира в етимологията на числителните от 1 до 9/10. Така, числото един (1) произлиза от глагола пърлирга (пырла) пламтя, гори или към съществителното пир-пар (силен жар от огъня); числото две (2) ики ике (нежност); Три (3) юс/ус влиза в състава на няколко думи, които означават връх, острие, майсторство, а в звучната огласовка юз съвпада с глагола в повелителна форма късай и думата юзут (духът на смъртта/прекъсвачът на живота). Числото четири (4) се идентифицира с терть и глагола терит 223

224 раждай, раждам, произвеждам в живота. Числото пет (5) пис, в твърда и мека огласовка се съдържа в думите разкроявай - пъс, вари се - пъз, излъчвай -пызангна, шило (шип) пъс, а също така в личното местоимение ние пис. Числото шест 6 означава долната част на нещо алтъ; седем (7) чити, - е в състава на корена читти, читиг наточен, остър, чит изчезни. Числото осем 8 сигис както и латинското секс означава полов акт. Числото 9 девет тогъс работа или тог- напълнен, сит + ис работа работа за напълване, насищане. Числото десет (10) он е близо към онг дясно, полза, късмет. По-нататък А.И. Котожеков проследява в поредицата числа повтаряне на значенията три връх/острие и седем наострени, остри или: едно жар, и пет излъчвай, вари се, числото четири раждай и осем полов акт, извършвам акт на началото на раждане. Като се има предвид, че светът при хакасите в традиционно разбиране е имал наклон от юг на север, където югът е бил връх и мъжка половина, а север долната част и женска половина, то числата три, седем може да се отнесат към възвишенията, характерни за юга (мъжката половина), а два като нежност и шест като долу може да бъде отнесен към женската половина. Оттук 1 и 5 са символи на жара, 2 и 6 на женското начало; 3 и 7 на мъжкото начало; 4 и 8 са символи на раждане, 9- пълнотата, предел. При това повтарянето се осъществява чрез 4 символа на раждането. Числото 40 хырых в тази поредица означава граница, предел. (Котожеков, 1999). Системата от координати, която се проецира върху отношенията на индивидуума с Другия и, по-точно с противоположния пол, е залегнало и в модела на космоса жилището на тюрка - шатра. Шатра е модел на купола на небето във вид на обърната чаша. Нейните структурни елементи съответстват на модела на родовите отношения, архетипа на рода и неговото продължение, което А.И. Котожеков вижда в семантиката на названията на числата. Идеята за рода, пресътворена в модела на света шатрата се вижда в нейното разделяне на 2 части - мъжката и женската половина [Донгак, 2012]. Числото 3 маркира подчертано сакрални места това е праг, огнището и тора (издигнато място срещу вратата). Според изследователите, названието на това място тора произлиза от древнотюркския глагол торумек/тору, («закон», «положение») [пак там, с. 167]. Числото 3 откриваме и в структурата на основния опорен структурен елемент на шатрата бакана, дървения стълб с раздвоен горен край, който заедно със стълба съставлява 3. Баканът освен своята основна функция маркира мястото за раждане и опорна конструкция за родилка, затова се смята, че той е свързан също така с идеята за плодородието, размножение, ръста и жизнената сила. Другото сакрално число е 4 според броя на ъглите на огнището, което освен триъгълна е могло да има и четириъгълна форма (Донгак, 2012). От 4 съставни части се състои основа на шатрата: кереге, която се състои от отделни секции решетки, обединени една с друга, които образуват кръгла стена. В същото време четириъгълник, който променя своята форма от ромба до квадрата при разтегляне на решетката се състои от разнопосочно разположени триъгълници. Шанъракът кръглият отвор на върха на шатрата се състои от два кръга и кръст, страните на който са равни на 4 посоки на света. Двата кръга се обединяват от 4 радиално разположени отсечки като всеки от получените сегменти се състои от 5 нови, двойни, образуващи на своя ред още 10 сегмента. Есик (съкърлауък) врата се състои от два елемента две половини. Дограма се състои от 4 части: две странични, едне горна и прага. com_content&view =article&id=29:urta&catid=9:interesnoe&itemid=17&lang=ru. Общата конструкция на шатрата се състои от девет основни части. Тези структурни части се вписват в десетия (10) структурен елемент самата шатра. В основата на орнаментите на тюркските народи също така прозира идеята за число. Тюркският орнамент представлява схематизация на естествени природни обекти криле на птица, птичи крака, вълни във вид на геометрични фигури кръг, кръст, квадрат присъстват мотивите на световното дърво, спирали и техните съчетания (Токтосунова, 2002). Една от най-често срещаните геометрични фигури е ромб. Ромбът в орнаментите има 4 ъгъла, често завършващи с разклоняване рога. Другите мотиви, в които можем да разпознаем идеята за число, това се райета, мрежи, решетки. Върху примера на формирането на числата като резултат от осмисляне на основите на мирозданието в две различни култури античната, древногръцка и древнотюркската можем да видим, че развитието на представа за числата има обща природа и се развива практически по един и същ сценарий. Повече от това дадената стратегия на познавателната дейност, независимо от нейния източник абстрактната философска дейност или конкретно-действеното митологично мислене е характерна за онтогенеза и съвременните научни методологии и вероятно, може да се смята за един от универсални механизми на човешкото мислене и познавателна дейност. В древнотюркския модел на света сакралните числа от 1 до 9/10 и съответните числителни като 224

225 интерпретационни езикови структури се фиксират стереотипите на съзнанието, определящи моделите на поведението в съответствие с родови отношения и хармония със земния и космическия ред. ЛИТЕРАТУРА БЕРНШТАМ, А., Заметки по искусству киргизского народа (труды Института языка, литературы и истории Киргизского филиала Академии наук СССР.), Археология и этнография, ГАСАНОВА, М. А., Символика чисел в табасаранской паремиологии. ВЕСТНИК, А., дыгейского государственного университета, Серия 2: Филология и искусствоведение, 2012, 2. (дата обращения: ). БЕНУАС, М., Знаки, символы и мифы, Москва: Издательство ACT, БЕРГСОН, А., Творческая эволюция - М.:ТЕРРА, ГАСАНОВА, М. А., Вестник Адыгейского государственного университета, Серия 2: Филология и искусствоведение Выпуск 2 / ДОНГАК, С. Ч., Некоторые представления тувинцев, связанные с юртой, Научное обозрение Саяно Алтая 1(3), с ЕВСЮКОВ, В.В., Мифы о Вселенной Новосибирск: Наука, с. ЕЛСУКОВ, А. Н., Математическая трактовка основ бытия пифагорейцами и ее философское значение. ph%26ss_ %204-15pdf.pdf. ЖУКОВСКАЯ, Н., Л. Семантика чисел в калмыцком эпосе Джангар // Джангар и проблемы творчества тюрко-монгольских народов, Москва, 1980, с , Число в монгольской культуре // Археология, этнография, антропология монголов, Новосибирск, 1987, С ЗИМНЯЯ, И. А., Лингвопсихология речевой деятельности, Москва, Московский психологосоциальный институт, Воронеж, НПО МОДЭК, КАНТОР, А. М., О кодах цивилизации, Цивилизации, Вып, 2. Москва, Наука КОТОЖЕКОВ, А. И., Опыт реконструкции нумерологических оснований традиционного мировоззрения хакасов, Евразия: культурное наследие древних цивилизаций, Вып, 1. Культурный космос Евразии. Новосибирск, КУШНАРЕНКО С.П.-КУШНАРЕНКО Я.В, Античная философия: Учеб, пособие. Новосибирск: Издво НГТУ, МУРАТОВА Р.Т., Символика чисел в языке и культуре башкир Уфа: ИИЯЛ УНЦ РАН, РУБИНШТЕЙН, С. Л., Основы общей психологии, СПб., МИФОЛОГИЧЕСКИЕ, представления славян и их отражение в русском языке В: Проблемы когнитивного и функционального описания русского и болгарского языков, Вып, 6, Шумен, 2008, с ТОКТОСУНОВА Г.И, К проблемам семантики кыргызского орнамента в его исторической динамике // Диалог цивилизаций на Великом шелковом пути: материалы международной научной конференции, Бишкек: Изд-во БГУ, С ТОЛСТАЯ, С. М., Счет и число в народной традиции: семантика, оценка, магия / С.М.Толстая // Семиотика и информатика, Сб. науч. Статей, Вып, 37. к 50-летию ВИНИТИ. - М.:РИНИЩ С ТОПОРОВ, В.Н., О числовых моделях в архаичных текстах // Структура текста, Москва, С , Числа // Мифы народов мира М., 1982 Т. 2 С ХАЙРУЛЛИНА, Р. Х., Фразеологическая картина мира: от мировидения к миропониманию. Уфа: Изд-во БГПУ, ЧЕРНЕВА, Н. П., Семантика и символика числа в национальной картине мира (на материале русской и болгарской идиоматики): Дис. канд. филол. Наук, Москва,

226 ХАЙРУЛЛИНА, Р. Х., Фразеологическая картина мира: от мировидения к миропониманию, Уфа: Изд-во БГПУ, ШМИДЕЛЬ, Ф., Метафизика смысла, Москва, Carte Blanche,

227 NEW STRATEGIES FOR THE SURVIVAL AND DEVELOPMENT OF A SMALL BORDER TOWN (THE CASE OF SVILENGRAD, BULGARIA) Magdalena ELCHINOVA * ABSRACT: This paper refers to the Culture section of the symposium. It aims to discuss some of the major transformations which have influenced life at the border after Bulgaria s accession to the EU. The discussion starts with a brief comparison of the border regimes and interpretations under socialism and in the post-socialist era. Further, some domestic economic practices which have emerged locally after the liberalization of the border regime are observed. How do people living at the border cope with the new social, economic and political realities? What kinds of life strategies have they developed? What is the impact of migration on local development? How do municipal development plans correspond with the domestic economic practices, the development of private businesses and the influx of refugees? These and other related questions will be examined in the paper. Also, special attention will be given on the impact of transnational copperation projects. The discussion draws upon anthropological fieldwork conducted in Svilengrad. Keywords: Border, Transnational Cooperation, Post-Socialism, Domestic Economy, Identity. KÜÇÜK BĠR SINIR ġehrġnġn HAYATTA KALMA VE GELĠġME STRATEJĠLERĠ (SVILENGRAD, BULGARĠSTAN ÖRNEĞĠ) ÖZ: Bu bildiri, konferansın Kültür bölümüne ilişkindir. Bildirinin amacı, Bulgaristan ın Avrupa Birliği ne kabul edilmesinden sonra sınır bölgelerinde yaşayanlarının hayatlarında ortaya çıkan bazı temel değişimleri tartışmaktır. İlk önce sosyalizm dönemine ve sosyalizmin çöküşünden sonraki döneme özgü rejimler ve sınırların yorumlaması karşılaştırılacaktır. Daha sonra sınır rejiminin liberaleştirilmesinden sonra yerel düzeyde gelişen gayriresmi ekonomik uygulamalar ele alınacaktır. Sınır bölgelerinde yaşayanlar yeni sosyal, ekonomik ve siyasi gerçeklerle nasıl başa çıkıyor? Hangi hayati stratejileri geliştiriyor? Göçlerin yerel gelişime etkisi nedir? Belediyelerin gelişme planları gayriresmi ekonomi, serbest ticaret ve kaçak göçmenlerin gelişiyle ne derece ilişkilidir? Bunlar bildiride ele alınacak temel sorunlardan bazılarıdır. Sınırötesi işbirliği projelerinin etkisi de dikkate alınacaktır. Tartışma, Svilengrad da gerçekleştirilen alan çalışmasına dayandırılacaktır. Anahtar Kelimeler: Sınır, Sınırötesi İşbirliği, Post-Sosyalizm, Ev Ekonomisi, Kimlik. Introduction The following discussion is centered at a small town Svilengrad, which is located in Southeastern Bulgaria near the borders with Greece and Turkey. I conducted anthropological fieldwork there in September-October 2013 and November 2014 within the frames of two research projects, respectively Cultural Heritage and Local Development along the Southern Bulgarian Border, sponsored by the Bulgarian Fund for Scientific Research, and Refugees and Everyday Life, supported by the Central Fund for Strategic Development at the New Bulgarian University. One of the goals of the former project was to study the trends in local economic, social and cultural development, which had occurred in the border areas after Bulgaria became an EU member-state in The latter project focused on the study of a more specific recent situation, related with the influx of irregular migrants from Asia and Africa. What are the major transformations which took place at a local level during the transition from state socialism to market economy and liberal democracy, and, in particular, after Bulgaria s association to the European Union? How has the proximity of the border shaped the specificity of urban fabric and social life in Svilengrad, as well as the life strategies of its inhabitants? What imprint have the shifting politics and interpretations of the border left on the city development and transformations? These are the major issues to be tackled below. The discussion is based on the presumption that globalization influences deeply small cities even in the most remote periphery to a no lesser degree than big urban centers. Even though it is hard to measure quantitatively this influence, it is possible to analyze it in qualitative terms, as to in what way * New Bulgarian University Department of Anthropology Sofia, Bulgaria. melchinova@nbu.bg 227

228 the processes of globalization have transformed the small city as habitat and habitus; how do urban dwellers internalize these processes, turning them into a specific feature of their lives and identities. The article starts with a brief introduction of Svilengrad, followed by a description of some major transformations in the urban setting and life there which took place during the last decade. These are transformations which affected the demographic structure and economic development, caused the emergence of specific home economies, and induced diversification of the urban fabric and forms. In the second part of the article I will discuss some analytical issues related with the anthropology of the small city (Bell and Jayne, 2009), such as the impact of globalization on the transformations of the small city as a social environment (habitat) and internalized sociality (habitus) (after Bourdieu, 1990; see also Zlatkova, 2012: 26), the interplay between local and supralocal structures and their impact on urban development, locality as an alternative of community in the study of the social organization of small cities (Leeds, 1973), the creation of locality in a new, globalized way (Appadurai, 1996: 23). Because of the limited space, my discussion lacks certain details, as well as a comparative perspective. The case of Svilengrad, however, stands for a number of small border towns, which allow for a future comparative study of the issues in discussion. Svilengrad: A Brief Introduction Svilengrad is situated at 2 km north of the border with Greece and at 14 km northwest of the border with Turkey. Two busy check-points are nearby Kapitan Petko voyvoda Ormenion and Kapitan Andreevo Kapıkule. The town is located on the pan-european transport corridor 4 to Istanbul. Consequently, even though it is in the periphery of Bulgaria, Svilengrad has a strategic location of which significance came to the fore in the years after Bulgaria s accession in the EU. According to the most recent available statistics (from ), the town s population is Svilengrad municipality has inhabitants. The municipality includes 23 villages, only 3 of which have a population above 500. The people below 18 years reach up to 20.7% of the total population of the municipality, those between 18 and 60 years have a ratio of 61% and for the elderly, it is 18.3%. Thus, the proportion of the active population is relatively high, which speaks of a progressive demographic structure 1 ( The rate of unemployed shows about the average in the country (c.f., ). The occupations at present are mostly in agriculture: the climate is suitable for growing early fruit and vegetables, tobacco (a traditional occupation which is not paying anymore), grapes, and making wine 2. Under socialism, there were two factories a silk factory 3 and a factory for the production of non-standard electrical equipment. They used to provide jobs for many people. Currently, they are reduced to small workshops. Local economics includes also small businesses in transportation, food production, and services ( as well as jobs offered by the municipality (teachers, medical staff, museum workers, etc.). Casinos and accompanying businesses are among the biggest employers on a local scale. There are four casinos in Svilengrad, all run by Turkish owners, and a number of hotels and restaurants which accommodate casino customers 4. By far the most prestigious and best paid jobs are at the customs. Svilengrad is popular nationwide as one of the customs officers towns, which accounts for the prosperous looks of the city and the relatively high living standard here 5. The town traces back its origins in ancient times. Nearby, there are remnants from Thracian and Roman times. Svilengrad was located on Via Militaris, which connected Rome and Constantinople. Near two of the villages in the municipality one can visit the ruins of two Medieval fortresses 6. The present-day settlement of Svilengrad originated in the second half of the 16 th century at the banks of Maritsa River near 1 There are dramatic differences in the demography of the municipal center Svilengrad and the adjacent villages where mostly old people have remained. 2 A successful small private international winery works near Svilengrad - Katarzyna Estate. It provides seasonal jobs for many inhabitants of the nearby villages, as well as for a few qualified specialists who have come from various parts of Bulgaria ( 3 Silk production was a traditional occupation not only in Svilengrad but in many nearby Bulgarian and Greek towns, too. In fact, the very name of the town comes from a Slavic word for silk svila. 4 The flourishing of gambling tourism along the southern border of Bulgaria in the years after the accession to the EU has also fostered illegal activities, such as smuggling, drug dealing, prostitution, which I will not comment here. 5 In the Bulgarian context, this is ill fame, because those working at the customs are rumoured for being involved in corruption and bribery. 6 The Thracian tomb near Mezek and the fortresses at Mezek and Matochina play a major part in the municipal plans for development of international tourism. Serious amounts of money are invested in their restoration and infrastructure, including subsidy coming from EU funds. The fortress of Mezek is however one of the notorious historical and natural objects in Bulgaria where European money was spent for turning them into Disneyland-like attractions. 228

229 the place where the Ottomans built a stone bridge in The bridge is well-preserved and is the town s major landmark. Other historical buildings from the period of the so-called National Revival (when the movement for Bulgarian national and state formation gained momentum within the Ottoman Empire) are the Holy Trinity church from 1834 and the Bulgarian school from In 1874, the town got its present name. After the liberation from Ottoman rule and the formation of the independent Bulgarian state, the town changed its national belonging several times, due to its close proximity to the newly established border which was repeatedly re-drawn. The San Stefano Peace Treaty from March 1878 stipulated that Svilengrad was part of the Bulgarian Principality; a few months later (September 1878) the decisions of the Berlin Congress sent it back into the Ottoman Empire; after the victorious for the Bulgarians First Balkan War in 1912, Svilengrad became again part of Bulgaria (October 5, 1912 is celebrated as the date of its liberation and is now the city holiday), but during the Second Balkan War the following year it was taken by the Ottomans; the town eventually became part of the Bulgarian state in September That same year Svilengrad became the home of hundreds of Bulgarian refugees from Eastern Thrace (lands which were then under the Ottomans), who were evicted from their towns and villages and fled to Bulgaria in order to save their lives (Miletich, 1918). The refugees formed a serious percentage of the town s population and left their imprint on local culture to a degree which makes the present-day svilengradchani identify with them and call their town a town of refugees. One hundred years after the arrival of the refugees from Thrace, another migratory wave reached Svilengrad, this time coming from Asia and Africa. Local Development and Transformations in the Context of EU Membership Throughout its history, Svilengrad has been deeply influenced by the nearness of the border. The border itself has been continuously reshaped by changing policies and ideologies. Under socialism, the border was first and foremost rendered as a defense line it had to be defended from outside enemies and inside transgressors. This was all the more relevant for the southern border which connected (or rather divided) Bulgaria from Turkey and Greece, the only two neighbor countries which belonged to the antagonistic imperialist bloc and the military alliance of NATO. The border was not only rigorously guarded but was virtually turned into a dead zone where hardly any interaction took place. In addition, the security of the socialist state was provided by a number of special policies regarding the border zones. These included restricted entrance of outsiders into the border zone 7, displacement of unreliable populations living near the border (this affected mostly the Bulgarian-speaking Muslims), re-settlement of educated young ethnic Bulgarians in the underdeveloped border towns with the aim to stimulate their development (this was provided by means of material stimuli for the re-settlers) 8. Furthermore, steps were made toward the economic development of the border regions, namely their industrialization and urbanization. It is worth mentioning that the border population was actively involved in the defense practices (they had to watch for transgressors, etc.), which helped them acquire certain knowledge and competences which were not available to the people living inland. After the fall of state socialism, significant changes have been introduced in border ideology and practices, which were particularly influenced by Bulgaria s new position in international structures, such as NATO and EU. The changes have affected not only the official level (border politics, regimes, technologies) but also the everyday level people s experiences with and interpretations of the border. I will describe here only some of the practices the denizens of Svilengrad developed after Bulgaria s association to the EU in Before that, it is important to emphasize that the very understanding of the border has been altered in the new socio-political context. The border has become a contact zone where constant interaction, exchange and mutual influences on the cultural, social and economic plane take place. Hence, the border is now associated with openness, dynamics, mobility, contact and inclusion. The southern Bulgarian border has undergone the biggest practical and ideological transformations: from the most strictly guarded and hard-to-cross border it has become probably the busiest and most dynamic one, with intense traffic of people, goods, capitals, and symbols going in both directions. The local population has become very mobile, because the relaxed border procedures allow them easy access to Greece and Turkey on a daily basis and opens new opportunities for work and leisure. Within a short span of time, this has led to the elaboration of a new type of home economy and changed in the long run the entire mode of life of the local people. Here are some examples. 7 Border zones under state socialism comprised the territories within the span of 35 km from the border. 8 A decree from 1980 specifies the measures and stimuli for development of the underdeveloped mountainous towns near the southern border 229

230 The decline of the state-run economics on a local scale has been compensated to some extent by the opening of small businesses of Turkish and Greek owners. The possibility to work across the border, mainly in Greece, has had an even bigger effect on local economy. Employment is available in various spheres (agriculture, tourism, domestic help) and takes different forms (some people commute to the working place across the border on a daily basis, others are seasonal workers, yet others are permanently employed). Quite a few local businesses and services (retailing, hairdressers, dentists, lawyers, car repair) are developing thanks to the growing number of clients from the Greek side of the border. Some inhabitants of nearby Greek settlements prefer to hire workers from Bulgaria to mend their household appliances, because it is cheaper. A couple of international chains have opened hypermarkets in Svilengrad, which are full of Greek buyers in the evenings and during the weekends. Bulgarians on their part regularly do their shopping on Turkish territory they buy everything from detergents and sanitary goods to food, clothes and shoes. They are attracted not only by the lower prices but also, as they say, by the better quality of the goods. Suitcase retailing, so typical for Bulgaria in the 1990s, still helps a lot of people make their living. A number of small sellers rely on it to supply their shops with goods. Some local farmers even prefer to sell imported fruit and vegetables because they are cheaper than their produce. The proximity of the Greek coastline has made seaside vacations more accessible for the local people. The municipality of Svilengrad relies on the development of tourism for attracting visitors from Turkey and Greece. However, for the time being, only gambling tourism has flourished and it has secured a number of jobs for the locals. The gambling business is the reason for a specific liveliness in the town during the weekends while during the rest of the week the casinos and restaurants are empty. The newly developing practices contribute to the considerable opening of the border communities to one another, to the better knowledge of the habits and ways of life of the neighbors across the border, and help to overcome existing prejudices. The examples illustrate that local people in Svilengrad and the vicinity have acquired borderoriented way of life. Now they can apply in a new fashion their competence and experience of the border, accumulated under socialism. What happens at the everyday level is a continuous domesticating of the border 9 people utilize their knowledge of the border in their informal economic and life strategies for practical ends. A brief overview of the topics repeatedly discussed in the local newspapers 10 confirms the central role the border plays in the everyday life of Svilengrad (in order of frequency of appearance): smuggling, the customs, refugees, intense traffic, car accidents, and rallies 11. The urban setting is also affected by the proximity of the border. The local government has specialized in developing projects for transnational cooperation with Greek and Turkish towns, which aim to reshape and improve the city landscape. Most of these projects are in the sphere of culture and aim to preserve cultural-historical heritage and to develop ecological and cultural tourism. Other projects have focused on the improvement of infrastructure and have achieved visible results in Svilengrad asphalted streets, new roundabouts, new parks. Fewer projects refer to the social sphere and education 12. Migration also deserves a few more words. Svilengrad is no exception from the wide-spread practice across Bulgaria of emigration from smaller towns either to bigger cities in the country or abroad. On the one hand, as shown above, some forms of migration (temporary, seasonal, daily) have occurred in an attempt to utilize the border for the economic needs of the local people. Long-term (even permanent) migration is more typical for younger people who leave the home town to study in Sofia or abroad and never come back because Svilengrad cannot meet their needs for career and desired lifestyle. On the other hand, the relatively high opportunities, which the town offers for unskilled labour, continually attract people from the hinterland. These are mostly gypsies who have gradually formed a high percentage of the local population in active age. A few professionals also migrate temporarily to Svilengrad custom officers, policemen, wine technologists, railway engineers who build the new railroad between Sofia and 9 To paraphrase Gerald Creed s term (Creed 1997). 10 I summarize here the topics most often discussed during in one of the two newspapers published in Svilengrad The Old Bridge newspaper ( 11 Riots and rallies are among the issues that are considered typical for the big cities (Southall 1973a: 7), however, the recent practice in Bulgaria and Greece shows that borders are also used to express public protest. In the case of Svilengrad, there were rallies of tobacco growers from the region who burnt their produce and closed the road to Turkey part of the busiest transport corridor across Bulgaria thus protesting against the low prices of tobacco. There were also protests of international truck drivers who blocked the road to/ from Turkey. 12 On the municipality s website there is information about ongoing projects ( 230

231 Istanbul, etc. (mostly jobs which are directly related with the border). By far the most topical recent immigration to Svilengrad is that of migrants from Asia and Africa. (The predominant number of these mostly irregular immigrants comes from Syria.) They all apply for refugee statute and are consequently referred to by the Bulgarian nationals as the refugees. There is a transit center near Svilengrad where the first massive wave of refugees to Bulgaria was accommodated in Very soon many other such centers opened in various parts of the country but the citizens of Svilengrad were among the first who faced the newcomers and had to cope with the public turmoil caused by their arrival. The influx of refugees has stirred mixed feelings nationwide, in which fear seems to prevail. In Svilengrad in particular the negative attitudes towards them are not so sharp. The reasons for this are various. On the one hand, there have been no serious incidents with the newcomers in their direct contact with the locals. On the other hand, after the initial shock, the state has managed to provide experts and accelerated the procedures for granting statute to the refugees, which stimulated the latter s subsequent migration to other parts of the country or abroad, so in Svilengrad the number of refugees has never been so high as to raise fears and tension 13. But perhaps the most important reason for the peaceful relations between locals and refugees is that the latter contribute to the local economy: new jobs are opening at the transit center, retailers, farmers, café owners, internet clubs and call centers profit from the new clients, some people let flats or rooms to refugee families. Local Supralocal Relationship and the Impact of Globalization Processes The ethnographic description of Svilengrad given above, though quite sketchy, allows for a discussion of some issues related with the study of small cities. As David Bell and Mark Jayne have pointed out, in order to better understand the various forms of urbanity there is a need to look at local practices, processes, identities and autonomies (Bell and Jayne, 2009: 684). It is clear that even though Svilengrad is a small city, located far away from the big urban centers in Bulgaria, it is characterized by heterogeneity, hybridity and dynamics of the urban structure in terms of demography, economics, rolerelationships. Heterogeneity, multiplicity of social roles and particular role-relationships, ensuing anonymity of social interaction, and mobility are among the major characteristics of urbanity (Zlatkova, 2012: 19; Southall, 1973b; Dichev, 2009: 13). Urban landscape and forms diversify and constantly change (new urban forms have emerged hypermarkets and small private shops, private and public buildings, casinos, hotels, cafes and restaurants, new parks, etc.). Local demographic structure becomes more and more dynamic (there is incessant emigration from the town but also new people come there new groups, formerly unfamiliar, emerge immigrants from other parts of the country, tourists, Bulgarian and foreign professionals, unskilled Roman workers). It could be said that after the demise of state socialism, Svilengrad has become more and more urban, even though it has lost part of its inhabitants and industries (about the dimensions of this urbanization see in Szelenyi, 1996). Heterogeneity, hybridity and the dynamics of urban structure make it irrelevant to speak about the city as a unified community. The term locality is much more appropriate. Anthony Leeds defines locality as sensorily distinct loci of settlement characterized by such things as more or less stable aggregates of people or inventories of houses, generally surrounded by and including relatively empty, though not unused, spaces (Leeds, 1973: 20). Furthermore, like community, locality is highly organized and concentrates power and social interaction but, at the same time, it possesses amorphousness, multiplicity and kaleidoscopic quality of organization (op. cit.: 24). From the perspective I have chosen here to view the transformations of the small city in the context of its changing social and economic environment the issue which comes to the fore is about the relationship between the locality and supralocal organizations (ibid.), including national and transnational ones. For a border, town this relationship is even more important than for inland settlements. The border is an ambiguous concept (Topaloglou, 2010). One of the ambiguities of the border is the fact that it outlines the edges of a state, i.e. lies on the very periphery of the center of power, but at the same time the control of the center upon it is even stronger than elsewhere on the national territory (Anderson, O Dowd, 1999: 596). Under socialism, the state elaborated special policies concerning the border regions, which were adapted to the ideological and political imperatives of the period. After the demise of socialism and especially following the membership of Bulgaria in the EU, the border regimes were liberalized. This have allowed for a greater initiative by the local authorities and a variety of individual choices. 13 Quite a different case is the nearby town of Harmanli where in 2014 the biggest refugee center in Bulgaria was opened. Reportedly, there are currently above 2000 foreigners there, which is a serious number on the local scale. The tensions between refugees and local people there are sharp and there have been at least two rallies against the concentration of refugees in the town since the opening of the center. 231

232 Nevertheless, the presence of the state is still strong and tangible in many significant aspects, sometimes being at odds with the interests of local people. One of the aspects of state interference is the attempts to restrict smuggling. The forms and range of smuggling vary a lot, and some of these forms have become family business for many locals who make their living or sustain a certain living standard by contraband. In this practice, family and friends networks, as well as knowledge of the border are mobilized for individual profit. Another example is the state strict control on the customs. Appointments at the Svilengrad customs are made by the central authorities. In this process, local people are often replaced by imported specialists in an attempt to stop bad practices. The point of view of the locals is however that they are best suited for these jobs because they have richer experience with the border. Working at the customs is the fastest way to achieve prosperity in the local context and, to my opinion, it is among the major reasons for the relatively lower rates of emigration from the town. Employment at the customs has also deeply affected the city landscape which is dominated by the spacious and beautiful houses of customs officers, who show a high living standard, more typical for bigger and richer cities. The relations between local people and national institutions in this respect can be again described as a conflict of interests. State institutions have a decisive role in dealing with the refugees, too: from the decision where to place them 14, to the providing of care and statute. The various kinds of professionals working with refugees are again appointed by the state. Only a limited number of jobs remain for local people (janitors, guards, food providers). Even though these are not well-paid positions, they are desired on the limited local job market and rumours say that one has to give a bribe in order to get the job. In fact, if there are negative attitudes among the people in Svilengrad towards the refugees, they appear in the context of competition for resources. In the small city, wages are low, many people live on small pensions, and many are unemployed. People compare their own situation with that of the refugees and grumble against the higher, according to them, subsidies the foreigners get from the state, regardless of the fact that they are without documents, do not work, nor pay taxes. Although Svilengrad is a small town, which is hardly popular outside Bulgaria, the life of its inhabitants is influenced by transnational agencies, too. The very transformation of the border regimes and interpretations is a result of agreements and decisions made at a supranational level (EU, bilateral agreements). The new forms of making one s living, described above, come as a consequence of supranational agreements. The politics made on European level leads to transformations and re-definition of identities, to developing new attitudes towards the people living across the border, to reconsideration of symbols, and procurement of new symbolic activities. The similarities between the lifestyles of the populations on the two sides of the border increase, even though these people belong to different nations and are loyal to different centers of power. It is even possible to speak of a distinctive border culture which is shared and developed by the people living on the two sides of the southern Bulgarian border. Transnational organizations actively participate in solving the refugee issue, as well. In fact, European structures are the ones that provide most of the money and expertise for dealing with refugees. This rather indirect interaction between the European institutions and the local public in Svilengrad has made the latter fully realize the meaning of being European citizens. European funding has also supported the transformations of the urban setting in Svilengrad. This is not a one-sided process. In fact, the availability of funding stimulates local initiative, mobilizes individuals and institutions to acquire new competences and unfold their creativity, and leads to the development of a project culture which is not equally successful in each locality. Svilengrad is a good example in this respect but many small cities around, and even bigger ones, are not so successful in using European funds for urban development. These transformations have not just affected the city setting on the surface level; they have deeply reorganized the demographic, economic, and cultural structure of the town. Migration and the new job opportunities have reshaped the demographic and social structure of Svilengrad s population, and have led to its multifaceted diversification, brought about new roles and role-relationships briefly, have incited the dynamics of the human factor. Another related issue of discussion is in what ways the processes of globalization affect life in the small border city. The case of Svilengrad shows that the nearby border has intensified this influence and engendered new patterns of work, leisure and relationships. The modus vivendi svilengradchani have developed over the past decade could be defined as transnational. The presence of refugees among them is 14 This is not discussed with the local authorities and publics of the selected localities who in many cases disagree and organize local protests. 232

233 a direct connection with conflicts and processes of global significance. The remote small quiet town of Svilengrad has suddenly become directly affected by what is going on in places of conflict and dire economic problems. In broader terms, migration to and from the small town intensifies the influence of global processes on local lives. Communication technologies play a key role in this respect. With their help people in the small city sustain their family and friend networks, gain symbolic and financial capital, launch businesses, provide for their families. Speaking about globalization and the impact of supralocal organizations, one should mention the role of foreign investments in the small city. In Svilengrad, where there is almost no industry, these investments are very limited and of only a regional significance in comparison with the big urban centers in Bulgaria. With the exception of a couple of big hypermarket chains, foreign investments in Svilengrad are restricted to local and individual initiative. Hence, paradoxes occur the gambling business is the most successful and rapidly developing in the town and its vicinity. It brings quick profit and relies on the eased border regime, the different regulations on gambling on the two sides of the border, the short distances, and the good infrastructure. This paradoxical success of the gambling business is not in line with the development plans of the city government. These plans envisage instead the development of ecological and cultural tourism. The municipality has already invested a lot to this end but so far with meager success. In the interplay between the global, the national and the local, Svilengrad has become a center in the periphery which manages the resources in its municipality and the vicinity. It even has the ambition to prove itself as a local center of a transnational scope 15. Such a status is not available to any other small city. Svilengrad is a good example for a development of a small border town in Bulgaria. Conclusion In this article I have tried to analyze some aspects of the transformations which have taken place in a small Bulgarian border town since Bulgaria s association to the EU and the liberalization of border regime. Svilengrad is a typical small city (as compared to the big metropolises): it features quality of life, clean air, human scale, a strong sense of place and belonging, a certain degree of traditionalism, cultural smallness, slow pace of life... (see also Bell, Jayne, 2009: 693). At the same time, processes that are typical for bigger cities take place there and reinforce the heterogeneity and hybridity of the urban forms and the mobility of the population. I have paid particular attention here to the development of special forms of home economics, to the interplay between local and supralocal agencies, to the impact of global processes at the local level. The discussion could be developed in various respects, including a more systematic comparison between cities of various sizes in Bulgaria and the region. Other issues for further discussion are the urban/ rural relationship, the changes in role-relationships, or the factors which define the small city (size, density, influence, popularity, etc.). Even though the present discussion is somewhat limited in scope and depth, it still outlines certain trends, as far as Svilengrad is representative for the transformations taking place in a number of small cities along the southern Bulgarian border and elsewhere. REFERENCES APPADURAI, Аrjun (1996), Modernity at Large: Cultural Dimensions of Globalization, Minneapolis, University of Minnesota Press. ANDERSON, J.-O DOWD, L. (1999), Borders, Border Regions and Territoriality: Contradictory Meanings, Changing Significance, Regional Studies, Vol. 33, No. 7, pp BELL, David-JAYNE Mark (2009), Small Cities? Towards a Research Agenda, International Journal of Urban and Regional Research, Vol. 33.3, pp BOURDIEU, Pierre (1990), The Logic of Practice, Cambridge, Polity Press. CREED, Gerald (1997), Domesticating revolution: From Socialist Reform to Ambivalent Transition in a Bulgarian Village, University Park, PA, Pen State University Press. DICHEV, Ivailo (2009), Citizens beyond Places?: New Mobilities, New Borders, New Forms of Dwelling, Sofia, Prosveta (in Bulgarian language). LEEDS, Anthony (1973), Locality Power in Relation to Supralocal Power Institutions, Urban Anthropology: Cross-Cultural Studies of Urbanization, ed. A. Southall, New York, Oxford University Press, pp That was directly said at the opening of a modern rehabilitation clinic in the town in October 2013, which was compared to similar big clinics in Alexandroupolis and Sofia, and announced to be more advanced in terms of technological equipment. 233

234 MILETICH, Lyubomir (1918), The Devastation of the Thracian Bulgarians in 1913, Sofia, Bulgarian Academy of Sciences. SOUTHALL, Aidan (1973а), Introduction, Urban Anthropology..., ed A. Southall, pp (1973b), The Density of Role-Relationships as a Universal Index of Urbanization, Urban Anthropology, ed. A. Southall, pp SZELENYI, Ivan (1996), Cities under Socialism, Cities after Socialism: Urban and Regional Change and Conflict in Post-Socialist Society, eds. G. Andrusz, M. Harloe and I. Szelenyi, pp TOPALOGLOU, L. (2009), The Role and Nature of Borders. EastBordNet, COST Action IS0803 Working Paper, Topaloglou_The_role_and_nature_ of_borders_ pdf (Last visted on ). ZLATKOVA, Мeglena (2012), Ethnosociology of the City: On the Case of Plovdiv, Plovdiv: Paisii Hilendarski (in Bulgarian language) Last visited on

235 КРИМСКИТЕ ХАНОВЕ/ СУЛТАНИ ГИРАЙ В УСТНАТА ИСТОРИЯ НА ВЪРБИШКИЯ КРАЙ Венета ЯНКОВА * Бюлент КЪРДЖАЛЪ ** РЕЗЮМЕ: Суауияуа пофчва слабо изследван проблем: фсуниуе сведения за кримскиуе ханове/ сфлуани Гирай и уяхноуо наследсуво в памеууа на хорауа оу района на Върбица. Споменъу за кримскиуе ханове/ сфлуани Гирай и символниуе месуа, свързани с уехния живоу и дейносу, днес са същесувен дял оу исуорическауа памеу на хорауа оу обласууа Герлово. Много селища и обекуи пазяу уехниуе следи. Това са: легенди за създаване на селища, месуни уопоси, родови разкази. Образъу на Гираиуе в месуниуе легенди е арисуокрауичен, към него се добавяу и героични елеменуи, коиуо са оформени под въздейсувиеуо на българскауа национална идея. Забележима е уенденцияуа към демиуологизиране, някогашниуе феодални господари се осмисляу кауо свои благородници, уе имау българско произход и защиуавау поданициуе си оу насилие. Трфдъу е основан на архивно изследване и на уеренна рабоуа. Ключови думи: Тауари, Кримски Ханове/Кримски Сфлуани Гирай, Динасуия на Гираиуе. I. CRIMEAN KHANS/ SULTANS GIRAY IN THE ORAL HISTORY OF VARBITSA REGION ABSTRACT: The paper examines a poorly studied issue: the oral evidence of Crimean Giray khan/ sultans and their heritage in the memory of the people of Varbitsa region. The memory of Giray sultans and the symbolic places, connected with their life and work, today are an essential part of the historical memory of the people from this region. Many villages and sites keep their traces. These are: legends about the creation of settlements, local toposes, genealogical stories. The image of the Giray dinasty in the local legends is aristocratic, with added heroic elements, wich are formed under the influence of the Bulgarian national idea. The trend towards demythologization is noticeable - former feudal lords are seen as own (i.e. Bulgarian) noblemen - they are of Bulgarian origin and protect their subjects against violence. The study is based on archival research and fieldwork. Keywords: Tatars, Crimean Khans/Crimean Sultans, Giray Dynasty. Увод Династията на татарските ханове Гирай/Герай в Крим управлява Кримското ханство от 1427 г. до 1475/1478 г., когато попада под зависимостта на Високата порта (Груев, 1883; Маринов, 1936; Миятев, 1958; Грозданова, Андреев, 1995; Чолов, 1996; Антонов, 2004: 43-50; Берова, ). За гарантиране на лоялност към официалната власт татарските принцове султани 1 - са отвеждани на почетно заточение в Османската империя като за целта те получават земи и прилежащо население на островите Родос и Лемнос, около Силиврия, Виза и Серес (Миятев, 1958: 290). Счита се, че на Балканите гирайските принцове най-напред се установяват основно в сегашна Югоизточна България (в района на Ямболско, Карнобатско, Сливенско), а след това и в областта Герлово (село Върбица) - през периода от средата на XVI до началото на XVII в. (Михайлов, 1960: 145). Ако първоначално Гираите са своеобразни заложници на османската власт, то след унищожаването на Кримското ханство 2 те постепенно се утвърждават като местни феодални владетели, притежатели на чифлици, които са здраво свързани със своята земя и с нейното население като обект на управление и източник на доходи. Това до голяма степен се отнася до султаните Гирай, тъй като те се заселват във Върбица навярно през втората половина на XVII в., а според друга хипотеза - през втората половина на XVIII в. (Михайлов, 1960: ). Като * Доц. д-р., Шуменски университет. veneta_yankova@abv.bg ** Aс., Шуменски университет. byulentt@abv.bg 1 Според държавната традиция на Кримското ханство титлата султан се свързва с мъжките представители на династията, които са и потенциални владетели, а с титлата хан се обозначава единствено суверенът. 2 През периода г. Кримското ханство е анексирано от Руската империя. 235

236 феодални владетели върбишките султани се утвърждават като съществен фактор в живота на цялата област Герлово (Пенков, 1956; Стоилов; Йорданов, 2004: 41; Йорданов, 2006: 39-40). През XIX в., включително и в условията на независима българска държава, наследниците на рода са активни участници в живота на района до 1972 г., когато окончателно се изселват в Турция. 3 Днес историческата памет за Гераите в Герлово е изградена от: легендарни свидетелства, лични спомени, популярно историческо знание. В нея се съхраняват и следи от последователно поддържания от самите Гираи родов мит и създаваната от наследниците митография. Основната цел на изложението е представянето и анализът на някои съхранени, но неизвестни или трудно достъпни фрагменти от историческата памет на Герловския край и участието в нея на султаните Гирай. То следва де-митологизиращ подход към изворовия материал, при което се отчитат различните и понякога - допълващи се гледни точки на: местното население, интелигентите записвачи на сведения за миналото и на самите наследници на рода Гирай. Гираите Във Върбица: Заселване, Отношение с Османската Власт За установяването на Гираите във Върбица в историографията няма единно мнение. Устната информация личните свидетелства и записаните устни предания са основен източник на сведения. Някои от тях: Предание за установяването на Гираите във Върбица. По семейно предание, разказано от Лутви/Лютфи Герай, към края на XVII или началото на XVIII век Гираи се заселват във Върбица. Най-напред се заселил Месуд Гирай, син на Каилан Гирай хан. Месуд бил спахийски командир в гр. Шумен. (Михайлов, 1960: 147). Допълнителна датировка предоставя датата 1122/1710, издълбана върху плоча, вградена в чешма до северната порта на сарая (Михайлов, 1960: 147). Информацията за заселването на Гираите, посочена от М. Пенков, най-вероятно също се основава на семейно предание (Пенков, 1967: 151, б. 68). Статията на върбишкия краевед и етнограф Петър Груев (1883) е първото българско издание на местни предания за султаните. В нея е отразено сведение, че Гираите пристигат във Върбица преди 240 години, т. е. около 1640 г. Също: От хановете едни се заселили от селото Велибегово 4, 2 ½ часа до Шумен...След заселването си във Върбица султаните се погрижили да се снабдят с добри нивя, широки места и бранища. Съзряли едно равно място и посяли бранище, което се нарича Султанско бранище. (ДИА Шумен, Ф. 99к, оп. 1, а. е. 124, л. 2а). Петър Груев отразява предание за покровителството на Гираите над местното население: В тях времена, по причина на многото размирици и своеволия, село Върбица е било изложено на големи премеждия... и нашите прадядовци мислели, че за да запазят имота и огнищата трябва да привлекат едного от тези султани да ги владее и пази. И изпратили нарочем хора да ги призоват. Султаните приели и дошли да огледат дали ще им хареса мястото. То им харесало и затова поискали върбичани да ги поискат чрез правителството и да се запишат на кютюка за военни ( аскерие ), т. е. да имат годишен приход от царя, да държат войска и във време на война да ходят на бой. (ДИА Шумен, Ф. 99 к, оп. 1. а. е л. 2а). Макар да е трудно да се приеме достоверността на това свидетелство, в него е отразен отглас от дервентджийския статут на местното население. Според друго предание между рода на Османовци (султаните на Османската империя) и рода на кримските ханове съществувал свещен съюз: И до днес се говори във Върбица, че когато се свършел турския царский род, от тези султани щели да избират цар. (ДИА Шумен, Ф. 99 к, оп. 1. а. е л. 4; Йорданов, 2006: 30). С подобен акцент е и тълкуванието на титлата калагай 5, която им осигурявала престола в Истанбул, ако прекъсне по мъжка линия рода на Османовци (Йорданов, 2006: 25). Показателно е, че за местното население обобщената представа за владетелите на Герлово се съизмерва с централната османска власт, при което се допуска тяхната равнопоставеност и взаимна заменимост. Близко разбиране вероятно поражда и сведението за амбициите на силистренския паша Тръстеникли заде Исмаил Ага ( ), подкрепени от султана на Върбица: Когато в 1808 год. заминувал в Цариград известил на благодетеля си Мехмед Герея да дойде в Цариград, дето ще действа, за да го постави цар, а той пък него везир, защото сам бил от голямо коляно. (ДИА Шумен, Ф. 99 к, оп. 1. а. е. 124 л. 4; Йорданов 2006:31). 3 Мехмедали Герай Месудов е депутат през 1911, ; 1923; (Йорданов, 2006: 45, 104). 4 Вероятно това е село Вели бег (Вели бей кьой), дн. Величка, Търговищко: Стойков, 1960; Пенков, 1973: Калга, калгай хан - пръв престолонаследник и военачалник (Чолов, 1996; Берова, 2005; Михайлова- Мръвкарова, 2013: 122). 236

237 Предания за Възникване на Селища С дейността на Гираите се свързват наративи за възникването на някои селища в района на Върбица. Според устно предание, регистрирано през 30-те години на XX век, Гираите били придружавани от подчинени хора, които се заселват в техните владения и били наричани кьоле, кьопек и софта (Самсъров, 1936; по: Йорданов, 2006: 28). Тези хора основават следните селища: Кьолмен (от кьоле роб ), т. е. село на робите. M. Пенков записва следното: Преданието разказва, че на мястото на днешното село се намирал чифликът на Гираите и един ден, като се разхождал с хората си отвъд реката, султанът казал: Готов съм да дам имота си отсреща на онзи от вас, който преплува Камчия сега, когато е препълнила коритото си. Най-смелият от робите му (кьоле) спечелил облога. Новообразуваното село било наречено Кьоле кьой село на робите или Кьолемен, с варианти Кьолмен, Кьолемин и Гюлемен. Върбишкият султан често казвал: Кьолемин кьойюне гидерим ( В селото на роба си отивам. ) (Пенков, 1973: , 308). Произходът на името на село Кьопеккьой (Кьопекли, Кьопек) се тълкува различно. Според една от версиите то произлиза от кьопек куче и се обяснява, че тук се заселили верните като кучета хора на султана. Според друга версия, старото название на селото е Гьобеккьой, тъй като то било разположено в центъра, на пъпа на Герлово (Пенков, 1973: 293). Според трета версия това е свързано с кюпе (обица, менгиш), тъй като селото било най-красивото във владенията на султана и приличало на обицата на девойка. Затова днешното име на селото е Менгишево (Йорданов, 2006: 28). Село Софулар, вар. Софилер (дн. Маломир) било създадено от третата група хора, които съпровождали султана. Според една версия името иде от софта, т. е. скитник (Самсъров, 1936; по: Йорданов, 2006: 28), а спред друга от арабското софу или софи / суфи мистик, мъдрец, философ. Това е по-вероятна версия, като се има предвид разпространението на ислямския мистицизъм в района. 6 В османски кадастър от края на XVIII век е посочено по-старо име на селото Хош кадем, което обаче е забравено (Пенков, 1973: 293). Съществува предание, че село Дураджак кьой (дн. Станянци) е основано от преселници от Анадола, докарани от върбишките султани Гирай, за да обработват земите им. Нарекли мястото Дураджак йер, т. е. място, където може да застане, да се спре или да се установи човек. Според стари жители на селото то е образувано около чифлик, вероятно султанов мюлк (имот), с което се свързва и другото име на селото Чифлик махалеси и на чешма Чифлик чешмеси (Пенков, 1973: 298, 307). Най-вероятно споменът за миграции на мюсюлмани от Анадола в Североизточна България след XVI век се смесва с паметта за гирайското участие в живота на областта Герлово. 7 Фолклорни Модели в Местната Памет: от Чуждото Към Своето В местната памет за върбишките султани техният образ е изграден според етнически критерии, които са основополагащи за фолклорната култура. В българските фолклорни песни е познат Хан Татар 8, когото някои изследователи отъждествяват със Селим Гирай 9 (Йорданов, 2006: 18-19). С прозвището Черният султан местните хора наричали Фазлъ Герай заради пословичната му жестокост. Разказва се, че той бил женен за българка от с. Кьолмен, която приела исляма (Йорданов, 2006: 27). Според записаното от Петър Груев през 80-те години на XIX в.: В село Кьолмен живееше Фазлъ Герай бей, който беше направил да пропищи мало и голямо, обсебваше всичко, ниви, ливади, биволи, коне, всичко каквото можеше. Неговата ограда поглъщаше добитъка даже и на другите султани и бейове. (ДИА Шумен, ф. 99 к, а. е. 124, л. 10а). С жестокостта на Гираите се свързва легенда за опожаряването и за възникването на името на областта Тозлук (Пепелище, Сламник, Солище). Известни са местни наративи за покровителственото отношение на Мехмедали Гирай от Върбица към населението от Герлово и за снизходителното им отношение към бунтуващи се срещу 6 Селища, свързвани с неортодоксалния ислям (алевизъм): с. Софилер (дн. Вълнари, Новопазарско), с. Велетлер (дн. с. Могилец), с. Алванлар (Ябланово) и др. (Пенков, 1973: 293, 294, 302). 7 В регистър на джелепкешани от г. са отразени селата: Кьопек (бивше Кьопек кьой, дн. Менгишево), Кюлемен (...) и Софилер (бивше Софулар, дн.маломир) (Стойков, 1964), което потвърждава съществуването им през последната четвърт на XVIII в. Вж. и Пенков, Всички песни с мотива Хан Татар : 9 Някои изследователи търсят историческа първооснова като свързват името с прозвище, дадено от народа, на кримския хан Селим Гирай, който подпомага османците във войната им с Австрийската империя през г. (БНТ, 1961 Т. 3: 621). 237

238 османската власт и дори покровителство на хайдути (Стоилов, Йорданов, 2004: 54). 10 Историята с хаджи Вълчан, записана от Мехмедали Гирай, депутат в Народното събрание, е възможно родово предание на самите Гираи, което ги героизира и което в голяма степен е съответно на българската национална идея (Йорданов, 2006: 60 65; Стоилов, Йорданов, 2004: 54). С подобна интерпретация е и разказът за приемането на гръцкия митрополит Венеамин от Гираите през 1860 (Йорданов, 2006: 45). Тези родови предания отразяват забравена следа за аристократичния статут на Гираевци, а именно правото им да предоставят убежище на преследвани от закона - азил. За Българската Линия в Родословието на Гераите Особен интерес в местните предания представляват наративите за българското потекло на жените в рода на Гираите. През 1864 г. шуменецът Васил Стоянов, публикува статия, отпечатана в чешкото списание Родинна кроника (Стоянов, 1995). Тук са поместени ранни сведения за Гираите във Върбица, поднесени от очевидец. В нея особено силно е подчертано българофилството на самия султан, с когото авторът се среща той говори и чете на български език, притежава евангелие на новобългарски език. Трудно е да се приеме достоверността на свидетелството, особено в частта му за посещението в харема към сарая на Гираите. В случая е по-важно допускането, че идеята за благоразположението към християните се основава най-вероятно на местни предания, които Васил Стоянов е познавал. Независимо дали споменът за посещението у Гираите е реален изцяло или частично, българофилството на султана многократно изтъквано от В. Стоянов, е мотивирано от властови амбиции по отношение на българския народ при ясна ориентация към бъдещата им независимост. Тази идея е несъмнено повлияна от идеологията и дейността на Г. С. Раковски, с когото В. Стоянов е близък и под чието влияние се намира, както и от сведението у Софроний за Осман Пазвантооглу и върбишкия султан. Източникът на това сведение, съчинението Житие..., е публикувано от Г. Раковски през 1861 год., т. е. малко преди появата на статията в чешкия периодичен печат. Ето защо може да се допусне идейното въздействие на Раковски при създаването на фикционален спомен, измислен разказ за въображаемо посещение в харема, чиято найвероятна основа е реална и обща представа за Сарая на върбишките султани. Показателно е, че у етнографа Петър Груев, който отлично познава герловския район и местните предания, свидетелството за същестуване на харем към сарая във Върбица има твърде общ характер (ДИА Шумен, ф. 99 к, а. е. 124, л. 5а - 6). За настоящите разсъждения е съществено, че в статията на Васил Стоянов липсва дори намек за българска линия в родословието на Гераевци, тенденция, която се оказва доста видима в публикации след Освобождението. Петър Груев най-рано регистрира сведение, че майката на Месуд Гирай, благодетел на хората от Върбица, произхождала от богато българско семейство от село Бяла - Михалбегови, което приело исляма заради привилегии: за да стане войнушки войвода (ичерибашия) (ДИА Шумен, ф. 99 к, а. е. 124, л. 8а). Разказва се още, че наследниците на Месуд Гирай също се женят за българки; първата съпруга на внука на Месуд Гирай, който носи същото име, се казвала Мария Николова и била от същия род Михалбегови (Йорданов, 2006: 32-33). Очевидно е, че преданието в различните си версии мултиплицира идеята за приемственост с български благороднически род алюзия за изгубените български елит и държавност. Интересно е, че подобна е представата и за майката на Ахмед Гирай от Карнобат, известен като покровител на града и добър човек (Миятев, 1958: 301: бел. 50). Неговото благоразположение към местното християнско население е най-вероятната причина за слуха, че майката на султана била българка (Нейчев 1938:42, 43, 69, 86-89, 97). Съществено е, че в местното предание разностранната благосклонност на Гираите към техните поданици намира своето обяснение в българския произход на жените от рода и в толерантното отношение към религията от страна на мъжете-господари. Добре познатата брачна практика в османската династия, намира етнозащитна мотивация чрез популярен за българската фолклорна песен мотив Цар Мурад и Мара 11 (Стоилов, 1916, I, 285; БНТ 1961, Т. 3: ; ). Ранна писмена регистрация на българската линия е и трудът на С. Табаков, (Табаков, 1911). В него е отбелязано: Войводата им е бил неговият дядо Парашкевá Бояджиолу, сестрата пък на когото я водил като жена върбишкият султан, но тя умряла християнка. (Табаков, 1911: 354; 10 За покровителственото отношение на Мехмедали Гирай от Върбица към населението от Герлово преди 1878 г. към раята, а след това към мюсюлманите (Миятев, 1958: 298). 11 Сюжетът на песента отразява исторически факт: даване за жена на Султан Мурад I на Тамара дъщеря на българския цар Иван Александър. 238

239 поместено у Йорданов, 2006: 114). Тук отново се обговаря популярният песенен мотив за султанката Мара. Свидетелство за устойчиво въздействие на фолклорни мотиви и за допълнителна фолклоризация е очевидна грешка в публикация от 60-те година на XX в.: Че върбишките султани са дошли от Източна Тракия се вижда и от факта, че един от тях взел жена именно от тази област християнката Парашкева Бояджиолу (Михайлов, 1960: 147). Следва да се подчертае, че в първоизточника Парашкевá Бояджиолу е название на мъж 12, което, по силата на инерцията и на фолклорния модел, е превърнато в женско име. Друго предание, което е оформено по модела на фолклорната песен или легенда, е за братовчеда на султанката Мара Ариф ага, който през 1835 г. получил земи около селата Вардун и Градец. (Йорданов, 2006: 33 34). То разгръща популярния баладен мотив Сестра разпознава брат си еничар (БНТ, 1961, Т. 3: ). 13 Очевидно е, че преданията за българската линия в генеалогията на Гираите се оформят под въздействието на фолклорни образци и са в съответствие с доминиращи през XIX век етнозащитни тенденции в нагласите на българското общество. Сараят в Местната Памет Емблематичен характер в устната история на хората от Върбица, свързвано със султаните, придобива обитаваният от тях имот, наричан и до днес Сарая. Според местните проучватели това е дървена сграда, която неколкократно е опожарявана и отново изграждана (през, 1800, , 1835). Последният Сарай е построен през 30-те години на XIX в. от Уста Кольо Ганчев и просъществува до 1984 г. 14 Той е изграден на високо място, от където се открива гледка към Герловското поле, разположен е на левия бряг на р. Герила и заема площ от 1700 м 2 (Михайлов, 1960; Пенков, 1956; Стоилов, Йорданов, 2004:61, бел. 9). Петър Груев свидетелства за топоним, породен от популярното название на сградата: Сараите си построили над село на едно високо и приятно място, което сега се нарича Сарайска поляна. (ДИА Шумен, Ф. 99к, оп. 1, а. е. 124, л. 2а). В с. Върбица е съществувала и Сарай махалеси (Пенков, 1973: 307). Познато е и предание от 50-те години на XIX в. за запалването на сарая заради мома Златка, грабната от хората на султана. То заляга в поемата Горски пътник на Г. Раковски (Раковски, 1983: ). През 50-те години на XX век Сараят е обявен за паметник на културата с местно значение и във връзка с това архитектурата и украсата на сградата са добре документирани (Михайлов, 1960). След напускането на семейството през 1972 г. сградата не се поддържа, постепенно се разрушава и напълно изгаря след пожар през 1984 г. И до днес се разказват лични спомени от впечатляващата и нехарактерна за местните условия сграда и от посещенията в нея. Гираите в Родовата Памет на Върбичани Трайното установяване на Гираите във Върбица до 70-те години на XX век ги привлича към паметта на някои български семейства. Така например родовото име Еверовци 15 се обяснява с предание за близката дружба между Мехмедали Герай и Георги Евера (Йорданов, 2006: 57-60). Също така родът Капралови пази спомен за купуването на Сарая от Гираите, при което са засвидетелствани равноправни търговски и партньорски отношения между бивши аристократи и имотни българи 16 (Йорданов, 2006:75). Възможно е тези наративи, отразяващи променената социална и икономическа ситуация в района след последната четвърт на XIX век, да са фрагмент от родов спомен, който обвързва бившата рая в престижни отношения с наследниците на своите някогашни господари. 12 Според Р. Сребранов такива форми на лични имена са нерядко срещани в югозападните краища на България. Според други - се срещат редовно и при имена на българите в Молдова. (Консултация с проф. Иван Касабов). 13 Познат е вариант на песента от Търновско Хан Татар и Тодорка (БНТ, Том, 3: ). 14 Известен е панегерик (тържествено слово) за построяването на сарая от 1835, г. съчинен от Абдулмюзниб Хюсеин Хамди. Разчетен от османиста Минко Пенков. Според К. Венедикова преводът на това стихотворение е поместен най-напред в неиздадения труд на османиста М. Пенков Герлово. Поселищно, демографско и историкоетнографско изследване. Шумен, 1972: Вер. от авер диалектно (ар. тур. havari) приятел, другар, сподвижник. 16 По-реалистична и житейско-достоверна информация за съдбата на гирайските наследници след Освобождението на българските земи от османска власт: Берова 2004/2005:

240 Към Родовата Митография на Гираите Наследниците на Гираите поддържат идеята, че в началото на тяхната генеалогия стои легендарният Чингиз хан 17. Тя е отразена в родословно дърво, съставено през 30-те години на XX век от Мехмед Али Гирай и съхранявано от неговия внук Ферух Гирай в дома му в Истанбул (Венков, 2006). Съществуват лични свидетелства от 60-те години на XX в., според които продължителите на рода са представяни като потомци на Чингиз хан (Йорданов, 2006: 7). Като материални доказателства за високопоставения им статут се посочват съхраняван от Ферух Гирай позлатен султански указ от 1765 г., с който първият Герай е пратен във Върбица (Венков, 2006) и златен пръстен-печат от 1776 г. на Месут Герай, намерен около 1946-а година в градината на сарая във Върбица (Венков, 2006; Йорданов, 2006: 26). Родовото предание на Гираите отразява популярно сред местното население схващане за титлата султан наричали ги така, защото трябвало да пазят Върбишкия проход. Разказва се също и за съюза между Месуд Гирай като пратеник на Високата порта и управителя на видинския санджак Осман Пазвантооглу ( ) (Венков, 2006). В случая е важно не толкова съоветствието на историческата истина, колкото обобщените представи за Гираите в родовата памет и в местното предание за техния аристократичен произход и висок социален статут, допускащи и независимо поведение по отношение на Високата порта. Специално внимание заслужават разказваните от наследниците на Гираите истории за това как техните предци защитавали населението на Върбица от черкезки нападения. Според Ферух Гирай това се свързва с Месуд Втори, а според вариант, предаден от Несрин Лютфи Герай, султанката спасява населението на Върбица от черкези като приютява хората зад стените на сарая (по: Венков, 2006; Йорданов, 2006: 42, 55-57). Уточнява се, че жената на Върбишкия султан Мехмед Али Гирай, която била черкезка, спасила селото от разоряване (Пенков, М., 1967: 150). Тези наративи съотнасят Гираите с миналото на селището като решителен фактор в жизненоважен за съществуването му период, с което определят и неговото бъдеще. Така образът на Гираите се свързва с ключов момент в местната памет на върбичани. С романтични конотации е разказваната история за любовта между кримския хан Шахин Герай или Месуд Герай хан - първият представител на династията, който трайно се заселва във Върбица - и пленената полска княгиня Мария Потецка/ Потоцка, вдъхновила великия руски поет Александър Пушкин да създаде поемата Бахчисарайски фонтан (Венков, 2006; Йорданов, 2006: 16-17). В ЗАКЛЮЧЕНИЕ. Кримските султани Гирай се установяват във Върбица по волята и благоразположението на Високата порта. Споменът за тях и символните места, свързани с техния живот и дейност, днес се възприемат като съществен дял от историческата памет на хората от Герлово. За такава памет е важна не толкова историческата коректност, колкото обобщените представи за местните владетели, обвързаността им с местния ландшафт и с неговото окултуряване. Това обяснява съществуването на жизнени гирайски локуси в топонимията, сред които емблематично е символичното присъствие на Сарая. Отсъствието на съхранени материални свидетелства за миналото се компенсира от словесните. Образът на Гираите в тях е аристократичен - високото им положение в тогавашната социална йерархия обуславя тяхното независимо поведение по отношение на централната османска власт. Към него се добавят и героични конотации, оформени най-вероятно под въздействието на българската национална идея. При това в разказаното от местните християни показателни са и тенденциите към усвояване на представите за местните владетели, доближаването им до своето, до българското и тяхното постепенно демитологизиране. Така някогашните феодални господари се осмислят като свои благородници, които имат българско потекло и защитават поданиците-християни от насилие и погроми. За това спомага дейността на наследниците на Гираите за просперитета на района, тяхното вписване в живота на Герлово след 80-те години на XIX век, както родовият мит, който семейството последователно изгражда и поддържа. За приобщаването към местната памет несъмнено съдействат и непосредствените впечатления на върбичани от наследниците на семейството, личните им контакти с тях и общият споделен живот. Днес такава обобщена представа, до голяма степен изчистена от негативните нюанси на митологизиращия подход и от детайлите на научните търсения и фактология, разпространява важно послание: уважението към върбишките султани и престижът на тяхното участие в миналото на Герлово. 17 Генеалогията на кримските ханове отвежда към Чингиз хан. В османските документи те са именувани чингизиди, т. е. по произход от Чингиз хан. 240

241 БИБЛИОГРАФИЯ АНТОНОВ, Ст., Татарите в България. Добрич, Наврез, , Гираите в България, (Някои размисли) - В: Димов, Т., Муртаза, Н. (съст.), Татарите в България общество, история, култура, Сборник доклади от кръгла маса, проведена на г. в град Добрич, Добрич: КПЦ Наврез, 2009, БЕРОВА, Д., Татари и черкези в Ямболска област (XV XIX в.) В: Известия на музеите в Югоизточна България, XXI, , БЪЛГАРСКО народно творчество в дванадесет тома, Т. ІІІ. Исторически песни, Съст., Христо Вакарелски, ВЕНКОВ, В., Внук на Чингиз хан реди музей вкъщи Вестник 24 часа, 4 февруари, 2006, 21. ГРОЗДАНОВА, Ел.-АНДРЕЕВ Ст., Османски документи от XVII XVIII в. за татарските султани от династията на Гираите в българските земи В: Сп. Библиотека, 1995, Кн. 10. ГРУЕВ, П., Върбишките султани - Във: Вестник Марица, бр. 477 от , подлистник, 2-3 Диа Шумен: Държавен исторически архив - Шумен ЙОРДАНОВ, Й., История на гр., Върбица, Част втора, Гираите, Шумен: Юни експрес, МАРИНОВ, В., Герлово, Областно географско изучаване, София, МИХАЙЛОВ, Ст., За султаните и сарая във Върбица В: Известия на Археологическия институт, Кн. XXIII, София: БАН, 1960, МИХАЙЛОВА МРЪВКАРОВА М., Кримските ханове, калгай и нуреддин султани В: Михайлова-Мръвкарова, М. За кримските татари от Североизточна България, София: Авангард Прима, 2013, МИЯТЕВ, Кр., Потомки крымских Гиреев и их господство в некоторых частях Болгарии В: Ученые записки института славяноведения АН СССР. 16, Москва, 1958, НЕЙЧЕВ, Т., Карнобат в миналото и в подвизите на Алекси Нейчев, София, ППЕНКОВ, М., Върбишките султани Гераи в. Коларовградска борба, 60, 28 юли, , Турски архивни документи за черкезите в Герлово В: Известия на Народния музей Шумен, Кн., IV (1967), 1967, , Селища и селищни имена в Герлово В: Известия на Народния музей Шумен, Книга VI (1973), 1973, РАКОВСКИ, Г. С., Съчнения в четири тома, Подбор и редакция: Кирил Топалов, Том първи, София: Български писател, 1983, СТОЙКОВ, Р., Селища и демиграфски облик на Североизточна България и Южна Добруджа през втората половина на XVI в В: Известия на Варненското археологическо дружество, Т. XV, Варна, 1964, , Върбишкият султан В: Урбан, Вачкова 1995: Урбан, Зденек, Вачкова Кина, За Шумен през Възраждането, Шумен: ИК Илия Блъсков, 1995, ТАБАКОВ, С., Опит за история на град Сливен, София, ЧОЛОВ, П., Кримските ханове и султани Гераи и България (XV XIX в.) В: Българите в Северното Причерноморие, Изследвания и материали, Том V. Велико Търново: УИ Св. Св. Кирил и Методий, 1996, ЦВЕТКОВА, Б., Нови архивни документи за миналото на Шуменския край през XVII в. В: Известия на Народния музей Шумен, Кн. IV (1967),

242 Сараят във Върбица (по: Йорданов 2006) Султанското гробище край Върбица (фото: В. Янкова) 242

243 GELENEĞĠN ĠZĠNDE KÜLTÜR DEĞĠġMELERĠ VE DÖNÜġMELERĠ: MEZUNĠYET KINASI ÖRNEĞĠ Aysun DURSUN ÖZ: İnsan yaşamının önemli aşamalarından biri olan evlilik, halk kültürünün canlı bir şekilde yaşatıldığı pek çok geleneği kapsar. Evlenme ile ilgili gelenekler kuşaktan kuşağa yapılagelen bazı inanışlar ve pratikler çerçevesinde şekillenir. Evlilik törenlerinin önemli aşamalarından biri de kına geceleridir. Türk halk kültüründe kına genellikle üç şey için yakılır. Bunlardan ilki Allah yoluna kurban edildiği için kesilecek kurbana yakılan kına, ikincisi gerektiğinde vatana kurban olması için askere giden delikanlıya yakılan kına ve üçüncüsü de geline yakılan kınadır. Geline yakılan bu kına ise kız evinin, kızlarını baba ocağından başka bir eve göndererek, kocasına ve yeni evine kurban ettiği anlamını taşır. Çağımızda bu geleneğe mezuniyet kınası eklenmiştir. Mezuniyet kınası, yükseköğretimden mezun olacak kız öğrencilerin kendi aralarında düzenledikleri eğlencedir. Bu eğlencede kına gecesi pratiklerinin tamamının yer aldığı söylenebilir. Çalışmada, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi eğitim-öğretim yılında mezun olacak 4. sınıf öğrencilerinden yapılan derlemeler ışığında birkaç yıllık geçmişe sahip olduğu düşünülen mezuniyet kınasının aşamaları, amacı, benimsenişi, sürdürülebilirliği tartışılacaktır. Türk kültüründe kına yakma geleneğinin izleri teknoloji çağında takip edilerek bu geleneğin kültürel değişim ve dönüşüm süreçleri işlevsellik bağlamında ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Mezuniyet Kınası, Gelenek, Sözlü Kültür, Kültürel Değişim, İşlevsellik. CHANGES AND TRANSFORMATIONS OF THE CULTURE ON THE FOOTSTEPS OF TRADITION: THE CASE OF GRADUATION HENNA CEREMONY ABSTRACT: Marriage, as one of the significant stages of human life, encompasses many traditions of folk culture applied vividly. Traditions about marriage are shaped in the framework of some beliefs and practices from generation to generation. One of the most significant stages of marriage is the henna ceremony. In Turkish folk culture, henna dye is applied in three particular circumstances in general. The first of these is the henna dye of the sacrificial animal (mostly a ram or a goat) as it is sacrificed on behalf of worship for God; and the second one is the one applied to the young soldiers so that, when needed, they are sacrificed on behalf of homeland, and the third one is the henna dye of the bride. The henna dye applied to the bride means that the bride is sacrificed on behalf of her own family to the groom and her new house by delivering her to another house. In our modern age, as a newer form of henna ceremony for graduation was added to this tradition. Henna ceremony for graduation is an entertainment organized among college female students who will graduate. This entertainment basicly involves all the henna ceremony practices. In the study, under the light of data gathered from the fourth year students who will graduate from Muğla Sıtkı Koçman University in academic year, it is aimed to discuss the stages, the reason for its popularity, sustainability of the graduation henna ceramony that has several years of history. Following the traces of henna dye tradition in this modern technology era in Turkish culture, the cultural change and the transformation processes of this tradition will be discussed in the context of functionality. Keywords: Graduation Henna Ceremony, Tradition, Oral Culture, Cultural Change, Functionality. GiriĢ Mitoloji dünyasında, mitolojik ana tipinin simgelerinden olan ateģ ve ocak, merkez ve birleģtirici iģleviyle temel rollerden birine sahiptir. Mitolojik Ana nın adlarından biri kabul edilen Umay, annelerin ve çocukların hamisidir, aile ocağını korumakla yükümlüdür. AteĢ ruhuna dua eden ġaman, Umay Ana yı ateģ ruhuyla birlikte hatırlar. Eski Türk tasavvuruna göre ateģ, kadın Ģeklinde kabul edilip, Od Ana olarak adlandırılır (Bayat, 2007, II: 39, 72) ve kırmızı ile temsil edilir. Kırmızı, güneģin ve tüm savaģ Tanrılarının rengidir. Eril hareket ilkesini, ateģi, hükümdarlığı, aģkı, hazzı, gelin olma ve evlilikle ilgili birtakım hususları iģaret eder (Çoruhlu, 2010: 208). Kınanın ele, ayağa vb. uygulandıktan sonra bıraktığı renk ateģin rengi olarak kabul edilen kırmızıdır. Birey, mitlerle bağlantı kurduğu oranda soyuna, büyük insanlık ailesine katılır, atalarına, tanrılarına temas eder. Onlara kendilerini gözetme/esirgeme sorumluluklarını hatırlatırlar (Saydam, 2015: 66). Toplumda yeni kurulacak ocağın hamisi olarak kabul edilen gelin adayı, eline kına yakarak bu hamiliği Yrd. Doç. Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. adursun@mu.edu.tr 243

244 kendi de kabul etmiģ sayılır. Mezuniyet kınasında eline kına yakan genç kızlar, atalarına bu sorumluluğu hatırlatmaya devam eder ve toplumun içindeki saygın yerini korur. Türk inanç sisteminde kına, adanmıģ olmanın iģaretidir. ĠnanıĢa göre, o iģareti taģıyan canlı, cansız varlıkların kutsallığına inanılır. Bu açıdan bakıldığında evliliğe adım atan gençlere, asker adaylarına ve kurban edilecek hayvanlara kına yakılması adanmıģlığı ve kutsallığı simgeler. YaĢlıların saçlarına kına yakması âdeti, ahirete hazırlık, Allah a kavuģma yoluna adanma anlamı taģır (Kalafat, 1999: ). TaĢeli yöresinde yaģlı hastaların ölmeden önce el ve ayaklarına kına yakılması, ölüye kına yakma uygulamaları eski inançların izleridir (Artun, 2005: 196). Kına yakılan gelinin baģına al bir örtü örtülmesi, bu kutlu varlığı al basmasından korumak içindir. Düğünde kızın bir daha baba evine dönmemesi için ağıtlar yakılır, gelin ağlatılmaya çalıģılır. Ağlamayan kızlar, ailesini kısa sürede unutacağı düģüncesiyle ayıplanır (Artun, 2005: , KoĢay, 1944: 144). Kına yakılması bir anlamda kızın verdiği evlilik sözünün sembolik mührüdür. Ġnsan yaģamının önemli aģamalarından biri olan evlilik, pek çok ritüeli ve geleneği içinde barındırır, yaģatır ve gelecek nesillere taģınmasını sağlar. Türk kültüründe kına gecesi geleneği, evlilik törenlerinin değiģmez uygulamalarından kabul edilmektedir. Düğünden bir gün önce kına gecesi yapılır. Kına gecesinde bütün kadınlar, yatsı vaktine kadar kız evinde toplanırlar. Güzel sesli bir kiģi sözleri değiģen, ezgisi hep aynı kalan bir türkü söyler. Oyuna önce görümce kalkar, sonra oğlan tarafı, kız tarafından genç kızlar, gelinler oyuna kalkar. Daha sonra ortaya üstünde mum yanan bir tepsi getirilir. Gelinin baģı kırmızı duvakla örtülüdür. Gelin ağlatılmaya çalıģılır, oynanır, eğlenilir (Boratav, 2013: ). Bütün kadınların davetli olduğu kına gecesinde kına yaprakları tozunun su ile karıģtırılmasıyla elde edilen kına, gelinin ellerine ve ayaklarına sürülür. Her değerli Ģey gibi kına da ertesi geceye kadar kapalı kalmak üzere, bir örtüyle kapatılır (Delaney, 2012: 154), korunmaya çalıģılır. Kına yakılırken gelin avucunu açmaz. Genellikle kayınvalide, kayınvalide hayatta değilse erkek evinden teyze, yenge gibi kadınlardan biri geline kına yakar, avucunu açması için para veya altın verir. Türkiye nin pek çok Ģehrinde kına gecesinde gelinin avucuna sürülecek kınanın içine altın konur. Bu altının maddi değerinin yüksekliğinden gelinin ne kadar sevildiği ve önemsendiği sonucu çıkarılır. Bazı yörelerde kına yakıldıktan sonra misafirlere yemiģ dağıtılır. YemiĢler yendikten sonra davetliler düğün evinden ayrılırlar. Bütün davetliler, kapının önünde elinde teneke bir kutu taģıyan çocuğa uygun bir para verirler. Böylece düğün gecesinin masrafına misafirler de ortak olurlar (KoĢay, 1944: 149, ). Kına yakma geleneği, 1945 yılı öncesi Dobruca Türkleri ve Tatar Türklerinde de görülmüģtür (Önal, 1998: 132). Anadolu da yaģayan Varsak Türkmenlerinde, Cenup ta Türkmen Oymakları arasında da yaygındır. Düğün töreninin gerçekleģeceği günün bir önceki gecesi kına yakma töreni yapılır (Yalgın- Yalman, 1993: 268). Geline kına yakılır, birkaç kiģi o gece gelinin yanında kalır (Gökbel, 2007: ). Çağımızda yukarıda ifade edilen gelin kınası ile büyük ölçüde benzerlik göstererek kına yakma geleneğine eklemlenen bir diğer uygulama mezuniyet kınası dır. W. Bascom un Folklorun Dört ĠĢlevi olarak tespit ettiği 1. HoĢça vakit geçirme, eğlenme-eğlendirme, 2. Değerlere, toplum kurallarına ve törelere destek verme, 3. Eğitim ve kültürün gelecek kuģaklara aktarılarak eğitilmesi, 4. Toplumsal ve kiģisel baskılardan kurtulma (Bascom, 2005: , Çobanoğlu, 2005: ) maddeleri dikkate alındığında mezuniyet kınası uygulamasının söz konusu olan birinci iģlev baģta olmak üzere diğer iģlevlere de uygulama alanı sağlayabilecek nitelikte olduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla mezuniyet kınası uygulamasının genç kuģaklar tarafından benimsenmesi ve sürdürülebilirliği ihtimali artmaktadır. Mezuniyet kınasının geçmiģi birkaç sene öncesiyle sınırlı gibi görünse de kendisinin de 1978 yılı mezunları arasında bulunduğu kaynak kiģi S. Gönül, 1975 yılında Edirne Ticaret Lisesi nde öğrenci olan genç kızların böyle bir eğlence düzenlediklerini, ellerine kına yaktıklarını, aralarından bir arkadaģlarının kendisinin önceden sahip olduğu kına elbisesini giydiğini, diğer kız öğrencilerin de baģlarına yazma takarak eğlenceye katıldıklarını ve bu etkinliği kına gecesi olarak nitelendirdiklerini ifade etmiģtir (KK3). Aynı liseden 1980 yılında mezun olan bir baģka kaynak kiģi S. Babacan ise, bu uygulamanın daha önce mezun olan öğrenciler arasında gerçekleģtirildiğini bildiğini ancak kendi mezuniyetinde böyle bir uygulamanın devam ettirilmediği belirtmiģtir (KK1). Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi eğitim-öğretim yılında mezun olacak 4. sınıf öğrencilerinden yapılan derlemeler ıģığında bu uygulamanın 2-3 yıl geriye götürülebildiği ortaya çıkmıģtır. Kaynak kiģilerden bazıları bu uygulamayla ilk kez, kaldıkları yurdun veya apartın bahçesinde karģılaģmıģlardır. B. Bolat, mezuniyet kınasıyla ilk olarak kendisi 2. sınıftayken karģılaģtığını, o dönemde 4. sınıfta okuyan öğrencilerin yurdun bahçesindeki çardakta mezuniyet kınası yaptıklarını ve baģlarına kırmızı taçlar taktıklarını belirterek, bu uygulamanın kına gecesinin mezuniyete uyarlanmıģ Ģekli olduğunu düģündüğünü 244

245 ifade etmiģtir (KK2). S. Kalafat, kendisinin 1. sınıfta olduğu 2011 yılında, yurtta kızların toplandığını, kamelyaları balonlarla süslediklerini, baģlarına kına gecesi için yapılmıģ özel tüllerden takmıģ olarak oynadıklarını anlatmıģtır. Bu uygulamanın ne olduğunu ilk baģta anlayamadığını ancak sorduğunda mezuniyet kınası diye bir adet olduğunu söylediklerini ifade etmiģtir (KK4). A. N. Kandemir, ilk defa üç yıl önce yurdun bahçesinde yapılan etkinliği görmüģ ve gelecekte kendileri de mezun olurken bu eğlenceyi yapmayı istemiģtir (KK6). Bu uygulamanın 2-3 yıldır yapıldığını ifade eden C. Kutlu, bazı sosyal medya hesapları aracılığıyla baģka üniversitelerde de mezuniyet kınasının yapıldığını gördüğünü ancak bunların da 2-3 yıllık bir geçmiģe sahip olduğunu belirtmiģtir. Kendisinin doğrudan ilk defa 2 sene önce Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okuyan arkadaģlarının daveti üzerine gittiği eğlencede mezuniyet kınasından haberdar olduğunu söylemiģtir (KK8). Kaldığı apartın yanındaki apartta farklı bir etkinlik yapıldığını gören kaynak kiģi G. Uygur da mezuniyet kınasından ilk defa 2 sene önce haberdar olduğunu, kızlar arasında elden ele kınanın gezdiğini, ilk olarak bunun ne olduğunu anlamadığını, biri niģanlanıyor, evleniyor, kına gecesine hazırlık yapılıyor diye düģündüğünü ifade etmiģ, daha sonra ne olduğunu sorduğunda ise bunun mezuniyet kınası olduğunu öğrendiğini belirtmiģtir (KK10). T. YaĢa, kına gecesi uygulamasını 1. sınıfın sonunda kamelyalarda kutlanırken duyduğunu, ilk aģamada bir kızın evlendiğini ve bunu arkadaģlarıyla yurtta kutlamak istediğini düģündüğünü belirtmiģtir (KK11). Kaynak kiģilerden E. Kalender, G. Korkmaz ve G. Sözlü ise bu uygulamadan ilk defa kendi mezuniyet kınaları hazırlığı esnasında haberdar olduklarını ifade etmiģlerdir (KK5, KK7, KK9). Mezuniyet Kınasına Hazırlık HaberleĢme Sosyal medya hesapları ve akıllı telefonlar vasıtasıyla kullanılan bazı uygulamalar üzerinden kurulan bir grupla mezuniyet kınasının ne zaman ve kimlerle yapılacağı gruptaki üyeler arasında kararlaģtırılmıģ ve duyurulmuģtur. Böylece hangi gün hangi saatte buluģulacağı belirlenmiģtir. Bu grupların adı Mezuniyet Kınası, Kınamızı Yakalım, Kına Kızları, Kızlar Kına Grubu vb. Ģeklindedir (KK2, KK4, KK5, KK6, KK7,KK8, KK9, KK10, KK11). Kına AlıĢveriĢi Mezun olacak öğrenciler kına gecesindeki masraflar için aralarında bir miktar para toplamıģlardır. Bu alıģveriģ için gönüllü olan kiģiler tarafından baģta kına olmak üzere kına için gerekli malzemeler, son dönemlerde düğünlerden önce yapılan gelin kınası için satılan kırmızı gül desenli mumlar, gelin adayı ve arkadaģlarının baģlarına takılan kırmızı tüller, kartondan yapılmıģ konuģma balonları vb. mezuniyet kınasında kullanılmak üzere mezun olacak öğrenciler için satın alınmıģtır (KK2, KK4, KK5, KK6, KK7, KK8, KK9, KK10, KK11). Kına Gecesi Sosyal medya hesapları ve akıllı telefonlar vasıtasıyla kullanılan bazı uygulamalar aracılığıyla belirlenen gün ve saatte buluģan öğrenciler, mezuniyet kınasını yine daha önceden kararlaģtıkları Ģekilde gerçekleģtirmektedirler. Mezuniyet kınası, genellikle öğrencilerin açık hava mekânlarını rahatlıkla kullanabilecekleri ve mezuniyetlerine yakın bir zamanda-yaklaģık 15 gün-1 ay kala-, Mayıs ayında yapılmaktadır. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi eğitim öğretim yılı mezunlarından S. Kalafat, hep beraber önceden konuģup anlaģtıkları, açık havada eğlenebilecekleri güzel bir yere gittiklerini, mekânın önceden hazırlanmıģ olduğunu, kendilerinin de baģlarına taçlarını taktıklarını, hep beraber oynayıp, fotoğraflar çekildiklerini ifade etmiģtir. Ardından çalınan müziklerin ağırlaģmaya baģladığını, arkadaģların birinin annesinin kınayı karıp hazırladığını, tek tek bütün kızların avuçlarının ortasına kına yakıp daha önceden aldıkları gül desenli mumları taktıklarını belirtmiģtir. Kına yakılırken yüksek yüksek tepelere türküsünün çalındığını, ellerindeki mumları yaktıklarını ve o Ģekilde oynadıklarını, türküyü dinlerken yüksek yüksek lisanslara tez yazmasınlar/annesinin birtanesini büte (bütünlemeye) bırakmasınlar gibi eğlence amacıyla sözler yazdıklarını, toplanan parayla aldıkları pastayı kestiklerini, arkadaģlarına ikram ettiklerini, bir süre sonra, saat ilerledikçe herkesin yavaģ yavaģ ayrılarak evlerine gittiğini böylece kına gecesinin sona erdiğini anlatmıģtır (KK4). E. Kalender mezuniyet kınasının, gelin kınası formunda olduğunu, kına yakıldığını, arkadaģlarla hep beraber eğlenildiğini ifade etmiģtir (KK5). A. N. Kandemir, mezuniyet kınasında bilinen kına türkülerinin söylendiğini ancak yüksek yüksek tepelere türküsünün yüksek yüksek lisanslara öğrenci yollamasınlar/göndermesinler Ģeklinde değiģtirildiğini belirtmiģtir (KK6). 245

246 C. Kutlu, mezuniyet töreninden önce bir kına gecesi düzenlediklerini ve bu uygulamanın iki aģamalı olduğunu ifade etmiģtir. Ġlk olarak tatil amaçlı gittikleri otelde kına gecesi yaptıklarını, otelde gerçekleģtirilen bu kutlama için otel görevlilerinin gerekli malzemeleri almıģ olduklarını, ancak oteldeki kına gecesine gelemeyen arkadaģlarıyla bir kez daha kına gecesi yapmak istediklerini, katılanlardan masraflar için belli bir miktar para topladıklarını belirtmiģtir. Ayrıca kına gecesine üniversitede ders aldıkları bir hocalarını davet ettiklerini ve kına gecesine gelen hocalarının herkesin avucuna tek tek kınayı yaktığını, kına gecesinin çok güzel bir uygulama olduğunu, çok eğlendiklerini ifade etmiģtir (KK8). Günümüzde pek çok çalıģmaya düģünceleri ve kuramıyla katkıda bulunan C. G. Jung kiģiliğe psiģe adını verir. Ortak bilinç dıģı, psiģenin kısımlarından biridir. Jung a göre ortak bilinç dıģının kapsamını oluģturan unsurlara arketip denir. KiĢiler ortak bilinç dıģındaki arketiplerden doğrudan haberdar olamazlar. Bu arketipler anonim edebiyat ürünleri ve ritüellerde ortaya çıkar (Dökmen, 1983: ). Üniversite yaģamı boyunca öğrencilere örnek olan, onları bilgiyle donatan derslerine giren hocalarıdır. Bu bağlamda öğrencilerin kınayı hazırlayacak veya ellerine yakacak kiģi olarak hayatlarında belirleyici bir rol oynayan, toplumda saygın bir yeri olan, üniversite hocası veya arkadaģlarından birinin annesi gibi kiģileri tercih etmeleri bizi anne arketipine götürebilir. Bilindiği üzere bu arketip, kahramanın yaģamı boyunca geçireceği aģamanın en belirgin kadın tipidir. Burada model olan annelik ve hocalık rolü sembolik olarak devreye girer. Böylece kına yakan kiģi de öğrencilerin yaģamlarında geçireceği aģamaların en önemlilerinden birinde etkin bir rol oynamıģ olur. Kaynak kiģi G. Uygur, yapılan bu uygulamanın üniversite öğrencileri dıģındaki insanlar için yabancı olduğunu, ne olduğunu anlayamayarak, bu nedir, biri mi evleniyor diye sorduklarını, kendilerinin de bunun mezuniyet kınası olduğunu söylediklerini ifade etmiģtir (KK10). T. YaĢa, son sınıfa geldiklerinde kız arkadaģlar arasında kına gecesi yapılması yönünde konuģmalar geçtiğini, okul bitmeye yaklaģtıkça arkadaģlarından kına gecesi yapılması hususunda mesajlar aldığını ifade etmiģtir. Kına gecesinden önce kızlar arasında büyük bir heyecanın var olduğunu, birkaç erkek haricinde ağırlıklı olarak kız arkadaģların bir araya geldiğini, kendi aralarında biraz sohbet ettikten sonra dans edip oynadıklarını, ardından arkadaģlarının önceden aldıkları kırmızı tülleri baģlarına taktıklarını, hazırlanmıģ olan kınanın üzerinde mumlar olduğunu belirtmiģtir. Bununla birlikte kına yakıldıktan sonra ellerine takmak üzere altında gül deseni olan, kırmızı kumaģtan yapılmıģ birer mum verildiğini, büyük kına kâsesini alıp yüksek yüksek tepelere türküsünde dönmeye baģladıklarını, kınaya katılan herkesin bu kına kâsesini diğer arkadaģına vererek ve dönerek bu ritüeli de gerçekleģtirmiģ olduğunu, kendisinin kına yakmak istemediği halde bütün arkadaģları kına yakınca bu gece için kına yaktığını ifade etmiģtir (KK11). Yukarıda ifade edilen bilgiler ıģığında mezuniyet kınasına ait her aģamanın gelin kınası ile birebir örtüģtüğü görülmektedir. Ellere takılan gül desenli mumların, Mitolojik Ana tipinin simgelerinden ateģ ve ocak hamisini, kırmızı rengi hatırlattığı söylenebilir. Kullanılan malzemeler, kınanın hazırlanıģı, yakılıģı, söylenen türküler, kına gecesine hazırlık için gösterilen özen mezuniyet kınasının, gelin kınasının kültürel ayak izlerini takip ettiğini göstermektedir. Kına Sonrası Mitler, kültürlerin omurgası ve zihnidir. Bireyleri ve toplulukları anlamlı bütünlükler içinde tutan çerçeve ve eksen öykülerdir (Saydam, 2015: 52). Mitin temel teģkil ettiği bu öyküler yeni ritüeller aracılığıyla yeniden Ģekillendirilir, geleceğe aktarılması sağlanır. Kına gecesinin ardından çekilen fotoğrafların ve kına gecesiyle ilgili düģüncelerin daha önce kurulan sosyal medya hesaplarından ve akıllı telefonlar vasıtasıyla kullanılan bazı uygulamalardan paylaģılması bu kültürel alt yapının bir göstergesidir. Kaynak kiģiler, mezuniyet kınasının ne sebeple baģladığını tam olarak bilememelerine rağmen kendi düģüncelerini Ģöyle ifade etmiģlerdir: B. Bolat, insanların evlenirken bir yerden gidip, baģka bir hayata atılmalarında olduğu gibi, mezuniyet kınasının da öğrencilik hayatının bitip baģka bir hayata atılmayı belirttiğini ifade etmiģtir (KK2). S. Kalafat, aynı sınıftan olan kız arkadaģlarıyla mezun olmadan önce son kez birlik ve beraberliklerini sağlamak adına bir araya geldiklerini ve mezuniyet kınası düzenlediklerini söylemiģtir (KK4). E. Kalender mezuniyet kınasını son sene hem hoģ bir anı olsun diye hem de yeni bir döneme atıldıkları için yaptıklarını, yeni gelinlerin evlilik öncesi ve sonrası dönemleri gibi kendilerinin de yeni bir hayata atılmalarını simgeleyen bir gece olduğunu belirtmiģtir. Mezuniyet kınasının çok uzun süre devam edemeyeceğini düģünen E. Kalender, bu eğlencenin popüler kültüre bağlı olarak geliģtiğini, sosyal medya hesapları aracılığıyla baģka üniversitelerde de yapıldığını gördüğünü, bu durumun mezuniyet kınası yapılma isteğini desteklediğini ancak 3-5 sene içinde popülerliğini kaybedebileceğini düģündüğünü ifade etmiģtir (KK5). 246

247 A. N. Kandemir, mezun olduklarını belli etmek için kına yaktıklarını belirtmiģtir. Kınadan sonra okulda erkek arkadaģlara Biz kına yaktık mezun olduğumuz belli, sizin mezun olduğunuz nereden belli" diye Ģaka yaptıklarını dile getirmiģtir. Sosyal medyada kına fotoğrafları adı altında bir hesap açtıklarını ve kına gecesiyle ilgili paylaģımlarını buradan yaptıklarını belirtmiģtir. Garip değil mi biraz niye böyle bir Ģey yapıyorsunuz? diyenler olduğunu ancak mezun olduklarında kendilerinin de mezuniyet kınası yapmak isteyeceklerinden emin olduğunu ifade etmiģtir. Bu düģüncesini de kına yakmanın gerekli olmadığını düģünen, buna rağmen mezuniyet kınasına katılan ve ellerine kına yakan arkadaģları vasıtasıyla desteklemektedir. Sosyokültürel birlikteliğin ana izleği paylaģılan öykülerdir (Saydam, 2015: 49). Sosyal medya hesapları üzerinden yapılan paylaģımların bu etkinliğin sürdürülebilirliğine katkıda bulunduğunu ifade eden A. N. Kandemir, mezuniyet kınasının devam edeceğini düģünmektedir. Kına yakma gerekçesini ise arkadaģlarından ayrılma psikolojisiyle, pek çok arkadaģını bir daha göremeyecek olduğunu düģünüp arkadaģlarıyla unutulmaz bir anısı olmasını istediği Ģeklinde açıklamıģtır (KK6). G. Korkmaz, mezuniyet kınasını çok gerekli görmediğini, mezuniyette neden kına yakıldığını bilmediğini ancak kendisinin de diğer bölümlerden pek çok kiģinin de kına yaktığını gördüğünü, bundan sonraki diğer sınıfların (2. ve 3. sınıftaki öğrencilerin) da zamanı gelince mezuniyet kınası yakacaklarını düģündüğünü belirtmiģtir (KK7). C. Kutlu, mezuniyet kınasının niye yapıldığını sorgulamadığını, nasıl ortaya çıktığını bilmediğini belirtmiģtir. Ancak bu konuyu halasıyla konuģtuğunda, halasının kendisine Ģakayla karıģık Gelinler ellerine kına yakarlar tekrar aile evine dönmeyecekleri için, siz de üniversiteye tekrar dönmeyeceğiniz için mi kına yakıyorsunuz dediğini ifade etmiģtir (KK8). G. Sözlü, mezuniyet kınasının neden yakıldığını merak edip, kına ile ilgili ne düģünülüyor diye internetten araģtırdığını, bazı sitelerde neden kına yakılıyor, evleniliyor mu diye bu geleneğin eleģtiri aldığını gördüğünü, kendisinin de gerekli olup olmadığı hakkında düģündüğünü, bu etkinliği mezuniyet için abartılı bulduğunu, buna rağmen kendisinin de kına yaktığını belirtmiģtir (KK9). G. Uygur, mezuniyet kınasıyla ilk kez karģılaģıp kına yakan öğrencilere Neden böyle bir Ģey yapıyorsunuz? diye sorduğunda Ġleride belki arkadaģlarımızla böyle bir ortamı yakalayamayacağız, farklı bir etkinlik olsun diye böyle bir Ģey baģlattık Ģeklinde bir cevap aldığını dile getirmiģtir. Kendisi bu etkinliği gördükten sonra Kötekli (Muğla) civarında birkaç yere yayıldığını, ardından kendilerinin de arkadaģlarıyla mezuniyet kınası yapmaya karar verdiklerini ifade etmiģtir (KK10). T. YaĢa, mezuniyet kınasının yakılma sebebini Hayırdır iģ hayatına kurban olalım motifli bir Ģey mi acaba Ģeklinde düģündüğünü, mezuniyet kınası etkinliğinin, arkadaģları bir araya getirdiğini ve bu ortamın herkesi mutlu ettiğini belirtmiģtir (KK11). Mitlerin ritleri, ritlerin mitleri açıklayıcılığı ve anlamdırıcılığı önemlidir. Ritlerin kolektifi bağladığını, birliktelik duygusunu karģılıklı kontrolle pekiģtirdiğini unutmamak gerekir. Ritin doğa ile iliģkisi çok önemlidir. Ritte, doğanın geçiģleri sembolize ve stilize edilir. EriĢme (inisiasyon) ritlerinde, ergenlikten eriģkinliğe biyolojik geçiģin yani bulûğun sosyokültürel karģılığı ifadesini bulur. Ġnsan bu geçiģmeleri kendi eylemlerine dönüģtürerek sahiplenmektedir. Böylece dönüģümün farkındalığı/bilinçliliği artırılır. DönüĢümün sahibi artık doğa değildir, kültürdür. Mitler ve ritler birbirini doğurur. Mitlerin hikâye ettiği, ritlerde uygulanır, sınanır, pekiģtirilir, geliģtirilir. Mit riti(ni) doğurur (Saydam, 2015: 54, 64). Mezuniyet kınası düzenleyen genç kızların atalardan kalan öyküleri doğal geliģim süreçleri içinde ritüeller vasıtasıyla içselleģtirdikleri, dönüģen kültürün bir parçası oldukları, benimsedikleri duygu ve düģünceleri mezuniyet kınası töreniyle deneyimledikleri söylenebilir. Sonuç Her birey, toplumun bir parçasıdır. Toplumsal yaģam, toplumsal gereksinimlere yanıt veren, bir alıģkanlıklar sistemidir. Her an bir seçim zorunluluğu vardır, kurala uygun olan doğal olarak seçilir. Birey, hiçbir Ģekilde kendini toplumdan soyutlayamaz (Bergson, 2013: 8-9, 12-14, 17, Dursun, 2014: 1). Topluma ait alıģkanlıklar zamanla bir kural haline gelerek kendine örf ve âdetler içinde bir yer bulur. Kaynak kiģilerden bazıları kına yakmayı çeģitli nedenlerle istemese de içinde bulundukları ortam ve çevreye, uzun vadede topluma uyum sağlamayı tercih etmiģlerdir. Geleneğe giden yolda zaman içinde kesintiye uğramıģ ancak günümüzde yeniden tespit etmiģ olduğumuz bu uygulamanın benimsenme konusunda mezun olacak genç kızlar arasında genel bir kabule sahip olduğunu, sosyal medya araçlarının iģlevsel kullanımıyla daha sonra mezun olacak öğrencilere taģınarak süreklilik arz etme yolunda önemli aģamalar kaydettiğini söylemek mümkündür. C. G. Jung un ortak bilinç dıģı kuramı çerçevesinde ele alınabilecek aģama arketipi, kahramanın bulunduğu yerden ayrılması, belirli aģamalardan geçmesi ve bulunduğu yere dönmesini kapsar. KiĢiliğin 247

248 geçirdiği geliģmeleri simgeler (Dökmen, 1983: 385). Öğrencilerden derlenen bilgiler dikkate alındığında bu arketip mezuniyet kınası için Ģu Ģekilde düģünülebilir: Evden üniversiteye geliģ Diploma almak için çaba sarf etme (derslere çalıģma, dersleri baģarma) Diplomanın sembolik mührü olarak mezuniyet kınası düzenleme/kına yakma, diploma alarak eve dönüģ veya yaģamın baģka bir aģamasına geçiģ (iģ hayatına atılma/evlenme) Mezuniyet kınasının, uzun çabalar sonucu okullarını bitiren, bir aģamadan baģka bir aģamaya geçen öğrencilerin mezuniyetlerini kutladıkları bir eğlence, bir anlamda da bir çeģit geçiģ dönemi ritüeli olabileceğini söylemek mümkündür. Bu kutlama, kına ile sembolik olarak mühürlenir. Eski dünya düzeninde evlenmeyle kendini gerçekleģtirdiği kabul edilen genç kız, çağımızda yükseköğrenimini tamamlayarak kendini gerçekleģtirmiģ sayılır. Bilinen bir ritüele dayalı uygulama, yeni bir ortama bilinçaltında benzer duygu ve temennilerle taģınır. Yeni çağın iletiģim araçları kullanılarak haberleģmenin sağlanması, mezuniyet kınasının ardından yapılan paylaģımların bu araçlarla takip edilebilmesi uygulamanın sürdürülebilmesine ve yaygınlık kazanmasına katkı sağlamaktadır. Derlemelerin sonucunda öğrencilerin pek çoğunun bir ön kabulle mezuniyet kınasını yaktıkları belirlenmiģtir. ArkadaĢlarıyla uyum sağlama, sosyal medya hesapları üzerinden paylaģılan görüntülerden özenme, yükseköğrenim yaģamını beraber sürdürdükleri arkadaģlardan ayrılmaya bağlı olarak hoģ bir anı oluģturma, eğlenme, bir arada olma gibi sebeplerin bu uygulamanın gerçekleģtirilmesine katkıda bulunduğu görülmektedir. Kına yakma geleneğinin son 2-3 yıldır mezuniyet töreniyle bütünleģtirilmesi akla bu ritüelin bir geçmiģi olup olmadığı sorusunu getirmektedir. Elde ettiğimiz bilgiler ıģığında günümüzden yaklaģık sene önce de mezuniyet kınasının varlığından söz edilebilmektedir. Bir Ģekilde kesintiye uğrayan uygulamanın, çağımızda canlanmasında sosyal medya hesaplarındaki paylaģımların etkisi yadsınamayacak düzeydedir. Öğrenciler, kendi dönemlerinden önceki arkadaģlarının ve hatta baģka üniversitelerdeki arkadaģlarının paylaģımları vasıtasıyla bu eğlencenin yapılmasına özenmektedirler. Öğrencilerin sadece mezuniyet töreni/balosuyla yetinmeyip eğlencelerine kına yakma geleneğini dâhil etmeleri sözlü kültür izlerinin değiģerek ve dönüģerek çağımızda da takip edilebilirliğinin en önemli göstergelerindendir. Ayrıca öğrenciler tarafından değiģtirilen gelin kınası türkülerinin dizeleri vasıtasıyla zaman içinde kına türkülerine, mezuniyet kınası türkülerinin de eklenebileceği ön görülebilir. Kaynak KiĢiler KK1-BABACAN, Sevgi, 1964 KeĢan/Edirne doğumlu, lise mezunu, ev hanımı. KK2-BOLAT, Berrak, 1993 Adana doğumlu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yılı eğitim öğretim yılı mezunu. KK3-GÖNÜL, Serpil, 1961 KeĢan/Edirne doğumlu, lise mezunu, emekli. KK4-KALAFAT, Sevde, 1993 Tokat doğumlu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yılı eğitim öğretim yılı mezunu. KK5-KALENDER, Emine, 1993 Ġzmir doğumlu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yılı eğitim öğretim yılı mezunu. KK6-KANDEMĠR, Aslıhan Nur, 1993 Acıpayam/Denizli doğumlu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yılı eğitim öğretim yılı mezunu. KK7-KORKMAZ, Gamze, 1992 Aydın doğumlu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yılı eğitim öğretim yılı mezunu. KK8-KUTLU, Ceyda, 1992 Adana doğumlu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yılı eğitim öğretim yılı mezunu. KK9-SÖZLÜ, GülĢah, 1992 Antalya doğumlu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yılı eğitim öğretim yılı mezunu. KK10- UYGUR, Gözde, 1990 Ankara doğumlu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yılı eğitim öğretim yılı mezunu. KK11-YAġA, Tuğçe, 1992 Ġzmir doğumlu, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yılı eğitim öğretim yılı mezunu. KAYNAKÇA ARTUN, Erman, Türk Halkbilimi, Kitabevi Yayınları, Ġstanbul, BASCOM, William R., Folklorun Dört ĠĢlevi, Halkbiliminde Kuramlar ve YaklaĢımlar 2, Çev.: Ferya ÇalıĢ, Yay. Haz. M. Öcal Oğuz-Selcan Gürçayır, Geleneksel Yayıncılık, Ankara, 2005, s

249 BAYAT, Fuzuli, Türk Mitolojik Sistemi (Kutsal DiĢi-Mitolojik Ana, Umay Paradigmasında Ġlkel Mitolojik Kategoriler-Ġyeler ve Demonoloji), C. II, Ötüken Yayınları, Ġstanbul, BERGSON, Henri, Ahlâkın ve Dinin Ġki Kaynağı, Çev.: M. Mukadder Yakupoğlu, Doğu Batı Yay., Ankara, BORATAV, Pertev Naili, 100 Soruda Türk Folkloru, BilgeSu Yayınları, Ankara, ÇOBANOĞLU, Özkul, Halkbilimi Kuramları ve AraĢtırma Yöntemleri Tarihine GiriĢ, Akçağ Yayınları, Ankara, ÇORUHLU, YaĢar, Türk Mitolojisinin Ana Hatları, Kabalcı Yayınevi, Ġstanbul, DELANEY, Carol, Tohum ve Toprak, Çev.: Selda Somuncuoğlu-Aksu Bora, ĠletiĢim Yay., Ġstanbul, DÖKMEN, Üstün, Pinokyo nun Arketipler ve Anababa-Çocuk ĠliĢkileri Açısından Ġncelenmesi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C. 16, Ankara, 1983, s DURSUN, Aysun, Türk Halk Kültüründe Hukuk Kavramı, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, YayınlanmamıĢ Doktora Tezi, Muğla, GÖKBEL, Ahmet, Anadolu da Varsak Türkmenleri, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, KALAFAT, YaĢar, Doğu Anadolu da Eski Türk Ġnançlarının Ġzleri, Atatürk Kültür Merkezi BaĢkanlığı Yayınları, Ankara, KOġAY, Hamit Zübeyr, Türkiye Türk Düğünleri Üzerine Mukayeseli Malzeme, Maarif Matbaası, Ankara, ÖNAL, Mehmet Naci, Romanya Dobruca Türkleri ve Mukayeseleriyle Doğum Evlenme ve Ölüm Âdetleri, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, SAYDAM, M. Bilgin, Psikomitoloji: Ara-da-lığın Bir KarmaĢa Olarak ĠnĢası, Doğu Batı DüĢünce Dergisi, S. 71, 2015, s YALGIN-YALMAN, Ali Rıza, Cenupta Türkmen Oymakları I-II, Haz. Sabahat Emir, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,

250 FOTOĞRAFLAR Fotoğraf 1-2: Ellerine Mezuniyet Kınası YakmıĢ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğrencileri Fotoğraf 3-4: Mezuniyet Kınası Ġçin HazırlanmıĢ Pastalar Fotoğraf 5: Mezuniyet Kınasında Pasta Kesen, BaĢlarına Kırmızı Tüller TakmıĢ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğrencileri 250

251 BABAKONDU GELENEĞĠNĠN GEÇMĠġĠ VE BUGÜNÜ Nazmiye HASANOVA * ÖZ: Eskicuma (Targovişte) yöresi Türkleri çok eskiye dayanan ve başlangıcı bilinmeyen bir geleneği ısrarla korumakta ve geleceğe taşımaktadırlar. Dini inançlarımız kutsaldır ve bu inançlar Türk kültürünün bir parçasıdır. 7 mahalleden oluşan Kırtıllı da Balaban sırtında küçük bir asırlık meşe ormanı vardır. Adı Babakondu Korusu dur, kısaca Babakondu derler. Geleneksel olarak, her yıl Temmuz ayının ilk haftasında, orak ayında, bu yer halk tarafından ziyaret edilir. İbadet edip, kurbanlar kesilir, dualar okunur, dilek ağacından dilekte bulunulur. Burada bir yatırın mezarının olduğu rivayet edilir. Efsaneler ve hikâyeler anlatılır. Yerel halk için bu yer kutsaldır. Korunun orta yerindeki kızılcık ağacı dilek ağacıdır ve daha sonraki dönemlerde etrafı korkuluklarla çevrelenmiş, koruma altına alınmıştır. Eski zamanlarda, yalnızca yakın köylerin halkı burayı ziyaret ederken günümüzde bu gelenek büyük bir bayrama dönüşmüş, birçok komşu il, ilçe ve köyden konuklar burayı ziyaret etmeye başlamıştır. Organizasyon yerel yönetim tarafından yapılmakta, özel program sunulmakta, at yarışları ve güreşler düzenlenmektedir. Kırtıllı adının Anadolu daki Güney Toroslar da yer alan Kırtıl Köyü, Kırtıl Dağı, Kırtıl Dede Tepesi yer adlarıyla bir benzerlik ve etkileşim içinde olabileceğini farz etmekteyiz. Konuyla ilgili yazılı kaynağa şimdiye kadar rastlanmamıştır. Araştırmamızın bu alanda çalışanların ilgisini çekeceğini umarız. Anahtar Kelimeler: Babakondu, Gelenek, Kutsal, Efsane, Halk İnanışları. THE PAST AND PRESENT OF THE BABAKONDU TRADITION ABSTRACT: The Turks from Eskicuma (Targovishte) region maintain with persistence and also carry a tradition with a very old and unknown origin to future. Our religious beliefs are sacred, and they are part of the Turkish culture. Consisting of 7 neighborhoods on the Kırtıllı Balaban area, there is a small century-old oak forest. Its name is the Babakondu forest, in short Babakondu. Traditionally, every year in the first week of July, during the sickle month this place is visited by people. People worship, and slaughter animals (kurban), and people read prayers and request their wishes to come true from the wish tree. According to the belief it is said to be a tomb of a saint. Legends and stories are told. This place is sacred to the local people. In the middle of the forest there is a dogwood tree, which is a wish tree and in the later periods it has been protected with the surrounded scarecrows and railings. In the ancient times, the people of the nearby villages alone were visiting this place, today this tradition has become a big feast, and many neighboring counties, villages and towns are visiting the place. The organization is carried out by the local village administrations, special programs are offered, horse racings and wrestling are held. With the name Kırtılli, there are places in Anatolia, Kırtıl village on the South Taurids, Kırtıl Mountain, Kırtıl Dede Hill and we can assume that there is a similar interaction in the names. There was no written source on the subject so far. We hope our research to attract the attention of those working in this field. Keywords: Babakondu, Tradition, Sacred, Legends, Folk Beliefs. GiriĢ Bulgaristan ın Eskicuma (TargoviĢte) yöresinde yer alan Kırtıllı sırtı 7 mahalleden oluģur. Bunlar doğudan batıya Ģöyle yerleģmiģlerdir: Koçaklar Mahallesi (PayduĢko), Cami Mahallesi (Bojurka), Ali Bey Mahallesi ile Orta Mahalle (Bratovo), Uzunca Mahallesi ile KayabaĢı (Tsvetnitsa) ve Saltıklar ( Presiyan). Bunlar birbirlerine çok yakın mesafede ve mahalle boyutunda olduklarından buralara köy denilse de aslında birer mahalledirler. Günümüzde nüfus bakımından tamamen Türklerlerin yaģadıkları yerleģim yerleridir, yukarıda belirttiğimiz son iki mahallede çok az sayıda Bulgar ailesi oturmaktadır. Bu mahalleler içinde ortada yer alan ve adı da Orta Mahalle olan köyün kenarında Babakondu Korusu bulunur. Burası, Balaban Korusu nun hemen batısında, düz bir yamacın üzerinde asırlık meģelerin yükseldiği küçük bir ormancıktır. Kuzeye bakan kısmı düzlük ve tarıma uygundur. Güneye bakan kısmı yavaģ yavaģ bir vadiye doğru alçalmakta ve bu alçaklık Babakondu nun önünü Gerlovo, Osman Pazarı ve Tozluk bölgesine doğru açmakta, Koca Balkan ın kuzey yamaçlarına kadar manzara izlenmektedir. Her halkın yaģayıģı mevsimlerle sıkı sıkıya bağlıdır. Eski zamanlarda her mevsimde tarım iģlerine baģlarken geleneksel ritüeller yapılırdı. Yıllık rızkını doğadan alan insanın doğaya karģı tutumu ve * Yrd. Doç. Dr., ġumnu Piskopos Konstantin Preslavski Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Emekli Öğretim Üyesi. 251

252 davranıģı çok önemlidir. Her mevsim önemlidir, ancak hasat mevsimi en önemlisidir, çünkü bütün senenin rızkı bu mevsimde elde edilir. Babakondu Korusu geleneksel olarak her yıl Temmuz ayının ilk haftasında, yani orak ayının baģında halk tarafından ziyaret edilir. EriĢkinlerin anlattıklarına göre Babakondu geleneksel kutlama günü Hıdırellez den 60 veya 65 gün sonra yapılır. Eskiden Ġslam takvimine göre kutlama günü Cuma gününe denk geliyordu. Çok eskilere dayanan bu gelenek, tarih içinde birçok değiģime uğramıģ, aslını ve mahiyetini kaybederek tamamen farklı bir biçime dönüģmüģ olarak günümüzde yaģamaktadır. Bildirinin konusu olan Babakondu geleneğinin geçmiģteki kutlama usuliyle günümüzdeki kutlama biçimini ele alarak, bu hususta görüģümüzü ve Türk kültürü açısından bazı önerilerimizi arz edeceğiz. Burada bir yatırın mezarının olduğu rivayet edilir. Efsaneler ve hikâyeler anlatılır. Yerel halk için bu yer kutsaldır. Çok eskilerde bu korunun orta yerinde bir mezar varmıģ. Ona türbe diyorlarmıģ. ġimdi mezarın yerinde bir kızılcık ağacı var, bu dilek ağacıdır, etrafı parmaklıklarla çevrelenmiģ ve koruma altına alınmıģ, son birkaç yıl önce buraya bir anıt dikilmiģtir. Tarihî baģlangıcı bilinmeyen bu mevsimlik gelenek eski zamanlarda sadece kurban kesilen ve ibadet edilen, yağmur duası yapılan bir yermiģ. Varlıklı kiģiler bu günde kurbanlar keser, orak ayının baģında hasatın bol ve bereketli olması, doğal afetlerden korunması için dualar ederlermiģ. Bütün mahalleler davet edilirmiģ. Sabah erken kurbanlar kesilir, büyük ateģler yakılır ve kuzu çevrilir, yakın akrabalara ve fakir fukaraya sofra kurulur, kurban etinden dağıtılırmıģ. Babakondu denilen yerde ulu meģe ağaçlarının gölgesindeki bu ibadete önceleri sadece erkekler katılıyormuģ. Kadınlar Cami Mahallesi nin ortasında, dükkânın önünde genç yaģlı, çoluk çocuk toplanırlar, seyyar satıcılardan kolye, boncuk, tarak, küpe, gibi ufak tefek Ģeyler alırlar, aralarında eğlenirler, genç kızlar salıncak kurarlarmıģ. Yakındaki Osman Pazarı kasabasından satıcılar gelir; orak, ellik çanak çömlek, sepet satarlarmıģ. Öğleden sonra, akģamüzeri korudan dönen erkekler ev halkına kurban eti getirir, ailece sofraya otururlarmıģ. Bu ibadetle halk doğa güçlerine inanır, orak ayının bereketli olmasını umarmıģ. Babakondu nun isminin menģei ile ilgili birçok efsane anlatılmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Babakondu Korusu asırlık meģelerden oluģur. Buraya yakın bir yerde buna benzer asırlık meģelerden oluģan bir baģka koru daha vardır. Buraya Kırklar Korusu derler. Anlatılanlara göre, eskiden, Kırklar Korusu, Babakondu Korusu ve Koçaklar Mahallesi nde bulunan Karaağaçlar denilen yerler Kırkların toplandıkları yerlermiģ. Üçgen Ģeklinde olan bu noktalar erenlerin gelip gittikleri, buluģtukları, toplandıkları yerlermiģ. Kırkların Babası vefat etmiģ, nereye defnedelim diye düģünmüģler ve Balaban denilen korunun batısındaki yüksekliği uygun görmüģler. Zaten burası onların toplanma yeriymiģ. Burasının güneyden gelen ticaret yolundan Osman Pazarı kasabasına kadar olan bölgeyi rahatlıkla görebilen bir manzarası varmıģ. Kırtıllı Ekinliği denilen yerde bir eski köy çeģmesinde meftayı yıkayıp o yüksekliğe defnetmiģler. Baba nerede diye sorulduğunda, Baba (yerine) kondu diye cevap veriyorlarmıģ. Zamanla bu yerin adı Babakondu olmuģ. Baba, kavramı, kelime olarak ata anlamında olup Türkçenin dıģında Fars, Berberi, Rus ve Rumen dillerinde de kullanılır. Saygı duyulması gerekli olan Ģahıslar için de kullanılan Baba/Bab kavramı Balkanlarda yaygın olarak evliya anlamında kullanılmaktadır. (Ġ. Çetin) Türklerin eski dinî hayatlarını, Gök Tanrı Ġnancı, Atalar Kültü ve bunların yanı sıra Tabiat Güçlerine Ġnanma teģkil ediyordu. Eski Türkler, doğada bazı gizli güçlerin varlığına inanırlarken kâinatın ruhlarla dolu bir âlem olduğunu düģünüyorlardı. Kök Türkler, dağları dünyanın dayağı olarak tasavvur ederler, bunları dünyayı ayakta tutan direkler gibi düģünürlerdi. Dağlara ve dağ zirvelerine büyük saygı gösterirlerdi, çünkü Türklerin Tanrısı gökte bulunurdu ve dağlar yükseklikleriyle Tanrı ya en yakın olan yerlerdi. Dağın zirvesinde insan kendini Tanrı ya daha yakın hissederdi ve öyle olduğuna inanırdı (Kalafat, 2005: 75). Anadolu da olduğu gibi Balkanlar da da birçok baba, dağ ve tepeler üzerinde bulunan yatırlar ve ziyaret yerlerine isimlerini vermiģlerdir. Eski Türklerin ölen büyüklerini yüksek dağ tepelerine gömmeleri bu inanca bağlıdır. Eski Türk inançlarına göre Ağaç ve orman insan hayatı üzerinde tesiri olan mukaddes varlıklardır. Onları memnun ettikçe saadetin artacağına, bolluk ve bereket olacağına ve huzurlu yaģayacaklarına inanırlar (Kalafat, 2005: 98). BaĢka bir efsanede bir aileden bahsedilir. Bir gün bir aile, baba, ana ve kız öküz arabasıyla Geren den Kırtıllı ya gitmek üzere yola koyulmuģlar. Yolda giderken ansızın bir kasırga kopmuģ. Babayı, ana ve kızı ve arabanın okunu göğe kaldırmıģ. Arabanın oku batıya Okçular Köyü nün üzerine düģmüģ, kızla ana güneybatı istikametine yakın bir yamacın tepesine düģmüģler. Kız ile ananın düģtüğü yere Kızana demiģler. Kasırga babayı Çikendin Vadisi ni aģarak daha da ileride bulunan bir yamacın düzlüğünde bırakmıģ. Babanın düģtüğü yere Babakondu demiģler. 252

253 Göğe Kaldırma pratiği Anadolu nun doğu, orta ve batısında yaģayan ve hayatın üç önemli safhasında uygulanabilen çok eski mitolojik inançların izlerindendir (Kalafat, 2005: 65). Bu nokta eski zamanlarda Osman Pazarı ile Eskicuma arasındaki önemli ticaret yolunun üzerinde bulunuyormuģ. Bu mekânın kutsal bir yer olduğu anlaģılınca burası tüccarların da uğrak yeri olmuģ. Önce tüccarlar kurban kesmeye baģlamıģ, daha sonra halk da bu yerde mevsimlerle ilgili kurbanlar kesmeye ve özellikle hasat dönemi hasatın bol ve bereketli olması için kurbanlar kesmeye baģlamıģlar, zamanla bu yerde bir mevsimlik ritüeli uygulamaları baģlamıģtır. Babakondu yla ilgili halk arasında birçok anlatı vardır. Bunlar, bu yerin kutsallığıyla, bu yer Allah ın yeri, bu yerin sahipli olduğuyla ilgilidir. Halk bu yerin sahipsiz bir yer olmadığına inanılır ve o yerin sahibi var sözleriyle yerin kutsallığını belirtirler. Bu yerin sahibini aksakallı koca bir ihtiyar Ģeklinde tasavvur ederler. Allah tarafından bir kuvvet verilmiģ olduğuna inançlarını Bizim Babakondu muz var, O bizi koruyor sözleriyle ifade ederler. Halk inanıģına göre böyle kutsal yerlerden ağaç kesilmez, eve hiçbir Ģey (taģ, toprak, bitki) götürülmez. Bilmeden bir Ģeyler götürüldüğünde dahi bu Ģey, örneğin ağaç dalı, kızılcık vb. o haneye uğursuzluk gelir, hayvanları ölür vb. kötülüklerle karģı karģıya kalırlarmıģ (Kalafat, 2005: 64). Bilindiği gibi Bulgaristan, Balkanlar, Anadolu ve tüm Türk dünyasında baba ve dede adıyla bilinen ermiģlerin adlarını taģıyan birçok ziyaret yeri vardır. Batı Toroslar da Sandıraz doruğunda Çiçek Baba nın mezarı bulunmaktadır. Ziyaretçiler buraya ÇarĢamba akģamından gelirler. Kutlama günü PerĢembe günüdür ve halk bu güne erenler günü demiģtir. Çiçek Baba nın mezarı etrafında üç defa yedi kez dönülür. Kimi ziyaretçiler adaklarla birlikte dönerler, kimi ziyaretçiler kundaktaki bebeklerle dönerler. Dönülürken birer dilek tutarlar. Bu dileğin kabul olacağına inanırlar. Beraberlerinde getirdikleri kurbanı mezarın etrafında yedi kez dolandırmadan kesmezler. Üç dört metre geniģliğinde ocaklar kurulur ve ateģler yakılır. Adaklar kesilir, adağın kanı toprağa akıtılır, kurban sırıklara geçirilir ve çevrilerek piģirilir. Sofralar kurulur. Tanıdık, tanımadık herkes sofralara davet edilir. Ziyarete gelenlere adak etinden ayrılır (Mehmet N. Önal, 2003: 99). Erzurum un ġenkaya ilçesinde Çakır Baba ya çıkılmadan ekin biçilmez inanıģı eski Türk inanıģlarının bir kalıntısıdır (Mehmet N. Önal, 2003). Mersin in, Silifke ilçesinde Kırtıl Dağı nın tepesinde Kırtıl Dede, bölge halkının ziyaret yeridir. Burası yağmur duası için ve kısmeti açılmayan kız ve erkekler, müzmin hastalıklara yakalanan insanlar tarafından ziyaret edilir. Orada bulunan bir ağaç kökünden geçilir. Bu gibi dinî pratikler dinî kültürümüzün yaģamakta olduğunun kanıdır. Babakondu yu eski zamanlarda yalnızca yakın köylerin halkı ziyaret ederken komünizm döneminde uzak il ve ilçe halkı da bu ziyaretlere katılmaya baģlar, günümüzde bu gelenek bir ibadet yeri değil, bir eğlence, bir piknik yerine dönüģmüģtür. Bu ziyaret günü Ģöyle bir düzende geçer: Önceki günden hazırlık yapmıģ ve yerlerini almıģ olan birçok restoran, ziyaret gününde halka yiyecek ve içecek sunar. Törenin açılıģından önce halka at koģusu yapılır. Törenin açılıģında yakın ve uzaktan gelen özel davetli misafirler (idari yöneticiler, parti temsilcileri, T.C. konsolosluk temsilcileri ve iģ adamları) kendilerine ayrılan yere alınırlar, ziyaretçi halk çember Ģeklini alarak yerleģir. Törenin açılıģında Babakondu efsanesinin takdimi, yönetim ve temsilciler tarafından selamlamalardan sonra kültür programı, öğleden sonra spor programı-güreģ ve kapanıģ gerçekleģtirilir. Son zamanlarda organizasyon, yerel HÖH Partisi nin yönetimi tarafından yapılmaktadır. Bazı yıllarda bu törende dinî temsilciler, Bulgaristan Türklerinin baģ müftüsü de bulunur, törende halkla beraber dua okurdu. Bunların dıģında birçok eğlence ve ticari faaliyet (salıncaklar, sergiler, dondurmacılar vb.), her yerden yükselen ve ekseriyetle çalga denilen müzik sesleri, ziyaretçileri âdeta rahatsız etmekte, insan kendini ibadet yerinde değil de Eskicuma daki panayırdaymıģ gibi hissetmektedir. Ġbadet yerinden yukarıda bahsetmiģtik. Buraya ilgi gösterenler çoktur. Gelen ziyaretçi, genç ve yaģlı önce türbeyi görmek ister, dilekte bulunur, demir para atar, yaģlılar dua ederler, türbenin etrafında 7 kez tavaf ederler. Yapılan bütün bu pratikler iyidir, fakat bu tören özünden kaydırılıp, nedeni açıklanmazsa gençlerimize hiçbir Ģey ifade etmez, ancak Türklüğümüzü ve partimizin var olduğunu ifade eden bir olaya dönüģür. Genç kesim burayı kutsal olarak bilmez, bir eğlence yeri olarak algılar. Kurban kesme âdeti yılın baģka zamanında olsa bile kutsal bir yer olduğundan isteyen istediği zaman gidip orada kesebilir. Gerektiği zaman Yağmur Duası yapılır. Bu duaya bütün mahalleler katılır. Babakondu kutlama gününün daha hayırlı ve anlamlı olması için Ģu öneride bulunuyoruz: Her Ģeyden önce bu yeri, yani Babakondu Korusu nun, genç nesillere ve tüm halkımıza kutsal bir yer olduğunu benimsetmek gerekir. Bununla ilgili maddi ve manevi destek gerek. Törenin içeriği ve 253

254 merkezi dinî mahiyette olmalı. Bunun için hazırlığımız ve kuvvetimiz vardır. Bulgaristan da dinî liselerimiz ve yüksek enstitümüz vardır. Bunların yardımıyla ve bu törene katılımlarıyla dinî kültürümüzün benimsenmesine katkıda bulunacaklardır. ġimdiki durumda kültürümüzle ilgili davet edilen Türk tiyatro ve Türk sanatçıların sunumlarının yerini küçümsemiyor, sadece onların gösterilerinin dinî törenden sonra gelmesinin daha uygun olacağını düģünüyoruz. AraĢtırmamızda, Kırtıllı adının Anadolu daki Güney Toroslar da yer alan Kırtıl Köyü, Kırtıl Dağı, Kırtıl Dede Tepesi yer adlarıyla bir benzerlik ve etkileģim içinde olabileceğini farz etmekteyiz. Sonuç Babakondu geleneği bir mevsimlik ritüeli olarak baģlamıģtır. Kültürümüzdeki eski inanç sistemi, Ġslami dönemin inanç sistemiyle kaynaģmıģ olarak günümüze aktarılmıģ olsa da, bu değerler, XX. yüzyılın ikinci yarısından sonra gün geçtikçe azalıp yok olma yolunu tutmuģtur. Kültürümüzde var olan evliyalar, ister baba ister dede diye adlandırılsın, çevresinde birleģilen; hiçbir grup, kesim, mezhep ve tarikat farkı olmaksızın Türk toplumunun hayat bulduğu manevi kaynaklar olarak kabul edilmektedir. Toplumsal birlikteliğin merkez noktalarını oluģturan bu Ģahsiyetler, Ġslamiyet öncesi kültürümüzün izleriyle Ġslami dönemin manevi kabullerinin kaynaģmıģ biçimlerini teģkil etmeleri bakımından önemlidir. KAYNAKÇA ÇETĠN, Ġsmet, KALAFAT, YaĢar (2005), Doğu Anadolu da Eski Türk Ġnançlarının Ġzleri, 4. bs. ÖNAL, Mehmet Naci (2003), Dağ Kültü, Eren Kültü ve ġenliklerinin Muğla daki Yansımaları Bilig, Bahar 2003, S. 25, s Kaynak KiĢiler Ġdriz Ahmet 71 yaģ, Bojurka köyü Mehmet Mestan 73 yaģ, Bojurka köyü Mustafa Süleyman 85 yaģ, Bojurka köyü Nefize Ahmet 75 yaģ, Bojurka köyü 254

255 Babakondu dan Fotoğraflar 255

256 19. YÜZYIL SAZ ġaġrlerġ VE GÜNÜMÜZ DĠL PROBLEMLERĠ Ahmet Emre DAĞTAġOĞLU * ÖZ: Dil, düşünce üretimini, bildirişimi ve değerlerin sonraki nesillere aktarımını mümkün kıldığı için toplumun en temel kurumlarından birisini oluşturmaktadır. Bu bakımdan dilin zenginleşip gelişmesi ve dil bilincinin oluşması büyük önem taşımaktadır. Türkiye de ise dil üzerine yapılan tartışmalar çoğunlukla ideolojik zeminde yürümekte, buna bağlı olarak verimli sonuçlar elde edilememektedir. Bu çalışmada ise ideolojik yaklaşımlar bir tarafa bırakılarak 19. yüzyıl saz şairlerinin oluşturdukları zengin dil evreninin özellikleri, tarihsel arka planına da değinilerek incelenecek ve buna bağlı olarak günümüz dil problemleriyle ilgili ne gibi çözüm önerileri getirilebileceği üzerinde durulacaktır. Böylece konu tarihsel bir süreklilik gözetilerek ele alınmış olacağı gibi, yapılan tespitler edebî eserlere dayandırıldığı için öznel ve ideolojik yaklaşımlar bertaraf edilmiş olacaktır. Anahtar Kelimeler: Dil, Saz Şairleri, 19. Yüzyıl, Halk Edebiyatı, Dil Felsefesi. 19 th CENTURY TROUBADOURS AND THE CONTEMPORARY LANGUAGE PROBLEMS ABSTRACT: Language is one of the corner stones of a society in that it is possible not only to produce ideas but also to communicate and convey the social values to the next generations through it. In this respect, both the development of language and linguistic consciousness have a vital importance. However, most of the issues concerning language are discussed in an ideological course in Turkey. As a matter of fact, these discussions cannot produce efficient results. In this study, the properties of the language which occurred in the poetry of 19 th century troubadours are investigated, leaving aside the ideological approaches, and thus the probable solutions about our contemporary language problems are proposed. In this way, the subject is examined a historical continuity and the subjective and ideological approaches are eliminated as well. Keywords: Language, Troubadours, 19 th Century, Folk Literature, Philosophy of Language. GiriĢ Bir toplumun temelini değerler ve bu değerler üzerine inģa edilen kurumlar oluģturmaktadır. Bu anlamda toplumun değerlerinin nesilden nesile aktarılması ve düzenlenip yenilenmesi büyük önem taģımaktadır. Bu hususta dil, en büyük rolü üstlenen kurumlardan biridir. Çünkü söz konusu değerlerin nesilden nesile aktarılabilmesi ancak dil ile mümkündür. Fakat dilin önemi bununla sınırlı değildir. Zira dil doğrudan düģünme ile bağlantılı olduğu için 1 dünyayı kavramamızı ve çevremizi dönüģtürebilmemizi sağlamakta, bu bağlamda hem bireylerin kimliklerinin oluģumunda hem de toplumların geliģiminde büyük bir rol oynamaktadır. 2 Leibniz de bu anlamda gerçekten dillerin insan zihinlerinin en iyi aynası olduğuna inanıyorum 3 demekte, Humboldt ise her dilden ulusal karakter hakkında sonuçlar çıkarılabilir 4 tespitinde bulunarak dilin toplumun özelliklerini yansıtabildiğini vurgulamaktadır. Dolayısıyla dili tanımak * Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi. edagtasoglu@gmail.com 1 Dilin doğrudan düģünme ile bağlantılı olduğu hemen hemen tüm düģünürler tarafından kabul edilmesine rağmen dilin düģünceden önce mi yoksa sonra mı geldiği bir tartıģma konusudur. Ancak çalıģmamız için dil ve düģünce arasında yadsınamaz bir bağlantı bulunduğunu tespit etmek yeterli olduğu için bu mesele ayrıntılı bir biçimde tartıģılmayacaktır. Bu konuda bk. Roger Langham Brown, Wilhelm von Humboldt s Conception of Linguistic Relativity, Mouton & Co., Netherlands, 1967, s. 54 vd. Ayrıca bk. S. Morris Engel, Language and Illumination, Martinus Nijhoff Pub., Netherlands, 1969, s. 80 vd. 2 Bedia Akarsu, DeğiĢen Dünya DeğiĢen Değerler, Ġnkılap Kitabevi, Ġstanbul, 2006, s Ayrıca bk. Jack Goody, Yazılı ve Sözel Arasındaki EtkileĢim, (Çev.: Osman Bulut), Pinhan Yay., Ġstanbul, 2013, s G. W. Leibniz; New Essays on Human Understanding Book III, Chap. VII, 333 6, Trans. Peter Remnant&Jonathan Bennett, Cambridge University Press, 2 nd ed., New York, Wilhelm von Humboldt, Über die Verschiedenheit des Menschlichen Sprachbaues und ihren Einfluss auf die Geistige Entwickelung des Menschengeschlechts, Wilhelm von Humboldt s Gesammelte Werke VI, Verlag von G. Reimer, Berlin, 1848, s

257 ve ondaki değiģimleri kavramak tarih bilincinin geliģmesine katkı sağlayacağı gibi, bireyi ve toplumu daha isabetli bir biçimde anlamayı mümkün kılacaktır. Ancak ne yazık ki bu mesele Türkiye de tarihî ve felsefi bir perspektiften yoksun biçimde, ideolojik yaklaģımlarla tartıģılmaktadır. Kimileri Cumhuriyet devrimlerinin dile ne kadar zarar verdiğini savunarak bu devrimleri mahkûm etmekte, kimileri de Arap ve Fars dillerinden Türkçeye yerleģmiģ kelimelere âdeta alerji duyarak bu devrimlere haddinden fazla önem vermektedir. Meseleyi bu ideolojik çerçevenin dıģında tarihî ve felsefi bir perspektiften ele alarak sorunların çözümüne katkı sağlamamız mümkün olabilir. Bunun için 19. yüzyıl saz Ģairlerinin dil evrenine dikkat çekmek oldukça iģlevsel olacaktır. Zira aģağıda temellendirilmeye çalıģılacağı üzere bu dönemin günümüz için bile dikkate değer yönlerinin bulunduğu söylenebilir. Bu amaçla önce 19. yüzyıl saz Ģairlerinin arka planını oluģturan tarihsel süreç ana hatlarıyla sergilenecek, ardından 19. yüzyıl saz Ģairlerinin dil evreni üzerinde durulacak ve son olarak da bu dönemde teģekkül eden dil evreninin bugün için ne gibi bir önem taģıdığı üzerinde durulacak ve yaģadığımız dil sorunlarının çözümünde nasıl kullanılabileceği hakkında önerilerde bulunulacaktır. 19. Yüzyıl Saz ġairlerinin Tarihi Arka Planı Malum olduğu üzere Anadolu ya gelen Türkler hem göç esnasında, hem de Anadolu ya yerleģme döneminde çok çeģitli toplumlar ve kültürlerle temasta bulunmuģlar, bunun bir sonucu olarak önemli değiģimlere uğramıģlardır. Dil de değiģime uğrayan kurumlardan birisidir. Söz konusu değiģimi anlayabilmek için, dilin kendisini en açık biçimde gösterdiğini söyleyebileceğimiz sanat dalı olan edebiyata bakmak ufuk açıcı olacaktır. Bu değiģimin kökenleri çok daha gerilere gitmesine rağmen konumuz itibariyle 13. yüzyıldan baģlayarak meseleyi incelemek bizim için yeterlidir. Çünkü önceden yekpare bir özellik gösteren edebiyat bu yüzyıldan itibaren divan edebiyatı ve halk edebiyatı olarak iki ana koldan geliģmeye baģlamıģtır. 5 Divan edebiyatı aruz veznini kullanan ve Arapça-Farsça kelimelerin yoğun olduğu, yüksek zümreye ait bir türken, halk edebiyatı 6 daha çok hece veznini kullanan, sade bir dil yapısına sahip tür olarak kendini göstermektedir. 7 Bu iki ana damarın 16. yüzyıla kadar kendi imkânlarını kullanarak geliģtikleri ve baģarılı örnekler verdikleri görülmektedir. Ancak bu asırdan sonra, bilhassa divan edebiyatındaki duraklama ve sıradanlaģma nedeniyle bu iki ana akım arasında bir yakınlaģma ve etkileģim baģlamıģtır. Bunun divan edebiyatındaki ilk önemli örnekleri Nedim ve ġeyh Galip tarafından verilmiģtir, zira bu Ģairler koģma formunda, hece ölçüsüyle, dil bakımından sade eserler yazmıģlar ve halk edebiyatının kimi unsurlarını divan edebiyatına sokmuģlardır. Divan edebiyatından önemli ölçüde etkilenen ve bu edebiyatın unsurlarını Ģiirlerinde baģarılı bir biçimde kullanan ilk saz Ģairleri ise ÂĢık Ömer ve Gevheri dir. 8 Bu Ģairler aruz veznini az da olsa kullanmaya baģlamalarının yanı sıra Arapça ve Farsça kelimeleri de haznelerine almıģlardır. Böylece halk Ģairlerinin dil hazineleri hayli zenginlik kazanmıģ tır. 9 Bu iki Ģiir türü arasındaki yakınlaģmanın baģka bir nedeni ise benzer Ģekilde iki farklı mecrada akan divan ve halk müzikleri arasındaki etkileģimdir. Zira sözlü geleneğin güçlü olduğu kültürlerde müzik ve söz arasında her zaman yakın bir iliģki olduğu, bu sebeple bu hususların birbirinden ayrı ele alınmaması gerektiği bilinmektedir. Vansina nın belirttiği üzere melodi ve ritm dikkate alınmalıdır (mention), çünkü bunların hafızayı desteklediği iyi bilinmektedir. Birçok insan bir Ģarkının sözlerini melodi sayesinde 5 ġemseddin Kutlu, Dertli, Kültür ve Turzim Bakanlığı Yay., Ankara, 1988, s. 35. Bu konuda ayrıca bk. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken NeĢriyat, Ġstanbul, 1980, s. 334 vd. 6 Halk edebiyatı tartıģmaya açık bir terimdir. ġöyle ki saz Ģairlerinin eserleri anonim halk eserleri olmadıklarından bunların halk edebiyatı baģlığında değerlendirilmemesi gerektiğini savunanlar olmuģtur. Örneğin Köprülü aģık tarzı birçoklarının hala zannetikleri gibi bir halk sanatı değildir tespitinde bulunmakta ve bunları birbirinden ayırmak gerektiğini ısrarla vurgulamaktadır. Bu konuda bk. Fuad Köprülü, Edebiyat AraĢtırmaları, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1966, s Ancak bu eserleri, benzer kültür ortamının ürünleri olmaları ve aynı ilkelere dayanmaları sebebiyle halk edebiyatı baģlığı altına alanlar da bulunmaktadır. Bu konuda bk. ġükrü Elçin, Halk Edebiyatı, Halk Edebiyatı AraĢtırmaları-1, Akçağ Yay., 2. bs., Ankara, 1997, s Ayrıca bk. Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, BilgeSu Yay., Ankara, 2013, s. 28. Bizim tercihimiz de halk edebiyatı terimini, belirli bir biçim birliği taģıyan, benzer estetik duyarlılıkları yansıtan ve geniģ halk kitleleri tarafından beğenilip uzun yıllar sözlü kültür ürünü olarak hafızalarda taģınan eserlerin tümünü kapsayacak Ģekilde kullanmaktan yanadır. Dolayısıyla bu çalıģmada saz Ģairlerinin eserleri halk edebiyatı baģlığı altında değerlendirilmiģ ve gerektiğinde saz Ģairleri ve halk edebiyatı terimlerinin yan yana kullanılmasından geri durulmamıģtır. 7 Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk Edebiyatında Cereyanlar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay., 11. bs., Ġstanbul, 2011, s ġemseddin Kutlu, age., s. 38. Bu konuda ayrıca bk. Ġ. Seçkin Aydın, 19. Yüzyıl AĢık Edebiyatında Gelenek ve Yönelimler, Folklor/Edebiyat S. 33, 2003/1, s ġemseddin Kutlu, age., s

258 hatırlamaktadır. 10 Bu bağlamda Reinhard ın Lale Devri ndeki geliģmeleri aktarırken dönemle ilgili yaptığı Ģu tespitleri hatırlamak yerinde olacaktır. böylece halk müziği de önceki zamanlara göre daha fazla dinlenmiģ oldu. Sanat müziği etkisini kuvvetli bir Ģekilde arttırırken, folklorik öğeler tek tek ele alındı. Müzik konusunda sürekli ve etkili geliģmeler kaydedildi. Tekkelerin Ģarkılarında, sözsüz parçalarda ve klasik müzikle folklor arasında bir alıģveriģ baģladı. Böylece Türk müziğini besleyen iki nehir birleģti. 11 Bu iki ana akım arasındaki yakınlaģmanın tek sebebi elbette ki divan edebiyatındaki duraksama ve iki müzik türünün yakınlaģması değildir, aksine çok daha önemli geliģmelerden söz etmek mümkündür. Bunlardan ilki, medrese tahsilinin halk kesimlerine kadar geniģlemesidir. Ancak bu geliģme tasarlanmıģ bir eğitim programının sonucu değildir. ġerif Mardin in tespitine göre Osmanlı ekonomisinin yıkımı, devlet memuriyetine üģüģen bir iģsizler ordusu ortaya çıkardı. Ayrıca, medrese öğrencilerinin saflarını kabarttı. 12 Birçok 19. yüzyıl saz Ģairinin yolunun öyle ya da böyle medreseye uğramıģ olmasının nedenlerinden birini bu olgu oluģturmaktadır. Bunun önemi, çoktan baģlamıģ olan divan ve halk edebiyatı yakınlaģmasını desteklemiģ olmasındadır. Bu olgu aynı zamanda 19. yüzyıl saz Ģairlerinin kullandığı Arapça ve Farsça kelimelerin yoğunluğunu, dinî temaların önceki asırlara nazaran daha çok iģlenmesini de açıklamaktadır. Üzerinde durulması gereken baģka bir husus ise, Osmanlı Devleti nin imparatorluk olmasının ardından merkezî yönetimin güçlenmesi ve buna bağlı olarak 16. yüzyıldan itibaren Ģehir hayatının canlanmasıdır. Bu sayede kültürel merkezler payitaht ile daha ciddi etkileģimlere girmiģ, merkezle daha sıkı iliģkiler tesis edilmiģtir. Bu durum zümreler arasındaki etkileģimi arttırmıģ ve yüksek zümreye ait kesimlerin dıģında kalan halkın da yüksek kültürden unsurlar almasına yol açmıģtır. Fuad Köprülü de canlanan Ģehir hayatının saz Ģairleri üzerindeki etkisine vurgu yaptıktan sonra Ģu tespitleri yapmaktadır: XVI. XVIII. asırlarda Ġmparatorluk un Asya ve Avrupa daki büyük Ģehir ve kasabalarında oldukça kalabalık münevver bir sınıf vardı ki, Ġslam ilimleri ni ve edebiyatları nı layıkıyla kavramıģtı; maddi refah ve servetle birlikte bu yüksek kültür havası, uzun asırlar boyunca, daha aģağı seviyedeki diğer içtimai sınıflara da geçerek umumi zevk ve fikir seviyesini yükseltmiģti. 13 Tüm bu olgulara III. Selim zamanında baģlayan ve II. Mahmut zamanında hızlanan, devletin dilde sadeleģme politikasını eklemek gerekmektedir. 14 Üstelik padiģahların son derece bilinçli bir biçimde bu yolu tercih ettikleri, söylemleri ve eylemleriyle de bunu destekledikleri görülmektedir. 15 Devletin bu politikayı benimsemesinin ardından gazete ve dergi gibi halka dönük çalıģmalar baģlamıģ ve halkın anlayabileceği bir Türkçe önem kazanmıģtır. 16 Konumuzla ilgisiz gibi görünen bu meselenin önemine iģaret etmek için, saz Ģairlerinin eskiden büyük kentlerde itibar görmezken bu dönemle birlikte Ģöhret kazandıklarını hatırlatmak yerinde olacaktır. Bu bağlamda ġemseddin Kutlu da Dertli nin hayat hikâyesinden bahsederken Ģunları aktarmaktadır. Osmanlı Ġmparatorluğu nun bu muhteģem Ģehrine, yirmi beģ otuz yıl sonra ikinci defa olarak geliģinde Ģair, ilk geliģinde olduğu gibi, aģırı bir zorluğa ve horlanmaya uğramaz. Zaten aradan geçen zaman mesafesi içinde Ġstanbul da bazı değiģiklikler, inkılaplar da meydana gelmiģtir. halk yığınlarının mahsülleri olan Halk Edebiyatı da öyle eskisi gibi fazla küçümsenmemektedir. Kültür ve dil seviyesince biraz daha olgunlaģan Halk Edebiyatı Ġstanbul da da kendisine yer açabilme yoluna girmiģtir Jan Vansina, Oral Tradition As History, The University of Wisconsin Press, USA, 1985, s. 46. Bu konuda ayrıca bk. Eric A. Havelock, The Coming of Literate Communication to Western Culture, Journal of Communication, Vol. 30 issue 1, 1980, s. 94. Ayrıca bk. Eric A. Havelock, Oral Composition in the Oedipus Tyrannus of Sophocles, New Literary History, Vol. 16, No. 1, Oral and Written Traditions in the Middle Ages (Autumn, 1984), s Kurt-Ursula Reinhard, Türkiye nin Müziği, C. 1, (Çev.: Sinemis Sun), Sun Yayınevi, Ankara, 2007, s ġerif Mardin, Yeni Osmanlı DüĢüncesinin DoğuĢu, ĠletiĢim Yay., 5. bs., Ġstanbul, 2004, s Fuad Köprülü, Türk Saz ġairleri, Milli Kültür Yay., Ankara, 1962, s Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, YKY, 6. bs., Ġstanbul, 2009, s. 64 ve 110. Bu konuda ayrıca bk. ġerif Mardin, age., s , Niyazi Berkes, Türkiye de ÇağdaĢlaĢma, YKY, 15. bs., Ġstanbul, 2010, s Niyazi Berkes, age., s. 260 vd. ile 370, 421. Ayrıca bk. Ahmet Hamdi Tanpınar, age., s. 110 vd. ile 195, 200, ġemseddin Kutlu, age., s Bu konuda ayrıca bk. Metin Karadağ, Erzurumlu Emrah: YaĢamı, Sanatı, ġiirleri, Ayyıldız Yay., Ankara, 1996, s

259 Buradan da anlaģılabileceği üzere hem devletin bu yaklaģımı hem de dönemin sosyal-siyasal Ģartları halk edebiyatının geliģmesi için uygun bir ortam yaratmıģtır. Dolayısıyla devletin kısmi müdahalesine rağmen 16. yüzyıldan 19. yüzyıla gelen süreçte dilin doğal seyri içinde bir geliģim gösterdiği ve tüm bu etkenlerin zaman içinde birikerek 19. yüzyılda saz Ģairlerinin zengin dil evreninin ortaya çıkmasını mümkün kıldığı söylenebilir. Yukarıda aktarılanlardan da fark edilebileceği üzere, halk edebiyatında 19. yüzyılda ortaya çıkan geliģmeler, sıkça dile getirilen divan edebiyatını taklit hevesi yle açıklanamayacak bir arka plana sahiptir. Tam bu noktada üzerinde durulması gereken konulardan birisi de söz konusu dönemdeki saz Ģairlerinin üslubuna yöneltilen eleģtirilerdir. Zira 18. ve 19. yüzyılda saz Ģairlerinin eski tabiiliklerini kaybettikleri ve taklide yönelerek suni bir edebiyat ortaya çıkarttıkları görüģü Fuad Köprülü den beri hakimdir. Köprülü konuyla ilgili olarak XVIII-XIXuncu asırlarda, aģık edebiyatı halk edeb yatı unsurlarından z yade klas k edeb yat unsurlarını ht va ett ğ ç n esk tab îl ğ n, sam mî güzell ğ n kaybederek sun î ve takl dî b r mah yet almıģtı 18 tespitini yapmaktadır. Oysa yukarıdan beri aktarılan hususlar dikkate alındığında saz Ģairlerinin üslubundaki değiģimler sadece taklide bağlanamayacak kadar çetrefil geliģmelerin sonucudur. Ayrıca dil, sürekli değiģmekte ve çağın Ģartlarına göre yenilenmektedir. Bu cihetten bakıldığında saz Ģairlerinin divan edebiyatından gelen yeni unsurları dile gayet baģarılı bir biçimde uyguladıkları da iddia edilebilir. Üstelik yeni kelime ve terkipler sadece ithal edilmemiģ, bunlar etkin bir biçimde kullanılıp iģlenerek belirli bir anlam dünyasına yerleģtirilmiģtir. Bu bakımdan Köprülü den beri hakim olan görüģe eleģtirel bir biçimde yaklaģmak ve bu dönem saz Ģairlerinin Ģiirlerinin gayr-ı tabii ve gayr-ı samimi, suni bir taklit ürünü olduğunu ileri sürmeden önce biraz daha düģünmek gerekmektedir. 19. Yüzyıl Saz ġairlerinin Yarattığı Dil Evreni Tarihsel arka planını ve teģekkül ediģ Ģartlarını ortaya koymaya çalıģtığımız 19. yüzyıl halk edebiyatının temel özelliklerine ve buna bağlı olarak önemine bakacak olursak karģımıza ilk olarak zengin bir kelime haznesi çıkmaktadır. Zira bu dönem Ģairlerinin büyük çoğunluğu önceki asırlara nispetle çok daha fazla sayıda kelime ile Ģiir yazmaktadır. 19 Erzurumlu Emrah, Dertli, Seyrani, Zihni, Ruhsati, Tokatlı Nuri, Yozgatlı Nazi, Sümmani, Sıdkı Baba vs gibi Ģairlerin Ģiirlerinden birkaç örneğe göz atmak bunu anlamak için yeterlidir. Örneğin, 16. ve 17. yüzyıllarda yaģadıkları tahmin edilen Karacaoğlan, Köroğlu ve ErciĢli Emrah ile 19. yüzyıl saz Ģairleri olan Tokatlı Nuri, Sıdkı Baba ve Sümmani nin aģağıdaki dörtlüklerini karģılaģtırmak aradaki farkı açık bir biçimde ortaya koyacaktır. Ala gözlerini sevdiğim dilber Daima böyledir dünyanın iģi Yüz bin minnet ile bir bağ yetirdim Gidiyorum sizin olsun buralar KiĢi ettiğini bulur demiģler Yemedim meyvesin el aldı getti Ah ettikçe kara bağrım ezilir Ġstersen eylik et istersen kemlik Ağlar gözyaģımı Ceyhun eyledim Melhem almaz sinemdeki yaralar 20 Ettiğin baģına gelir demiģler 21 Çalkandı dünyayı sel aldı getti 22 Yeter hey sevdiğim gel karar eyle Niçin ağlamayam devr-i âlemde Kâr etti canıma derd ü melâlin El çek bu cefâdan ferâgat eyle Arzu maksûduma eremez oldum ÇeĢmimin yaģını al kan eden yâr Hubların Ģâhısın düģmez Ģânına Tecellîm böyledir levh-i kalemde Devreder aynımda hüsn-i hayalin Zulma mâil olma adâlet eyle 23 Geçti nice yıllar eremez oldum 24 AĢk ile sinemi sûzan eden yâr yüzyıl saz Ģairlerinin ayırıcı özelliklerinden bir diğeri, zaman zaman ağır kelimeler ve terkipler kullanmıģ olmalarına rağmen, bu kelimeleri mahir bir biçimde iģlemeleridir. Bu sayede hitap ettikleri zümrelerin kelime haznelerinin geliģmesine katkı sağlamıģ olduklarını iddia etmek yanlıģ olmasa gerektir. Zira halk Ģairleri birçok yabancı kelimeyi -manalarını biraz bozup değiģtirmiģ olsalar da- Türkçeye ve geniģ halk yığınlarına kazandırmıģ, mal etmiģ bulunmaktadır. 26 Buna birçok örnek vermek mümkün olsa da Erzurumlu Emrah ın kerem kıl açılma ey gül-i handan/tal at-ı rûyinden Ģermendeler var/reng-i ruhun 18 Köprülüzade Mehmet Fuat, 19. yy. Saz ġairlerinden Erzurum lu Emrah, Ġstanbul Evkaf Matbaası, Ġstanbul, 1929, s Elimizde bu konuyla ilgili ayrıntılı veriler sunan çalıģmalar bulunmamaktadır. Bu minvalde yapılacak çalıģmaların sadece edebiyat alanına değil, Türkiye deki tüm sosyal bilimler alanlarına büyük katkı sağlayacağı muhakkaktır. 20 Mustafa Necati Karaer, Karacaoğlan: Hayatı ve Bütün ġiirleri, Dergah Yay., 4. bs., Ġstanbul, 2008, s Hüseyin Seçmen, Köroğlu: Hayatı, Sanatı, ġiirleri, Deniz Kitaplar Yayınevi, Ġstanbul 1983, s Saim Sakaoğlu, ErciĢli Emrah, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara, 1987, M. Zeki Oral, Tokat lı ÂĢık Nuri, Niğde Halkevi Yay., Ankara, 1936, s Abdulkadir Erkal, ÂĢık Sümmani, Fenomen Yay., Erzurum, 2007, s Baki YaĢa Altınok, Sıdkî Baba Dîvanı, Ankara, 2013, s ġemseddin Kutlu, Dertli, Kültür ve Turzim Bakanlığı Yay., Ankara, 1988, s

260 görüp ederler efgan/bu bağda bülbül-i gûyendeler var 27 ve Dertli nin mürüvvet kılsana behey bî vefâ/âģıklar yolunda hemyâze çekmiģ/evrak-ı hüsnüne vâcib teâlâ/riģte-i canımdan Ģirâze çekmiģ 28 gibi dörtlüklerle baģlayan Ģiirlerini hatırlatmak yeterli olacaktır. Bu dönemin baģka bir özelliği de klasik sınırların dıģına çıkan, modern olduğunu söyleyebileceğimiz deyiģlerin dile girmeye baģlamasıdır. Yani kelime haznesine ek olarak ifade bakımından da dilin zenginleģip güçlendiği ileri sürülebilir. Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar ın tespit ettiği üzere Seyrani de bazı dil ve ifade yenilikleri vardır. 29 Onun eski libas gibi Ģairin gönlü/söküldükten keri dikilmez imiģ/güzel sever isen gerdanı benli/her güzelin kahrı çekilmez imiģ 30 kıtasıyla baģlayan Ģiiri ile aģkın arısına düģürme telaģ/ister isen benden bal kara gözlüm/muhabbet dilersen semtime dolaģ/istemezsen gamda kal kara gözlüm 31 kıtasıyla baģlayan Ģiiri buna örnek olarak gösterilebilir. Fark edilebileceği üzere bu Ģiirlerdeki deyiģ ve seçilen imgeler klasik halk edebiyatında duymaya alıģık olduklarımızdan farklıdır. Hızlı bir okumayla baģka Ģairlerde de benzer özelliklerin olduğu kolaylıkla görülecektir. Dilin zenginleģip ifade ve konu bakımından güçlenmesine örnek olarak da Dertli nin sâkiyâ câmında nedir bu esrâr/kıldı bir katresi mestâne beni/ģarâb-ı la linde ne keyfiyet var/söyletir efsâne efsâne beni 32 kıtasıyla baģlayan Ģiiri hatırlatılabilir. Zira bu Ģiirdeki kelimeler halk diline nispeten yabancı olmalarına rağmen hem güçlü bir deyiģle sıkı biçimde örülmüģlerdir, hem de kolaylıkla anlaģılabilmektedirler. Dilin zenginleģip güçlü bir ifade kazanmasına birçok örnek verilebilir. Ancak konuyu daha fazla uzatmamak için Ruhsati, Bayburtlu Zihni ve Gedai den birer kıta örnek vermekle yetineceğiz. Beni böyle zâr ü giryân eyleyen Zamanenin gidiģine baktıkça Sabâ giderisen bizim diyâre Bir nevres civanın derd-i mâtemi Pervaz edip uçası var gönlümün Benim vasf-ı halim o yâre söyle Nâr-ı hicran ile yandı cân ü ten Terk-i diyâr edip var emlâkimi Lâlenin bağrında bir ise yâre Nola âhım tâciz etse âlemi 33 ġam eline göçesi var gönlümün 34 Benimki eriģti hezâre söyle 35 BaĢka bir önemli husus ise dinî konularla ilgili entelektüel meselelerin gündeme alınması ve kimi imgelerin sıkça kullanılarak telmihler yapılmaya baģlanmasıdır. ġöyle ki XIX. yüzyıla gelindiğinde AĢık edebiyatıyla Tekke edebiyatının birbirine yaklaģtığı görülür. aģıklar Ģiirlerinde bir takım dini ve tasavvufi konuları da ele alarak iģlemiģlerdir. 36 Hilmi Yavuz da konuyla ilgili Ģu tespitleri yapmaktadır. XIX. yüzyıl aģık geleneğinde büyük ve önemli bir dönüģümü birlikte getirir. Bu yüzyıla kadar dinsel doğrultuda geliģen tekke edebiyatı ile laik aģık edebiyatı, toplumsal ve tarihsel koģullar gereği, bir bütünleģmeye doğru gitmiģlerdir. 37 Örneğin, Yozgatlı Nâzî nin sakiyâ sun bana mey-i gülgunu/bade-i elestten kana gelmiģiz/geçirdik gurbette bu çarh-ı dûnu/eyvah esef olsun cana gelmiģiz 38 kıtasıyla baģlayan Ģiirinde tasavvuf geleneğinde elest bezmi ile bade arasında kurulan bağlantı kullanılmaktadır. Zira mutasavvıflar arasında elest kadehinden içip de bu Ģarap zevkini tadan kimselerde bu zevk bir daha asla kaybolmadı 39 denmektedir. Mir ati nin lâ mekân dan fî-mekâna gelmiģiz/her bir makamında mihman olmuģuz/ innemâ yüdrikküm mevt i bilmiģiz/ küllü men aleyhâ fân e bağlıyız 40 kıtasında da ayetlere atıflar olduğu ve lamekan ile fimekan gibi tasavvufi kavramlara telmihte bulunulduğu görülmektedir. 27 Eflatun Cem Güney-Çetin Eflatun Güney, Erzurumlu Emrah, Maarif Kitaphanesi, Ġstanbul, 1975, s ġemseddin Kutlu, age., s Ahmet Hamdi Tanpınar, age., s Hasan Avni Yüksel, ÂĢık Seyrânî, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara, 1987, s Hasan Avni Yüksel, age., s ġemseddin Kutlu, age., s Muhtar Yahya Dağlı, Tokatlı Gedâyî, Ġstanbul Maarif Kitaphanesi, Ġstanbul, 1943, s Doğan Kaya, ÂĢık Rusati, Sivas Belediyesi Yay., 4. bs., Sivasi 2010, s Z. Fahri Fındıkoğlu, Bayburtlu Zihni, Bayburt Kültür ve Yardım Cemiyeti Yay., 2. bs., Ġstabul, 1950, s Ġ. Seçkin Aydın, age., s Hilmi Yavuz, AĢık Veysel e Saygı, Milliyet Sanat Dergisi, S. 26, , s Öcal Oğuz, Yozgatlı Halk ġairi Nâzî, Feryal Matbaacılık, Ankara, 1992, s Necmeddîn-i Dâye, Tasavvuf Yolu: Mirsâdü l-ġbâd mine l-mebde ile l-mead, (Çev.: Halil Baltacı), M. Ü. Ġlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., Ġstanbul, 2013, s Hayrettin Ġvgin; Ali Esat Bozyiğit, Kalecikli ÂĢık Mir atî, Kültür Ajans Yay., Ankara, 2004, s. 23. Kıtada kullanılan ifadelerden ilki, Nisâ suresinin 78. ayetindeki nerede olsanız... ölüm sizi bulur / ذ ك ا ي ذ ر كك ن ال و خ أ ي و ا anlamındaki ifadeye gönderme yapmaktadır. Ġkinci ifade ise yer üzerinde bulunan herģey yok olacaktır [fânidir] / ه ي ع ل ي ا ف اى كل Ģeklindeki 260

261 Üzerinde durulması gereken önemli baģka bir husus ise bu dönem saz Ģairlerinin sınırlı bir zümreye hitap etmemesi, aksine geniģ kitlelere ulaģabilmesidir. ġöyle ki saz Ģairleri küçük kasaba ve köylerdeki insanlara ulaģtıkları gibi büyük Ģehirlerdeki zümrelerle de temas halinde olmuģlardır. Fuad Köprülü nün konuyla ilgili Ģu pasajını alıntılamak yerinde olacaktır. AĢık tarzı, yalnız bir içtimai sınıfa veya bir dini taifeye ait hususi bir zümre edebiyatı değil, birbirinden farklı muhtelif çevrelere, hayat ve geçim Ģartları ayrı muhtelif gruplara, muhtelif tarikat ve meslek mensuplarına, fikir ve zevk seviyeleri biribirinden çok farklı insanlara hitaben muhtelif zümreler arasında müģterek bir edebiyattır. 41 Köprülü nün tespit ettiği bu olgu oldukça önemlidir. Çünkü divan ve tekke edebiyatı gibi türlerin içeriği halka kapalı kalırken saz Ģairlerinin eserleri onlara yaygın bir biçimde ulaģmıģtır. Dolayısıyla bu dönem Ģairlerinin kullandığı kelimelerin ve dile soktukları yeniliklerin halkı da etkilediğini iddia etmek mümkündür. Zira asıl muhatabı küçük kasaba ve köylerde yaģayan insanlar olan saz Ģairlerinin Ģiirlerinin halk tarafından anlaģılmaması ihtimal dahilinde değildir. Bunun baģka bir dayanağı ise bu Ģiirlerin halkın hafızası tarafından on yıllar boyunca taģınarak günümüze ulaģmıģ olmasıdır. Tüm bunlara dayanarak, 19. yüzyıl saz Ģairlerinin oluģturdukları zengin dil evreninin halk dilini de geliģtirip zenginleģtirdiği ileri sürülebilir. Bu husus zannedildiğinden çok daha dikkate Ģayandır. Çünkü halk dilinin geliģmesi demek bu dili konuģan halkın zihninin de geliģmesi ve aydınlanması demektir. 42 Halkın kullandığı dilin geliģmediği ortamlarda ise bireysel baģarılar ortaya çıkabilmesine rağmen dil hiçbir zaman gerçek anlamda geliģmiģ sayılamaz ve bu dili kullanan halkların ciddi eserler ortaya koyması söz konusu olamaz. 43 ĠĢte 19. yüzyıl saz Ģairlerini özel kılan nedenlerden birisi bu Ģairlerin dilindeki zenginleģmenin halka da yansımıģ olmasıdır. Bu anlamda, geliģmiģ bir zihnin göstergesi geliģmiģ bir dil olduğu için 19. yüzyıl halk edebiyatının halkın geliģimi hususunda da önemli bir amil olduğu gözardı edilmemelidir. 19. yüzyıl saz Ģairlerinin oluģturdukları dil evreninin önemini kavramamızı sağlayabilecek baģka bir örnek ise bu dönem Ģairlerini okuyan bir kimsenin lara kadar yazmıģ olan gerek Osmanlı gerek erken Cumhuriyet kökenli Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Safa, ReĢat Nuri Güntekin, Ahmet Hamdi Tanpınar vs gibi yazarların eserlerini de kolaylıkla okuyabilecek olmalarıdır. Bu da göstermektedir ki 19. yüzyıl saz Ģairlerinin yarattığı dil evreni zannedildiğinden daha geniģ bir alanı kucaklamaktadır. ġüphesiz bütün bir asırda yekpare bir yapı aramak mümkün değildir, öyle ya da böyle Ģairler arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Buna rağmen yukarıdan beri aktarılanlardan anlaģılabileceği üzere divan edebiyatına yakınlaģma, zengin bir kelime haznesi ile Ģiir yazma, çok farklı zümrelere hitap etme, dile alınan yabancı kelime ve unsurları iģleyip kullanıma sunma, yeni söyleyiģ biçimleri geliģtirme, iyi kötü bir medrese tahsili görme, entelektüel boyutu bulunan dinî tasavvufi konuları halk diline taģıma gibi özelliklerin bu dönem Ģairlerinde genel anlamda ortak olduğu söylenebilir. Kimi az kimi çok, kimi baģarılı kimi daha az baģarılı olmak üzere bu dönemin bütün saz Ģairleri yukarıda aktarılan özellikleri taģımaktadır. Sonuç Edebiyat alanındaki geliģmeleri doğrudan dilbilim alanına taģıyarak tespitler yapmak kimi tehlikeler taģımasına rağmen yukarıda aktarılanlara dayanarak Ģunları iddia etmek mümkündür: Günümüzde Türkçenin zengin bir dil olup olmadığı, yabancı kelimelerin dile zarar verip vermeyeceği türünden meseleler, yukarıda değinildiği üzere, ideolojik bir zeminde tartıģılmaktadır. Oysaki 19. yüzyıl saz Ģairlerinin kelime haznesine ve kullandıkları dile geri dönerek karģılaģtığımız sorunları çözme yoluna gidilebilir. Elbette ki olduğu gibi kelimeleri ya da dil ve üslup anlayıģını almak gerektiği ima edilmemektedir, aksine bu dönemin incelenmesinin günümüzde karģılaģtığımız sorunları çözebilmek için bize bir açılım sağlayacağı vurgulanmak istenmektedir. Örneğin hangi yabancı kelimelerin korunacağına karar vermek için bu dönem önemli bir nirengi noktası oluģturabilir. Bu bağlamda sosyal bilimler alanında karģılaģılan terminolojik sorunları aģmak için bu dönemin bize sunduğu imkânların iģlenip geliģtirilme Rahmân suresinin 26. ayetidir. Ayet tercümeleri Süleyman AteĢ in mealinden alınmıģtır; (bk. Çev.: Süleyman AteĢ), Kur ân-ı Kerîm ve Yüce Meâli, Yeni Ufuklar NeĢriyat, Ġstanbul, t.y. 41 Fuad Köprülü, Türk Saz ġâirleri, Milli Kültür Yay., Ankara 1962, s Bu konuda ayrıca bk. Ġ. Seçkin Aydın, age., s Macit Gökberk, DeğiĢen Dünya DeğiĢen Dil, Yapı Kredi Yay., 6. bs., Ġstanbul, 2008, s Bedia Akarsu, Wilhelm von Humboldt ta Dil-Kültür Bağlantısı, Ġnkılap Kitabevi, Ġstanbul, 1998, s

262 yoluna gidilebilir. Ayrıca 19. yüzyıl, dilin kullanımında denenebilecek yenilikler ve gidilecek sınırlar konusunda da bir baģvuru özelliği taģıyabilecektir. Üzerinde durulması gereken son bir husus da tarih bilinci ve günümüzü anlamak meselesiyle ilgilidir. ġöyle ki, yekpare olmamakla birlikte 19. yüzyıl saz Ģairlerinin dilinde tutarlı bir dünya görüģü bulunmaktadır. Dil bir toplumun temel karakterini anlamayı sağladığı ve zihnin bir yansıması olduğu için bu eserlerde dönemin dünya görüģünün mündemiç olduğu söylenebilir. Bunun araģtırılıp incelenmesi sadece o dönemi değil, günümüzü anlamak için de bize öngörüler sunacaktır. Oldukça uzun soluklu çalıģmalar gerektiren bu çabanın sonuç verip vermeyeceği ayrı bir konu olmasına rağmen söz konusu dönemin yukarıda temellendirilmeye çalıģılan tarihsel ve felsefi özelliklerine bakılacak olursa bunun denemeye değer olduğu öne sürülebilir. Beklenen sonuçlar bihakkın elde edilemeyecek olsa dahi bu dönemin belirtilen biçimde ele alınmasının Türkçe konuģulan dünyada dil ve tarih bilincinin geliģmesine katkı sağlayacağı muhakkaktır. KAYNAKÇA AKARSU, Bedia, DeğiĢen Dünya DeğiĢen Değerler, Ġnkılap Kitabevi, Ġstanbul, , Wilhelm von Humboldt ta Dil-Kültür Bağlantısı, Ġnkılap Kitabevi, Ġstanbul, ALTINOK, B. YaĢa, Sıdkî Baba Dîvanı, Ankara, AYDIN, Ġ. Seçkin, 19. Yüzyıl AĢık Edebiyatında Gelenek ve Yönelimler, Folklor/Edebiyat S. 33, 2003/1. BERKES, Niyazi, Türkiye de ÇağdaĢlaĢma, YKY, 15. bs., Ġstanbul, BORATAV, P. Naili, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, BilgeSu Yay., Ankara, BROWN, R. Langham, Wilhelm von Humboldt s Conception of Linguistic Relativity, Mouton&Co., Netherlands, DAĞLI, M. Yahya, Tokatlı Gedayi, Ġstanbul Maarif Kitaphanesi, Ġstanbul, ELÇĠN, ġükrü, Halk Edebiyatı, Halk Edebiyatı AraĢtırmaları-1, Akçağ Yay., 2. bs., Ankara, ENGEL, S. Morris, Language and Illumination, Martinus Nijhoff Pub., Netherlands, ERKAL, Abdulkadir, ÂĢık Sümmani, Fenomen Yay., Erzurum, FINDIKOĞLU, Ziyaeddin Fahri, Bayburtlu Zihni, Bayburt Kültür ve Yardım Cemiyeti Yay., 2. bs., Ġstanbul, GOODY, Jack, Yazılı ve Sözel Arasındaki EtkileĢim, Çev.: Osman Bulut, Pinhan Yay., Ġstanbul, GÖKBERK, Macit, DeğiĢen Dünya DeğiĢen Dil, Yapı Kredi Yay., 6. bs., Ġstanbul, GÜNEY, E. Cem-GÜNEY, Ç. Eflatun, Erzurumlu Emrah, Maarif Kitaphanesi, Ġstanbul, HAVELOCK, Eric A., Oral Composition in the Oedipus Tyrannus of Sophocles, New Literary History, Vol. 16, No. 1, Oral and Written Traditions in the Middle Ages (Autumn, 1984) , The Coming of Literate Communication to Western Culture, Journal of Communication, Vol. 30 issue 1, HUMBOLDT, Wilhelm, Über die Verschiedenheit des Menschlichen Sprachbaues und ihren Einfluss auf die Geistige Entwickelung des Menschengeschlechts, Wilhelm von Humboldt s Gesammelte Werke VI, Verlag von G. Reimer, Berlin, ĠVGĠN, Hayrettin-BOZYĠĞĠT, A. Esat, Kalecikli Mir ati, Kültür Ajans Yay., Ankara, KARADAĞ, Metin, Erzurumlu Emrah: YaĢamı, Sanatı, ġiirleri, Ayyıldız Yay., Ankara, KARAER, M. Necati, Karacaoğlan: Hayatı ve Bütün ġiirleri, Dergâh Yay., 4. bs., Ġstanbul, KAYA, Doğan, ÂĢık Rusat, Sivas Belediyesi Yay., 4. bs., Sivas, KÖPRÜLÜ, Fuad, Edebiyat AraĢtırmaları, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, , Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken NeĢriyat, Ġstanbul, , Türk Saz ġâirleri, Milli Kültür Yay., Ankara, KÖPRÜLÜZADE, M. Fuat, 19. yy. Saz ġairlerinden Erzurum lu Emrah, Ġstanbul Evkaf Matbaası, Ġstanbul, Kur ân-ı Kerîm ve Yüce Meâli, Çev.: Süleyman AteĢ, Yeni Ufuklar NeĢriyat, Ġstanbul, t.y. KUTLU, ġemseddin, Dertli, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara,

263 LEIBNIZ, G. W., New Essays on Human Understanding, Trans. Peter Remnant&Jonathan Bennett, Cambridge University Press, 2 nd Ed., New York, MARDĠN, ġerif, Yeni Osmanlı DüĢüncesinin DoğuĢu, ĠletiĢim Yay., 5. bs., Ġstanbul, Necmeddîn-i Dâye, Tasavvuf Yolu: Mirsâdü l-ġbâd mine l-mebde ile l-mead, Çev.: Halil Baltacı, M. Ü. Ġlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., Ġstanbul, OĞUZ, Öcal, Yozgatlı Halk ġairi Nâzî, Feryal Matbaacılık, Ankara, ORAL, M. Zeki, Tokat lı ÂĢık Nuri, Niğde Halkevi Yay., Ankara, REINHARD, Kurt-Ursula, Türkiye nin Müziği, C. 1, Çev.: Sinemis Sun, Sun Yayınevi, Ankara, SAKAOĞLU, Saim, ErciĢli Emrah, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara, SEÇMEN, Hüseyin, Köroğlu: Hayatı, Sanatı, ġiirleri, Deniz Kitaplar Yayınevi, Ġstanbul, TANPINAR, A. Hamdi, Türk Edebiyatında Cereyanlar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay., 11. bs., Ġstanbul, , XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, YKY, 6. bs., Ġstanbul, VANSINA, Jan, Oral Tradition As History, The University of Wisconsin Press, USA, YAVUZ, Hilmi, AĢık Veysel e Saygı, Milliyet Sanat Dergisi, S. 26, YÜKSEL, H. Avni, ÂĢık Seyrani, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara,

264 BURDUR-DĠRMĠL YÖRESĠ AĞIT GELENEĞĠNDE MĠTOLOJĠK BULGULAR Veli Cem ÖZDEMĠR * ÖZ: Burdur ili, Teke Yöresi olarak adlandırılan tarihî coğrafyanın tam merkezinde ve çeşitli kültürlerin kaynaştığı önemli bir yerleşim bölgesidir. Burdur iline bağlı Dirmil Yöresi ise Orta Asya dan getirdiği inanç ve pratikleri yeni yerleşilen coğrafyaya taşımış ve kültür kodlarını günümüze kadar muhafaza ederek gelenek ve uygulamalarını sürdürmeyi başarmıştır. Türk halk müziği ailesine hediye ettiği sipsiden üç telli bağlama ve curaya kadar, adı türkülere konu olmuş çalgılarından (Şu Dirmil in Çalgısı) şifalı sularına kadar pek çok özgün ve köklü yapıyı bünyesinde barındıran Dirmil coğrafyası, sahip olduğu kültürel değerler ve yaşattığı köklü gelenekler bakımından da ilgi çekici bir yapıya sahiptir. Coğrafi konumundan dolayı dış kültürlerle etkileşime yakın zamana kadar maruz kalmamış Dirmil de özellikle ölüm ve ağıt gelenekleri, ağıt metinlerinde tespit edilen mitolojik ve kadim motiflerin varlığı büyük bir önem arz etmektedir. Özellikle bazı pratik ve motifleri anlayabilmek için eski Türk dininin ve mitolojisinin verilerini dikkate almak gerekmektedir. Bu bildirimizde Burdur-Dirmil yöresi ağıt geleneğinde izlerine rastladığımız mitolojik bulguları Türk dünyasında ve Anadolu daki diğer yörelerde bulunan ağıt gelenekleriyle de karşılaştırarak elde edilen verileri ortaya koymayı ve böylece hakkında çok fazla bir çalışmanın yapılmadığı bu bakir alanda yapılmış olan çalışmalara katkı sağlamayı amaçlıyoruz. Bu çalışmada yer alan metinler derleme ve katılımcı gözlem metoduyla elde edilmiş ve literatür taramasıyla da desteklenerek bulgular ve sonuçlar ortaya konulmuştur. Anahtar Kelimeler: Burdur, Dirmil, Ağıt, Ağıt Geleneği, Mitoloji. MYTHOLOGICAL FINDINGS IN THE LAMENT TRADITION OF BURDUR-DIRMIL REGION ABSTRACT: Burdur province, heads in the heart of the historical geography of the region and called the blend of various cultures is an important settlement area. With regard to The region in the province of Burdur-Dirmil, beliefs and practices have been brought from Middle Asia to a new settlement that has managed to maintain the traditions and practices of geography and culture code have been maintained up to date. Turkish Folk Music to three-wire binding and curain the reed as a gift to the family, the name of the instrument has been subject of songs (current Dirmil the Instrument) hosts Dirmil geography of many within the original and radical structure to the healing waters, with its cultural values and in terms of deep-rooted traditions that lived interest has an attractive structure. Due to the geographical position, Dirmil has not been exposed until recently with foreign cultures and especially death and lament tradition, the existence of mythological and ancient motifs detected in the network of the text is of great importance in Dirmil. In particular, in order to understand some of the practice and motives the data of the old Turkish religion and mythology must be taken into account. The aim of the study is to reveal the mythological findings in Burdur-Dirmil province s lament tradition and contrats them with the lament traditions of Turkish World and Anatolia. Because we think there is no research in this area. The text for this study were obtained through participant observation method and assembly and has backed the findings and conclusions set forth in the literature. Keywords: Burdur, Dirmil, Lament, Lament Tradition, Mythology. GiriĢ Tarihî adıyla Dirmil, dayatılmıģ adıyla Altınyayla ilçesi, Akdeniz Bölgesi nde yer alan Burdur iline bağlıdır. Ġlçe, Burdur ilinin güneybatısında bulunmakta olup il merkezine 130 km, Denizli ye 125 km, Antalya ya 160 km ve Fethiye ye 90 km uzaklıktadır. Dirmil in yüzölçümü 250 km 2, rakımı ise 1300 metredir. Batısında ve kuzeydoğusunda Gölhisar, doğusunda Çavdır ve güneyinde Muğla nın Seydikemer (Fethiye) ilçeleri ile sınırlıdır (Kocaman, 2012: 3). Dirmil in rakımının yüksek olması ve çevredeki yol güzergâhından uzakta bulunması, Orta Asya dan getirdiği kadim kültürün izlerini korumasında baģlıca etken olmuģtur. Dirmil, özgün bir kültüre sahiptir. Nüfusun neredeyse tamamını oluģturan Dirmil yörüklerinin kendilerine has ağızları, gelenekleri ve kıyafetleri halen yaģamaya devam etmektedir. * Türkçe Öğretmeni, Barbaros Hayrettin Ġ. H. Ortaokulu. ozdemirvelicem@gmail.com 264

265 Koyun ve keçi sürülerinin peģinde yakılan türküler zamanla bölgenin kültürel kimliğinin bir parçası haline gelmiģ, ilçeden birçok saz ve söz ustası yetiģmiģtir. Rahmetli Kadir Turan ve rahmetli Emin Demirayak, bunlardan en meģhur olanlarıdır (Dirmil, 2007: 16). Türküler genellikle, ana vatanı Dirmil olan ve sipsi denilen yöresel bir nefesli çalgı eģliğinde söylenir. Sipsi, sulak yerlerde yetiģen kargı bitkisinin gövde kısmından yapılan, üstte beģ ve altta bir olmak üzere altı perdeden oluģan bir müzik aletidir. Ağızlık, ana kalıp ve perde süslerinden oluģan üç bölümü vardır. Dirmil Ağıt Geleneği Dirmil ağıt geleneğinin en dikkat çekici ve incelemeye değer baģlığı mitolojik boyutudur. Çünkü mitoloji, gerçek dünya ile düģler âlemi arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Ġnsanoğlu tarih boyunca sebebini o günün bilgisiyle açıklayamadığı ve korku duyduğu olayları bir takım olağanüstü olaylara ve durumlara bağlamıģ, çözüm arayıģı içinde olmuģtur. Bunun neticesinde ise efsaneler, destanlar ve mitolojiler ortaya çıkmıģtır. Dirmil gibi dıģ etkenlere kapalı kalmayı baģarabilmiģ yörelerde çok eski mitolojilerin, efsanelerin ve inanmaların izlerini görebilmek mümkün olmaktadır. Özellikle Orta Asya Türk gelenekleri, ġamanizm, Tengricilik ve eski Türk inanç yapısı, Dirmil ağıt metinlerinde sıkça karģımıza çıkmaktadır. Bunlardan bildiri konumuz olan ve ağıt metinlerinde tespit ettiğimiz durumları baģlıca Ģu Ģekilde inceleyebiliriz: Ölen KiĢinin Ruhunun Yok Olmaması ve Yeni Bir Dünyada YaĢamaya BaĢlaması Dirmil de ölüm bir son değil, aksine yeni bir hayatın baģlangıcıdır. Eski Türkler de öldükten sonra baģka bir dünyada, tıpkı dünyada yaģıyor gibi yaģayacaklarına inanırlardı (Uraz, 1994: 225). Bunu; ölen kadınların ellerine ve ayaklarına kına yakılmasından, üzerine gelinlik üç eteğinin serilmesinden, baģucuna türlü renkte çiçeklerin sıralanmasından ve erkeklerin kefenlerinin üzerine kırmızı güllerin konulmasından anlayabiliyoruz. Erkekler tıpkı askere uğurlanır gibi kırmızı gülle, kadınlar da tıpkı düğün edilir gibi kına, üç etek ve çiçekle yeni dünyalarına uğurlanmaktadır yılında Ġbrahim Özacar (1928) genç yaģta ölünce, baldızı ve dayısının kızı olan Hanife Özacar (1941) Ģöyle ağlamıģtır: Yağmır yağar yelli yelli Sular akar milli milli Ak kevinin üsdüne yollağyorun Ġrbeğem Ağamı Yakaları gırmızı güllü (Özdemir, 2015: 67) Bu ağıta göre Ġbrahim Özacar, tıpkı askere gidiyor gibi uğurlanmıģ ve yeni yaģayacağı dünyaya o Ģekilde gönderilmiģtir. Dirmil düģünce sisteminde ve inanmalarında ölen kiģiler baģka bir âlemde tıpkı dünyada olduğu gibi yiyerek, içerek, hasta olarak, iyileģerek, çalıģarak yaģamaya devam ederler. Hatta içlerinde bekâr ölenler varsa onlar orada evlenirler. Dünyadaki gibi konuģurlar, beğeni ve isteklerini birbirlerine söylerler. Ancak dünyadaki insanlar ile diğer dünyadaki insanlar irtibata geçemezler. Dünyada olup bitenleri, arkalarında bıraktıklarını merak ederler. Dünyada olup bitenlerden haberdar olmak için henüz yeni ölmüģ olan kiģinin önüne çıkarak onu karģılarlar ve dünyada ne olup bittiğini sorarlar. Cenaze sahipleri de yas ederken bu duruma dem vururlar ve ölen kiģiyle beraber eski ölenlere haber yollarlar: Eklemedir deli gönlüm ekleme Ah gari eskileri getirdin aklıma Borda olanları Hacı Yaran dağanlara değeve saklama (Özdemir, 2015: 68) Bu ağıt metninde geçen Hacı Yaran, Dirmil in eski mezarlıklarından biridir. Ölüler dünyasına giriģ, mezarlıklarda baģlar ve ölen kiģilerin mezarları özenle korunur. Çünkü ölüler dünyası ile mezarlar doğrudan bağlantılıdır ve geçiģler mezarlar vasıtasıyla olur. Bu ağıtın söylenildiği kiģi, daha yeni ölmüģtür ve ölmeden önce gördüğü ve duyduğu olayları ondan haber soracak olan eski ölenlere tek tek saklamadan söyleyecektir. Yine baģka bir ağıt metninde, 3 Aralık 1979 günü vefat eden AyĢe Ünver in cenazesine katılan ve akrabalarından olan ünlü yasçı Marife Türel, bir sene önce vefat eden oğlu Ramazan a, yeni ölmüģ ve haberci görevini üstlenmiģ olan AyĢe Ünver in ruhu ile Dirmil den haber yollamaktadır: Hacılağan elinde olur teberi Iramazan oğlana değve bakaan bollarda olan habarı! (Özdemir, 2015: 188) 265

266 Dünyada kalan insanların, ölmüģ olan yakınlarına o kadar çok söyleyecek Ģeyleri vardır ki mektup mektup, sayfa sayfa yazsalar anlatmakla bitmez. Onun için henüz yeni ölmüģ olan haberciyle (yeni ölenler âdeta bir haberci muamelesi görür) çok fazla sayıda haber gönderirler. Öyle ki ölen kiģinin on parmağının da yazı yazılan kalem olup dertlerini, sıkıntılarını, sevinçlerini eski ölenlere yazarak haber etmesi istenir. Bunun için kadim Dirmil yas kalıplarından biri Ģöyle demektedir: On barmağan galem olsun Ordağa gözellere selem olsun Önün uğur, ardın hayır (Özdemir, 2015: 68) (Eğer ölüler dünyasındaki güzellere selam gönderilmezse, onların ruhu azap duyar ve dünyada kalan dirileri rahatsız eder ) (Özdemir, 2015: 69) Ölen KiĢinin Ruhunun Bir KuĢ ġekline Bürünmesi ve Uçarak Cennete Gitmesi Eski Türk düģünce sistemine göre ölüm meleği olan Azrail, bir güvercin Ģekline bürünerek canını alacağı kiģinin karģına çıkar. Bunun en belirgin örneğini Dede Korkut Hikâyeleri nden Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Hikâyesi nde görmekteyiz. Hikâyeye göre Azrail, canını almak üzere birdenbire Deli Dumrul un karģısına çıkar. Deli Dumrul kılıcını çıkarıp da tam Azrail e vurmak üzereyken Azrail bir anda kuģ olur ve uçar gider (Ergin, 2008: 115). Öldükten sonra ruhun yaģamaya devam ettiğine dair eski Türk inancı, destanlara da yansımıģtır. Ölüm zamanında ruhun bir kuģ kılığında bedeni terk etmesiyle bağlı inanıģlar, çok eski çağlardan beri Türklerde mevcut olmuģtur. Orhun yazılı abidelerinden de anlaģıldığı gibi, ölen kağan ve beylerin ruhlarının bir kuģ gibi uçarak Tanrı katına gittiğine inanılırdı. Bu yüzden uçmak sözcüğü Ġslam ın kabulünden sonraki dönemlerde "Cennet" anlamında kullanılmıģtır (Beydili, 2003: 456). Dirmil ölüm geleneklerinde de bu anlatının izlerini açıkça görmekteyiz. Dirmil ölüm geleneğinde, efsaneye göre ölüm meleği olan Azrail, alıcı bir kuģ Ģeklinde görünerek ölecek olan kiģinin yanına gelir ve o kiģinin ruhunu bir kuģa dönüģtürerek yanında götürür. Bunun için Dirmil yöresinde BaykuĢ ve Karga hoģ karģılanmaz ve uğursuz sayılır. Çünkü Azrail onların Ģeklinde görünerek ölü çıkacak olan evin yakınlarında uğursuzca öter ve o evden mutlaka bir ölü çıkar. Ölüm olayı gerçekleģtiği andan itibaren de o evdeki bütün kapı ve pencereler açılarak ölenin kuģ Ģekline girmiģ olan ruhunun serbestçe uçup gitmesi ve evde kalan dirileri rahatsız etmemesi amaçlanır. Ayrıca ölen kiģi eğer iyi birisi ise ruhu Güvercin ve Duguk KuĢu Ģekline girerek zaman zaman eski evini ziyaret eder. Bunun için güvercin ve duguk kuģu avlanmaz ve eti yenmez. Onların eskiden insan olduklarına ve atalarının ruhlarını taģıdıklarına inanılır. Ölen kiģinin ruhunun kuģ Ģeklinde evden uçarak ayrıldığını eski bir Dirmil yas kalıbı Ģu Ģekilde haber vermektedir: GuĢ gibi uçuvedi Kafasdan gaçıvedi (Özdemir, 2015: 69) Hatta çok eski bir Dirmil efsanesine göre ölen kiģinin ruhu, kara bir kuģ Ģekline dönüģmekte ve gökler âlemine bu Ģekilde uçmaktadır (Özdemir, 2015: 69). Bunu anlatan eski bir Dirmil yas kalıbı Ģu Ģekildedir: Gara guģ oldum, uģdum havaya Ganadım gırıldı, düģdüm çöl ovaya (Özdemir, 2015: 70) Dirmil yöresinde ölmek fiilinin özel bir adı vardır. Eski Dirmil ağzında bu fiil oluģmak Ģeklinde ifade edilir. Buna göre ölen kiģiler oluģuverir. Bu fiil ol uçtu > ol uģdu > oluģtu Ģeklinde tarihî bir seyir izlemiģtir. OluĢmak ifadesi, ölen kiģinin ruhunun kuģ Ģekline bürünerek cennete uçup gittiğinin apaçık bir göstergesidir. Dirmil de kocası ölen kadınlar, yukarıda anlattığımız efsaneye uygun olarak öldükten sonra kuģ olacaklarını ve kocalarının da ulu bir ağaç, karlı bir dağ gibi kendilerine gölge yapacaklarını kadim bir Dirmil yas kalıbında Ģu Ģekilde ifade etmektedirler: Dalından yüğsek uģdum evlerim Kölgenden hoģça geģdim evlerim Garlı dağlarım, aslan beğlerim Goç yiğitlerim (Özdemir, 2015: 70) 266

267 Bu ağıt metnine göre kadınlar, ulu bir ağaç gibi kendilerine gölge yapan ve onları ömürleri boyunca koruyan eģlerinin dallarından bir kuģ olarak yüksek uçmuģlardır. Ayrıca kocaları onların karlı dağları, aslan beyleri ve koç yiğitleridir. Ataerkil toplum yapısında kadının kocasının korumasına muhtaç olmasını ve ona dayanarak ömrünü sürdürmesini açıklaması bakımından manidar bir metindir. Ölen KiĢinin Ruhunun Eski Ölüler Tarafından KarĢılanacağı ve Eğer Uygun Görülürse Tekrar Dünyaya Geri Gönderilmeye ÇalıĢılacağı Kadim Dirmil ölüm geleneklerinde, efsaneye göre ölen kiģi eğer gençse ve talihsiz bir kaza sonucunda hiç evlenmeden vefat etmiģse ya da arkasında küçük çocukları kalmıģsa, eski ölenler tarafından karģılanır ve dünyaya geri gönderilip gönderilmeyeceği bir mecliste karara bağlanır. Geri gönderilmesine karar verilenlerin geri gönderilip gönderilmediğini ağıtlardan öğrenemiyoruz. Ancak gönderilemeyenlerin ölüler dünyasında önemli mevkilere getirildiğini ve dünyadan yeni ölüp gelmiģ olan yakınlarını aralarına kabul ederek diğer dünyada rahat yaģaması için yardım ettiklerini (Özdemir, 2015: 71) ağıt metinleri Ģöyle ifade etmektedir: Veli Aksoy (1927), 25 Nisan 1970 günü vefat edince arkasından Ġbillerin Behide Deveci (1903) Ģöyle ağlamıģtır: Alın elinize, Çalın belinize Hazırladılar da yolladılar Alın gari genç Veli mizi yanınıza (Özdemir, 2015: 71) Yine Veli Aksoy un eģi Mebrure Aksoy (1930), 10 Nisan 2011 günü vefat edince, kız kardeģi Ġsmi Yurtsiper (1943) Ģu Ģekilde ağlamıģtır: Metin! Alın elinize, Çalın belinize değzem Anan varıyoru Çık da garģıla önünü (Özdemir, 2015: 71) Bu ifadelere göre, yeni ölenler, eski ölenler tarafından karģılanır ve yanlarına alınarak iyi makamlara çıkarılır. Eski bir Dirmil ağıtında, anası ölen bir kız Ģu Ģekilde ağlamakta ve daha önce ölmüģ olan babasına seslenerek, yeni ölen ve ölüler dünyasına gitmekte olan anasını karģılamasını istemektedir: Goca dağlar çekmiģ domanı önüne Ana yitirenler varıģa gelsin benim yanıma A boba! Anamı hazırladık da salıyoruz yanına Çık da garģıla anamı, garģı ucu önüne (Özdemir, 2015: 71) Yine eski bir Dirmil ağıt metni, ölüler dünyasında olan eski ölülerin önemli mevkilere geldiklerini ve dünyadan genç yaģta ölerek yanlarına gelmekte olan ölüleri karģılayarak onları dünyaya geri döndürmeye çalıģacaklarını Ģu Ģekilde ifade etmektedir: Yağmır yağar yağar da her dereleri dolduru Ölümün geldiği yeller, gül benizleri solduru Oradağa gözellerimiz Ģahan Ģahbazdır Varanlarımızı geri döndürü (Özdemir, 2015: 72) Buna göre ölümün geldiği yerlerde gül benizli güzellerin yüzleri sararıp solmaktadır. Çünkü ölümün yüzü soğuktur. Ayrıca bu dünyadan diğer dünyaya gitmekte olan yeni ölünün karģısına, önceden ölmüģ olan akrabaları çıkacaklardır ve orada ġah-ġahbaz mevkisine yükseldikleri için onu geri döndürmeye çalıģacaklardır (Özdemir, 2015: 72). Ölen KiĢinin Ölüler Dünyasında Tıpkı Dünyada Olduğu Gibi YaĢamaya Devam Edeceği Hemen her toplulukta olduğu gibi Türkler de öldükten sonra bu dünyadakine benzer bir hayat yaģayacaklarına inanıyorlardı. Proto-Türk, Hun, Göktürk, Uygur ve diğer Türk topluluklarıyla ilgili yapılan arkeolojik kazılar bu hususu destekler mahiyettedir (Çoruhlu, 2000: 121). 267

268 Dirmil ölüm geleneği ve ağıtlara göre, ölen kiģi ölüler dünyasında tıpkı dünyada olduğu gibi yaģamaya devam eder. Hatta genç olarak ölmüģse, sakalları bıyıkları beyazlar ve yaģlanır. Ancak orada ölmek yoktur (Özdemir, 2015: 72). 10 Nisan 2011 günü Mebrure Aksoy (1930) vefat ettikten bir gün sonra cenaze evine gelen akrabalarından Kızılyakalı EnbiĢ Açar (1929), kırk bir yıl önce kırk üç yaģında iken vefat etmiģ olan dayısının oğlu Veli Aksoy için (Mebrure Aksoy un eģidir) Ģu Ģekilde ağlamıģtır: Dayım oğlunu buldun mu a boba Mor combazına ak teller, düģmüģ bürümüģ mü Gelive bakağan Veli, Ananı mı buldun Kimi gördün, Kimi bildin GonĢu oldun (Özdemir, 2015: 72) Buna göre EnbiĢ Açar, çok önceleri ölmüģ olan babasına, dayısının oğlu olan Veli Aksoy u ölüler dünyasında bulup bulmadığını sormakta, eğer bulmuģsa onun yaģlanıp yaģlanmadığını merak ettiğini söylemektedir. Çünkü kırk üç yaģında iken saçı sakalı siyah olan Veli Aksoy artık ölüler dünyasında seksen dört yaģına gelmiģtir ve saçının sakalının beyazlaması gerekmektedir. Ayrıca Veli Aksoy a da seslenerek anasını bulup bulmadığını, eski ölülerden kimlerle karģılaģtığını sormaktadır. Ölüler dünyasında yaģam, tıpkı dünyada olduğu gibi devam etmektedir. Bazen genç ölenler asla yaģlanmamakta ve öldükleri yaģta kalmaktadırlar. Bunun için dünyadan genç yaģta ölerek yanlarına gelen genç erkek veya kızlarla evlenmekte ve ölüler dünyasında çocuk sahibi olmaktadırlar (Özdemir, 2015: 73). 6 Mayıs 1981 günü yirmi bir yaģında iken vefat eden Metin Aksoy, anasına göre hep yirmi bir yaģında kalmaktadır. Asla yaģlanmamaktadır yılında akrabalarından Sultan Yurtseven (1958) ile on üç yaģındaki kızı Hatice Yurtseven trafik kazası sonucu vefat edince, Mebrure Aksoy (1930) Ģöyle ağlamıģtır: Amcası, gızını vermediydi Sultan ımız vermiģ mi Oğlum gelin almıģ mı Hatça mızı gelin almıģ mı (Özdemir, 2015: 73) Buna göre yirmi bir yaģında vefat eden Metin Aksoy ile ondan dokuz sene sonra on üç yaģında vefat eden Hatice Yurtseven evlenebilirler. Çünkü Metin Aksoy ölüler dünyasında hiç yaģlanmamakta ve hep yirmi bir yaģında kalmaktadır. Yine aynı cenazede bu sefer anneannesi olan Hatice Yurtseven (1937), torunu Hatice için Ģöyle ağlamıģtır: Emin dayıma habar verin de Hatça gızı gelin etsin Feyime nenene habar verin de Durgadın Hatça sını yemekçi dutsun (Özdemir, 2015: 73) Buna göre bu ağıtı söyleyen Hatice Yurtseven in bir yıl önce vefat etmiģ olan Emin dayısına haber edecekler ve o da ölüler dünyasında torun Hatice yi gelin edecektir. Ayrıca anası Fehime Özdemir e de haber edecekler ve o da Dirmil in bir dönemine damgasını vurmuģ meģhur yemekçisi Durgadın Hatice sini tutarak düğün yemeği piģirtecektir Demek ki dünyada yaptıkları meslekleri aynen ölüler dünyasında da yapmaya ve tıpkı dünyada yaģıyormuģ gibi yaģamaya devam etmektedirler. Hiç Kimsenin Ölmek Ġstememesi ve Ölecek Olan KiĢiyi Ölüm Meleğinin Kandırıp Aldatarak Ruhunu Teslim Alması Yeryüzüne gelen bütün canlılar, mutlak surette yaģamak ve varlıklarını devam ettirmek isterler. Bu durum en inançlı kimselerden hiçbir Ģeye inanmayan kimselere kadar hemen herkeste görülür. Çünkü kiģinin canı tatlıdır ve canını teslim etmek istemez. Bunun için Yaradan, yaratmıģ olduğu kullarının canını alması için görevlendirdiği ölüm meleği Azrail ve ekibine, can verecek kimseleri aldatmalarını ve onları kendilerine inandırarak canlarını teslim almalarını emretmiģ (Özdemir, 2015: 74). Ölüm meleği ve ekibi, çeģitli Ģekillerde görünerek ölecek kiģiyi bir Ģekilde aldatır ve canını teslim alırlarmıģ. Eski Altay Türklerinin inancına göre yer altı dünyasının tanrısı olan Erlik Han da, ölümü yaklaģan insanların canını 268

269 alması için emrindeki ruhlardan Aldacı Han ı yeryüzüne gönderir ve o da insanları aldatarak canlarını alırmıģ (Karakurt, 2011: 68). Buna inanan Dirmil halkı ise bazı kadim ağıt metinlerinde Ģu Ģekilde durumu anlatmaktadır: Evini, çocuklarını kime ınandın da getdin a gızım Akan sular bılanmıģ Kimbili zağar falanca kime ınanmıģ Buna göre ölecek olan kiģi, mutlaka ölüm meleğine inanmıģ ve evini, ailesini düģünmeden teslim olmuģtur (Özdemir, 2015: 74). Çünkü bir ananın çocuklarından ayrılabilmesi için onları çok sağlam birilerine emanet etmesi gerekmektedir. Demek ki ölüm meleği çocuklarına bakacağım! diyerek ölüyü kandırmıģ ve canını almıģtır. Ayrıca ölüm meleğinin insanları kandırarak canlarını aldığını ifade etmek için Dirmil halkı kadimden beri aldırıverdik sözünü kullanmaktadır. Buna göre ölüm meleği, alıcı bir kuģ Ģekline girerek gelmiģ ve güvercin vb. kuģa dönüģmüģ olan ölen kiģinin ruhunu alarak gitmiģtir (Özdemir, 2015: 75). Buna engel olamadığına yakınan kadim bir Dirmil yas kalıbı Ģöyle demektedir: Kimisi saçlı, kimisi saçsız Kimisi diģli, kimisi diģsiz Aldırıvediler mi değzem seni (Özdemir, 2015: 75) Son yıllarda yaygınlaģan dinî baskılar sonucunda aldırıverdik gibi ifadeler kati suretle yasaklanmakta ve ağıt geleneğinin terk edilmesi için yoğun bir baskı uygulanmaktadır. Ölen KiĢinin Dünyanın Merkezinde Bulunan Ulu Ağaçtaki Dalının Kesilmesi ve Ölüler Dünyasına Geçmesi Dirmil ölüm geleneğinde anlatılan efsaneye göre yeryüzünde bulunan bütün insanların, dünyanın merkezinden gökler âlemine kadar uzanan ulu bir ağaçta kendine ait bir dalı vardır. Vakti saati geldiğinde öleceği zaman, ölüm meleği eline bir nacak alarak bu ulu ağaçtaki kiģinin dalını keser ve onun dünya ile bağlantısı kalmaz. Bunun sonucunda da o kiģi ruhunu teslim eder (Özdemir, 2015: 75). Bu inancın temelinde ağaç kültü kendini açıkça belli etmektedir. Çünkü eski Türk düģünce sisteminde ağaç, soyun devamıdır. Dallarının budanması da teker teker aile fertlerinin ölümüdür (Ergun, 2004: 17). Dirmil gibi yakacak ihtiyacını dağlardan temin eden ormanlık bölgelerde ağaçlarla ilgili efsanelerin anlatılması gayet doğal karģılanmalıdır. Dünyanın merkezinde yer alan ağaç, baģka Türk coğrafyalarında kayın ve benzeri ağaçlar olarak görülürken (Uraz, 1994: 194) ilginçtir Dirmil efsanelerine göre kara erik ağacıdır (Özdemir, 2015: 75). Mitolojik inanıģa göre, öbür dünyada her yaprağı bu dünyadaki bir insana ait olan bir ağaç vardır. O insan, yaprağı sararıp yere düģtüğü zaman ölür (Beydili, 2003: 28). Kara erik ağacı bunun için kutsal kabul edilmiģ ve Dirmil de hemen her evin önüne eskiden kara erik fidanları dikilmiģtir (Özdemir, 2015: 75). Kadim bir Dirmil yas kalıbında bu olay Ģu Ģekilde geçmektedir: Evimizin önü gara erik fıdanı Galmadık gağri bıdanı bıdanı (Özdemir, 2015: 76) Bu ağıt metnine göre Dirmil de hemen bütün evlerin önünde kara erik fidanları vardır ve Azrail ve ekibi, canlarını almak istedikleri kiģilerin dallarını ulu kara erik ağacından budayarak koparmakta ve canlarını öyle teslim almaktadır (Özdemir, 2015: 76). Budana budana kalmadık. ifadesinden, o aileden yakın zamanda pek çok kiģinin arka arkaya öldüğü de anlaģılmaktadır. Ölen Ġyi KiĢinin Ruhunun Gök Renkli Bir Elbise Ġçine Girerek Bedenden Ayrılması ve Gök Tangırı nın Yanına Ruhunun Yükselmesi Gök Tanrı inancını ve eski Türk geleneklerini günümüze kadar korumayı baģarabilmiģ olan Dirmil de, bu eski inançların çok açık izleri hayatın her safhasında ve özellikle de edebî metinlerde karģımıza çıkmaktadır. Eski Dirmil halkı, âlemleri yaratmıģ olan üstün güç sahibine Tangırı ismini vermektedir (Özdemir, 2015: 76). Bu kelime Gök Tengri ifadesinin bir baģka söyleniģidir. Eski Dirmil halkına göre âlemlerin yaratıcısı olan Tangırı, ulaģılmaz göklerde yaģamaktadır ve bunun için gökyüzüne ve Tanrının rengi olan gök e (açık mavi) saygı duyulmaktadır (Özdemir, 2015: 76). 269

270 Eski Türklerde gök mavisi renk, Gök Tanrı nın simgesi olduğu için yas ifadesiydi ve yas tutan kiģiler mavi renkte elbiseler giyerlerdi (Çoruhlu, 2000:189). Hatta eski bir Dirmil efsanesine göre ölüm meleği, Gök Tanrı nın yanına çıkaracak olduğu iyi kalpli insanları Tanrı nın en sevdiği renk olan gök renkli bir elbise içerisinde gökler âlemine çıkarmaktadır (Özdemir, 2015: 76). Aksi bir durumda kötülük yapan kimseleri ise kara renkli bir elbiseye büründürerek yerin en aģağı tabakasına götürmektedir. Ġyi kiģilerin gök renkli elbiseler içinde göklere yükseleceğini anlatan kadim bir Dirmil yas kalıbı Ģu Ģekildedir: Ölüm donun gök müydü Bu gurulu düzeni goğob de yörüğveğcek aklın yok muydu Çoruna çocuğuna bi anacık / bobacık çok muydu (Özdemir, 2015: 76) Bu ağıta göre iyi kiģilerin ölüm donu yani ölüm kıyafeti gök renklidir. Ancak bu ağıt metni de son zamanlarda artan dinî baskılar neticesinde terk edilmek üzeredir. Sonuç Sonuç olarak Dirmil ağıt metinlerinin barındırmıģ olduğu efsanevi ve mitolojik öğeler çok dikkat çekici düzeydedir. Bu metinlerin asıllarına sadık kalarak günümüze kadar gelebilmiģ olmaları destandan ağıtlara geçiģte kilit taģı görevi görmekte ve sonraki ağıt çalıģmalarına önemli bir kaynak teģkil etmektedir. Ancak yüzlerce yıl kendini ve kültürünü dıģ etkilerden koruyabilmiģ olan Dirmil coğrafyasında özellikle son on, on beģ senedir hızla artan yanlıģ dinî yönlendirmeler ve bunun beraberinde getirmiģ olduğu toplumsal baskı, aynı zamanda hızla artan teknolojik geliģmeler sonucu televizyon ve bilgisayarın yaygınlaģması, bu tür metinlerin çok hızlı bir Ģekilde unutulmasına ve yok olmasına sebep olmaktadır. Ağıt metinlerinde tespit edilen mitolojik ve kadim motiflerin varlığı büyük bir önem arz etmektedir. Özellikle bazı pratik ve motifleri anlayabilmek için eski Türk dininin ve mitolojisinin verilerini dikkate almak gerekmektedir. Bu bildirimizde Burdur-Dirmil yöresi ağıt geleneğinde izlerine rastladığımız mitolojik bulguları Türk dünyasında ve Anadolu daki diğer yörelerde bulunan ağıt gelenekleriyle de karģılaģtırarak elde edilen verileri ortaya koymaya ve böylece hakkında çok fazla bir çalıģmanın yapılmadığı bu bakir alanda yapılmıģ olan çalıģmalara katkı sağlamaya çalıģtık. Bu çalıģmada yer alan metinler derleme ve katılımcı gözlem metoduyla elde edilmiģ ve literatür taramasıyla da desteklenerek bulgular ve sonuçlar ortaya konulmuģtur. Bütün ağıt çalıģmaları yapılan bölgelerde özellikle efsanevi ve mitolojik temellerin araģtırılması, geleneklerin ortaya çıkıģ nedenlerinin tespit edilmesinde ve geçmiģle gelecek arasında sağlam temelli bir bağlantı kurulması yolunda çok büyük bir boģluğu dolduracaktır. KAYNAKÇA BEYDĠLĠ, Celal, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Yurt Yay., Ankara, ÇORUHLU, YaĢar, Türk Mitolojisinin Ana Hatları, Kabalcı Yay., Ġstanbul, DĠRMĠL, Altınyayla Burdur Dirmil, Kültür, Eğitim ve Sosyal YaĢam Dergisi, Temmuz, ERGĠN, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, Boğaziçi Yayınları, 41. bs., Ġstanbul, KARAKURT, Deniz, Türk Mitoloji Ansiklopedisi Türk Söylence Sözlüğü, e-kitap, KOCAMAN, Nihan, Burdur Altınyayla (Dirmil) Kırsal Dokusunu Koruma Önerisi, Ġstanbul Teknik Ü. Fen Bilimleri Ens. Mimarlık Anabilim Dalı, YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Burdur, ÖZDEMĠR, Veli Cem, Burdur-Dirmil de (Altınyayla) Ağıt Geleneği ve Ağıtlar, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Halk Edebiyatı Bilim Dalı, YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, Ankara, URAZ, Murat, Türk Mitolojisi, DüĢünen Adam Yayınları, 2. bs., Ġstanbul,

271 EĞĠTĠM KNOWLEDGE, ART ARTIFACTS, CONTINUING MEDICAL EDUCATION IN OTOLOGY Pavel DIMOV * Miroslav DIMOV ** ABSTRACT: The knowledge of universe is linked with parole vibration and hearing. New international conditions at the end of the last century were the base to start students and doctors trans-borders mobility in the Balkans. This study focuses on the review of experience on continuing medical education in otology and special pedagogy-music. In our study, 15 years CME were analysed: 14 international conferences, 4 temporal bone dissection courses, e-journal ProOtology; 10 symposiums of nursesocial health-cares; 4 percussions concerts by Fortissimo Family-America for Bulgaria and 2 years experience of musical therapy with percussions at Children Hospital. As a result, International meetings led to the renovation of the Balkan SORL- HNS, founding of Balkan Journal "ProOtology", introduction of CME forms and instruments. The inclusion of music therapy improves the psycho-emotional state of children in the hospital. Keywords: Otology-CME, Musical Therapy. BĠLGĠ, SANAT ESERLERĠ, OTOLOJĠDE DAĠMĠ TIP EĞĠTĠMĠ ÖZ: Evren bilgisi söz titreşimi ve işitme ile ilişkilidir. Geçen yüzyılın sonunda gerçekleşen yeni uluslararası koşullar Balkanlar'da öğrenciler ve doktorlar için sınır ötesi hareketlilik başlatmak için bir temel oldu. Bu çalışma otology ve özel pedagojide müzik eğitiminde devam eden deneyimlerin incelemesine odaklanmaktadır. Çalışmamızda 15 yıllık CME analiz edilmiştir: 14 uluslararası konferans, 4 temporal kemik diseksiyonu kursları, e-dergi ProOtology; Hemşire-sosyal sağlık bakımı üzerine 10 sempozyum; Fortissimo Aile Amerika tarafından Bulgaristan için 4 vurmalı çalgılar konseri ve Çocuk Hastanesinde 2 yıllık perküsyon ile müzikal tedavi deneyimi. Sonuç olarak, uluslararası toplantılar Balkan SORL-HNS nin yenilenmesine, Balkan Dergisi "ProOtology"nin kurulmasına ve CME araçlarının tanıtılmasına vesile olmuştur. Müzik terapinin dahil edilmesi hastanede çocukların psiko-duygusal durumunu iyileştirmektedir. Anahtar Kelimeler: Otoloji-CME, Müzikle Tedavi. Introduction Knowledge around the universe depends upon parole, hearing and vibration. The use of the latest technologies and interactive devices successfully spread and expand knowledge worldwide. The science disclosure of material microstructure boost understanding of the universe and thus of every living creature. Evidence for harmony in space-vector equilibrium, torus as a self-recovery system, golden ratio, Fibonacci number has been found in our small world as well as in the cosmos. Various scientists in economics, mathematics, architecture, and futurity, such as Foster Gamble, Arthur Young, Buckminster Fuller, and Dual Elgin describe knowledge as a seed of life, a flower of life, a tree of life. Such artifacts are found in the Osirian Temple, Egypt, Kabile, Bulgaria, Ephesus Temple, Turkey; Forbidden City, China; Gold Temple of the Sikhs, India; lowland circles, England (Gamble, 2012). Art artifacts and findings have been documented in the Zagore-Varna old culture of years (Dimov, P., 2008: 205; Kalchev, 2011: 27; Smolenov, 2012: 29). Technological progress has led to a change in the condition of mankind. Communication between human races accelerates progress towards improving quality of life. These conditions have led to new thinking and organizations. The creation of different associations in the world as USA Thrive movement, * Prof. Dr., Trakia University Stara Zagora University Hospital Head Otorhinolaryngology Clinic, Bulgaria. pddimov@abv.bg ** PhD Student, Brass wind and Percussion Instrument Department National Musical Academy Prof. Pancho Vladigerov, Sofia, Bulgaria. 271

272 Sequoia symposium, some in medicine - European Academy of Otology and Neuro-Otology, European Academy of Otorhinolaryngology, Head-Neck Surgery, etc. - indicate recent development in biologic sciences and especially in otology and neuro-otology (Gamble, 1997; Magnan, 1997). The political changes over the last 20 years in the Balkans, in Europe and across the world have provided opportunities for a new level of relationship in science among all countries. The new international conditions at the end of the last century set the basis for mobility of students, doctors and staff across the border in Thrace, Balkans and EC. Prof. Dr. Jan Grote project 100 ENT Clinics from Eastern and Western Europe served as the first step toward starting scientific meetings and continuing medical education between the Balkans and other European countries. These relationships met European standards and forms of education. During these years, medicine in the European Union has excelled, has introduced new tools for treatment and has established interdisciplinary relations with social activities and special pedagogical specialists. Joint programs have been implemented, particularly in patients with an extended hospital stay. This applies especially to children with disturbances in their psycho-emotional condition and quality of treatment. The tradition in every EU modern clinic is to integrate music therapy as part of the complex treatment of such patients. We appreciate the importance of implementing a long-term, sub-specialty, quality training in otology and neuro-otology of treatment and additional opportunities for special pedagogy, especially in music therapy (Dimov, M., 2015: 45). Here, we present part of the realized events and experience. Materials and Methods 15 years ( ) continuing medical education (CME) in otology and neuro-otology forms and instruments at Trakia University Stara Zagora are included (Table 1): 14 international conferences in otology and neuro-otolo Table 1: Part of Forms for Continuing Medical Education in Otology and Neuro-Otology, Trakia University, Stara Zagora, Bulgaria Forms for Continuing Medical Education in Otology and Neuro-Otology Date 2014 Hearing Loss - Functional Diagnostic and Treatment. International, Interdisciplinary May 23-25, 2014 Conference EAONO, Stara Zagora, Bulgaria For a few Children with Visual and Hearing Impaired. Interdisciplinary Round February 28, 2014 Table, Guest Lecturer Plamen Taushanov, Sofia 2013 Functional Surgery in Otology and Rhinology. International Conference, EAONO, October 18-19, 2013 St. St. Konstantin and Elena, Varna, Bulgaria Official Celebration of the Life and Heroism of Sv. Ivan Rilski; Concert Octet "St. Joan Damaskin", St. St. Konstantin and Elena, Varna, Bulgaria October 19, 2013 Innovative Technologies Related to Health - Endoscopic Minimally Invasive February 8, 2013 Surgery, Technology Related to Health. Round Table;Stara Zagora, Bulgaria 2012 Official Celebration of the Life and Heroism of St. Ivan Rilski Miraculous. Music October 19, 2012 Concert, Hall State Opera Stara Zagora "The Future". First Interdisciplinary e-conference, Trakia University; EAONO, October 19, Official Celebration the Life and Heroism of St. Ivan Rilski Miraculous, Concert Opera Stara Zagora, Bulgaria October 19, ORL Imaging - Clinical and Surgical Applications. Interdisciplinary, International Conferece, Stara Zagora Mineral Baths, Bulgaria September 17-19, From Theory to Practice, 10th Jubilee International, Interdisciplinary Con-ference in Otology and Neuro-Otology, EAONO, Stara Zagora, Bulgaria Medical and Social Aspects of Deafness. Challenges in our Country and the European Union. Regional Round Table Stara Zagora, Bulgaria May 8-10, 2009 January 26, Social Work, Education and Practice. Regional Round Table, Grand Hall, District June 4,

273 Administration of Stara Zagora, Bulgaria Francophone ORL - Head and Neck Surgery Conference. EAONO, St. St. Constantine and Elena, Varna, Bulgaria Medical and Social Aspects of Diseases of the Head and Neck. Challenges Facing us as a Member of the EU. Regional Round Table, Stara Zagora 2007 Workshop French Cultural Institute, Embassy of France in Bulgaria. Cultural Attache Katherine Suward, Sofia, Bulgaria 2006 Rehabilitation of the Middle Ear. International, Interdisciplinary Conference, EAONO, Stara Zagora Mineral Baths, Bulgaria rd Symposium St. Ivan Rilski Miraculous. Interdisciplinary Meeting. Stara Zagora Mineral Baths, Bulgaria Pediatric Otology. International, Interdisciplinary Conference, EAONO, Zagora Mineral Baths, Bulgaria Stara nd Symposium St. Ivan Rilski Miraculous. Interdisciplinary Meeting., Stara Zagora Mineral Baths, Bulgaria 4 th Balkan Congress of Otorhinolaryngology, Head and Neck Surgery, Sunny Beach, Bulgaria Intensive Summer Course. International Meeting in Otology and Neuro-Otology, EAONO, Sunny Beach, Bulgaria Modern Tendencies in the Surgical Treatment of Deafness - Socially Significant Diseases; Prof. Dr. Ivan Tsenev, Stara Zagora, Bulgaria 2003 Rilski Symposium "Prevention of Socially Significant Diseases" Dedicated to St. Ivan Rilski Miraculous. Stara Zagora Mineral Baths, Bulgaria Vertigo Meeting. International Conference in Otology and Neuro-Otology, EAONO, Stara Zagora, Bulgaria 2002 Friendly Meeting. International Forum in Otology and Neuro-Otology EAONO, Stara Zagora, Bulgaria 2001 Official Scientific Session Dedicated to St. Ivan Rilski Miraculous. Drama Theater Stara Zagora, Bulgaria Reactivation of Balkan Society of Otorhinolaryngology, Head and Neck Surgery, Board Meeting 11th Panhellenic ORL Congress, Athens, Greece 3 rd Seminar in Otology and Neuro-Otology. 3 rd Videoseminar, EAONO, Interdisciplinary, International Meeting, Stara Zagora, Bulgaria nd Seminar in Otology and Neuro-Otology. 2 rd Videoseminar, EAONO, Interdisciplinary, International Meeting, Stara Zagora, Bulgaria May 25-27, 2008 April 8, 2008 April 3, 2007 June 2-4, 2006 October 19-21, 2005 June 16-19, 2005 October 15, 2004 September 30-October 3, 2004 June 06-08, 2004 April 22, 2004 October 15-16, 2003 May 15-18, 2003 May19-23, 2002 October 16, 2001 June 21, 2001 May 24-26, 2001 May 19-20, 2000 Pro Otology website of non-profit association Pro Otology. Idea and Design Prof. Dr. Pavel Dimov, Stara Zagora, Bulgaria May 21, st Seminar on Otology and Neuro-Otology. 1st Videoseminar, EAONO, Interdisciplinary Meeting, Stara Zagora, Bulgaria May 21-22, 1999 gy, including 4 temporal bone dissection courses, Balkan Journal of Otology and Neuro-Otology (BJONO) , e-journal Pro Otology, CD-ROM of 1st and 2nd Seminars in Otology and Neuro-Otology, ; 10 interdisciplinary symposiums, meetings and round tables of nurse, social health, spiritual cares, 4 official concerts devoted to St. Ivan Rilski Miraculous, Pro Otology Web ; Special pedagogy-arton, Varna art musical therapy program, It sets specific goals for achieving full mental health and quality of life of patients with cancer and chronic blood disorders aged 3 to 18 years and their families; 2 years of experience in musical therapy with percussions at the Children s Specialized Hospital, with 273

274 Onco-Hematologic Diseases, Sofia. Different percussion instruments and performances are shown during percussion lessons (xylophone, glockenspiel, marimba, indian drums, small drums, crotals, tambourine, tarambuka, tamburo, guiro, jingle bells, jingle sticks, etc.); 4 percussion concerts for children and their parents with Fortissimo Family, America for Bulgaria, National Musical Academy Prof. Pancho Vladigerov ; Retrospective study was analyzed. Results and Discussion The beginning of the international relations in the Trakia region was realized in 1998, in a meeting with Assoc. Prof. Dr. Pavel Dimov, Dr. Cem Uzun and Prof. Dr. Ahmet Karasalihoglu, ORL Clinic, University Hospital, Fig 1 Continuing Medical Education in Otology and Neuro-Otology 274

275 Posters Part Conferences, Symposiums, Courses, Round Tables etc Fig 2 Continuing Medical Education in Otology and Neuro-Otology, Instruments: Web Page, Pro Otology Journal, CD-ROM, Proceedings 1 st and 2 nd Seminar in Otology and Neuro-Otology Trakya University, Edirne (Dimov, P., Uzun, C., 2015: 57; Dimov, P., 2015: 135, 147; Fig 4). The next bilateral collaborative project Prof. Dr. Jan Grote was realized at the ORL Clinics, Stara Zagora and Heraklion, Crete, head Prof. Emmanuel Helidonis. This relationship proved very useful for a long time (Dimov, P., 2015: 151). The organized scientific forums in otology and neuro-otology Stara Zagora 1999, 2000, 2001, 2002, 2003 included participants from Balkan countries, such as Bulgaria, Turkey, Greece, 275

276 Fig 3 Miroslav Dimov Musical Therapy with Hospital Children (Blue Dress) and America for Bulgaria, Fortissimo Family, Children and their Parent Percussion Concert Serbia and Macedonia. The invited lecturers were distinguished professors, such as Prof. Dr. Jacques Magnan, Prof. Dr. Emmanuel Helidonis, Prof. Dr. Ahmet Karasalihoglu, Prof. Dr. Metin Onerci, Prof. Dr. Keehyun Park, etc. (Tab. 1); (Dimov, Valkanov, 1999: 1-139; Dimov, Valkanov, 2000: 1-208; Dimov, 2001, Dimov, 2015: 135). The first interdisciplinary, international forums were a step toward a relationship between ORL specialists in the Trakia region, the East Balkans and the EC. These scientific events led to the reactivation of the Balkan Society of Otorhinolaryngology, Head-Neck Surgery, and foundation of Pro Otology, Balkan Journal of Otology and Neuro-Otology (Fig 2), (Dimov, P., 2004: 1-48, 49-98; Dimov, P., 2015: 132). The web page Pro Otology was created as an interactive tool for education in All events were presented with a program and meeting information each year. The volume contents of Pro Otology BJONO were organized in electronic format. (Dimov, P., 2001). The realized meetings included 4 cadaver dissection courses. EU forms and instruments of education of new subspecialty neuro-otology continued in the next years. Official guests of scientific meetings in otology and neuro-otology were Prof. Dr. Hans-Peter Zenner, Prof. Dr. Karl Huttenbring, Prof. Dr. Klaus Jahne, Germany; Prof. Dr. Mirko Tos, Denmark; Prof. Dr. Erwin Officers, Belgium; Prof. Dr. Christian Dubreuil, France; Prof. Dr. Dan Fliss, Israel; Prof. Dr. Franco Trabalzini, Italy etc. In parallel, scientific interdisciplinary events discussed important social diseases such as deafness and its manifestations in childhood. Organized forums, dedicated to the spiritual patron of Bulgarian people St. Ivan Rilski Miraculous, reflected united efforts of various specialists, including oto-rhino-laryngologists, special pedagogics, speech therapists, and social workers. Interesting real-life topics and problems were 276

277 Fig 4 Part of Bilateral ORL Clinics Relationship Trakia University Stara Zagora and Trakya University Edirne; Last Row: Prof. Dr. A. Karasalihogou, Assoc. Prof. Dr. Cem Uzun, Assoc. Prof. Dr. P. Dimov, Dr. M. Milkov, Prof. Dr. M. Tos, Prof. Dr. T. Karchev included in programs and the proceedings papers (Tab. 1, Fig. 1, 2) (Dimov, P., 2003: 1-123). The official concerts in 2011, 2012, 2013, in honor of St. Ivan Rilski Miraculous, were performed for children and their parents by the Orthodox octet group St. Joan Damaskin, the Trakia students percussion group, Trakia Soloists and traditional folklore ensembles. The "Nobel Drummers" and Fortissimo Family training concert served to stimulate children s knowledge of sound, music and art ( Fig. 3). Music and dances have always been the main instrument of psycho-emotional impact and practice in special pedagogics especially in children with prolonged hospital stay. Children played the musical instruments in the lifegiving rhythm of various Bulgarian horos. Every child could appreciate for himself something from the treasure of music and shared with his parents what instruments were played in their group and what rhythms and melodies were the most popular. Sounds, colors, patterns and melodies touched everyone with love and care! Music sets the mood and certainly helps during the long and difficult process of healing and recovery, especially when in the hospital (Dimov, M., 2015: 45). Translations of TV broadcasts concerning CME in otology were performed: Complex Rehabilitation for Deaf People, BNT Sofia, 2015; Francophone Conference in Otorhinolaryngology, Head and Neck, BNT 2008; Rehabilitation of the Middle Ear, Broadcast for Deaf People, BNT 2006; Rehabilitation of the Middle ear, TV Stara Zagora, 2006; Rilski Symposium, Vereya Cable Stara Zagora 2005; Pediatric Otology, BNT Sofia 2005; Intensive Summer Course in Otology and Neuro-Otology, BNT Sofia 2004; Department of Otorhinolaryngology, Stara Zagora, BNT Sofia, Conclusions Bulgaria as a member of EU must take steps and opportunities to incorporate various methods of improving the psycho emotional state and assure children s comfortable stay in the hospital during prolonged treatment. Standards of health care need to be introduced, offering attractive music lessons with 277

278 various instruments, with a marked interest in percussion as a form of complex education and treatment. The first scientific meetings between two ORL Clinics in Thrace - Stara Zagora and Edirne were the beginning and the driving force for Balkan ORL collaboration. Thanks to the utilized forms and instruments of CMЕ, there was dissemination and expansion in knowledge of the background, in the value of health care quality, and in international collaboration at the standards of the European community. REFERENCES DIMOV, M., Musical Therapy with Drum Instruments in Children s Hospital Parients, 15 Years Continuing Medical Education in Otology and Neuro-Otology, ed. P. Dimov, Domino House, Print Duga+ Stara Zagora, Bulgaria, DIMOV, P., 15 Years Continuing Medical Education in Otology and Neuro-Otology, ed. P. Dimov, Domino House, Print Duga+ Stara Zagora, Bulgaria, , Chronic Otitis Media-Diagnostic, Treatment and Qualification of Otosurgeons. Dissertation MSc, Sofia, , Pro Otology, web. ed. P. Dimov, Domino House, Stara Zagora, 2001; , Pro Otology, Balkan Journal of Otology and Neuro-Otology, ed. P. Dimov, Vol. IV, Print 2M, Stara Zagora, , Proceedings of the Rilski Symposium on Prevention of Socially Significant Diseases, October 15-16, Print House 2M Stara Zagora, , UZUN, C., Dissemination of Scientific Collaboration in Thrace to the Balkans: the Otolaryngology Example, Abstract In: 15 Years Continuing Medical Education in Otology and Neuro-Otology, ed P. Dimov, Domino House, Print Duga+ Stara Zagora, Bulgaria, , VALKANOV, P., 1 st Seminar on Otology and Neuro-Otology 1999, Domino Press Publishers, Stara Zagora, , , 2 nd Seminar on Otology and Neuro-Otology, 2000, Printing Shibilev Stara Zagora, , , Seminar on Otology and Neuro-Otology, 1st and 2nd Videoseminar May May 2000, CD-ROM, ed. P. Dimov, Domino House Stara Zagora, GAMBLE, F., Sequoia Symposium Cincinnati, Ohio Princeton University, , Thrive What On Earth Will It Take ~ Full Movie KALCHEV, P.-KANEV, N.-FILIPOVA, L. Stara Zagora 8000 Years. The Genesis of Europe, Zonta Club, Print Stara Zagora, 2011: MAGNAN, J., European Academy of Otology and Neuro-Otology. SMOLENOV, Hr., Zagora-Varna Hidden Super Culture, Apollo Varna,

279 COMMUNICATING WITH ART MUSIC-OPPORTUNITIES FOR THE DEVELOPMENT OF EMOTIONAL INTELLIGENCE OF CHILDREN Penka MARCHEVA * ABSTRACT: The purpose of this proceeding is to make theoretical and applied study of some technological practices in order to work on emotional intelligence in terms of musical and art education in primary school. The object of our study are some technological practices to develop children's emotional intelligence. The theoretical part examines the views of a number of authors related to the nature of emotional intelligence. The practical part examines some of the technological capabilities of the musical training of primary school age. In our practical work we have used Cards for emotional development through art. The cards are used in activities, based on a piece of musical or art work. The proposed set is practically applicable for each piece of work, which is included in the educational contents, not only at preschool, but also at primary school. Keywords: Art, Musical Art, Cards for Emotional Development Through Art, Emotional Intelligence, Pedagogical Techniques of Work. SANATLA MÜZĠĞĠN ĠLETĠġĠMĠ-ÇOCUKLARIN DUYGUSAL ZEKÂLARININ GELĠġMESĠ ĠÇĠN ĠMKANLAR ÖZ: Bu çalışmanın amacı, teorik olarak ilkokuldaki müzik ve sanat eğitiminde etkili olan duygusal zekânın nasıl işlediğini gösteren teknolojik faaliyetlere odaklanmaktır. Çalışmamızda çocukların duygusal zekâlarını geliştirmek için uygulanabilecek teknolojileri ortaya koyacağız. Teorik kısımda ise duygusal zekâya ilişkin yazarların bir dizi görüşleri incelenmiştir. Çalışmamızın uygulamalı kısmı ise ilköğretimdeki müzikal eğitim teknolojilerini değerlendirmektir. Uygulamalı çalışmamızda Sanatla Duygusal Gelişim Kartları nı kullandık. Bu kartlar müzik ve sanat çalışmalarındaki aktivitelerde kullanılmıştır. Bu yapı sadece okul öncesinde değil, ilköğretimdeki eğitimsel içerikli her çalışmada kullanılacak bir düzeydedir. Anahtar Kelimeler: Sanat, Müzikal, Sanatla Duygusal Gelişim Kartları, Duygusal Zekâ, Pedagojik Çalışma Teknikleri. Introduction Аny person's individual and social fulfillment is determined by the development of ethical norms of behavior and skills which can be build in the primary school age. In the modern society we more often have to prove our qualities. Achieving the desired success involves not only cognitive potential, but also developed social, communicative and adaptive skills. Complex expression of these skills is the emotional intelligence. Purpose and Tasks of Publication The aim of this publication is To investigate the scientific literature, related to emotional intelligence, and to offer techniques for an effective pedagogical activity in this direction, using the textbook "Cards for emotional development through art." The goal implies formulation of the following tasks 1. To make a theoretical review of the scientific literature on the referred question; 2. To introduce techniques for pedagogical interaction for developing emotional intelligence in children of primary school age. Theoretical Aspects of the Problem The concept of emotional intelligence involves skills that person usually applies in his/her life to make it successfully realized. According to D. Goleman, this is a complex ability that involves skills like "to motivate yourself, to show constancy in difficult moments, to control impulses and to postpone reward * Assoc. Prof., Pleven Сollege of Pedagogy University of Veliko Tarnovo, Bulgaria. penka_mar4eva@abv.bg 279

280 of your efforts, to regulate your moods and do not let anxiety to interfere with your thinking, to empathise and to live with hope. (Goleman, 2002). This aspect and the theory of American psychologist H. Gardner on multiple intelligences, developed in his book "Frames of Mind: The Theory of Multiple Intelligences". In the book the author presents a new opinion for the nature of intelligence, which is diametrically opposed to the almost a century dominant idea of homogeneity and universality of this human ability, which realizes itself on the quality and properties of the mental processes of reasoning, problem solving and understanding the abstract. According to H. Gardner the complex nature of the personal intelligence is its distinctive feature. In the original model, consisting seven intelligences, he includes intrapersonal and interpersonal intelligence (Gardner, 2011). Intrapersonal intelligence is manifested in people's ability to look at themselves, to own an effective model, including their own emotions, attitudes, hopes and fears. The important thing is the individuals' ability to use this information in their experience. Interpersonal intelligence suggests a manifestation of the ability to understand the others, it's intentions, motivations and desires. It is particularly important in the development and implementation of an effective cooperation with the people around us. Skills in this area contribute to the socialization of the small pupil, for its positive development within the school community and for his emotional well-being in it. In defining the concept of emotional intelligence, M. Gituni refers to the following interrelated aspects: Understanding (reading) of its own and others emotions, Balance (management) of emotions, Self motivation, Capturing the others' emotions (empathy), Control (mastering) of interpersonal relation (Gituni, 2003). The period of primary school age is that piece of human life, in which can be worked intensively on these aspects. What Actually Happens? Being committed in their everyday lives, parents more often do not have time for emotional communication with their children. They (the children) on the other hand, frequently observed aggressive behavior models, devoid of understanding, compassion and empathy towards the others, observed the inability of adults to adequately express their own emotions. Unfortunately, distracted with covering the state educational requirements, teachers also do not have time to develop young students emotional skills and self-regulation. This aspect is far away from their work and is entirely related to their motivation and finding time in which instead of doing tests to work toward emotional development of students. In order to make such an activity it is necessarily the teacher to be prepared for this. Therefore teacher training is also essential - for the present and for the future once (Marcheva, 2014). In this case in front of them there is the question: How to work for the development of young students emotional skills? Opportunities in this direction could be achieved through art. Observations show that subjects from the so-called "Aesthetic cycle" are often overlooked. It is known that these classes are used by some colleagues to complete work on the obligatory training of young pupils. There is another observation: For example, in Music syllabus and not only there is underlined that art is a tool for developing the emotional sphere of adolescents. The works in the learning content have been selected by historical, thematic or genre principle, but there is no principle of selection regarding their emotional content. It seems as though the formation of value system through the emotional message, carried by the work of art, is left behind. Some opportunities in this direction are well spent in the classes of "Activities by interests" included by some schools with all day organization and in the work on some projects. Practical Aspects of the Problem In this part of the publication is presented technological option for the development of small pupil's emotional intelligence by Cards for emotional development through art. (Marcheva, 2015). This is an author's textbook, representing a set of cards which can be used to develop personal emotional spectrum through art both at children in norm as well as with SEN and other developmental 280

281 disorders in ages between 4 and years. The focus at work with the card is on the development of emotional intelligence in terms of education through art. The cards contain images of fifteen emotional states which can be related to the artistical message of the musical pieces, works of fine arts, literature, photography and other art forms. These emotional states have equivalents in the so-called artistic emotions. (Holopova, Petrushin, Medushevskiy etc.). The musical emotion, respectively art emotion is determined by C. Holopova as "a process, result, image and attempt of the musical, including personality's artistic experience." (Holopova, 2009) According to the author music expresses human emotions and has influence on them, transforms them into specific emotions from artistic order and creates such once, which are inherent in other arts.... (Holopova, 2009) Scientific views of V. Holopova are eloquent proof of the statement that art is one of the most accessible and effective means for the development of human emotions. This is the idea of "cards for emotional development through art. The aim is reading the emotional message into artistic process and referencing to their own moods, experiences and relationships. The activity is directed to enrichment of child's emotional vocabulary. Having regard to the specific features of the individual cases, the assessment of the manner of its use is entirely in the teacher's hands. When working with children in norm, besides the image, in the cards are used names of emotional moods. They are translated both into Bulgarian and English, because in addition to the purpose for development of emotional intelligence, could be placed another educational purpose - enrichment of children's lexical stock in two languages for creating emotional vocabulary. On the back side of each card there are additional definitions which redefine the relevant condition, but not all of the definitions are its synonyms, because it is expected also discovering and enrichment of the emotional spectrum through shades. The package also contains eight cards which are intended in assistance to the teacher. They contain questions related to reading and expressing their own feelings and emotions, as well as emotions to people in the child's environment, based on the work of art. Their content actually represents the path by which it is better to pass the pedagogical interaction between child and teacher. The artistic material is at the choice of the pedagogue. The proposed set is practically applicable for any piece of work involved in the educational content as for kindergarten and preparatory group, as well as for the initial stage of learning. The use of this textbook is possible also independently, without the use of any artistic material. It can be used by parents and children, teachers and psychologists for a game, training or diagnostics. Pedagogical Techniques for Working with Cards for Emotional Development through Art The pedagogical techniques which are presented in this part of the publication are structured in the following pattern: situation methods organization description They are intended to work in terms of one of the first emotional skills needed by the modern person - identifying, naming and reading emotions. For good results it is better their development to begin in early childhood. Game with Cards for Emotional Development 1. "Show how you feel" Situation: Naming and understanding their own emotions. Carrying out communications in the group. Methods and organization of the group: conversation, circle of talks (In Rizov, 2008). Description Step 1. Teacher shows cards to the children and explains different situations. Children are expected to illustrate with a card the emotions associated with this situation. For example: I got a gift for my birthday. (cheerful, exciting, festive); I could not cope with the my home tasks and they scolded me. (anxiously, gloomy, depressed); I'm going to a birthday party with a friend. (funny, thrilling, festive); I broke the vase on the table and they punished me to stay out (scary, sad, disturbing). Children are given the opportunity to show their feelings through the cards by choosing one or more of them. Step 2. Children suggest examples of other situations in experiencing emotions, illustrated with the cards and offer solutions to deal with the negative ones. Use card with questions When you feel this way? 281

282 In what other situations would you feel the same way?, How do you cope with the feelings when you are/ feel...? 2. Find yourself through music, verse, painting Situation: Naming and understanding of artistic emotions and connecting them to personal feelings and relations with others. Establishing the communication in the group. Method and organization of the group: conversation, circle of talks (Rizov, 2008). Description Step1. After percepting parts from different in mood music, literature or visual works, children associate the message in the work with an emotional card. Here could be used cards with the questions What mood does the art/music work create? What do you feel while listening/ looking at the piece of music/art? and fragments of artistic works. Suitable are pieces with contrasting character: for example music plays Birdhouse or Cuckoo in the woods from Carnival of the Animals by Camille Saint- Saëns, paintings or presentation containing slides with presentations - such as Spring and Winter of Keazin Isinov or poems, dedicated to the autumn of Dimitar Svetlin and Trajko Simeonov. In this case, the selection of the pieces of work is dictated by considerations for the use of works by one and the same theme, but contrasting by mood, in order to reach the concept of the large emotional possibilities of artistic works, justified by the subjective attitude, perception and interpretation of the artist, refracted through the children's sensitivity. Children illustrate their answers with cards representing emotions. Step 2.1. They are used cards with questions in which is making an attempt for an analogy between the mood in the work and the own feelings Can you identify yourself with this piece of art/ music? Why? In what other situations would you feel the same way?, How do you cope with the feelings when you are/ feel...? Step 2.2. In the package are provided cards for expression of emotional relationships to the others, based on artistic works. In this case can be used the cards Who can you relate this piece of art/ music to?, If you were a composer or an artist, who would you portray with this work?, How do you cope with the feelings when you are/ feel...? (eg anxious because of someone). In both varieties of the second steps are used as answers some additional definitions from the back sides of the cards, as a result of that is working for enrichment of small pupil's emotional vocabulary and lexical stock, as well as for recognition of the shades of the basic conditions. Conclusion The proposed pedagogical techniques, associated with the use of Cards for emotional development through art, is only a small part of the possibilities for creating emotional skills of young students which are the basis of their emotional intelligence. This complex capability, important for the modern person, could be developed in terms of art education, as long as the pedagogue fully exploit all the given opportunities. REFERENCES GARDNER, H. (2011), Frames of Mind: The Theory of Multiple Intelligences. GITUNI, M. (2003), Emotional intelligence, Sofia, Education. GOLEMAN, D. (2002), Emotional intelligence, Sofia, Cybele. HOLOPOVA, B. (2009), A theory of the musical emotions: the experience of development issues, Academy of Music, 1/2009. MARCHEVA, P. (2010), Opportunities for work on children's emotional intelligence in terms of musical education in primary school, Report on the occasion of the Third Sience Conference, Blagoevgrad (2015), Cards for emotional development through art (2014), Opportunities for the development of emotional intelligence of student teachers with art music, 9-tj International Balkan Education and Science Congress, E., PETRUSHIN, B. (1987), Modelling of emotions through music, Moscow. RIZOV, I. (2008), Interactive models for the development of personal and social skills at primary school age, Varna. 282

283 ЧУВСТВОТО ЗА ЕЗИК И ЕЗИКОВАТА КОМПЕТЕНТНОСТ 1 Борян ЯНЕВ * Иван ЧОБАНОВ ** РЕЗЮМЕ: Проблемъу за езиковото чувство е широко дискфуиран не само в дидакуичнауа лиуерауфра, но и в психологическауа и психолингвисуичнауа. Свързва се с овладяванеуо на език (роден, чфжд), с изфчаванеуо на език, какуо и със способносууа на индивида да използва не само родния, но и чфжд език. С поняуиеуо езиково чувство се определяу уемповеуе и суепенуа на познаване на лексикалноуо богаусуво на родния език, на неговия грамауичен сурой, оруографскиуе правила за използване на бфквиуе оу азбфкауа в писменауа реч. Важно мясуо по време на фчилищноуо образование заема формиранеуо на уова чфвсуво в меуодикауа на обфчениеуо по български език кауо роден, уака и на деца билингви, и при чфждоезиково обфчение. Ключови думи: Език, Езиков Усеу, Езикова Компеуенуносу. THE SENSE FOR LANGUAGE AND THE LANGUAGE COMPETENCY ABSTRACT: The problem for the sense for language is widely discussed not only in didactic literature, but also in psychological and psycholinguistic literature. It is connected with the education of language (mother language and foreign language), having a command of language, and the ability of the human to command of language. With the term the sense of language is connected with the temp and the degree of control the lexical wealth of the mother language, of the grammatical system, orthographic rules for using the letters from the alphabet in writing. The school education is very important in forming that sense in the methodic for education in Bulgarian for children from bilingual families and for foreign-speaking education. Keywords: Language, Sense for Language, Language Competency. Увод Понятието чувство за език многократно е подлагано на дискусии и е подробно описано в психологическата, психолингвистичната и дидактичната литература. Използва се при разкриването на принципите, свързани с овладяването на език (роден, чужд), и със способността на индивида за това. В различните концепции феноменът чувство за език има пъстра палитра от синонимни термини: дар слово, езиков усет, езикова интуиция, езикова способност, езиково чувство, езикова догадка. На чувството за език съответства равнището на съзнателния контрол, който се предхожда от равнището на подсъзнателния контрол речевата интуиция и равнището на неосъзнатостта езиковия усет. Потвърждение на твърдението за смесването в академичен и практически аспект на понятията чувство за език и езиков усет ( езикова интуиция ) се откриват в чуждестранната научна мисъл. В своето изследване ние изхождаме от лингвистичната гледна точка, съгласно която езикът е: а). Средство за общуване, за изразяване на мислите и тяхното фиксиране в писмената реч, т.е. притежава комуникативно-смислова значимост; б) съвкупност от езикови единици, които се съчетават по строго фиксирани правила и изпълняват определени функции в речта, разпределени в няколко равнища; в). най-сложната знакова система. В съставното наименование езиково чувство ( чувство за език ) се влагат двете понятия чувство и език. Като синоним най-често се използва терминът езиков усет. 1 Настоящата статия се реализира по проект НИ15-ФЛФ-015 към Фонд Научни изследвания на ПУ Паисий Хилендарски. * доц. д-р, Пловдивски университет Паисий Хилендарски. ** проф. д-р., Пловдивски университет Паисий Хилендарски. 283

284 1. Тълкуване на Понятието Чувство В тълковните речници на българския език срещаме следните определения: Чувство, мн. чувства, ср. 1. Психическо състояние, предизвикано от външни въздействия; душевно преживяване, емоция. В сърцето и се бореха противоречиви чувства. 2. Само ед. Способност да се разбира някакво въздействие; усет, съзнание. Чувство за хумор. Чувство за мярка. 3. Усещане. Имам чувството, че ще падна. 4. Положителна емоция, любов. Изпитвам синовни чувства към него. - Шесто чувство. Интуиция, предчувствие (ТР). Чувство, ср. 1. Психическо състояние на човека във връзка с това, което възприема или върши; вълнение, емоция. 2. Психофизиологическо състояние на живо същество; това, което то изпитва, усеща. Остро чувство на глад го мъчеше. 3. Любов. 4. Способност вярно да се схващат и оценяват нещата и отношенията. Чувство за мярка. Чувство за справедливост (БТР). Усет, м. - само ед. Чувство на възприемане, разбиране, преценяване; нюх. Усет към поезията. Усет към езика. Усет за справедливост. Търговски усет. Имам усет. Развивам си усет. Проявявам усет (ТР). Усет, м. - Способност да се възприемат нещата и техните качества, да се прецени нещо; усещане. Няма усет към красивото. Езиков усет. (БТР) 2. Въпросът за Езиковото Чувство в Лингвистичната Литература Човек развива своето чувство за език в процеса на продължителното овладяване на четенето и писането, благодарение на което може да използва езика не само при говорното общуване, но и в неговата писмена форма с помощта на графичните буквени знаци за предаването на езиковите единици от различните равнища, да запазва натрупаната информация и да я предава на разстояние, като по този начин преодолява ограниченията на устната реч. И детето в предучилищна възраст, което още не умее да чете и да пише, също има езиково чувство. Докато първоначално мисленето е нагледно-образно и нагледно-действено, то в предучилищната възраст водещата форма на мисловната дейност е словесно-логическата. Разпространено е мнението, че детската реч се развива на основата на подражанието, на възпроизвеждането на речта на възрастните, в чието обкръжение то израства и се развива. Без съмнение, подражанието е фактор в речевото развитие, но той не е единственият. Ако се разчита само на стихийния подход при усъвършенстването на речта, едва ли ще се достигне някакво високо равнище. Необходимо е специално обучение, насочено към овладяването от детето на родния език. Когато то започва да се обучава по четене, писане или на чужд език, трябва да е налице съзнателно отношение към езиковите закономерности на речта. Езиковата личност се развива заедно с нарастването на интелектуалното равнище. Ролята на езика се увеличава и пряко се отразява на умственото развитие на детето. Връзката между езиковото усъвършенстване и интелектуалното израстване е в пряка зависимост от овладяването на родния език в процеса на съзнателното обучение в училище. Интуитивното осъзнаване на езиковите явления и тяхното приложение в речта, което води до развитието и усъвършенстването на езиковите способности, позволява на детето да разграничи правилната граматическа форма от неправилната, да осмисли значението на новата дума и да я използва в подходящо изказване в състава на ново словосъчетание. Умението да се прилагат овладените речеви навици върху непознат езиков материал е свидетелство за първите прояви на езиковото чувство и у детето. В процеса на обучението по развитие на речта има само една цел постигане на тази норма, която е характерна за възрастните, тъй като усъвършенстването на речта е в пряка зависимост с умственото развитие. Въз основа на познатите словоформи (книг-а, книг-а-та, книг-и, книг-и-те) и словообразувателни процеси (книж-ен, книж-ар, книж-ар-н-иц-а, книж-к-а) по пътя на асоциациите и аналогиите детето осъществява обобщения, открива общите части, които му помагат да усъвършенства своето чувство за език и езиковата компетентност. То открива не само еднакви коренни морфеми (град, град-ски; вод-а, вод-ен, воден-иц-а, вод-ен-ич-ар, вод-ен-ич-ар-ск-и), но и еднакви окончания (стен-а, книг-а, улиц-а, дъг-а, царевиц-а; сел-о, езер-о, палт-о, блат-о и др.), представки (до-пиша, до-чета, до-рисувам, до-разкажа, до-плувам, до-стиг-ам и др.), наставки (готв-ач, бег-ач; строи-тел, учи-тел, ръководи-тел, счетоводи-тел и др.). 284

285 Съществуват голям брой и най-разнообразни тълкувания на проблема за чувството за език, които могат да сведат до следните две гледни точки: Според интелектуалистичната гледна точка, споделяна най-вече от лингвисти, чувството за език може да се формира и използва от индивида като регулатор на правилността, отговаряща на установените норми, на неговите речеви изказвания само когато представлява резултат от представите, породени в резултат подсъзнателното или съзнателното обобщаване на речевите актове. Чувството за език се разглежда като съвкупност от знания за езиковите факти и явления и може да се смята за проява и резултат от натрупаните по време на практическа интелектуална дейност знания за езика. Според други това е емоционално преживяване, свързано с чувството на удовлетворение или неудовлетворение от дадено изказване. Привържениците на емоционалната гледна точка определят чувството за език най-вече като емоционална реакция на говорещия относно характера на възприеманата реч доколко тя е нетипична и в каква степен са отклоненията на фонетично, морфологично, лексикално или синтактично равнище. Тези емоции са от спектъра на интелектуалните емоции, свързани с новото, с вътрешното съгласие или несъгласие с начина, по който са построени речевите актове, съпътстващи пораждането на речта и нейното възприятие. В случая чувството за език изпълнява оценъчна функция и изразява степента на значимост за индивида. Ние се придържаме към първата гледна точка. Могат да се обособят два подхода при формирането на чувството за език: а). При единия съзнателно усилията на учителите са насочени към овладяването езиковата система с нейните единици и правилата, по които тези единици се съчетават за изграждането на смислени изказвания, като се спазва утвърдената книжовна норма. В този случай може да се наблюдава стереотипност на речта, стандартизация на речевите актове с наличието на клишета. Налице е хиперкоректност. Това в еднаква сила важи и при овладяването на чужд език; б). При другия подход се дава превес на аналогията, в резултат на което се появяват голям брой грешки след неправилното пренасяне на познати вече конструкции. Особено активно присъства този процес в детската реч. При овладяването на чужд език се наблюдава интереференция от страна на родния език. В руския психологическия речник определят чувството за език като феномен на интуитивното владеене на езика, проявяващо се в разбирането и използването на идиоматичните, лексикалните, стилистичните и други конструкции още преди да е осъществено целенасоченото овладяване на езика по време на обучението. Представлява обобщение на равнището на първичната генерализация без предварително съзнателно отделяне на елементите, влизащи в това обобщение. Формира се в резултат на стихийното овладяване на речта и на базовите когнитивни операции. Осигурява контрол и оценка на правилността и използваемостта на езиковите конструкции. (ПС). Терминът чувство за език е интердисциплинарен, негови еквиваленти са френският термин (Sensibilité) и английският (Sensibility). В теорията на литературата терминът чувство за език се използва като имплицитна емоционална оценка от естетически позиции на художествен текст и се свързва с понятията харесва се не се харесва, красиво некрасиво, звучи не звучи. Понятието езиков усет се тълкува по следния начин: Езиков усет интуитивни реакции на носителя на езика по отношение на речта на някои други лица, оценяващи техните изказвания като правилни или неправилни от гледна точка на подбора на думите, на ударението, на акцента, на интонационния рисунък и т.н. (ЭС). Езиков усет чувство за език, стил, благодарение на което индивидът се стреми да изразява своите мисли стилистично, грамотно, нешаблонно и да изпитва специфично неудобство, като забележи грешките на събеседника, улавя и най-малките речеви и стилистични неточности. (ЭСПП). Езиковият усет активно се развива и усъвършенства в ранното детство, когато детето възприема и осмисля речта на околните, опитва се да й подражава, а след това и започва да създава и собствени изказвания. В процеса на речевото общуване детето подсъзнателно усвоява езиковите явления и факти на родния език, както и законите за тяхното използване (правилата на словоизменение, на създаване на различни синтактични конструкции - словосъчетания и изречения), овладява и най-често употребяваните словообразувателни и синтактични модели. Разграничават се два аспекта на езиковия усет при учениците: 1). Усет за норма - основава се на разбирането от страна на ученика, че съществуват такива езикови явления и факти, които не могат да бъдат предадени по друг начин. Усетът за норма 285

286 включва фонетичен, лексико-семантичен, морфологичен, словообразувателен и синтактичен усет. Той се формира у учениците в процеса на изучаване на фонетиката, лексиката, фразеологията, морфологията, словообразуването и синтаксиса. 2). Усет за стил основава се на осъзнаването на допустимостта на редица начини на изразяване, но при наличието на по-добър вариант, той трябва да бъде открит. Усетът за стил включва в себе си усета за сферата на употреба на езика, на темата на изказването и на жанра, от които зависи избора на езиковите средства. Развива се у децата при изучаването на речевите стилове и всичките дейности, отнасящи се до развитието на свързаната реч у децата (Федоренко, 1973: 115). За да притежава едно дете езиков усет, то трябва да владее всички аспекти на езика и речевата дейност. Това да бъде резултат от натрупването на богат речников запас, който се постига чрез четене (Reading) и слушане (Listening), от овладяването на принципите на построяване на синтагмите и изреченията, което се постига чрез слушане (Listening) и говорене (Speaking), овладяване на принципите на правилното оформяне на писмените изказвания, което се постига чрез писане (Writing). Ф. Кайнц посочва, че терминът Sprachgefühl, който се употребява от психолози и лингвисти, е неточен и внася объркване, тъй като означаваният от него психически феномен не може да се приема за чувство в истинския смисъл на тази дума. В чувството за език чувството е подчинено по-скоро на знанието като негов генетичен продукт, емоционалната реакция е съпътстващ елемент (Kainz, 1965: 325). По мнението на Г. Линдрос в понятието чувство за език с психологическото съдържание чувство (нем. Gefühl «усет») е налице елементарният психически процес усещане (Гохлернер, М. М.-Вейгер, Г. В., 1982: 139). Според гледната точка на Л. И. Божович "чувствто за език» възниква непроизволно, като страничен продукт на дейността, която е насочена към овладяването на практиката на речевото общуване. Това неосъзнато неразчленено емоционално (на равнището на чувството, а не на мисленето) обобщение на речевия опит на детето може да бъде използвано за регулирането и контрола на правилността както на писмената, така и на устната реч (Божович, 1988: 75). Л.И.Божович е и автор на определението за «чувството за език», което се смята за найизчерпателно и пълно, като в този термин той влага следното съдържание: «механизъм на селекцията и контрола на езиковите единици, в които съотношението на семантичното и формалното има обективно неформализиран и вариращ характер» (Божович, 1988: 73). Според О.С. Лебедева посоченото определение преодолява ограничеността на представяното в изследванията на различни автори, специалисти в областта на лингвистиката, психологията, психолингвистиката, педагогиката) тълкуване на понятието «чувство за език»: като реакция (О.С. Ахманова, Н.И. Имеладзе и др.), като механизъм за контрол и оценка на изказването (М.М. Гохлернер и др.); - като специфично отношение към езиковите структури (Г.В. Ейгер), като владеенето на език (М.Р. Львов и др.), като умение и навик да се спазват нормите на речта (Т.К. Донская, Л.П. Федоренко и др.), като проява на интуицията (З.А. Потиха, Г.В. Рамишвили), като способност правилно да се постъпва в нова речева ситуация на основата на минал опит (В.А. Артемов, А.В. Пузырев, Т.М. Колесникова и др.) (Лебедева). Наличието или липсата на чувство за езика у учащите се определя от следните фактори: умението да се съпоставят създаваните речеви конструкции с регламентираните от езиковите правила канони на структурните схеми, умението да се структурира в паметта езиковия материал и наличието на гещалти (нем. Gestalt «форма», «образ», «структура») (Херман Паул), умението да се асоциират различните признаци, характерни за отделните езикови явления, умението да се овладява и да се използва съзнателно лингвистичната информация. 286

287 При изучаването на роден език се прилага методика, съгласно която се изхожда от факта, че у децата в предучилищна и начална училищна възраст вече съществува чувство за език. Според В.Б Беляев при започването да се изучава чужд език такава компетентност като чувство за език липсва и без формирането му е невъзможно пълноценното овладяване на чужд език. Затова следва да се прилага такава методика на обучение, която би осигурила на колкото е възможно по-ранен етап формирането при учениците на чувството за чужд език. При това трябва да се отчитат следните особености при формирането на чувството за език: а) Чувството за език не е универсална категория (може да съществува само чувство само за един език, например за роден език), то може да липсва овладяването на друг език, б) Чувството за език не е вродено, а се придобива в условията и под влиянието на практическа дейност, в) В качеството си на сложна по своята структура категория не появява изведнъж, а се формира постепенно (Беляев, 1965: 78). Оценката на речевия акт от семантичен, лексикален, граматичен и стилистичен аспект е определяща при формирането на чувството за език. 3. Въпросът за Езиковата Компетентност в Лингвистичната Литература На основата на чувството за език се изгражда важната за интелектуалното израстване на индивида езикова компетентност, благодарение на която той може да осъществява контрол относно коректността на своето изказването и речта на останалите участници в акта на комуникация, да определя дали употребените езикови единици са по схемите и модела на утвърдения от нормативните правила канон. И едва тогава може да се каже, че чувството за език подсъзнателно или съзнателно изпълнява оценъчна и регулативна функция. Езиковата компетентност се изгражда от представите на човека за езиковата система, за съставящите я компоненти и за правилата за тяхното обединяване в смислени изказвания при изграждане на речевите актове в процеса на комуникация. В рамките на езиковата компетентност се обособяват следните аспекти: фонетичен, граматичен, семантичен и прагматичен. Във всеки аспект се включват както езиковите единици, така и правилата за тяхното използване. По време на обучението за развитието на речта и усъвършенстването на езиковата компетентност следва да се работи по определени задачи, отнасящи се до следните аспекти: Фонетичен аспект свързва се с формирането на процесите на пораждане и възприятието на устната звучаща реч. У детето се изграждат артикулационната (произносителната) и перцептивната (възприемащата) база на родния език. В процеса на натрупване на речеви опит се усвояват нормите на ортофонията (правилното произнасяне на звука) и на ортоепията (правилното произнасяне на думата). За целта трябва да се координират движенията на говорните органи и слуховите усещания, да се овладеят звуковите единици (фонема, сричка, акцентна дума, акцентна фраза, интонационна конструкция). Важен момент е интуитивното съотнасяне на материалните обвивки на значещите езикови единици морфемите и думите с тяхната семантика. Морфологичен аспект свързва се с формирането на морфологичния строй на езика (овладяване на парадигмите на лексемите, принадлежащи към изменяемите части на речта), с представите за деривационните модели за образуване на нови речникови единици. Синтактичен аспект - свързва се с умението правилно да построява смислени изказвания (запознаване с видовете съчинителни и подчинителни връзки между думите в състава словосъчетанието и изречението). Лексико-семантичен аспект свързва се със системата на езиковите номинативни единици и със системата на езиковите значения, с обогатяването на речниковия запас и адекватното тълкуване на значението на думите. Прагматичен аспект включва правилата на речевото поведение на индивида в конкретната речева ситуация на общуване. За целта е необходимо да се владее стилистично разслояване на езика като инвариант и неговите реализации в речта, както и развито чувство за език ( езиков усет ). Езиковата компетентност може да се осъществява, от една страна, на основата на практическото владеене на родния език, формирано под влияние на речта на околните, а от друга, 287

288 благодарение на чувството за език, което не е вродено, а се изгражда постепенно в резултат на емпирическите обобщения над езика от индивида без оглед на натрупаните специфични знания за езика. За формирана езикова компетентност може да се говори, когато са налице системни знания за езика и умение да се използват езиковите единици в съответствие с намеренията на индивида и условията на комуникативната речева ситуация. Когато се разглежда проблемът за чувството за езика и езиковата компетентност, не може да не се спомене теорията на Ноам Чомски за вродените граматични структури, основана на пораждащата граматика, благодарение на която всяко дете може да състави неограничен брой изказвания, в които предава завършена мисъл, от ограничен брой лексеми. Овладяването както на родния език, така и на всеки следващ език се осъществява по определени схеми, еднакви за граматиките за всеки език, в резултат на което се определя като универсална граматика. Под влияние на речта на околните детето възприема речеви образци, синтактичните модели, които се активират, като по техен модел се създават нови комбинации от лексеми. Според теорията на Ноам Чомски при овладяването на език детето усвоява не конкретни изречения, т.е. не така наречените повърхностни структури, а тяхната същност, т.е. така наречените дълбинни структури. Езиковата система е дадена на детето още при негово раждане (Чомски, 1972: 96, 257). Заключение В заключение можем да кажем, че ако усетът за език (езиковият инстинкт, езиковата интуиция), се осъществява подсъзнателно благодарение на аналогиите и обобщенията и се проявява на равнището на речта, то чувството за език е съзнателен процес, осъществява се благодарение на езиковата компетентност, изграждана на основата на овладяната система на езиковите единици като инвариант и присъщите им категории, от една страна, и тяхното приложение в речта, от друга. БИБЛИОГРАФИЯ БЕЛЯЕВ Б. В., Очерки по психологии обучения иностранным языкам - М., 1965, 174 с. БОЖОВИЧ Л. И., Значение осознания языковых обобщений - Известия АПН РСФСР, вып. 3, 1946, с БОЖОВИЧ Е. Д., О функциях чувства языка в решении школьниками семантикосинтаксических задач // Вопросы психологии, 1988, N 3, c ГОХЛЕРНЕР М.М., Вейгер Г.В., Психологический механизм чувства языка // Вопросы психологии, 1982, N 6, с БЪЛГАРСКИ, тълковен речник, БАН, София: Наука и изкуство. ЛЕБЕДЕВА О. С., Чувство языка как компонент коммункативной компетенции. poligloty.net/chuvstvo jazyka. ТР: Тълковен речник, ПС: Психологический словарь, ФЕДОРЕНКО Л. П., Принципы обучения русскому языку - М., ХОМСКИЙ Н., Язык и мышление, Москва, ЧЕРНОВА Е.Н., «Чувство языка» у дошкольников: почему важно изучать? Журнал Талантливый педагог, 2013, 4. ЭС: Энциклопедический словарь PR и рекламы, ЭСПП: Энциклопедический словарь по психологии и педагогике, / KAINZ F., Psychologie der Sprache, Stuttgart-Wien, B. IV, 1965, 402 s. 288

289 FOSTERING PRO-ENVIRONMENTAL BEHAVIOUR THROUGH CLIL Anna ARNAUDOVA-OTOUZBIROVA * ABSTRACT: The article reflects the implementation of CLIL in the training of primary school teachers at the Faculty of Education, Trakia University, Bulgaria. As a relatively new approach that has gained significant interest in the last twenty years, CLIL provides a fruitful opportunity in the educational process of students since it allows for both language skills to be improved and also, nonlinguistic content to be mastered. The following research aims at analyzing the effectiveness of this approach in terms of cultivating pro-environmental culture and fostering environmentally responsible behaviour. Questionnaires, an attitude scale and English language assessment tests have been used to measure the results from students participation in the elective course English Language and Environmental Education for the period The results are indicative for the role of CLIL in interdisciplinary-oriented education and its impact on pro-environmental attitudes and values. Keywords: Pro-Environmental Culture, Behavior, CLIL. CLIL ĠLE ÇEVREYE KARġI SORUMLULUĞUN DESTEKLENMESĠ ÖZ: Bulgaristan ın Stara Zagora (Eski Zağra) Trakya Üniversitesi Çocuk Gelişim Fakültesi öğretmenlerinin hazırlanmasında CLIL entegrasyonu ile eğitime verilmektedir. Bu haseble son 20 yıl içinde eğitime büyük bir popülerlik kazandırılmış, dil becerilerini geliştirmek için ve diğer konularda eğitim içeriği kullanımı hakkında çok iyi fırsatlar sağlanmıştır. Bu çalışma, öğrencilerin ekolojik kültürü teşvik, çevreye karşı sorumlu davranışın gelişmesine ve bu yaklaşımın uygulanması etkisini izlemek amacı gütmektedir yılında deneysel eğitim seçmeli sonuçlarının İngilizce çevre eğitimi çerçevesinde anketler şeklinde raporlandı. Analiz verileri CLIL müfredatlar arası öğrenme uygulaması ve ekolojik değer yönelimleri ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Ekolojik Kültür, Davranış, CLIL. Intoduction The focus of the study lies within an approach known as Content and Language Integrated Learning (CLIL). This approach has gained considerable recognition in the last 20 or 30 years among language methodologists and has become widely spread throughout Europe and other countries around the world. CLIL uses the medium of a foreign or second language to teach subject matter other than linguistics and aims at developing both learners knowledge of a particular subject and their language skills. It presupposes the acquisition of content knowledge (such as that of history, biology, geography or any other subject from the curriculum) in addition to the linguistic and communicative competences to be mastered by learners of a foreign language. The term CLIL was established in the 1990s with the work of David Marsh who defines it as an educational context that has the twofold goal of using a language other than the students native language as a means of teaching and learning nonlinguistic contents. Thus, it is therefore often viewed as a dualfocused approach (Marsh, 2002: 10). Some of the obvious benefits of CLIL pointing out to its efficiency derive from its integrative nature which allows for two different subject areas to be studied as a complex yet well-balanced whole on a relatively intensive basis (Do Coyle, 2002, Wolff, 2002, Eurydice, 2006). And since students usually have their CLIL classes along with their foreign language classes, the time of actual exposure to the foreign language is multiplied and learners are provided with a better opportunity for developing their language skills and achieving learning outcomes that are better than those of their non-clil peers (Dalton-Puffer and Smit, 2007; Dalton-Puffer, 2011, Meyer, 2010, Munoz, 2002).And whereas research into CLIL seems to be focused primarily on foreign language performance, authors such as Wilkinson and Zegers (2007: 6) note that so far little attention has been given to the benefits of content knowledge acquisition which is why we believe that by means of crossing disciplinary boundaries and conducting research with an emphasis on * Faculty of Education, Trakia University, annarnaudova@abv.bg 289

290 students content awareness we will make an attempt at bridging that seemingly insufficiently explored aspect of CLIL. The choice of a particular subject matter, environmental education, has been predetermined by several factors. We live in a world where critical environmental problems such as global warming, deforestation, waste disposal, ever-growing consumerism, water contamination, degradation of marine ecosystems, destruction of habitats and loss of biodiversity require immediate action. The seriousness of the ecological crisis gives a new meaning and a new sense of urgency to environmental education (Walter, 2009: 3). By environmental education we understand the kind of education which increases public awareness and knowledge about environmental issues and provides the skills necessary to make informed environmental decisions and to take responsible actions. This education should be based on objective and scientifically sound information (Potter, 2010: 23). Environmental education (EE) needs to be an integrative part of education as a whole because it has the capacity to provide the basis for the reconstruction of the important relationships among people, societies and the environment (Sauve, 1999 in Ruiz-Mallen et al., 2010: 1756) EE is interrelated with the fostering of environmental culture, which is said to be a system of knowledge reflecting the relationship between society and the environment, a set of pro-environmental attitudes and values, behavioral intentions and actual behavior aimed at preserving a safe and healthy environment (Vakleva, 2008: 415). Environmental culture can be viewed as individual (that of an individual), communal (pertaining to a group of people or a community) and universal (pertaining to the whole of humankind) and is closely linked to the notion of environmental consciousness (Kostova, 2003: 254). As outlined at the Tbilisi Conference in 1977, the main goals of EE are to create a new pattern of behavior among individuals towards the environment, as well as to provide every person with opportunities to acquire knowledge, values, attitudes, commitment and skills needed to protect and improve the environment It is believed that EE should start at a young age and should be an integral part of the school curricula. At the Faculty of Education at Trakia University, EE is part of the education and training of future primary teachers. It is an elective subject which they study in their mother tongue and for those willing to improve their foreign language competences there is an opportunity to enroll in the course of English and Environmental Education which runs alongside their English language education classes. Materials and Methods 85 bachelor degree students from the Faculty of Education at Trakia University took part in this survey. All of them were full-time students studying to become primary school teachers and for the purpose of this study they were divided into three groups. 50 students from the control group (C) were enrolled in a regular elective course of Environmental Education which was lectured in Bulgarian. The rest 35 students comprised the two experimental groups (E1 and E2) in which the learners participated in a CLIL course (English and Environmental Education) as well as in the environmental education course provided in Bulgarian. Thus, students from E1 and E2 had the opportunity to learn about, discuss and find probable solutions to environmental problems both in their mother tongue and through the means of English as a foreign language. The two experimental groups were divided according to students language level. E1 consisted of 20 intermediate language learners and E2 of 15 pre-intermediate language learners. Questionnaires, an environmental attitude scale and English language assessment tests have been used to measure the results prior to and after students participation in the EE courses in The following analysis does not pretend to be an exhaustive one and presents only that part of the questionnaire reflecting pro-environmental behavior. All participants were given behavior questionnaire forms to complete with the following questions: 1. Have you taken part in any initiatives advocating the humane treatment of animals? 2. Have you taken part in any cleaning campaigns for waste collection? 3. Have you ever signed any environmental petitions (e.g. NATURA 2000, etc.)? 4. Do you separate your waste? 5. Have you been involved in any pro-environmental protests or demonstrations? 6. Are you a member of an environmental organization? Each question has a four-item Likert-type answer scale. In the final questionnaire two additional questions referring to students interest in environmental problems and their desire to teach environmental education in primary school were added. Collected data were analyzed using descriptive statistics and 290

291 crosstabs. The aim was to see whether participation in the environmental education courses influenced their pro-environmental behavior. Herein, we accept the broad definition that pro-environmental behavior (or environmentally responsible behavior) is the kind of a behavior which consciously seeks to minimize the negative impact of one s actions on the environment or which is considered to be a tribute to the healthy environment (Kollmuss and Agyeman, 2002: 240, Krajhanzl, 2010: 252). Results and Discussion Interest in Environmental Education The analysis reveals that a very high percentage of all respondents (90,6%) exhibit an increased interest in environmental education following the end of their environmental education course (Figure 1). For 5,9%, their interest remains the same while a relatively small number of students (3,5%) admit that their interest has actually declined compared to the period prior to their studies. 5,90% 3,50% 90,60% increased stable decreased Figure 1 Dynamics of interest in environmental education Although all students show strong interest in environmental education (94% of all students in C, 90% in E1 and 80% in E2), there are certain differences among the three groups (Figure 2). Dynamics of interest for Group C is relatively similar to that of E1, whereas E2 is the only group in which none of the students demonstrated a drop of interest. With a 20% of stable interest and 80% of increased interest E2 has the lowest percentage of increase and the highest one in stable/unchanged interest. 100% 80% 90% 80% 94,00% 60% 40% 20% 0% 5% 5% 20% 0% 2% 4% E1 E2 K Increased stable decreased Figure 2 Group pattern of interest dynamics Students from Group C and E1 are seemingly more interested in environmental education topics compared to their peers in E2 probably because they either learn about the subject matter in their mother tongue (C) or can easily comprehend the content being taught through CLIL due to their better (intermediate level) knowledge of the foreign language (E1). Yet, the fact that none of the respondents 291

292 from E2 feel demotivated or uninterested in EE despite their lower pre-intermediate English language level, indicates that there might be other factors to be taken into consideration such as one s intrinsic motivation, existing environmental attitudes and values, social background, etc. Future Pedagogical Implications As long as students willingness to apply environmental education into their future work as primary teachers is concerned, a relatively high percentage (42,4% of all respondents) agree that all environmental topics discussed in class deserve their attention. 23,5% provided no answer to this question while 15,3% admit that they will include some of the materials into their pedagogical practice. Other opinions vary between focusing on topics related to the animal kingdom (8,2%), endangered species (5,9%), environmental outdoor activities such as visiting nature sites and taking part in waste cleaning initiatives (3,5%) and human impact on the environment (1,2%). The comparative analysis of the results for the three groups reveals the following differences: 50% of the respondents from the control (C) claim that they would use everything they learned about in their future work. Among representatives of E1 the biggest number of students (35%) share the same opinion while for pre-intermediate students (E2) the percentage is much lower 26.7 %. The latter are more likely to try to incorporate some of the environmental topics in their teaching practice-46.7% of the whole group. The above results indicate that environmental education students studying the discipline in their mother tongue (C) and those studying it in English with better language skills (E1) feel more positive and are more determined to teach environmental education to primary school children. Students from the other experimental group E2 probably experience more difficulties due to language challenges in coping with the new subject matter through CLIL and therefore feel more uncertain in their answers. Nevertheless, there is a willingness in all three groups to apply the knowledge and skills they ve acquired into the practice of educating children to become environmentally responsible citizens. Pro-environmental Behaviour Apart from the above descriptors of environmental education interest, six questions from the pre and post-questionnaire reveal certain aspects of students pro-environmental behavior. The answers to Question 1 about students involvement in any initiatives advocating the humane treatment of animals indicate that before enrollment in the course only 9,4% of all 85 respondents have been actively involved in such initiatives, 37,6% say they would take part provided such initiatives were actually organized and 53% confess of not taking part but being supportive of such actions (Figure 3). Chart Title indifferent not active but supportive would like to participate active involvement After EE Before EE Figure 3 Involvement in initiatives of animals humane treatment Following the end of the environmental education course, a slight increase of about 6% in the number of participants who get involved can be observed. Their number reaches 15,3%. The percentage of those that are willing to take part and the ones being supportive but yet remaining inactive is respectively 30,6% и 50,6%. There is a very tiny percent of 3,5% that remain indifferent to the question of animals humane treatment. No significant differences were found between the three groups and it is unclear 292

293 whether active involvement is related to education and enrollment in the EE course or to some more personal drives. Question 2 from the questionnaire focuses on the students engagement with waste collection and cleaning campaigns. According to their answers many of them have taken part in initiatives such as Let s Clean Bulgaria in a Day. Their number in pre and post-questioning is relatively stable (74,2%in pre-test with a slight increase to 75,3% following the EE course) (Figure 4). The number of those willing to participate in cleaning campaigns decreases from 12,9% to 5,9 % and the percentage of those remaining inactive but supportive increases from 12,9% to 18,8%. It is interesting to note that among respondents from the three groups, learners from E2 exhibit the highest degree of environmentally proactive behavior having the greatest number of students to take part in waste cleaning campaigns - 93,3%, followed by the control group (75,3%) and E1-70% of the whole group. I support them would like to get involved yes I was involved 18,8 12,9 5,9 12,9 75,3 74, After 20 EE30 Before 40 EE Figure 4 Involvement in waste collection and cleaning campaigns This type of pro-environmental behaviour might be explained with interest dynamics since 92% of all students engaged in such campaigns report of having their interest in EE increased after the course whereas 81% of those that claim to be supportive but do not get actively involved admit that their interest has dropped down. Other aspects of pro-environmental behaviour manifested by students could be linked to taking part in public campaigns such as the signing of environmental petitions (e.g. NATURA These are reflected in Question 3 (Figure 5) , , , Control Е1 Е2 I have signed petitions I would like to Figure 5 Signing of pro-environmental petitions The number of students who have signed petitions has increased from merely 10.6% prior to the EE course to some 16.5% after the course. At the same time, the number of those respondents that show no 293

294 interest has decreased from 3.5% to a mere 1.2%. Percentage distribution among groups following postquestionnaire can be traced in figure 5. E2 has the most participants signing pro-environmental petitions and their number has risen to 26.7%, which again might be due to factors other than education. No significant correlations have been found between this type of behavior and interest dynamics. Individual environmentally responsible behavior is described in Question 4 Separate waste collection. In the control group the number of respondents who do not separate their waste has increased with 16% (Figure 6). According to pre-questionnaire results, 24% of students sometimes separate their waste but post-questionnaires reveal a decrease of 16% to reach the worrying number of 8%. Among E1 learners with intermediate level of English language proficiency, results are relatively stable with a slight difference of 5%. The number of those who separate their waste and who sometimes do so is 20 % before the EE course and reaches 25% after the course. Respectively, the percentage of students who don t normally separate waste diminishes from 80% to 75%. For E2 pre-intermediate learners, the number of those who always and sometimes collect their waste separately increases with a total of 7% (40% after EE compared to 33.33% prior to EE). The above tendency outlining a small but steady increase in pro-environmental behavior among members of experimental groups may be explained with students acknowledgement of the problem in the course of their CLIL lesson on environmental education. Separate waste collection has been discussed extensively in English and special activities and methodological guidelines have been explored for teaching primary school children. Control Before EE After EE Е Before EE After EE 294

295 Е ,33 33, ,333,33 26,7 0 Before EE After EE Figure 6 Separate waste collection Question 5. Involvement in pro-environmental protests or demonstrations. The analysis of the results point to a small increase in pro-environmental behavior with a number of participants actually involved in pro-environmental demonstrations rising from 9.4% to 11,8% (Figure 7). Changes in the three groups are as follows: an increase of 10% for the control group and a decrease of 5% for E1 and 13.3% for E2 respectively. Students from the experimental groups are more likely to be supportive and understanding without getting personally involved ,4 11,8 Yes, I've taken part 24,7 I would If I can 24,7 62,3 64,7 I support them Before EE 1,2 1,2 I don t support them After EE Figure 7 Involvement in pro-environmental demonstrations or protests The last question, Question 6, asks students about their membership in environmental organizations. The answers are indicative of participants pro-environmental behavior. Prior to the survey, none of the students is a member of any environmental organizations. The final questionnaire reveals that 4 out of 85 students (4.7%) have become members of such organizations. If initially 25 respondents (29.4%) claim that they would like to become members of environmental organizations, after the course their number has risen to 27 (31.8%). At the same time the number of those who do not want to become members have declined from 60 to 54 (from 70.6% to 63.5%). From the 4students that have become members 3 are from the Group C and one from E1. They all exhibit a strong interest in EE. Conclusion In conclusion, it can be argued that environmental education does play a significant role in fostering learners pro-environmental behavior. In areas where a topic has been extensively explored in the CLIL classroom (such as separate waste collection), students from the experimental groups score significantly better and exhibit more environmentally responsible behaviors. Most often, however, manifestations of 295

296 behavior or behavioral intentions might be linked to factors besides education and require a thorough sociological and/or psychological analysis, which was not the initial aim of the above study. On completion of the EE courses students from the control group and the CLIL students with better language fluency proved to be more interested as well as more confident and willing to apply EE into their teaching practice. This outcome was not unexpected since it can be explained with learners better understanding of the content (either in their mother tongue or in English). What seems to be a surprising finding is the fact that CLIL learners with obvious language difficulties (E2 group) deriving from their lower pre-intermediate language level, nevertheless represent a high percentage of environmentally active students with their involvement in waste cleaning campaigns and petition signing. Despite the challenges they face with studying EE in English, it is perhaps their interest in the subject, their personal motivation or existing environmental attitudes and culture that have an impact on their behavior and help them cope with language acquisition. The answer to these questions is the object of further analysis of data collected during this experimental study and would hopefully find place in followup publications. REFERENCES DALTON-PUFFER, C., Content-and-Language Integrated Learning: From Practice to Principles?, Annual Review of Applied Linguistics, Cambridge University Press, 2011, 31, pp , SMIT (ed.), Empirical Perspectives on CLIL Classroom Discourse, Franktfurt, Vienna, etc Peter Lang., 2007, pp DO COYLE, Relevance of CLIL to the European Commission s Language Learning Objectives, CLIL/EMILE The European dimension Actions, Trends and Foresight Potential, ed. D. Marsh, Finland, 2002, pp KOLLMUSS, A.-AGYEMAN, J., Mind the Gap: why do people act environmentally and what are the barriers to pro-environmental behavior?, Environmental Education Research, 8(3), 2002, pp КОСТОВА, З., Концептуализация на екологичното образование, С., ФАБЕР. KRAJHANZL, J., Environmental and Proenvironmental Behaviour, School and Health, Health Education: International Experiences, 2010, pp MARSH, D. (ed.), CLIL/EMILE The European dimension Actions, Trends and Foresight Potential, UniCOM, Continuing Education Centre, Finland, MEYER, O., Towards quality-clil: successful planning and teaching strategies, Puls, 2010, 33. pp MUÑOZ, C., Relevance & Potential of CLIL CLIL/EMILE The European dimension Actions, Trends and Foresight Potential, ed. D. Marsh, Finland, 2002, pp POTTER, G., Environmental Education for the 21 Century: Where Do We Go Now?, Journal of Environmental Education, 41(1), 2010, pp RUIZ-MALLEN et al., Contextualizing Learning trough the Participatory Construction of an Environmental Education Programme, International Journal of Science Education, Vol. 32, No. 13, September 2010, pp VAKLEVA, Z., Contemporary Aspects of Ecological Education, Proceedings of the Anniversary Scientific Conference of Ecology, ed. Iliana G. Velcheva, Angel G. Tsekov, Plovdiv, November 1 st, 2008, pp WALTER, P., Philosophies of Adult Environmental Education, Adult Education Quarterly 1 Volume 6, November 2009, pp WILKINSON, R.-ZEGERS, V. (ed.), Researching Content and Language Integration in Higher Education, Maastricht, Universitaire Pers Maastricht, WOLFF, D., On the importance of CLIL in the context of the debate on plurilingual education in the European Union, CLIL/EMILE The European dimension Actions, Trends and Foresight Potential, ed. D. Marsh, Finland, 2002, pp

297 РАЗВИВАНЕ НА ЛИНГВИСТИЧНА КОМПЕТЕНТНОСТ В КУЛТУРОЛОГИЧЕН КОНТЕКСТ ПРИ ОБУЧЕНИЕТО ПО БЪЛГАРСКИ ЕЗИК В СРЕДНОТО УЧИЛИЩЕ Фани БОЙКОВА * РЕЗЮМЕ: В суауияуа се описва развиуиеуо на фмения за правилнауа фпоуреба на речеви модели съобразно специфичния конуексу на разнообразниуе комфникауивни сиуфации. Изфчаванеуо на езика се инуерпреуира не само кауо познаване на определени сурфкуфри и правила, но и кауо акуивна способносу за общфване в различни социокфлуфрни конуексуи. Разглежда се комфникауивноуо поведение на индивида кауо основаващо се на нормиуе на лингвокфлуфрнауа общносу, уъй кауо езикъу е фниверсално средсуво за създаване, описване и възприемане на кфлуфрауа в цялоуо ѝ разнообразие. Ключови думи: Езикова Компеуенуносу, Кфлуфрологичен Конуексу, Езиково Обфчение, Комфникауивна Сиуфация. BULGARIAN LANGUAGE EDUCATION IN SCHOOL: THE DEVELOPMENT OF LINGUISTIC COMPETENCE IN CULTUROLOGICAL CONTEXT ABSTRACT: The present article depicts the development of skills for appropriate use of speech models according to the specific context in the vast diversity of communicative situations. The language learning is regarded not only as the knowledge of particular structures and rules, but as an active ability of communication in different socio-cultural contexts. The communicative behavior of individual is based on the norms of the lingo-cultural community since the language is universal means of creation, description and perception of culture in all its diversity. Keywords: Linguistic Competence, Culturological Context, Language Education, Communicative Situation. Увод Проектът Лингвистична интуиция и лингвистична компетентност в съвременния мултикултурен свят езикови, литературни и образователни аспекти ориентира изследванията в образователния модул към проучване на комуникативноречевите умения на ученици в средното училище чрез разнообразни ситуативно съответстващи речеви форми; формираните умения за уместно използване на речеви модели, адекватни на контекста на общуване в многобразните комуникативни ситуации. Комуникативното поведение на личността се основава на нормите на съответната лингвокултурна общност, тъй като езикът е универсалното средство за възприемане, създаване, описване и съпреживяване на културата в цялото ѝ многообразие. Специфика на езиковото обучение подчертава К. Димчев се определя от връзката и взаимоотношенията между трите твърди ядра на обектите на изучаване език, текст, култура (Димчев, 2010: 31-32). Езикът създава речевият продукт (текст) чрез знанията за езиковата система и структура, както и за тяхното функциониране в речта, съчетавайки ги с необходими за реализиране на успешна комуникация информационно наситени елементи от определена културна среда, а текстът, от своя страна, реализира в практиката на общуване лингвистичната компетентност на своя създател, свързвайки я със съответната социокултурна компетентност. Насочваме се към разглеждане на процедури за формиране на умения за уместно използване на речеви модели, адекватни на контекста в многообразните комуникативни ситуации. Езикът не се овладява самоцелно, като познание за определена структура, а чрез ситуативността на общуването се обвързва функционално с различни социокултурни контексти. Разглеждат се в практиката на обучението по български език реализирани дискурси с оглед на: темата на общуването, информацията (по отношение на обем, подбор и логически целесъобразно подреждане), специфика на речевите актове и тяхната свързаност при конструиране на текста (изказването), участниците в * Assist. Prof., Plovdiv University Paisii Hilendarski. faniboykova@abv.bg В статията се представя част от изследване по проект на тема: Лингвистична интуиция и лингвистична компетентност в съвременния мултикултурен свят езикови, литературни и образователни аспекти, НИ15-ФЛФ-015, към НПД на ПУ Паисий Хилендарски 297

298 комуникативната ситуация и отношенията между тях (социални роли, културни характеристики), нормите на социално общуване, кода на предаване на информация. Комплексният характер на изследователския проблем интегрира науките за езика с комуникативно ориентираното езиково обучение, насочено към изграждане на социално адаптивни и компетентни личности. 1. Характеристика на Подходите в Комуникативно Ориентираното Обучение по Български Език Лингвокултурологичният аспект на обучението по български език обосновава уместността на културологичния подход в изследванията с методически характер. Езикът е универсален код за овладяване на култура. Чрез думите, създаващи различни по обем и структура текстове, възпримаме, описваме, изразяваме отношение, създаваме света около нас, т. разбираме и продуцираме културни артефакти. В контекста на езиковото обучение особената методическа стойност на понятието за култура е, че то установява области на референции, извън които изучаването на език губи смисъл. Според А. Петров ученикът, който овладява култура е човек, който действа чрез езика с две основни цели: да възприема, да осмисля и да разбира света; да преобразува света (Петров, 2001). Органичната връзка между език и култура е най-актуалното средство за идентификация на личността. Културологичният подход в езиковото обучение се свързва със споделяните от общността ценности и според К. Димчев е анахронизъм да се изучава езикът без връзка с културата, тъй като културата се изучава чрез езика. Културологичната функция на обучението допринася за формиране на ценностната система на обучаваните; обосновава концепцията за личностно ориентирано образование, в което се реализира интегративния потенциал на културологичното знание (Димчев, 2010: 43, 110). Особеност на комуникативния подход е максимално приближаване на процеса на обучение към ситуациите на реално общуване, към моделиране на автентични ситуации на комуникация. За осъществяването на тази съществена специфика е решаваща ролята на текстовете като средство за онагледяване на различни езикови явления в речта. Важни за реализиране на комуникативния подход в обучението се явяват различните форми на обмен на информация в речевата дейност говорене, четене, слушане, писане, т. е работа с езиков материал при условия, които създават умения за изява в реални, извън сферата на образованието, ситуации на общуване. Компетентностният подход в обучението по език се фокусира върху това, какво се очаква да постигат с езика учениците. Основна база на компетентностното обучение по език е подходът за функционалност и взаимодействие, което означава, че изучаването на езици винаги трябва да бъде свързано със социалния контекст, в който се използват. Нагласите и очакванията на обществото по отношение на образователната сфера изискват от педагогическия процес да бъде по-динамичен и чувствителен към социалните и културните потребности. В епохата на информационното общество обемът на вседостъпното знание нараства скоростно, променят се научната и образователната парадигма. Така компетентностният подход установява концепция за подготовка на обучаваните за адекватна социална реализация със съответните компетенции. В рамките на компетентностния подход е важно да се формират компетенции, които са нужни на личността за следващ етап на образование в контекста на идеята за продължаващо през целия живот образование. Диференциалните признаци на комуникативно ориентираното обучение по български език като комуникативен педагогически процес със специфични образователни функции и техники за методически въздействия се обосновават от дискурсния подход. Според А. Петров, в рамките на педагогическия дискурс обучението по български език е основно средство за овладяване на култура. Условия и средства подрастващият да се научи да действа (рационално и/или емоционално) с помощта на езика осигурява комуникативно ориентираното обучение по български език, при което се създава мотивация младата личност да разширява знанията си за човека, природата и обществото, да обогатява собствения си опит. Очакван резултат е успешното участие в комуникацията, т.е. чрез реализация на уменията да се възприемат и да се изграждат комуникативно пълноценни изказвания, ученикът да се проявява като компетентен комуникатор (Петров, 2001). 2. Лингвистичната Компетентност-Феномен за Реализация на Езиково Познание в Ситуативно Социокултурно Обусловени Речеви Изказвани Ориентираме се към проверка и анализ на способностите на учениците да разбират и осмислят писмен текст, задачите варират от намиране на конкретна информация в текста до представяне на умения за критическо мислене и четене. Компетентното четене (разбиране на съдържателната информация в текста, нейното осмисляне на основата на личностните фонови знания за 298

299 света) е важна предпоставка за по-нататъшна работа в различни педагогически аспекти с четения текст. Съществена характеристика на критическото мислене и четене е, че има отношение към прилагането на процедурни знания и умения. По отношение на формирането на лингвистичната компетентност при обучението по български език особено важно е учениците да усвояват лингвистичните понятия с техните съществени признаци и употреби в речта, т. е. да формират комплексно езикова и езиковедска 1 компетентност. При направения аналитичен преглед на формирането на разбирането за понятието лингвистична компетентност в основополагащата научна литература в изследването си Учебната задача по български език фактор за изграждане на лингвистична компетентност (ІІІ и ІV клас) Г. Христозова обобщава, че лингвистичната компетентност е теоретичната обезпеченост и практическата приложимост на лингвистичните понятия, свързва се с усвояване на знания за езика като знакова система и като обществен феномен (Христозова, 2008: ). В този контекст на тълкуване на понятието се експлицира особеността му да формира и представя езиково познание в ситуативно социокултурно обусловени речеви изказвания. Държавните образователни изсквания (ДОИ) за учебно съдържание по български език и литература определят езиковата и социолингвистичната компетентност като овладяване на книжовната норма на българския език; овладяване на употребата на езиковите средства в различни комуникативни ситуации; овладяване на умения за изграждане и възприемане на текстове, функциониращи в комуникативната практика 2. Крайна цел на педагогическото взаимодействие според ДОИ е обучаваните да умеят да тълкуват и осмислят взаимоотношенията между реалните факти и тяхната речева реализация, за да могат да разбират и оценяват света около себе си, да изграждат стратегии за личностна реализация, да се подготвят за резултатно участие в различни социални практики, осъществявани в обществените сфери битова, научна, делова, институционална, медийна и т.н., т. е. да формират лингвистичната си компетентност в съответствие с културното познание на общността споделяща един езиков код. Всяка лингвокултурна общност се характеризира със специфични общокултурни норми на поведение, които се отнасят към разнообразни ситуации на общуване, се усвояващи се чрез учебното съдържание и чрез конкретни теми от него, структуриране на типови комуникативни ситуации, модели на национална специфика на речево общуване, на комуникативно поведение, съответстващо на нормите и традициите. Вариативност и подвижност притежават правилата, регулиращи ситуативно обусловената употреба на езика. Според Ст. Димитрова в процеса на речева комуникация в дадена лингвокултурна общност се стабилизират определени комуникативнопрагматични норми, обвързани със строго очертани прагматични ситуации и валидни за всички носители на дадения език (Димитрова, 2001: 14). Владеенето на книжовните норми и тяхната императивност според М. Виденов приобщава индивида към нацията (Виденов, 1990: 227). Владеенето на кодифицираната книжовна норма се определя като задължително за тази част от обществото, която е заета в т. нар. кодифицирани сфери: наука, просвета, публицистика, административно-правна област и др. Така се обуславя еднаквост на нормата на речево поведение. На практика в обучението по български език задължителността на нормата се представя освен чрез императивното `и отразяване и чрез текстовете, служещи за илюстрация на кодификацията при провеждане на учебните занятия. 3. Методически Проект за Работа с Текст Специфичното за всяка тема учебно съдържание предполага и специфичен подход към подбора на текстове за наблюдение, анализ и усвояване на типологичните особености на езиковите явления с оглед на речевата им употреба в конкретна комуникативна ситуация. Работата с разнообразни текстови модели създава умения за разбиране и съответно продуциране и репродуциране на текстове в зависимост от реалните житейски ситуации на общуване, т. е. развиват се отделните елементи на комуникативната компетентност: лингвистична, социолингвистична, стратегийна, дискурсна, прагматична. Методическият проект не е свързан с конкретно тема от учебната програма по български език; ориентиран е към формиране и/или проверка на умения за осмисляне на кохезивните и 1 За отношенията между езикова и езиковедска компетентност вж. Димчев, 2010: Виж: Наредба 2 за учебното съдържание от г. на сайта на МОН. 299

300 кохерентни връзки в текста. Предлагаме примерна задача 3 за възстановяване целостта на текста, 4 представен в таблицата. На учениците се поставя задачата да прочетат текстовите откъси от таблицата и да подредят цифрите 5, с които са обозначени отделните откъси, така че да се конструира текст (т. е. смислово и логически да обвържат информацията от двете колони). Съобщава се, че в дясната колона има текст, който не може да се включи, тъй като не представя информация по интерпретираната тема. Свещари продължава да разкрива тайните си 1. Край град Исперих продължава силното вълнение заради откритата от екипа на проф. Диана Гергова ценна находка в столицата на тракийското племе гети и в техния царски некропол край село Свещари тракийско златно съкровище от ІV-ІІІ век пр. Хр. 2. "Ние приключихме с вдигането на всички ценни предмети. Трябва да се направи отливка на самото ковчеже, в което е намерена находката, защото намерихме отделни фрагменти от ковчежето, но хубавото е, че имаме целия отпечатък в могилния насип.имаме много работа на тази могила, така че засега ще се ориентираме към приключването на един етап в рамките на сегашните ни възможности. 3. В отговор на въпрос за връзката на сегашната находка с прочутата гробница при Свещари с кариатидите проф. Гергова отбеляза: "Това е същият могилен некропол. Гробницата с кариатидите в Свещари се намира в северната част на този източен некропол, който аз съм нарекла "царския гетски некропол". Голямата свещарска могила, наричана още Омуртагова, се намира в южния край на южния некропол. 4. Проф. Гергова описва намерените предмети: "В самия център на кутията е била поставена половината от една желязна юзда. Около нея има страшно много апликации за конска сбруя, златни копчета, апликации с форма на женска глава, изключително миниатюрни мъниста. 5. Резерват "Сборяново" е територията, разположена в западната част на Лудогорското плато, по поречието на р. Крапинец, между селата Малък Поровец и Свещари в община Исперих. В резервата са регистрирани над 140 археологически обекта от различни исторически периоди. Найатрактивните са Свещарската царска гробница, Демир баба теке, гетската столица Хелис. 6. Кметът на Община Исперих Бейсим Басри днес поздрави археолозите и проф. Диана Гергова за отличната работа, за нейния значим принос и изказа благодарността си за рекламата на град Исперих и на България. 7. Тя е най-високата могила не само в некропола, но бих казала и в целия район. Тя е знаковият паметник, който маркира мястото на религиозния и политически център на гетите. За нея има една хипотеза, че е възможно да е донасипана и използвана от хан Омуртаг. Така че това е един знаков паметник, довършването на проучването на който ще ни даде още много ценна информация". 8. През вековете се е оформил уникален кът от природата, съхранил от древността до наши дни редки животински и растителни видове. 9. Днес ръководителката на екипа археолози, проф. Диана Гергова, от Археологическия институт пре БАН добави подробности. В интервю за агенция Фокус тя каза: 10. В източната част намерихме една невероятна диадема, непозната досега за тракийските земи, както и 4 гривни със змийски глави, и много интересен златен пръстен. Находката действително е великолепна." Такива задачи са приложими както за формиране на умения за съставяне на текст, за осмисляне на понятията тема, предмет на текста, ключови думи, пунтуация на цитирана реч, така и за контрол и оценка.за успешното реализиране на подобни задачи е целесъобразно да се приложи упражнение със синтезен характер. 6 3 Задачата е апробирана с ученици от 12.клас на ПГИ, гр. Кърджали. 4 Използвани е текст от медийната сфера, адаптиран по публикация на г. на сайта: bulgaria/obshtestvo/sveshtari-prodylzhava-da-razkriva-tajnite-si Учениците трябва да представят следната последователност от цифри, за да отговорят уместно на поставената задача: 1,9,2,7,4,10,3,6,5 или 5,1, 9,2,7,4,10,3,6. Излишният текст е с 8. 6 Съзнателното опериране с признаците на езиковите явления, насочено към извършваните операции и усъвършенстване на начините на изпълнението им с цел формиране на умения, определя разбирането на съдържателната структура на упражнението в МОБЕ. Упражненията градират познавателната дейност на ученика от наблюдение и анализ към използване на знанията за езика в собствена речева практика (Димчев, 1977: 69-70). 300

301 Съществена особеност на упражненията със синтезен характер 7 според Г. Янкова и Ст. Костадинова е, че осмислят комуникативното предназначение и комуникативното оправдание на граматическите категории, реализират информативно-познавателните и комуникативнопрактическите цели на обучението по български език, могат да включват неограничен брой комуникативни и лингвистични задачи, които разкриват връзката между комуникативното намерение и комуникативното очакване; насочват към речевите стратегии, осигуряващи реализация на функциите на съответния текст (Янкова, Костадинова, 2007: ). Упражненията със синтезен характер предоставят възможност да се осмислят характеристиките на комуникативнопрагматичната ситуация и на комуникативната структура на текста; на комуникативното намерение на неговия автор; на комуникативното очакване на възприемателя. Чрез прилагане на синтетични упражнения се осмислят модели на речево общуване и се усвояват умения за тяхното ситуативно обусловено прилагане в собствената речева практика. 4. Практико-Приложни Характеристики на Методическия Проект В предложения текст има явни маркери за начало и край на цитираната реч (кавички, които въвеждат текст, но не са поставени затварящите, текст който започва без кавички, но завършва с тях, авторов текст, който завършва с израз, въвеждащ цитат и съответното двоеточие, т. е. различни варианти на отбелязване на прекъсване на текст), въпреки това при опитна проверка се оказва, че не всички ученици се ръководят при решенията си от правилата за оформяне на цитирана реч. Възможно е текст 5 да бъде поставен на две места в отговорите в началото като въвеждаща информация за географското разположение на описвания обект и в края на текста като заключителен, уточняващ представената реалия, абзац. В случая е важно отговорът на учениците да се аргументира съответно на подредбата на цифрите и да не се квалифицира като единствено правилен само единият вариант на подреждане. Така учениците ще осмислят възможността информацията в текста да се поднася с подходящо въведение в зависимост от целта, която автора на текста си поставя като акцент, т. е. в съответствие със социолингвистичния подбор, основан на познания за комуникативната ситуация. Уместният отговор за подредба на цифрите, обозначаващи последователното свързване на отделните микротекстове, изисква да не се включва цифрата 8. Представеният в тази графа текст се отличава стилово и съдържателно от другите. Споделяме мнението на А. Петров, че посредством включването на обучаваните в имитационни дейности за съпреживявяне на социални, ситуативно конкретизирани роли се подпомага разбирането за социалните контексти, в които употребата на езика е целесъобразна, формират се умения за възприемане и изграждане на пълноценни в комуникативно отношение дискурси, които обуславят функционалнопрагматичната компетентност (Петров, 2012: 203). Приложението на различни интерактивни методи и техники представя продуктивни възможности да се включват учениците в разнородни игри, при чието изпълнение да осмислят социалните характеристики и функции на ролите, в които се въплъщават. Предложеният за работа текст илюстрира реална житейска комуникативна практика, в която се експлицират достатъчно ясно участниците и учениците биха могли да представят ситуацията чрез ролева игра. В този случай от голямо значение е ролята на индивидуалния културен фон, чрез който се интерпретира изпълняваната роля, както и разбирането, че се встъпва в учебна комуникативна ситуация с предписани действия. Според Ф. Растие текстът е установена емпирична лингвистична поредица, произведена в определена социална практика. Езиците интегрират в материята си естетически постижения, оценъчни категории, за да мотивират обосноваността на даден израз или обрат (Растие, 2003: 35-37), което очертава прагматичната стойност на културологичната функция на текста, възприемащ се и създаван според индивидуалния културен фон на комуникантите. Споделянето на общи ценности и знания води до безконфликтност и сътрудничество в общуването Съществуват различни възможности за ролево участие в пресъздаване на ситуацията според назованите в текста лица журналист, археолог, кмет, както и адресат, който е имплицитен (зрители, слушатели), но който и е възможно да бъде въведен и чрез непредставената в текста роля на водещ в студио, който ще опосредстви връзката между източника и потребителя на информация. В този случай учениците ще трябва да демонстрират придобитата компетентност за спецификата на медийното общуване, за да конституират образа на непредставения в текста водещ. 7 За диференциалните признаци на синтетичните упражнения виж М. Георгиева,

302 Изводи Играта е успешен метод за активно обучение, защото свързва в едно реалния живот с желаната действителност в цялото многообразие от възможни алтернативи (Иванова, 2004: 136). Прилагането на игрови техники в уроците по български език създава условия, обучаваните да бъдат активни участници в познавателния процес, да придобиват практически умения, да осъзнават конкретни знания за езика. Чрез играта могат да се опознаят различни социални роли, които се свързват с определени социални дейности, регулирани чрез предписания и норми, определяни от професията и позицията. В процеса на играта е важно да се осъзнае, че социалните роли предоставят възможности за изява в определен диапазон от поведенчески модели, които се основават на общоприети норми на социално взаимодействие. Културно-образователната област Български език и литература се развива на основата на достиженията на науките за културата, които имат призвание да покажат, както подчертава Фр. Растие, семиотичния характер на човешката вселена и признаят участието на човека като актьор, надарен с афекти и отговорност (Растие, 2003: 355). Усъвършенстването на социалната приспособимост на личността се основава на формираните умения за успешна речева комуникация, т. е. съобразена с културните традиции на обществото. Изучаването на езика като система и структура, на нормите за функциониране на езиковите средства в речта е предпоставка за развиване на способността да се възприема безкрайното разнообразие от културни стереотипи. ЛИТЕРАТУРА Виденов, М., Съвременната българска градска езикова ситуация, София, УИ Св. Климент Охридски, Георгиева, М., Обучението по български език в началното училище, Шумен, УИ Епископ Константин Преславски, Димитрова, Стефана, Предговор, // Прагматика на текста, София, АИ Проф. Марин Дринов, Димчев, К., Система в стилистичните занятия по български език, София, Народна просвета, , Основи на методиката на обучението по български език, София, УИ Св. Климент Охридски, Иванова, Г., Играта, Минало и настояще, Пловдив, ИМН, Петров, А. Обучението по български език обучение по култура (Опит за футурологичен анализ) // Български език и литература, 2-3, 2001, Издателство LiterNet, apetrov/kultura.htm, , Проблеми на комуникативно ориентираното обучение по български език ( клас), София: Булвест, 2000, Растие, Фр., Изкуства и науки за текста, София, ЛИК, Янкова, Г.- Костадинова, Ст., За синтетичните (и/или комбинирани/комплексни) упражнения и мястото им в учебния процес по български език // Български език и литература, 2007,

303 BULGARĠSTAN DA TÜRKÇENĠN ÖĞRETĠMĠYLE ĠLGĠLĠ HAZIRLANAN ÖĞRETMEN KILAVUZ KĠTAPLARININ DEĞERLENDĠRĠLMESĠ Harun BEKĠR * ÖZ: Bulgaristan da en büyük azınlığı Türkler oluşturur; Bulgarcadan sonra ülkede en çok konuşulan dil de Türkçedir. Ülke birden çok dili barındıran topraklar üzerinde olduğu için, dil planlaması ülkenin önemli, açık veya gizli gündemlerinden birisidir. Tarihsel süreç içerisinde Bulgaristan daki Türkçeye olan farklı yaklaşımların örneklerini görmek mümkündür. Ancak bu yaklaşımlar söz konusu ülkede her zaman başladıkları gibi devam etmemiştir. Zira Türkçeye yönelik dil planlaması ile ilgili özel bir yaklaşım sergileyen Bulgaristan Devleti, çeşitli mücadeleler, dönüşümler, değişimler sonrasında dil politikalarıyla ilgili yeni yaklaşımlar geliştirmek zorunda kalmıştır. Bu çalışmamızda Bulgaristan da Türkçenin öğretimiyle ilgili farklı dönemlerde hazırlanan öğretmen kılavuz kitaplarını değerlendirmek istiyoruz. Anahtar Kelimeler: Bulgaristan, Türkçe Öğretimi, Öğretmen Kılavuzları. THE EVALUATION OF GUIDING BOOKS FOR TEACHERS PREPARED FOR TURKISH LANGUAGE TEACHING IN BULGARIA ABSTRACT: Turkish people form the largest minority in Bulgaria, and Turkish language is the most common language after Bulgarian. Since the country was founded in a land involving many languages, language planning is one of the important overt or covert agenda of the country. The approaches observed in historical process not always continued as they started. Thus, Bulgarian state, which demonstrated a special approach to Turkish language, regarding language planning, had to develop new approaches regarding its language policies after various struggles, transformations and changes. The present study aims to evaluate the guiding books for teachers regarding Turkish language teaching prepared in Bulgaria in different periods. Keywords: Bulgaria, Turkish Language Teaching, Guiding Books for Teachers. GiriĢ Tarihsel süreçte Bulgaristan da Türkçeye olan farklı yaklaģımların örneklerini görmek mümkündür. Türkçeye yönelik dil planlaması ile ilgili özel bir yaklaģım sergileyen Bulgaristan Devleti, çeģitli mücadeleler, dönüģümler, değiģimler sonrasında dil politikalarıyla ilgili yeni yaklaģımlar geliģtirmek zorunda kalmıģtır. Örneğin, 1950 li yıllarda, Sovyetler Birliğinde izlenen dil politikalarının da etkisiyle, ülkedeki Türklerin yoğun olarak yaģadığı bölgelerde kültürel faaliyetlerle gündelik iliģkilerde etkin bir Ģekilde Türkçenin kullanılması teģvik edilmiģ, üniversitelerde Türk dili kürsüleri kurulmuģ, Türkçe gazete ve dergiler çıkartılmıģ, Türk tiyatroları açılmıģ, ulusal radyoda Türkçe programlar hazırlanmıģ, Türk öğretmen enstitüleri kurularak Türkçenin eğitimde kullanılması sağlanmıģtır (MemiĢoğlu, 2002). Burada amaç, çok dilli ve çok kültürlü coğrafyada, çokluk teģvik edilerek siyasal bütünlük ve komünist ideallere varmaktı. Ancak daha sonraki yıllarda, özellikle komünist rejimin son dönemlerinde, baģlangıçta uygulanan çoğulcu dil politikaları terk edilmiģ, yerine baskıcı politikalar getirilmiģ, tek dil yaklaģımları benimsenmiģtir. Bu tür değiģikliklerin tersine örnekler de yaģanmıģtır. Örneğin, yetmiģli yıllarda baģlayan ve seksenli yılların sonuna kadar süren tek dilli yaklaģımı zamanla terk etmiģ, demokratik sisteme entegre olma çabaları sırasında Türk diline bir hak olarak yaklaģmayı benimsemiģ, farklı ana dilleri olan gruplara kendi ana dillerini öğrenme ve kullanma hakkını yasalarla garanti etmiģtir. Bu çalıģmamızın amacı, Türkçenin öğretimiyle ilgili Bulgaristan da yayınlanan öğretmen kılavuz kitaplarını değerlendirmektir. Tarama modeli ile yapılan çalıģmada, konu ile ilgili araģtırmalardan yararlanılmıģ, Türkçe öğretimiyle ilgili farklı dönemlerde Bulgaristan da yayınlanan öğretmen kılavuz kitabı niteliğindeki kaynaklar incelenmiģtir. * Yrd. Doç. Dr., Plovdiv Paisiy Hilendarski Üniversitesi. 303

304 1. Türkçe Öğretimiyle Ġlgili YaklaĢımlar Bugüne kadar okullardaki Türkçe öğretimi değerlendirildiğinde uzun yıllar Türkçenin eğitim, edebiyat ve bilim dalı olarak rağbet görmediği bilinmektedir. Medreselerde Ġslam dini ve bilimlerini öğretmek amaçlandığı için Türkçe bir ana dil öğretim konusu ya da dersi olarak düģünülmemiģ, ama öğretim dili olarak zaman zaman kullanılmıģtır. Sübyan okullarında öğretilen Kuran ve Arap dili, çocukların Türkçe yazma ve okumalarını engelleyerek, Türkçenin benimsenmesini, bir bilim, yazı dalı olarak geliģmesini ve bilimsel olarak betimlenmesini engellemiģtir. Gerek askeri uzmanlık okullarına öğrenci yetiģtirmek, gerekse devlete memur yetiģtirilmesi amacıyla RüĢtiyeler ve Maarif Mektepleri gibi ortaöğretim kurumları, II. Mahmut döneminde ( ) açılmıģtır. Bu okullarda Türkçeye önem verilmesi istenmiģ ve Türkçe ilk olarak rüģtiyelerde öğretim dersi olarak programa alınmıģtır. Ne var ki, Türkçede kullanılan alfabenin Arap diline göre bir alfabe olması, Türkçenin ses düzenini yansıtmaması öğrenmeyi güçleģtirmiģtir. Türkçe öğrenimi daha çok usta-çırak iliģkisi ve bireysel gayretlerle sürdürülmüģtür. Bulgaristan Türklerinin azınlık tarihi boyunca Türkçe eğitimi zor dönemler yaģamıģtır. SavaĢlar, büyük göçler, Türkleri azınlık durumuna düģürmüģ, Türk okulları Ġkinci Dünya SavaĢı na kadar özel okul statüsünde kalmıģ, her türlü güçlüklere karģın ayakta durmayı baģarmıģ ve eğitim Türk dilinde gerçekleģtirilmiģtir. Ülkemiz Bulgaristan da, Türk dili öğretim planlarında baģlı baģına bir ders olarak 1839 dan sonra Sübyan mekteplerinin modern tip okullar haline getirilmeye baģlanmasından sonra alınmıģtır (Ergin, 1941: 45). Bulgaristan topraklarının Osmanlı Devleti nden ayrılmasından önceki ve sonraki yıllarda gerek öğretimin örgütlenmesinde, gerekse öğretim programlarında eski uygulamalar devam etmiģtir. Zaman zaman Türkiye den ülkemize çeģitli yollarla giren öğretim metotlarıyle ilgili eserler, Türkiye de okumuģ öğretmenler, Bulgar öğretim pratiği sayesinde Batı Avrupa metodik görüģ ve anlayıģları Türkçe öğretimi sorunlarının çözümünü gündeme getirse de istenilen sonuçlara ulaģılamamıģtır. Fakat 1908 den sonra ve özellikle 1923 ten sonraki yıllarda Türkiye deki öğretim sisteminde yapılan reformlar, Bulgaristan daki Türk öğretmenleri de etkilemiģ, Türkçenin öğretimi ile ilgili sorunların çözümü için Avrupa eğitim sistemlerini incelemeye ve Bulgar meslektaģlarının tecrübelerinden faydalanmaya teģvik etmiģtir. Ülkemiz Bulgaristan da özel okul statüsündeki azınlık Türk okullarının teftiģini Bulgaristan Eğitim Bakanlığı sağlamıģ, yönetimi Türk-Müslüman cemaatine bırakmıģtır (MemiĢoğlu, 2006: 9). Türk- Müslüman halkı okullarını yönetmek için kendi aralarında yönetim kurulları seçmiģ ve bunlara maarif encümeni, mektep encümeni denilmiģtir. Ancak bu okullarda eğitim-öğretim iģlerini, ders programlarını, okul binalarını inģaatını ve öğretmenlerin tayinlerini düzenleyecek bir merkezî otorite olmadığı için okul encümenlerinin farklı uygulamaları, farklı bölgelerdeki okul programları arasında birliği sağlayamadığı gibi, eğitim düzeyinde de bir uyum ve denklik oluģturamamıģtır. Bütün bu sorunları topluca ele alabilecek ve bunlara çözüm yolu bulabilecek bir eğitim kurumuna ihtiyaç duyulmuģtur. Bu ihtiyacı karģılamak amacıyla Bulgaristan daki Türk öğretmenler ilk defa 1906 yılında örgütlenmiģtir. 2. Öğretmenler Birliğinin Kurulmasından Yeni Alfabenin Kabulüne Kadar Yapılan ÇalıĢmalar 1906 yılında kurulan Muallimin-i Ġslamiyye Cemiyet-i Ġttihadesi, kuruluģ zorlukları dönemi geçirdikten sonra düzenlemeye baģladığı öğretmenler kongreleri genellikle öğretim iģlerine belli bir yön vermeye baģlar. Kurulan bu öğretmen birliği, okullarda yeni öğretim yöntemlerinin uygulanmasında, çağa uygun müfredat programları ve ders kitaplarının hazırlamasında büyük hizmetlerde bulunmuģtur (Yenisoy, 2007: 15). Kitaplar ilk zamanlarda Türkiye den tedarik edilmiģ, ancak Bulgar makamları buna engel olmaya baģlayınca, okulları kitapsız bırakmamak için öğretmenler birliği kongresinin kararları doğrultusunda öğretmenler okul kitapları yazmaya koyulmuģlardır. ġumnulu Hafız Abdullah Fehmi, Rusçuklu Mehmet Masum gibi deneyimli öğretmenlerin öncülüğünde ilk olarak Çekidüzen baģlıklı ilkokullara mahsus gramer kitabı ve öğretmenler için de El Ulağı kitabını, ikinci olarak Usul-ü Savtiye adlı alfabe kitabını ve bu yeni usulün nasıl uygulanacağını anlatan Elifba Kılavuzu adlı bir öğretmen kılavuzu da yayınlamıģlardır. Söz konusu kılavuz kitabının yayınlandığını biliyoruz, ancak günümüzde bu kitaba ulaģmamız mümkün olmamıģtır. Ayrıca Mehmet Masum Efendi, ikinci sınıflar için Ana Dil adında Kıraat (okuma) kitabı ile rüģtiyelere Tarih Umumi adlı eserin birinci kısmını yayınlamıģtır (MemiĢoğlu, 2006: 18). Kendilerine ayak uydurmaya çalıģan diğer öğretmenler de ders kitapları yazmaya baģlamıģlardır. Türk Öğretmenler Birliği nin önemli çalıģmalarından biri de öğretmenlere yaz aylarında önceden belirlenmiģ Ģehirlerde olgunlaģtırma kursları düzenlemek olmuģtur. Filibe, Aytos, Plevne, Razgrad, Varna, Dobriç ve Silistre gibi Ģehirlerde yeni öğretim yöntemlerini uygulamak için hazırlık görmüģlerdir. Ayrıca 304

305 birçok idari meseleler, örgütlenme, öğretim programları, ders kitapları, öğretim amaçları vs ile ilgili yapılan incelemeler ve tartıģmalar sonucu Türkçe öğretiminin sorunlarına pratik çözümler arayıģlarına giriģilmiģtir. Teorik yönüne gelince, bunlar ancak günlük gerekçeler olarak ortaya çıkan metodik görüģ ve yenilikleri açıklamak veya aydınlatmaktan ileri gidemeyen ve çok az kiģinin pratikte uyguladığı dilekler seviyesinde kalmıģtır (Mahmudov, 1968: 8). Bu dönemdeki Türkçe gazete ve dergilerde zaman zaman çıkan yazı veya eleģtirilerde Türkçe öğretiminde uygulanması gereken yöntemler ele alınmıģ, Türk dili ders kitaplarının hazırlanmasında uyulan metodlar da tartıģılmıģtır. Bu yazılar Türkçe öğretimi pratiğiyle ilgili faydalı olsa da tatmin edici bir sonuca ulaģmamıģtır. Nitekim bu dönemde genel olarak öğretimde olduğu gibi, Türkçe öğretiminde de öğretmenlerin faydalanabileceği yeterince kılavuz kitabı hazırlanamamıģtır. Bu dönemin Türkçe öğretimini değerlendiren Hüseyin Mahmudov a göre genel olarak öğretim alanında göze çarpan formalizm, özellikle dil bilgisini önemsememe eğilimleri Türkçe öğretimine de damgasını vurmuģtur. Dil bilgisi öğretiminde adeta kurallar öğrencilere ezberletilmiģ veya dil bilgisi kurallarının dil pratiğiyle ilgisi göz önünde bulundurulmamıģtır. Dil bilgisi Türkçenin yapısına tamamıyla yabancı olan bir Ģema ve sistemde öğretilmeye çalıģılmıģtır. Dil alıģtırmaları küçümsenmiģ, öğrencilere verilen bilgiler, konkre dil olaylarının gözlemlenmesiyle açıklanmamıģ, canlı dilden çıkan kurallar olarak bilinçlendirilmemiģtir. ÇeĢitli tanımlamalar ve kurallar öğrencilere hazır olarak verilmiģ ve uygulanan yöntemler Ģüphesiz dil öğretimini küçümsemeye sebep olmuģtur (Mahmudov, 1968: 9) yılına kadar Bulgaristan daki Türk okullarında eğitim tıpkı Türkiye de olduğu gibi eski yazıyla yapılmıģtır. Yalnızca ilkokul üçüncü sınıflarda Bulgarca dersi, Bulgar tarihi ve coğrafyası, Bulgarca öğretilmiģtir yılında Türkiye Cumhuriyeti nin eski yazıyı bırakıp yeni yazı uygulamasına geçmesi, Bulgaristan Türkleri arasında büyük yankı uyandırmıģ, Bulgaristan daki Türk okullarında da yeni Türk harfleriyle öğretime baģlanmasına karar verilmiģtir (MemiĢoğlu, 1998: ). Türkiye den kitap getirme olanağı bulunmadığından ders kitaplarının Bulgaristan da hazırlanıp basılması da kararlaģtırılmıģtır. Bu görevi Filibeli öğretmenlerden Ahmet ġükrü Bey üstlenmiģ, yeni harflerle Bulgaristan Türk mekteplerine mahsus ilk Türk alfabesini hazırlamıģ ve 1928 yılı Eylül ayında Haskovo da (Hasköy de) Çikago Basımevi nde bastırmıģtır (MemiĢoğlu, 2006: 33). Okullarda yeni yazıya geçilirken, Türkiye deki Millet Mektepleri uygulamasından da esinlenerek, Öğretmenler Birliği öncülüğünde yeni harfleri öğretmek üzere kurslar düzenlenmiģtir. 3. Ġkinci Dünya SavaĢı ndan Sonraki ÇalıĢmalar Türkçe öğretiminde bu durum 1946 yılına kadar devam etmiģtir. Ancak 1946 yılında Eğitim Kanunu nda yapılan değiģikliklerle devlet, azınlık okullarının da yönetimini ele almıģ ve böylece öğretim alanında yeniliklere doğru ilk adımlar atılmıģtır. Ġkinci Dünya SavaĢı ndan sonra Türk okulları devletleģtirilmiģ ve bazı iç ve dıģ etkenlerden dolayı 60 lı yılların baģına kadar Türkçe eğitiminde olumlu geliģmeler kaydedilmiģtir. Türk okullarının açılması ve öğrenci sayısının artması, öğretmen ve ders kitapları ihtiyacını da beraberinde getirmiģtir. Devletin denetiminde bulunan Türk okullarına öğretmen yetiģtirmek için 1947/48 ders yılında Stara Zagora da (Eski Zağra da) dört yıllık bir Türk Öğretmen Okulu açılmıģ ve ders kitaplarının hazırlanmasına baģlanmıģtır yılında da Kırcaali ve Razgrad Ģehirlerinde Türk anaokulu ve ilkokullarına öğretmen yetiģtirmek için üç yıllık birer Türk öğretmen okulu (pedagoji mektebi) açılmıģ ve aynı yıl kapatılan Stara Zagora Türk Öğretmen Okulu ndan öğrenciler bu iki okula dağıtılmıģtır yılında Sofya da bir Türk öğretmen okulu (pedagoji mektebi), ġumnu da Bulgar Öğretmen Enstitüsüne bağlı iki yıllık Türkçe sınıflarla birlikte, Sofya Üniversitesinde Türk Filolojisi Bölümü açılmıģtır yılında Hasköy ve Dobriç Öğretmen Enstitülerinde de birer Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü açılmıģtır. Bu okullarda Türkçe öğretimi bir ders olarak okutulmuģ, dolayısıyla Türkçe öğretimiyle ilgili kaynak ders kitapları ihtiyacı doğmuģtur. Dolaysıyla Bulgaristan Türk okullarına öğretmen yetiģtiren eğitim kurumlarının bu noktada önemli yeri vardır. Bu dönemde Türkçe öğretimiyle ilgili birçok eser de yayınlanmıģtır yılında Türkçe öğretimiyle ilgili çıkan Ġlk Mektepte Türk Dili, Ġptidai Mektepleri Ġçin Program, 1955 yılında Ders Planlarının Telifi Ġçin Metodik Talinatnamesi, 1958 yılında Alfabe Öğretimi: Alfabenin Öğretimine dair Muallimlere Metodik Kılavuz, Ġlk Mekteplerde Türk Dili Metodikası: Pedagoji Mekteplerine Ders Kitabı, Edebî Okuma Metodikası, Ġlk Mekteplerde Türk Dili Öğretimi Metodikası, 1959 yılında Ġlk Mekteplerde Lügat ĠĢi ve yine aynı yılda Tecrübelerim baģlıklı kitap ile 1960 yılında I.-VII. sınıflar için Türkçe Öğretmen Kılavuzu kitapları yayınlanmıģtır. 305

306 Bu dönemde çıkan bazı önemli kitapların değerlendirilmesi Edebî Okuma Metodikası (Beytullah ġiģmanoğlu, 1958) Beytullah ġiģmanoğlu nun 1958 yılında Narodna Prosveta Yayınevi tarafından yayınlanan kitabı Türk Öğretmen Enstitülerine ait bir ders kitabı olarak hazırlanmıģtır. Kitap dokuz bölümden oluģmaktadır ve ortaokullardaki edebiyat derslerinde uygulanabilecek çalıģmalar hakkında öğretmenlere de kılavuzluk edebilecek Ģekilde hazırlanmıģtır. Kitabın giriģ bölümünde Türk azınlık okullarındaki 5., 6. ve 7. sınıf edebiyat derslerinin konusu, amaçları ve içeriği hakkında açıklamalar bulunmaktadır. Ġkinci bölüm edebiyat derslerinde uygulanabilecek öğretim metotları, üçüncü bölümde ise edebiyat derslerinin örgütlenmesi ele alınmakta, çeģitli ders planları yer almaktadır. Kitabın diğer bölümlerinde edebiyat derslerinde uygulanabilecek inceleme yöntemleriyle programda yer alan farklı edebî eserlerin inceleme planlarının örnekleri de yer almaktadır. Ayrıca roman, hikâye, Ģiir, fabl gibi çeģitli edebî türlerle masal, destan gibi halk edebiyatı eserlerinin incelenmesinde uygulanacak yöntemlere de yer verilmiģtir. Ġlk Mekteplerde Türk Dili Öğretimi Metodikası (H. Mahmut, L. Demir, M. Mümün, 1958) 1958 yılında Türk pedagoji okullarına ait bir ders kitabı olarak hazırlanan kitabın giriģ kısmını ve birinci bölümünü H. Mahmut, ikinci ve üçüncü bölümünü M. Mümün, dördüncü bölümünü ise L. Demir yazmıģtır. Kitabın giriģ kısmında ilkokullarda Türk dili öğretiminin konusu, ödevleri ve amaçları, Türk dili dersinin programdaki yeri ve önemiyle iģlenmesi gereken konular yer almaktadır. Kitabın birinci bölümünde okuma-yazma öğretimiyle ilgili konular, okuma-yazma öğretiminin devirleri (hazırlık devresi, alfabe devresi, alfabeden sonraki devre) ve bunlarla ilgili günlük plan örnekleri ile yapılabilecek etkinlikler yer almaktadır. Kitabın üçüncü bölümünde dil bilgisi öğretimine, dördüncü bölümünde ise dil öğretiminde yapılan sözlü ve yazılı etkinliklere yer verilmiģtir. Narodna Prosveta Yayınevi tarafından 1958 yılında yayınlanan Ġlk Mekteplerde Türk Dili Öğretimi Metodikası kitabında okuma-yazma öğretimi ile ilgili bilinen farklı öğretim metotları ve metotların özellikleri ele alınmakta, yazarın adlandırdığı ses tahlil-terkip metodu na da geniģ yer verilmektedir. Yazarın da açıkladığı gibi bu metot Bulgaristan okullarında okuma-yazma öğretiminde 1948/49 öğretim yılından itibaren okullarda uygulanmaya baģlanmıģtır (Mahmut, 1958: 31). Günümüzde bu metot Ses Temelli Cümle Yöntemi olarak bilinmektedir. Bir kıyaslama yapmak gerekiyorsa aynı dönemde Türkiye deki okullarda ilk okuma yazmada Cümle Yöntemi olarak adlandırılan ve 1936 ve 1948 ilkokul programlarında ilkokuma ve yazmaya öğrencilerin anlayabileceği cümlelerle baģlanmalıdır. Zamanla bu cümleler kelimelere, kelimeler hecelere bölünmelidir ifadesiyle okuma yazma öğretiminde çözümleme yönteminin uygulanacağı belirtilmiģtir (Koç, 2012: 2264). Aslında 1924 yılı öğretim programında okuma yazma öğretiminde ses yöntemi ile sözcük yönteminden birinin kullanılması öğretmenin takdirine bırakılmıģtır. Bu programla ilk defa çözümleme yöntemi resmî bir nitelik kazanmıģ bulunmaktadır yılı ilkokul programında ise sözcük yöntemiyle karma yöntemlerden birini seçme konusunda öğretmen serbest bırakılmıģtır (Cemaloğlu, 2008: 12). Cumhuriyetin ilanından evvel savtî adı verilen, yani sese dayalı bir okuma-yazma öğretimi gerçekleģtirilmiģtir. Cumhuriyetten sonra bu uygulamadan vazgeçilmiģtir. Nitekim 1924 yılında yapılan Elifba Kongresi nde bu yöntemin modasının geçtiği vurgulanmıģ ve iģe terkipten yani bütünden baģlanması gerektiği ifade edilmiģtir (Cemaloğlu, 2008: 11) yılı programında ise 1926 dan farklı olarak basit cümle ve sözcükler ibaresi yer almıģtır. Artık cümle yöntemi 1936 programına resmen girmiģtir (Cemaloğlu, 2008: 13). Öğretime basit cümlelerle baģlanması gerektiği en net olarak 1948 programında yer alır. Bu anlayıģ 1968 programında da devam ettirilir ve 1997 programlarında da önemli bir değiģiklik olmaz yılına gelindiğinde ise - yukarıdaki programların tersine - Ses Temelli Cümle Yöntemi ne geçilmiģtir. Buna göre okuma-yazma öğretimine seslerle baģlanacak, anlamlı bütün oluģturacak birkaç ses verildikten sonra, seslerden hecelere, kelimelere, cümlelere ve metinlere ulaģılacaktır. Aslında bu yöntem Bulgaristan da daha 50 li yılların baģından itibaren uygulanmaya baģlanmıģtır Yılından Sonraki YaklaĢımlar 1958 yılında Bulgaristan da Türkçeye yönelik dil politikalarında da önemli geliģmeler olur. Bu dönem Bulgaristan da özel bir Dil Komisyonu kuruluyor. Bu komisyonun görevi Bulgaristan Türklerinin yazı dilinin söz varlığına Bulgarca kelime ve ifadeler kazandırarak Türkçeyi zenginleģtirmek, hatta Türkçenin gramer yapısını, cümle kuruluģu kurallarını da değiģtirmektir. Komisyonun önerisi üzerine listeler hazırlanır ve Türk yazı dilinin söz varlığına birçok Bulgarca kelime ve ifadenin kazandırılması zorunlu hal alır. Uygulanan dil politikaları bu dönemde çıkan ders kitaplarına olduğu gibi öğretmen kılavuz kitaplarına da yansımakta ve Türkçede kullanılmayan birçok terim ve ifade, Bulgarcadan uyarlanarak kullanılmaktadır. 306

307 Türk azınlığına verilen haklar genel olarak eğitim alanında görülmüģ, ancak çok geçmeden Türkçe eğitime büyük darbe indirilmiģtir. 1958/59 öğretim yılında Türk liseleri Bulgar liseleriyle birleģtirilir, bir sonraki öğretim yılında da Türk ilkokul ve ortaokulları, Bulgar okullarıyla birleģtirilir ve eğitim dili Bulgarca olur, Türk dili ise ancak bir ders olarak okutulur. Türkçe kitapların yayınlanmasına da son verilmiģtir yılları arasında Türklerin eğitimi konusunda geçici olarak geri adım atılmıģ ve bir yumuģama politikası uygulanmıģtır. Bu dönemde Türkçe dersleri için yeni bir müfredat programı hazırlanmıģ ve ilköğretim sınıflarında haftalık 4 saat zorunlu olarak Türkçe okutulması, liselerde ise seçmeli ders olarak 2 saat Türk Dili ve Edebiyatı dersinin okutulması öngörülmüģtür. Daha önce kurulan özel Dil Komisyonu nun hazırlamıģ olduğu ve Türkçeye girmesi gereken Bulgarca kelime ve ifadeler listesinden vazgeçilmiģ ve yayınlarda kullanılan Türk dili normal durumuna dönmeye baģlamıģtır (Yenisoy, 2007: 42). Bu dönem Türkçe öğretimiyle ilgili yayınlanan eserler Ģunlardır: Türkçe Öğretimi: Методическо ръководство за учителите по турски език в 1-7 клас (1965), Sofya Üniversitesi Türk filolojisi öğrencileri için bir ders kitabı olarak Bulgarca yayınlanan Методика на обучението по турски език в средния курс: За студенти по турска филология при СУ Климент Охридски (1965), Türk Dili Öğretim Bilgisi (1968), Türkçe Öğretimi Kılavuzu (1969). Bu dönemde çıkan bazı önemli kitapların değerlendirilmesi Türk Dili Öğretim Bilgisi (Hüseyin Mahmudov, 1968) Hüseyin Mahmudov un 1968 yılında yayınlanan Türk Dili Öğretim Bilgisi kitabı, ortaokullarda Türk dili öğretimi ile ilgili 1964 yılı programının öngördüğü sistemli dil bilgisi öğretiminin amaçları göz önünde bulundurularak hazırlanmıģtır. Okullarımızda Türk dili öğretiminin esaslı sorunlarını sistemli ve tam olarak açıklamayı hedefleyen kitap, hem Sofya Üniversitesi Türk Filolojisi Bölümü öğrencileri için bir ders kitabı, hem de Türkçe öğretmenlerinin faydalanabileceği bir kılavuz kitabı olarak hazırlanmıģtır. Kitabın hazırlanmasında okullarda uygulanan Türkçe müfredat programları göz önünde bulundurulmuģtur. Kitap üç bölümden oluģmaktadır. Birinci bölümde Türk dili öğretiminin önemi ve amaçları, öğretim konularının programdaki yeri ve dağılımı, eğitim ve öğretimde uygulanan didaktik prensipler, öğretim metotları, öğretim sürecinin örgütlenmesi ve planlanması gibi genel sorunlar ele alınmıģtır. Ġkinci bölüm, fonetik, morfoloji ve sentaks gibi dil bilgisi bölümlerinin öğretimi konularını kapsamakta, farklı konuların öğretiminde uygulanabilecek baģlıca yöntem ve tekniklere yer verilmektedir. Ayrıca bu bölümde farklı konuların öğretimiyle ilgili günlük ders planları örneklerine de yer verilmiģtir. Kitabın üçüncü bölümünde ise öğrencilerin sözlü ve yazılı anlatım becerilerinin geliģtirilmesiyle ilgili yapılacak çalıģmalar ve noktalama iģaretleri öğretimi konuları yer almaktadır. Türkçe Öğretimi Kılavuzu (Muhittin Mehmedeminof, 1969) Muhittin Mehmedeminov un 1969 yılında yayınlanan Türkçe Öğretimi Kılavuzu, öğretmenlerin çalıģmalarında bazı güçlüklerin bertaraf edilmesi amacıyla hazırlanan bir kılavuz kitabıdır. Kılavuzda Türkçe öğrenen öğrencilerin sözlü anlatım becerilerini geliģtirecek bazı kurallar incelenmekte, Türkçe öğretiminde çalıģmaların daha pratik olması, dil öğretiminin sözlü becerilerin geliģtirilmesiyle paralel olarak gerçekleģtirilmesi tavsiye edilmektedir. Kitapta ele alınan sorunlar, Eğitim Bakanlığının Türk dili öğretimiyle ilgili yürürlükte olan programının temel amaçları gereğince incelenmiģtir. Kitabın hazırlanmasında bazı Türkçe, Bulgarca ve Rusça kaynak kitaplardan faydalanılmıģtır. Kitap iki bölümden oluģmaktadır. Birinci bölümde dil bilgisi derslerinde öğrencilerin sözlü anlatım becerilerini geliģtirme yolları, ikinci bölümde ise okuma derslerinde öğrencilerin sözlü anlatım becerilerini geliģtirme yolları ele alınmaktadır. Yazar, farklı konuları iģlerken birçok örnek incelemiģ, öğretmenlerin ders esnasında uygulayabileceği birçok çalıģma örneği vermiģtir. 5. Demokrasiye GeçiĢ Süreci Bulgaristan Türkleri, 70 li yıllardan baģlayarak 80 li yılların sonlarına kadar Türkçe eğitimden ve kültürel geleneklerinden tamamen yoksun bırakılmıģtır. Daha önceleri uygulanan çoğulcu dil politikaları terk edilmiģ, yerine baskıcı politikalar baģlamıģ, tek dil yaklaģımları benimsenmiģtir. Türkçe kitapların yayınlanmasına son verilmiģtir. Demokrasiye geçiģ sürecinin baģladığı 1990 yılından bu yana birçok alanda önemli geliģmeler yaģanmıģtır. Ancak Türkçe eğitimi konusunda sorunlar çözüme kavuģmuģ değildir eğitim öğretim yılından itibaren Bulgaristan ilköğretim okullarında Türkçe öğretimi seçmeli bir ders olarak gerçekleģtirilmekte ve birçok Türk öğrencisi bu derslerden faydalanma imkânı bulamamaktadır. Bu 307

308 dönemde de Türkçe öğretimiyle ilgili tek bir kılavuz kitabı basılmıģtır. Fikriye Mehmet ve Süzan Çakır tarafından hazırlanan Türkçe Öğretmen Kılavuzu 2000 yılında yayınlanmıģtır. Bu dönemde çıkan kitapların değerlendirilmesi Türkçe Öğretmen Kılavuzu (Fikriye Mehmet, Süzan Çakır, 2000) Fikriye Mehmet ve Süzan Çakır tarafından hazırlanan Türkçe Öğretmen Kılavuzu, Sofya daki Uluslararası Azınlıklar Sorunları ve Kültür ĠliĢkileri Merkezi nin yardımıyla 2000 yılında Mandira Yayınevi nde basılmıģ ve Bulgaristan Eğitim ve Bilim Bakanlığı tarafından ortaöğretim okulları için yardımcı ders kitabı olarak onaylanmıģtır. Türkçe Öğretmen Kılavuzu, okullarda Türkçe öğretimine yönelik konuları içeren üç bölümden ibarettir. Birinci bölümde Türkçe öğretiminin amaçları, örgütlenmesi ve planlanması, Türkçe ders çeģitlerinin özellikleri, okuma-yazma öğretimi, edebiyat öğretimi, dil bilgisi öğretimi gibi konular iģlenmiģtir. Ġkinci bölüm örnek ders planları, üçüncü bölüm ise 1. sınıf için yardımcı metinler içerir. Kılavuz, Eğitim Bakanlığının 1993 yılında yayınladığı Türkçe ders programı istemlerine ve öğretim programlarında yapılan değiģikliklere göre hazırlanmıģtır. Bu kılavuz kitabında dikkat çekecek önemli bir husus, ilk okuma ve yazma öğretiminde cümle çözümleme yönteminin uygulanmasıdır, çünkü 1. sınıf Okumaya BaĢlıyorum ders kitabı Türkiye deki ders kitapları esas alınarak cümle metoduna göre hazırlanmıģ, Türkçe öğretmenlere de çalıģmalarında bu yönteme uyma zorunluluğu getirilmiģtir. Sonuç Ġkinci Dünya SavaĢı na kadar genel olarak Bulgaristan da Türkçe öğretimiyle ilgili öğretmenlerin faydalanabileceği yeterince kılavuz kitabı hazırlanmamıģtır. Bu dönemdeki Türkçe gazete ve dergilerde Türkçe öğretiminde uygulanması gereken yöntemler konusu zaman zaman ele alınmıģ olsa da tatmin edici sonuçlara ulaģılmamıģtır. Bu dönemdeki çalıģmalar Türk Öğretmenler Birliği nin öncülüğünde düzenlenen yaz kursları ile sınırlı kalmıģtır. Ġkinci Dünya SavıĢı ndan sonra Türkçe öğretimine olan olumlu yaklaģımlar, birçok öğretmen kılavuzu niteliğindeki kitabın hazırlanması sonucunu doğurmuģtur. Özellikle azınlık Türk okullarına öğretmen yetiģtiren eğitim kurumlarının kaynak ders kitabı ihtiyacı bu süreçte olmuģtur yılında kurulan özel Dil Komisyonu nun çalıģmaları sonucu Türk yazı dilinin söz varlığına birçok Bulgarca kelime ve ifade yerleģmiģtir. Uygulanan dil politikaları bu dönemde çıkan ders kitaplarında olduğu gibi öğretmen kılavuz kitaplarına da yansımakta ve Türkçede kullanılmayan birçok terim ve ifade Bulgarcadan uyarlanarak kullanılmıģtır. Ancak yılları arasında bu uygulamadan vazgeçilse de, 70 li yıllardan baģlayarak 80 li yılların sonlarına kadar Bulgaristan Türkleri Türkçe eğitimden ve kültürel geleneklerinden tamamen yoksun bırakılmıģtır. Demokrasiye geçiģ sürecinde durum değiģmiģ olsa da bu dönemde sadece bir öğretmen kılavuz kitabı hazırlanıp yayınlanmıģtır. KAYNAKÇA AHMEDOV, Sabri (1959), Tecrübelerim, Sofya. CEMALOĞLU, Necati (2000), Ġlkokuma Yazma Öğretimi, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım. CEMALOĞLU, Necati-YILDIRIM, K. (2008), Ġlkokuma ve Yazma Öğretimi, Ankara, Nobel. ERGĠN, O. (1941), Türkiye Maarif Tarihi, Ġstanbul. KOÇ, RaĢit (2012), Okuma Yazma Öğretimi Yöntemleri ve Ses Temelli Cümle Yöntemi Uygulaması, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Vol. 7/4, Fall 2012, Ankara, p MAHMUDOV, Hüseyin (1968), Türk Dili Öğretim Bilgisi, Sofya. MAHMUT, H. L., DEMĠR, M. Mümün (1958), Ġlk Mekteplerde Türk Dili Öğretimi Metodikası: Pedagoji Mekteplerine Ders Kitabı, Sofya. MEHMEDEMĠNOF, Muhittin (1969), Türkçe Öğretimi Kılavuzu, Sofya (1960), I.-VII. Sınıflar Ġçin Türkçe Öğretmen Kılavuzu, Sofya. MEHMET, Fikriye- ÇAKIR, Süzan (2000), Türkçe Öğretmen Kılavuzu, Sofya. MEMĠġOĞLU, Hüseyin (1998), Bulgaristan da Türk Kültürü, Ankara (2002), GeçmiĢten Günümüze Bulgaristan da Türk Eğitim Tarihi, Ankara (2006), Bulgaristan da Türk Muallimler Birliği, Ġstanbul. 308

309 ġġġmanoğlu, Beytullah (1958), Edebî Okuma Metodikası, Sofya. VARTOLOMEEVA, Marija (1959), Ġlk Mekteplerde Lugat ĠĢi, Sofya. VASĠLEVA, Julieta-MAHMUDOV, Hüseyin (1958), Alfabe Öğretimi: Alfabenin Öğretimine Dair Muallimlere Metodik Kılavuz, Sofya. YENĠSOY, Hayriye Süleymanoğlu (1997), Bulgaristan Türklerinin Eğitim ve Kültürel Kalkınmasında Hizmetleri Geçen Azerbaycan Aydınları, Bilgi Dergisi, Ocak, S. 3, Ankara, (1997), Türkiye DıĢındaki Türk Edebiyatları Antolojisi VIII. Bulgaristan Türk Edebiyatı, Ankara (2007), Bulgaristan Türklerinin Türkçe Eğitim Davası, Bursa. МАХМУДОВ, Х. (1965), Türkçe Öğretimi: Методическо ръководство за учителите по турски език в 1-7 клас, Sofya. МАХМУДОВ, Х. (1965), Методика на обучението по турски език в средния курс: За студенти по турска филология при СУ Климент Охридски, София. 309

310 AVRUPA BĠRLĠĞĠ ÖĞRENĠM VE ÇALIġMA HAREKETLĠLĠĞĠNE YÖNELĠK ONLĠNE DĠL ÖĞRETĠMĠ TASARIMI VE UYGULAMALARI Sadriye GÜNEġ * ÖZ: Bu bildirinin amacı Avrupa da dil çeşitliliğini, Avrupa kimliğini ve AB içerisinde hareketliliği destekleyen ve bu nedenle de önem arz eden IPHRAS AB Projesini temel alarak dil öğretimine ilişkin tasarımı ve uygulamayı aktarmaktır. Küçük gruplar dilleri olarak adlandırılan Balkan dilleri ağırlıkta olan ve İngilizce, Almanca, Yunanca, Türkçe, Bulgarca, Romence ve Romani olmak üzere 7 dilde hazırlanmış olan IPHRAS Projesi öğrencilere, çalışanlara ve öğretmenlere yöneliktir. İki yıl süren projenin sonucunda, yurtdışında eğitim ve çalışma konuları çerçevesinde düzenlenmiş, kalıplaşmış sözcükler ve söz öbekleri öğretimi yoluyla öğrenenlere yabancı dil öğrenimine kolayca giriş yapmalarını sağlayacak ücretsiz, online bir kaynak oluşturulmuştur. Bildiride projeyi kısaca tanıttıktan sonra öğretim materyallerinin geliştirilmesinde konu ve içerik seçimi, içerik seçiminde uygulanan ölçütler, veri bankasının oluşturulması ve elektronik ortama aktarılması yöntemleri, öğrenme etkinliklerinin düzenlemesinde gözetilen dilbilimsel ve bilişsel unsurlar, ölçme ve değerlendirmenin tasarlanması tartışılmıştır. Öğretim materyallerinin pilot uygulamasında elde edilen öğrenen görüşleri ve önerileri aktarılmıştır. Anahtar Kelimeler: IPHRAS, Dil Öğretimi, Balkan Dilleri, Avrupa Birliği, Kalıplaşmış İfadeler. ONLINE LANGUAGE TEACHING DESIGN AND IMPLEMENTATIONS FOR LEARNING AND WORKING MOBILITY EUROPEAN UNION ABSTRACT: The purpose of this bulletin is to present the design and implementations regarding language teaching based on the IPHRAS EU Project. The IPHRAS EU Project supports language diversity in Europe, European identity and mobility within the EU. The IPHRAS Project is prepared in seven languages focusing mainly on Balkan languages which are often referred to as Small Groups. English, German, Greek, Turkish, Bulgarian, Romanian and Romani languages were chosen for this project. The project is targeted towards students, employees and teachers. A free online source has been developed from the two year long project which will aid participants in easily beginning to learn a foreign language. This will be achieved through teaching phraseological expressions and words associated with education and working abroad. After briefly introducing the project topic and content regarding development of teaching materials, the criterion applied during content selection, the methods of creating and uploading the database online will be discussed. The linguistic and cognitive factors considered in organizing learning activities and the design of assesment and evaluation will also be discussed. Opinions and suggestions obtained from the pilot scheme of teaching materials will be presented. Keywords: IPHRAS, Language Teaching, Balkan Languages, European Union, Phraseological Expressions. GiriĢ Avrupa Birliği içerisinde çalıģma ve öğrenim hareketliliği giderek artmaktadır. Bu hareketlilik kapsamında çalıģanlar ya da öğrenciler yabancı bir ülkeye gittiklerinde dil açısından sorunlar yaģamaktadır. YaĢanan bu sorunlar dikkate alınarak kiģinin yabancı ülkede bulunacağı sürenin ilk aģamasında ihtiyaçlarını karģılayabilmesine yönelik olarak çeģitli projeler hazırlanmaktadır. Bu bildiride Avrupa Birliği öğrenim ve çalıģma hareketliliğine yönelik çok dilli frazeoloji modüllerinin tasarımını ve online öğretimini konu edinen IPHRAS 1 -Interphraseologie für Studien und Berufsmobile AB Projesi ele alınmıģtır. Avrupa da dil çeģitliliğini, Avrupa kimliğini ve AB içerisinde hareketliliği destekleyen IPHRAS Ġngilizce, Almanca, Yunanca, Türkçe, Bulgarca, Romence, Romani olmak üzere yedi dilde hazırlanmıģtır. IPHRAS yurtdıģında eğitim ve çalıģma konuları çerçevesinde yabancı dil öğrenimine kolayca giriģ yapılmasını sağlayacak, ücretsiz kullanıma sunulan online bir kaynaktır. Söz konusu dillere göre öğretim materyallerinin hazırlanmasında görev almıģ proje partnerleri Ģöyledir: * Yrd. Doç. Dr., Ġstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü. sadriye.gunes@istanbul.edu.tr. 1 AB, Education, Audiovisual and Culture Executive Agency tarafından desteklenen LLP-2012-DE-KA2-KA2MP nolu proje tarihleri arasında gerçekleģtirilmiģtir. 310

311 Almanca- yetiģkin öğretimi pratiği partneri olan Thüringer Volkshochschulverband e.v., Almanya, Almanca ve Romani- yöntem partneri olan Friedrich-Schiller-Universität/ Indogermanistik Slawistik Jena, Almanya, Romence- öğretim partneri olan Lucian-Blaga-Universität Sibiu/Hermannstadt, Romanya, Bulgarca- E-Learning partneri olan Yugozapeden universitet Neophit Rilski Blagoevgrad, Bulgaristan, Yunanca- pilot uygulama partneri olan Green Institute Atina, Yunanistan, Türkçe- yaygınlaģtırma partneri olan Yıldız Teknik Üniversitesi, Türkiye. Projenin Hedef Grupları, Amaçları ve Ġçeriği Projenin hedef grupları öğrenciler (16-18 yaģ), üniversite öğrencileri, yabancı dil kurslarına ve entegrasyon kurslarına devam eden yetiģkinler ve yabancı dil öğretmenleridir. Projenin amaçları pratikle bağlantılı frazeoloji birimleri aracılığıyla yabancı dil öğrenilmesini sağlamak, online öğretim uygulaması yoluyla dil bilincini arttırmak ve öğrenmeyi teģvik etmektir. Dil öğretimi dıģında IPHRAS projesi uzun vadeli etkiler yaratmayı da amaçlamaktadır. Dilbilim açısından yaratılacak etki çok dilli frazeoloji birimleri içeren bir veri bankasını oluģturmak; dil politikası açısından küçük gruplar dilleri ya da bölge dilleri olarak adlandırılan dillere karģı ilgi oluģturmak; kültürlerarasılık açısından diller ve kültürlerin ortak özelliklerini tanıyarak ön yargıları yok etmek olarak belirlenmiģtir. Hedefler doğrultusunda belirlenen içerik tüm hedef grupları için geçerlidir ve günlük dilde kullanılan kalıplaģmıģ ifadeler ve öğrenim ve çalıģmaya iliģkin baģvuru olmak üzere iki ana konuyu kapsamaktadır. Konular ġekil 1 de daha açık bir Ģekilde gösterilmiģtir. ġekil 1 Öğretim Ġçeriği ġekil 1 de görüldüğü üzere günlük dilde kullanılan kalıplaģmģ ifadeler (Routinelformen) bölümü selamlama, karģılama ve uğurlama, üzüntü ve iyi dilekler ifade eden kalıplaģmıģ sözleri içerir. BaĢvuru (Bewerben) bölümü belgeler, mezun olma, iģ veya öğrenim için baģvurma, özgeçmiģ yazma, dilekçe yazma konularını içermektedir. Belirlenen içerik doğrultusunda veri bankası oluģturulmuģtur. Veri Bankasını OluĢturma Proje çerçevesinde online platformunun oluģturması aģamalı bir Ģekilde gerçekleģirilmiģtir. Öğretilmesi hedeflenen ifadeler Almancadan yola çıkarak belirlenmiģ ve bunların diğer dillerdeki karģılıkları araģtırılmıģtır. Ġfadelerin üzerine çalıģmalarla birlikte proje dillerinin dilbilgisel özelliklerine dayanarak fiilerin zaman, kip, kiģi, çatı; zamirlerin, isimlerin, tanımlıkların, adılların ve sıfatların cins, sayı ve haller dikkate alınarak dilbilgisi kılavuzu oluģurulmuģtur. Dilbilgisi terimleri için ortak bir kısaltma sistemi benimsenmiģtir. Bu ön hazırlıklar tamamlandıkan sonra elektronik ortamda veri bankası oluģturma iģlemleri sırasıyla Ģöyle gerçekleģtirilmiģtir: Ġlk aģamada Almanca ifadeler elektronik ortama aktarılmıģ ve diğer tüm dillere sözcüğü sözcüğüne çevirileri yaplmıģtır; ikinci aģamada Almanca dıģındaki dillerdeki ifadeler sisteme girilmiģ; üçüncü aģamada ise her dilin ifadeleri diğer dillere sözcüğü sözcüğüne çevrilmiģtir. Türkçeden yola çıkarak örnek verilecek olursa, birinci aģamada sisteme girilen Almanca 311

312 ifadeler Türkçeye sözcüğü sözcüğüne aktarımıģ, ikinci aģamada Türkçe ifadeler sisteme girilmiģ, üçüncü aģamada da Türkçe ifadeler diğer dillere sözcüğü sözcüğüne çevrilmiģtir. Öğretilmesi kararlaģtırılan ifadeler elektronik ortama aktarılarak giriģ sayfası ġekil 2 de bulunan veri bankası oluģturulmuģtur. ġekil 2 Veri Bankası GiriĢ Sayfası ġekil 2 den görüldüğü üzere Almanca hazırlanmıģ olan veri bankası formatının giriģ sayfasında ana baģlıklar (günlük dilde kullanılan kalıplaģmıģ ifadeler/ Routinelformen ve baģvuru/bewerben) ve çalıģma dilleri (Almanca, Yunanca, Türkçe, Bulgarca, Romence, Romani ve Ġngilizce) yer almıģtır. Konu baģlıkları altında yer alan alt baģlıklara göre ifadeler ve varyantları tek tek girilmiģtir. Belirlenen ifadelerin veri bankası sistemine giriģinde önceden hazırlanan ve proje dillerin özelliklerine göre ġekil 3 te verilen Ġfadeleri ĠĢleme ġablonu kullanılmıģtır. ġekil 3 Ġfadeleri ĠĢleme ġablonu ġekil 3 ten görüldüğü üzere ifadelerde yer alan sözcükler ayrı ayrı kutucuklara girilmiģtir. Girilen sözcüğün ifadede geçen Ģeklinin biçimbilimsel özellikleri (Glossierung) tanımlanmıģ, türü ve sözlüklerde geçen Ģekli (Grundform) belirtilmiģtir. Daha sonra sözcük türüne ve ait olduğu dilin özelliklerine bağlı olarak ekrana gelen çekim formatına (Flexion) girilmesi gereken bilgiler Ģöyledir: Fiiller için türü, çatısı, zamanı, Ģahıs ve sayıya göre çekimleri; isim, sıfat, tanımlıklar ve adılların hallere, cins ve sayıya göre çekimleri. Sözcüklerle ilgili bilgiler tamamlandıktan sonra ifadenin anlamı (Bedeutung), yan anlamları (Konnotation), kültürlerarası özellikleri (Interkulturelle Hinweise), dilbilgisel özellikleri (Grammatische 312

313 Bemerkungen) belirtilmiģ ve ifadenin kullanıldığı örnek cümleler (Beispiel) verilmiģtir. Ġfadelerin tamamının seslendirilmesi yapılmıģ ve sisteme yüklenmiģtir. Söz konusu formata göre sisteme girilen ifadelerde yer alan sözcükler, diğer dillere sözcüğü sözcüğüne çevrilmiģ ve açıklamaları aktarılmıģtır. Ayrıca ifadenin anlamı, kültürlerarası özellikleri, yan anlamları, dilbilgisel özellikleri de diğer dillere çevrilmiģtir. Veri bankası tamamlandıktan sonra projenin online öğrenim platformu oluģturmaya baģlamıģtır. Online Öğretim Platformunu OluĢturma Veri bankası hazırlandıktan sonra öğretim materyalleri düzenlenerek online öğretim platformu 2 oluģturulmuģtur. Öğretim materyalleri iki genel konuya ve çokdilli veri bankasına dayandırılmıģtır. Veri bankası seçilmiģ kalıplaģmıģ ifadeler ve bunların varyantlarını içerir. KalıplaĢmıĢ ifadelerin her biri ayrıntılı olarak sunulmuģ ve yan anlam, anlam, kültürel özelikler ve jestler/mimikler açısından açıklanmıģtır. Örnekler pratikten alınmıģ ve dil bilme seviyelerine göre sıralanmıģtır. Bir baģka olanak da mp3 formatındaki ses kayıtları sayesinde kalıplaģmıģ ifadelerinin dinlemesinin yapılabilmesidir. Ayrıca online öğreniminden nasıl yararlanılacağı konusunda kullanım kitapçığı sunulmuģtur. Kendi kendine öğrenmeye uygun olan materyaller kalıplaģmıģ ifadelerinin sistematik bir Ģekilde öğrenilmesini sağlamak amacıyla geliģtirilmiģtir. Daha fazla hedef grubuna hizmet edebilmek için seçilen ifadelere iliģkin dil, konu, seviye ve becerilere göre farklılaģtırılmıģ etkinlikler düzenlenmiģtir. Etkinliklerin tipolojisi kalıplaģmıģ ifadelerin kullanımının farklı açılarını, farklı durumlarda sözlü ve yazılı kullanımlarını, sözcüksel-biçimbilimsel varyantlarını ve sözel olmayan iletiģimle bağlantıları yansıtmaktadır. Bununla birlikte, öğrenenin ana dilinden biçimsel ve/veya içeriksel farklılıkları ve sapmaları belirlemeye yönelik olan etkinlikler anlamsalyapısal, edimsel-biçimsel ve kültürel özellikler ortaya koymaktadır. Online öğretim düzenlemesinin dayandırıldığı öğrenme ilkeleri kendi kendine öğrenme, bilinen dilden yola çıkarak baģka bir yabancı dili öğrenme ve ana diliyle karģılaģtırma yaparak bir yabancı dili öğrenmedir. Avrupa Konseyi Ortak Dil Ölçütleri Çerçevesi dikkate alınarak online öğrenme platformunda hedef gruplarına göre farklı ödev türleri, her bir frazeoloji birimi için ses kayıtları, belirli durumlar için video kayıtları, baģlayanlar (A1-B1) ve ilerlemiģ olanlar (B2 den itibaren) için öneriler, öğretim içeriğinin seçilmesi için olanaklar (dil bilgisel açıklamalar, paradigmalar v.b.) sunulmuģ, açıklamalar için sürüklenen menü ve uygun grafiksel sunum tasarlanmıģtır. Online öğretim sayfası açıldığında ekrana dil seçimine iliģkin bir ikon çıkmaktadır; burada diller kaynak ve amaç dil olarak iki sütünda verilmiģtir. Belirtilen dillerden ilk dil bilinen, ikinci dil ise öğrenmek istenilen dildir. Türkçeden yola çıkılacak olursa, kaynak dil sütunundan Türkçe, amaç dil sütunundan da öğrenilmek istenen dil seçilmelidir. Dil seçimi yapıldıktan sonra ekranda çıkan sayfada IPHRAS projesinin tanıtımı ve proje internet sayfasının kullanımına iliģkin açıklamalar; öğrenme, alıģtırma, öğretmenlere yönelik bilgiler, sözlük/yardım, IPHRAS hakkında baģlıkları içeren ikonlar yer almaktadır. Öğrenme baģlığı altında kalıplaģmıģ ifadeler, baģvuru (anahtar sözcükler, giriģ, deneyim ve yeterlikler, özgeçmiģ, iģ görüģmesi) alt baģlıkları bulunmaktadır. Öğrenilmek istenen konu çerçevesinde ifadenin üzerine tıklandığında ifadenin öğrenimine iliģkin etkinlikler ekrana gelmektedir: Sözcüğü sözcüğüne çeviri, açıklamalar ve örnekler, ifadeyi duyma olanağı, sözcük kartı, öğrenme kartı. AlıĢtırma baģlığı üzerine tıklantığında öğrenilmek istenilen ifadenin diğer dildeki karģılığını yazma, geri bildirim, ses kaydını dinleme, ipuçları, doğru yanıtı görme olanakları ortaya çıkmaktadır. Öğretmen materyalleri baģlığı altında hedef dil ve kaynak dil olarak Almanca için ders planları ve çalıģma kâğıtları; A2-B2 seviyelere göre kalıplaģmıģ ifadelerin öğretim planı ve alıģtırma örnekleri; A2-B2 seviyelere göre ön bilgi gerektiren baģvuru konusu ders planı ve alıģtırma örnekleri; A1 seviyesine (Yunanca) göre ön bilgi gerektirmeyen baģvuru konusu öğretim planı, alıģtırma örnekleri ve panel resimleri; A1 seviyesine göre kısa çapraz dil öğrenme ünitesi öğretim planı, alıģtırma örnekleri ve panel resimleri; özgün iģ ilanları; videolar ve ikili diller bazında ifadelerin listeleri bulunmaktadır. Sözlük/yardım baģlığı altında veri bankasının oluģturulmasında kullanılan kısaltmalar, dil bilgisi sözlükçesi, proje dillerinin alfabe tablosu, videolar, ifadelerin listeleri yer almaktadır. IPHRAS hakkında baģlığı altında proje hakkında bilgiler, basın, linkler, projeye iliģkin diğer çıktılar yer almaktadır. Online öğretim platformu gerçekleģtirilen pilot uygulamaları sonrasında gelen dönütlere göre yapılan iyileģtirmeler ve geliģtirmelerden sonra kullanıma sunulmuģtur. 2 Öğretim platformuna projenin internet sayfasından ücretsiz olarak eriģilmektedir. 313

314 Sonuç IPHRAS projesinin online öğretim platformu tamamlandıktan sonra gerçekleģtirilen Çokdilliliği YaĢamak 3 konferansında ağırlıkta öğrenciler ve öğretmenlerden oluģan katılımcılara görüģleri sorulmuģtur. Workshoplarda ve uygulanan anketlerde belirtilen görüģlere göre Almanca ve Ġngilizcenin yanısıra Yunanca, Bulgarca, Türkçe, Romence ve Romani olmak üzere küçük grup dillleri olarak adlandırılan dillerin öğretimi ve öğrenimine iliģkin olması nedeniyle IPHRAS önemli bir etkinlik olarak değerlendirilmiģtir. Avrupa Birliği içerisinde öğrenim ve çalıģma hareketliliğine katkı sağlayacağı, söz konusu dilleri öğrenme fırsatları yaratacağı ve bunlara karģı ilgi uyandıracağı düģünceleri ifade edilmiģtir. Ancak konuların çok kapsamlı olmadığı, veri bankasına baģka kalıplaģmıģ ifadelerin, konu baģlıklarının ya da baģka dillerin de eklenmesi suretiyle materyallerin sürekli olarak geliģtirilebileceği belirtilmiģ ve bu yönde çalıģmalar baģlatılmıģtır. KAYNAKÇA BOCK, B., F. Gieseke-Golembowski (2014), Phraseologismen multilingual, Sprache und Sprachen 46, ss HANDBUCH, IPHRAS-Backend, (2013), Jena. IPHRAS Projesinin BaĢvuru Belgeleri. KĠRYAKOVA-DĠNEVA, S. T., Y. CHANKOVA (2015), Multilingualism through living and celebrating together in Gelebte Mehrsprachigkeit Living multilingualism, eds.: Bock B., S. GüneĢ, T. Kiryakova-Dineva, Hamburg, Kovač, ss SAVA, D. (2014), Interphraseologie und Spracherwerb: Aufgaben zum Erwerb fester Wortverbindungen, AV Akademikerverlag. 3 Çokdilliliği YaĢamak baģlıklı konferans 4 Kasım 2014 tarihinde YTÜ Oditoryum salonunda gerçekleģtirilmiģtir. 314

315 SPARING AND RECOVERY ROUTINE IN THE TRAINING AND REHABILITATION OF STUDENTS WITH SPECIAL EDUCATIONAL NEEDS Diyana GEORGIEVA * Veneta KATSARSKA ** ABSTRACT: Scope: It is a well-known fact that students with special educational needs require a less demanding, improving management of schoolwork and rehabilitation. Nonetheless, our observations and the study we have conducted show that they often experience a significantly heavier workload of classroom training and rehabilitation exercises. This can have a negative impact on their general health, cognitive activity, social communication and academic performance. Investigation of the opinions of parents concerning the workload of their children with special educational needs consisting of schoolwork and rehabilitation exercises, as well as formulation on that basis of proposals for a more tolerable management in the classroom and at home. Keywords: Social Communication, Academic Performance, General Health, Students with Special Educational Needs. ENGELLĠ ÖĞRENCĠLERĠN EĞĠTĠMĠNDE VE REHABĠLĠTASYONUNDA KORUYUCU VE TEDAVĠ EDĠCĠ UYGULAMALAR ÖZ: Bilindiği gibi engelli öğrencilerin onları koruyan ve tedaviye uygun olan bir uygulamaya ve rehabilitasyona ihtiyacı vardır. Aynı zamanda şimdiye kadar bizim tecrübemiz ve yaptığımız inceleme, bu öğrencilerin eğitiminin ve rehabilitasyonunun emek isteyen, çok yoğun çalışılması gereken faaliyetler olduğunu ortaya koydu. Bunu göz ardı etmek, onların sağlık durumunu, zihnisel süreçlerini, sosyal ilişkilerini ve okulda başarılı öğrenimini olumsuz etkileyebilir. Çalışmamızın amacı, engelli öğrencilerin ebeveyinlerinin, çocuklarıyla yaptığımız faaliyetler ile rehabilitasyon araştırmaları hakkındaki görüşlerini incelemek ve alınan verilere dayanarak hem evde, hem okulda uygulanabilecek ve bu çocukları daha iyi koruyacak bir uygulama öne sürmektir. Metot olarak incelemede teorik tahlil ve engelli çocukların ebeveynleri ile yapılan anket araştırmaları kullanılmıştır. Anahtar Kelimeler: Sosyal İlişkiler, Başarılı Öğrenim, Sağlık Durumu, Engelli Öğrenciler. Introduction According to data from the last census in 2011 there are about half a million individuals with disabilities in our country, 9039 of them are children and students. The health care for them in our country is stated to be among the legislative and executive powers' priorities. It is included in the National Development Programme Bulgaria 2020 for raising the standard of living through competitive education and training. The ratified by the European council UN Convention on the Rights of Persons with Disabilities, as well as many other international and national documents point to undertaking different initiatives to change outdated attitudes, the rejection of unnecessary stigmata, support, quality education and thorough rehabilitation. In response to these and other important documents which point to a better quality of life, education and rehabilitation, Special education experts in Bulgaria focus their attention on significant matters early diagnostics, rehabilitation, adequate to their needs rehabilitation and training. Among the important problems also stands out the necessity to discuss the issue of maintaining a sparing and recovery routine. It is a proven fact that children and students with special educational needs require such a routine. The strong need for it for the designated category of children and students is prompted mainly because: not in all children the morbid process, which has caused the particular condition and the presence of special educational needs, is complete at the moment of their beginning of school, * PhD student in the Faculty of Education at Trakia University Stara Zagora, Speciality Speech therapist, PU L. Karavelov. paskaldi1929@abv.bg ** Prof. Dr., Trakia University, Faculty of Education. veneta_ik@abv.bg 315

316 in some students the presence of certain accompanying diseases or disabilities, which might impact negatively their general health state of the system (for example motor impairments and from here on difficulties in practising sports and games), difficulties in feeding (for example when chewing and swallowing), increased tiresomeness due to impairment (for example in mentally retarded), not very few of them are frequently ill. Examples of the latter can be mentally retarded children, children with innate fissures of the lips and the palate (rhinolalia), sensory impairments (deafness and blindness) and others. In some students, as previously mentioned, is observed easy exhaustion and tiredness, and in some cases overfatigue as well. As we know tiredness is defined as a natural process which may lead to a temporary decrease in the working capacity and the effectiveness of the carried out activity (school activity, everyday life activity, game). Overfatigue, however, is discussed as a pathological process and leads to the interference in the processes of excitation and inhibition and has a negative impact on the whole human system and its functions. It may have a negative effect on the general health state, the running of the cognitive processes, communication and their academic achievements. The causes which lead to fatigue and overfatigue are complex. Among ones that are more significant are bad living conditions, incorrect alternation of activity, rest and game, insufficient motor activity, inadequate duration of the working day to the strength of the child, stress, carrying out difficult and often incomprehensible to students exercises in their training and rehabilitation, bulky and difficult to understand texts, lessons in which the student cannot find ideas for practical application and others. The matter about the sparing and recovery routine in the training and rehabilitation of students with special educational needs is discussed by specialists in different fields medicine, psychology and others. It is viewed in the general context of preserving the health of all the children, regardless of whether they have or do not have special educational needs. Many times authors like M. B. Andreeva (1995: 63-69), V. G. Аlyamovskaya (1992: 5-60), G. I. Narskina (2002: 4-58) and others, emphasize the significance of the overall motor activity, sports and physical education and rehabilitation for the lives of the children and the students and the necessity of their inclusion in their daily routine, which is an important determinant for creating and applying a sparing and recovery regimen. Other authors like А.S. Galanov (2004: 9-69), Iv. Мilenski, (2004: 21-27), P. Terziiska (2004: 63-79) and others accentuate on the necessity of a good motor routine, the role of games, including movement games for the overall development of the students. Е. М. Mastyukova (1997: 18-72) not only scrutinizes the significance of daily routine, but also emphasizes its connection to the correctional process (rehabilitation). Apparently, the sparing recovery routine considerably influences rehabilitation and training and their effectiveness. Accepting the crucial importance of the sparing and recovery routine for the health of students, here we focus on the question of the duration of working (school) day of the children and students with special educational needs and we examine this matter in an isolated manner only conditionally. As a matter of fact, tiredness and overfatigue in them are determined by many other factors as well: individual features, food, sleep, general movement activity, family environment, characteristics of other microenvironments (class, school, friendly environment and others), diseases etc. This requires a profound and multifarious analysis of all of the determinants those having positive and negative impact. Having accepted for a source beginning the strong necessity of a sparing and recovery routine in the training and rehabilitation of students with special educational needs and at the same time our assumptions, based on many years of observation that these children and students are significantly busier with training activities and classes of rehabilitation, we undertook an empirical study on this problem. The goal which we set was: to research the opinions of the parents on how busy their children with special educational needs are with training activities and classes of rehabilitation and, based on this, to come up with suggestions for creating a better sparing routine of work at school and home. The methods and materials needed for the study are a theoretical analysis and a questionnaire, given to parents of students with special educational needs. The hypothesis put forward by us is that children and students with special educational needs have a significantly longer working day than their peers without special needs and their daily routine cannot be defined yet as completely sparing and recovering and corresponding to their necessities. Methods In a specially organized empirical study with the purpose to confirm or reject the outlined hypothesis took part parents of 13 students with special educational needs in total (8 boys and 5 girls) from 1 st to 8 th 316

317 grade, integrated in 3 comprehensive schools on the territory of the city of Stara Zagora ( St. Nicolas VI primary school; V. Hantchev IX primary school; K. Hristov IV primary school). The main method which is applied in conducting the research is the questionnaire method. The questionnaire card consists of eight questions which refer to the object of the study the organization of the students' daily routine and the opinions, perspectives and attitudes of the parents towards the way this organization influences the health of their children. The questions which are used in the questionnaire card are of closed (cloze) and open type. In the open questions the parents have the opportunity to freely formulate their answers and in the cloze ones are given two, three or more options for answers to choose from. Results During the analysis of the results the first thing was to establish the distribution of the students in the corresponding classes, which had the following placement: in each 1 st, 3 rd, 4 th, 5 th and 8 th grade there were two students and in the 2 nd grade there were three. According to the data from the questionnaire survey the parents of six students reported that their children prepare their lessons with the help of a resource teacher after their regular school classes. This way they are calm that their children do their homework under the supervision of a pedagogue and maintaining discipline. Seven of the parents help their children complete the additional school tasks assigned to them by the teachers. None of the children of the parents who participated in the questionnaire survey manages to do home on his/her own the given schoolwork. It has become clear from the questionnaire that 10 of the students attended a specialist speech therapist. Bearing in mind that in most of the public schools, where the children with special educational needs study, there is no speech therapist service can be inferred that extra time is spent when the student has to walk to the location of the specific speech therapist's office, situated outside of the territory of the particular school. The preliminary data show that the parents of seven students share that their child has free time which varies every day. It became clear from the answers of the remaining six participants in the questionnaire that the free time of their children is limited within an hour. To the question whether they accept that their child is particularly busy with schoolwork duties during the school year, the parents were given the opportunity to describe in more details their answers on this problem, as well as to choose from the yes-no option. Ten of the participants in the questionnaire gave a positive answer and only three responded negatively. The descriptive models of the parents were presented in different forms, but what united them was the main idea about the fact that their children were excessively busy (and as a result tired), the parents' fears related to the health of their children, their working capacity and functioning as a whole. Some of the participants in the questionnaire (30,8%) associate school year work with excessively busy school curriculum, other part of them (38,4%) with the large quantity of homework and the visits to other specialists (for example a speech therapist), a third part (30,8%) with the bulky and complex lessons and the additional work at home and the assigned school tasks. As a logical continuation of the situation that the students are extremely busy at school follow their emotional and physiological responses. Data show that as a result of overfatigue 7 of the students do not carry out all of the tasks, 3 of them handle their duties, but they show strong signs of irritability. The parents of 3 of the students are convinced that their children are constantly getting tired and this is harmful to their health. Among the reasons for their children's tiredness the first outlined thing was the busy school curriculum and the continuous sitting at the desk. Besides the busy school curriculum, the reason for the manifested tiredness are the large classes, the lack of appropriate conditions for rest and the noise, which may lead to overfatigue with its negative symptomatics. According to the questionnaire the predominant percentage of parents (76,9 %) demonstrate their persuasion regarding the fact that the constantly manifested tiredness in children of school age impacts their desire to learn and eventually their health. The latter shows in having permanent difficulties and reluctance getting up in the morning, apathy, listlessness and torpidness when it comes to school, which can be interpreted as early symptomatics and overfatigue. Only three of the participants in the questionnaire do not have a specific opinion on this matter and cannot judge. Probably they fall into this part of the parents who have big ambitions for their children and such a response can be viewed as a softened version of an explicit negative answer. Regarding the time spent in schoolwork, 8 of the parents of integrated students show 8 hours of school work load. This means that with the excessively busy educational system there is almost no time left 317

318 for sports, games, walks, rest in the open air and also for favourite activities. According to 5 of the participants in the questionnaire survey their children spent about 6-7 hours carrying out their school duties. Discussion The opinions and the attitudes of the parents participants in the questionnaire survey reflect the imperfections in Bulgarian educational system where no actions have been taken to achieve an effective and systematized training, and this to a great extent makes children busy. The information on the subjects at school grows larger and larger in the years and creates additional difficulties for the students. Besides this, the information is hard to understand due to the fact that it is not appropriately chosen for their age, the texts are written in a language and style which is often incomprehensible to the children and they quickly lose interest in the educational process. The school curriculum is overloaded with subjects and the homework is obsessive and since very young the students are driven away from school. All this has a negative impact on the general health of the teenagers with special educational needs. As main indicators of the children being too busy can be pointed out loss of appetite, insomnia, overexcitement, apathy, frequent mistakes, weakening of the system and others. Children lose their motivation to read, write and learn. Conclusions It can be inferred from the completed questionnaire survey with the parents of children with special educational needs that the larger part of them share the fears and their troubles related to the dependence of their children's health state on the high degree of school work load. Almost all of the participants in the research are united around the idea about the role of the excessive work load as a triggering factor of physical and psychological problems, of the emotional and social failure of their children. The permanently manifested and growing tiredness, as well as the lack of sufficiently suitable steps for its eradication (for example through decreasing the size and complexity of the educational content, regular consulting of the teachers and parents on matters related to the organization and implementation of a sparing daily routine at school and at home for the children and students with special educational needs, conditions of training and rehabilitation, improvement of the families' health culture and many others) can lead to overfatigue, which, as already mentioned, is regarded as a pathological process which results in serious health damage. Everything in the educational system in our country is related. It is not enough to change the educational curriculum only. The measures should be directed everywhere at school, at home, at the additional engagements in other service units. Regardless of the scope of the participants in our research, our observations for many years show that the inferences made here regarding the lack of sufficiently sparing and recovery routine in the training and rehabilitation of the students with special educational needs are not an isolated phenomenon. This makes us consider the problem significant and pressing and put in the list of those which require its detailed scrutiny and its resolving with the efforts of specialists in different fields, including special educators. REFERENCES АLYAMOVSKAYA, V. G., Modern approaches in educational institutions, М. 1992, p ANDREEVA M, B., The role of motor activity in children with mental retardation, Primary school, 1995, 3, p GALANOV, A. S., Games which heal, M. 2004, p МАSTYUKOVA, Е. М., Healing education, М. 1997, p MILENSKI, Iv., Development and supervision of games in mentally retarded children, Special education, 2004, 1, p Narskina, G. I. (ed.), Physical rehabilitation and health strengthening of children of preschool age, Minsk, 2002, p TERZIISKA, P., The role of the game for the personality development of mentally retarded students of primary school age, Primary school, 2004, 2, p

319 TECHNOLOGICAL EDUCATION IN PRIMARY SCHOOL-SUPPORTIVE ENVIRONMENT FOR THE DEVELOPMENT OF SPEECH OF STUDENTS Angelina KALINOVA * ABSTRACT: Training tasks and techniques in home life are closely related to the educational process in elementary school. Its main task is the creation and improvement of labor skills and habits necessary for nurturing proper social adaptation personality and behavior, but it can not occur without sufficient speech development. And vice versa - speech development is impossible without the implementation of specific practical activities, without the development of object-proactive thinking. Accessible practical business can become clear and understandable if accompanied by an explanation - an explanation of the teacher and the student explanation. The subject is the technology education in primary school. The aim of our study was to examine how primary school teacher creates a supportive environment in technological development training speech to students. In the publication we present results of a study with primary school teachers. Keywords: Speech Development, Technological Еducation, Supportive Environment, Primary School. ĠLKOKULDA TEKNOLOJĠ EĞĠTĠMĠ- ÖĞRENCĠLERĠN KONUġMASINI GELĠġTĠRĠCĠ DESTEK ORTAMI ÖZ: Ev yaşamında eğitim görevleri ve teknikler ilkokulda eğitim süreci ile yakından ilişkilidir. Temel görevi, uygun sosyal uyumu beslemek için gerekli olan iş becerileri ve alışkanlığını oluşturma ve geliştirilmek olsa da yeterli konuşma gelişimi olmadan gerçekleşemez. Dahası, özel uygulamalı etkinlikler, nesnel proaktif düşünme gelişimi olmadan konuşma gelişimi mümkün değildir. Erişilebilir uygulamalı iş, ancak bir açıklama yoluyla net ve anlaşılabilir olabilir; öğretmenin açıklaması ve öğrenci açıklaması. Burada konu ilkokulda teknoloji eğitimidir. Çalışmamızda ilkokul öğrentmenlerinin öğrencileri için teknoloji geliştirme eğitimi konuşmalarına yönelik destekleyici bir ortamı nasıl yaratabileceklerini incelemeyi amaçlamaktadır. Bu çalışmada ayrıca ilkokul öğretmeneleri ile gerçekleştirilen bir çalışmanın sonuçları sunulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Konuşma Gelişimi, Teknoloji Eğitimi, Destekleyici Ortam, İlkokul. Introduction Aim of the training is in first grade literacy students. It is a multifaceted process that includes both basic skills of reading and writing, as well as skills for storytelling, editing, correct verbal expression. It is known that a priority in the pre-school education and training is the development of proper articulation of child speech development, the formation of grammar and stylistic formed expression. Naturally the process of speech development to continue in elementary school, not only in teaching Bulgarian language and literature, but also in all other subjects, one of which is the training home life and equipment. The training in this course specifically. Its specificity is determined by performed educational work. It s achieved through the formation and improvement of labor skills and habits of education necessary for proper social adaptation of personality and behavior. An effective educational work is impossible without enough younger students develop the ability to understand and use the specific vocabulary related to the concepts of materials, tools and labor. Understanding and use of specific structural, technical and technological vocabulary are the two pillars for the development of speech in teaching students home life and equipment. This is because it can t be done educational work if the two entities in education - teacher and student do not interact on the basis of intelligible speech on if you do not use a single code to understand. In this connection, we set a task to conduct educational research. Methodology of the Research Object of the study is the development of speech graders in teaching home life and equipment. Subject - the impact of training on home life and technology on the development of speech of students in * Trakia University Faculty of Education Stara Zagora, Bulgaria. 319

320 the first grade. The aim of our study was to determine how initial teacher creates a supportive environment in teaching home lifestyle and technology development speech to students. Under supportive environment will mean an environment that is deliberately organized by the teacher. For its basic elements will receive: - Implementation of educational interaction (placing the student in active cognitive position) - active position can be achieved only if it is implemented properly pedagogical communication. It looks like the interaction between the subjects in the training, as well as the interaction of students with the elements of the learning environment (ideal and material). The development of speech is a prerequisite for the realization of optimal pedagogical communication and a consequence of it. To improve their communication skills, must create conditions to enrich the arsenal of students with techniques for transmitting and receiving information. In this arsenal leading position has speech development and acquired technical and technological knowledge. Absorption passes through the complex maze of perceptual-conversion activities, - Feedback - through expression;- Approaches, methods, means that the educator used to make training - person-centered approach, heuristic conversation, interactive methods (group work and group interaction); didactic games, cards, dummy boards, multimedia-story-rpgs with crafted product, inventing a story and turn on the device as the main character - a dramatization, etude), - The occurrence of difficulties in employment and spontaneous situations during the lesson, the teacher "pay" for the development of speech - the student seek help, ask questions, interact with others; students offer ideas, discuss; students' attention was suddenly diverted by external circumstances. To conduct the study and evaluation of the results obtained using the following set of criteria and indicators: Criterion - oriented (orientation) training in home life and technique to develop speech to students. First indicator - conditions in the teaching of home life and equipment speech expression of students; Second indicator - the possibility of using speech patterns learned in training in Bulgarian language training in home life and equipment (through questions to teachers receive information about using fairy tales, stories, poems, proverbs and so on.. In teaching home lifestyle and equipment). Second criterion - the nature of verbal expression of students in teaching home life and equipment (information from teachers about the position of students in technological education - the recipient or an active participant speech) First indicator - role of the recipient (passive acceptance and implementation of technological operations). Teachers gather information on how they are verbal expression - question and answer with a word or a whole sentence response. Second indicator - speech active participation (answering a question with a whole sentence, discussion, self-constructed expression); Indicators (degree of manifestation) - low, moderate, high. Third criterion - prerequisites in teaching home lifestyle and technology to support the speech development; First indicator - the methods of active development of speech of students; Second index - using interactive methods (team interaction) to support the development of speech of students; A third indicator - use of difficulties in educational work and spontaneous situations in favor of the development of speech of students. The study involved 50 primary school teachers. Research methods using questionnaire, interview and talk. Analysis of Results With respect to the first criterion "orientation (orientation) training in home life and technology development to the speech of students' primary teachers all respondents (100%) believe that it is necessary speech of students be carried out in all subjects. They say that the development of speech of students can be successfully implemented in the training home life and equipment. Given that each subject has its own specifics, seventy-one percent (71%) of respondents consider that the average extent possible technological training to develop speech of younger students. Twenty-four percent (24%) of them believe that the speech of the students it is possible to develop highly. Only 5% of teachers say that the development of speech in teaching home life and equipment is possible in a very low level. We assume that these teachers aim for the student to develop a device to absorb certain technological operations and no chance for the development of speech in technological training. The question remains whether it is possible the student to perform a particular activity without an understanding of the new information and its respective speech expression. 320

321 As regards the use of speech patterns learned in training in Bulgarian language, primary school teachers interviewed said they use these models for the development of speech and students in teaching home life and equipment. The most commonly used various stories, poems, stories, proverbs that help the development of speech of students. Teachers use these models more often at the beginning of the lesson, when students' motivation for the upcoming activity. Fifty-seven percent (57%) of respondents primary teachers consciously aim to develop speech of students in technological education. One of them said that the speech of students could be developed in this training if the device which provides for working permits. The opinion of these teachers is controversial in terms of pedagogical interaction, which is the main task of the teacher in any training and is a prerequisite for the development of speech and consequence of speech development. The teacher, not the article suggests the implementation of pedagogical interaction, which passes through three stages - perception, testing and expression. Any device to draw students, they need to analyze its parts (parts of which consist) to discuss with the teacher the materials from which it is made, the teacher gave instructions for its preparation stages. In the first part of the lesson the student could be placed in the active position by using heuristic talk. She suggests asking questions of the teacher, through which students obtain their own answers, which in turn implies the development of speech through oral expression. Unfortunately, only 9% of respondents said they use heuristic talk as a method in technological training. More commonly used methods narrative explanation surveillance. They, of course, have their own advantages in terms of the fact that the speech has two sides - perception and expression, one implies the other, but in our opinion, have the student be placed in active cognitive position for effective development of speech and overall development - not only to perceive information, but also to express it verbally. In the lesson on home life and equipment is determined time for independent work of students. Usually it is considered that at this time, students should keep quiet and work without making noise. Modern views of understanding training suggest that training should contribute to the overall development of personality of students by means of training on various subjects. Respondents also share this view. This is the reason to ask teachers how does the time for self-study classes in Home and Appliances which they conduct. The results regarding the opportunities for development of speech during independent work are encouraging - 76% of teachers surveyed said they provide students the opportunity to talk freely in the context of a discussion of the activities in which they are included (drafting of article). The remaining 24% of them say they require students to work without making noise. The percentage of these teachers is high. Diagram 1 Time for independent work at home lifestyle lessons and equipment [DEĞER] [DEĞER] students work without making noise students discuss activities With respect to the first criterion can be concluded that primary teachers satisfactorily purposefully oriented technology training and development to the speech of students. Indicative in this respect is their position for the main purpose of education in primary school, which according to them is the full development of personality of students by means of instruction in various subjects. 321

322 Diagram 2 Position of primary teachers for the purpose of teaching in primary school [DEĞER] [DEĞER] full development of the individual student achieving the objectives of the training in the curriculum Regarding the second criterion "Nature of speech expression of students in teaching home life and technology" present the following results: sixty-two percent (62%) of teachers surveyed believe that through practical activities of students in the teaching of home life and equipment may allow for the adoption of information and its respective expression. The remaining 38% of teachers believe that more may be provided such an opportunity. Whatever the activity, it always entails the possibility of adopting information and its verbal expression. Teacher depends on what methods will be used in training to cause verbal expression by students. By questions from the interview made clear that the majority of teachers (62%) require students to speak a full sentence in their answers. The remaining respondents said that a class period is too short and not always possible to balance the ratio perception of information - activity - speech utterance. It is known that in the end there are students who have cognitive difficulties. From the results obtained so far it seems to be the trend that the majority of primary school teachers seeking to provoke the students by verbal expression with the whole sentence. We assume that the other respondents have some difficulties, which concern rather the organization of training in lifestyle and home appliances. Diagram 3 Nature of speech expression of students in technological education [DEĞER] [DEĞER] the student is in active participant student is a recipient Regarding the second criterion can be concluded that primary teachers understand the importance of practical activities as a condition for active development of speech younger students and most of them provide the students the opportunity to be in a position to active speech expression. Results for third criterion "Prerequisites training in home life and equipment to support the development of speech" are provided on the basis of putting questions to the teachers on technology used in training methods for active development of student speech. Teachers surveyed said they most often use narrative discourse, explaining the observation game. All, of course, have its advantages not only to the development and enrichment of speech, but also to the efficient running of technological training. interactive methods in technological education. 322

(1971-1985) ARASI KONUSUNU TÜRK TARİHİNDEN ALAN TİYATROLAR

(1971-1985) ARASI KONUSUNU TÜRK TARİHİNDEN ALAN TİYATROLAR ANABİLİM DALI ADI SOYADI DANIŞMANI TARİHİ :TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI : Yasemin YABUZ : Yrd. Doç. Dr. Abdullah ŞENGÜL : 16.06.2003 (1971-1985) ARASI KONUSUNU TÜRK TARİHİNDEN ALAN TİYATROLAR Kökeni Antik Yunan

Detaylı

Makbul Re y Tefsirinin Yöneldiği Farklı Alanlar. The Different Fields Twords That The Commentary By Judgement Has Gone

Makbul Re y Tefsirinin Yöneldiği Farklı Alanlar. The Different Fields Twords That The Commentary By Judgement Has Gone Ahmet ALABALIK *1 Özet Bilindiği üzere re y tefsiri makbul ve merdut olmak üzere iki kısma ayrılır. Bu makalede makbul olan re y tefsirlerindeki farklı yönelişleri ele aldık. Nitekim re y tefsiri denildiğinde

Detaylı

BİR BASKI GRUBU OLARAK TÜSİADTN TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞl'NE TAM ÜYELİK SÜRECİNDEKİ ROLÜNÜN YAZILI BASINDA SUNUMU

BİR BASKI GRUBU OLARAK TÜSİADTN TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞl'NE TAM ÜYELİK SÜRECİNDEKİ ROLÜNÜN YAZILI BASINDA SUNUMU T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM ANABİLİM DALI BİR BASKI GRUBU OLARAK TÜSİADTN TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞl'NE TAM ÜYELİK SÜRECİNDEKİ ROLÜNÜN YAZILI BASINDA

Detaylı

I.YIL HAFTALIK DERS AKTS

I.YIL HAFTALIK DERS AKTS I.YIL SOS 101 Z Sosyal Bilgilerin Temelleri Basics of Social Sciences 2-0-2 4 I SOS 103 Z Sosyal Psikoloji Social Psychology 2-0-2 4 SOS 105 Z Arkeoloji Archeology SOS 107 Z Sosyoloji Sociology SOS 109

Detaylı

İŞLETMELERDE KURUMSAL İMAJ VE OLUŞUMUNDAKİ ANA ETKENLER

İŞLETMELERDE KURUMSAL İMAJ VE OLUŞUMUNDAKİ ANA ETKENLER ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM ANA BİLİM DALI İŞLETMELERDE KURUMSAL İMAJ VE OLUŞUMUNDAKİ ANA ETKENLER BİR ÖRNEK OLAY İNCELEMESİ: SHERATON ANKARA HOTEL & TOWERS

Detaylı

Turkish and Kurdish influences in the Arabic Dialects of Anatolia. Otto Jastrow (Tallinn)

Turkish and Kurdish influences in the Arabic Dialects of Anatolia. Otto Jastrow (Tallinn) Türk Dilleri Araştırmaları, 21.1 (2011): 83-94 Turkish and Kurdish influences in the Arabic Dialects of Anatolia Otto Jastrow (Tallinn) Özet: Anadolu Arapçası, ayrı lehçeler (Sprachinseln) biçiminde ortaya

Detaylı

MOZAİK SANATI ANTAKYA VE ZEUGMA MOZAİKLERİNİN RESİM ANALİZLERİ MEHMET ŞAHİN. YÜKSEK LİSANS TEZİ Resim Ana Sanat Dalı Danışman: Doç.

MOZAİK SANATI ANTAKYA VE ZEUGMA MOZAİKLERİNİN RESİM ANALİZLERİ MEHMET ŞAHİN. YÜKSEK LİSANS TEZİ Resim Ana Sanat Dalı Danışman: Doç. MOZAİK SANATI ANTAKYA VE ZEUGMA MOZAİKLERİNİN RESİM ANALİZLERİ MEHMET ŞAHİN Yüksek Lisans Tezi Eskişehir 2010 MOZAİK SANATI ANTAKYA VE ZEUGMA MOZAİKLERİNİN RESİM ANALİZLERİ MEHMET ŞAHİN YÜKSEK LİSANS TEZİ

Detaylı

Unlike analytical solutions, numerical methods have an error range. In addition to this

Unlike analytical solutions, numerical methods have an error range. In addition to this ERROR Unlike analytical solutions, numerical methods have an error range. In addition to this input data may have errors. There are 5 basis source of error: The Source of Error 1. Measuring Errors Data

Detaylı

First Stage of an Automated Content-Based Citation Analysis Study: Detection of Citation Sentences

First Stage of an Automated Content-Based Citation Analysis Study: Detection of Citation Sentences First Stage of an Automated Content-Based Citation Analysis Study: Detection of Citation Sentences Zehra Taşkın, Umut Al & Umut Sezen {ztaskin, umutal, u.sezen}@hacettepe.edu.tr - 1 Plan Need for content-based

Detaylı

KANSER HASTALARINDA ANKSİYETE VE DEPRESYON BELİRTİLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ UZMANLIK TEZİ. Dr. Levent ŞAHİN

KANSER HASTALARINDA ANKSİYETE VE DEPRESYON BELİRTİLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ UZMANLIK TEZİ. Dr. Levent ŞAHİN T.C. SAĞLIK BAKANLIĞI İZMİR KATİP ÇELEBİ ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ AİLE HEKİMLİĞİ KLİNİĞİ KANSER HASTALARINDA ANKSİYETE VE DEPRESYON BELİRTİLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ UZMANLIK TEZİ

Detaylı

TDE 101 Türkiye Türkçesi I Turkey Turkish I TDE 102 Türkiye Türkçesi II Turkey Turkish II

TDE 101 Türkiye Türkçesi I Turkey Turkish I TDE 102 Türkiye Türkçesi II Turkey Turkish II 01.Yarıyıl Dersleri 02.Yarıyıl Dersleri Ders Adı İngilizce Ders Adı TE PR KR AKTS Ders Adı İngilizce Ders Adı TE PR KR AKTS TDE 101 Türkiye Türkçesi I Turkey Turkish I 3 0 3 5 TDE 102 Türkiye Türkçesi

Detaylı

HÜRRİYET GAZETESİ: 1948-1953 DÖNEMİNİN YAYIN POLİTİKASI

HÜRRİYET GAZETESİ: 1948-1953 DÖNEMİNİN YAYIN POLİTİKASI T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI HÜRRİYET GAZETESİ: 1948-1953 DÖNEMİNİN YAYIN POLİTİKASI Doktora Tezi Selda Bulut Tez Danışmanı Prof.Dr.Korkmaz Alemdar Ankara-2007

Detaylı

Kamuran Özlem Sarnıç (Sanatta Yeterlik Tezi)

Kamuran Özlem Sarnıç (Sanatta Yeterlik Tezi) OPTİK YANILSAMA ve SERAMİK SANATINDA KULLANIMI-UYGULAMALARI Kamuran Özlem Sarnıç (Sanatta Yeterlik Tezi) Eskişehir, Ağustos 2011 OPTİK YANILSAMA ve SERAMİK SANATINDA KULLANIMI- UYGULAMALARI Kamuran Özlem

Detaylı

KÜLTÜRLERARASI KAVŞAKTA BULGARİSTAN VE TÜRKİYE: ULUSLARARASI DİL, TARİH VE EDEBİYAT SEMPOZYUMU - IV 8-10 EKİM 2014, EDİRNE/TÜRKİYE SEMPOZYUM PROGRAMI

KÜLTÜRLERARASI KAVŞAKTA BULGARİSTAN VE TÜRKİYE: ULUSLARARASI DİL, TARİH VE EDEBİYAT SEMPOZYUMU - IV 8-10 EKİM 2014, EDİRNE/TÜRKİYE SEMPOZYUM PROGRAMI KÜLTÜRLERARASI KAVŞAKTA BULGARİSTAN VE TÜRKİYE: ULUSLARARASI DİL, TARİH VE EDEBİYAT SEMPOZYUMU - IV 8-10 EKİM 2014, EDİRNE/TÜRKİYE SEMPOZYUM PROGRAMI BULGARIA AND TURKEY AT THE INTERCULTURAL CROSSROADS:

Detaylı

U.D.E.K. Üniversite Düzeyinde Etkisi. M Hëna e Plotë Bedër Universitesi. ÖZET

U.D.E.K. Üniversite Düzeyinde Etkisi. M Hëna e Plotë Bedër Universitesi. ÖZET U.D.E.K Üniversite Düzeyinde Etkisi M Hëna e Plotë Bedër Universitesi mehmetarslantas1907@hotmail.com ÖZET Türk dizilerine ilginin far Buna paralel olarak duyan genç izleyiciler Arnavutça- ABSTRACT The

Detaylı

1 9 1 4 1 0 1 6 1 9 1 1-2012

1 9 1 4 1 0 1 6 1 9 1 1-2012 1 3 1 4 1 9 1 1 1 2 1 9 1 4 1 1 1 2 1 9 1 7 1 4 1 9 1 4 1 7 1 1 1 8 1 9 1 0 1 4 1 9 1 7 1 1 1 7 1 9 1 8 1 7 1 8 1 2 1 9 1 9 1 8 1 2 1 9 1 0 1 2 1 4 1 1 1 6 1 1 1 9 1 9 1 8 1 8 1 8 1 1 1 9 1 8 1 7 1 9 1

Detaylı

Doktora, Uludağ Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü 2014

Doktora, Uludağ Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü 2014 Nilüfer ÖZER Tel: 0224 294 0951 e-mail: niluferyilmaz@uludag.edu.tr Bu EĞİTİM Doktora, Uludağ Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü 2014 Yüksek Lisans, Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Müzik

Detaylı

NOKTA VE ÇİZGİNİN RESİMSEL ANLATIMDA KULLANIMI Semih KAPLAN SANATTA YETERLİK TEZİ Resim Ana Sanat Dalı Danışman: Doç. Leyla VARLIK ŞENTÜRK Eylül 2009

NOKTA VE ÇİZGİNİN RESİMSEL ANLATIMDA KULLANIMI Semih KAPLAN SANATTA YETERLİK TEZİ Resim Ana Sanat Dalı Danışman: Doç. Leyla VARLIK ŞENTÜRK Eylül 2009 NOKTA VE ÇİZGİNİN RESİMSEL ANLATIMDA KULLANIMI SANATTA YETERLİK TEZİ Resim Ana Sanat Dalı Danışman: Doç. Leyla VARLIK ŞENTÜRK Eylül 2009 Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Eskişehir RESİMSEL

Detaylı

TÜRKÇE ÖRNEK-1 KARAALİ KÖYÜ NÜN MONOGRAFYASI ÖZET

TÜRKÇE ÖRNEK-1 KARAALİ KÖYÜ NÜN MONOGRAFYASI ÖZET TÜRKÇE ÖRNEK-1 KARAALİ KÖYÜ NÜN MONOGRAFYASI ÖZET Bu çalışmada, Karaali Köyü nün fiziki, beşeri, ekonomik coğrafya özellikleri ve coğrafi yapısının orada yaşayan insanlarla olan etkileşimi incelenmiştir.

Detaylı

ULUSLARARASI SÖZ, SANAT, SAĞLIK SEMPOZYUMU

ULUSLARARASI SÖZ, SANAT, SAĞLIK SEMPOZYUMU ULUSLARARASI SÖZ, SANAT, SAĞLIK SEMPOZYUMU 21-23 Ekim 2015 / Edirne BĠLDĠRĠLER 1 SEMPOZYUM ONURSAL BAġKANLARI Prof. Dr. Yener Yörük / Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Margarita Georgieva / ġumnu Üniversitesi

Detaylı

Cases in the Turkish Language

Cases in the Turkish Language Fluentinturkish.com Cases in the Turkish Language Grammar Cases Postpositions, circumpositions and prepositions are the words or morphemes that express location to some kind of reference. They are all

Detaylı

İÇİNDEKİLER / CONTENTS

İÇİNDEKİLER / CONTENTS İÇİNDEKİLER / CONTENTS Arş. Gör. Birol Bulut Arş. Gör. Cengiz Taşkıran ALTINCI SINIF SOSYAL BİLGİLER PROGRAMINDAKİ KAZANIMLARIN ZİHİNSEL BECERİLER AÇISINDAN İNCELENMESİ To Investigate In Terms Of The Mental

Detaylı

YÜKSEKÖĞRETİM KURULU YARDIMCI DOÇENT 17.12.2014

YÜKSEKÖĞRETİM KURULU YARDIMCI DOÇENT 17.12.2014 AYHAN KARAMAN ÖZGEÇMİŞ YÜKSEKÖĞRETİM KURULU YARDIMCI DOÇENT 17.12.2014 Adres : Sinop Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü 57000 SİNOP Telefon : 3682715526-2079 E-posta : akaraman@sinop.edu.tr

Detaylı

Kur an da Geçen zevc ve imrae Kelimeleri Üzerine

Kur an da Geçen zevc ve imrae Kelimeleri Üzerine 2010 Yılı İtibarıyla Höşöö Tsaídam Bölgesi ve Orhun Vadisi Dil Araştırmaları... Sayı: 15 Güz 2014, 121-159 Dîvânü ss. Lügati t-türk te Geçen Her Kelime Türkçe Kökenli midir? Kur an da Geçen zevc ve imrae

Detaylı

T.C. SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ ISPARTA İLİ KİRAZ İHRACATININ ANALİZİ

T.C. SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ ISPARTA İLİ KİRAZ İHRACATININ ANALİZİ T.C. SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ ISPARTA İLİ KİRAZ İHRACATININ ANALİZİ Danışman Doç. Dr. Tufan BAL YÜKSEK LİSANS TEZİ TARIM EKONOMİSİ ANABİLİM DALI ISPARTA - 2016 2016 [] TEZ

Detaylı

Argumentative Essay Nasıl Yazılır?

Argumentative Essay Nasıl Yazılır? Argumentative Essay Nasıl Yazılır? Hüseyin Demirtaş Dersimiz: o Argumentative Essay o Format o Thesis o Örnek yazı Military service Outline Many countries have a professional army yet there is compulsory

Detaylı

Industrial pollution is not only a problem for Europe and North America Industrial: Endüstriyel Pollution: Kirlilik Only: Sadece

Industrial pollution is not only a problem for Europe and North America Industrial: Endüstriyel Pollution: Kirlilik Only: Sadece INDUSTRIAL POLLUTION Industrial pollution is not only a problem for Europe and North America Industrial: Endüstriyel Pollution: Kirlilik Only: Sadece Problem: Sorun North: Kuzey Endüstriyel kirlilik yalnızca

Detaylı

2. Yıl / III. Dönem (Second Year Third Semester)

2. Yıl / III. Dönem (Second Year Third Semester) 1. Yıl / I. Dönem (First Year First Semester) TDE101 Osmanlı Türkçesi I (Ottoman Turkish I) 4 1 7 Tr AZ TDE103 Türkiye Türkçesi I: Ses Bilgisi (Turkish Language: Phonology) 3 0 5 Tr AZ TDE157 Türk Edebiyatı:

Detaylı

Yüz Tanımaya Dayalı Uygulamalar. (Özet)

Yüz Tanımaya Dayalı Uygulamalar. (Özet) 4 Yüz Tanımaya Dayalı Uygulamalar (Özet) Günümüzde, teknolojinin gelişmesi ile yüz tanımaya dayalı bir çok yöntem artık uygulama alanı bulabilmekte ve gittikçe de önem kazanmaktadır. Bir çok farklı uygulama

Detaylı

AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ MÜHENDİSLİK FAKÜLTESİ ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMÜ ÇEV181 TEKNİK İNGİLİZCE I

AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ MÜHENDİSLİK FAKÜLTESİ ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMÜ ÇEV181 TEKNİK İNGİLİZCE I AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ MÜHENDİSLİK FAKÜLTESİ ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMÜ ÇEV181 TEKNİK İNGİLİZCE I Dr. Öğr. Üyesi Firdes YENİLMEZ KTS Kredisi 3 (Kurumsal Saat: 2 Uygulama Saat: 1) Ders Programı Pazartesi 09:30-12:20

Detaylı

YABANCI DİL BİLGİSİ SEVİYE TESPİT SINAVI (YDS) (İlkbahar Dönemi) BULGARCA 6 NİSAN 2014

YABANCI DİL BİLGİSİ SEVİYE TESPİT SINAVI (YDS) (İlkbahar Dönemi) BULGARCA 6 NİSAN 2014 T.C. Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi YABANCI DİL BİLGİSİ SEVİYE TESPİT SINAVI (YDS) (İlkbahar Dönemi) BULGARCA 6 NİSAN 2014 Bu testlerin her hakkı saklıdır. Hangi amaçla olursa olsun, testlerin tamamının

Detaylı

BAYAN DİN GÖREVLİSİNİN İMAJI VE MESLEĞİNİ TEMSİL GÜCÜ -Çorum Örneği-

BAYAN DİN GÖREVLİSİNİN İMAJI VE MESLEĞİNİ TEMSİL GÜCÜ -Çorum Örneği- T.C. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı BAYAN DİN GÖREVLİSİNİN İMAJI VE MESLEĞİNİ TEMSİL GÜCÜ -Çorum Örneği- Lütfiye HACIİSMAİLOĞLU Yüksek Lisans Tezi Çorum

Detaylı

CmpE 320 Spring 2008 Project #2 Evaluation Criteria

CmpE 320 Spring 2008 Project #2 Evaluation Criteria CmpE 320 Spring 2008 Project #2 Evaluation Criteria General The project was evaluated in terms of the following criteria: Correctness (55 points) See Correctness Evaluation below. Document (15 points)

Detaylı

HEARTS PROJESİ YAYGINLAŞTIRMA RAPORU

HEARTS PROJESİ YAYGINLAŞTIRMA RAPORU HEARTS PROJESİ YAYGINLAŞTIRMA RAPORU BOLU HALKIN EGITIMINI GELISTIRME VE DESTEKLEME DERNEGI TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN YAYGINLAŞTIRMA FAALİYETLERİ - TURKİYE Bolu Halkın Egitimini Gelistirme ve Destekleme

Detaylı

Tez adı: Babalar... Tez Danışmanı:(HACER NERMİN ÇELEN)

Tez adı: Babalar... Tez Danışmanı:(HACER NERMİN ÇELEN) GÜLÇİN KARADENİZ ÖĞRETİM GÖREVLİSİ E-Posta Adresi Telefon (İş) : 2166261050-2244 Faks : 2166281113 Adres : : gulcinkaradeniz@maltepe.edu.tr Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü

Detaylı

AB surecinde Turkiyede Ozel Guvenlik Hizmetleri Yapisi ve Uyum Sorunlari (Turkish Edition)

AB surecinde Turkiyede Ozel Guvenlik Hizmetleri Yapisi ve Uyum Sorunlari (Turkish Edition) AB surecinde Turkiyede Ozel Guvenlik Hizmetleri Yapisi ve Uyum Sorunlari (Turkish Edition) Hakan Cora Click here if your download doesn"t start automatically AB surecinde Turkiyede Ozel Guvenlik Hizmetleri

Detaylı

ÖZET Amaç: Yöntem: Bulgular: Sonuçlar: Anahtar Kelimeler: ABSTRACT Rational Drug Usage Behavior of University Students Objective: Method: Results:

ÖZET Amaç: Yöntem: Bulgular: Sonuçlar: Anahtar Kelimeler: ABSTRACT Rational Drug Usage Behavior of University Students Objective: Method: Results: ÖZET Amaç: Bu araştırma, üniversite öğrencilerinin akılcı ilaç kullanma davranışlarını belirlemek amacı ile yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı-kesitsel türde planlanan araştırmanın evrenini;; bir kız ve

Detaylı

İKRAMETTİN KARAMAN ÇALIŞMALARINDAN ÖRNEKLER

İKRAMETTİN KARAMAN ÇALIŞMALARINDAN ÖRNEKLER İKRAMETTİN KARAMAN Erzurum doğumlu. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Resim iş Bölümü mezunu. Eskişehir Anadolu üniversitesinde Lisans tamamladı. 1985-1993 yılları arasında Yıldız Teknik Üniversitesi Kocaeli

Detaylı

A RESEARCH ON THE RELATIONSHIP BETWEEN THE STRESSFULL PERSONALITY AND WORK ACCIDENTS

A RESEARCH ON THE RELATIONSHIP BETWEEN THE STRESSFULL PERSONALITY AND WORK ACCIDENTS tesi Sosyal Bilimler Dergisi 6 31 Bahar 2017/1 s.471-482 Asena Deniz ERSOY 1 Osman BAYRAKTAR 2 ÖZ A RESEARCH ON THE RELATIONSHIP BETWEEN THE STRESSFULL PERSONALITY AND WORK ACCIDENTS ABSTRACT Expressed

Detaylı

Hediyye Gazi Ali Gazi, Hediye, Makâsidu'l-usra fi'l-kur'âni'l-kerîm, İLTED, Erzurum 2016/2, sayı: 46, ss Yıl: 2016/2 Sayı: 46

Hediyye Gazi Ali Gazi, Hediye, Makâsidu'l-usra fi'l-kur'âni'l-kerîm, İLTED, Erzurum 2016/2, sayı: 46, ss Yıl: 2016/2 Sayı: 46 Hediyye Gazi Ali Gazi, Hediye, Makâsidu'l-usra fi'l-kur'âni'l-kerîm, İLTED, Erzurum 2016/2, sayı: 46, ss. 199-225 Yıl: 2016/2 Sayı: 46 200 Yıl: 2016/2 Sayı: 46 Hediyye GAZİ ALİ GAZİ ÖZ Kur an da Ailenin

Detaylı

Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü Hazırlık Sınıfı Ders Programı Bahar Dönemi

Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü Hazırlık Sınıfı Ders Programı Bahar Dönemi (8 Hafta 177 Saat) 13-17 Şubat Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü Hazırlık Sınıfı Ders Programı Bahar Dönemi B1 1 Geçişli ve Geçişsiz fiiller. Tamamlanmamış fiiller ile yapılan edilgen cümleler. Tamamlanmış

Detaylı

Why is the perception of lighting and illumination on photos different from the reality (actual visual perception)

Why is the perception of lighting and illumination on photos different from the reality (actual visual perception) Why is the perception of lighting and illumination on photos different from the reality (actual visual perception) Why is the perception of lighting and illumination on photos different from the reality

Detaylı

TÜRKİYE DE BİREYLERİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİNE BAKIŞI Attitudes of Individuals towards European Union Membership in Turkey

TÜRKİYE DE BİREYLERİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİNE BAKIŞI Attitudes of Individuals towards European Union Membership in Turkey T.C. BAŞBAKANLIK DEVLET İSTATİSTİK ENSTİTÜSÜ State Institute of Statistics Prime Ministry Republic of Turkey TÜRKİYE DE BİREYLERİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİNE BAKIŞI Attitudes of Individuals towards European

Detaylı

Determinants of Education-Job Mismatch among University Graduates

Determinants of Education-Job Mismatch among University Graduates EMLT Project Determinants of Education-Job Mismatch among University Graduates Yılmaz Kılıçaslan Anadolu University ykilicaslan@anadolu.edu.tr Nilgün Çağlarırmak Uslu Anadolu University ncaglarirmak@anadolu.edu.tr

Detaylı

Sağlık Bilimleri Fakültesi Çocuk Gelişimi Bölümü 1. Sınıf Güz Yarıyılı (1. Yarıyıl) Dersin Kodu Türü Türkçe Adı İngilizce Adı T U Kredi AKTS ATA101 Z

Sağlık Bilimleri Fakültesi Çocuk Gelişimi Bölümü 1. Sınıf Güz Yarıyılı (1. Yarıyıl) Dersin Kodu Türü Türkçe Adı İngilizce Adı T U Kredi AKTS ATA101 Z 1. Sınıf Güz Yarıyılı (1. Yarıyıl) ATA101 Z Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi I History of Turkish Revolution and Ataturk's Principles I 2 0 2 2 TDL101 Z Türk Dili I Turkish Language I 2 0 2 2 İNG101

Detaylı

THE IMPACT OF AUTONOMOUS LEARNING ON GRADUATE STUDENTS PROFICIENCY LEVEL IN FOREIGN LANGUAGE LEARNING ABSTRACT

THE IMPACT OF AUTONOMOUS LEARNING ON GRADUATE STUDENTS PROFICIENCY LEVEL IN FOREIGN LANGUAGE LEARNING ABSTRACT THE IMPACT OF AUTONOMOUS LEARNING ON GRADUATE STUDENTS PROFICIENCY LEVEL IN FOREIGN LANGUAGE LEARNING ABSTRACT The purpose of the study is to investigate the impact of autonomous learning on graduate students

Detaylı

ENG ACADEMIC YEAR SPRING SEMESTER FRESHMAN PROGRAM EXEMPTION EXAM

ENG ACADEMIC YEAR SPRING SEMESTER FRESHMAN PROGRAM EXEMPTION EXAM ENG111 2016-2017 ACADEMIC YEAR SPRING SEMESTER FRESHMAN PROGRAM EXEMPTION EXAM Exam Type Date / Classes / Time Written Thursday, September 22 nd, 2016 Classes & Time to be announced on September 20th.

Detaylı

ġevkġ EFENDĠ ve HASAN RIZA EFENDĠ SÜLÜS-NESĠH MURAKKAʻLARININ MUKAYESESĠ

ġevkġ EFENDĠ ve HASAN RIZA EFENDĠ SÜLÜS-NESĠH MURAKKAʻLARININ MUKAYESESĠ T.C. FATĠH SULTAN MEHMET VAKIF ÜNĠVERSĠTESĠ GÜZEL SANATLAR ENSTĠTÜSÜ GELENEKSEL TÜRK SANATLARI ANASANAT DALI YÜKSEK LĠSANS TEZĠ ġevkġ EFENDĠ ve HASAN RIZA EFENDĠ SÜLÜS-NESĠH MURAKKAʻLARININ MUKAYESESĠ

Detaylı

BOLOGNA PROJESİ HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ SAĞLIK BİLİMLERİ FAKÜLTESİ ERGOTERAPİ LİSANS PROGRAMI

BOLOGNA PROJESİ HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ SAĞLIK BİLİMLERİ FAKÜLTESİ ERGOTERAPİ LİSANS PROGRAMI BOLOGNA PROJESİ HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ SAĞLIK BİLİMLERİ FAKÜLTESİ ERGOTERAPİ LİSANS PROGRAMI DERS TANITIM BİLGİLERİ Dersin Adı Kodu Yarıyıl Teori (saat/hafta) Uygulama (saat/hafta) Laboratuar (saat/hafta)

Detaylı

MEHMET AKİF ERSOY ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ DERGİSİ

MEHMET AKİF ERSOY ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ DERGİSİ ISSN 1302 8944 MEHMET AKİF ERSOY ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ DERGİSİ Yılda dört defa yayımlanır. ULAKBİM, ASOS, Arastirmax, Akademik Dizin: Akademik Türk Dergileri İndexi, uluslararası DIRECTORY of RESEARCH

Detaylı

Islington da Pratisyen Hekimliğinizi ziyaret ettiğinizde bir tercüman istemek. Getting an interpreter when you visit your GP practice in Islington

Islington da Pratisyen Hekimliğinizi ziyaret ettiğinizde bir tercüman istemek. Getting an interpreter when you visit your GP practice in Islington Islington da Pratisyen Hekimliğinizi ziyaret ettiğinizde bir tercüman istemek Getting an interpreter when you visit your GP practice in Islington Islington daki tüm Pratisyen Hekimlikler (GP) tercümanlık

Detaylı

a, ı ı o, u u e, i i ö, ü ü

a, ı ı o, u u e, i i ö, ü ü Possessive Endings In English, the possession of an object is described by adding an s at the end of the possessor word separated by an apostrophe. If we are talking about a pen belonging to Hakan we would

Detaylı

MÜZİĞİN RESİM SANATINDA TARİHSEL SÜRECİ 20.yy SANATINA ETKİSİ VE YANSIMASI. Emin GÜLÖREN YÜKSEK LİSANS TEZİ. Resim Anasanat Dalı

MÜZİĞİN RESİM SANATINDA TARİHSEL SÜRECİ 20.yy SANATINA ETKİSİ VE YANSIMASI. Emin GÜLÖREN YÜKSEK LİSANS TEZİ. Resim Anasanat Dalı MÜZİĞİN RESİM SANATINDA TARİHSEL SÜRECİ 20.yy SANATINA ETKİSİ VE YANSIMASI YÜKSEK LİSANS TEZİ Resim Anasanat Dalı Danışman: Doç. Rıdvan COŞKUN Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Haziran

Detaylı

1. Superlative lerden sonra gelen fiil infinitive olur. ( the latest species to join the

1. Superlative lerden sonra gelen fiil infinitive olur. ( the latest species to join the 1. Superlative lerden sonra gelen fiil infinitive olur. ( the latest species to join the rank of ) 2. for/in/during/over/within (fidow) : last/past time olduğunda bu prepositionlar gelir. 3. Now that;

Detaylı

MM103 E COMPUTER AIDED ENGINEERING DRAWING I

MM103 E COMPUTER AIDED ENGINEERING DRAWING I MM103 E COMPUTER AIDED ENGINEERING DRAWING I ORTHOGRAPHIC (MULTIVIEW) PROJECTION (EŞLENİK DİK İZDÜŞÜM) Weeks: 3-6 ORTHOGRAPHIC (MULTIVIEW) PROJECTION (EŞLENİK DİK İZDÜŞÜM) Projection: A view of an object

Detaylı

Günay Deniz D : 70 Ekim finansal se krizler, idir. Sinyal yakl. temi. olarak kabul edilebilir. Anahtar Kelimeler:

Günay Deniz D : 70 Ekim finansal se krizler, idir. Sinyal yakl. temi. olarak kabul edilebilir. Anahtar Kelimeler: finansal se krizler, idir. Sinyal yakl olarak kabul edilebilir. temi Anahtar Kelimeler: 63 THE PREDICTABILITY OF CRISES: THE CASE OF THE CRISIS OF 2008 ABSTRACT The economic crises in the World, especially

Detaylı

ÖZET 208 NUMARALI URFA ŞER İYYE SİCİLİ NİN TRANSKRİPSİYON VE DEĞERLENDİRMESİ (H.1296-1299/M.1879-1882)

ÖZET 208 NUMARALI URFA ŞER İYYE SİCİLİ NİN TRANSKRİPSİYON VE DEĞERLENDİRMESİ (H.1296-1299/M.1879-1882) TÜRKÇE ÖRNEK-1 ÖZET 208 NUMARALI URFA ŞER İYYE SİCİLİ NİN TRANSKRİPSİYON VE DEĞERLENDİRMESİ (H.1296-1299/M.1879-1882) Bu çalışma ile 208 Numaralı Urfa Şer iyye Sicili nin (1879-1882) transkripsiyonu ve

Detaylı

Arş. Gör. Dr. Mücahit KÖSE

Arş. Gör. Dr. Mücahit KÖSE Arş. Gör. Dr. Mücahit KÖSE Dumlupınar Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Evliya Çelebi Yerleşkesi (3100) KÜTAHYA Doğum Yeri ve Yılı: Isparta/Yalvaç Cep Telefonu: Telefon:765031-58 E-posta:

Detaylı

daha çok göz önünde bulundurulabilir. Öğrencilerin dile karşı daha olumlu bir tutum geliştirmeleri ve daha homojen gruplar ile dersler yürütülebilir.

daha çok göz önünde bulundurulabilir. Öğrencilerin dile karşı daha olumlu bir tutum geliştirmeleri ve daha homojen gruplar ile dersler yürütülebilir. ÖZET Üniversite Öğrencilerinin Yabancı Dil Seviyelerinin ve Yabancı Dil Eğitim Programına Karşı Tutumlarının İncelenmesi (Aksaray Üniversitesi Örneği) Çağan YILDIRAN Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Detaylı

Öz Geçmiş. Öğretmen MEB (1999 2009) Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Dili Anabilim Dalı (2011-2012)

Öz Geçmiş. Öğretmen MEB (1999 2009) Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Dili Anabilim Dalı (2011-2012) Öz Geçmiş I. Adı Soyadı (Unvanı) Nihal Çalışkan (Yrd. Doç. Dr.) Doktora: Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009 E-posta: (kurum/özel) ncaliskan@ybu.edu.tr; caliskanihal@hotmail.com; nihalcaliskan@gmail.com

Detaylı

KALEIDOSCOPES N.1. Solo Piano. Mehmet Okonşar

KALEIDOSCOPES N.1. Solo Piano. Mehmet Okonşar KALEIDOSCOPES N.1 Solo Piano Mehmet Okonşar Kaleidoscopes, bir temel ses dizisi üzerine kurulmuş ve bunların dönüşümlerini işleyen bir dizi yapıttan oluşmaktadır. Kullanılan bu temel ses dizisi, Alban

Detaylı

GAZİ İLKÖĞRETİM OKULU EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI YETİŞTİRME KURSU İNGİLİZCE DERSİ 6. SINIF KURSU YILLIK PLANI

GAZİ İLKÖĞRETİM OKULU EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI YETİŞTİRME KURSU İNGİLİZCE DERSİ 6. SINIF KURSU YILLIK PLANI GAZİ İLKÖĞRETİM OKULU 2011 2012 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI YETİŞTİRME KURSU İNGİLİZCE İ 6. SINIF KURSU YILLIK PLANI HAFTA KONU KAZANIMLAR ARAÇ 1. HAFTA 14-19 KASIM 2011 Subject Pronouns, Familiy members, Am,

Detaylı

WEEK 11 CME323 NUMERIC ANALYSIS. Lect. Yasin ORTAKCI.

WEEK 11 CME323 NUMERIC ANALYSIS. Lect. Yasin ORTAKCI. WEEK 11 CME323 NUMERIC ANALYSIS Lect. Yasin ORTAKCI yasinortakci@karabuk.edu.tr 2 INTERPOLATION Introduction A census of the population of the United States is taken every 10 years. The following table

Detaylı

Bulgar Dili ve Edebiyatı Bölümü Hazırlık Sınıfı Ders Programı. Güz Yarıyılı

Bulgar Dili ve Edebiyatı Bölümü Hazırlık Sınıfı Ders Programı. Güz Yarıyılı Bulgar Dili ve Edebiyatı Bölümü Hazırlık Sınıfı Ders Programı Güz Yarıyılı Hafta Üniteler Konular İçerik Sınavlar A1-А2 *** *** 1 24 28 Eylül Bulgar alfabesi Pazartesi Bulgar alfabesi. Bulgar alfabesi.

Detaylı

Mehmet MARANGOZ * ** *** stratejileri ve ekonomik yenilikleri ile. ecindeki. alternatif g. Anahtar Kelimeler:

Mehmet MARANGOZ * ** *** stratejileri ve ekonomik yenilikleri ile. ecindeki. alternatif g. Anahtar Kelimeler: Mehmet MARANGOZ * ** *** stratejileri ve ekonomik yenilikleri ile ecindeki alternatif g e Anahtar Kelimeler: ENTREPRENEUR CITY GAZIANTEP AND BORDER TRADE ABSTRACT A society's economic, political and cultural

Detaylı

A UNIFIED APPROACH IN GPS ACCURACY DETERMINATION STUDIES

A UNIFIED APPROACH IN GPS ACCURACY DETERMINATION STUDIES A UNIFIED APPROACH IN GPS ACCURACY DETERMINATION STUDIES by Didem Öztürk B.S., Geodesy and Photogrammetry Department Yildiz Technical University, 2005 Submitted to the Kandilli Observatory and Earthquake

Detaylı

HUTBE RİYÂKÂRLIK. ticede bu kişilere kimse güvenmez.

HUTBE RİYÂKÂRLIK. ticede bu kişilere kimse güvenmez. RİYÂKÂRLIK 25 ticede bu kişilere kimse güvenmez. Bununla birlikte riyâ, ibadetin özünü bozar, sevabını giderir, ortada yalnız ibadetin şekli kalır. Bunun için kul, ibadet esnasında riyâdan, gösterişten

Detaylı

Implementing Benchmarking in School Improvement

Implementing Benchmarking in School Improvement Implementing Benchmarking in School Improvement "Bu proje T.C. Avrupa Birliği Bakanlığı, AB Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığınca (Türkiye Ulusal Ajansı, http://www.ua.gov.tr) yürütülen Erasmus+

Detaylı

KULLANILAN MADDE TÜRÜNE GÖRE BAĞIMLILIK PROFİLİ DEĞİŞİKLİK GÖSTERİYOR MU? Kültegin Ögel, Figen Karadağ, Cüneyt Evren, Defne Tamar Gürol

KULLANILAN MADDE TÜRÜNE GÖRE BAĞIMLILIK PROFİLİ DEĞİŞİKLİK GÖSTERİYOR MU? Kültegin Ögel, Figen Karadağ, Cüneyt Evren, Defne Tamar Gürol KULLANILAN MADDE TÜRÜNE GÖRE BAĞIMLILIK PROFİLİ DEĞİŞİKLİK GÖSTERİYOR MU? Kültegin Ögel, Figen Karadağ, Cüneyt Evren, Defne Tamar Gürol 1 Acibadem University Medical Faculty 2 Maltepe University Medical

Detaylı

ÖZGEÇMİŞ. 1. Adı Soyadı: Başak Gorgoretti 2. Doğum Tarihi: 04 Kasım Ünvanı: Yardımcı Doçent 4. Öğrenim Durumu

ÖZGEÇMİŞ. 1. Adı Soyadı: Başak Gorgoretti 2. Doğum Tarihi: 04 Kasım Ünvanı: Yardımcı Doçent 4. Öğrenim Durumu ÖZGEÇMİŞ 1. Adı Soyadı: Başak Gorgoretti 2. Doğum Tarihi: 04 Kasım 1976 3. Ünvanı: Yardımcı Doçent 4. Öğrenim Durumu Derece Alan Üniversite Yıl Lisans Müzik Öğretmenliği Gazi Üniversitesi 1999 Yüksek Lisans

Detaylı

Grundtvig Öğrenme Ortaklığı Projesi CRISTAL Common References in Sustainable Training in Adult Learning 2011-2013

Grundtvig Öğrenme Ortaklığı Projesi CRISTAL Common References in Sustainable Training in Adult Learning 2011-2013 Grundtvig Öğrenme Ortaklığı Projesi CRISTAL Common References in Sustainable Training in Adult Learning 2011-2013 Bu proje Avrupa Komisyonu tarafından finanse edilmektedir. İletişim: Afyonkarahisar İl

Detaylı

PRELIMINARY REPORT. 19/09/2012 KAHRAMANMARAŞ PAZARCIK EARTHQUAKE (SOUTHEAST TURKEY) Ml=5.1.

PRELIMINARY REPORT. 19/09/2012 KAHRAMANMARAŞ PAZARCIK EARTHQUAKE (SOUTHEAST TURKEY) Ml=5.1. PRELIMINARY REPORT 19/09/2012 KAHRAMANMARAŞ PAZARCIK EARTHQUAKE (SOUTHEAST TURKEY) Ml=5.1 www.deprem.gov.tr www.afad.gov.tr REPUBLIC OF TUKEY MANAGEMENT PRESIDENCY An earthquake with magnitude Ml=5.1 occurred

Detaylı

SBR331 Egzersiz Biyomekaniği

SBR331 Egzersiz Biyomekaniği SBR331 Egzersiz Biyomekaniği Açısal Kinematik 1 Angular Kinematics 1 Serdar Arıtan serdar.aritan@hacettepe.edu.tr Mekanik bilimi hareketli bütün cisimlerin hareketlerinin gözlemlenebildiği en asil ve kullanışlı

Detaylı

AİLE İRŞAT VE REHBERLİK BÜROLARINDA YAPILAN DİNİ DANIŞMANLIK - ÇORUM ÖRNEĞİ -

AİLE İRŞAT VE REHBERLİK BÜROLARINDA YAPILAN DİNİ DANIŞMANLIK - ÇORUM ÖRNEĞİ - T.C. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı AİLE İRŞAT VE REHBERLİK BÜROLARINDA YAPILAN DİNİ DANIŞMANLIK - ÇORUM ÖRNEĞİ - Necla YILMAZ Yüksek Lisans Tezi Çorum

Detaylı

LÜTFİYE KÖSTEN. 1978, İzmir. Eğitim 2015

LÜTFİYE KÖSTEN. 1978, İzmir. Eğitim 2015 LÜTFİYE KÖSTEN 1978, İzmir Eğitim 2015 1998 Nantes Beaux Arts Üniversitesi, Güzel Sanatlar Bölümü, Yüksek Lisans Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü Education 2015 Nantes Beaux

Detaylı

ÖĞRETİM ÜYESİ SAYISI ALAN KODU HAFTALIK DERS SAATİ ALAN FAALİYET ADI GÖNDEREN KABUL EDEN DÖNEM OLARAK TOPLAM SÜRE NO KURUM ADI ÜLKE

ÖĞRETİM ÜYESİ SAYISI ALAN KODU HAFTALIK DERS SAATİ ALAN FAALİYET ADI GÖNDEREN KABUL EDEN DÖNEM OLARAK TOPLAM SÜRE NO KURUM ADI ÜLKE NO KURUM ADI ÜLKE ALAN KODU ALAN FAALİYET ADI ÖĞRETİM ÜYESİ SAYISI GÖNDEREN KABUL EDEN DÖNEM OLARAK TOPLAM SÜRE HAFTALIK DERS SAATİ 5 7 9 5 7 9 0 5 BEYAZ RUSYA. BEYAZ RUSYA 0. BEYAZ RUSYA. BEYAZ RUSYA

Detaylı

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİ İŞLERİ DAİRE BAŞKANLIĞI

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİ İŞLERİ DAİRE BAŞKANLIĞI A PROGRAM ADI : Felsefe İngilizce Lisans Programı...SINIF /...YARIYIL* ANADAL EĞİTİM PROGRAMI ZORUNLU DERSLERİ Dersin ön koşulu var mı? ***** İntibak Dersi mi? **** ** Kredisi ** YDF 0 YDA 0 Foreign Language

Detaylı

ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ İNSANİ BİLİMLER VE EDEBİYAT FAKÜLTESİ ÇAĞDAŞ TÜRK LEHÇELERİ VE EDEBİYATLARI BÖLÜMÜ DÖRT YILLIK-SEKİZ YARIYILLIK DERS PROGRAMI

ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ İNSANİ BİLİMLER VE EDEBİYAT FAKÜLTESİ ÇAĞDAŞ TÜRK LEHÇELERİ VE EDEBİYATLARI BÖLÜMÜ DÖRT YILLIK-SEKİZ YARIYILLIK DERS PROGRAMI ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ İNSANİ BİLİMLER VE EDEBİYAT FAKÜLTESİ ÇAĞDAŞ TÜRK LEHÇELERİ VE EDEBİYATLARI BÖLÜMÜ DÖRT YILLIK-SEKİZ YARIYILLIK DERS PROGRAMI ZORUNLU DERSLER BİRİNCİ YIL BİRİNCİ YARIYIL 1 YDİ 101

Detaylı

Questions for Turkish Experts re: Barış Pehlivan s Odatv Computer

Questions for Turkish Experts re: Barış Pehlivan s Odatv Computer Questions for Turkish Experts re: Barış Pehlivan s Odatv Computer 1.) According to the Microsoft Windows ( Windows ) Event Log (specifically, events 6005 and 6006 within SysEvent.Evt ) when was Windows

Detaylı

ANA DİL Mİ, ANA DİLİ Mİ? IS IT PARENT LANGUAGE OR OR MOTHER TONGUE?

ANA DİL Mİ, ANA DİLİ Mİ? IS IT PARENT LANGUAGE OR OR MOTHER TONGUE? ANA DİL Mİ, ANA DİLİ Mİ? Prof. Dr. Mukim SAĞIR ÖZET Bu makalede ana dil ve ana dili terimlerinin kullanımları üzerinde durulacaktır. Aralarında nüans olan bu iki terimin Türkçe ve Türk Dili öğretiminde

Detaylı

Konforun Üç Bilinmeyenli Denklemi 2016

Konforun Üç Bilinmeyenli Denklemi 2016 Mimari olmadan akustik, akustik olmadan da mimarlık olmaz! Mimari ve akustik el ele gider ve ben genellikle iyi akustik görülmek için orada değildir, mimarinin bir parçası olmalı derim. x: akustik There

Detaylı

SOSYOLOJİ BÖLÜMÜN MÜFREDAT PROGRAMI( 4Yıllık) 1.SINIF GÜZ. Introduction to Philosophy. İNG103 Temel İngilizce I Basic English I Zorunlu 2 2

SOSYOLOJİ BÖLÜMÜN MÜFREDAT PROGRAMI( 4Yıllık) 1.SINIF GÜZ. Introduction to Philosophy. İNG103 Temel İngilizce I Basic English I Zorunlu 2 2 1.SINIF GÜZ DERS KODU FEL131 Felsefeye Giriş Philosophy ZORUNLU SEÇMELİ TEORİ/UYG./LAB (SAAT) 3 İNG103 Temel İngilizce I Basic English I 2 2 PSİ123 Genel Psikoloji General Pshicology 3 SBKY101 Siyaset

Detaylı

2 0 15-2016 Eğitim-Öğretim Yılında

2 0 15-2016 Eğitim-Öğretim Yılında 2 0 15-2016 Eğitim-Öğretim Yılında TÜRKİYE'DEKİ YÜKSEKÖĞRETİM PROGRAMLARI İÇİN YURT DIŞINDAN KABUL EDİLECEK ÖĞRENCİ KONTENJANLARI Yükseköğretim Genel Kurulunun 19.03.2015 tarihli toplantısında kabul edilen;

Detaylı

MUSTAFA ASLIER ĠN SANATI VE ÖZGÜN BASKIRESME KATKILARI Gülşah Dokuzlar Canpolat Yüksek Lisans Tezi

MUSTAFA ASLIER ĠN SANATI VE ÖZGÜN BASKIRESME KATKILARI Gülşah Dokuzlar Canpolat Yüksek Lisans Tezi MUSTAFA ASLIER ĠN SANATI VE ÖZGÜN BASKIRESME KATKILARI Gülşah Dokuzlar Canpolat Yüksek Lisans Tezi Baskı Sanatları Anasanat Dalı Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Eylül, 2012 MUSTAFA ASLIER

Detaylı

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİ İŞLERİ DAİRE BAŞKANLIĞI

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİ İŞLERİ DAİRE BAŞKANLIĞI A PROGRAM ADI : ARAP DİLİ VE EDEBİYATI I. SINIF / I.YARIYIL ANADAL EĞİTİM PROGRAMI ZORUNLU DERSLERİ DERS KODU Dersin ön koşulu var mı? İntibak Dersi mi? 1 2 YDI101 YDA101 YDF101 ATA101 Temel Yabancı Dil

Detaylı

İRONİ KAVRAMININ POSTMODERN DÖNÜŞÜMÜ VE POSTMODERN SERAMİK ESERLERDE İRONİ

İRONİ KAVRAMININ POSTMODERN DÖNÜŞÜMÜ VE POSTMODERN SERAMİK ESERLERDE İRONİ İRONİ KAVRAMININ POSTMODERN DÖNÜŞÜMÜ VE POSTMODERN SERAMİK ESERLERDE İRONİ Gamze BOZ YÜKSEK LİSANS TEZİ Seramik Anasanat Dalı Danışman: Yrd. Doç. Cemalettin SEVİM Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar

Detaylı

TEŞEKKÜR. Her zaman içtenliğiyle çalışmama ışık tutan ve desteğini esirgemeyen sevgili arkadaşım Sedat Yüce ye çok teşekkür ederim.

TEŞEKKÜR. Her zaman içtenliğiyle çalışmama ışık tutan ve desteğini esirgemeyen sevgili arkadaşım Sedat Yüce ye çok teşekkür ederim. i ii TEŞEKKÜR Tezimi başarıyla bitirebilmenin mutluluğu içerisindeyim. Çalışmamın her aşamasında yardımlarını esirgemeyen danışmanım Sayın Doç. Dr. Zehra ÖZÇINAR a, tezimi değerlendirmek için zamanını

Detaylı

Let s, Shall we, why don t. Let s, let us: Öneri cümlesi başlatır. Let s elim anlamına gelir. Let s play basketball. Haydi basketball oynayalım.

Let s, Shall we, why don t. Let s, let us: Öneri cümlesi başlatır. Let s elim anlamına gelir. Let s play basketball. Haydi basketball oynayalım. Let s, Shall we, why don t Let s, let us: Öneri cümlesi başlatır. Let s elim anlamına gelir. Let s play basketball. Haydi basketball oynayalım. Yes, let s. Evet haydi oynayalım. No, let s not. Hayır, oynamayalım.

Detaylı

TARİH BÖLÜMÜ EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI BAHAR DÖNEMİ DERS KATALOĞU

TARİH BÖLÜMÜ EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI BAHAR DÖNEMİ DERS KATALOĞU 201-2015 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI BAHAR DÖNEMİ DERS KATALOĞU ANADAL EĞİTİM PROGRAMI ZORUNLU DERSLERİ 1.YIL 2. YY. 1 YDİ2 YDA2 YDF2 Temel Yabancı Dil (İngilizce) Temel Yabancı Dil (Almanca) Temel Yabancı Dil

Detaylı

T.C. İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BİREYSEL DEĞERLER İLE GİRİŞİMCİLİK EĞİLİMİ İLİŞKİSİ: İSTANBUL İLİNDE BİR ARAŞTIRMA

T.C. İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BİREYSEL DEĞERLER İLE GİRİŞİMCİLİK EĞİLİMİ İLİŞKİSİ: İSTANBUL İLİNDE BİR ARAŞTIRMA T.C. İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BİREYSEL DEĞERLER İLE GİRİŞİMCİLİK EĞİLİMİ İLİŞKİSİ: İSTANBUL İLİNDE BİR ARAŞTIRMA DOKTORA TEZİ Cafer Şafak EYEL İşletme Ana Bilim Dalı İşletme

Detaylı

SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI BAHAR DÖNEMİ DERS KATALOĞU

SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI BAHAR DÖNEMİ DERS KATALOĞU ANADAL EĞİTİM PROGRAMI ZORUNLU DERSLERİ.Sınıf/.Yarıyıl in ön koşulu var mı? *** in önceki eğitim programında eşdeğer bir dersi var mı? **** YDİ Temel Yabancı Dil (İngilizce) (Basic Foreign Language (English))

Detaylı

Akçakoca Belediyesi 2017 YILI MAVİ BAYRAK ÇEVRE EĞİTİM VE BİLİNÇLENDİRME ETKİNLİKLERİ DOSYASI

Akçakoca Belediyesi 2017 YILI MAVİ BAYRAK ÇEVRE EĞİTİM VE BİLİNÇLENDİRME ETKİNLİKLERİ DOSYASI Akçakoca Belediyesi 2017 YILI MAVİ BAYRAK ÇEVRE EĞİTİM VE BİLİNÇLENDİRME ETKİNLİKLERİ DOSYASI GENEL BİLGİ Belediye nüfusu: 24.161 kişi Toplam turistik otel, pansiyon vb. konaklama tesisi sayısı: 38 Turistik

Detaylı

Ali Kablan 1. UFRS nin Ülkemizdeki Muhasebe Uygulamaları

Ali Kablan 1. UFRS nin Ülkemizdeki Muhasebe Uygulamaları UFRS nin Ali Kablan 1 Abstract: Standardization has become neccessary because of some reasons such as the removal of borders between countries,increase in competition,the expansion of trade,rapid globalization

Detaylı

HAZIRLAYANLAR: K. ALBAYRAK, E. CİĞEROĞLU, M. İ. GÖKLER

HAZIRLAYANLAR: K. ALBAYRAK, E. CİĞEROĞLU, M. İ. GÖKLER HAZIRLAYANLAR: K. ALBAYRAK, E. CİĞEROĞLU, M. İ. GÖKLER PROGRAM OUTCOME 13 Ability to Take Societal, Environmental and Economical Considerations into Account in Professional Activities Program outcome 13

Detaylı

UNIT 1 HELLO! Quiz I'm from Greece. I'm. Where are you from? Boşluğa uygun olan hangisidir? A) German. B) Greek I'm from. C) Turkish D) English

UNIT 1 HELLO! Quiz I'm from Greece. I'm. Where are you from? Boşluğa uygun olan hangisidir? A) German. B) Greek I'm from. C) Turkish D) English Sosyal Bilgiler HELLO! UNIT 1 1. Quiz-1 Where are you from? 3. I'm from Greece. I'm. A) German B) Greek I'm from. C) Turkish D) English A) German C) Turkey 4. I come from. I'm Spanish. D) French A) China

Detaylı

ÖZGEÇMİŞ Doç. Dr. BÜLENT ÖZKAN

ÖZGEÇMİŞ Doç. Dr. BÜLENT ÖZKAN ÖZGEÇMİŞ Doç. Dr. BÜLENT ÖZKAN TC Kimlik No / Pasaport No: 18773153342 Doğum Yılı: 1977 Yazışma Adresi : Telefon : e posta : MERSİN ÜNİVERSİTESİ, EĞİTİM FAKÜLTESİ, BÖLÜMÜ, YENİŞEHİR KAMPUSU/MERSİN Mersin/Türkiye

Detaylı

Educational On-line Programmes for Teachers and Students

Educational On-line Programmes for Teachers and Students Educational On-line Programmes for Teachers and Students Hamit İVGİN - İstanbul Provincial Directorate of National Education ICT Coordinator & Fatih Project Coordinator in İstanbul Kasım 2014 - İSTANBUL

Detaylı

The person called HAKAN and was kut (had the blood of god) had the political power in Turkish countries before Islam.

The person called HAKAN and was kut (had the blood of god) had the political power in Turkish countries before Islam. The person called HAKAN and was kut (had the blood of god) had the political power in Turkish countries before Islam. Hakan was sharing the works of government with the assembly called kurultay.but the

Detaylı

LANDSCALE landscape sequences. [Enise Burcu Derinbogaz]

LANDSCALE landscape sequences. [Enise Burcu Derinbogaz] 48 LANDSCALE landscape sequences [Enise Burcu Derinbogaz] 49 LANDSCALE landscape sequences Peyzajın anlamı söz konusu olduğunda hepimiz biliriz ki peyzaj bir kavram olarak pek çok farklı konuyu içinde

Detaylı