SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES

Ebat: px
Şu sayfadan göstermeyi başlat:

Download "SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES"

Transkript

1 SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES ISSN: CİLT 1 SAYI 2 (TEMMUZ 2015) Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Adına Sahibi Owner on Behalf Of Recep Tayyip Erdogan University Prof. Dr. Şevket TOPAL Editör / Editor Doç. Dr. Selami YANGIN Editör Yardımcıları / Subeditors Doç. Dr. Cem TOPSAKAL Yrd. Doç. Dr. Hacı Yusuf ACUNER

2 Yayın Kurulu / Editorial Board Prof. Dr. Alaattin KIZILTAN Prof. Dr. Hasan Ali ESİR Prof. Dr. Mehmet KÜÇÜK Prof. Dr. Yavuz KÖKTAŞ Yrd. Doç. Dr. İhsan ARSLAN Yrd. Doç. Dr. Mustafa SAVCI Dergi Sekreteri / Editorial Secretary Araş. Gör. Musa TÜRKAN Araş. Gör. Ali Haydar BÖLÜKBAŞ Araş. Gör. Enes BÜYÜK

3 Bilim Danışma ve Hakem Kurulu / Science Advisory and Reviewer Board Abdullah OKUMUŞ (İstanbul Üniversitesi) Abdurrahman HAÇKALI (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Adem BELDAĞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Adil TÜRKOĞLU (Adnan Menderes Üniversitesi) Ahmet İshak DEMİR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ahmet ÖGKE (Akdeniz Üniversitesi) Ahmet TEKBIYIK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ali Faruk YAYLACI (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ali Murat SÜNBÜL (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi) Ali Rıza ABAY (Yalova Üniversitesi) Ali Rıza AKDENİZ (Karadeniz Teknik Üniversitesi) Ali Rıza SANDALCILAR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ali Sait ALBAYRAK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ali Sabri İPEK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ali SEYYAR (Sakarya Üniversitesi) A. Tansu SAY (Kocaeli Üniversitesi) Ayfer KOCABAŞ (Dokuz Eylül Üniversitesi) Ayşe Zişan FURAT (İstanbul Üniversitesi) Bahadır NAMDAR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Barış ÇAYCI (Niğde Üniversitesi) Bekir BULUÇ (Gazi Üniversitesi) Betül Aydın (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Bilal KEMİKLİ (Uludağ Üniversitesi) B. Zafer ERDOĞAN (Anadolu Üniversitesi) Cahit PESEN (Siirt Üniversitesi) Cem TOPSAKAL (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Cemalettin İPEK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Cemalettin KALAYCI (Karadeniz Teknik Üniversitesi) Coşkun TOPAL (Karadeniz Teknik Üniversitesi) Çavuş ŞAHİN (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi) Demet Sancı UZUN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ebru GÜVELİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Emre ÜNAL (Niğde Üniversitesi) Emre Yıldırım (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Enes GÖK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ercan ATASOY (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ercan GEGEZ (Marmara Üniversitesi) Erol DURAN (Uşak Üniversitesi) Eyüp ŞİMŞEK (Atatürk Üniversitesi) Fatih CAMADAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Fazıl KIRKBİR (Karadeniz Teknik Üniversitesi) Fikret KARAPINAR (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi) Firdevs GÜNEŞ (Bartın Üniversitesi) Gülhiz PİLTEN (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi) Halil DİNDAR (Gazi Üniversitesi) Halil İbrahim TURHAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Halil İbrahim SAĞLAM (Sakarya Üniversitesi) Halis DEMİR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Hasan AKTAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Hasan AYYILDIZ (Karadeniz Teknik Üniversitesi) Havva Tunç ÇELEBİ (İstanbul Üniversitesi) Hayati AKYOL (Gazi Üniversitesi) H. Sabri KURTULDU (Karadeniz Teknik Üniversitesi) İbrahim COŞKUN (Trakya Üniversitesi) İhsan ARSLAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) İhsan SAFİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) İlhan TURAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) İsrafil BALCI (Ondokuz Mayıs Üniversitesi) Kader Birinci KONUR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Kemal YILDIZ (Marmara Üniversitesi) Kenan AYDIN (Yıldız Teknik Üniversitesi) Kenan ÇELİK (Karadeniz Teknik Üniversitesi) Macit YILMAZ (Atatürk Üniversitesi) Mehmet Kaan DEMİR (Çanakkale Onsekiz Mart Üniv.) Mehmet Şamil BAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Muhammet YILMAZ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Muharrem ÖNDER (Akdeniz Üniversitesi) Mustafa ERSUNGUR (Atatürk Üniversitesi) Mustafa TATÇI (Gazi Üniversitesi) Müge ASLAN (Marmara Üniversitesi) Müjdat ÖZMEN (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi) Nagihan YILDIRIM (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Nazihan URSAVAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Namık Kemal OKUMUŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Nihal SÜTÜTEMİZ (Sakarya Üniversitesi) Nil Yıldız DUBAN (Afyon Kocatepe Üniversitesi) Nimet PIRASA (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Nurettin ÖZGEN (Ankara Üniversitesi) Nurullah ALTAŞ (Atatürk Üniversitesi) Orhan Kemal TAVUKÇU (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Osman KARAMUSTAFA (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ömer Faruk URSAVAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ömer TORLAK (Konya KTO Üniversitesi) Pusat PİLTEN (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi) Remzi ALTUNIŞIK (Sakarya Üniversitesi) Sabri SİDEKLİ (Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi) Salih Sabri YAVUZ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Selahattin KAYMAKÇI (Karadeniz Teknik Üniversitesi) Selçuk URAL (Kafkas Üniversitesi) Serdarhan Musa TAŞKAYA (Mersin Üniversitesi) Serkan Volkan Sarı (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Sevil KURT (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Seyfettin ARTAN (Karadeniz Teknik Üniversitesi) Seymur AĞAYEV (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Sima NART (Sakarya Üniversitesi) Sinan ÇINAR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Süleyman TURAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Şengül ATASOY(Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Şuayip ÖZDEMİR (Afyon Kocatepe Üniversitesi) Turan TEMUR (Dumlupınar Üniversitesi) Tülay YENİÇERİ (Aksaray Üniversitesi) Uğur SİVRİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Ümit ALNIAÇIK (Kocaeli Üniversitesi) Veli TOPTAŞ (Kırıkkale Üniversitesi) Yasin GÖKBULUT (Gaziosmanpaşa Üniversitesi) YAVUZ AKBAŞ (Ege Üniversitesi) Yılmaz GEÇİT (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Zafer ERGİNLİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi) Zafer TANGÜLÜ (Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi) ISSN:

4 Baskı / Printing Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Rektörlüğü Matbaası Recep Tayyip Erdoğan University Rectorate Press Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi yılda iki kez (Ocak-Temmuz) yayınlanan hakemli bir dergidir. Bu dergide yayınlanan makalelerin bilim, etik ve dil bakımından sorumluluğu yazarlara aittir. Dergide yer alan makalelerdeki görüş ve düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi nin veya Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü nün görüşlerini yansıtmaz. Tüm hakları saklıdır. Derginin adı belirtilmeden hiçbir alıntı yapılamaz. Recep Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences is a refereed journal and published biannually (January-July). Authors are responsible for the content and linguistic of their articles. Articles published here could not be used without referring to the Journal. The opinions in the articles published belong to the authors only and do not reflect those of Recep Tayyip Erdoğan University and Recep Tayyip Erdoğan University, Graduate School of Social Sciences. No part of this publication may be reproduced or utilized in any form without referring the name of the journal. ISSN:

5 İÇİNDEKİLER EDİTÖR VE YAYIN KURULU BİLİM DANIŞMA VE HAKEM KURULU BASKI Sayı Başlık Yazar(-lar) 1 Selahaddin-i Eyyubi nin Nil den Dicle ye Uzanan Ortadoğu Barış Misyonu na Yeniden Bakmak Mehmet Hişyar KORKUSUZ 2 Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları Muhammet YILDIZ 3 Batı da Hz. Muhammed Algısı - Karen Armstrong Örneği - İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 4 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile Düşünce Okulu nun Ecel, Ömür Ve İlim Anlayışı Namık Kemal OKUMUŞ 5 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankalarının Geleceği İsmail ÇELİK 6 Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı Üzerine Bir Uygulama Ensar LOKMANOĞLU 7 Yapısal Dönüşüm Ve Dönüşümün Yapısı: Türkiye Örneği Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 8 Doğu Karadeniz Bölgesi Lojistik Köyünün Bölgesel Entegrasyonu Ve Uluslararası Rekabet Gücü: Türkiye Filiz KARPUZ 9 Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme Çiğdem KARAÇAY 10 Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik Aytaç ÖREN 11 Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar: Kadınların Kariyer İlerlemelerinde Karşılaştıkları Engeller Ve Etkili Liderlik Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı Yaklaşıma Yönelik Tutumlarının İncelenmesi Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin Çeşitli Değişkenler Bakımından İncelenmesi MAKALE YAZIM İLKELERİ Yılmaz GEÇİT Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ ISSN:

6 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 1-10 [201?] Selahaddin-i Eyyubi nin Nil den Dicle ye Uzanan Ortadoğu Barış Misyonu na Yeniden Bakmak A New Approach to Salah ad-din s Middle East Peace Mission which Extending from Nile to Dicle (Tigris) Mehmet Hişyar KORKUSUZ ÖZ: Ortadoğu, verimli su kaynakları ve bereketli toprakları ile insanlığın sosyo-ekonomik gelişiminde önemli bir yer tutmuştur. Tek Tanrılı dinlerin de ortaya çıktıkları yer olan Ortadoğu, medeniyetler arasında bir kavşak konumundadır. Ortadoğu, 12. yüzyılda Kudüs merkezli olarak temelde müslümanlar ile hristiyanlar arasında çok önemli bir askeri mücadeleye sahne olmuştur. Bu mücadelenin en önemli tarihsel aktörü hiç şüphesiz Selahaddin Eyyubi dir. O yaşadığı dönemde sadece askeri alanda başarılı bir komutan olarak kalmamıştır. O aynı zamanda taşıdığı barış ve kardeşlik misyonu ile yüzyıllardır hem doğuda ve hem de batıda tüm insanlık tarafından bir bilge devlet adamı olarak kabul görmüştür. İslam Dünyası nın yetiştirdiği bu çok özel şahsiyetin dünya vizyonu, farklı inançlara karşı hoşgörüsü ve özgün uygulamaları bugün Ortadoğu ve birçok farklı coğrafyada yaşanan çıkar ve güç çatışmalarının sona erdirilmesi için ihtiyaç duyulan bir yol haritası olabilecektir. Anahtar sözcükler: Ortadoğu, Selahaddin Eyyubi, Kudüs, Haçlı seferleri, İslam, Barış ABSTRACT: Middle East takes an important place for socio-economic development of human being with its plentiful water resources and fertile soil. As a place where monotheistic religions emerges, Middle East is an junction among the civilizations. In 12. century throughout, Middle East has witnessed a significant military struggle mainly between muslims and christians, based in Jerusalem. Undoubtedly the most important historical actor of this fight was Salah ad-din. He was not just a successful military commander in his time. At the same time, he is accepted as a wise statesman by all humanity both east and west for ages with the mission of peace and brotherhood that he carries out. As a very special personality who brought up in Islamic World, Salah ad-din s vision on World, his tolerance towards different faiths and his original applications can be a needed road map for ending the conflicts of interest and power that occured in Middle East and in many different geographies Keywords: Middle East, Salah ad-din, al-quds (Jarusalem), The Crusades, Islam, Peace 1. GİRİŞ Mezopotamya ve Nil vadisi gibi bereketli toprakları kendi yapısında bulunduran Ortadoğu, Mısır, Sümer, Babil, Asur gibi nehir eksenindeki medeniyetlere kaynaklık etmiştir. Tarım başta olmak üzere ticaret ve şehirleşmenin temelleri buradan dünyaya yayılmıştır. M.Ö yılında imzalanan en eski barış anlaşması yine bu bölgenin ürünüdür. Yazılı tarih de buradan başlar. Dünyanın en büyük dinler ve kültürlerarası kavşak noktası olan Ortadoğu kültür ve medeniyetlerin en yoğun yüzleşme noktası olmuştur (Turan: 2003, s. 18). Çandar a göre, Ortadoğu nun eşsiz jeopolitik bir değeri vardır: Yeryüzünün en önemli kara ve suyollarına kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer, Ortadoğu'yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin -her kim olursa olsun- birincil hedefi haline getirmiştir. Ortadoğu'da etkili bir varlık kuramayan Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü nden Siyaset ve Sosyal Bilimler Doktoru olarak ( ) mezun olmuştur. Daha sonra Arel Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümüne Yardımcı Doçent ataması gerçekleştirilmiştir ( ). Akademik çalışmalarını üniversite dışında sürdürmektedir. M.Korkusuz@gmx.net

7 Mehmet Hişyar KORKUSUZ 2 hiçbir güç dünya egemenliği üzerinde iddia ileri süremez. Bu bölgede varlık sağlayan ya da sağlayacak herhangi bir güce, karşı koyabilecek durumda bulunmayan güçler ise peşinen yenilgiyi kabul ederler (Çandar: 1984, s. 8). Bu konum ve değer tarih boyunca bölgeye dışarıdan müdahaleleri de beraberinde getirmiştir. Ortadoğu da değişiklikler genellikle Ortadoğu nun yerli geleneklerine çok yabancı olan toplumlardan ve kültürlerden yani dışarıdan bir etkiden kaynaklanmaktadır (Lewis: 2011, s. 3). Bu durum Ortadoğu nun jeostratejik önemi kadar dinlerin ve kültürlerin anayurdu olması ile de ilişkilidir. Mesela Hz.İbrahim hem yahudilerin hem hristiyanların hem de müslümanların ortak ata mesabesinde gördükleri bir büyük dini manevi önderdir. Genellikle Ortadoğu nun kendi içinden çıkardığı önder ve kahramanlar bu dış müdahalelere karşı bir direniş odağı ve güç merkezi oluşturmuşlardır. Tarihteki bazı olayların etkisi bölgesel değil global ve bazı liderlerin etkisi de dönemsel değil kalıcı olmaktadır. Bu farklılıkta rol oynayan temel parametreler, hadiselerin karmaşıklığı karşısında geliştirilen derin bir vizyon ve vicdanla birlikte insanlığın gerçek ihtiyaçlarının ve beklentilerinin karşılanma derecesiyle de ilişkilidir. Kısa vadeli dar sokak siyasetlerinin ötesinde çağın ruhunu doğru okuyan bir bilgi ve tutumla gelişip güçlenen erdemli ve olgun davranışların tarihe, topluma ve insanlığa bıraktığı miras elbette iyilikle ve pozitif olarak anılacaktır. Güç politikasını aşan etik, estetik ve entellektüel yönelimler zihinlere yerleşerek kalplerde kök salacaktır. Doğu da ve Batı da adı hala hayırla anılan gerçek kahramanlardan birisi olan Selahaddin de onlardan birisidir. Bu yazıda onun siyasetinin temel yönelimleri ele alınıp yansıtılmaya çalışılacaktır. 2. SELAHADDİN EYYUBİ Yİ ORTAYA ÇIKARAN TARİHSEL VE TOPLUMSAL ŞARTLAR Tarihte Batı Dünyası nın İslam Dünyası yla ilişkilerde hem anahtar hem de kilit rolü oynamış en temel süreç Haçlı Seferleri dir. Bizans ordusunun 1071 de Selçuklu Sultanı Alparslan ın karşısındaki kesin mağlubiyeti önce 1074 de Papa VII. Greorius un haçlı seferleri fikrini işlemeye başlamasına yol açar. Onun yapamadığını 1095 de Clermont konsülünde Papa II.Urban gerçekleştirir. 1.Haçlı seferi tarihleri arasında gerçekleşir ve 1099 da haçlılar halkını kılıçtan geçirerek Kudüs ü ele geçirirler. 2.Haçlı seferi arasında olmuştur. Halep Atabeyi İmameddin Zengi 1144 te Edessa yı (Urfa) Haçlılardan geri alır. Bundan endişelenen Papa harekete geçse de sonuç alamaz. İmameddin in başlatmış olduğu mücadeleyi oğlu Nureddin Zengi sürdürür. Ancak Haçlılara karşı en büyük darbeyi başlangıçta Zengi lerin komutanı olarak tarih sahnesine çıkan ve aşamalı bir şekilde stratejisini uygulayan Selahaddin Eyyubi vuracaktır. Mısır daki Fatımi hanedanına son veren Selahaddin Eyyubi devletini kurar ( ) ve onu tarihe taşıyacak olan en büyük başarısını Hıttin de frank ordusunu bozguna uğratarak 1187 de Kudüs ü kurtararak sağlar (Turan: 2003, s ). Bernard Lewis, Selahaddin Eyyubi yi ortaya çıkaran tabloyu şu şekilde tasvir etmektedir: Haçlılar ile Zengiler arasındaki çekişme noktalarından birisi de, Fatımi halifeliğinin çökmek üzere olduğu Mısır ın kontrolünü ele geçirmekti. Batı da Selahaddin olarak tanınan Salah el-din 1 adlı bir Kürt subayı Mısır a gönderilerek hem Fatımiler in veziri hem de Nureddin in çıkarlarının temsilcisi oldu. Nureddin in 1174 te ölümünden sonra Selahaddin, Müslüman Suriye yi onun halifelerinin elinden alarak Haçlılar a karşı 1187 deki cihada hazırlandı te öldüğünde Kudüs ü ele geçirmiş, Haçlılar ı dar bir kıyı şeridi dışında her yerden atmıştı. Haçlı devletlerin dayanmaları ancak Suriye-Mısır İmparatorluğu nun Selahaddin in halifeleri arasında bölünmesiyle mümkün oldu. 13. yüzyılda Memluklar yönetimiyle kurulan bir Suriye-Mısır Devleti, Suriye nin diğer devletleriyle haçlıların da sonunu getirdi (Lewis: 2011, s. 116). Bu konuda Colin McEvedy durumu biraz daha farklı bakış açısıyla ele almaktadır: Nureddin Mısır ı fethettikten sonra da Musul da 1 Bu isimlendirmeler alıntı yapılan kaynaklara göredir.

8 Selahaddin-i Eyyubi nin Nil den Dicle ye 3 ikamet etti. Mısır ı onun adına bir Kürt komutanı olan Selahaddin yönetiyordu. Bu bir hataydı, çünkü boynuz kulağı geçmişti; Nureddin ölür ölmez Selahaddin sultanlığı ele geçirdi (1174). Yönetimin ve kurduğu Eyyubi hanedanının başarısı Hıttin zaferiyle (1187) pekişti; böylece müslümanların Levant taki Latinlere karşı taaruzu muzaffer bir sonuca erdi. Kudüs Krallığı nın ordusu hemen hemen yok edildi, krallık artık Sûr (Tyre) limanından ibaretti (McEvdey: 2005, s. 68). Selahaddin in Kudüs ün fethinden sonra ortaya koyduğu icraatlar da çok dikkat çekici olmuştur. Onun Filistin de müslümanların hakimiyetini tam olarak kurmasından sonra yaptığı çağrı üzerine yahudiler de tekrar Filistin e dönmeye başlamışlardır. Mısır, Suriye, Mezopotamya, Fransa, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinden birçok yahudi Kudüs e göç etmiştir (Arı: 2005, s. 110). Görüldüğü gibi Selahaddin in günümüzde diplomasi literatüründe önemi sıkça vurgulanan insani ve kültürel kaynaklı diplomatik insiyatifi kullandığı gayet iyi bir şekilde anlaşılmaktadır. O, insani diplomatik etkinlikte öncü vizyoner kişiliğe sahiptir. Elbette bunda Selahaddin in hakiki bir müslüman olarak dindar kişiliği rol oynamakla beraber ileriyi gören vizyonu da devlet adamlığı vasfına ek olarak tezahür etmektedir. İbn-i Haldun un Selahaddin Eyyubi ve Eyyubiler ile ilgili tespitleri dikkat çekicidir. İbni Haldun a göre küllî devletler nesep (soy) veya vela (ittifak) asabiyesi yle yönetilirler. Küllî devlet; hükümdarların uzun bir zaman süresince, birbiri ardınca geldiği devletlerdir. Sahip oldukları asabiyeleri yle üstünlüğü başka hak sahiplerinin ellerinden çekip alırlar, önceki devletin elindeki işleri üstlenirler. Asabiye kuvvetiyle kurdukları düzen vergilerin ve servetin artışı onları dünyevi tutkulara, israfa ve şımarıklığa iter. Sonuçta gelir gideri karşılamaz olur, yönetimde olmayan güç sahipleri harekete geçerek devleti (mülkü) bir başka aşiretin öncülüğünde elde ederler bu süreçle birlikte âdeta yeni bir devlete dönüşürler, bu da bir süre yaşar, bunun da başına ilkinin başına gelenler gelir. İbn-i Haldun; Selahaddin Eyyubi nin Türk- Memluk Devleti içinden yeni bir usulle süreç içerisinde Mısır ve Suriye ye de hâkim olacak Beni Hazan adındaki Kürt kökenli aşiretiyle başlangıçta asabiye si zayıf olmasına rağmen Selahaddin in yapmış olduğu cihad çağrısıyla birlikte diğer Müslümanların da geniş katılımıyla asabiyesi ni büyüttüğünü ve çağrısını her yana duyurduğunu ve Allah ın dini onun eliyle muzaffer kılarak Kudüs teki Mescid-i Aksa yı haçlıların elinden aldığını vurgulamaktadır. Selahaddin den sonra Eyyubi lerin mülkü yukarıda anılan nedenlerle durumları iyice bozularak oğulları ve kardeşinin oğulları arasında bölüşüldü (İbn-i Haldun, 2004: s ). Devlet ve yönetim, hükümdar ile uyruğu arasındaki yani taraflar arasındaki karşılıklı ilişkinin tayin ettiği nisbî işlerdendir. Devletin halkına karşı sert ve katı olması ona zarar verir ve düzeni bozar, idarecilerin kendi tebaasına (bağlılarına) bolluk ve refah içinde bir hayat sağlaması ve onları koruması gerekmektedir. Şefkatli ve merhametli olunmalı ve iyi davranılmalıdır. Halkın, insanların kaldıramayacağı sorumluluklar onlara yüklenmemelidir. Burada İbn-i Haldun, Hz. Muhammed in En zayıfınızın yürüyüşüne göre yürüyün! sözünü aktarır (İbn-i Haldun, 1997: s ; İbn-i Haldun, 2004: s ). Burada halkın mevcut verili durumunun temel alınması gerektiği gözlenmektedir. Bir zincirin kuvvetinin, en zayıf halkasının kuvvetiyle ölçüleceği bilinen hususlardandır. Zincir zayıf halkadan kopacağı gibi bir sistemin, devletin gücü ve kuvveti de halkın, sade vatandaşların, zayıfların, yoksulların, mahrumların ve mağdurların durumuna bağlıdır. Kahır ve galibiyetle, kuvvet ile devletin başına geçen yönetimler halktan yüz çevirerek haktan ve gerçekten uzaklaşırlar ve insanları fakirliğe ve yoksulluğa düşürürler. Akılcı bir siyasetle hukuk ve kanun hâkimiyeti sağlanmalı ve akılcı bir yaklaşımla insanların yararına olan şeyler gerçekleştirilmeli zararına olan şeyler de onlardan uzaklaştırılmalıdır (İbn-i Haldun, 1997: s ; İbn-i Haldun, 2004: s ). Buradaki akılcı siyaset yaklaşımı siyaset-i akliye günümüzde de ortak akıl ve iletişimsel akıl gibi yaklaşımlarda kendini ortaya koymaktadır. Yani yöneticiler, yönetilenleri, yönetim sürecine dâhil edecek bir kıvam ve olgunluk sahibi olmalıdırlar. Nesep ve akrabalık bağları çok az kimsenin dışında insanlar için tabii bir durumdur. Nesep bağı aslında hakikati olmayan vehmî bir şeydir. Faydası da insanlar arasındaki birleşmeyi sağlamaktan ibarettir (İbn-i Haldun, 2004: s. 171). Burada nesep asabiyesi nin

9 Mehmet Hişyar KORKUSUZ 4 vehmi bir şey olduğu vurgulanırken âdeta hayâli cemaat yaklaşımının özüne ışık tutulmaktadır. Toplum yaşamında insanların alışkanlıklarının önemi büyüktür. İbn-i Haldun insan alışkanlıklarının oğludur, onunla alışıp kaynaşmıştır demektedir (İbn-i Haldun, 1997: s. 314). Bu sözle İbn-i Haldun insanın alıştığı bir durumun giderek onun karakteri haline dönüşeceğini vurgulamaktadır. Yine İbn-i Haldun ilginç bir şekilde çok fazla kabile ve asabiyelerin bulunduğu yerlerde kuvvetli ve devamlı bir devletin az görüleceğini vurgulamaktadır. Farklı görüş yöneliş, çeşitli arzu ve dilekler dolayısıyla her bir görüş ve yönelişin diğer görüşlerle mücadele etmesinden dolayı, devlete karşı isyan ve ihtilâller hiç eksik olmaz (İbn-i Haldun, 1997: s. 417; İbn-i Haldun, 2004: s. 231). Burada İbn-i Haldun un nesep asabiyesi nden sebep asabiyesi ne geçişe vurgu yaptığı düşünülebilir. Süreç içerisinde devletin bedevîlikten yerleşik hayata doğru geçişi söz konusudur. Medeniyet servet ve nimetin, bolluk ve genişliğin bir neticesidir. Medeniliğin açığa çıkışı lüks ve rahatlık biçiminde olmaktadır. Bu ise zenginlik, servet ve imkânlara bağlıdır. Bunların her biri devletin büyüklüğüne ve gücüne göredir (İbn-i Haldun, 1997: s. 441; İbn-i Haldun, 2004: s. 246). Burada ekonomik imkânlar ile siyasal güç arasındaki karşılıklı etkileşim ve korelasyonu ortaya koymaktadır. Bir bakıma ekonomik bağımsızlık olmadan siyasî bağımsızlık söz konusu olmayacaktır. Dünyanın en meşhur Eyyubi dönemi tarih araştırmacıları olan M.C.Lyons ve D.E.P.Jackson, Selahhadin-i Eyyubi nin Mısır a yerleşmesinden önceki siyasî karışıklıkla ilişkili olarak İbn-i Haldun a göre, asabiyenin zayıflamasının ardından gelmesi kaçınılmaz olan dejenerasyonun örneği olabilirdi derken ilginç bir noktaya temas etmiş oluyorlardı. Selahaddin in ordusunun çoğunluğunu meydana getiren Türkler ve Kürtlerle birlikte doğal olarak, daha doğuya doğru uzanan bir İslami ağırlık merkezi düşünmüş olabilirdi (Lyons, Jackson, 2006: s ). Selahaddin-i Eyyubi nin annesinin Türk babasının Kürt kökenli olmasının avantajını da kullanarak hem nesep asabiyesi ni -Türklük ve Kürtlük unsurunu devreye sokabilme maharetini göstermek- hem de sebep asabiyesi yle -Araplık unsurunu da devreye sokarak- o dönemin hâkim kültürel kodu ve ortak aklı kapsamında İslam Dini nin birlik hedeflerini büyük bir ustalıkla harekete geçirebilme yeteneğine sahip olduğunu görüyoruz. Mısır daki başarılı yönetimini takiben Selahaddin ileriki safhalarda aşama aşama Yemen, Hicaz ve Suriye yi de bugünkü doğu, güneydoğu Anadolu yu da topraklarına katarak Kudüs ü bir yüzüğün taşı biçiminde bütünüyle içine alacak şekilde çevrelemişti. Kardeşi Turan Şah Yemen den Suriye ye gelince yaptığı konuşmada Kuran-ı Kerim den alıntıyla Ben Yusuf um, bu da kardeşim diyerek hitabına başladı (Lyons, Jackson, 2006: s. 131). O dönemin arşiv, belge ve el yazmalarına varıncaya kadar geniş bir araştırmayı yürüten bu yazarlar ilginç bir noktaya daha vurgu yaparak, Frenklerle yeni bir harbe çıkılacağı esnada Memlükler Selahaddin e Kudüs te ya kendisinin ya da ailesinden birinin kalmasında ısrar ediyorlardı, çünkü aksi halde ne Kürtler Türklerden ne de Türkler Kürtlerden emir almazdı diyorlardı (Lyons, Jackson, 2006: s ). Jackson ve Lyons un bu aktarımı subjektif unsurları içermekte olan-, Selahaddin in misyonunun zorluğuna ve başarısının ustalığına işaret edebilir. Zaten, Selahaddin in başarısını, farklı unsurları bir araya getirmedeki bilgelik, incelik ve ustalıkta ve insan tabiatıyla uyumlu çözüm ve alternatifleri mümkün kılacak uygulamalarda aramak gerekir Hıttin Savaşı ndan sonra Kudüs ün müslümanlar tarafından yeniden alınabilmesi bu stratejik yönetim ve taktik adımlarla ancak gerçekleştirilebilirdi.

10 Selahaddin-i Eyyubi nin Nil den Dicle ye 5 3. SELAHADDİN EYYUBİ DEN ÇAĞIMIZA BARIŞ VE BİR ARADA YAŞAMA DENEYİMİ Uluslararası ilişkilerde ülke, devlet, millet ve halkların politik hedeflerine ulaşabilmek için meşruluk temelinde en çok başvurdukları yöntem ve mekanizma diplomasi ve diplomatlar üzerinden yürütülse bile klasik dış politika ve strateji unsurları günümüzdeki medya ve kamuoyunun egemenliğindeki karmaşık ve düzensiz ve hatta asimetrik dış ilişkiler çerçevesinde beklenen etkiyi sağlayamamaktadır. Bu durum diplomasinin içeriğinde, süreçlerinde ve yöntemlerinde değişikliği beraberinde getirmiştir. Aktörlerin ve diplomatik kanalların çeşitlenmesi söz konusu olmaktadır. Egemenlik kavramıyla birlikte diplomasi kültürünün de değişimi söz konusudur. Uluslararası toplum ve ilişkilerin demokratik bağlamda ilerletilmesi ve bunlara ilaveten uluslararası güvenlik sorunları kapsamında diplomatik normların farklılaşması gündeme gelmektedir (İskit: 2012, s ). Modern diplomasinin çevre, insan hakları, insani ve enerji diplomasisi olmak üzere dört temel alanda yeni işlevlere sahip olmaya başladığını görmekteyiz (İskit: 2012, s ). Uluslararası politikanın ve diplomasinin adı geçen alanlarda etkin, başarılı ve sürdürülebilir sonuçlara ulaşması ilgili toplum ve toplulukların tarihsel ve kültürel arka plan muvacehesindeki deneyim ve birikimlerin tüm bu süreçlere aktif bir şekilde dahil edilmesiyle mümkündür. Özellikle Ortadoğu da hala canlı ve dipdiri özelliğini sürdüren din ve inanç konularında kültürel çoğulculuğa ve dini hoşgörüye en önemli örnek olarak gösterilebilecek Selahaddin Eyyubi nin tutum ve davranışları bu makalenin ana eksenini oluşturmaktadır. Tevhid, barış, adalet, özgürlük ve eşitlik temelinde -tabi ki kendi çağının şartları kapsamında ele alınmak kaydıyla- bir uluslararası toplumun barış vizyonunun çekirdek enerjisini bu dönemde görmek mümkündür. Elbette tarihte dönemleri kendi şartları içerisinde ele alarak Anakronizm olgusunu gözardı etmeden değerlendirmek gerekir. Ancak tarihi Batılı düşünce okullarının modernist, düz çizgisel seyir rotasında ilerlemeci bir mantıkla ele almak ideolojik tarih okumasından başka da bir şey değildir. Kadim zamanlardan modern zamanlara ve içinde bulunduğumuz postmodern ya da global çağa ulaşıncaya dek Tarih in temel tanımının değişim ve süreklilik güçlerinin gerilimi sonucunda ortaya çıkan tablo olduğunu unutmamak gerekir. Geleneksel, modern ve modern sonrası toplumların tümünde insan ve ona ait öz ve gerçeklik saklıdır. Bir devletin dünyadaki konumunun belirleyici faktörü, mukayeseli avantajlarından en üst düzeyde yararlanma yeteneği olarak tanımlanabilir. 21. yüzyılın merkez sahnesini Avrasya oluşturacak ve Asya ile Avrupa karşılıklı bağımlılık içerisinde yeni ekonomik ve politik açılımlara gidebilecektir. Bu süreçte enerji kaynakları ve koridorları üzerindeki etki belirleyici pozisyondadır. Soğuk savaş sonrasında Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya da ortaya çıkan yeni devletler Türkiye nin tarih, inanç ve dili paylaştığı topluluklardan teşekkül etmektedir. Bu durum tarih ve kültür boyutları olan bir ortamı Türkiye ye hazırlamıştır. Paylaşılmış bir tarihin ve türdeş kültür özelliklerinin işlevi öne çıkmaktadır. Tarih boşlukta yaşanan bir deney değildir. Mazi teori yi hazırlar ve bugünü biçimlendirir. Günümüz ise teori yi hayata geçirirken geleceği öngörerek tanımlamaya çalışır (Cem: 1998, s. 3-4). Türkiye nin üç temel ekseninde birini diğerine asla feda edemeyeceği uluslararası bölgeler Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar dır. Bunların içerisinde başta petrol, doğalgaz ve su kaynakları gözönüne alınacak olursa Ortadoğu nun hala yüzüğün taşı mesabesinde olduğu görülecektir. Jeopolitik, politik seviyede veri, data üretmek için coğrafi ve beşeri değerleri kullanır. Bir bakıma siyasi coğrafyanın beşeri değerlerle aktif hale gelmesidir. Siyasetin iki temel dayanağı olan güç ve hedefi coğrafya açısından değerlendirir. Dr. Erich Obest Jeopolitik iyice öğrenilmeden meşgul olunursa tehlikeli yolların ve polemiklerin açılmasına neden olur. Jeopolitik devletin coğrafi vicdanı olmak ister tespitiyle bu konudaki endişesini dile getirmektedir. Akademisyenler bu kavramın iyice açık bir şekilde tanımlanması gerekliliğini vurgulamaktadırlar. Bu kavramın çerçevesinin belirlenip içeriğinin tam olarak doldurulması

11 Mehmet Hişyar KORKUSUZ 6 uluslararası politika teorisi bakımından gerekli görünse de daha çok realist okulun gölgesinde algılandığı ifade edilebilir. Jeopolitiğin 1967 yılından beri güç merkezlerine göre yapılan değerlendirmeleri yeni teorilerin üretimine geçit vermemektedir. Coğrafi unsurlar stratejide mekan ile beşeri unsurlar ise stratejide güç komşuluğu ile tezahür eder. Her ikisi için konu ve düşünceleri akıcı kılan zaman dır. Güç merkezlerinin oluşumunu sağlayan iki mühim unsur insan ve kaynaklardır. İnsanı değerli kılan eğitim ve kültür, kaynakları ise değerlendiren bilgi ve teknolojidir. Güç merkezleri nitelikli insan ile stratejik kaynağın elverişli coğrafyada buluşmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bütün bu unsurların bir bütün olarak değerlendirilmesi coğrafi sınırlar içerisinde ulusal gücü; ulusal gücün küresel ölçekli etki ve kontrol kapasitesi de küresel potansiyel ortaya çıkarır (Aktaran Çiftçi: 2008, s ) lardan itibaren Batı Dünya sında İslam karikatürize edilerek Sovyetlerin kızıl tehdit i yeşil renge dönüştürme eğilimine girildi. Sömürgeci imparatorlukların dağılmasından sonra küresel ve derinlikli olarak İslam ın dirik ve patlayıcı bir güç olarak her yerde ortaya çıkması umut ve kimi sınırlarda da paniği beraberinde getirdi. Batı yla İslam dünyası arasında antagonizm (zıtlık) çemberinin popüler kültürden ve entellektüel ön yargılardan kaynaklanan karşılıklı sebepleri vardır. Buna çağdaş, siyasi, sosyal ve kültürel unsurlar ile antipatinin derin tarihsel köklerini de başta Haçlı seferleri olmak üzere dahil etmek mümkündür. Bu tutum ve davranışları değiştirmek güç olsa bile yapıcı bir tutum değişikliği çözümde rol oynayabilir (Braibanti: 1995, s. 3-29). Günümüz Ortadoğusu ndaki kriz ve çatışmalarda da toplum ve toplulukların karşılıklı tanıma, anlama ve kabul süreciyle başlayan diyalog ve iletişime geçmeyle ilerleyen müzakere yol haritasıyla kuvvet kazanan çözüm süreci iradesi ve icraatlarına ihtiyaç vardır. Güven, anlayış temelinde insani ve kültürel ortak değerler hemen her konudaki kilitlenmeyi açacak anahtar tutum ve davranış setidir. Selahaddin Eyyubi, günümüzde Ortadoğu da ve tüm dünyada ihtiyaç duyulan özgün insani uygulamaları tarihin sayfalarına yazmayı başarmıştır. Selahaddin, fakir müslümanlara, hristiyanlara ve yahudilere eşit olarak dağıtılmak üzere vasiyetnamesinde miraslar ayırmıştır. Böylece, bütün insanların kardeş olduklarını, onlara yardım etmek için inançlarını değil, ıstıraplarını göz önünde tutmak gerektiğini anlatmak istemiştir (Voltaire, 1975: s. 62). 19. yüzyılın ikinci yarısında vatan ve hürriyet kavramları ile birlikte din ve modernliği de birlikte ele alan bireysel ve toplumsal ilerlemenin ve gelişmenin unutulmaz simalarından Namık Kemal 1885 te İstanbul da yazdığı Evrak-ı Perişan adlı eserinde Selahaddin Eyyubi ile ilgili olarak; onun kendisini ilim ve irfan sohbetlerine vermesi ahlâkı, adaleti, yeteneği ve aziz hatırasıyla ve dünya devletini bir gölgeye benzeterek halkı ve insanlarıyla bütünleşmesini vurgular ve onun bütün çabalarında halkının refah ve saadetini sağlamaya yönelmesine, büyük bunalımlar karşısındaki sağlam duruşuna ve çıkış yolları bulmadaki maharetine işaret eder. Onun unvan-ı azametinin (azametli ünvanının) dünyanın yedi harikasının şöhreti gibi dünya durdukça baki olduğunu belirtir (Kemal, 2010: s ). Namık Kemal in de gayet ustaca tasvir ettiği gibi aslında Türkiye nin üzerinde biçimlendiği coğrafya ve kültür kan, soy ve dil bağlarının çok üzerinde bir çeşitlilik ve zenginliği içeren ve asabiyeler arasındaki geçişkenliği mümkün kılan bir ortak akıl, bilgi görgü ve nezaket çerçevesi sunmaktadır. Namık Kemal belki de ustaca kurtuluşun yeniden sadelik, tabiilik, samimiyet ve tecrübeyle köklere dönüşü içerecek, ama çağı da yakalayacak bir bütüncül bakış açısının kökleşmesinden geçtiğini görmekteydi. Nil Nehri üzerine kurulu Mısır Valiliğinden hedefine doğru adım yürüyen Selahaddin ve yol arkadaşları planlarını aşama aşama gerçekleştirerek Urfa, Diyarbekir ve Hasankeyf i de alarak Nil den Dicle ye bir açılım ve genişleme siyaseti izleyecekti. Siyasetinin odak noktasında insan vardı ve bunu barışı sağlamak adına yürütmekteydi. Elbette o da zaman zaman kimi hata ve yanılgılardan uzak değildi bu süreçte. Ancak kendini sürekli hesaba çeken ve eleştiriye açık kişiliği, kinden uzak affedici, merhametli oluşu; cömert ve yardımsever yapısı ve alçakgönüllü, insancıl yönü büyük resmin onun lehine olmasını sağlıyordu. Barış a ihtiyaç her zaman için Savaş a olan ihtiyaçtan daha fazla olmuştur. Ancak tarih boyunca Barış ın kahramanları sayıca yine de çok azdır. Fakat insanların, milletlerin ve

12 Selahaddin-i Eyyubi nin Nil den Dicle ye 7 halkların kalbini kazanan - bu Barış, Birlik ve Kardeşlik ruhunu besleyip büyüten onurlu ve özverili Bilgi de üstün, Onur da yüce ve İnanç ta kuvvetli düşünür ve eylemci kişilikleri ile erdem-irade-eylemi bütünleştirebilen - örnek şahsiyetler de eksik olmamıştır. Hiç şüphesiz aklı, kalbi ve bileğiyle Hak tan ve Aşk tan başkasına eğilmeyen Şark ın kudretli hükümdarı Selahaddin bu şahsiyetlerden birisi olmuştur. Barış için savaşanların daima galip geldiğini söylemek mümkündür. Selahaddin in portresi de bu tabloyla birebir örtüşmektedir. Tarihin akışı içerisinde birçok farklı başlangıç noktası seçilebilir. Ancak modern Ortadoğu için tek bir çıkış noktasından söz etmek olanaklı değildir. Ortadoğu da modernleşme teorileri çift yönlü bir etkiyle artı ve eksi kutupları harekete geçirse bile beklenen ve umulan hedefe ulaşmadı. Batı ve Batılı olmayan toplumlar arasındaki etkileşim kültürel antropoloji ve edebiyat eleştirileri üzerinden ikiz etkilerin bir sentezi olarak alternatif değerlendirmelere yol açtı. Parçalanan imparatorluklar, milliyetçilikler, sömürgecilik ya da kapitalizmin ürkütücü gücü insanların yaşamlarını etkiledi. Bu etkiler kırsal ve kentsel alanlarda farklı düzeylerde oldu. Ortadoğu ya modernleşme de bir ideoloji olarak tesir etti. Bugün için Ortadoğu nun ne ölçüde İslami ya da modern Batılı olduğunu söylemek kategorik olarak kolay görünmemektedir (Pappé: 2009, s. 1-17). Ortadoğu ya bölge dışı müdahalede bulunan küresel güçlerin başında ABD ve AB gelmektedir. Ortadoğu her iki büyük gücün sürtünme ve tıkanma merkezini de teşkil eder. ABD askeri ve güvenlik konusunda İsrail i öncelerken AB nin diplomatik olarak pro-arab ya da Filistin öncelikli bir diş politika içerisinde olduğu ileri sürülebilir. Bununla birlikte ABD de bölgede Arap ülkeleriyle olan ekonomik ve ticari ilişkilerini korumaktadır. ABD nin soğuk savaş döneminde SSCB nin etki ve kontrolü altına giren kimi Arap rejimlerine karşı pro-israel (İsrail taraftarı) yönelimine rağbet ettiği bilinmektedir. Avrupa nın bölgedeki eli zayıftır ve belki de bu onların seçimidir. Bölgede değişen dengeler bağlam ın çözülmesini beraberinde getirmiştir (Haass: 1997, s ). Yevgeni Primakov, Rusların gözüyle Ortadoğu kitabında şu ilginç tespitlere yer vermektedir:...barzani nin kışlık karargâhına gidiyorduk. Kürt bölgesine gelmiştik. Kendimi tutamayarak bir küçük lirikten konu dışı söz etmek istiyordum. Bu masal diyarı gibi bölgede iki bin küsur yıldır gururlu bir halk yaşamaktadır. Bazen onlara Doğunun şövalyeleri de derlerdi. Haçlıların yenemedikleri Selahaddin Eyyubi de Kürttü. Ama Nuri Said in de bir Kürt olması onlara fazla kıvanç getirmemişti. Fakat doğa muhteşemdi. Göklere uzanan dağlar, şarıldayan duru sular. Renklerin cesur birleşimi... (Primakov: 2009, s. 384). Ortadoğu ya ilişkin kullanılan metaforların en ilginçlerinden birisi de Philippe Lannois in Şaşkın Doğu kavramsallaştırmasıdır. 20. yüzyıl Ortadoğusu na bakarken şaşkın, afallamış, yolunu şaşırmış ifadeleriyle özetlenebilecek bu yaklaşımda Lannois dini ve toplumsal köken farklılığının etkilerini tartışarak Ortadoğu daki karışıklıkların özünde mevcut sosyal yapının karmaşıklığının mevcut olduğunu öne sürer. Ortadoğu daki küçük sosyal ve dini gruplar bölge dışındaki ülkeler tarafından manipüle edilmektedir (Aktaran Dursun: 1995, s ). Günümüzün Ortadoğu realitesinde başat faktörler olan dış güçler her zaman için konuyu kendi jeostratejik önceliklerine göre reel politik çıkarları bağlamında ve enerji ve petrol odaklı olarak ele almaktadırlar. Selahaddin in kendi çağında gerçekleştirdiği bölgenin zenginliğini bölge halkıyla paylaşma ve onlara dağıtma prensibine tam manasıyla sahip çıkacak bir siyasi irade ve merkez hali hazırda ortaya çıkmamıştır. Bunda elbette monarşik zengin petrol şeyhlerinin etkisi kadar demokrasi dışı yollarla iş başına gelen darbeci sivil ve askeri cuntaların da rolü vardır. D. Acemoğlu ve J. A. Robinson Why Nations Fail (Milletler niçin başarısız olur) adlı eserlerinde teoriler mevcut haliyle işlemez bölümünde Ortadoğu daki yoksulluk ile İslam dini arasında kurulmak istenen ilişkinin geçersiz olduğunu söylerler ve bu kanaatin kültür hakkındaki yanlış düşüncelerden kaynaklandığını belirtirler. Coğrafya ve Kültür hipotezlerinin bütünüyle açıklayıcı olmadığını vurgularlar. Bilgisizlik ve cehaletin dünyanın yoksulluk sarmalındaki ülkelerde etkili olduğunu belirtmekle beraber asıl sorunun fakir ülkelerdeki güç ve iktidar sahiplerinin yoksulluk üreten politik tercihler yapmalarından kaynaklandığını

13 Mehmet Hişyar KORKUSUZ 8 vurgularlar. Geleneksel olarak ekonomistler politikayı önemsemezler ancak siyaset ve yönetim yetersizliği dünyadaki eşitsizliğin açıklanmasında temel bir faktördür (Acemoğlu ve Robinson: 2013, s ). Zaten tarihin hiçbir döneminde dünyanın belli başlı bölgeleri sürekli bir zenginlik ya da yoksulluk üretmemiştir. Kaldı ki İslam Dünyası Abbasi, Eyyubi, Selçuklu ve Osmanlı tecrübelerinde görüldüğü gibi kültür ve medeniyet bakımından en zengin ve görkemli dönemlerin ortaya çıkışına da sebep olmuşlardır. İslam Dünyası ndaki modern zamanlarda gözlenen spazm ve içe kapanma 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte açılım ve toparlanma dönemi denilebilecek dinamiklerin önce sosyo-kültürel sonra ekonomik ve ardından politik yeniden dirilişe ve yapılanmaya doğru gittiğini gözlemlemek olanaklıdır. Gecikme ve faz farkının birçok nedeni vardır ve bun unsurlar derinlikli ve çok yönlü olarak ele alınmayı hak etmektedir. 4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Reel politik faktörlerin ötesinde insani ve etik temelli bir küresel vicdan okuyuşuna başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyanın ihtiyacı kaçınılmaz bir seviyeye gelmiştir. Ekonomik gereklilik diyerek Kapitalizmin postulalarını (önermelerini) yegâne bilimsel varsayım olarak kabul etmek nasıl ideolojik bir yönelim ise aynı şekilde uluslararası ilişkileri güç ve çıkar eksenli realist okulun görüş ve değerlendirmeleri temelinde ele almak yine ideolojik bir tutumdur. Günümüzde insan hakları ve insani diplomasi eğiliminin yükselmesini başta Ortadoğu, Afrika ve Asya olmak üzere bugünkü Küresel Sistem in kolonyalist ve yayılmacı geçmişine bir tepki olarak yorumlamak daha sağlıklı olacaktır. Tek Tanrılı dinlerin birbirine yakın temel öğretileri insanlık ailesi için bir barış ve kardeşlik iklimi sunsa bile icraatta bu, yüksek stratejik çıkarlar söylemi yle devreden çıkarılabilmektedir. Elbette Selahaddin in uygulamalarında da bazı eleştirilebilecek yönler bulunabilir. Ancak bir bütün olarak bakıldığında üzerinden sekiz asır geçtiği halde hala tüm insanlık için bir ortak simge ve sembol olarak adil yönetici niteliğini imaj ve hakikat olarak sürdürmeye devam etmektedir. Bu durumun tipik göstergelerinden birisi de onu Arap kökenlilerin Arap, Türk kökenlilerin Türk ve Kürt kökenlilerin Kürt olarak görüp içtenlikle sahip çıkması onun gerçek anlamda irfan ve vicdan sahibi adaletli bir müslüman yönetici olmasından kaynaklanmaktadır. Onun Fatımilere karşı mücadelesini de klasik anlamda bir sünni refleks ve tepki olarak görmek yerine o dönemdeki Fatımi yönetiminin Kuran ve Sünnet referanslarının çok uzağına düşen tutum ve davranışlarında aramak gerekir. Ancak elbette bu konuda çevresinin kimi yönlendirmeleri ile tartışılabilecek uygulamaları söz konusu edilebilir. Türkiye nin Eyyubi, Selçuklu ve Osmanlı mirası üzerinde yükselen geniş ve engin siyaset birikimi ve devlet deneyimi Kudüs başta olmak üzere Filistin-İsrail meselesi ve diğer bölgesel sorun başlıkları ile alâkalı olarak hem Dışişleri Bakanlığı hem de İKÖ (İslam Konferansı Örgütü) kapsamında Selahaddin Eyyubi Ortadoğu Barış ve İnsiyatifi ve Platformu teşekkülü ile bu bilge devlet adamının kazanımlarını insanlık ve dünya için sürekli kılacak gelişmeye vesile olması önemli bir adım olacaktır. Hem çözüm süreci açısından hem de İslam Dünyası nın kendi sorunlarını kendi iradesiyle çözebilecek bir yetkinliğe ulaştığını gösterme bakımından bu girişim çok verimli ve yararlı sonuçlar doğuracaktır.

14 Selahaddin-i Eyyubi nin Nil den Dicle ye 9 KAYNAKLAR Acemoğlu, Daron & James A. Robinson (2013). Why Nations Fail. Second Published. London: Profile Books Ltd. Arı, Tayyar. (2005). Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi. 2.Basım. İstanbul: Alfa Yayınları. Braibanti, Ralph. (1995). The Nature and Structure of the Islamic World. First Published. Chicago: International Strategy and Policy Institute. Cem, İsmail. (1998). Türkiye ve Dünya İstanbul: Divak Yayınları. Çiftçi, Hakkı. (2008). Türkiye ve Ortadoğu nun Politik ve Ekonomik Önemi ve Geliştirilecek Politikalar. Türkiye nin Ortadoğu Politikası. (Editör: Sedat Aybar). İstanbul: Kadir Has Üniversitesi Yayınları, Çandar, Cengiz. (1984). Ortadoğu Çıkmazı. 2.Bası. İstanbul: Hil Yayın. Dursun, Davut. (1995). Ortadoğu Neresi. İstanbul: İnsan Yayınları. Haass, Richard N. (1997). The United States, Europe, and the Middle East Peace Process. Allies Divided: Transatlantic Policies for the Greater Middle East. (Ed. Robert D. Blackwill, Michael Stürmer). London: The MIT Press Cambridge, İbn-i Haldun. (2004). Mukaddime I-II. Halil Kendir (çev.). İstanbul: Yeni Şafak Yayınları. İbn-i Haldun (1997) Mukaddime I-II-III. Zakir Kadiri Ugan (çev.). İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları. İskit, Temel. (2012). Diplomasi: Tarihi, Teorisi, Kurumları ve Uygulaması. 4.Baskı. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Kemal, Namık. (2010). Selahaddin. İstanbul: Avesta Basın Yayın. Korkusuz, Mehmet Hişyar. (2012). Mukaddime den Muahhire ye: Modern Dünya nın, Ulus- Devlet in, Din in ve Milliyetçiliklerin Ekonomi, Kültür ve Siyaset Atlası. 2.Baskı. İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayıncılık. Lewis, Bernard. (2011). Ortadoğu: İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi. 8.Baskı. Selen Y. Kölay (çev.). Ankara: Arkadaş Yayınevi. Lyons, Malcolm Cameron ve D.E.P.Jackson. (2006). Selahaddin: Kutsal Savaşın Politikaları. 1.Baskı. Zehra Savan (çev.). İstanbul: Pınar Yayınları. McEvedy, Colin. (2005). Ortaçağ Tarih Atlası. 2.Baskı. Ayşen Anadol (çev.). İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları. Pappè, Ilan. (2009). Ortadoğu yu Anlamak. 1.Baskı. Gül Atmaca (çev.). İstanbul: NTV Yayınları. Primakov, Yevgeni. (2009). Rusların Gözüyle Ortadoğu. 1.Baskı. Olga Tezcan (çev.). İstanbul: Timaş Yayınları. Turan Ömer. (2003). Tarihin Başladığı Nokta Ortadoğu. İstanbul: Yeni Şafak Yayınları. Voltaire. (1975). Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler. Osman Yenseni (çev.). Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

15 Mehmet Hişyar KORKUSUZ 10 Extended Abstract Middle East is a special region due to its historical, social, cultural, religious, economical and political characteristics. It stretches from Egypt to Iran, it contains the Nile River and Mesopotamia, it expands from Morocco to Pakistan. It is a geographical region that contains the cultural richness of humankind, the belonging of civilization, the petrol, the desert climate and the Mediterranean. Middle East is one of the most important place that takes an substantial role for socio - economic development of human being. Recorded history begins in the Middle East. Middle East has also a unique value for believers. Monotheistic religions emerged in the Middle East. Middle East could be characterized as an junction among the civilizations. Middle East always has a great geostrategic importance. In Modern Times, the need of change in established traditions in Middle East came from outer sources. Changes in Middle East were often shaped by the societies and cultures that were strangers to local traditions. Crusaders has played an important role in relations between the Muslim World and the Western World. First crusade was organized between and the crusaders overran the al Quds (Jarusalem). In 12. century throughout, Middle East has witnessed a crucial military struggle mainly between muslims and christians, based in Jerusalem. Salah ad - Din was the most important historical actor of this fight. Salah ad Din saved Jerusalem in But the effects of some of the leaders are permanent. Salah ad - Din was one of them. He was not just a successful military commander. Salah ad - Din s actions after the conquest of Jerusalem have also been very remarkable. After the call he did, Jews and other believers began returning to Palestine again. Salah ad - Din was able to bring different social groups together. Salah ad Din is accepted as a wise statesman by all humanity both east and west for ages with the mission of peace and brotherhood that he carries out. He was a very special personality and he reached the targets of Islam. Middle East is both the lock and the key of the world in geocultural, geoeconomical and geopolitical aspects. It is a hinterland that none of the world powers can ignore. Middle East is the key of global economy and political-strategic balances. Middle East region is divided by political conflicts whose reason is unresolved issues that are both national and international. These issues exist due to the features of this region. In recent times, especially the factors of ethnic conflicts and tensions affected the world and changed it drastically. Probably, the place where this effect and change were the most severe and fastest was the Middle East geography. In recent times, Islam has come to the forefront once again and this has caused the questioning of European based nation-state models. Between the nation-state nationalism and ethnic nationalism (moreover including some sectarian factors) there are many problems ranging from the tension to the conflicts. In the context of personal and collective identities, the questions and problems increased. Nationalisms still exists like a syndrome. The political, social and psychological reflections of the nationalist debates and some other relioguos motivated groups are observed everywhere. The need of integration is needed more than ever. There are very serious humane, economic and political losses caused by nationalism and it is not restricted to the Middle East. In this article we tried to handle new challenges of middle east with historical and cultural aspect of views. The solutions for social problems should be traced back to their origins first. However, it should be noted that the impact and dosage of the interdependence is increasing not only within but also among the countries; thus, the problems should be handled in a multi-directional dynamic and active approach, and the options for solutions and alternatives should be increased. The importance of common sense, political and social cooperation, mutual understanding and dialog will be perceived better; and under the impact of a momentum, this process will be able to overcome the mental and social obstacles against accepting the other as a reality without marginalizing, alienating and degrading them. The scientific research and studies along with free thoughts to be employed in the solution of all global and local problems play the role of a key that would unlock all the locks. A real enlightenment would be possible only when science, mind and experience are re-explored in terms of the innate and transcendent dimensions of belief, culture and tradition. Salah ad - Din s vision on World, his tolerance towards different faiths and his original applications can be a needed road map for ending the conflicts of interest and power that occured in Middle East and in many different geographies.

16 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : [201?] Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları Armenian Policies Of The Western Powers Muhammet YILDIZ ÖZ: Dünya siyasetinde altı asırdan fazla yer alan Osmanlı Devleti, yirminci asrın son dünya düzeninde belirleyici rol oynamıştır. Bu düzen, Osmanlı topraklarının genişlemesinin getirmiş olduğu hâkimiyet zorluğu ve devletin uzun süre yıpranmışlığının da etkisiyle yıkılmıştır. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı Devleti nin milletler yapısı kesin olarak çözülmeye başlamış ve bu çözülme ile birlikte Ermeni Sorunu da devlet içinde geniş yer bulmuştur. Türk-Ermeni sorununun günümüze kadar gelmesi ise bu meselenin çözülememesinden kaynaklanmaktadır. Bu çalışma ile Türk-Ermeni sorununun tarihi boyutu ve Avrupalı devletlerin bu mesele üzerinden yaptığı siyaset üzerinde durulacaktır. Anahtar sözcükler: Ermeni, Osmanlı, Avrupa. ABSTRACT: Ottoman Empire appeared in world politics more than six centuries played a crucial role in the last world order of 20ᵗ century. This order wasended with having difficulty of sovereignty as a result of Ottoman Empire s widened land sandlong-lasting wear out of the empire. World War I brought about a crash in multinational structure of Ottoman Empire and this crash revealed out armenian question with a widespread coverage. The inability of solving this problem, armenian question, brought the issue until today. This study focuses on the historical dimension of Turkish-Armenian problem and will focus on the politics of the European states made over this issue. Keywords: Armenian, Ottoman, Europe. 1. GİRİŞ Asırlarca her dil, din ve ırktan milletleri bir arada refah ve barış içerisinde yaşatabilme başarısını göstermiş olan Osmanlı Devleti nin yapısı adeta bir milletler mozaiği gibidir. Osmanlı Devleti nin içinde yaşayan her farklı unsur bu mozaiğin bir parçası durumundadır. Bütün bu unsurlar Osmanlı Devleti nin adil yönetimi altında asırlarca ahenk içinde yaşamışlardır. Ancak Osmanlı milletler sistemi 1683 yılı askeri bozgun ve akabinde imzalanan Karlofça Antlaşmasıyla bozulmaya başlamıştır. Nitekim askeri ve siyasi sorunlar, gelişen dünya düzeni içerisinde devam ederken, asıl sorun dünyada meydana gelen ihtilaller ile meydana çıkmıştır. Çünkü Rönesans ve Reform hareketleri dünya içerisinde çoktan yayılmış ve değişik unsurları bünyesinde barındıran devletleri, milliyetçi amaçlar doğrultusunda sarmıştır. Fransız İhtilali bu doğrultuda ulusal bir ihtilal gibi gözükse de, aslında etkileme bakımından uluslararası bir sonuç doğurmuştur. İşte bu amaçla söylenebilir ki tarih ve süreç, bazı devletlerin bu durumdan faydalanmasını sağlamıştır. Ekonomik, siyasi, içtimai, kültürel ve coğrafi olarak üstünlük mücadelesinin kendilerine geçtiğini anlayan Batı, dünya coğrafyasında iktidarın Osmanlı topraklarından geçtiğini fark edip bu siyasi gelişmeleri de kullanmaya başlamışlardır Viyana Kongresinin içeriği yukarıda anlatılan gerçeklerle örtüşür niteliktedir ve bilhassa İngiltere, Fransa ve Rusya nın konuyla alakalı yakından ilgilenmesi de bu durumu aşikâr kılmaktadır. Osmanlıyı dünyada gelişen milliyetçi akımlarla vurmayı hedefleyen Batı, bu durumu kendi çıkarlarını da göz önüne alarak gerçekleştirmek istemiştir. Bütün bu Okt. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü, Rize-Türkiye, muhammet.yildiz@erdogan.edu.tr

17 Muhammet YILDIZ 12 anlatılanlar sebebi ile Osmanlıyı her türlü sorunda öncelik sırasına alan Avrupa, menfaatler doğrultusunda Anadolu ya hâkim olmanın Balkanlara, Ortadoğu ya, Trans Kafkasya ya, Akdeniz ve Ege ye hâkim olmaktan geçtiğini anlarmışlarcasına saldırıya geçip tüm Osmanlı anasırını birbirlerine karşı kışkırtarak hamilik yapmaya soyunmuştur. Bu şartlar içinde Ermenilerin Osmanlıyla sorun yaşamasının ilk dönemi 1815 Viyana Kongresi ile başlamıştır demek tarihi bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun temel sebebi ise Albert Sorel in de deyimi ile yakışıklı beyaz tenli Türklerin İslam ı seçmesi ve batıya karşı koruyucu tavır takınması tam bir Avrupa hasımlığı idi. Bunun sonucu ise Osmanlıyı parçalamak olacaktı. Dolayısıyla Osmanlıyı parçalamanın en önemli yolu da ülkede yaşayan milletleri ayaklandırmak ve gerekirse nüfusu fazla olan milletlere Anadolu da vatan vermekti. İşte bu oyundan nasibini alan Ermeniler, bağımsız olmak isteyen her millet gibi Osmanlı idaresine karşı isteklerde bulunmaya başlamışlardır. 2. OSMANLI TOPLUMUNDA ERMENİLER Kafkasya bölgesindeki çok milletli ve çok dinli karışık yapının bir unsuru olan Ermenilerin bu bölgeye ne zaman ve nereden geldikleri hakkında fikir birliği yoktur. Ermenilerin bölgeye yerleşmeleri hakkındaki en dikkate değer görüş, M.Ö. IV. Yüzyılda batıdan gelerek şu anda yaşadıkları coğrafyaya dağınık bir şekilde ve düzenli bir teşkilat kuramadan kabile yapısı içinde yerleştikleridir. Ufak derebeylikler halinde ve aralarında bir birlik olmadan yasayan Ermeniler Kafkasya Bölgesindeki tarihleri boyunca Bizans, İran, Makedonya, Roma, İslâm ve Türk devletlerinin hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Etrafı sürekli büyük devletlerle çevrili olan Kafkasya, her zaman için bu devletler arasında mücadele sahası olmuştur. Önceleri muhtelif dönemlerde Makedonya, Roma, Bizans ve İran devletleri arasında yaşanan bu mücadele, daha sonra Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İran devletleri arasında devam etmiş, XVI. yüzyıldan sonra devreye Rusya faktörü girmiştir. Böyle büyük mücadelelerin yaşandığı bu coğrafyada, bölgenin birçok etnik unsurundan biri olan Ermenilerin, derebeylik yapısını kıramamış olmalarından dolayı, etkili olamadıkları ve devletleşmeyi başaramadıkları görülmektedir. Selçuklular zamanında Türklerle tam manasıyla münasebete giren Ermenilerin, tarih boyunca birbirlerine vatan bağıyla bağlılıkları olmadığı gibi, aralarında siyasî bir bağ da mevcut değildir. Aralarındaki irtibatı sadece gelenekleri, dilleri ve dinleri sağlamıştır. Mezhep yönünden de bir birliğe sahip olmayan Ermenilerin çoğunluğu Gregoryen Kilisesine tâbi idi. Ondan sonra Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi gelmekteydi. Ermeniler Doğu Anadolu köy ve kasabalarında genellikle kendi topraklarında çiftçilik, zanaat ve küçük çapta ticaretle meşgul idiler. Şehirlerde ise iç ve dış ticaret, sarraflık, bankerlik, müteahhitlik ve mültezimlik gibi işlerle meşgul oluyorlar ve Türklerden daha müreffeh bir hayat sürüyorlardı. Selçuklularla başlayan iyi ilişkiler daha sonra Osmanlı Devleti ile devam etmiştir. Osmanlı Devleti Ermenilerin siyasi, sosyal ve ekonomik bakımdan kaderlerini değiştirmiştir. Nitekim Osmanlı hâkimiyeti altında asırlarca yaşayan Ermeniler, devlet içinde önemli mevkilerde bulunmuşlar ve ticari bakımdan ileri seviyelere gelmişlerdir. Özellikle Fatih Sultan Mehmet in daha Bursa da iken Ermenilerle kurduğu dostluk, 1461 yılında Ermenilerin bir millet olarak tanınması ile daha da gelişmiştir. Aynı yıl Fatih Sultan Mehmet, Ermeni ileri gelenlerinden Yovakim i ve altı aileyi İstanbul a davet etmiş, ayrıca Anadolu nun çeşitli şehirlerinden çok sayıda Ermeni yi İstanbul a getirterek, burada altı cemaatli bir Ermeni toplumu meydana getirmiştir. Başlarına da millet başı olarak Yovakim i tayin etmiştir. Ermeni dini liderlerinin Patrik unvanı alması ise muhtemelen Kanuni Sultan Süleyman zamanında olmuştur. Aynı tarihte gerçekleşen ilginç bir tarihi olay da, Kozan daki Ermeni Patrikliğinin Eçmiazin e taşınmasıdır.

18 Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları 13 Osmanlı milletlerinden birisi olarak Ermeniler çok huzurlu bir dönem yaşamışlar ve İmparatorluğun büyümesinde her bakımdan önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Devlete bağlılık ve hizmetlerinden dolayı ise Millet-i Sadıka ile tanımlanmışlardır. Nitekim yılları arasında Türkiye de bulunan Helmut von Moltke İstanbul da Serasker Hüsrev Paşa nın Ermeni tercümanı Mardiraki ve ailesinden "Bu Ermenilere, hakikatte, Hıristiyan Türk denilebilir. Rumların kendi özelliklerini korumalarına karşılık bunlar Türk adetlerini, hatta dilini benimsemişlerdir. Dinleri onların, Hıristiyan olarak, tek kadınla evlenmelerine izin verir, fakat onlar Türk kadınlarından fark edilemez, ayrılmaz. Bir Ermeni kadını sokakta sadece gözlerini ve burnunun üst kısmını gösterir, diğer tarafını kapatır" der. Pek çok gözlemci ve seyyah Ermenilerin Türkçeden başka dil bilmediklerini kaydetmişlerdir. Amerikan misyonerleri de mezhep değiştirdikleri Ermenilere bile Türkçe olarak ayin yapmak zorunda kalmışlardır. Türkler ile kaynaşmaları ve geliştirdikleri bu dostluk sayesinde Ermeniler Osmanlı Devleti nde önemli görevler üstlenmişlerdir. Osmanlı arşiv belgeleri Ermenilerin tercüman, vergi toplayıcısı, mimar, zanaatkâr, hazinedar ve hatta bakan olarak her türlü göreve ön yargısız olarak tayin edildiklerini göstermektedir. Böylece pek çok aristokrat Ermeni ailesi ortaya çıkmıştır. Kuyumcu olan Düzyan ailesi, mimar olan Balyan ailesi tekstilci Bezciyan ailesi, ressam Manus ailesi, mühendis ve diplomat çıkaran Dadyan ailesi akla ilk gelenlerdir. Ayrıca özellikle Tanzimat sonrasında pek çok Ermeni de bakanlık seviyesine kadar yükselerek Osmanlı İmparatorluğunu dış ülkelerde temsil etmişlerdir. Bunlardan G. Noradonkyan Dışişleri bakanı olarak ünlenmiştir. Dahası Osmanlı sultanları sağlık ve geleceklerini Ermeni doktorlara emanet etmekten de çekinmemişlerdir. Nitekim Bogos Sasyan ( ), Avedis Nakkaşyan (1915), Manuel ( ) ve Pavlaki ( ) gibi bazı Ermeniler saray hekimliği yapmışlardır. Tüm bu muhabbet ve sıcaklığa rağmen Ermeniler, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, emperyalist devletlerin teşvik ve tahrikleriyle, memleket içerisinde karışıklıklar çıkarmaya ve Osmanlı Hükümeti için problem olmaya başlamışlardır. Nitekim dış güçlerin yardımıyla oluşturulan Ermeni komiteleri aracılığı ile memleketin her yerinde kulüpler ve kitaplıklar açılmış, buralara devam eden kişilere Ermeni Tarihi ve Ermeni büyükleri hakkında bilgiler verilerek, Ermeni milliyetçiliği aşılanmaya çalışılmıştır. Bu arada Türklüğe ve Türklere karşı Ermeni halkında nefret uyandıracak eserler de neşredilmiştir. Ermeni Patrikhanesi ise, dini yükümlülüğünü bir tarafa bırakıp, bütün mevcudiyeti ile komitecilerin karargâhı haline gelmiştir. Rus Çarlığı da, Kilikya (Adana, Maraş, İskenderun) bölgesindeki Ermenileri Ortodoks mezhebine geçirerek kendisine bağlamayı ve bu yolla Akdeniz e çıkmayı hedeflediği için, devamlı olarak Ermenileri kışkırtmaktan geri kalmamıştır. 3. ERMENİ SORUNUNUN ORTAYA ÇIKIŞINDA KİLİSENİN ROLÜ Osmanlı Ermenilerinin büyük çoğunluğu Gregoryen Ermeni Kilisesi ne bağlı olmakla birlikte Katolik ve Protestan Ermeniler de vardır. Osmanlı Devleti içerisinde ki Ermeniler gerek misyonerlik faaliyetleri sonucu gerekse ticari ve ekonomik imtiyazlardan yararlanmak için Gregoryen Kilisesi nden ayrılıp Protestan ve Katolik mezheplerine bağlanmaya başlamışlardır. Özellikle Rusya Gregoryen Ermenilerin hamiliğini üstlenmiştir. Ermeni Milleti Nizamnamesinin 1863 yılında ilan edilmesiyle Ermeni Milleti nin işlerini düzenlemek üzere bir Ermeni Meclisi kurulmuştur. Meclisin fermanda belirtilen görevi Ermenilerin idare-i emval ve Umur-ı Diniyeleri ile ilgilenmektir. Bir sure sonra bu meclis politik mevzuların görüşüldüğü bir yer halini almıştır. 140 üyeli bu meclisin 20 üyesi ruhban 120 üyesi ise halktan oluşmaktadır. Böylece Ermeni cemaatinde laikleşme ve siyasileşme birlikte başlamıştır. Ancak toprağa dayalı bağımsız bir egemenlik olmayışı, Ermeni cemaatinin tam anlamıyla millet olmasının tek eksiği haline gelmiştir. Bu sebepten dolayı kilise, çareyi özerk ya da bağımsız bir Ermenistan ın kuruluşunda görmeye başlamıştır. Patrikler Osmanlı

19 Muhammet YILDIZ 14 Devleti ne yönelik faaliyetlerinde Rusya başta olmak üzere büyük devletlere yanaşarak siyasi hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır. Bu nedenlerle Patrikler 1863 Nizamnamesinden sonra daha çok siyasi alanda çalışma yapmışlardır. Ermeni sorununda büyük güçlerin hamiliğinin kazanılmasında olduğu gibi, Müslüman halkın Hıristiyan Ermenileri katlettiği şeklindeki yalan haberleri yayarak ve propaganda yaparak bu ülkelerin kamuoylarını harekete geçirme görevini de kilise üstlenmiştir. Ermeni Kilisesinin milliyetçilik hareketlerinde ve Ermeni sorununda ön safta yer almasının siyaset sosyolojisi acısından izahı ise, giderek laikleşen ve etnik temeli daha belirginleşen Ermeni Milliyetçiliği hareketinde ve ayrılıkçı faaliyetlerde kilisenin kurum olarak siyasi ve sosyal tabanını kaybetme endişesi seklinde değerlendirilebilir. Avrupa daki milliyetçilik fikirleri, sosyalist hareketler ve büyük güçlerin Osmanlı Devleti üzerindeki emperyalist politikalarından etkilenerek gelişen Ermeni milliyetçiliği ve onun talepleri karşısında kilise de, gelişen toplumsal ve siyasi cereyanların gerisinde kalarak toplumdaki konumunu tehlikeye sokmak yerine, oluşum sürecindeki hareketlere önderlik vazifesini üzerine alarak toplum liderliği fonksiyonunu bu şekilde sürdürmeyi tercih etmiştir. Tüm bu süreçler Türk-Ermeni ilişkilerinin tamamen gerilmesine sebep olmuştur. Böylece ileride işleyeceğimiz üzere gerek ermeni kilisesinin etkisi gerekse Batılı güçlerin tahriki ile günümüze değin sürecek olan tarihi meselenin temelleri atılmıştır. 4. BATILI GÜÇLERİN ERMENİ SORUNU İLE İLGİLİ POLİTİKALARI Yukarıda verilen bilgiler çerçevesinde meselenin yalnızca bir Ermeni meselesi olmadığını aslında bir uluslararası sorun olduğunu ortaya konan veriler kanıtlamaktadır. Batılı devletlerin bu mevzuyu devamlı gündemde tutmak istemesi Türk-Ermeni sorununun Batı eksenli olmasını mecbur kılmış ve Osmanlı siyaseti dönemin olumsuz koşulları neticesinde bu mevzunun uzamasına engel olamamıştır. Böylece Anadolu nun Türklerin elinden alınması veya Türklerin Anadolu ya hapsedilmesi şeklinde bir amaca dayanan bu sorun, diğer sebepler içerisinde de gündemini hala korumaktadır. Viyana Kongresi nin 1815 yılında ele aldığı önemli meseleler, genel olarak Osmanlı Devleti ne müdahale niteliğini taşıdığından ilerideki yüzyıl içerisinde bu mevzuların gerekçelere dayanılması hasebiyle, bu saplantının önemli bir kısmı Ermeni sorununa indirgenecektir. İşte günümüzde de uluslararası kamuoyunu meşgul eden ve Türkiye Cumhuriyeti ne saldırı niteliği taşıyan bu sorun aslında Batı orijinli bir sorundur. Batılı devletlerin Ermeni sorununa bakışı ve kendi içinde ermeni sorununu geliştirmesi ise incelenmesi gereken önemli bir başlık olması muhakkaktır İngiltere ve Ermeni Sorunu İngiltere'nin XVIII. yüzyıldan itibaren Doğu'yu ve İslam Dünyası'nı elde etmek için yaptığı mücadeledeki durumunu tayin eden hususlardan birincisi, Hindistan'ın muhafazası kaygısı, ikincisi İngiltere'nin 90 milyondan fazla Müslüman tebaayı elde tutma çabası idi. Bu sebeplerle, XVIII. Yüzyılın ikinci yarısından sonra İngiliz siyasetinin temelini, Doğu'da Hindistan, Batı'da ise Mısır oluşturacaktır. İngiltere'nin Osmanlı Devleti nin "Sadık Tebaası" olarak bilinen Ermeni unsuru üzerinde güttüğü siyaset ve onun Doğu Anadolu'da bir Ermeni Devleti kurmak için giriştiği diplomatik faaliyet, işte bu siyası temele dayandırılmıştır. 18. Yüzyılın son çeyreğine kadar Osmanlıya karşı yakın ve sessiz siyaset güden İngilizlerin yukarıda da belirtildiği gibi Mısır ve Hindistan sömürgeleri için Anadolu topraklarının Osmanlının elinde kalmasını istemesi, Osmanlının Fransa ve Rusya gibi devletlere tampon görevi görmesinden kaynaklanmıştır.

20 Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları 'den sonra Avrupa'da olduğu gibi, Osmanlı Devletinde de yeni bir dönem açıldı. İtalyan ve Alman milli birliklerinin kurulması üzerine Avrupa'nın batısındaki milliyetçi akımların başarıya ulaşmasına paralel olarak, Osmanlı Devleti nin Balkanlar ve Asya topraklarında milli devletlerin kurulma süreci başladı. Sırpçılık, Yunancılık, Bulgarcılık gibi asıl konumuzu ilgilendiren Ermenicilik de Rusya'nın tahrikleri sonucu ortaya çıkıyordu. İngiltere, Osmanlı Devleti nin toprak bütünlüğünü koruma politikası takip ettiği için önce bu ayrılıkçı cereyanlar karşısında sessiz kalıyor, hatta Osmanlı Devleti'ni destekler politika takip ediyordu. Rusya'nın sürekli tahrikleri sonucu gittikçe kuvvet kazanan bu cereyanlar karşısında İngiltere, bunların aleyhinde bulunmanın kendi menfaatine aykırı olduğunu görmeye başlayacaktır. Nitekim İngiltere bu milletleri menfi netice ile kendi emellerini gerçekleştirmek uğrunda Rusya'ya karşı kullanmaya ve zayıf Osmanlı Devleti'nden kopararak Hindistan yolu üzerinde Rus tehlikesine karşı yeni tampon devletler olarak teşkilatlandırmaya yönelik politikalar geliştirdi. İşte Ermenicilik de böyle bir gidişatın sonucu olarak XIX. yüzyılın son çeyreğinde İngiltere'nin elinde Rusya'ya karşı silah olarak kullanılmaya başlanacaktı. Böylece, İngiltere'nin XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti nin toprak bütünlüğünü korumak politikasından vazgeçip, XIX. yüzyıl son çeyreğinde onun parçalanmasına yönelik politikalar yürürlüğe koyduğu görülecektir Paris Antlaşması ile Batılı devletlerin Doğu Anadolu yu Ermenistan olarak tabir etmesi İngiltere nin Osmanlı siyasetinde değişikliğe gitmesine sebep olmuştur. Nitekim bölgesel olarak Doğunun siyasi bir projeye konu olması Rusya nın işine gelecekti. Çünkü bölgesel olarak yakınlığı ve dinsel olarak da temas kurulabilecek bir yapının Doğuda devletleşmesi, Rusya nın Doğuya yerleşmesi ve İngiltere nin planlarının sekteye uğraması manasına geliyordu. Dolayısıyla bunun farkına varan İngiltere, siyasetini buna göre yapmış ve Rusya nın Ermeniler üzerindeki planına engel olmaya çalışmıştır. Anlaşıldığı üzere İngiltere, Rusya'nın Doğu Anadolu'yu da Balkanlaştırmaya çalışacağını ve burada yarattığı nüfuzdan yararlanarak sıcak denizlere inme planını anladı. Buna karşılık Rusya'nın, Osmanlı Devleti ndeki milliyetçi cereyanları sürekli olarak tahrik ettiğini gören İngiltere de, imparatorluk içerisindeki Gayr-i Müslim unsurları, kendi emellerini gerçekleştirmek uğrunda Rusya'ya karşı kullanmaya, zayıf Osmanlı Devleti'nden kopacak bu unsurları Hindistan yolu üzerinde Rus tehlikesine karşı yeni tampon devletler olarak teşkilatlandırmaya yönelik politikalar geliştirdi. Böylece, İngiltere, güdümlü bağımsız bir Ermeni Devleti'nin Doğu Anadolu'da Osmanlı Devleti'nden daha sağlam bir set olacağını düşünerek, Ermeniliği Rusya'ya karşı silah olarak kullanmaya başladı. İngilizler aynı zamanda Osmanlının Türk-İslam milletleriyle de bağlantısını kesmek amacıyla Doğu Anadolu da bir Ermeni varlığını uygun görmüştür. Ancak 1919 yılına kadar Ermenilere destek veren İngiliz siyaseti Rusya nın ihtilal ile uğraşması ve dengelerin değişmesiyle bu desteği Ermenilerden geri çekerek onları kaderine terk etmiştir Rusya ve Ermeni Sorunu Osmanlı Devletinin yıkılması gerektiğini hasta adam tabiri ile ortaya koyan Rusya, kendi menfi siyasetini birinci derecede Osmanlı toprakları üzerinde uygulamıştır. Tekrar olsa da sıcak denizlere inme programını Balkanlar ve doğudan denemek isteyen Rusya, aslında İngiltere Almanya ve Fransa arasındaki sömürge yarışında kendine yer bulmak istemiştir. Bugün olduğu gibi Batının Ortadoğu da bulunmasını kendine hakaret sayan Rusya, bunun önlemini Osmanlı üzerinden almak istemiş ve bu hususta da Osmanlı yıkımını uygulamaya koymuştur. XIX. Yüzyıla kadar İngiltere nin Osmanlıyı koruması ve Osmanlıyı Rusya ya karşı denge unsuru olarak görmesi Rusya nın psikolojisini bozmuş olacak ki Rusları başka çareler aramaya itmiştir.

21 Muhammet YILDIZ 16 Bu çerçevede 1856 Paris Konferansı ile başlayan Ermeni devlet adının gündeme gelmesi Ermenileri de teşvik etmiştir. Nitekim 1878 e kadar birçok dernek ve siyasi oluşum içinde çalışan Ermeni ileri gelenleri Rusya nın bu desteği karşısında ellerinden geleni yapmış ve milliyetçi akımların içinde kendine yer bulmuştur. Tüm bu çabalar içinde Rusya'nın Balkanlar'da Panslavizm i sağlamak amacı ile 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlılar aleyhine Balkanlar ve Kafkaslarda başlatmış olduğu savaşında alınan yenilgi sonrasında imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) antlaşmasının ayrı bir yeri vardır. Ayastefanos ta devam eden barış görüşmeleri sırasında bizzat Ermeni Patriği Nerses Varjebedyan ve bazı Ermeni ileri gelenleri, Rus Murahhas Heyeti Başkanı, Çar'ın kardeşi Grandük Nikola ile görüşerek, antlaşmaya Ermeniler ile ilgili bir madde koydurmaya muvaffak olmuşlardı. 3 Mart 1878 tarihinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Ayastefanos Antlaşması'nın 16. Maddesi Ermenilere ayrılmıştı. Bu Maddede Rusya, Rus askerinin Doğu Anadolu'yu boşaltması ve Osmanlı Devleti'ne iadesi, o bölgede iki devlet ilişkilerinde karışıklıklara yol açabileceği ileri sürülerek, Osmanlı Devleti'nin Ermenilerin de içinde bulunduğu mevcut mahallerde derhal ıslahat yapmayı ve Ermenilerin bölgedeki diğer etnik unsurlar olan Kürtlere ve Çerkezlere karşı korunmalarını sağlamayı taahhüt ettiği belirtiliyordu. Bu antlaşma ile Ermeni adı, ilk defa milletlerarası bir antlaşmaya geçirilmiş oluyordu. Ayrıca bu antlaşma, Osmanlı-Rus ilişkilerinde de bir dönüm noktasıdır. Kars, Ardahan ve Batum un terk edilmesi ile Rusya, büyük tehlike arz eden bir kuvvet haline gelmiş bulunmakta idi. Böylece, Rusya bir taraftan Doğu Anadolu'dan Orta Doğu'ya ulaşmak için önemli bir köprübaşı ele geçirirken, diğer taraftan da Ermeniler üzerinde nüfuzunu kuvvetlendirmiş oluyordu. Durum itibariyle bu antlaşma Rusya nın Ermenilerin hamisi konumunu güçlendiriyordu. Ancak bu antlaşma İngiltere ve diğer batılı güçlerin tepkisini çekiyordu. Özellikle İngiltere nin doğu planları bu antlaşmayla suya düşüyordu. Bu konuya özellikle dikkat çeken İngiltere nin İstanbul elçisi Layard da,,ayastefanos Antlaşması ile ortaya çıkan durumu ve endişelerini hükümetine bildiriyor, Batum, Kars ve Ardahan sancaklarının Rusya'ya verildiğini, böylece İngiltere'nin yüzyıllarca Karadeniz'den Kuzey İran'a gitmekte olan ticaret yolunun tehlikeli bir rakibin eline geçmiş olduğunu belirtiyordu. Sonuçta İngiltere nin bu antlaşmayı kabul etmemesi ve Rusya ya yaptığı tehditler sonuç bulmuş, Rusya bu antlaşmanın geçersiz olduğunu kabul etmiştir. Ancak İngiltere ile yaptığı gizli görüşmeler neticesinde Rusya yı ikna teşebbüsünde Osmanlıyı kullanmış ve Kıbrıs ta üst kurmayı kabul ettirmiştir. Gelişmeler birbirini izlemiş ve Rusya milletlerarası bir toplantının düzenlenmesini kabul etmiştir. Bu arada boş durmayan Ermeniler siyasi girişimlerini sürdürüyor ve ileride yapılacak olan milletler toplantısına hazırlıklı gitmek istiyordu. Nitekim 17 Mart 1878 tarihinde Patrik Nerses, İstanbul'da İngiliz Büyükelçisi Layard'ı ziyaret ederek, "Bir yıl önce Osmanlı idaresinden şikâyetimiz yoktu, ancak; Rus zaferi şimdi durumu değiştirdi. Doğu'da bağımsız bir Ermenistan istiyoruz. Eğer siz yardım edemezseniz bunu gerçekleştirmek için Rusya'ya müracaat ederiz" demiş, elçi Ermenistan'dan nereyi kastettiğini sorunca, "Van, Sivas, Diyarbakır ve Kilikya" diye cevap vermişti. Elçinin, "Evet ama bu yerlerin hiçbirinde çoğunlukta değilsiniz" demesi üzerine de, "Bunu biliyoruz, ama şimdi Rusya, Doğu'da topraklar kazanıyor. Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki güç dengesi değişti. Biz de geleceğimizi düşünmeliyiz" diye Ermenilerin amacını açıklamıştı. Ermeni ileri gelenlerinin tüm girişimlerine rağmen yeni bir Ayestefanos gerçekleşmemiş ve Ermeni sorunu Berlin de gündeme gelmemiştir. 13 Temmuz 1878 de imzalanan Berlin Antlaşması nda bir sorun olarak ele alınmayan Ermeni meselesi, Ayestefanos içinde 16. Madde olarak kendine yer bulabilmiştir. Yalnız bu amaçla aynen kabul edilen 16. Madde, Berlin Antlaşması ndan sonra 61. Madde olarak Osmanlıyı zor duruma sokuyordu. Çünkü Doğu vilayetlerinde yaşayan Ermenilerin Kürtler ve Çerkezler tarafından rahatsız edilmesinin önüne

22 Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları 17 geçilmesi Osmanlı Hükümetine dikta ediliyordu. Bundaki asıl amaç ise ileride olacak sorunlara gerekçe oluşturmaktı. Osmanlı ıslahatının artık Ermenileri kapsaması da bu doğrultuda kabul edilmiş oluyordu. Sonuç olarak bu antlaşmalar neticesinde Birinci Dünya Savaşına gidilmesi ve Ermenilerin Osmanlı içinde isyancı tavırlara girmesi, Rusya nın uygulamış olduğu bu nifak tohumlarının bir ürünü olmuştur. Özellikle Birinci Dünya Savaşı içinde Doğu Anadolu nun Erzurum, Muş, Van ve Bitlis gibi illerinden Rusların çekilmesi tam manasıyla Ermeni mezalimlerinin başlamasına sebep olmuştur. Özellikle bölgede yapılan kazı çalışmaları bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim Erzurum, Cinis, Van ve Muş illerinde yapılan kazılarda çıkarılan toplu mezarların Müslüman ahaliye ait olduğu ulusal ve uluslararası medyanın gözleri önünde kanıtlanmıştır. Rusya nın Bolşevik İhtilali sonrasında Doğu illerinden çekilmesi ve bütün mühimmatlarını Ermeni çetecilere bırakması ile Ermeni katliamları tarif edilemez boyutlara ulaşmıştır. Özellikle Ermeni komutanlarından Antranik Çelebiyan ın hatıralarında hangi silah deposundan ne kadar silah alıp hangi Türk köylerine baskın yaptıkları kendisi tarafından itiraf edilmektedir. Doğu Anadolu Bölgesi nde Ermeni katliamlarına karşılık verilememesinin sebebi ise Birinci Dünya Savaşının olması dolayısıyla Osmanlı cephelerinin genişlemesi ve genç erkek nüfusunun bu cephelerde savaş halinde olmasından kaynaklanmaktadır. Doğal olarak bölgede savunmasız kalan Müslüman ahali Ermeni tecavüzlerine karşılık verecek dinamik yapıda olmadığından bu harekâta maruz kalmıştır Diğer Devletlerin Ermeni Sorununa Bakışı Ermeni meselesinin resmi olarak ortaya çıkışının 1878 Ayestefanos ve akabinde imzalanan Berlin Antlaşmasıyla olduğunu daha önce belirtmiştik. İngiltere ve Rusya nın bunda etkili rol üstlenmesi diğer devletlerinde duruma kayıtsız kalamayacağı sonucunu çıkarmış, ticari ve siyasi merkezde bulunan tüm batılı devletler duruma müdahil olmuşlardır. Böylece Fransa, İtalya Almanya ve ABD gibi devletler konuyla yakından ilgilenmiş, devamlı bu mevzuyu gündemde tutarak bundan nemalanmaya çalışmışlardır yılında Osmanlı-Fransa ahitnamesi ile başlayan Türk-Fransız ilişkileri Fransa ya Osmanlı içinde ticaret yapma ve serbestlik hakkı tanımıştır. Böylece Fransızların deyimi ile Kapitülasyonlar Kanuni Sultan Süleyman ın deyimi ile Ticari ve dostluk ilişkileri başlamıştır. Ancak Fransa nın, çoğu zaman, Osmanlı Devleti ne karşı dostça olmayan davranışlarda bulunduğu, elçilik ve konsolosluk raporlarında sık sık görülmektedir. Nitekim XVII. Yüzyıl başlarında Kudüs ve Halep konsolosları, IV. Murat ve IV. Mehmet zamanlarında bölgedeki ayrılıkçı grupları tahrik etmişlerdi. Bu yüzden her iki devirde, Fransa ile ilişkiler, bir müddet askıya alınmıştır. Buna rağmen Fransa bu konudaki tutumunu bırakmamış, aksine, devletin zayıf olduğu zamanlarda daha da ileri gitmiştir. Bu konuda Fransa nın, XVIII. Yüzyılda, elçilik ve konsolosluk faaliyetleri, Osmanlı Devletinin ekonomik ve siyasi bakımlardan gerilemesine paralel olarak daha da artmıştır. Bu girişimlerden nasibini alan Ermeniler, özellikle Fransız İhtilali sonrasında milliyetçi tavırlarla Fransız ileri gelenleri tarafından kışkırtılmıştır. Fransa Osmanlı toprağına gelen seyyah ve tüccarlar tarafından da ayrılıkçı fikirleri Osmanlı milletleri içinde yaymaya çalışmıştır. Bunların yanında Fransız misyoner ve dini kuruluşlar da Ermeni milletleri tarafından ilgi görmüş ve bu kuruluşlar gizliden Ermeni propagandasına destek vermişlerdir. Ayrıca Fransız İhtilali nden sonra Fransa da Ermeni meselesi ile alakalı 200 den fazla yayın çıkarılarak bu makale ve kitaplarla halk galeyana getirilmiş ve ayrılıkçı tohumlar ekilmiştir. Fransızlar tüm bu sistemle Birinci Dünya Savaşından sonra Anadolu ya saldırarak önceden başlatmış olduğu Ermeni destekli propagandayı Milli Mücadele zamanında Kilikya da

23 Muhammet YILDIZ 18 sürdürmüştür. Bölgede yaşayan Ermeni nüfusunu devlet vaadiyle Müslümanların üzerine saldırmaya teşvik etmiştir. Neticede birbirleriyle barış içinde yaşayan halk arasında hasımlık başlamış ve Fransa nın bu girişimleri gibi diğer büyük devletlerde bu oyunun içinde yer almışlardır. Örneğin Almanya Birinci Dünya Savaşında Müttefiki olan Osmanlıya karşı devamlı olarak bu konuyu gündemde tutmuştur. Savaştan yenik çıkması faaliyetlerini aksatsa da Bismarc ın Ayastefanos ve Berlin deki düşünceleri açıktır. Yine İtalya nın ticari faaliyetleri doğrultusunda Ermenilere verdikleri destekler açıktır. ABD nin bu konudaki tarihi sürecine bakacak olursak 1900 lü yıllara uzanmamız gerekecektir. Çünkü o yıllarda Osmanlıdan ABD ye yoğun bir Ermeni akını başlamıştır. Bu durum ABD içinde kurulan ayrılıkçı derneklerle ileri seviyelere taşınmıştır. Ermeni Diasporası ABD den sık sık Türkiye ye gelerek olaylara karışmışlar ve olaylarda elebaşılığı yapmışlardır yılında Osmanlı-ABD yasasına göre gelişen bu olaylar neticede iki devlet arasında hukuki sorunlara yol açmış ve ABD nin bunlara engel olmaması da desteklediğinin açıkça kanıtı olmuştur. Birinci Dünya Savaşı ile yayınlanan Wilson Prensiplerinin 12. Maddesi ise Doğu Anadolu yu kana bulayacaktır. Nitekim milletlerin çoğunlukta olduğu toprakların sahibi olması ilkesi Ermeni çetecileri faaliyete geçirecek ve Müslüman nüfusun azaltılması için kıyım başlayacaktı. Yapılan bilimsel çalışmalarda Doğu Anadolu Bölgesi nde Müslüman ın bu yolla katledildiği saptanmıştır. Sonuç olarak başka ülkelerin Osmanlı Devleti nin iç işlerine karışmasının hangi durumlara yol açtığı açıktır. Bugün hala devam eden bu sorunun baş mimarı işte bu devletlerdir. 5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Ermeni Meselesinin ortaya atılmasında ve desteklenmesinde Batılı devletlerin esas gayeleri gerçekte bir Ermeni devleti meydana getirmekten çok Türkiye de ekonomik ve siyasi hâkimiyet kurmaktı. Aralarındaki çekişme ve rekabet yüzünden bu hâkimiyeti kuramadıkları gibi, mesele, Ermenilerin beklediği sonucu vermemiştir. Ancak, bu devletler tarafından, kendi çıkarları uğruna, yüzyıllarca, Türk idaresinde Türklerle birlikte kardeşçe yaşamış olan Ermeniler, Türklere düşman edilerek, 1880 lerden 1920 lere varıncaya kadar, isyana itilmişler ve desteklenmişlerdir. Sonunda mesele, 1920 Gümrü Antlaşması ile kapanmıştır. Fakat neticede, Türkler ve Ermeniler büyük zarar görmüşlerdir. Binlerce Ermeni vatandaşı tahrik edildikleri ülkelere göç etmiş ve faaliyetlerini gittikleri yerlerde intikam duyguları ile sürdürmüşlerdir. Örneğin günümüzde Fransa, ekonomisini ve nüfusunu yeniden güçlendirmek amacıyla Ermeni sorununu ele alarak Türkiye üzerinde baskı kurmak istemesi aşikar olan bir durumdur. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, Türklere karşı Ermeni terörünün ortaya çıkması ile meselenin kapanmadığı anlaşılan bir durumdur. Ancak, Ermeni meselesinin ortaya çıkmasında rolü olan devlet ve milletlerin, Ermeni terörünün de ortaya çıkmasında büyük rolü ve sorumluluklarının olduğu da bilinmektedir. Tarih tedbirini almayan milletler için tekerrür eder cümlesinin gerçekleşmemesi için bu meselenin nasıl neden ve kimler tarafından ortaya çıkarıldığı bilinmesi ve önlemlerin muhatap devletler tarafından alınması gerekmektedir. Bu halde Türkiye nin elinde olan en büyük delil ise Türk Tarihi nin insana verdiği değerin kanıtlanması ve bunun tüm kamuoyuna açıklanmasıdır. Bu konuda siyasetin gücü de devletin istikrarı da çok önemlidir. Bu amaçlar doğrultusunda tarih boyunca kullanılmaya çalışılan Ermeniler ve bunlara aslında en büyük düşmanlığı eden Avrupa nın bu meseleden elini çekmesi için Türk ve Ermeniler tarafından iyi tezler ortaya konmalı ve akademik olarak hazır bulunulmalıdır. Yüzyıllarca milletleri esir eden Batı nın bu politikalarını eleştirmek ve Türk-Ermeni dostluğunun yeniden kurulması için Türkiye Cumhuriyeti ve Ermenistan devletleri barışın ve gerçeğin peşinde koşarak bu sorunu karşılıklı iletişim halinde çözmelidir.

24 Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları 19 KAYNAKLAR Abdülhaluk Mehmet Çay, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ankara, Dündar Aydın, Ermeni Meselesinin Ortaya çıkmasında Fransa nın Rolü, Tarih Boyunca Türklerin Ermenilerle İlişkileri Sempozyumu, Ankara, 1985, s Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: ıslahat Fermanı Devri ( ), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, Erdal İlter, Ermeni Meselesinin Doğuşunda ve Gelişmesinde İngiltere nin Rolü, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Ankara, 1995, S. 6, s. 1. Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Yeni Matbaa Yayınları, Ankara, H. Kemal Türközü, Türkmen Ülkesi (Doğu Anadolu) Adı ve Emperyalizmin Etkileri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara Haluk Selvi, Ermeşe (Akmeşe) Manastırı ve Ermeni Olaylarındaki Yeri, Sakarya Üniversitesi Dergisi, 2006, s Helmuth von Moltke, Briefe über Zustande und Begebenheiten in der Türkei aus den Jahren , Berlin İsmail Yılmaz,Ermeni Meselesini Hazırlayan Sebepler, (Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi), Van, İsmet Binark, Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, , Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara, 1995, s. 1. Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları,Ankara, Necati Gültepe, Ermeni Meselesi ile İlgili Dış Tertipler, Yeni Türkiye Dergisi, Ocak-Şubat, 2001, S. 37, s Nejat Göyünç, Ermeniler ve Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, Pars Tuğlacı, Osmanlı Mimarlığında Batılılaşma Dönemi ve Balyan Ailesi, Yeni Çığır Yayınları, İstanbul, Rh. Y. G. Çark, Osmanlı Devleti Hizmetinde Ermeniler, Yeni Matbaa Yayınları, İstanbul, Yuluğ Tekin Kurat, Henry Layard'ın İstanbul Elçiliği, , Ankara Zekeriya Kaya, Tarihin Yansıması Erzurum dan Hocalıya Ermeni Soykırım Hareketi Belgeseli, (Kültür ve Turizm Bakanlığı Katkılarıyla) Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Erzurum, 2010

25 Muhammet YILDIZ 20 Extended Abstract Since the second half of the 19th century, with the encouragement and agitation of imperialist states, the Armenian began to make disordinance in the country and cause problems for the Ottoman Government. Thus, with the help of Armenian Committees, there have been clubs and libraries all over the state opened and to the people who attend here being given know ledge about Armenian History and Armenian old people, Armenian nationalismus has been inocutated to them meanwhile, new works have been published to make the Armenian hate the Turks and Turkishness. The Armenian Patriarchute has left the religious liability one side and has been the military quarter of all the committees with all its presence. The significant issues that Wien Congress approached, generally sustaining the eligibility of intervention, in the next centuries, a significant part of this obsession has degreded to Armenian Issue, well, this issue that keeps the international public opinion occupied and has the eligibility of attac towards the Turkish republic, is a west origined problem. As it is understand, this issue that has engraued between Ottaman and Armenian, holds an both religious and sociological. The glance of the western state towards the Armenian Issue and to improve that issue is a significant subtitle that issue is a significant subtitle that shoult also be researched and assessed on.

26 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : [201?] BATI DA HZ. MUHAMMED ALGISI -Karen Armstrong Örneği- * PERCEPTION OF HZ. MUHAMMED IN WESTERN -Example of Karen Armstrong- İhsan ARSLAN **, Muhammet Ali KESTİOĞLU *** ÖZ: Batı dünyası asırlardır mücadele verdiği İslam dünyası ile hem savaş meydanlarında hem de fikrî alanda mücadele içinde bulunmuştur. Haçlı Seferleriyle İslam beldelerini ele geçirmeye çalışan Batılılar, aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a.v) üzerinden İslam dinini yıpratmaya ve kendi dinlerinin üstün olduğu imajını vermeye çalışmışlardır. Bu seferlerin askeri ve siyasi yönden başarısızlığa uğramasından bu yana özellikle Hz. Peygamber e yönelik fikri saldırılar artarak devam etmiş, böylece onun üzerinden İslam ve Müslümanlar karalanmak istenmiştir. Buna rağmen son yıllarda (özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren) bazı müsteşrikler daha ılımlı ve İslam Tarihi kaynaklarına uygun eserler vermeye başlamışlardır. İşte bu oryantalistlerden biri de Karen Armstrong tur. Armstrong, Batılı bir yazar olmasına rağmen Hz. Peygamber in hayatına ilgi duymuş, onu objektif bir bakış açısıyla ele almaya çalışmış ve gerektiği yerlerde Batı zihniyetini onun hakkındaki mesnetsiz ve insafsız fikirleri nedeniyle eleştirmiştir. Armstrong, Hz. Muhammed in beşerî yönünden ve barışçı yapısından oldukça etkilenmiştir. Onun Mekke gibi kaotik bir atmosfere sahip şehirde ortaya çıkmasına rağmen -zorunlu yaptığı savaşlar dışında- işlevsel bir barış politikası ortaya koyarak o toplumu kuşattığını ifade etmeye çalışmıştır. Anahtar sözcükler: Armstrong, Oryantalizm, Hz. Muhammed, İslam, Batı. ABSTRACT: Western world has struggled both mental area and war area with islamic world for centuries. Westerns who wanted to gain islamic places with the Crusaders excursion tried to wear out Islam belief on Holiness Prophet. Also they tried to surpass their beliefs. Since these military and political excursion failed, espicially mental attacks to Holiness Prophet have continued by getting more and more, so Islam and Muslims are asked to defamation. However in recent years (especially since the second half of twentieth century) some orientalists started to write productions which are suitable to Islam Historic sources and more soft-shelled. Already one of these orientalists is Karen Armstrong. Although Armstrong is a western writer, she is interested in Holiness Prophet s life, she tried to deal with him an objective perspective and when necessary she criticised Western mentality because of their baseless and relentless thoughts. Armstrong was impressed quitely from Muhammad s humanity sence and peaceful structure. As he came up in a fighter and complicated city such as Mecca, he attempted to indicate bringing the community to heel with applying peace politics. Keywords: Armstrong, Orientalism, Holiness Muhammad, Islam, West. *Bu makale Karen Armstrong un Siyer ve İslam Tarihine Bakışı adlı yüksek lisans tezimizden yararlanılarak oluşturulmuştur (RTEÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü-Rize. 2011). **Yrd. Doç. Dr. RTEÜ. İlahiyat Fakültesi, Rize-Türkiye, ihsanarslan70@hotmail.com ***Doktora Öğrencisi, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Erzurum-Türkiye, mkestioglu@hotmail.com

27 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU GİRİŞ Batı dünyası rakip din olarak gördüğü İslâm a, onun temel unsurlarından biri olan Hz. Peygamber e asırlarca ön yargıyla yaklaşarak, O nu araştırma ve inceleme zahmetinden kaçınmıştır. İslâm a karşı yapılan fikri saldırıların çoğu Hz. Peygamber üzerinden olmuştur. Herhangi bir insana yakıştırılamayacak ifadeler bu dinin kurucusu hakkında kullanılmıştır. Bu söylemlerden beslenen Haçlı Seferleriyle Müslümanlar hem fikrî, hem de askerî açıdan baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla pratik saldırıların şekillenmesi için teorik zemin hazırlayan oryantalistlerin çalışmaları daha anlamlı ve dikkate şayan hale gelmiştir. Oryantalizm, Doğu Bilimi, Doğu Dünyası Bilimi ya da Şark ilmi demektir. Bu bilim dalı genel anlamıyla, Yakın, Orta ve Uzak Doğu yu, dili, edebiyatı, uygarlığı ve dinleriyle bir bütün olarak incelemeye çalışan Batılı ilim dalı için kullanılan bir isimdir. Oryantalist ise bu bilimle uğraşan bilim insanı demektir (Zakzuk, 2006, s ; Said, 1993, s. 13). Watt a göre, Haçlı Seferlerinin başladığı 1100 lü yıllarda Batı Avrupa da İslâmiyet hakkında hemen hemen hiç doğru bilginin olmaması ve birçok yanlış anlayışın mevcut olması, İslam a dönük bilimsel ilginin artmasını sağlamıştır (Watt, 1992, s. 413). Ortaçağ Avrupa sında görülmüş olan bu bilimsel ilginin amacı da Hristiyanlığı geliştirmek Müslümanlığı zayıflatmak düşüncesidir. Bu ilgiyi, oryantalizmin doğmasına etki eden dini faaliyet olarak görebiliriz (Bayraktar, 2004, s. 21, 25). Hem bilgi eksikliği ve zihniyet farklılığı (Hourani,1996, s ), hem de kısa zaman içinde tarihte bir eşine daha rastlanmayacak büyüklükte fetihlerin gerçekleşmesi, Hristiyan Batının sadece Müslüman fâtihlere değil, onların hareket noktalarını besleyen inançlarına da saldırıyı beraberinde getirmiştir (Kara, 2005, s ). Avrupa, Haçlı seferleri sırasında İslâm medeniyetinin hayat tarzı, şehirleri, yolları, güvenlik sistemi, tarımı, bağ-bahçeleri, teknolojisi, bilimi ve idari yapısı gibi konularda ilk defa doğrudan müşahedeye dayalı bilgiye ulaşmıştır (Sarıçam-Erşahin, 2007, s. 7). Bu müşahededen sonra Doğu nun üstün vasıflarıyla karşılaşan Batılılar, teknik olarak geri kalmışlıklarını dinî düzlemde tolore etmeye çalışmışlardır. Bu üstünlük kurma düşüncesi sebebiyle Avrupalıların İslâmiyet hakkındaki düşünceleri çarpıtılmış İslâm imajının tahakkümünde kalmış, Müslümanlara karşı duyulan kin ve düşmanlık Haçlı seferleriyle doruğa ulaşmıştır (Kara, 2005, s. 149). Ancak Haçlı seferleri, İslâm kültürünün yok edilmesini bir sevap ve Tanrı nın hoşuna gidecek bir iş sayan fanatik gruplarca yöneltildiğinden olumlu ve kalıcı bir etki yapmaktan uzak kalmıştır (Bebel, 2011, s. 89). Bu seferlerin askerî ve siyasî yönden hezimetle sona ermesinden bu yana Batılılar, İslâmiyet ten farklı şekillerde intikam alma fikrinden bir an olsun vazgeçmemiştir (Sibai, 1993, s. 95). Ortaçağ Hristiyan yazarları, yani ilk oryantalistler, Haçlı savaşlarında Müslümanları karalamak amacıyla İslâm dini ve onun Peygamberi hakkında iftira ve kötülemeyi esas alan bir yaklaşım benimsemişlerdir. Hz. Muhammed i Mekke nin putlarından biri, bir kabilenin tanrısı, şeytanın cisimleşmiş şekli veya pek çok evlilik yapmış şehvet düşkünü biri olarak tanıtmışlardır. Yine onlara göre, eşi Hz. Hatice nin de Onunla evlenmeden önce şato, şehir ve köylere sahip bir baron gibi çok zengin olduğundan ve Hz. Muhammed in onun yanında çalıştığından söz etmişlerdir (Hakyemez, 2006, s. 166). Hatta İtalyan şair Dante Alighieri ( ), İlahi Komedya (The Divine Comedy) adlı eserinde Hz. Peygamber ve Hz. Ali yi cehennemin en alt tabakasında azap çekiyor halde tasvir etmiştir (Palacios, 1968, s. 103; Görgün, 2005, XXX, s. 476). Dolayısıyla oryantalistlerin İslâm konusundaki çalışmaları, onu anlamak için değil, gözden düşürmek için olmuştur (Hüseyin, Olsen ve Kureşi, 1989, s. 18). Schimmel e göre, 18. yüzyıldan itibaren Hz. Muhammed Batı da ciddi olarak araştırılmaya başlanmış, her ne kadar kendisine müşriklerin başı sıfatı verilmişse de bazı aydınlanma düşünürleri onu akla dayanan bir dinin temsilcisi olarak görmüşlerdir. 19. yüzyıldan itibaren Arapça kaynak eserler ilmi olarak incelenmeye başlanmıştır. Ancak o

28 Batı da Hz. Muhammed Algısı 23 dönemde yazılan biyografilerin ön yargılarla dolu olması nedeniyle Hz. Muhammed e biçilen rol, asla bir mü minin Hz. Peygamber e bakışı gibi olmamıştır (Schimmel, 2007, s. 15). İslâm tarihi çalışmalarında umumiyetle Müslüman tarihçilerin bakışı ve Oryantalistlerin bakışı olmak üzere iki temel görüş söz konusudur (Ağarı, 2006, s. 417). Oryantalistler tamamen Batılı kavramlara göre ve İslâm tarihini göz ardı eden bir tarih anlayışı meydana getirmişlerdir (Asaf, 1989, s. 25). Bu tek yönlü tavır tarih ilminin Avrupa merkezli işlerlik kazanmasını amaç edinmiştir. Nitekim Oryantalistler bu amaçla kongreler tertip etmişlerdir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı na kadar olan süreçte oryantalizm, kolonicilik ve sömürgecilikle beraber yürütülmeye çalışılmıştır (Davutoğlu, 2003, s. 28). 19. yüzyılın ortalarındaki emperyalist tutum Avrupa ülkelerinin Doğu ya bakışlarına tesir etmiştir. Böyle olunca, sömürgeci siyasetçiler, maksatlarına hizmet etmeleri için bazı oryantalistlerden istifade etmişlerdir. Örneğin Hollandalı Snouck Hurgronje, Rus Barthold, Alman H. Becker gibi isimler bu tür oryantalistlerden olmuşladır. Keza Fransa ve İngiltere de bir kısım oryantalistler Dışişleri Bakanlıklarında danışman olarak görev yapmışlardır. Görünüşte dinî, arka planında ise emperyalizmin teorik düzlemden pratik düzleme çıkmasının bir aracı olan Haçlı savaşlarının uzantısı diyebileceğimiz sömürgecilik, Batılıların siyasi ve askeri anlamda istilâ ettikleri İslam ülkelerine her anlamda bir boyun eğdirme politikası olarak kullanılmıştır. (Yıldırım, 2003, s. 28). Burada şunu belirtmemiz gerekir ki, 20. yüzyılın bilhassa ikinci yarısından itibaren klasik oryantalistlerle yeni oryantalistler arasında metod ve üslup farklılıkları göze çarpmaktadır. İlk grup Hz. Peygamber e alenî olarak hakaret etmeyi ve doğruları çarpıtarak anlatmayı patolojik bir tavır haline getirirken, ikinci grup ise, aynı Peygambere karşı daha ılımlı yaklaşımda bulunmaktadır. Daha farklı biçimde ifade etmek gerekirse, savundukları olumsuz yargıları rencide edici tarzda değil, bilimsellik düşünce adı altında Müslümanların rahatsız olmayacağı bir şekilde dile getirmektedirler. Bu durum, kuşkusuz oryantalist zihniyetin Müslümanlara karsı daha yakın durmalarından ya da onları incitmelerini insanlık değeri açısından doğru bulmadıklarından kaynaklanmamaktadır. Söz konusu yumuşamanın hedefi doğrudan emperyalist amaçlarına yöneliktir (Kara, 2005, s. 160). Kara ya göre, Oryantalistler arasında gerçekten bilimsel arzularla Doğu kültür ve inançlarına yaklaşanlar olmakla beraber, objektif kriterlere göre yazan oryantalistler diğerlerine oranla hiç kuşkusuz çok azdır. İyi niyetli olanları da vardır (Kara, 2005, s. 160). Sıbaî ise, oryantalistler arasında iyi niyetli olanlarının tam manasıyla olmasa bile araştırmalarında tarafsız kalabildiklerini, böylelerinin sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini ifade etmiştir (Sıbaî, 1995, s. 15). Özellikle son zamanlarda Hz. Muhammed in hayatını asıl kaynaklara dayanarak ele almaya çalışan, ön yargıdan ve bilgisizlikten kaynaklanan tutumlara karşı bir duruş sergileyen, toplumların birbirini anlamasına yardımcı olmak için ortak zemin arayan, kendi kamuoylarını karşı taraf hakkında olumlu düşüncelerle beslemeye ve doğru bilgilendirmeye matuf; diyalog bağlamında çalışma yapanlar da bulunmaktadır (Sarıçam, 2013, s. 24). Mahmut Aydın, bu bağlamda değerlendirilebilecek iki ismin (Montgomery Watt ve Hans Küng) fikirlerini ele almış ve onların görüşlerini İslam-Hristiyan diyaloğuna katkısı açısından değerlendirmiştir (Aydın, 2003, s, 271). İşte objektif kriterlere ve İslam Tarihinin temel eserlerine bağlı kalmaya çalışarak Hz. Peygamber in hayatını yazan son dönem oryantalistlerinden biri de Karen Armstrong dur. Batılı olmasına rağmen, Batı nın geçmişten günümüze İslâm a bakışını çok ince tahlillerle eleştirmesi, kendi kamuoyunun kabul edeceği şekilde mantıklı açıklamalar yapması ve Hz. Muhammed hakkında yazdığı eserlerde O nu çok iyi yansıtmaya çalışması nedeniyle onun Allah Resulü ne bakışını inceleyeceğiz.

29 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU Karen Armstrong un Hayatı Karen Armstrong, 14 Kasım 1944 yılında İngiltere de Birmingham yakınlarındaki Worcestershire kasabasında İrlandalı bir aileye mensup olarak dünyaya geldi. İkinci Dünya Savaşı nın sonunda doğması hasebiyle çocukluğu yokluk içinde geçti. Ortaöğretim sürecindeyken ailesi Oxford a gitmesini çok istemesine rağmen o bir rahibe olmayı tercih etti (Armstrong, 1981, s. 7-8;21;44). Karen Armstrong 1962 de zeki ve idealist olan, ama tam olgunluğa erişmemiş bir genç olarak 1969 a kadar sürecek manastır hayatına başladı. Ancak zamanla manastırda dostluğa izin verilmemesi, oradaki atmosferin soğuk ve bazen incitici olması hasebiyle bulunduğu ortamdan sıkılmaya, bunun da ötesinde manastırların bir reforma ihtiyacı olduğunu düşünerek onları eleştirmeye başladı de bu duyguları açıkladığı zaman artık devam edemeyeceğine hemen hemen karar vermişti ve bunun sonucu olarak Ocak 1969 sonunda rahibeliğe girişte yaptığı yeminlerden feragat ettiğini belirterek kilise hayatından ayrıldı (Armstrong, 2004, s ). Karen Armstrong küçüklüğünden beri modern edebiyata olan ilgisi ve okumaya düşkünlüğünden dolayı rahibelik hayatı esnasında Oxford Üniversitesi St. Anne Fakültesi (St. Anne s College) giriş sınavını kazanarak okula kabul edildi (Armstrong, 2004, s. 15). Armstrong Edebiyat lisans dönemini başarıyla bitirip diplomasını aldıktan sonra Londra Üniversitesi nde modern edebiyat dersleri vermeye başladı ye gelindiğinde serbest yazarlığa ve görsel yayıncılığa başladı. 1 The Guardian başta olmak üzere çeşitli gazeteler ve dergiler için dinler hakkında makaleler yazdı. 2 Karen Armstrong un şu ana kadar yayınlanmış 20 kitabı, çeşitli gazetelerde makaleleri ve televizyon programları bulunmaktadır. Eserlerini İslâm ile ilgili olanlar, İslâm ve diğer dinlerle ilgili olanlar, sadece diğer dinlerle ilgili olanlar, kişisel biyografiler, çeşitli konular, gazete makaleleri ve görsel yayınlar olarak tasnif edebiliriz. Peygamberimizle ilgili yazdığı eserler şunlardır: Hz. Muhammed/İslâm Peygamberinin Biyografisi, İslâm/Kısa Bir Tarih, Muhammed/Prophet for Our Time, Encyclopedia of Religion da Muhammad maddesi ve diğer ilahi dinlere de yer verdiği Tanrı nın Tarihi adlı eserlerdir Armstrong u Hz. Peygamber in Hayatını İncelemeye Götüren Sebepler Karen Armstrong Hz. Peygamber in hayatını neden yazmıştır? Onun hayatını yazmaya götüren sebepler nelerdir? Armstrong, Batılıların İslâm a karşı hoşgörülü olmayı beceremediklerini, bu inanç sistemiyle ilgili fikirlerinin daima kabaca, baştan savma ve kibirli olduğunu belirtmiş, bu tür cahilce ve ön yargılı tutumu sürdürmemeleri gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre, yirmi birinci yüzyılda Batılı halkların aynı gezegeni paylaştıkları Müslümanları anlamayı, onların inançlarına, ihtiyaçlarına, öfkelerine ve amaçlarına saygı duymayı öğrenmeleri gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca Armstrong, gerçekten bunu yapmak istiyorsak özgün dehası ve bilgeliğiyle tüm zamanları aydınlatabilecek Hz. Muhammed in hayatını incelemekten daha iyi bir başlangıç düşünülemeyeceğini de ifade etmiştir (Armstrong, 2005, s. 15). Armstrong, Hz. Muhammed in hayatını yazmasının diğer bir nedeni olarak da; Batılı insanların çoğunun İslâm ile ilgili bilgilerinin Selman Rüşdi nin Şeytan Âyetleri adlı kitabına dayandığını ifade etmiştir. Ayrıca o, dünya tarihi boyunca gelmiş geçmiş en önemli şahsiyetlerden biri olduğuna inandığı Hz. Muhammed in gerçek hayat öyküsünün okurlara sunulması gerektiğini dile getirmiştir (Armstrong, 2005, s. 10). Armstrong, Hz. Muhammed in Arabistan da savaşı tam anlamıyla barışa çevirmek için mücadele ettiğini, onun hayatının hırsa, adaletsizliğe, kibre karşı yorulmaz bir çaba içerisinde 1 (28/08/2015). 2 (28/08/2015).

30 Batı da Hz. Muhammed Algısı 25 geçtiğini, O nun kişiliğini, iç dünyasını ve etrafını yorumlamada hem Müslümanlar hem de Batılılar için önemli bir ders olduğunu ifade etmektedir (Armstrong, 2007, s. 19) yılında New York Public Radio da yaptığı bir söyleşide Hz. Muhammed e olan ilgisini onun beşeriyetine bağlayan Armstrong, onun hayatı hakkında bilinenlerin başka hiçbir peygamber hakkında bilinmediğini, İsa dan uzun yıllar sonra geldiği için hayatı hakkında ayrıntılı bilgilerin var olduğunu ve ilk siyercilerin O nun hayatının her yönünü yazdıklarını ifade etmiştir. 3 Armstrong, aynı söyleşide Hz. Muhammed in zorluklarla mücadele edişini sevdiğini, onun şiddetin, ümitsizliğin, vahşetin hâkim olduğu bir topluma gelmesine rağmen böyle bir topluma şiddet kullanmadan barış ve huzur getirmeyi başardığını ifade etmiştir. Yine Armstrong a göre, Hz. Muhammed Mekkeli müşriklerin Müslümanları kökten yok etmek istemeleri nedeniyle zorunlu olarak beş altı sene boyunca onlarla savaşmış ancak mücadeleyi şiddetle değil, şiddete karşı olmakla kazanmıştır. Ayrıca Armstrong, Hz. Muhammed in şiddet kullanmadan sabırla mücadele vermesini Gandi gibi barış telkin eden liderlerin yaptığından geri kalır bir yanı olmadığını da belirtmiştir. 4 Bu ifadelerden anlıyoruz ki Armstrong, 1). Batı nın İslam a karşı olan hoşgörüsüzlüğünü gidermek ve Müslümanlarla iyi diyalog kurmak için Hz. Peygamber in hayatını incelemiştir. 2). Batılıların, Hz. Muhammed in hayatını Selman Rüşdî gibi yanlış bilgi veren insanların eserlerinden öğrenmelerini istemediği için -doğru bilgi vermek amacıyla- onun hayatını yazmıştır. 3). Hz. Peygamber in sabırlı ve barışçı politikasından, zorluklarla mücadele edişinden, beşer olarak üstün kişiliğinden etkilenmiştir. Bu izlenimler onu İslâm ı ve Hz. Peygamber i araştırmaya sevk etmiştir Batı daki Hz. Muhammed Algısına Bakışı Armstrong, kendilerinin Batı kültüründe Haçlı Seferlerinden bu yana İslâm korkusuna sahip olduklarını, Müslümanlar ve Batılılar arasındaki acı ilişkinin başlangıcı olarak da özellikle Müslüman İspanya da Hz. Muhammed e düzenlenen saldırının gösterilebileceğini vurgulamış tır. Perfectus adındaki bir rahibin Kurtuba da Hz. Muhammed e yaptığı ağır hakaretler sonucunda hapse atılmasının bu süreci başlattığını beyan etmiştir (Armstrong, 2005, s. 22). Armstrong a göre, 12. yüzyılda Avrupa daki Hristiyan rahipler İslâm ı, kılıcın ve saldırganlığın inancı olarak görmüşler ve Hz. Muhammed i de dünyaya silah gücü ile inancını kabul ettirmeye çalışan biri, hatta onun çapkın ve cinsi sapık olduğunu bile iddia etmişlerdir (Armstrong, 2007, s ). Ayrıca o, ortaçağ zihniyetine sahip Hristiyanların, İslâm inancını Hristiyanlık dininin yanlış ve saptırılmış bir biçiminden ibaret olarak gördüklerini de belirtmiştir (Armstrong, 2005, s. 43). Hz. Muhammed in, dünyayı aldatmak için peygamberlik ilan eden bir şarlatan, iğrenç yalanların içinde yüzen bir sapık ve insanları kılıcının gücüyle dinlerinden döndüren biri şeklinde ifade edildiğini beyan etmiştir. Armstrong, Hz. Peygamber'in hayatı hakkındaki bu çarpık iddiaların Batı fikriyatında kabul edilir hale geldiğini ve Batılı zihniyetin daima Hz. Muhammed i objektif bir şekilde değerlendirmede zorlandığını zikretmiştir (Armstrong 2007, s ). Bu algının bir ara durulduğunu fakat Avrupa nın uluslararası arenaya çıkmak istemesiyle O na olan saldırıların tekrar kullanılmaya başlandığını ve ortaya çıkmakta olan yeni Batılı kimliğin en büyük düşmanının Hz. Muhammed olarak görüldüğünü ifade etmiştir (Armstrong, 2005, s.27). O dönemde (ortaçağda) Avrupa, barbar kabilelerin tehdidi altında kültürel bir lağım haline gelirken, İslâm müthiş bir dünya gücü olarak varlığını sürdürüyordu. Bu durum dünyanın küresel manada, İslam dinine yönelmesi endişesini doğurmuştur. Bu nedenle on 3 (03/05/2009). 4 (03/05/2009).

31 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 26 sekizinci yüzyıla kadar İslâm, Batı için sürekli bir sorun oluşturmuştur (Armstrong, 2005, s. 26). Armstrong, 11 Eylül 2001 de, Dünya Ticaret Merkezi nin yıkılmasıyla eski ortaçağ zihniyetinin ortaya çıktığını ifade etmiştir. ABD deki Evangelistler ile bazı Batı medyasının geleneksel düşmanlık fikriyle hareket ederek Hz. Muhammed i bir savaş bağımlısı olarak gösterdiklerini, bazılarının ise; onun bir terörist ve sübyancı olduğunu iddia ettiklerini dile getirmiştir (Armstrong, 2007, s ). Bu olaydan sonra İslâmiyet in cinayet ve şiddeti vurgulayan fanatik bir inanç sistemi olduğu yönündeki tüm olumsuz fikirlerin yeniden alevlendiğini, Batılıların bu fikirlerin teyidi için Kur ân-ı Kerîm deki ateşli bölümleri bulup çıkardıklarını, âyetlerin aşırılığı ve fanatizmi kolayca teşvik edebileceğinin savunulduğunu belirtmiştir. Öte yandan Musevi ve Hristiyan kutsal metinlerinin de aynı derecede kavgacı özellik gösterdiğini hiç kimsenin dikkate almadığını, hatta İncil in bir yerinde Hz. İsa nın barışı değil, kılıcı getirmek için geldiğini ifade etmiştir. Daha da önemlisi Armstrong, Hristiyan Sırplar, Sırbistan da sekiz bin Müslüman ı katlederken kimsenin bu ayetlerden bahsetmediğini, kimsenin Hristiyanlık dinini tehlikeli ve şiddet eğilimli bir inanç sistemi olarak görmediğini de zikretmiştir (Armstrong, 2005, s ). Dünya Ticaret Merkezi nin yıkılmasından sonra Batı dünyasının İslâm dünyasına karşı yeni bir Haçlı Seferi içinde olduğunu ispat etmek için aşırı uç görüşteki insanların sarf ettikleri düşüncelerin kendileri tarafından daha fazla desteklenemeyeceğini vurgulamıştır. O, Hz. Muhammed in zorba bir adam olmadığını, çünkü ona yakıştırılan yargıların Batı kültürünü karakterize eden hoşgörü, özgürlükçü düşünce ve merhamet gibi düşüncelere zarar verdiğini ifade etmiştir. Dolayısıyla kendilerinin Hz. Muhammed in pek çok başarısını takdir etmek ve onun hayatına daha tarafsız bir bakış açısıyla yaklaşmak zorunda olduklarını; liberal ilkelerin, düşüncelerin tekrardan Ortaçağ zihniyetindeki ön yargılarla savunulmasının yanlışlığını zikretmiştir (Armstrong, 2007, s. 18). Armstrong: İncil i okuduğunuzda, İsa nın güldüğü bir sahneye rastlanılmadığını, ama Hz. Muhammed in sık sık gülümsediğini ve insanlarla zaman zaman şakalaştığını görebilirsiniz demektedir. Ayrıca o, İslâm tarihi kaynaklarında onu çocuklarla oynarken, eşleriyle tartışırken, bir dostu öldüğünde acı ile ağlarken, herhangi bir baba gibi sevinçten yeni doğmuş çocuğu gururla etrafındakilere gösterirken gördüğümüzü ifade etmektedir (Armstrong, 2005, s. 69). Bu ifadeleriyle Armstrong, İncil deki peygamber anlayışını eleştirirken muhtemelen kendi görmek istediği peygamber algısını Hz. Peygamberin hayatında bulmuştur. Batılıların, İslâmiyet i âdil bir şekilde yargılayacak veya bu konuları yapıcı bir şekilde tartışacak kadar derin bir anlayışa sahip olmadıklarını belirten Armstrong (Armstrong, 2005, s.11), bu olumsuz bakış açısının düzeltilmesinde ne gibi katkısı olduğunu anlamak için ondört yüzyıl önce Mekke nin hemen dışında bir dağın zirvesinde yalnız kalan bir Peygamber in bulunduğu trajik dünyaya gitmek gerektiğini vurgulamıştır (Armstrong, 2007, s. 20). 2. MEKKE DÖNEMİ 2.1. Risâlet Öncesi Hz. Peygamber in Hayatına Bakışı Mekke de Genel Durum Armstrong a göre, Mekke nin coğrafi konumu, arazi ve iklim şartları tarım yapmaya müsait değildi. Arapların çoğu Sâsâni ve Bizans İmparatorluklarında olduğu gibi fazla ürüne sahip olamadıkları için açlık sınırında yaşamaktaydı. (Armstrong, 2008, s. 20). Bu nedenle çölde pek çok Arap, sürülerini bir su kuyusundan diğerine götürerek, yiyecek ve gıda için diğer kabilelerle umutsuzca yarışarak yaşam savaşı veriyordu (Armstrong, 2005, IX, s. 6220). Kureyş kabilesinin bu zor şartlar yüzünden çevre ülkelerle ticaret yapmaya başladığını ve bu şekilde zenginleştiğini, Mekke nin giderek bir ticaret merkezi haline geldiğini, ama saldırgan ve açgözlü zenginlik arayışı sırasında kabilenin bazı eski geleneklerinin kaybolduğunu ileri

32 Batı da Hz. Muhammed Algısı 27 sürmektedir. Göçebe yaşam prensiplerinin gerektirdiği gibi kabilenin daha zayıf üyeleriyle ilgilenmek ve onları korumak yerine, Kureyşliler in şimdi daha yoksul aile grupları veya klanları ezme pahasına para kazanmaya çalıştıklarını, bundan dolayı Mekke de ve bütün yarımadada bir huzursuzluğun var olduğunu dile getirmektedir (Armstrong, 2008, s. 15). Yazarımız, Kâbe nin kutsallığından dolayı Mekke de ve çevresinde şiddetin yasak olduğunu, bu durumun Arap steplerine iyice yerleşmiş olan kronik kabile savaşlarından uzak bir şekilde, orada barış içinde ticaret yapmayı mümkün kıldığını belirtmektedir (Armstrong, 2005: IX, 6220). Ayrıca o, bölgenin büyük güçleri olan Sâsâni ve Bizanslılar ın Arabistan ın bu zorlu arazisine ilgi duymadıkları için, Kureyşliler in Mekke de büyük güçlerin kontrolü dışında modern bir ekonomi yarattığını ifade etmektedir (Armstrong, 2007, s. 34). Ona göre, Mekke deki bu aşırı kapitalizm, Hz. Muhammed in kendi kabilesi olan Haşimoğulları nı da içeren bazı zayıf kollarına pahalıya mal oluyor ve diğer kollarının aşırı zenginleştiği görülüyordu. Eski değerler kayboluyor yeni hiçbir şey onların yerini almıyordu ve Kureyş in daha başarılı mensupları bu gelişmelerle doğal olarak mutluyken, zayıf kollar tehlikeye düşmüş ve kaybolmuş olduklarını hissediyorlardı (Armstrong, 2005, IX, s. 6220). Armstrong, Hz. Muhammed in Kureyş in parayı din edindiğini bildiğini, fakat Kureyş in maddiyatçı olmasının şaşırtıcı olmadığını, çünkü her Bedevî aşiretinin her gün yok olmakla karşı karşıya olduğu Arap çölünde elde ettikleri zenginliklerin onlar için çok önemli olduğunu belirtmiştir. Bu ticaret sayesinde elde edilen zenginliğin Arapları göçebe yaşamın tehlikelerinden kurtardığını ve salgın aşiret şiddetinden de koruduğunu beyan etmiştir (Armstrong, 2008, s.216). Armstrong, Hz. Muhammed in, bu yeni maddiyat düşkünlüğünün kabilesinin dağılmasına, ahlakî açıdan parçalanmasına ve siyasal olarak birbiriyle mücadele eder duruma düşüreceğine emin olduğunu ifade etmektedir. Bu düşüncelere ek olarak, İslâm öncesi dönemin Müslümanların cahiliye adını verdiği son aşamasında, Mekke toplumunda yaygın bir tatminsizlik ve ruhsal huzursuzluğun bulunduğunu da vurgulamaktadır (Armstrong, 2008, s. 216;218). Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere Armstrong eserlerinde genellikle, Mekke toplumunda sosyal ve siyasî hayatın şartlarını ekonomik durumun belirlediğini vurgulamaya çalışmış, Hz. Peygamberi de öncelikle bu durumu düzeltmek adına hem kendi kabilesi hem de diğerleri için çözüm arayan biri olarak lanse etmiştir Mekke de Cahiliye İnanç Sistemi Yazarımıza göre, Arapların geleneksel anlamda dinle uyuşacak durumları yoktu. Pagan ilahlar olarak benimsedikleri putlara taparlardı. Fakat Araplar, bu ilahların ve kutsal yerlerin ruhsal yaşamdaki yerlerini açıklayan bir mitoloji geliştirmiş değillerdi. Armstrong, o dönemde Araplar ın ölümden sonraki hayata inanmadıklarını, bunun yerine, zaman veya kader olarak çevrilebilecek olan dehr in üstünlüğüne inandıklarını, ölüm oranının çok yüksek olduğu bir toplumda bunun önemini anlamanın da zor olmadığını vurgulamaktadır (Armstrong, 2008, s. 217). Kur ân-ı Kerîm de buyurulduğu üzere onlar Hayat, ancak bu dünyada yaşadığımızdır, ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman (dehr) helak eder (Câsiye,45/24) diyorlar ve bu şekilde ahireti inkar ediyorlardı. Armstrong, putperestliğe rağmen Arapların, tanrıların içinde en önemlisi olduğunu düşündükleri Allah a inandıklarını ve Kâbe nin sahibi olarak O na taptıklarını zikreder. Onlara göre Allah dolaylı olarak ulaşılan bir figür, sorumsuz ve eve gelmeyen ilgisiz bir baba gibiydi (Armstrong, 2007, s. 40). Burada şunu ifade etmeliyiz ki, Kur ân-ı Kerîm de, müşriklerin, putlardan ayrı olarak, kendilerini, gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğunu bildikleri (Zümer, 39/38), yağmur yağdıran ve toprağı canlandıranın Allah olduğuna inandıkları (Ankebut, 29/63), Allah a yaklaştırsın diye putlara taptıkları (Zümer, 39/3) buyrulmaktadır. Araplar, yaşamın sürebilmesi için zorunlu olan toplumsal ruhun halk arasında gelişmesine yardımcı olmaya yönelik olarak mürüvvet adıyla anılan bir ideoloji geliştirmişlerdi ve bu ideoloji dinin işlevlerinden çoğunu yerine getirmekteydi (Armstrong, 2008, s. 217). Mürüvvet kavramı, cesaret, sabır ve katlanmayı; kabilenin zayıf üyelerini korumayı,

33 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 28 düşmanlarına meydan okumayı; kabileye herhangi bir yanlış hareket yapıldığında öç almak için kendini adamayı içeren bir sistemdi (Armstrong, 2007, s. 24). Bütün bunlara rağmen Armstrong, Arapların, Bizans ve Pers İmparatorluklarında sürdürülen Musevilik ve Hristiyanlık inançlarının kendi pagan dinlerinden daha gelişmiş ve güçlü olduğunu bildiklerini iddia eder. Kureyşlilerden bazılarının Musevi ve Hristiyanların taptığı Tanrı nın kendi mabetlerindeki en yüce Tanrı olan Allah olduğuna inanmaya başladıklarını ama Allah ın, o zamana kadar Araplara kendi dillerinde bir kitap ya da bir peygamber göndermediğini ifade etmektedir (Armstrong, 2008, s ). Başka bir oryantalist e göre, Araplar arasındaki bu tektanrıcılık önsezileri, esas itibariyle Hristiyan ve Yahudi etkilerinden kaynaklanmaktadır. Arapların Hristiyan Bizans, Habeş ve hatta Pers İmparatorluklarıyla olan temasları onlarda bu fikri oluşturmuştur (Watt, 1986, s ) Hz. Muhammed in Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği Karen Armstrong, Hz. Muhammed in 570 yılında Arabistan ın Hicaz bölgesindeki Mekke de, yönetici kabile Kureyş in en seçkin aile gruplarından biri olan Hâşimoğulları na mensup olarak 12 Rabi ülevvel de doğduğunu belirtmektedir (Armstrong, 2005, s. 103). Armstrong un vermiş olduğu 570 tarihi İslâm tarihi kaynaklarına uygun değildir. Muhtemelen Montgomery Watt dan etkilenmiştir. Çünkü Watt da 570 tarihini vermektedir (Watt, 1986, s. 39). Hz. Peygamberin çocukluk ve gençlik dönemiyle ilgili ise; doğumundan kısa süre önce babasının vefat edişini, sütanneye verilişini, altı yaşına kadar süt ailesinin yanında kalıp çetin bedevi yaşam hakkında tecrübe kazanışını, Mekke ye getirildikten kısa bir süre sonra annesinin vefat etmesi nedeniyle gençliğinde çok başarılı bir tüccar olan dedesi Abdülmuttâlib in himayesine verilişini, onun vefat etmesiyle amcası Ebû Tâlib in yanında yaşamaya başlayışını ise kaynaklarımıza uygun olarak vermektedir (Armstrong, 2005, s. 103; Armstrong, 2007, s ) Hz. Hatice ile Evlenmesi ve Diğer Evlilikleri Arabistan da çokeşlilik yaygın olmasına rağmen, Hz. Muhammed Mekke de bulunduğu sürece sadece Hz. Hatice ile evli kalmıştı. Medine de Hz. Muhammed büyük bir şef olmuştu ve büyük bir hareminin olması bekleniyordu. Hz. Âişe ve Hz. Hafsa dışındaki eşlerinden çoğu hâmileri olmayan daha yaşlı kadınlar veya ümmetin müttefiği haline gelen kabilelerin şeflerinin akrabalarıydı. Yani evliliklerinin çoğu politikti (Armstrong, İslâm, s ). Armstrong, Hz. Muhammed in çok sayıda eşinin olmasının, Batı da genellikle şehvet düşkünlüğü olarak algılandığını, ama Peygamber in daha sonraki bazı İslâm hükümdarlarının yaptığı gibi kendisini cinsel zevke kaptırdığını düşünmenin kesinlikle yanlış olduğunu vurgulamaktadır (Armstrong, İslâm, s. 28). Başka bir oryantalist Delcambre de, Hz. Peygamberin evliliklerinin çoğunun kökeninde, ya bir siyasi neden ya da çölün yasasına saygı olduğunu belirtmektedir (Delcambre, 2004, s. 106). Armstrong un göre, İslâm öncesi cahiliye döneminde çoğu kadın kölelerle eşit sayılmasına rağmen Hz. Hatice gibi bazı kadınlar önemli derecede iktidar ve ayrıcalık sahibi olabilmiştir. İslam ın gelmesiyle kadınlar, bu dinî ilk seçenler arasında olmuşlar ve hiçbir şekilde köle gibi algılanmamışlardır. Yine o, Kur ân ın, kız çocuklarının diri diri gömülmesini kesinlikle yasakladığını ve Arapların kız çocukları dünyaya geldiğinde pişmanlık duymalarını engellediğini, ayrıca yine Kur an da kadınlara miras ve boşanma konularında yasal haklar verildiğini vurgulamaktadır. Ona göre, çoğu Batılı kadın 19. yüzyıla kadar buna benzer haklara sahip olamamasına rağmen Batı da İslâm ı kalıtımsal olarak kadın düşmanı bir din olarak tanımlamak yaygınlaşmıştır. (Armstrong, 2008, s. 250).

34 Batı da Hz. Muhammed Algısı Peygamberlik Hayatına Bakışı İlk Vahiy Armstrong, Hz. Muhammed in 40 yaşına gelene kadar düzenli bir şekilde her yıl ruhsal bir çekilme dönemi yaşayarak kendini ibadete adadığını ve Peygamberliğin gelişine yakın zamanlarda sabahın ilk ışığı gibi umut ve vaat yansıtan rüyalar görmeye başladığını ifade etmektedir. Armstrong a göre muhtemelen bu rüyalar ve düşünceler Hz. Muhammed in Mekke deki olumsuzluğu doğru bir şekilde teşhis etmesine yardımcı oluyordu. Bu aynı zamanda Araplar ın tehannus dediği ruhsal bir egzersizdi (Armstrong, 2005, s. 113). Hz. peygamber her sene ramazan ayında bir ay Hira mağarasında itikâfa girerdi. Araplar buna tehannüs derlerdi (İbn Hişam, 1936, I, s. 251). İlk vahiyle ilgili olarak Armstrong, Hz. Muhammed in 610 yılı Ramazan ayının 17. günü böyle bir inziva esnasında ezici bir gücün varlığını hissederek uyandığını belirtmektedir (Armstrong, 2008, s ). Ancak Ramazanın 17. günü ifadesi kaynaklarımıza uygun değildir. Resûl-i Ekrem e 40 yaşındayken Hira mağarasında, Ramazan ın 27. gecesi meleğin geldiği zikredilmektedir (İbn Sa d, ty, I, s. 194; Belâzûrî, 1996, I, s. 115; Taberî 1987, II, s ). Hz. Muhammed e bir meleğin göründüğünü, meleğin Oku! diye kısa emir verdiğini buna karşılık Yahudi peygamberlerin genellikle Tanrı kelamını söylemekten çekinmeleri gibi, Hz. Muhammed in de Ben okuma bilmem diyerek itiraz ettiğini açıklamaktadır. Devamında Armstrong, bunun üzerine meleğin Hz. Peygamber i çok büyük bir güçle sardığını ve Hz. Muhammed in bütün soluğunun kesildiğini, melek tarafından bu şekilde üç kere sıkıldıktan sonra ağzından Kur ân adıyla bilinecek olan yeni bir kitabın ilk sözlerinin döküldüğünü belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 222). Kaynaklarımızda bu olay aynı şekilde ifade edilmektedir (İbn Hişâm, 1936, I, ). Armstrong, Hz. Muhammed in bu vahiy alma sürecinin akabinde korktuğunu ve kendisinin insanların develeri kaybolduğunda başvurduğu bir kâhin e dönüşmüş olabileceği düşüncesiyle sarsıldığını ifade etmiştir (Armstrong, 2008, s ). Armstrong a göre Hz. Muhammed, kâhin ve ozanlara ilham veren ve yalnız avlanan bir cin tarafından saldırıya uğradığını düşünmüş, hatta bu nedenle yaşama isteğini kaybedip kendisini dağdan aşağı atmak istemiştir (Armstrong, 2007, s. 21; Armstrong, 2008, s. 223). Bu cin hikâyesi Delcambre ve Marshall Hodgson un eserlerinde de geçmektedir (Delcambre. 2004, s. 22; Hodgson, 1993, s. 94). Kur ân-ı Kerîm de, Arapların bazılarının cinleri yeryüzünde oturan ilahlar olarak kabul ettikleri ve cinlere taptıkları ( Sebe, 34/41), Allah ile cinler arasında akrabalık bağı olduğunu ileri sürdükleri (Sâffât, 37/158), cinleri Allah a ortak koştukları belirtilmektedir (En am, 6/100). Kaynaklarımızda oryantalistlerin söylemlerine malzeme olacak bilgiler mevcuttur. Şöyle ki, Hz. Muhammed in endişe ve korkusunun, mâhiyetini bilmediği bir durumla karşılaşmasından kaynaklandığı, bu nedenle bunun bir cinnet alâmeti, bir kehânet başlangıcı olabileceği kaygısını taşıdığı belirtilmektedir (İbn Sa d, ty, I, 195; Belâzûrî, 1996, I, 115). Muhammed Hamidullah a göre, halk tarafından bir yalancı, bir büyücü, bir meczup ya da kâhinmiş gibi nitelendirilme korkusu doğaldı. Zira o dönemde bazı insanlarda görülen bilinçlenmelere rağmen, ülkede hiç kimse, hatta en başta Allah ın elçisi bile, ilâhi tebliğin ne olduğunu bilmiyor, şeytanî bir aldatmaca ile rahmanî ilham arasında ince ayırım yapamıyordu (Hamidullah, 2014, s. 82). Ancak şunu belirtmeliyiz ki; bazı müsteşriklerin cin hikâyesi ve intihar düşüncesi üzerinde ısrar etmesinin nedeninin hem vahyi bulandırmak hem de Hz. peygamber i âciz göstermek amaçlı olduğunu düşünmekteyiz. Hz. Muhammed in iki yıl boyunca başka vahiyler de gelmesine rağmen bu deneyimden eşi Hatice ve onun kuzeni Varaka bin Nevfel den başka kimseye söz etmediğini iddia eden Armstrong, o ikisinin vahiylerin Tanrı dan geldiğine emin oldukları bilgisini de eklemektedir (Armstrong, 2008, s. 16). Bu noktada şunu belirtmeliyiz ki, Armstrong yukarıdaki ifadelerinde zaman ve kişiler hakkında eksik bilgi vermiştir. Çünkü kaynaklarımızda İslâm a davetin üç yıl

35 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 30 gizlice sürdüğü, bu dönemde önce eşi Hz. Hatice, sonra yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû Tâlib, Zeyd b. Hârise, kızları Zeynep, Rukiyye ve Ümmü Gülsûm ile başka kişilerin de Müslüman oldukları ile ilgili bilgiler mevcuttur (İbn Hişâm, 1936, I, s ; Mustafa Fayda, 2005, XXX, s. 411). Armstrong, Hz. Muhammed in Mekke de tebliğe başladığında, rolü konusunda çok kapsamlı bir düşüncesi olmadığını, yeni evrensel bir dinin kurucusu olduğuna inanmadığını, Kureyş e eski tek Tanrı dinini getirdiğini düşündüğünü iddia etmektedir. Ona göre Hz. Muhammed, başlangıçta öteki Arap aşiretlerine tebliğ edeceğini bile düşünmemiş, yalnızca Mekke ve çevresindeki halka hitap edeceğini düşünmüştü (Armstrong, 2008, s. 227). Armstrong un yukarıdaki yargıya varmasının nedeni Kur ân-ı Kerîm deki şu âyettir: Şehirlerin anası (olan Mekke de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur ân vahyettik. (İnsanların) bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir (Şûra, 42/7). Yukarıdaki ifadelerde Varaka b. Nevfel e ve eski tek Tanrı inancına yapılan vurgunun oryantalistler tarafından kasıtlı yapıldığı düşüncesindeyiz. Ekrem Ziya Ümerî ye göre, oryantalistler eserlerinde her şeyden önce Hz. Muhammed in İslâmiyet i, Yahudilik, Hristiyanlık, hatta Sabiîlikten pek çok şey alarak oluşturduğunu iddia etmektedirler. İslâm ın tüm genel kabul gören- güzelliklerinin, Yahudiliğin veya Hristiyanlığın bir esasına dayandırılmaya çalışılması, başından beri uygulanan hatta günümüzdeki çağdaş oryantalistlerin ifadelerinde de görülen bir usuldür. Bunlar eserlerinde Allah ın birliği ve dini inançlar ile ilgili konularda, Rahip Bahîra ve Varaka b. Nevfel in etkisine işaret etmektedirler (Ümerî, 2003, s. 238). Armstrong a göre, Hz. Muhammed ilk başlarda küçük bir inanan grubu toplamış ve kısa zaman içinde yetmiş kadar aile İslâm a girmiştir. Başlangıçta Mekke deki en güçlü kişiler Müslümanlara aldırmamış, ama 616 yılına gelindiğinde babalarının dinine küfrettiğini ve Peygamber olduğunu iddia eden bir şarlatan olduğunu düşündükleri Hz. Muhammed e gittikçe kızmaya başlamışlardı (Armstrong, 2008, s ). Armstrong, Kur ân ın nuzûlü, derlenmesi ve toplanması hususunda önemli bilgiler vermektedir. Ona göre, Hz. Muhammed 23 yıl boyunca Tanrıdan doğrudan mesajlar alan ve bunları Kur ân adı verilen kitapta toplayan biridir. Ona göre Kur ân, Tevrat ya da Yasa nın Sina Dağında Hz. Musa ya indiği gibi tek seferde inmemiştir. Kur ân, Hz. Muhammed e satır satır, âyet âyet, bölüm bölüm inmiştir (Armstrong, 2005, s. 64). Her yeni bölüm indiğinde, okur-yazar olmayan Hz. Muhammed, bunları yüksek sesle tekrarlamış ve Müslümanlar bunları ezberlemiş ve okur-yazar olan bir azınlık da kaleme almıştır. Hz. Muhammed in ölümünden yirmi yıl kadar sonra vahiyler ilk kez resmi olarak bir araya getirilmiştir (Armstrong, 2008, s. 226). Bize göre Armstrong un dile getirmiş olduğu bu ifadeler, Kur ân-ı Kerîm in orijinal bir metin olduğunu kabul açısından son derece önemlidir. Burada şunu belirtmeliyiz ki, âyetlerin nuzûlü konusunda Armstrong un yukarıda vurguladığı konu Kur ân-ı Kerîm de şöyle ifade edilmektedir: İnkar edenler, Kur ân-ı Kerîm ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? Dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için parça parça indirdik ve onu tane tane okuduk (Furkan, 25/32). Ayrıca o dönemde Kur'ân-ı Kerîm in iki kapak arasına alınmamasının sebebi, Hz. Peygamber in hayatta olması nedeniyle vahyin ne zaman kesileceğinin bilinmemesidir. Resûlullah ın vefatından sonra Yemâme savaşı ile diğer bazı savaşlarda hâfız sahâbilerin şehit olması Hz. Ömer i telaşlandırmış ve Kurân ın toplanması (cem ) fikrini Hz. Ebu Bekir e açarak onu razı etmiştir. Hz. Ebubekir, Zeyd b. Sabit i görevlendirerek bu işi tamamlatmıştır.(birışık, 2002, XXVI, s. 385).

36 Batı da Hz. Muhammed Algısı Garânîk Hadisesi Armstrong a göre, şeytan âyetleri öyküsü ne Kur ân da ne de herhangi eski sözlü veya yazılı kaynakta yer almaktadır. Hz. Peygamber in en yetkin biyografisi olan İbn İshâk ın Sîreti nde de yoktur. Ancak onuncu yüzyıl tarihçisi Ebû Câfer et-taberî nin (ö. 923) eserinde sözü edilir (Armstrong, 2008, s. 236). Garânîk hadisesinden sadece Taberî nin eserinde değil (Taberî, 1987, II, ), İbn Sa d ın eserinde de bahsedilmektedir (İbn Sa d, ty, I, s ). Bazı İslâm tarihi kaynaklarında yer alan ve Garânîk Kıssası diye bilinen bu habere göre Hz. Peygamber Kâbe nin yanında Necm Sûresi ni okurken, Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât ı (Necm, 19-20) âyetlerini okuduktan sonra, Bunlar yüksek kuğulardır, onların şefaatleri umulur sözlerini şeytanın telkiniyle söylemiş. Secde ayetine gelince secdeye gitmiş, bütün kâfirler de secde etmişlerdir. Müşrikler, putların Hz. Peygamber tarafından övülmesine sevinmişlerdir. Akşam olunca Cebrâîl gelerek Hz. Peygamber e Allah tarafından vahy edilmeyen sözleri söylediğini bildirmiş, Hz. Peygamber buna çok üzülmüş ve şeytanın söylediği sözleri iptal etmiştir (İbn Sa d, ty, I, s ; Taberî, 1987, II, s ). Ahmed Hamdi Aksekili, İslâm dininin hasımları olan ve kalın bir taassup perdesiyle göz ve basîretleri örtülmüş olan ecnebîlerin, Müslümanlığı tenkit ederken daima vahyi ve tebliğ görevini bulandırmaya çalıştıklarını belirtmiştir. Ayrıca Müslümanlar arasında da muhakeme ihtiyacı hissetmeksizin nakilleri hemen alanların ve eserlerine yazanların bulunduğunu ifade etmiştir. Garânîk hikâyesinin rivâyet ve dirâyet açısından tenkîde uğradığını, naklen ve aklen reddedildiğini vurgulamıştır (Aksekili, 1992, s ). İsmail Cerrahoğlu, bu konuda gelen haberlerin lafızlarındaki ihtilaflar, rivayetlerindeki zayıflıklar ve senedlerindeki kopukluklar nedeniyle araştırmacıların, Kur ân, sünnet ve aklî delillere dayanarak hikâyenin bâtıl ve merdûd olduğuna hükmettiklerini beyan etmiştir (Cerrahoğlu, 1981, s ; Cerrahoğlu, 1996, s ; Şimşek, 1993, s ). Armstrong un ifadesine göre, Garânîk olayı gerçek olsa bile, Hz. Muhammed bu olayda çok tanrıcılıkla herhangi bir uzlaşma yapmış değildir. Şeytan ın rolünden bahsetmekle de Kur ân ın şeytan tarafından herhangi bir zamanda bulandırıldığı anlamını çıkarmak doğru değildir (Armstrong, 2008, s. 237). Bu ifadelerle Armstrong, Garânîk Kıssası nın bir anlamda uydurma olduğunu teyit etmiştir Boykot Armstrong a göre, yaklaşık iki yıl süren boykot esnasında yaşanan yiyecek kıtlığı, muhtemelen Hz. Muhammed in sevgili eşi Hz. Hatice nin ölümünün en önemli nedeniydi. (Armstrong, 2008, s ; Armstrong, 2008, s. 244). Kaynaklarımızda ise boykotun üç yıl sürdüğü ( ) ifade edilmektedir (Belâzûrî, 1996, I, s ; Sarıçam, 2005, s. 106). Ayrıca kaynaklarımızda boykotun sona ermesinden sonra, Hz. Peygamber i koruyan ve seven amcası Ebû Tâlib ve Hz. Peygamber in eşi Hz. Hatice nin kısa süre arayla vefat ettikleri 5 ifade edilmiştir. Ebû Tâlib boykotun kalkmasından sekiz ay yirmi gün sonra, Hz. Hatice de ondan kısa bir süre sonra, bi setin 10. yılında, 10 Ramazan/ 19 Nisan 620 de vefat etmişlerdir. (İbn Hişâm, 1936, II, s. 57; Belâzûrî, 1996, I, 273; İbn Kesîr, 1992, II, s. 120; M. Yaşar Kandemir, 1997, XVI, s. 466; Sarıçam, 2005, s. 107). Dolayısıyla şunu diyebiliriz ki, Hz. Hatice nin boykottan sekiz ay sonra vefat etmesi nedeniyle Armstrong un onun açlıktan ölmüş olabileceği yargısı zorlama bir yorum olarak gözükmekle birlikte üç yıl boyunca aç kalmanın Hz. Hatice ye zarar verdiği gerçeği de göz ardı edilmemelidir.

37 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU Medine ye Hicret 3. MEDİNE DÖNEMİ Armstrong a göre, Akabe Biatları nda Medine den söz alan Hz. Muhammed, kendisine inananları, amacı sadece coğrafi değişiklik olmayan Mekke den Medine ye hicret etmeye hazırlamıştı. Mekke deki Müslümanlar Kureyşliler i geride bırakacak ve kendileriyle hiçbir kan bağı bulunmayan yabancı bir kabilenin sürekli koruması altına gireceklerdi. Daha önce benzeri görülmemiş olan bu durum, Araplar için en az kendi putperest tanrıçalarının aşağılanması kadar hakaret anlamı taşımaktaydı (Armstrong, 2005, s. 216). Armstrong a göre hicret, Hz. Muhammed in Kur ân idealini tam olarak uygulamaya başlayabildiği ve İslâm ın tarihte önemli bir unsur haline geldiği Müslüman çağının başlangıcını işaret etmektedir. Dolayısıyla hicret sadece adres değişikliği değildir. Aynı zamanda bir lider olarak Hz. Muhammed, birbirleriyle kan bağı olmayan insanları ortak bir ideoloji etrafında bir araya getirerek Arap toplumunda son derece çarpıcı bir yenilik ortaya koymuştur. Hicretten sonra Medine de ise Müslümanlar, müşrikler ve Museviler tek bir topluma dâhil edilmişlerdir. Bunlar birbirlerine saldırmayacaklarına hatta birbirlerini koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Bu sıra dışı yeni süper kabile haberi yayılınca, o dönemde kimse hareketin uzun ömürlü olacağına inanmamıştı. Ama hicretten on yıl sonra -632 de Hz. Muhammed ölmeden önce- bunun bütün Arabistan ı birleştirebilecek bir başlangıç olduğu anlaşılmıştı (Armstrong, 2008, s. 27). Hz. Peygamber in Muhacirler ile Ensâr arasında kardeşlik tesis etmesi ve Yahudilerle saldırmazlık antlaşması yapması ile ilgili bakınız (İbn Hişâm, 1936, II, s ; İbn Kesîr, 1992, III, s ). 3.2 Seriyyeler Yine onun ifadelerine göre, Hz Muhammed ve Mekke den göç eden Müslümanların çoğu tüccar ve iş adamı oldukları için Medine de para kazanmak hususunda zorluk çekmişlerdir. Ensar olarak bilinen Medineliler onlara sürekli yemek veremedikleri için de göçebeler, o dönemde Arabistan da bir tür ulusal spor olarak kabul gören akıncılığı meslek edinmişlerdir. Aynı zamanda bu spor, ekilecek yeterince alan olmayan bir yerde kaynakların yeniden dağıtılmasını sağlamak için de kabaca bir yol kabul edilmektedir. Kureyşliler in ellerinde zulüm görmüş ve evlerinden uzaklaşmaya zorlanmış olan muhacirler zengin Mekke kervanlarına saldırmaya ve gelir elde etmeye başlamışlardır. Ancak kişinin kendi kabilesine saldırması önceden benzeri görülmemiş bir değişikliktir (Armstrong, 2008, s ). Armstrong eserlerinde, seriyyeleri ve gazveleri yağmacılık olarak nitelemektedir. Hatta daha ileri giderek Hz. Ömer in fetihlerinin tamamen pragmatik olduğunu ve o fetihlere katılanların sadece kazanç istediklerini belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 45). Armstrong un bu ifadelerinin temelini Montgomery Watt ta görmekteyiz. Watt a göre, hicretten sonra Hz. Muhammed in ashabından bir kısmı yağmacılık denen bir işle meşgül olmaya başlamışlardır. Belki de bu, Kur ân-ı Kerîm de Allah yolunda savaşmak veya Allah yolunda cihâd etmek diye zikredilen bir mücadeleye diğerlerini teşvik etmek içindir. Ayrıca Watt; cihadın bedevilerin yağmacılığı yüzünden çıkması nedeniyle iştirakçilerin çoğunun dinî bir maksattan ziyade maddî gayelerle hareket ettiklerini belirtmiştir (Watt, 2000, s. 23). Yukarıdaki ifadeler Armstrong un bu konudaki fikri temelleri hususunda açık bir bilgi vermektedir. Seriyye, gazve ve fetihlerin çıkar amaçlı olduğunu düşünmek İslam ın cihad ve fetih anlayışına aykırıdır. Armstrong da, Kur ân-ı Kerîm in asla savaşı kutsal saymadığını, öldürmeyi, saldırganlığı ve talancılığı lanetlediğini belirtmesine (Armstrong, 2008, s. 46) rağmen yine de yağmacılıktan ve çıkarcılıktan bahsetmesi içinde bulunduğu ikilemi gözler önüne sermektedir. Başka bir oryantalist olan Marshall Hodgson ise, Müslümanların baskına çıkmasının normal Arap baskınlarından ayıran iki önemli sebebi olduğunu belirtmektedir. 1). Bu gazveler,

38 Batı da Hz. Muhammed Algısı 33 mutlaka gerekli olmasa da, Hz. Muhammed in kendi adamlarının Medine de bağımsız bir iktisadî konuma erişmeleri için önemli bir araçtı. Bu iktisadî bağımsızlık gerçekleşmezse, Medine deki yeni cemaatin hayat ve cemiyet düzeni yapmacık kalacaktı. 2). Baskınlar belki ilahi gazap taşıyan fiillerle, hatta bizâtihi Kur ân-ı Kerîm de emredilen bir mücâhedenin tezahür ediyor olacağı fiillerle Kureyşliler in kibrini kırmaya yönelikti. Hz. Muhammed, ticaretlerini tahrip etmek ve onları İslâm la beklediklerinden daha fazla bir şey olarak karşılaştırmak istemiş olmalıdır (Hodgson, 1993, s. 115). Muhammed Hamidullah, Müslümanların hicretten sonra Mekke de yağmalanan mallarına karşılık Kureyşliler e ekonomik baskı uyguladıklarını, kervanların, kontrol ve etkileri altındaki topraklardan geçişlerini yasaklayarak misillemede bulunduklarını ifade etmektedir. Ayrıca Kureyş kervanlarına yapılan saldırıların basit bir çapulculuk şeklinde değerlendirilmemesi gerektiğini, ne Kureyşliler in masum, ne de saldırganların çapulcu çetesi olduğunu vurgulamıştır (Hamidullah, 2012, s. 38). Hamidullah başka bir eserinde, Hz. Peygamberin Medine ye gelişinden yaklaşık bir yıl sonra ilk Müslüman askerî birliğini göndererek, onlara artık Kureyş kervanlarının İslâmî nufûz bölgelerinden geçemeyeceklerini bildirdiğini ifade etmiştir. Ona göre, burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu ve daha sonraki seferlerde (seriyyelerde) Müslümanlar sadece o sıralarda savaş halinde oldukları- Mekkeli kervanlara saldırı düzenlemişler, ülkedeki diğer gayri-müslim topluluklara ilişmemişlerdir. Yani ortada basit yağmalama ve çete faaliyetlerinden farklı olarak, tam bir savaş hukuku söz konusu idi. (Hamidullah, 2014, s ; Mahmudov, 2010, s ). 3.3 Kıble Değişikliği Armstrong a göre, Ocak 624 te Hz. Muhammed en yaratıcı hareketlerinden birini yaptı. Namaz sırasında, cemaate Kudüs yerine Mekke deki Kâbe ye doğru ibadet etmelerini söyledi. Armstrong a göre, kıblenin bu şekilde değişmesi bir bağımsızlık işaretiydi. Kudüs yerine Hristiyanlık ve Mûsevilik ile hiçbir ilgisi olmayan Kâbe ye dönülmesi İncil ve Tevrat tan çok önce yaşamış olan Hz İbrahim in gerçek tektanrıcı dinine döndüklerini gösteriyordu (Armstrong, 2008, s ). Armstrong, ilk zamanlar Müslümanların Kâbe ile sembolize edilen putperest dine sırtlarını döndüklerini ve bu olaydan sonra takip etmeye kararlı oldukları monoteist geleneğe doğru uzandıklarını, Müslümanların namaza duruşunun, onların köklü tutum ve davranışlarını değiştirmek için tasarlandığını ifade etmiştir (Armstrong, 2005, IX, s. 6221). 3.4 Bedir, Uhud ve Hendek Savaşları Armstrong a göre, 13 Mart 624 te (h. 2/Ramazan 17) Hz. Muhammed, büyük bir Mekke kervanının yolunu kesmek için muhacirlerden oluşan ekibiyle birlikte sahil şeridine hareket etmişti. Bu cüretkârlığı duyduklarında, Kureyşliler kervanı savunmak için bir ordu gönderdiler, ama Müslümanlar Bedir kuyusunun başında Mekkelilere karşı şaşırtıcı bir zafer kazandılar (Armstrong, 2008, s. 33). Yine Armstrong a göre, Ebû Süfyan Bedir Savaşı ndan sonra Medine deki Müslümanlara karşı iki büyük saldırı gerçekleştirmişti. Amacı, sadece Müslümanları savaşta yenmek değil, onları tamamen ortadan kaldırmaktı. Dolayısıyla ilk Müslüman toplumu tamamen yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. 625 yılında (h. 3/Şevval 7), Mekkeliler Uhud Savaşı nda Müslümanları ağır bir yenilgiye uğrattılar (Armstrong, 2008, s. 34). Uhud Savaşı nda Müslümanların içine düştüğü durumun yenilgi olarak değerlendirilmemesi gerekir. Müslümanlar yetmiş şehit vermelerine rağmen düşmana teslim olmamışlar, savaşmaktan yılmamışlar ve toprak da kaybetmemişlerdir. Daha da önemlisi düşman ordusu Müslümanlardan esir ve ganimet elde edememiştir. Hatta Medine ye saldırmaya bile cesaret edemeyip Mekke ye dönmüşlerdir (Sarıçam, 2005, s. 177). Bu savaşta Müslümanların yenilmediğini ve büyük yara almadığını ispat eden de bir gün sonra Hz. Peygamber ve ordusunun Mekke ye dönen müşrikleri takip etmesi ve onlara gözdağı vermesidir. Tarihte bu

39 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 34 hâdiseye Hamrâülesed gazvesi denmektedir (Hişam, 1995, III, s ; Fayda, 2005, XXX, s. 417). Marshall Hodgson, Uhud savaşında Hz. Muhammed in belli siperleri korumakla görevli adamlarının, onun emirlerinin aksine ganimet toplamaya katılmak için bulundukları siperleri terk etmeleri nedeniyle, savaşın bir yenilgiye dönüştüğünü, ama Hz. Muhammed in yaralanmasına rağmen yerini terk etmeyerek geri çekilmek için bir yer oluşturduğunu ifade etmektedir. Kureyşliler in kendilerini Medinelilerin istihkamlarına saldıracak kadar güçlü hissetmeyerek, biraz prestij kazanmış olarak, ama Hz. Muhammed e boyun eğdiremeden döndüklerini vurgulamaktadır (Hodgson, 1993, s. 130). Armstrong a göre, iki yıl sonra (Zilkade 5/Nisan 627) Medine de yapılan savaşta Müslümanlar onları ilginç bir sürprizle karşılamıştı. Hz. Muhammed, Medine yi korumak için şehrin etrafına çok derin ve geniş bir hendek kazdırmıştı. Savaşları hâlâ bir süvari oyunu gibi gören Kureyşliler, böyle bir stratejiyle atlarının etkisiz kaldığını görünce ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Yine ona göre, Hz. Muhammed in onbin Mekkeli ye karşı üç bin Müslüman ile karşı durduğu bu savaşta kimsenin burnu kanamamıştı (Armstrong, 2008, s. 34). Kaynaklarımıza göre bu savaş esnasında altı Müslüman şehit düşmüş, müşriklerden de üç kişi ölmüştür (İbn Hişâm, 1936, III, s. 264; Vâkidî, 2004, I, s ). Armstrong a göre, dönüm noktası olan Hendek savaşından sonra göçebe kabileler, Hz. Muhammed in yükselişini kabul etmişler, uğrunda savaştıkları tanrıların etkisiz olduklarına ve Kureyş tahakkümünün geride kaldığına inanmışlardı. Bu nedenle birçok kabile Müslüman toplumla ittifak kurmak istememişti. Ölümcül tehlikelerle dolu beş yıldan sonra Hz. Muhammed artık Müslüman toplumun hayatta kalacağına inanabilirdi (Armstrong, 2008, s ). 3.5 Kaynuka, Nadir ve Kureyza Kabileleri Medine de olan üç Yahudi kabilesi, Kaynukâ, Nadr ve Kureyzâ, Hz. Muhammed i yok etmek için Mekke ile ayrı ayrı ittifak kurmuşlardı (Armstrong, 2008, s. 35) İkamet yerleri bir kuşatma anında kolaylıkla Mekke ordusuna katılabilme ve ümmete içeriden saldırabilme imkânı verdiği için gizli bir tehlike oluşturmaktaydılar. 625 yılında Benî Kaynukâ, Hz. Peygamberle aralarında olan ittifakı bozunca Arap geleneklerine uygun olarak Medine den sürülmüşlerdir (Armstrong, 2005, IX, s. 6225). Hz. Muhammed, kendileriyle özel bir anlaşma yaparak güvence verdiği Nadîr kabilesinin de kendisini öldürtmek için komplo kurduğunu öğrenince, onlar da Medine den sürüldüler ve yakınlardaki Yahudi yerleşim merkezine göç ederek, kuzey Arap kabileleri arasında Ebû Süfyan için destek toplamaya başladılar. Böylece Nadir kabilesi, Medine dışında da tehlikeli olduğunu kanıtlamıştı (Armstrong, 2008, s. 35). Hendek Savaşı nda Kureyzâ kabilesinin Mekke nin tarafını tutması ve Müslümanların yenilgiye uğrayacak gibi görünmesinden sonra Hz. Muhammed in Kureyzâ ya merhamet göstermediğini zikreden Armstrong, bu olay sonucunda bu kabileden yedi yüz erkeğin öldürüldüğünü ve çocuklarla kadınların köle olarak satıldığını belirtmiştir (Armstrong, 2008, s. 35). Kaynaklarımıza uygun olan bu ifadelerle ilgili geniş bilgi için bakınız (İbn Hişâm, 1936, III, s ; Taberî, 1987, III, s ; Fayda, 2005, XXX, s. 417). Resûlullah Kaynukâoğulları ve Nadîroğullarına gösterdiği af ve hoşgörüyü yani yurtlarından ayrılmalarına izin vermesi- Kureyzâoğullarına göstermemiştir. Çünkü onlar Müslümanlara savaşın tam ortasında ihanet ederek çok zor anlar yaşatmışlardır. İki ateş arasında kalan Müslümanlar yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bundan dolayı Kureyzâoğullarına en ağır ceza verilmiştir. Bu gazvedeki önemli nokta, kararın Sa d b. Muâz tarafından Kur ân-ı Kerîm e göre değil, Tevrat a göre verilmesidir (Arslan, 2014, s ; Tesniye, 20: 10-15).

40 Batı da Hz. Muhammed Algısı 35 Armstrong, Kureyzâ katliamının korkunç bir olay olduğunu, ama o günkü ilkel toplum kurallarını günümüzün standartlarıyla değerlendirmenin yanlış olacağını beyan etmiştir. Ona göre Hz. Muhammed in Kureyzâ yı sürgün etmekle yetinmemesinin nedeni, onların Hayber deki Yahudi kuvvetlerine katılıp Müslüman toplum üzerine yeni bir savaş getirme ihtimali olarak değerlendirmiştir. Yedinci yüzyılda Arabistan da, bir Arap şefin Kureyzâ gibi hainlere merhamet göstermesinin beklenmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Ayrıca Armstrong, Hz. Muhammed in Kureyzâ ya karşı verdiği kararların, düşmanlıkları olabilecek en çabuk şekilde sona erdirme amacını taşıdığını ve onun, yarımadada sağlamaya çalıştığı değişikliğin kan dökmeden başarılamayacağını da vurgulamıştır (Armstrong, 2008, s ). Marshall Hodgson a göre, birçok eski halklar arasında olduğu gibi Arap geleneklerine göre de düşman esir alınınca, kadınlar ve çocuklar köleleştirilir, ama yetişkin erkekler kendilerine köle olarak güvenilmeyeceğinden ya öldürülür ya da fidye için tutulurlardı. Hz. Muhammed in bu defa fidyeye izin vermediğini ve sayıları 600 kadar olan erkeklerin tümünün öldürülmesine ısrar ettiğini iddia etmektedir (Hodgson, 1993, s. 131). Başka bir oryantalist olan Maxim Rodinson, Kureyzâ nın Medine de kalmasının sürekli tehlike arz ettiğini, onların Medine den gitmelerine izin vermenin ise, Hayber deki İslâm karşıtı entrika yuvasını güçlendirmekten başka bir işe yaramayacağını belirterek yukarıdaki ifadeleri bir anlamda teyid etmiştir (Rodinson, 1994, s. 165). İhsan Arslan a göre, Medine de bulunan üç Yahudi kabilesinin cezalandırılma sebepleri şunlardır: Hz. Peygamber ve Müslümanlarla alay etmeleri, İslâm devletini ve davetini tehdit etmeleri, Hz. Peygamber i ve otoritesini itibarsızlaştırmaya çalışmaları, iç ve dış güçlerle işbirliği yaparak onları İslâm aleyhinde kışkırtmaları, iç huzuru bozarak ülkenin birlik ve beraberliğini zedelemeleri, Müslüman hanımlara sarkıntılık etmeleri, devlet başkanına suikast girişiminde bulunmaları, yaptıkları anlaşmayı bozmaları, vatana ihanet etmeleri suretiyle İslâm toplumunun geleceğini tehlikeye atmalarıdır (Arslan, 2014, s. 229). 3.6 Hudeybiye Seferi Armstrong a göre, Hendek Savaşı ndan sonra Hz. Muhammed Mekkelileri yenilgiye uğratmış, Medine de isyancıları bastırmıştı. Artık daha barışçıl bir yöntem izleme zamanının geldiğini düşünmekteydi. Bu nedenle o, Zilkade 6/Mart 628 de, çatışmayı sonuca ulaştıran cüretkâr bir planı uygulamaya koyarak Mekke ye hacca gideceğini ilan etmiş ve gönüllülerden kendisine eşlik etmelerini istemişti. Hacıların silah taşıması yasak olduğundan, Müslümanlar aslanın inine girecek ve kendilerini öfkeli Kureyşliler in merhametine bırakacaklardı. Bu amaçla bin kadar Müslüman beyaz hac kıyafetlerini giyerek Mekke ye doğru yola koyulmuşlardı. Kureyşliler, silahsız hacıları şiddetin yasak olduğu bölgeye ulaşmadan önce saldırmak için hareket etmişlerdi, ama Hz. Peygamber onları yanıltmış ve Hudeybiye de kamp kurmuştu. Kureyşliler bu barışçıl gösteri sayesinde Müslümanlar ile bir anlaşma yapmak zorunda kalmışlardı (Armstrong, 2008, s. 37). Hudeybiye öncesi Mekke ye umre amaçlı yola çıkılması, katılanların sayısı ve üzerlerindeki silahlarla ilgili olarak bakınız (İbn Hişâm, 1936, III, ; İbn Sa d, ty, II, s. 95). Hudeybiye barış antlaşması iki taraf için de istenmeyen bir gelişmeydi. Müslümanların çoğu eyleme geçmek istemekte ve anlaşmanın utanç verici olduğunu düşünmekteydi. Hz. Muhammed ise zaferi barışçıl yöntemlerle kazanmaya kararlıydı. Hudeybiye antlaşması sonrası daha fazla bedevî etkilendi ve İslâm inancına girmek güçlü bir eğilim haline geldi (Armstrong, 2008, s. 37). Başka bir oryantalist olan Marshall Hodgson, Hudeybiye de yapılan antlaşma gereği Kureyşliler in, bedevî müttefiklerine kendilerini terk etme izni vermek zorunda kaldıklarını ve bunun sonucunda Kureyşle önceden ittifak kurmuş bazı kabilelerin anlaşmalarını bozup hemen Hz. Muhammed in saflarına katıldığını ifade etmektedir (Hodgson, 1993, s. 134). Delcambre ise, Hudeybiye nin sahâbeler için gerçek bir hayal kırıklığı olduğunu, fakat önderleri Hz. Muhammed in bu anlaşmada olumlu sonuçlar gördüğünü, çünkü

41 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 36 Mekkelilerle Müslümanların ilk kez eşit şartlarda barış masasına oturduğunu belirtmiştir (Delcambre, 2004, s. 96). 3.7 Mekke nin Fethi Armstrong, Kureyşliler in Hz. Muhammed in müttefiklerinden bir kabileye saldırıp Hudeybiye antlaşmasını çiğnediklerini, bu nedenle Hz. Muhammed in onbin kişilik bir orduyla Mekke ye yürüdüğünü belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 38). Kaynaklarımızda, Müslümanlarla ittifak halinde olan Huzaa kabilesi ile Kureyşle ittifakı olan Benû Bekr kabilesi arasında bir savaş çıktığı, Kureyşliler in Hudeybiye Antlaşması na aykırı davranarak Benû Bekr e silah yardımı yaptığı ve onlarla beraber gece savaştığı belirtilmektedir (İbn Hişâm, 1936, IV, s ). Bu ezici güç ve taşıdığı anlam karşısında ezilen Kureyşliler in, şehir kapılarını açtıklarını ve kan dökülmeden Mekke nin fethedildiğini ifade eden Armstrong, Hz. Muhammed in Kâbe nin içindeki ve etrafındaki putları kırıp Kâbe yi Allah a adadığını, belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 38). Yukarıda geçen kan dökülmeden ifadesi kaynaklarımızla örtüşmemektedir. Mekke nin fethi esnasında Resûl-i Ekrem kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralıları ve esirleri öldürmemelerini bildirmiştir. Buna rağmen harekâtın sonunda direniş gösteren 12 veya 13 müşrik öldürülmüş, iki veya üç Müslüman da şehit olmuştur (İbn Hişâm, 1936, IV, s. 50; Fayda, 2005, XXX, s. 419). Vâkıdî, Mekke nin fethi esnasında ondört müşriğin öldürüldüğünü, iki Müslüman ın da şehit olduğunu belirtmektedir (Vâkidî, 2004, I, s. 293). Mekke ye girişte Sa d b. Ubâde nin: Bugün ölüm günüdür. Kutsalın ihlal edildiği bir gün ve Allah ın Kureyş i alçalttığı bir gündür demesi üzerine Hz. Peygamber in kendisini görevden alıp yerine oğlu Kays b. Sa d ı tayin etmesi, onun kan dökmek istemediğini, kansız bir şekilde sulh yoluyla şehre girmek istediğini göstermektedir. Ayrıca Resûlullah ın bu hareketi düşmanları olsa dahi insana ne kadar değer verdiğini ortaya koymaktadır. Allah Resûlü fetih günü geniş bir hoşgörü örneği göstererek, kendisine her türlü eziyet ve işkenceyi yapıp sonunda kendisini doğup büyüdüğü şehirden kovan insanları bir çırpıda affetmiştir. Acaba dünya tarihi, halkı tarafından kovulup daha sonra oraya muzaffer olarak giren bir kumandanın, Hz. Peygamber in gösterdiği bu âlicenaplığı göstermesine tanık olabilmiş midir? (Arslan, 2014, s ) diyerek Resûlullah ın hoşgörüsünün sınırlarını vermeye çalışmıştır. 3.8 Vefâtı ve Sonrası Armstrong, olağanüstü zekâ sahibi olan Hz. Muhammed in ölümüne kadar Arabistan ın neredeyse bütün aşiretlerini yeni bir ümmet çatısı altında topladığını, Araplara kendi geleneklerine uyan özgün bir mâneviyat getirdiğini ve kendisinden sonraki yüzyıl içinde Himaliyalardan Pireneler e kadar kurulacak bir İmparatorluğun güç kaynaklarını harekete geçirdiğini ifade etmiştir (Armstrong, 2008, s. 219). Armstrong a göre, Hz. Muhammed 8 Haziran 632 de (13 Rebîülevvel) sevgili eşi Âişe nin kollarında vefat ettiğinde, Arabistan daki kabilelerin neredeyse hepsi Arap konfederasyonuna katılmış veya İslâm a girmişti. Hz. Muhammed in yaşamı ve başarıları, Müslümanların ruhsal, politik ve ahlakî vizyonlarını sonsuza kadar etkileyecekti. Hz. Muhammed ümmetine ilahi güce mükemmel teslimiyet konusunda ideal örnek olmuştu ve Müslümanlar, ruhsal ve sosyal yaşamlarında bu standartlara ulaşmaya çalışacaklardı. O na göre, Hz. Muhammed asla ilahi bir varlık olarak görülmemiştir, ama Mükemmel İnsan olarak kabul edilmiştir. Allah a teslimiyeti öylesine tamdır ki, bu teslimiyet onun Arap dünyasını sonsuza kadar değiştirmesini ve Arapların uyum içinde yaşamasını sağlamıştır (Armstrong, 2008, s ).

42 Batı da Hz. Muhammed Algısı 37 SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Batı dünyası yüzyıllardır mücadele verdiği İslam dünyası ile hem savaş meydanlarında hem de fikrî alanda mücadele içinde bulunmuştur. Haçlı Seferleriyle İslam beldelerini ele geçirmeye çalışan Batılılar, aynı zamanda Kur ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber üzerinden İslam dinini yıpratmaya ve kendi dinlerinin üstün olduğu imajını vermeye çalışmışlardır. Bu seferlerin askeri ve siyasi yönden başarısızlığa uğramasından bu yana özellikle Hz. Peygamber e yönelik fikri saldırılar artarak devam etmiş, böylece onun üzerinden İslam ve Müslümanlar karalanmaya çalışılmıştır. Yakın zamanda Fransa da yaşanan karikatür krizi bunun en somut örneğidir. Bu bağnaz yaklaşımlara rağmen yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hz Peygamberle ilgili ifadelerin daha yumuşadığını ve ılımlı hale geldiğini söyleyebiliriz. Son yıllarda ise bazı müsteşrikler daha ılımlı ve İslam Tarihi kaynaklarına uygun eserler vermeye başlamışlardır. İşte bu oryantalistlerden biri de Karen Armstrong tur. Armstrong, Batılı bir yazar olmasına rağmen Hz. Peygamber in hayatına ilgi duymuş, onu objektif bir bakış açısıyla ele almaya çalışmış ve gerektiği yerlerde Batı zihniyetini onun hakkındaki mesnetsiz ve insafsız fikirleri nedeniyle eleştirmiştir. Armstrong, Hz. Muhammed in beşerî yönünden ve barışçı yapısından oldukça etkilenmiştir. Onun Mekke gibi kavgacı ve karışık bir şehirde ortaya çıkarak -zorunlu yaptığı savaşlar dışında- o toplumu, barış politikası uygulayarak dize getirdiğini belirtmeye çalışmıştır. Batılıların aynı gezegeni paylaştıkları Müslümanları anlamayı, onların inançlarına, ihtiyaçlarına, öfkelerine ve amaçlarına saygı duymayı öğrenmeleri gerektiğini ifade etmiştir. Bunun özgün dehası ve bilgeliğiyle karanlık ve korkutucu zamanları aydınlatabilecek Hz. Muhammed in hayatını anlamaktan geçtiğini belirtmiştir. Ortaçağ boyunca İslam ı bir hedef olarak gören Batının, barbar kabilelerin tehdidi altında kültürel bir lağım halinde olduğunu, ama İslam ın müthiş bir dünya gücü olarak varlığını sürdürdüğünü vurgulamıştır. Batı da temel eleştiri konularından biri olan Hz. Peygamber in evliliklerine olumlu yaklaşmış ve Mekke gibi çokeşliliğin yaygın olduğu bir toplumda Hz. Muhammed in sadece Hz. Hatice ile evli kaldığını vurgulamıştır. Medine deki diğer evliliklerinin de politik olduğunu, şehvetinden dolayı harem kurmak gibi bir düşüncesi olmadığını ifade etmiştir. Günümüzde Batı da bu konuda bazı kişiler ve gruplarca yapılmaya çalışılan Hz. Peygamber e iftira ve karalama çalışmalarına en güzel cevabı bu ifadeleriyle vermiştir. Armstrong, Hz. Peygamber in Cebrâil vasıtasıyla vahye muhatap olduğunu ve Allah ın Araplar a kendi dillerinde bir kitap ile kendilerinden olan birini uyarıcı gönderdiğini ifade etmiştir. Ancak Arapların aşırı putperestliklerinden dolayı Hz. Peygamber e ve ilk inananlarına sert karşılık verdiklerini beyan etmiştir. Garânîk olayı hususunda, bu olayın varlığı gerçek olsa bile, Kur ân ın herhangi bir anda şeytan tarafından bulandırıldığını düşünmenin doğru olmadığını ifade ederek bir anlamda bu olayı reddetmiştir. Hicretle ili olarak ise, Hicretin sadece bir adres değişikliği değil, Hz. Muhammed in Kur ân idealini tam olarak gerçekleştirebilmesi için bir dönüm noktası olduğunu vurgulamıştır. Ancak Hicret edenlerin geçimlerini sağlamak için akıncılık adı verilen bir meslek geliştirerek kendi kabilelerinin kervanlarına saldırdıklarını ve onları yağmaladıklarını iddia etmiştir. Yani seriyye ve gazveleri yağmacılık olarak nitelendirmiştir. Armstrong, Batı da Hz. Muhammed in zorla İslam ı kabul ettirmeye çalışan bir savaş önderi olarak tanıtıldığını, oysa gerçeğin farklı olduğunu, onun yaşamı için savaştığını ve kimseyi dinini değiştirmeye zorlamadığını vurgulamıştır. Ayrıca, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarından sonra Kureyş tahakkümünün geride kaldığına inanan çevre kabilelerin Hz. Muhammed in üstünlüğünü kabul ettiklerini belirtmiş ve ölümcül tehlikelerle dolu bu beş yıldan sonra Müslüman toplumun hayatta kalma ümidinin arttığını ifade etmiştir. Medine de meskûn bulanan üç Yahudi kabilesinin ikâmet yerlerinin bir kuşatma anında kolaylıkla Mekke ordusuna katılabilme ve ümmete içeriden saldırabilme imkânı verdiği için gizli bir tehlike oluşturduklarını ifade etmiştir. Kaynukâ nın anlaşmayı bozması sonucunda, Nadiroğullarının

43 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 38 da Hz. Peygamber e suikast düzenleme teşebbüsünden sonra Medine den sürüldüklerini, Benû Kurayzâ nın ihanetinin ise, yediyüz erkeğin öldürülmesi, kadın ve çocuklarının ise köle olarak satılmasıyla son bulduğunu belirtmiştir. Birçok oryantalist tarafından vahşet olarak nitelenen bu olayı Armstrong, kendi şartları içerisinde değerlendirmiş ve o dönemde Arap bir şefin Kureyzâ gibi hainlere merhamet göstermesinin beklenmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Armstrong, Hz. Muhammed in çatışmayı sonuca ulaştıran cüretkâr bir planı uygulayarak umre için Mekke ye yöneldiğini, sonuçta Kureyşliler in Müslümanlar ile anlaşma yapmak zorunda kaldıklarını, bu antlaşmadan sonra daha fazla bedevî kabilesinin etkilendiğini ve İslam a girmenin güçlü bir eğilim haline geldiğini vurgulamıştır. Kureyşliler in Hudeybiye antlaşmasına aykırı davranmaları nedeniyle Hz. Muhammed in onbin kişilik bir orduyla Mekke ye yöneldiğini, bu güce karşı koyamayacaklarını anlayan Kureşlilerin şehir kapılarını açtıklarını, kan dökülmeden şehrin fethedildiğini vurgulamıştır. Olağanüstü zekâ sahibi olan Hz. Muhammed in ölümüne kadar Arabistan ın neredeyse bütün aşiretlerini yeni bir ümmet çatısı altında toplandığını, Araplara kendi geleneklerine uyan özgün bir mâneviyat getirdiğini ve kendisinden sonraki yüzyıl içinde Himalayalardan Pireneler e kadar kurulacak bir imparatorluğun güç kaynaklarını harekete geçirdiğini ifade etmiştir. Armstrong, Hz. Muhammed in yaşamı ve başarılarının Müslümanların ruhsal, politik ve ahlaki vizyonlarını sonsuza kadar etkileyeceğini, mükemmel insan ve ideal örnek olması nedeniyle inananlarının onun standartlarına ulaşmaya çalışacaklarını belirtmiştir. İfade etmeye çalıştığımız şudur ki; Karen Armstrong, hem oryantalizm geçmişini sorgulamış hem de Batının Müslümanlarla kuracağı olumlu ilişkilerde kilit noktanın Hz. Peygamberi anlamak olduğunu vurgulamıştır. Onun peygamberliğini ve insanî boyutunu kaynaklarımıza uygun ifadelerle vermeye çalışmıştır. Hatalı ve eksik olduğu bazı noktalar hem bu makalede hem de tezimizde yorumlanmıştır.

44 Batı da Hz. Muhammed Algısı 39 KAYNAKLAR Ağarı, M. (2006). Oryantalist tarihçiliğe karşı oksidental tarihçilik. Marife, 3, ss Aksekili, A. H. (1992). Hâtemu l-enbiyâ hakkında en çirkin bir iftiranın reddiyesi. İslâmî Araştırmalar Dergisi, VI,(2), ss Armstrong, K. (2005). Hz. Muhammed: İslâm peygamberinin biyografisi, (S. Yeniçeri, Çev.). İstanbul: Koridor Yay.. (2008). İslâm: Kısa bir tarih, (S. Yeniçeri, Çev.). İstanbul: Koridor Yay.. (2008). Tanrı nın tarihi. (O. Özel, H. Koyukan, K.Emiroğlu, Çev.). Ankara: Ayraç Kitabevi Yay.. (1981). Through the narrow gate. New York: St. Martin Press.. ( 2004). The spiral staircase: My climb out of darkness. New York: Knopf.. (2007). Muhammed: Prophet for our time. Londra:Published by Harper Perennial.. (2005). Muhammad. Encyclopedia of religion, (Second Edition), IX, NewYork, ys., ss Arslan, İ. (2014). Beşerî ve siyasî yönleriyle Hz. Peygamber in hoşgörüsü. Rize: Sts Yayınları. Aydın, Mahmut (2003). Bazı çağdaş Hristiyan düşünürlerine göre Hz. Muhammed in Peygamberliği. Diyanet İlmi Dergi, (Özel Sayı). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. ss Bayraktar, İ. (2004). Müsteşrikler ve Hz. Peygamber e bakışları. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 21, ss Bebel, A. (2011). Hz. Muhammed ve Arap İslâm kültürü, (S. Çelik, H. Erdem, Çev.) Yay. Belâzûrî (1996). Ensâbi l-eşrâf, (S. Zekkar, R. Zirikli, Tahk.). I-XXIII, Beyrut:Daru l-fikr. Birışık, A. (2002). Kur ân. TDV İslam ansiklopedisi, XXVI, Ankara: TDV Yay. ss İstanbul: Arya Cerrahoğlu, İ. (1981). Garânîk meselesinin istismarcıları. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 24, ss (1996). Garânîk. TDV İslam ansiklopedisi. XIII, İstanbul: TDV Yay. ss Davutoğlu, A. (2003). Batı da İslâm çalışmaları üzerine. Batı da İslâm Çalışmaları Sempozyumu, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. ss Delcambre, A. (2004). Allah ın Resulü Hz. Muhammed. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Fayda, M. (2005). Muhammed. TDV İslam Ansiklopedisi. XXX, İstanbul: TDV Yay. ss Görgün, H. (2005). Batı dünyası. TDV İslam Ansiklopedisi. XXX, İstanbul: TDV Yay. ss Hakyemez, C. (2006). Oryantalistlere göre Hz. Muhammed. İslâmi İlimler Dergisi, 1, ss Hamidullah, M. (2012). Hz.Peygamber in savaşları. (E. Y. Nazire, Çev.). İstanbul: Beyan Yay.. (2014) İslam Peygamberi. (Y. Mehmet, Çev.). İstanbul: Beyan Yay. Hodgson, M. G.S. (1993). İslâm ın serüveni. (İ. Akyol ve diğr. Çev.). İstanbul: İz Yay. Hourani, A. (1996). Batı düşüncesinde İslâm. (M. Kürşat Atalar, Çev.). İstanbul: Pınar Yay. Hüseyin, A., Olsen, R., Kureşi, Cemil, C. (1989). Oryantalistler ve İslâmiyatçılar. İstanbul: İnsan Yay. İbn Hişâm (1936). es-sîretü n-nebeviyye. I-IV, Beyrut: Mektebetu l-asriyye. İbn Kesîr (1992). el-bidâye ve n-nihâye. I-VIII, (M. es-sıbbıka ve diğr. Tahk.). Beyrut: Mektebet ul- Me arif. İbn Sâ d (ty). et-tabakâtü l-kübrâ. I-VIII, Beyrut: Daru l-sadr. İbnü l-esîr (1982). el-kâmil fi t-târih. I-XII, Beyrut: Daru l-sadr.

45 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 40 Mahmudov, E. (2010). Sebepleri ve sonuçları açısından Hz. Peygamber in savaşları. İstanbul: İsam Yay. Kandemir, M. Y. (1997). Hatice. TDV İslam Ansiklopedisi. XVI, İstanbul: TDV Yay. ss Kara, S. (2005). Hz. Peygamber e karşı oryantalist bakış ve bu bakışın kırılması. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 23, ss Palacios, M. (1968). İslam and divine comedy. London: Frank Cass. Rodinson, M. (1994). Hz. Muhammed, (A. Tokatlı, Çev.). İstanbul: Sosyal Yay. Said, Edward W. (1999). Şarkiyatçılık, (Berna Ülner, Çev.). İstanbul: Metis Yay. Sarıçam, İ. (2005). Hz. Muhammed ve evrensel mesajı. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.. (2013) Batı oryantalizminin İslam Peygamberine fenomenolojik bakışı. Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, X, (2), ss Sarıçam, İ., Erşahin, S. (2007). Batı oryantalizminin Hz. Peygamber e bakışı. Eski Yeni Dergisi, 5, ss Schimmel, A. (2007). Hz. Muhammed. (O. Aytolu, Çev.). İstanbul: Profil Yay. Sıbai, M. (1993). Oryantalizm ve oryantalistler. İstanbul: Beyan Yay. Şimşek, M. S.,(1993). Garanik rivâyetinin tarihi değeri. Bilgi ve Hikmet Dergisi, 2, ss Taberî (1987). Târihu l-ümem ve l-mulûk. I-XIII, (M. Ebu l-fazl İbrahim, Tahk.). Beyrut: Daru l-fikr Ümeri, Ekrem Ziya (2003). Oryantalizmin sünnet ve Siyer ilmine yaklaşımı, (A. Yavuz, Çev.). Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 16, ss Vâkidî (2004). Kitâbu l-meğazî. I, Beyrut: Dâru l-kitâbi l-âlemiyye. Watt, W. M. ( 1986). Muhammed Mekke de. (M. Rami Ayas-A. Yüksel, Çev.). Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay..(1992). Oryantalistlerin İslâm araştırmaları. (T. Küçükcan, Çev.). Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 7, ss (1998). İslâm düşüncesinin teşekkül devri, İstanbul: Birleşik Yay..(2000). İslâm Avrupa da. (H. Yavuz, Çev.). İstanbul: Marmara Ünv. İlahiyat Fakültesi Yay. Zakzuk, M. Hamdi (2006). Oryantalizm veya medeniyet hesaplaşmasının arka planı, (A. Hatip, Çev.) İzmir: Yeni Akademi Yay. Yıldırım, S. (2003). Oryantalistlerin yanılgıları. İstanbul: Ufuk Kitapları. Ansiklopedik Sözlük/Bilgi Sayfası. Erişim Tarihi: Guardian Sayfası. Erişim Tarihi: Gazete Haberleri Sayfası. Erişim Tarihi: Ansiklopedik Sözlük/Bilgi Sayfası. Erişim Tarihi:

46 Batı da Hz. Muhammed Algısı 41 Extended Abstract Western world has struggled both mental area and war area with islamic world for centuries. Westerns who wanted to gain islamic places with the Crusaders excursion tried to wear out Islam belief on Quran and Holiness Prophet. Also they tried to surpass their beliefs. Since these military and political excursion failed, espicially mental attacks to Holiness Prophet have continued by getting more and more. So Islam and Muslims have been tried to defame. Caricature crise is the most concrete example wich came out in France in near past. Despite these bigote d things, since the second half of twentieth century, we can say that the expresses about Holiness Prophet are getting soft shelled. Especially last years, some orientalists started to write productions which are suitable to Islam Historic sources and more softshelled. Already one of these orientaists is Karen Armstrong. Although Armstrong is a western writer she is interested in Holiness Prophet s life, she tried to deal with him an objective perspective and when necessary she criticised Western mentality because of their baseless and relentless thoughts. Armstrong was impressed quitely from Muhammad s humanity sence and peaceful structure. As he came up in a fighter and complicated city such as Mecca, he attempted to indicate bringing the community to heel with applying peace politics. Armstrong expressed that western people need to understand Muslims whom they shared the same planet and to respect their beliefs, needs, angers and aims. She expressed that it was possible to understand it with the help of Prophet s life wich was able to lighten to darkness and frightening times with his original mastermind and wisdom. During middle age, Armstrong emphasised that western which had seen to Islam as a target, has become a cultural sewer under barbarian tribes threat, but Islam as a great world power, has continued its existence. Armstrong found favourable Holiness Prophet s marriages which of the main critic subjects in Western and she emphasised that Holiness Prophet stayed married with only Holiness Hatice in a community which is common polygamy such as Mecca. She expressed Holiness Prophet s other marriages were, politics, not cause of his lustfulness and there wasn t an idea making a hareem. Today Armstrong gave the best answer with these expresses to slander and defamation workings to Holiness Prophet which are been tried to be done by some people and groups in this subject in Western. Armstrong expressed that Holiness Prophet was an interlocuter to divine inspiration via Gabriel, and God sent o book which was in their language to Arabs with a collocutor who was one of themselves. However Arabs declared that they responded harshly to Holiness Prophet and the first believers because of pagan rituals with the cause of their not having a suitable position with religion. Armstrong expressed about Garanik event that it wasn t true the thinking of Quran was blurred in any time by devil even if this event s existence was real and in a manner of speaking she denied this event. Armstrong expressed that not only Hejira is a change of adress but also it is a milestone for exactly realising of Muhammad s Quran ideal. Armstrong claimed that emigress attacked and plundered their own tribes camel trains as improving a job named raider for their livelihood. I mean she described Seriyye and Gazve as plunder. We have thought that she was affected by other orientalists expreses. Armstong emphasised that Holiness Muhammad is being introduced as a war leader who imposed to establish Islam forcely whereas reality is different and he fought for his life and he didn t impose anybody for changing somebody s religion. Also she declared that after Badr, Uhud and Trench wars neighbourhood tribes wich believed Quraysh domination stayed behind, accepted Muhammad s distinction. She expressed that after these five years when are full of mortal dangerous, Muslim community s existence hope increased. Armstrong expressed that tree Jewish tribes place of residence which are residential in Medina, can participate in Mecca army in a surrounding moment and they can be a secret dangerous cause of giving an attack innerside to Muslim ummah. She expressed that Qaynuka died consequence of like an infidelity and after Nadirsons initiative regulation of an assassination to Prophet they were exiled to out of Medina, Benu Qurayzah s infidelity finished with being killed of seven hundred men and being sold their women and children as a slave. Armstrong evaluated this event which was described a forecity by many orientalists, in her situation and she emphasised that, in that term, it wasn t needed to wait an Arab chief showed mrcy to treacherous like Qurayzah. Armstong emphasised that as Muhammad was applying a courageous plan to carry out a conflict for visiting Kabah in any time. He directed to Mecca and in consequence; Qurayshis had to make convention with Muslims, after this convention more Bedouin tribes were affected and it became tendency to attend Islam.

47 İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 42 Armstong emphasised that Qurayshis had directed to Mecca with a ten thousand peopled army because of behaving eccentricly to Hudaybiyyah convention and Qurayshis opened the door of city against this overwhelming power and its consisting mean, the city was conquered without shedding blood. Armstrong expressed that untill Holiness Muhammad who had a predigious intelligence died, he collected almost all nomadics of Arabia under a new ummah framing, he brought authentic spirituality which was suitable for Arabs own traditions and next century after himself he moved off power source of an empire which would be built from Himalayas to Pirenes. Armstrong indicated that Holiness Muhammad s life and successes affects Muslim s spiritual and moral visisons forever and cause of being perfect human and ideal example, people who believe struggle to reach his standarts. Our things we want to Express are that, Karen Armstrong emphasised both she interrogated the past of orientalism and the key factor was understanding to Holiness Prophet about Western s setting up positive relationship with Muslims. She studied to give his prophethood and his humanity dimension with the suitable expresses to our sources. Some points which were wrong and lacking were commented both in this our article and our thesis.

48 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : [201?] Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile Düşünce Okulu nun Ecel, Ömür Ve İlim Anlayışı In The Context Of Fatal, Death And Knowledge Mentality Of Mutazila School Namık Kemal OKUMUŞ ÖZ: Çalışmamız süresince Mu tezile Düşünce Okulu nun ezelî yazgı bağlamında ecel düşüncesini ele aldık. Zira ecel konusu, kader düşüncesinin içerisinde merkezî bir konumda bulunmaktadır. Öyle ki, İslâmî geleneğin büyük bir kısmında ezelde takdir edilmiş olan ecel ve ömür algısı, yine ezelde yazılmış olan kader düşüncesinin bir devamı niteliğinde görülmüştür. Her ne kadar Mu tezile ekolü, klâsik Ehl-i Sünnet düşüncesinden farklı olarak insan sorumluluğunu dikkate alarak meseleyi tanımlamıştır denilebilirse de, son tahlilde onların kader anlayışları da ezelî ilim anlayışlarının gölgesinde kalmış gibidir. Bu yüzdendir ki, beşer tasavvurunu derinden etkilemiş olan bu kadîm sorun, sağlıklı bir çözüme kavuşturulamadığı gibi, hâlâ insanlığın başat problemi olmaya devam etmektedir. Anahtar sözcükler: Ezelî takdir, kader, ecel, ömür, ilim, rızık, lütuf. ABSTRACT: During our work, we have discussed Mutazila School s death idea in the concept of primordial destiny. Because death is located as a central location in the idea of fate. It is appreciated that the perception of life and death is a continuation of the idea of past eternity, whose fate has been written. Mu'tazila school, as opposed to the classical idea of Ahl al-sunnah, explained the topic by considering human responsibility. However, their way to understand fate has remained in the shadow of their understanding of primordial knowledge. That s why, this ancient issue which effected human conception deeply and not resolved yet, is still one of the biggest problems. Keywords: Primordial destiny, knowledge, fate, death, lifetime, livelihood, grace. 1. GİRİŞ İslâm kültür tarihi içerisinde kaderci eğilimin temel unsurlarından birisi olarak kabul edilmiş olan ecel algısı, kişisel özgürlük bağlamında ele alınması gereken önemli bir meseledir. Düşünce geleneği itibariyle konunun ezelî yazgı bağlamında ele alınmış olması, kanaatimizce ilgili sorunun çözümüne de herhangi bir katkı sağlamayacaktır. Bu nedenledir ki, Mu tezile Düşünce Okulu nun kurucu ataları, 1 bahse konu olan algıyı, ezelî takdir alanı içerisinde değil, Yrd. Doç. Dr. Namık Kemal OKUMUŞ, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi. 1 Meşhur olan görüşe göre Mu tezile Mezhebi nin kurucu atası Vâsıl b. Ata (ö. 131/748) dır. Onun mezhebin kurucu fikri mesabesinde olan el-menzile açılımı ise, ekolün hem fikrî anlamda doğuşundaki hem de mezhepleşmesindeki ana sâik olarak kabul edilebilir. Rivâyete göre büyük üstad Hasan Basrî (ö. 110/728) ye Haricîler, büyük günâh işleyenler hakkında Mürcie nin yaklaşımlarını sorduklarında, Vâsıl hocasının cevabını beklemeden hemen ileri atılır ve bu husustaki fikrini söyler. Ona göre büyük günâh işleyen ne Haricîlerin dediği gibi kâfirdir, ne de Mürcie nin iddia etmiş olduğu gibi mü mindir. Bilâkis ikisi arasında bir yerde yani el-menzile beyn el-menzileteyn dedir. Bununla kalmayan Vâsıl, fikrini ifade ettikten sonra hocasından ayrılıp kenara çekildiğinde, durumun nezaketinin farkında olan Hasan Basrî de bunu üzerine: Vâsıl bizden ayrıldı! (Kad i tezele annâ l-vâsıl) demek suretiyle gerçekleşen oluşuma adını vermekten geri durmamıştır. Bunun üzerine Vasıl ve mezhebin önde gelen şahsiyetlerinden olan Amr b. Ubeyd (ö. 144/761) o meclisten ayrılmışlardır. İlginç olan şudur ki, hayatının kırk kusur yılını Mu tezile içerisinde geçiren Eş arî de Vâsıl ın ortaya koymuş olduğu bu yaklaşımla paralel olan bir eylem tarzıyla Mu tezîle den ayrılmıştır. Belki de bu yüzden, içerisinde yetiştikleri ana bünyeden kopup gelen şahsiyetlerin fikrî keskinliğinin diğerlerinden daha etkin konumda seyretmesinin sebepleri oldukça anlaşılır durmaktadır. (Bkz. İbn Nedim, Fihrist, Beyrut 1994, s. 206; Ebu l-hasen el-eş arî, Kitâbu l-luma fi r-reddi Âlâ Ehli z-ziyâğ ve l-bidea, Beyrut 1952, s. 76; Abdulkâhir Bağdâdî, el-fark Beyn el-firâk, s ; Abdulkerim eş-

49 Namık Kemal OKUMUŞ 44 daha ziyade kişisel özgürlükler bağlamında ele almaya özen göstermişlerdir. Onların bu çabası sayesindedir ki, özgürlük-sorumluluk değeri üzerinden misak alınmış olan beşerin haddizatında kendini ifade edebileceği güçlü bir düşünsel alan da ortaya çıkmıştır. Mamafih adı geçen mezhebin kurumsal anlamda gelişim basamaklarına göre farklılaşmış olan fikrî eğilimlerden olan Basra ve Bağdat Okulları da konuyu bu bağlam dışına taşırmamıştır. Bu yüzden, Mu tezîlî gelenekte bireysel sorumluluk düşüncesi içerisinde ele alınmış olan ezelî yazgı fikri, ilgili kabulün mâkul sınırlarını da tayin edecektir kanaatindeyiz. Mu tezile Mezhebi, tarihsel olarak İslâm düşüncesinin gelişmesinde büyük katkıları olmuş olan bir düşünce okulu dur. 2 Bu mezhep, gelişim itibariyle birbirini bütünleyen iki farklı kola da ayrılmıştır. Beş esas adıyla Mezhebin temel esasları olarak bilinen meşhur ilkeler, 3 kolları oluşturan düşünce adamları vasıtasıyla geliştirilmiş ve de sistemli bir hâle getirilmiştir. Mu tezile nin iki büyük kolu arasında temel esaslar hususunda belirgin bir fark olmasa da, tâlî konularda bazı görüş ve değerlendirme farklılıklarının olduğu da bir gerçektir. Tâbir caiz ise bu ayrılıklar, genel olarak mezhebin düşünsel çizgisini değiştirebilecek temel esasları ilgilendiren ana konularda değil, bazı ikincil alanlarda baş göstermiştir. 4 Mezhep içi tartışma konuları olarak da görülebilecek olan bu farklılıklar, Mu tezîlî düşüncenin ana karakterine bir halel de getirmemiştir. Bu yüzden sistematik eleştirilerimiz bâkî kalmak kaydıyla iddia edebiliriz ki, mezhep içerisinde oluşmuş olan bazı ayrılıklara rağmen yine de Mu tezile Mezhebi, özgür Şehristânî, el-milel ve n-nihâl, Beyrut, 1992, I, 38, 39; Ebu l-muzaffer İsferâyînî, et-tabsır fi d-dîn ve Temyîzu l- Fırkati n-nâciye ani l-firâki l-hâlikin, Mısır 1940, s. 65; İbnü l- Murtazâ, Tabakâtu l-mu tezile, Beyrut 1961, s. 4-5). 2 Mu tezile ismi, ilk defa Hz. Ali dönemindeki kargaşa ortamında hiçbir gruba katılmayan ve tarafsız kalanlar için kullanılmıştır. Bu dönem için itikâdî farklılaşma çok belirgin olmadığından esas ayrışma daha sonra olmuştur. Mu tezile olarak, hicri II. asırdan itibaren Basra da oluşan Müslüman düşünürler topluluğu ifade edilmektedir. Mu tezile Mezhebi, H. II. Asrın ortalarından itibaren ortaya çıkan ilk düşünce okuludur. Abbasîler döneminde ise Bağdat ekolün önemli merkezlerinden birisi olmuştur. Bu nedenledir ki, onların, akâid ve kelâmla ilgili olan her kavramın oluşmasında şu veya bu şekilde katkıları olmuştur. (Bkz. Osman Aydınlı, Mu tezile nin Beş Esasının Teşekkülünde Ebü l-hüzeyl in Yeri, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1998, s. 12). Bu düşünce okulu, hem kelâm, hem de akâid sahasında varlığını sürdürmüştür. Mu tezile kavramının kendisinden doğmuş olduğu itîzâl kelimesi, uzaklaşmak, ayrılmak, bir tarafa çekilmek anlamlarına gelen (a-z-l) kelime kökünden türetilmiştir. (Bkz. Ebu l-fazl İbn Manzur, Lisanu l-arab, Beyrut 1988, XI, 440; Abdulkerim eş-şehristânî, age, I, 38; Ebu l-abbas Makrîzî, Kitâbu l-mevâizu ve l-itîbâr bi-zikri l-hitât ve l-âsâr, Londra 1995, II, ; Abdurrahman es-samedî, el-adl-i İlâhî, Beyrut 1996, s ; Ebu l-kasım el- Belhî, Fazlu l-itîzâl ve Tabakâtu l-mu tezile, Tunus 1974, s ). Grubun adlandırılmasıyla ilgili olarak da geleneksel olan kabule göre, Vâsıl b. Ata nın büyük günâh (mürtekibu lkebîre) meselesinde hocası Hasan Basrî den ayrılması neden olarak gösterilir. Başka bir görüşe göre ise, mezhebin büyüklerinden olan Amr b. Ubeyd in, büyük bilgin Katâde (ö. 118/736) nin meclisini terk ettiği için ayrılanlar, yan çizenler anlamında meşhur olduğu ifade edilmiştir. Diğer bir görüşe göre ise bu kişiler, tarafsızlar anlamında, Hz. Ali dönemindeki iç savaşlarda hiç kimsenin yanında durmayanlar olarak bilinir. (Bkz. İbn Nedim, age, s. 206; Eş arî, age, s. 76; Bağdâdî, age, s ; Şehristani, age, I, 38-39, 65; İbn Murtazâ, age, s. 3-5; İsferâyînî, age, s. 65; Kemal Işık, Mu tezile nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, Ankara 1967, s. 59; İrfan Abdulhamid, İslâm da İtikâdi Mezhepler ve Akâid Esasları, İstanbul 1983, s ). Kendileri ise, bu ismin Kur an dan alındığını çeşitli âyetleri delil göstererek ileri sürmektedirler. Bu iddiaya göre onlar bu ismi, dalâlet topluluğu olan Ehl-i Sünnet ve l-cemaat ile Haricîler den ayrıldıkları için almışlardır. (Bkz. Kâdî Abdulcabbâr, el-mecmû Li l-muhît bi t-teklîf, Kahire ts., s. 422; Makrizî, age, II, 476; İbn Manzur, age, XI, 440). 3 Mu tezile Mezhebi nin beş esası olarak bilinen ana ilkeleri şunlardır: 1-Adl, 2-Tevhid, 3-İnfâzu l-vaîd, 4-El- Menzile Beyne l-menzileteyn, 5-El-Emr Bi l-ma ruf Ve n-nehy Ani l-münker. (Bkz. İbn Ebi l-izz el-hanefî, age, s. 643). 4 Mezhebin iki büyük kolundan biri olan Bağdat Kolu, Basra Kolu ndan farklı olarak Hz. Ali yi dört halifenin en üstünü olarak görmektedir. Ayrıca Bağdat ekolü, dönemleri itibariyle siyasetle de iç içe olmuş ve mezheplerinin görüşlerini iktidar eliyle yaymayı öncelikli olarak ele almışlardır. Kişisel özgülüğü kendisine miyar edinmiş olan bir düşünce okulunun iktidara eklemlendiği bu süreç, Mu tezîlî düşünceye yarardan çok zarar getirmiştir. Belki de ilgili düşünce okulunun halkın gözünden düşmesinin nedenlerinin başında, bu dönemde devlet aygıtı kanalıyla yapmış oldukları fikrî baskılar gelmektedir. Zira onların bu baskıcı uygulamaları, zaman içerisinde büyük bir mağdur kitlesinin doğmasına da zemin hazırlamıştır. O kadar ki, hadis okullarının zaferi olarak görülebilecek olan devirler, bahsi geçen bu sürecin peşi sıra gelen zaman dilimleridir. Bunun yanı sıra Bağdat ekolü, imamet anlayışı hususunda Şia ya yakın bir eğilim içerisinde de olmuştur. Hatta onlar, Basra Ekolü nün genel düşünce eğiliminin aksine, sadece Yüce Allah ın sıfatları hususuna değil, varlık meselesi ne de büyük bir önem vermişlerdir. Son olarak ifade edilebilir ki Bağdat Okulu, Yunan felsefesiyle de Basra Okulu ndan önce tanışmıştır. (Bkz. Ramazan Altıntaş, Sistematik Dönem Kelam Okulları Mu tezile-önemli İsimler, Temel İlkeler Ve Ana Eserler, Ankara 2012, s. 72).

50 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 45 düşünce taraftarları anlamında tarihsel kimliğini koruyarak günümüze kadar devam ede gelen yegâne hür düşünce mektebi olarak kabul edilmelidir. Mu tezîlî Düşünce Okulu nun ezelî yazgı anlayışını daha iyi kavrayabilmek için, öncelikle ekolü oluşturan iki büyük kolun temsilcilerinin genel fikrî eğilimleri üzerinde durmak gerekmektedir. Bu noktada kurucu atalardan sayılan düşünürler ile ilgili gruplardan daha bağımsız bir karakterde düşünce serdeden bir kısım Mu tezîlî aydının da yazgı anlayışlarına daha yakından bakmamız gerekmektedir. Zira ekolün hâlihazırdaki fikrî müktesebâtı, daha ziyade bu düşünürlerin fikirleri üzerinden teorik bir karakter kazanmış gibidir. Tarihsel olarak Mu tezile nin iki büyük kolu arasındaki düşünsel farklılıklar, küçük detaylar dan ibaret olduğu düşüncesi genel bir kabul olsa da, kanaatimizce ezelî yazgı konusunda ilgili düşünce ekolleri arasında oluşan farklılıklar, ilerleyen bölümlerde değineceğimiz gibi hafife alınacak cinsten şeyler değildir. Ezelî yazgı bağlamında denilebilir ki, diğer düşünce okullarında olduğu gibi Mu tezile Düşünce Ekolü nün Tanrısal Bilgi ye yaklaşımları da, kaza ve kader anlayışlarının paralelinde şekillenmiştir. Bu algıdan dolayıdır ki, ilgili düşünce ekolünün ezelî yazgı ve ecel anlayışlarının da, genel hatlarıyla ilim ve irade anlayışı üzerinde kurgulandığı görülmektedir. Bu yüzden Mu tezîlî düşüncede var olan ezelî takdir anlayışı, Yüce Allah ın ezelî ilmine uygun olarak yorumlanmış ve ezelî olan bu ilmin sonradan olacak olan her türlü değişimi de kapsadığı kanaatine ulaşılmıştır. Netice olarak denilebilir ki, insan özgürlüğünü temsil etme iddiasında olan bu yeni anlayış, kulların iradeli fiillerinin aidiyeti konusunda Yüce Yaratıcı ya dönük güçlü bir açılımı da beraberinde getirmekle beraber, İslâm kültüründeki genel kaderci eğilimin dışına da çıkabilmiştir. Öyle ki bu açılım, kitlelerde güçlü bir farkındalığı da beraberinde getirerek, sorunun bireysel sorumluluk ilkesi üzerinden tartışılmasının da işaret fişeği olmuştur. Bugün itibariyle ilâhî irade den bağımsız mânâda bir ifade özgürlüğünden bahsedilebiliyorsa, bunda ilgili okulun düşünce ve eylem planında büyük bir katkısının olduğu da akıllardan çıkarılmamalıdır. Geneli itibariyle Mu tezîlî düşünürler için söylenecek şey, onların ezelî yazgı konusunu ahlâki açıdan değerlendirme eğilimin sahip oldukları yönündeki kanaattir Mu tezile Düşünce Okulu nun genel kanaatine göre, Yüce Allah ın ezelî ilmi, kulların davranışları üzerinde zorlayıcı bir karakterde değildir. Bu yönüyledir ki onların ilim anlayışları, diğer düşünce okullarından bütünüyle farklı bir sistematik içerisinde ele alınmıştır. İlgili okulun ekser düşünürlerinin kanaatine göre, Yüce Allah ın ezeldeki bilgisine dayalı olarak takdir etmiş olduğu bütün olgular, kulların eylemleri üzerinde baskıcı bir nitelik arzetmediğinden, kullar kendi iradeleri ile işledikleri fiillerden mutlak mânâda sorumlu tutulacaklardır. Kulların işlemiş oldukları fiillerin, ezelî ilmin münderecâtıyla mütenasip bir şekilde takdir edilmiş olması da, son tahlilde Cenâb-ı Allah ın ezelî olan bilgisinin, kulların bilgisine göre öncelikli oluşuyla da açıklanmıştır. Ezelî olan bu bilgiye dayalı olarak kaleme alınan Levh-i Mahfuz daki kayıtlı durum, dünya hayatındaki olası değişikliklerden etkilenmeyecek kesinlikte ifadeler içermektedir. Bu yazgı anlayışının kümülâtif bir şekilde değerlendirilmesi ise ilgili düşünce okulu içerisinde şu doktriner sonucun doğmasına kapı aralamıştır: Ne şekilde olursa olsun insanın eceli, Allah ın ezelî olan ilmindeki bir takdire göredir ve bu yazgıyı insanın sonradan oluşan davranışları bozamaz. 5 İnsan fiillerini Yüce Allah ın ezelî ilminin kapsamında değerlendirme alışkanlığı, İslâmî ekollerin genel bir düşünce karakteristiği olarak görülmektedir. Hür düşünce ile birlikte sorgulama ve mantıklı düşünebilme yeteneklerini temel ilke olarak benimsemiş olan Mu tezîli düşünürlerin, insan sorumluluğunu iptal eder şekilde bir ezelî ilim anlayışına sahip olmaları düşünülemez. Bu nedenledir ki ekol içerisinde Ehl-i Sünnet in ilim algısına yakın düşünenler olduğu gibi, ezelî ilmin kapsama alanını ilâhî irade üzerinden değerlendirenler de vardır. İkinci 5 İbnü l- Murtazâ, Tabakatu l-mu tezile, Beyrut 1961, s. 98; İbn Hazm, Kitâbu l-fasl fi l-milel ve l-ehvâ ve n- Nihâl, Mısır 1902, III, 84-85; A. Mahmud Subhi, ez-zeydiyye, Kahire 1984, I, 371; Ebû Bekr Bakıllânî, et-temhid fi r-reddi Ale l-mülhidi l-muattıla ve r-râfıza ve l_havâriç ve l-mu tezile, Kahire 1947, s. 332; Abdurrahman Bedevî, Mezâhibu l İslâmiyye, Beyrut 1979, I, 623.

51 Namık Kemal OKUMUŞ 46 düşünüş şekliyledir ki, ilgili algının varmış olduğu son nokta, insan sorumluluğunu ön plana çıkarmış olmasıdır. Mamafih gerek Mu tezîlî düşüncede, gerekse de klâsik Ehl-i Sünnet düşüncesinde temel bir çelişki olan kişinin iradeli fiillerinin ezelî ilme dayalı olarak takdir edilmiş olması algısı, zaman zaman zihinleri de bulandırmamış değildir. Adı geçen zihinsel bulanıklığı Mu tezile ekolünün düşünce kalıpları üzerinden kritik eden Watt, hür düşünce okulunun mensuplarıyla ilgili olan eleştirilerini şu şekilde ifade etmektedir: Kaza ve kadere inanıyorsak maktulun ecelinin de tayin ve takdir edilmiş olduğunu, kişilerin bu bilgiye uygun olarak ölmesini kabul etmeliyiz. Çünkü ilâhî bilgi, sonradan olan değişimleri kabul etmez. Bu yüzden Allah bilir ifadesi şeklen Allah a iman kabilinden olup, gerçekte ise faili açıkça belli olmayan, üstelik hadiseleri tayin ve takdir eden bir bilgiyi değil de ancak bunları tavsif eden bir bilgiyi ima eder. İnsanın kabiliyet ve kudretinin kendi kaderini tayin edebileceği anlayışı da bu açıklıktan çıkarılmıştır. Bu ilim anlayışı ile fatalizm aşılamaz. Zira insanın kaderi konusunda tespit ve gözlem rolü hariç bütün takdiri Allah a bırakan bir ilim anlayışına sahip oldukları görülmektedir. Hâlbuki teklif bir kudret i gerekli kılmış olmalıydı. 6 Mu tezile nin ilim anlayışını Ehl-i Sünnet in ilim anlayışından ayıran temel fark, ezelî ilmin karakteri hakkındaki yaklaşım farklarıdır. Zira Mu tezile Mezhebi nin ekser ulemasına göre Yüce Allah ın ezelî ilmi, kişilerin iradeli eylemleri üzerinde zorlayıcı bir karakterde olmadığı için, kişilerin iradeli fiillerinin ezeldeki ilmin kapsamında biliniyor olmuş olması bir eksiklik olarak görülemez. Bu anlayışın paralelinde sistemleştirmiş oldukları maktul un eceli yaklaşımları da, temelinde Yüce Allah ın değişmez ilim ve bilgi anlayışı üzerinden tesis edilmiştir. Konuyu daha da detaylandırmış olan Mu tezile: Bizim bir insanın katl-öldürmefiilini işleyeceğini önceden bilip, bir tarafa yazmamız, nasıl ki o kişinin fiiline icbarî anlamda bir etkisi yoksa, Yüce Allah ın tespiti de böyledir. Çünkü O nun ilminin insan davranışlarına göre öncelikli oluşu, fiilin Allah a aidiyetini doğrulamaz derken, hem ezelî ilme uygun bir şekilde belirleme yapmış olmanın Yüce Allah ın ilminin mahiyetine uygun oluşunu, hem de akabinde bu ilmin tarafsız olabileceğini işleri sürmüşlerdir. Onlara göre Yüce Allah ın ezeldeki bilgisi, O nun kudret ve adâletiyle uyumlu bir tarz oluşturduğu zamandır ki, ezelî olan o bilgiye uygun içerikte işler yapılmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde Mu tezile Mezhebi adıyla tesmiye edilmiş olan bütünüyle homojen bir düşünce topluluğundan bahsedilemediği içindir ki, bu isimle anılan ve da birbirinden çok farklı düşünen kelâmcıların olduğu da bir gerçektir. 7 Bu nedenle, muhaliflerin onları tanımlarken kullanmış oldukları toptancı ifadeler, hemen her konuda paralel düşünen ve yeknesâk bütünlük arzeden fikrî bir teşekkülü ifade etmez. Zira adı geçen bu okul içerisinde hem fikrî anlamda, hem yapısal olarak, hem de bölgesel kaynaklı pek çok uyuşmazlık noktaları da bulunmaktadır. O kadar ki, ezelî yazgı ve ecel konusu da bu zihinsel karmaşanın ya da çeşitliliğin dışında ele alınamaz. Haddizatında Mu tezile nin yapmış olduğu veçhile insanın iradeli fiillerini kişisel sorumluluk bağlamında değil de, ezelî tespit bağlamında ele almak, Yüce Allah ın tenzîhî değerlerine bir katkı da sağlamayacaktır. Kanaatimizce onların iddia ettikleri şey de, insanı köleleştirmekten maada, bundan daha ötesini yani Yüce Allah ın konumunu ilgilendirmektedir. Hâlbuki Mu tezile Mezhebi, esas olarak, fiillerin ezelî ilimle olan bağından çok, kimin tarafından yaratıldığıyla ilgiliydiler. Bu yüzden de onlar, kişisel sorumluluğu iptal eden kesb anlayışına da şiddetle karşı çıkmışlardır. Netice olarak denilebilir ki, fikrî yapı anlamında muarızları olan Ehl-i Sünnet Ekolü nden hiç de farklı olmayan şu 6 Montgomery Watt, Hür İrade ve Kader, İstanbul 1996, s , 196. Batı felsefesinin büyük filozoflarından kabul edilen Kant da teklif kavramının kudret içermesi gerektiğini ifade eder. (Bkz. Halife Keskin, İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, İstanbul 1997, s.196). 7 Siyasî ve itikâdî farklılaşmanın tazyikiyle Mu tezile Mezhebi mensuplarına Kaderiyye, Cehmiyye ve Muattıla gibi isimler de verilmiştir. Bu isimlendirmelerin ortak özelliği ise, bütünüyle muhalifler tarafından verilmiş olmasıdır. (Bkz. Bağdâdî, age, s ; Samedî, age, s. 85, 113; Işık, age, s. 57; Abdulhamid, age, s. 94). Onların tanımlamalarına göre Kaderiyye ezelî takdir konusunda şöyle düşünmektedir: Kaderiyye, maktul, ecelinden önce ölür, der. Bu Kitab ın âyetine ( A raf, 7/34) aykırıdır. Ölüm, sebeplere bağlıdır. Kâtil de bir sebeptir. Hastalık vb. gibi. (Bkz. Bağdâdî, Usûl, s. 143; Sabûnî, Matüridiyye Akaidi, Ankara 1991, s. 159; Ebu Muhammed el-irakî, el- Fıraku l-müfterika Beyne Ehli z-zeyğ ve z-zanadika, Ankara 1961, s. 451).

52 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 47 değerlendirme, okulun tamamını temsil etmese de Mu tezile Düşünce Ekolü nun ecel anlayışını büyük ölçüde ortaya koymaktadır düşüncesindeyiz: Allah ın malumu olan bir bilgiyi katil ters çeviremez. Zira Yüce Allah ın ilmindeki bilginin değişmesi mümkün değildir. Öyleyse hem katl, hem kâtil, hem de maktul, Yüce Allah ın malumu olan ve ezelde takdirli bir yazıyı içeren ilme göre oluşan sonuçlar olara kabul edilmelidir. Neticede ecellerin tayin ve takdirle oluşu, Yüce Allah ın ilmiyle tespitli oluşunu anlatır ki, kâtilin buna müdahalesi imkânsızdır. 8 Sadece Ehl-i Sünnet düşüncesi ile değil, neredeyse bilumum Müslüman ekoller ile Mu tezile düşüncesi arasında süreç içerisinde oluşan fay, epistemolojik bir ayrışmayı da beraberinde getirmiş gibidir. Ne gariptir ki, Sünnî dünya, ya da daha spesifik anlamıyla Ehl-i Sünnet topluluğu, kimliklerin aidiyeti noktasında müzmin muhâlif tabiriyle ifade edilebilecek olan bir fikrî eğilim içerisinde olmayı kendileri için normal bir davranış olarak görmüşlerdir. Bu eğilimin başat karakteri ise aidiyet hissinin kader, ecel ve ezelî ilim bağlantısı noktasından hareketle tesis edilmiş olmasıdır. Bu meyanda onlar, Mu tezile nin onulmaz muhalifi olmayı kendileri için bir çıkış yolu olarak da görmüşlerdir. Hâlbuki eleştirdikleri bu durum, kendi fikrî eğilimlerinden pek de farklı olmayan yeni bir düşünce simetrisine kapı aralamıştır. Öyle ki bu düşünsel eğilim, paralel fikrî kodlarından hareket ettiği için, yazgı algısı noktasında paydaş bir durumun ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Bu itibarladır ki Ehl-i Sünnet uleması, katlöldürme/öldürülme fiili üzerinden, ebedî muhalifleri gibi gördükleri Mu tezîlî düşünceyi eksik bir anlayışla eleştirme cihetine gitmişlerdir. Zira bu hareket tarzıyla onlar, irâdî fiillerin Yüce Allah ın ezelî ilmiyle olan bağı konusunda kendi düşünce tarzlarıyla benzeşen bir yaklaşımı da görmezden gelebilmişlerdir. Onların Mu tezile yi tanımlarken içerisine düşmüş oldukları şu toptancı yaklaşım, hükümlerinin isabeti konusunda kuşku uyandırmakta gibidir: Mu tezile, hem kesb i hem de yaratma yı insana vererek, Allah ın ilmine uygun olmayan bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Hâlbuki Yüce Allah, taat ve masiyeti de önceden bildiği için bu şekilde takdir etmiştir. 9 Ezelî yazgı konusunda insanın iradeli eylemlerindeki sorumluluğunu devre dışı bırakan geleneksel kabuldeki bu açmazdan kurtulmak için farklı çözüm yolları da aranmıştır. 10 İlgili çözüm yollarından biri olarak, bilme ile yazma nın niteliksel olarak farklı oluşundan hareketle sorun aşılmaya çalışılmıştır. Bu noktada Yüce Allah ın insanın iradeli eylemlerini bilmesi ni nötr kabul edip, aynı şekilde Allah u Teâla nın ezelde yazmış olmasını nı ise mümkün görmeyenler, 11 kişisel fiiller konusunda insanın serbest iradesini ön plana çıkarmak istemişlerdir. Bu çözüm sahipleri, öncelikli olarak şer bir eylem olan katl ve maktûl olayında insanın fiillerine dönük olarak ortaya konulmuş olan bu eğilimi, kişisel sorumluluk çerçevesinde ele almışlardır. Yoksa onların bu tercihi, kişinin bütün yaşamsal alanlarını kapsar şekilde ihata edilmemiştir. Bu aşamada konunun bağlamsal çerçevesinde ileri sürülebilir ki, söz konusu insan hürriyeti olduğunda, asıl kaynak kişilerin sözleri değil, temel esaslar olmalıdır. Kur an ın açık verileri göz önünde dururken hiçbir beşerî söz onu ta til edemez ve de o sözün üstünde ilke ihdas edemez. Ezelî yazgı algısını Yüce Allah ın küllî ilmiyle bütünleştiren düşünceye göre, katilin katl olayını ve maktûlun katledilmiş olacağını önceden bilmek, ölümü ve eceli oluşturan şartları nasıl olacaksa öyle biliyor olmayı da kapsayacağından, sürecin ifadesi için temel olarak ezelî bilgi ye dayalı bir yazgı formu kabul edilmiştir denilebilir. Hâlbuki yukarıdaki kabul, insana sorumluluk alanı bırakmamaktadır. Eğer bu düşünce kendi içerisinde tutarlı bir şekilde 8 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu l-kur an, Kahire 1969, I, 170, II, 517; Sırrı Giridi, Nakdu l- Kelâm Fi Akaidi l- İslâm, İstanbul 1324, s ; Osman Karadeniz, Ecel Üzerine, İzmir 1992, s Ramazan Efendi, Akaid Şerhi, İstanbul 1965, s Mu tezile Mezhebi nin genel çözümlerinden birisi, iyiliği-hayr Yüce Allah a, kötülüğü-şerr de insana ait fiiller olarak hamletmiş olmasıdır. Bu anlayışa göre kötülük kula nispet edilince, kulun işlemiş olduğu fiil de kendi irade ve kudretine müteallik olarak oluşmaktadır. (Bkz. Muhammed Fuzûlî, Matlau l-itikâd fî Mârifeti l-mebdeî ve l- Meâd, Ankara 1962, s. 49). 11 Saduddîn Taftâzânî, Şerhu l-akaid, İstanbul 1304, s. 64; Hasan Hanefi, Mine l-akide, Kahire 1988, III, 347; Mustafa İslamoğlu, İman Risalesi, İstanbul 1993, s. 229.

53 Namık Kemal OKUMUŞ 48 kodlanmış olsaydı, yani diğer bir deyişle bu kabul, sistemli bir düşüncenin ürünü idiyse bu noktada şu sorunun açık yüreklilikle sorulması gerekirdi: Cenâb-ı Allah ın ezelî olan bilgisi, sonradan meydana gelecek olan şeylerin takdirinin de yegâne kaynağı ise, insanın iradeli eylemlerinin ezelde takdir edilmesinin ne anlamı olabilir ki? Zira bu tespitin yedeğinde ileri sürülebilir ki, ezeldeki yazgı inancının insan sorumluluğuna getirmiş olduğu karmaşadan başka bir kazanımı bulunmamaktadır. Hem, Yüce Allah ın bir şeyi ezelde yazmasıyla, süreç içerisinde yazması arasında kişisel sorumluluklar açısından olmasa da, O nun takdiri açısından herhangi bir fark da bulunmamaktadır. Zaten hiç kimse Yüce Allah ın ezelî olan mutlak bilgisini sorgulamamaktadır. Problemin kaynağı, insanın irâdî eylemlerinin bütünüyle kendi istek, arzu ve fiilleri dışında muhayyel bir tasavvurla belirlendiğinin ileri sürülmesidir. Hâsılı, varlıkla ilişkisinde merkez duygusu adalet, merhamet ve ahlâk olan yüce bir Tanrı nın insan için bu denli itiraz alanı bırakacağı düşünülmemelidir. Ancak klâsik Sünnî gelenek, yazgı anlayışının temeline önceden bilme öğesini yerleştirdiği için, insanın fiilleri konusunda farklı bir sonuca varabilmelerinin de önünü tıkamıştır. Nitekim de bu durumun kabulü, kendi fikrî rasyonalitesi içerisinde bile çelişik bir durum arzetmektedir denilebilir. Zira ilgili düşüncenin genel eğilimine göre ölüm bilgisi, ezeldeki bilginin tespitli bir hâlinden başka bir şey değildir. Zaten süreç de, bu ezelî bilgiye uygun olarak işlemektedir. Durumun nazikliğini gösteren şu ifade ise bahsedilen yazgı anlayışının kişilerin iradelerini de bağlayıcı bir mahiyet taşıdığını haber vermektedir: Ölüm, kaderin takdirli oluşundaki bir bilgidir. Bu bilgi insanı bağlayıcı niteliktedir. 12 Bu noktadan hareketle denilebilir ki mesele, ahlâkî açıdan pek çok güçlüğü beraberinde taşımaktadır. Ezelî yazgının mahiyeti konusundaki şu soru, disipliner anlamda cevaplanmadığı sürece, düşünce kodlarımızdaki çelişik durum ilânihâye devam edecektir: Ezelî ilme uygun düşen, fiilin önceden yaratılması mıdır? Yoksa yazılması mıdır? Yoksa kâtilin, kendisi için yaratılanı tercih etmesi midir? 13 Hâlbuki insanın iradeli eylemlerindeki sorumluluk ilkesini dışarıda bırakmayacak şekilde bir ilim anlayışı ortaya konulabilseydi, süregelen zihinsel güçlük kendiliğinden bertaraf edilmiş olabilirdi. O zaman bu güçlüğü aşmak için çeşitli çareler aramak zorunda da kalınmazdı. Belki de sırf bu nedenden ötürü geleneksel düşünce, ölümün ve hayatın ecelini birbirinden ayırma yolunu da tercih etmiştir. Onlar hayatın ecelini potansiyel olarak Yüce Allah ın ilmiyle bilip tespit ettiği müddet 14 olarak açıklamışlardır. Bu çaba ise nihayetinde insanın fiillerinden sorumlu olmasına bir katkı sunmamış, hatta probleminin makyajından öte bir sonuç da doğurmamıştır. Kanaatimizce çözüm mercii olarak ortaya konulmuş olan bu yaklaşım, esas itibariyle ölüm eceli nin ezelî bilgiyle olan ilişkisinin sınırlarını da kapsadığı için, hesaba müteallik kişisel iradenin etkinliği konusunda yine de eksik bir yaklaşım olarak karşımızda durmaktadır. Mu tezile Mezhebi nin ecel konusundaki genel kanaati, ekolün bütünü için ortak bir kanaati ifade etmezse de, düşünürlerin bireysel eğilimlerindeki ufak tefek farklılıkları dışarıda tutulacak olursa, şöyle bir paragrafta toparlanabilir düşüncesindeyiz: Ecel, vakit demektir. Yüce Allah ın her insan için çizdiği bir hayat müddeti vardır. Ecel de bu müddetin adı ve vaktin sonudur. Bu vakti Yüce Allah ezelde bildiği için, O nun bilmiş olduğu bu vakit de insanın eceli olmaktadır. Buna göre insan ve hayvan aynıdır. Tıpkı borç vb. de aynı olduğu gibi. Öyleyse, insan hayatının eceli, hayatın vakti ve süresi, ölümü ise, öldüğü zamandır. 15 Bazı müteahhîr Ehl-i Sünnet âlimleri arasında, taât e binaen yapılmış olan ömür artışları, (40+70+X yıl) gibi farklı seçenekleri içeren bir dizgede ele alınmış olması, ilk bakışta kişisel özgürlükler lehinde bir durum olarak görülse de, son tahlilde bu rakamların da ezelî bilgiyle ilişkilendirilme geleneği umut kırıcı olarak görülmektedir. Hâlbuki ömür artırıcı veya 12 İgnaz Goldziher, Ecel md, MEBİA, İstanbul ts., IV, 104; Keskin, age, s İbrahim İsferâyînî, Haşiye Ala Şerh-i Akaid-i Nesefi li l- Taftâzânî, İstanbul 1288, s Ebu Ya la el- Ferrâ, Kitabu l- Mu temed Fî Usulu d-din, Beyrut 1974, s Kâdî Abdulcabbâr, Şerh Usulu l-hamse, Kahire 1988, s. 780, 781; el-muğnî fî Ebvâbi t-tevhîd ve l-adl, Mısır 1962, XI, 4; İbn Ebi l-hadîd, Şerh Nehcu l-belâğâ, Beyrut 1965, V, 133; Eş arî, Makâlâtu l-islâmiyyîn ve İhtilâfu Musallîn, Weisbaden 1980, I, 321; Bakıllânî, Temhîd, s. 333; Bedevî, age, I, 623; Semih Dugaym, Felsefetu l-kader fî Fikri l-mu tezile, Beyrut 1985, s. 318.

54 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 49 ömür eksiltici eylemlerin kişisel iradeye dayalı fiiller olması kadar doğru bir seçenek olamaz. Tamamiyle kişisel tercihlere dayalı olması gereken bir artışı, ezelî takdir formunda ifade etmiş olmak, insanlığa kurtuluşu için açık bir kapı da bırakmamıştır. Üstelik de kâtilin eceli kesmiş olma ihtimali, Mu tezîlî düşünce içerisinde bile bütün detaylarıyla tartışılırken, Ehl-i Sünnet in bu grubu homojen bir düşünce ekolü olarak tanıtması, doğru bir yaklaşım değildir. 16 Hâlihazırdaki bulgulara göre ise Mu tezile Ekolü nün bu kadîm sorunu, Yüce Allah ın ilim, kudret ve irade sıfatlarıyla çözmek istemiş olduğunu göstermektedir. Câlib-i dikkat olan bu çaba neticesinde onlar, Yüce Allah ın iradesi ile ezelî yazgının mahiyetini zaman olarak farklı yorumlayarak insanoğluna bir nebze olsun nefes alma imkânı sağlamışlardır. Kanaatimizce Ehl-i Sünnet in Mu tezile yi eleştirirken kullandığı argümanlardan biri olan: Bunu iddia edenler, öncelikle Allah ın bilgisinin neleri kapsadığını, sonra da insanın ömrünün suresini bilmeliler ki, böyle bir hükme varabilsinler 17 ifadesi, ilgili ekolün genelini kapsayan bir değerlendirme değil, bazı Mu tezîlî düşünürlerin ileri sürdükleri fikirlerden ibarettir. Gerçi Ehli Sünnet Düşünce Ekolü, böyle kesin bir hükmü ifade etmekle, Mu tezîlî düşünürler tarafından ortaya konulmuş olan insanî birikime olan güvensizliğini ifşâ etmiştir. 18 Netice-i kelâm olarak denilebilir ki bu gibi teorik gerçekliklerden hareketle görünür vakaların izahının zorluğu, Mu tezile Ekolü nü oluşturan âlimleri sistematik olarak te vil anlayışına 19 sürüklemiştir. Onlara göre, gaybe ait olmayan bu sorunun, insanlığın düşünce dünyasını bu denli kuşatmış olması, çözüm yollarında karşılaştıkları pek çok güçlüğün üstesinden gelmelerini de engellemiştir. Mu tezile düşünce okulunun pek çok düşünürü de bu genel hükmün içerisinde yer almaktadır. Onların yaklaşımlarına göre ise bu sorun, hem Yüce Allah ın adâletine hâlel getirmeyecek şekilde, hem de insanı memnun edecek tarzda bir çözüme kavuşturulmalıdır ki, bu durum anlamlı bir çözümü ifade etsin. Ne hikmettir ki Mu tezile Okulu da ilgili soruna nihâi bir çözüm geliştiremediği için, geleneksel anlayışın güçlü izleğinde kaybolup gitmiştir. Teorik bazda epeyce farklılık içeren bu düşünceleri, onları halkın kabulüne mazhar kılmamış, bilâkis ana gövdeyle farklı düşünmelerinin bedelini de sosyal katmanlardan dışlanmakla ödemişlerdir. Bize göre metafizik bir değer olan Allah ın önceden bilmesi ile, tamamen bireysel tercihlere dayalı olarak oluşan ölüm vakası arasında zorunlu bir korelasyon aramak doğru değildir. Bu ikisi arasında birbirini tetikleyen bir zorunluluk yoktur, olması da ahlâkî değildir. Yüce Allah ın ölen kişinin canını melekleri aracılığıyla alıyor olması, 20 bu hususta herkes için bağlayıcı ve genel geçer bir yasanın olmasını da gerekli kılmalıdır. Ölüm vakasının teorik bir planlamayla ezelî bilgiye dayalı olarak önceden düzenlenmiş olması başka bir şey, onun ezelî yazgı haline getirilerek günlük hayat içerisinde bütün ayrıntılarıyla beraber takdir edilmiş olduğunu kabul etmek bambaşka bir şeydir. Çünkü iki durum da aynı anlama gelmemektedir. Hatta iddia edilebilir ki, diğer varlıklardan müstesna olmak üzere, kişisel hesabını doğrudan 16 Mu tezile Mezhebi nin yeknesâk bir şekilde tanıtımındaki asıl amaç, ilgili ekolün düşünce kamuoyundaki değerini düşürmeye yönelik bir hamle olarak da görülebilir. Zira bu konudaki yanlış ve de eksik tanımlamalar, halkın bu düşünce eğiliminden uzaklaşmasını, hatta yabancılaşmasını da beraberinde getirmiştir. Akılcı ve de hürriyetçi bir eğilime sahip olan bu düşünce ekolü, aslında insanın temel bir sorununu çözme iştahından hareket etmiş olduğu için, bu kadar hoşgörüyü de hak ediyor kanaatindeyiz. Nitekim de bu yanlış algıyı eleştiren Uludağ, şöyle bir tespit yapmaktadır: Mu tezile, ecel konusunda bir değil, birçok görüşe sahiptir. Bazıları Eş ariye ve Mâtüridiye ye uygundur. Hâlbuki Sünnî Ekol, Bağdat kolunu dikkate alarak eleştiri yapmıştır. Bu da onların yanlış ve eksik bilinmesine sebep olmuştur. Kendi kaynak ve eserlerine dayanarak fikirlerini vermek, ilmî ve fikrî mânâda dürüstlüğün gereğidir. Mu tezile, eksik tanıtıldığı için, eleştiriler de eksiktir. (Bkz. Süleyman Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, İstanbul 1982, s. 225). 17 Ebu Abdurrahman eş-şarânî, el-yevakıt ve l- Cevâhir Fî Beyâni Akâidi l-ekabîr, Mısır 1889, I, Mu tezile Mezhebi ile Ehl-Sünnet ekolü arasındaki esas ayırım, temel ilkeler üzerindeki yaklaşım farklılığı yani ilkesel uyuşmazlık yatmaktadır denilebilir. Zira Mu tezile, şer ifade eden eylemlerdeki esas sorumluluğu bireye vermekle, katl/maktul olayındaki bütün sorumluluğu insana yüklemiş olmaktadırlar. Bu düşünceye göre eğer kul şer ifade eden bu fiilini yaratıyor ise, ölümün-öldürmenin sebeplerini de kendisi oluşturmuş olmaktadır. (Naşi el-ekber, age, s ; Muhammed A. Tahanevî, Keşşâf Istılahâti l-fünûn, İstanbul 1984, I, 84; Birgili Mehmet Efendi, Tuhfetu l-müsterşidîn fî Beyân-i Fırak-ı Mezâhibi l-islâmiyyîn, DEÜİFD, İzmir 1989, VI, 185). 19 İbn Rüşd, Faslu l- Makâl, İstanbul 1992, ss , İlhami Güler, Allah ın Ahlakîliği Sorunu, Ankara 1998, s. 125.

55 Namık Kemal OKUMUŞ 50 ilgilendiren bu sonucun pratik düzenlemesini insan yapmalıdır ki, bu eyleminden hesaba çekilecek olan insanın Âhiret hayatındaki sorumluluğundan bahsedilebilsin. 2. BASRA EKOLÜ VE ECEL/YAZGI ANLAYIŞI Bu makale içerisinde Mu tezile Düşünce Okulu nun kurucu ataları mesabesinde olan Basra ve Bağdat Ekolü ile nispeten daha bağımsız düşünebilen Mu tezîlî aydınların ezelî yazgı bağlamında ecel, ömür ve ilim düşüncesini ele aldık. Binaenaleyh ecel konusu, ezelî yazgı fikriyâtının omurgasını teşkil eden kader düşüncesinin içerisinde merkezî bir konumda bulunmaktadır. Zira özgür düşüncenin neredeyse bütün veri tabanlarının aşikâr olduğu zamanımızda bile insanlığın ortak algısı gibi dayatılan ve de güçlü bir şekilde ezelde takdir edilmiş olan ecel ve ömür algısını besleyen kadîm tasavvur, yine ezelde yazılmış olan kader düşüncesinin bir devamı niteliğinde görülmektedir. Ne var ki, genelde Mu tezile düşünce okulu, özelde ise Basra ve Bağdat ekolü, bahse değer meselede insanlığın önünü açacak derecede güçlü bir gelenek de oluşturamamıştır. O kadar ki, Mu tezile düşünce okulu, klâsik Ehl-i Sünnet düşüncesinden farklı olarak insan sorumluluğunu dikkate alarak meseleyi tanımlamıştır denilebilir. Ancak onların kader anlayışları da ezelî ilim anlayışlarının gölgesinde kaldığı içindir ki, bu kadîm sorun hâlâ insanlığın başat problemi olmaya devam etmektedir denilebilir. Bilindiği kadarıyla Mu tezîlî düşünce geleneği, gerek oluşum, gerekse de gelişim tarihi itibariyle kendisine iki ana kol üzerinden varlık alanı bulmuş gibidir. Diğer bir deyişle Mutezile Ekolü, ana izlek olarak Basra ve Bağdat okulu adıyla yaygınlık kazanmıştır. 21 Çalışmamızın daha önceki bölümlerinde Mu tezile ismiyle meşhur olmuş olan bu düşünce okulunun ezelî yazgı anlayışına genel hatlarıyla değinmiştik. Bu noktada ise ekolü oluşturan iki büyük kol üzerinden giderek, Mu tezîlî düşüncenin ilgili kabullerine değinmek istiyoruz. 22 Kanaatimizce Mu tezîlî düşüncenin neşvü nemâ bulmasının iki başat nedeni vardır. Bunlardan ilki, kurucu zihniyet olarak adı geçen kolu daha ziyâde ilmî planda geliştirmiş olan Basra Ekolü, 23 diğeri ise, bazı dönemler itibariyle siyasî erkle olan yakınlığıyla da bilinen Bağdat Ekolü dür. 24 Haddizatında gerek Basra ve gerekse de Bağdat ekolüne ait olan 21 Kurucu Ata olarak Hasan Basrî ye dayanan Basra ekolü, daha çok ilmî plandaki çalışmalarıyla tezâhür etmiştir. Beş esasın teşekkülünde önemli rolleri vardır. H. II. Asrın başlarında Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd gibi iki büyük düşünüre sahip olan bu kol, başlangıçta Ebu l-hasen el Eş arî ye de fikir yuvası olarak destek vermiştir. Bugün itibariyle çok da meşhur olmayan pek çok düşünür bu kolun düşünsel plandaki desteğinden yararlanmıştır denilebilir. Osman et-tavîli, Hafs b. Salim, Hasan b. Zukvân, Halid b. Safvân, İbrahim b. Yahya, el-medenî, Ebû Bekr el Asâm, Muammer b. İbâd, Sahhâm, Fuvatî, Esverî, Abbâd b. Süleyman, Amr b. Dırar ve İbnu l-ayya bu gibi isimler arasında sayılabilir. (Bkz. Samedî, age, s ; İbn Nedim, age, s. 206, 216; İbn Hazm, age, IV, ; Malâtî, Kitâbu t-tenbîh ve r-reddu Âlâ Ehli l-ehvâ ve l-bedâ, Beyrut 1968, ss.36-41). 22 Mu tezîlî düşüncenin kaynak kişilerinden birisi olan Hasan Basrî, insanın iradeli işlerine taalluk eden konularda ezelî takdir fikrini kabul etmez. Bu nedenledir ki onun düşüncesine göre yazgı, şartlı bir şekilde kodlandığı için, fiilin oluş anında gerçekleşmektedir. (Bkz. Hasan Basrî, Risâle fi l-kader, Kahire 1971, s ). Bu yaklaşımıyla Hasan Basrî, alınyazısı düşüncesine ilmî bir tepki ortaya koymakla kalmamış, siyasî veçheleriyle inşâ edilmiş olan itaat kültürüne de karşı çıkmıştır. Daha sonraları Mu tezile düşüncesine de sirayet etmiş olan bu özgürlükçü algıya göre, kişinin iradeli eylemlerinde önceden yazgı belirleyici değildir. Çünkü bu konu, ezelî takdire dönük bir şekilde anlaşılamaz. İnsanın hesap verebilmesini rasyonel hâle getirmiş olan bu eğilim, hür düşüncenin bayrak yarışı olarak görülmelidir. Zira her şeyin Allah tarafından irade edildiğini beyan eden bir siyasî otoriteye karşı, ancak bu şekilde bir özgürlükçü tavırla karşı konulabilirdi. Belki de sırf bu nedenden dolayıdır ki Mu tezile Ekolü, kötü olan şeyleri Allah a değil, başta siyasî oluşumun iradesi olmak üzere kişisel iradeye taalluk eden bir husus olarak görmüşlerdir. Hâlbuki siyasî otorite, bu anlamda insan düşüncesinin bir vekili olmadığı için, insanın işlemiş olduğu şer eyleminin Yüce Allah ın yaratıcılık sahasından çıkarılmış olması, kendi içerisinde tutarsız bir durum yaratmış gibidir. Kanaatimizce özgürlükçü bir algının oluşabilmesi için, iyilik ve kötülük insanın iradeli eylemlerinin bir mahsulü olarak görülmeliydi. Çünkü Yüce Allah ın mutlak olan iradesi, bu konuda ahlâki uyarılardan öte bir şey takdir etmez. 23 Mu tezile Mezhebi nin Basra Kolu olarak bilinen grubu genel olarak şu meşhur şahsiyetlerden oluşmaktadır: Hasan Basrî (ö.110/728), Vâsıl b. Ata (ö.131/748), Amr b. Ubeyd (ö.144/761), Ebu l- Hüzeyl el-allâf (ö.227/841), İbrahim en-nazzâm (ö.231/845), Amr b. Bahr el- Câhız (ö.255/868), Ebu Ali el- Cübbâî (ö.303/915), Ebu Hâşim el- Cübbâî (ö.321/933). 24 Mu tezile Mezhebi nin Bağdat kolu, hicrî. III. Asrın başlarında Bişr b. Mu temir (ö. 210/825) tarafından kurulmuştur. Bağdat grubu adıyla da meşhur olmuş olan bu kol, zaman zaman ilgili kişilerin adlarıyla da

56 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 51 şahsiyetler, ilk etapta Emevî iktidarına karşı siyasî bir tavır takınarak imâmet-siyaset konusu üzerinden bir muhalif kimlik de geliştirmişlerdir. 25 Keza, H. II. Asır itibariyle siyasî iktidarla olan mücadelelerinin de esas olarak itikâdî değil, siyâsî bir veçhesi bulunmaktaydı. Yani o dönem itibariyle ulema ile umera arasındaki çekişme, öz olarak imâmet/siyaset doktrini etrafında şekillenmekteydi. Dönem itibariyledir ki, bu baskıcı siyasî yapılanmanın ideolojik ve sosyal temelleri, Mu tezîle gibi dînî ve felsefî bir ekolün doğuşunu da hazırlamıştır. Dahası, mezkur ekolün iman ilkeleri sayılabilecek olan beş esas ı da Basra Kolu zamanında sistemleştirilmiştir. Bunun yanı sıra Yunan felsefesinin etkisiyle felsefî tartışmaların içerisine dalan Bağdat kolu ise, halku l-kur an meselesinde tabir caiz ise hadlerini aşarak siyasi erkle bütünleşerek gerek bir kısım ulemaya, gerekse de onların yanında saf tutan halka kendilerinden beklenmeyen bir baskı uygulamışlardır. 26 O yüzdendir ki, Mu tezîle düşünce sistematiğinin bânisi olan iki ekol arasında hem kurumsallaşmada, hem de düşünce yönelimlerinde bazı temel farkların oluşmasını da bu gibi fikrî ve eylemsel arka planda aramak gerekmektedir. Gelinen bu aşamada Mu tezile Mezhebi özelinde denilebilir ki, kollarının ezelî yazgı hususundaki fikirleri, ekolü oluşturan kişilerin düşüncelerinden bağımsız olarak ele alınamaz. Zira günümüz ölçeğinde bile Mu tezîlî düşünce okulu, hâlâ kurucu ataların fikirleri üzerinden tanımlanmaktadır. Bu nedenle denilebilir ki, Mu tezîlî düşünce okulu, ekolün ilk kurucularının düşünsel iradeleri gereği olarak, genel hatlarıyla özgür bir insan modeli üzerinde inşâ edilmiştir. Bunun içindir ki ilgili beşerî eğilim, kısa bir panorama ile geçiştirilecek bir birikim de değildir. Aşağıdaki bölümlerde bu düşüncenin izsüren takibini kişiler bağlamında ele almak istiyoruz. Hasan Basrî (ö. 110/728), Mu tezile Düşünce Okulu nun gelişmesinde fikrî kaynaklık bakımından kurucu atası sayılmaktadır. Onun asıl mücadelesi, siyasî otoritenin insan algısının totaliter yapısı üzerinde yapmış olduğu düzenleyici faaliyetleridir. Hasan Basrî, zaman zaman Ehl-i Sünnet düşüncesiyle teğet fikirler serdetmiş olsa da, 27 ezelî yazgının mahiyetini değiştiren görüşleri, insanlığın düşünce tarihinde hâlâ bir şaheser gibi durmaktadır. Basra Ekolü nün düşünce sistematiği dışında görüş belirtmiş olan Hasan Basrî, bu ekolün ileri sürmüş olduğu ne şekilde olursa olsun maktûl, eceliyle ölmüş ve ömrünü tamamlamıştır 28 tezinin yanlışlığını, Emevî İktidarı nın uygulamalarına karşı güçlü bir tez mahiyetinde olan kader risâlesi nde ortaya koymuştur. Meşhur risâle nin temel vurgusu ise, insanın kaderi olgusunun esas belirleyicisinin, bireyin iradeli seçimleri olduğudur. Bu tema, insan sorumluluğunu ortaya çıkardığı için, Basra Ekolü nün takdirli ecel anlayışıyla uyumsuzluk içerisindedir. 29 anılmaktadır. Kolu oluşturan başlıca şahsiyetler şunlardır: Ebu Sehl Bişr b. El- Mutemir (ö.210/825), Ebu Musa b. El- Murdar (ö.226/840), Sümame b. Eşres (ö.213/828), el- Cafereyn: 1-Cafer b. Harb (ö.236/851), Ebu Muhammed Cafer b. Mübeşşir es- Sakâfî (ö.234/848), Ahmed b. Ebi Duad (ö.240/854), Ebu Süleyman el- Hayyât (ö.300/912), Ebu l Kasım el- Belhî el Ka bî (ö.319/931), Zürkân, Kâdî Abdulcabbâr (ö.415/1024), Zemahşerî (ö. 538/1143). (Bkz. Samedî, age, s. 110; Ebû Muhammed Nevbahtî, Kitâbu Fıraku ş-şia, İstanbul 1931, s Muhammed Ammara, Mu tezile ve Devrim, İstanbul 1988, s. 63, 65, 99; Bağdâdî, age, s. 82. Mu tezile Ekolü, Şiî düşünce eğilimiyle benzeşen fikrî eğilimlere da sahiptir. Zira bu ekol, Şia nın temel düşüncelerinden birisi olan, imametin nass ve tayinle oluştuğu inancına destek vermişlerdir. Onların ileriye sürmüş oldukları fâdıl-mefdûl ayırımı, imamet düşüncesi üzerinden okunmalıdır. (Arif Tamer, Mu cem Fıraku l-islâmiyye, Beyrut, ts., s ; Naşî el-ekber, Mesâilu l-imâme ve Muktefât Mine l-kitâbi l-evsât fi l-makâlât, Beyrut 1971, s ). 26 İbn Nedim, age, s. 216; Malâtî, age, s ; İbn Küteybe et-dîneverî, Te vîlu Muhtelifu l-hadis, İstanbul 1979, s. 17, 51; T. J. De Boer, İslâm da Felsefe Tarihi, Ankara 1960, ss ; Louis Gardet, Dieu et La Destine de L Homme, Paris 1976, s. 135; W. Montgomery Watt, age, ss ; İslâmî Tetkikler, Ankara 1968, s. 61. Watt, Mu tezile ye atfedilmiş olan hür düşünürler sıfatını eleştirir. Öyle olsaydı mihne süreci yaşanmazdı demektedir. (Bkz. Watt, İslâm Tedkikleri, s. 61; İ. Agâh Çubukçu, Mu tezile ve Akıl Meselesi, AÜİFD, Ankara 1964, XII, Hasan Basrî nin sonraki devirler itibariyle de Sünnî olduğu ileri sürülmektedir. Bkz. Hüseyin Atay, İbn Sina da Varlık Nazariyesi, Ankara 1983, s. 13; Osman Karadeniz, Hasan Basrî ve Kelâmi Görüşleri, DEÜİFD, İzmir 1985, II, İbnü l-murtazâ, Kitâbu l-kalâid fî Tashîhi l-akâid, Beyrut, ts., s. 98; Nesefî, Tabsıratu l-edille, Dimeşk 1993, II, 686; Eş arî, Makalât, s. 257; Abdülmelik Cüveynî, Kitabu l-irşâd İlâ Kevati il-edilleti Fî Usuli l-itikâd, Beyrut 1996, s İbnü l-murtazâ, Kitâbu l-kalâid, s. 98; İbn Hazm, Kitâbu l-fasl, III, 84-85; Bakıllânî, Temhîd, s. 332; Subhî, Zeydiyye, I, 371.

57 Namık Kemal OKUMUŞ 52 Hasan Basrî ye göre ecel ve ölüm yazılmış olan bir gerçekliktir. 30 Zira En âm Suresi nin 2. âyetinde belirtilmiş olan ilk ecel, kişinin yaratılışı ile ölümü arasındaki ecelidir. Bu ecel dünya üzerindeki bir süreyi kapsamaktadır. Müsemmâ ecel ise, ba s yani diriliş ve kıyamet ecelidir. 31 Yüce Allah ın olacak olanları ezelde bilmiş olması, O nun ilminin bir gereğidir. Ancak bu bilginin insanın iradeli tercihleri üzerinde bir müdahalesi söz konusu değildir. 32 Hasan Basrî, Bakara Suresi nin 57 ve 58. âyetleri ile Hud Suresi nin 43. âyetini bu meyanda yorumlayarak insanın sorumluluğuna dair etkili bir kapı aralamak istemiştir. Ona göre yazgı, insanın iradeli fiilleri için oluş anındaki tespitler üzerinde belirginleşmektedir. Yani insanın iradeli işleri, oluş anında tespit edilip kayıt altına alınmaktadır. 33 Onun bu eğiliminin altında yatan ana saik, devrin siyasî otoritesinin kaderci anlayışının iptaline yönelik itiraz gerekçesi oluşturma isteğidir. 34 Zira siyasî otorite, yapmış olduğu her şeyi, ezelî yazgı içerisinde kesinleşmiş olan tespitler üzerinden tanımladığı için, kendi eylemlerinin de bir nevi ilâhî kader olduğunun kabulünü istemiştir. Hasan Basrî nin itirazı, bu dayatmaya karşı durmakla inşâ edilmiştir denilebilir. Basra ekolünün kurucu şahsiyetlerinden birisi olan Ebu l- Hüzeyl el-allâf (ö. 235/852) 35 ise Mu tezîlî düşünce içerisinde önemli bir yere sahip büyük bir düşünür olarak da bilinmektedir. Onun bilinen en önemli yönü ise, ilgili Mezheb in amentüsü sayılan Beş Esas ın teşkilindeki entelektüel katkısıdır. 36 Mu tezile Düşünce Ekolü nün büyük şahsiyetlerinden olan düşünür Ebu l-hüzeyl, ecel anlayışı hususunda Eş arî Ekolü ne yakın fikirler serdeden bir âlim olarak bilinir. Allâf a göre ecel: Bir kimsenin hayatının önceden tayin edilmiş müddeti dir. 37 Bu nedenledir ki Allâf, kişilerin ölüm vakitlerini, Yüce Allah ın ezelî olan ilmiyle doğrudan bağlantılı bir konu olarak değerlendirmektedir. Ona göre kişilerin eceli, ezeldeki bilgiye matuf olarak düzenlenmiş ve takdir edilmiştir. Zira insan davranışlarına önceliği olmuş olan bu bilginin, kişilerin ölüm vakitlerini de içermesi kadar doğal bir şey olamaz. Bu nedenle katl, yani öldürme olayı, ezeldeki bilginin tabîi bir sonucundan ibarettir. Ezelî ilme göre oluşan kişisel hayatlarımızda ise, takdir edilmiş olan ömürlerimizin artması veya eksilmesi söz konusu olamaz. Bu konuda bir artışın düşünülmesi de dinen caiz değildir. Neticede bu düşüncelerine dayalı olarak Ebu l- Hüzeyl, maktûl konusundaki görüşünü şu şekilde formüle etmiştir: Maktûl öldürülmemiş olsa bile, onun ölüm vakti, Yüce Allah ın onun için ilmiyle bildiği ve takdir ettiği vakittir Hasan Basrî, Tefsîru Hasan Basrî, Kahire, ts., I, 254; İbn Abd Rabbîh, Kitâbu İkdu l-ferîd, Beyrut 1992, II, 203, Hasan Basrî, Tefsîr, I, Hasan Basrî, Risâle fi l-kader, s. 79; Tefsîr, II, 360; Karadeniz, age, s Hasan Basrî, Risâle fi l-kader, s. 86; Yahya el-hüseynî, Resâilu l-adl ve t-tevhid, 1971, Yy., II, 85; Lütfü Doğan-Yaşar Kutluay, Hasan Basrî nin Kader Hakkında Halife Abdulmelik b. Mervan a Mektubu, AÜİFD, Ankara 1954, III, Hasan Basrî, bu mektubunda, siyasî otoritenin gerçekleştirmek istediği itaat kültürü nü reddederek, gelişmeler karşısında insanın sorgulayıcı karakterini öne çıkarmak istemiştir. Bu düşünceden hareketle o, Hud Suresi nin 102, 105 ve 106. âyetlerini insan özgürlüğü lehinde yorumlayarak, kaderci anlayışın tesisine olan itiraz gerekçelerini oluşturmuştur. (Bkz. Hasan Basrî, Risâle, s. 86; A. Mahmud Subhi, Fî İlm-i Kelâm, Beyrut 1985, I, 272). 35 Ebu l-hüzeyl el- Allâf ( / ). Abbasilerin dokuz halifesi döneminde yaşamıştır. Ancak onun aktif ilim hayatı, dönemleri itibariyle Harun Reşit( ), Me mun ( ), Mu tasım ( ) ve Vâsık ( ) dönemleridir. Allâf, Mu tezile-mu tezîlîlik düşüncesinin iktidar olduğu mihne dönemlerinde ( / ) Abbasî Halifeleri Me mun, Mutasım ve Vâsık ile bu düşüncenin önde gelen teorisyeni olarak uzun süre birlikte çalışmıştır. Allâf ın diğer bir yönü de, Mu tezîlî düşünce içerisinde kelâm ilminin incelikli konularını felsefi yaklaşımla beraber ele alıp, sistemleştirmiş olmasıdır. Buna ek olarak Ebu l-hüzeyl, Basra Mu tezilesi nin felsefî eğiliminin de kurucu babalarından sayılır. Kendi döneminde gnostik eğilimlerden olan Mecusîlik ve Senevîyye nin ileri gelen düşünürleriyle de büyük tartışmalara girmiştir. (Bkz. Osman Aydınlı, Mu tezile nin Beş Esasının Teşekkülünde Ebu l-hüzeyl in Yeri, Ankara 1998, s , 97-98). 36 Aydınlı, age, s Samedî, age, s. 94; Mes ûdi, Murucu z-zeheb, Beyrut 1988, III, 380; İbn Hazm, age, III, Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s ; el-mecmu, s. 405, 411; Daniel Gimaret, La Doctrine da l Ashari, Paris 1990, s. 42; Şehristânî, Milell, I, 46; İbn Ebi l- Hadîd, Şerh Nehcu l- Belağa, V,1347; Bağdâdî, Usûlu d-din, s. 143; Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Ankara 1981, s. 292.

58 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 53 Mu tezîlî düşüncenin kurucu atalarından sayılan Allâf, bu şekildeki klâsik yaklaşımıyla, ekolün diğer önemli şahsiyetleriyle temel değerlere yaklaşım bakımından görünür bir ayrılığa da düşmüştür denilebilir. Onun temel düşüncesine göre ecellerin artması ya da eksilmesinin imânsız olduğu fikri, insan hayatında takdirli bir alanın oluştuğunu göstermektedir. Ecelle ilgili olan her ayrıntı ezeldeki bu takdirin içerisine girmektedir. Kâtil-maktul olayı da bu alanda değerlendirilmelidir. Çünkü kâtil, kendi iradesine binaen seçmiş olduğu fiiller nedeniyle, maktûl un ezelde tespit edilmiş olan ecelini kesemez. Sünnî düşüncenin temel paradigmalarını deruhte etmiş olan bu klâsik kanaat, düşünürümüzde hâkim bir değer olarak ön planda gözükmektedir. Zira bu algıyı destekler şekilde Allâf: Maktûl öldürülmeseydi bile Allah ın onun için bildiği aynı vakitte mutlaka ölürdü demek suretiyle, ne şekilde olursa olsun kişinin öldüğü vakit, onun ecelidir şeklindeki görüşü kabul etmiş olmaktadır. Bu yüzdendir ki, Mu tezile Mezhebi nin tarihsel gelişimi hakkında muhalled bir eser kaleme almış olan büyük düşünür İbn Murtazâ, onu Cebriye nin sahip olmuş olduğu mücbir anlayışa yakın olmakla suçlamıştır. 39 Çünkü Allâf: Maktûl öldürülmeseydi yine de kendisi için takdir edilmiş olan aynı vakitte ölürdü, ancak bu durumda yine onun ecel-i müsemma sı kesilmemiştir, der ki, bu da muhâldir. 40 demektedir. Basra mevâlisinden olan Ebu l- Hüzeyl, günümüzde Eş arîlik olarak bilinen düşüncenin paralelinde fikirler de öne sürmüştür. Bu meyanda onun serdetmiş olduğu ecellerin takdir edilmiş olduğu fikri, 41 Ehl-i Sünnet in kaderci yaklaşımını andırmaktadır. Düşünürümüz Allâf, ecel ve maktûl konusunda yukarıdaki açıklamalarına ek olarak devamla, eleştirilerine mâruz kalmış olduğu Mu tezîli düşünür olan Ka bî nin aksine, ecelin kesilmesi vakasına ve bunun karşılığında oluşacak olan cezanın onayına uygun aklî bir yaklaşımı bulmak için şu izahatı da vermektedir: Maktûl öldürülmeseydi, ölüm yine mutlak olarak vuku bulacaktı. Böyle olmazsa, katil maktûlun ecelini kesmiş olurdu ki, bu mümkün değildir. 42 Yukarıdaki görüşüyle Allâf, hem kendisini eleştirmiş olan Ka bi ye itiraz etmekte, hem de Ka bî nin düşüncesine yakın olanlara da kendi düşünce eğilimine uygun olarak yeterli gördüğü bir cevabı da vermiş olmaktadır. Düşünürümüz Allâf, kendisini eleştiren Ka bî yi düşünsel eğilim olarak Ehl-i Sünnet e yakın olmakla suçlayarak, böylelikle ezelde tayin ve tespit edilmiş olan ecelin ziyade ve noksan kabul etme düşüncesini reddetmiş olmaktadır. Neticede ise o, ezelde kişiler için takdir edilmiş olan ecel vaktinin kesin olduğunu ve bu vaktin hiçbir durumda şaşmazlığını kabul etmiştir. 43 Aynı düşünceye ek olarak Allâf, maktûl için şu değerlendirmeyi yapmaktan da geri durmamıştır: Maktûl kendisi için tayin edilmiş olan o vakitte eğer ölmeseydi- ölüm olayının mutlak olarak oluşması gerekmeseydi-, Yüce Allah ın ilminin cehl e dönüşmesi ve katilin, maktûlun ecelini kesmiş olması gerekirdi ki bu ise ilâhî ilmin muktezasınca imkânsız bir durumdur. 44 demekle suretiyle maktûle, ne şekilde olursa olsun ecel vaktinde ölüm hakkı tanımıştır. Zira Allâf ın düşüncesine göre ölüm, iki durumda da kaçınılmaz bir sondur. 45 Son olarak ileri sürülebilir ki cedel ilminin üstadı sayılan Allâf ın bu yaklaşımını sebeplilik-determinizm ilkesine uygun olarak zorunlu sebep-netice çıkarımına uygun olduğunu ileri süren düşünürler de yok değildir. 46 Mutezile Mezhebi nin büyük reislerinden olan filozof Allâf, ezeldeki takdirin bazı şeyleri dışarıda bıraktığı düşüncesindedir. Onun Mezhebin genel kanaatine de uygun bir şekilde, fiil anlayışına esas olarak gelişen bu düşüncesi, insanların dünya üzerinde işlemiş oldukları kötülüklerin yaratılmasının Yüce Allah a isnadının iptaline yönelik bir manevra 39 İbnü l-murtazâ, Kitabu l-kalâid, s. 98; Tabakât, s İbnü l-murtazâ, Kitabu l-kalâid, s. 98; Tabakât, s Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s ; Eş arî, Makalât, s. 257; Nesefî, Tabsıra, II, 686; Bağdâdî, Usûl, s. 142; Cüveynî, Kitâbu l-irşâd, s. 361; Şehristânî, Milel, II, Sabûnî, el-bidâye Fi Usûli d- Din, ts., s. 159; Maturidiyye Akaidi, s. 240; Watt, Hür İrade, s Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783; Eş arî, Makâlât, s. 257; Nesefî, Tabsıra, II, 686; Şehristânî, Milel, II, Kâdî Abdulcabbâr, Muğni, XI, 3; Bağdâdî, Usûl, s.142; Şehristânî, Milel, I, 46; Aydınlı, age, s. 171; Watt, Hür İrade, s Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi, Ankara 1967, s

59 Namık Kemal OKUMUŞ 54 olarak görülmelidir. Bu kabulüne göre Allâf, şer bir eylem olan ölüm şeklinin ezelde tayin ve tespit edildiğine açık olarak inanmaz. Ona göre Yüce Allah, insana fiilini gerçekleştirmek için irade ve kudreti fiilden önce vermiştir. Çünkü Yüce Allah ın kendisi şerri yani kötü olan bir fiili kul için tercih etmez. İnsan ise kendi mutluluğu için hayrı işlemek zorundadır. 47 Allâf ın dağınık gibi görünen ecel ve rızık fikirleri, Mu tezile nin genel düşünce ekseni içerisinde kabul edilemez giriftlikler de içermektedir. Haram olan şeylerin, kullar için ezelde takdir edilmiş olan bir rızık olmadığını kabul eden Allâf, 48 Mu tezîlî düşüncenin genel kodlarına göre hareket etmektedir denilebilir. Onun bu düşüncesi, ezelî yazgı anlayışına uygun bir şekilde ifade edilmiş olsaydı, aslında haram olayının da bir çeşit insan fiilinden neş et ettiğini kabul etmesi daha doğru olurdu. Zira en nihayetinde gerek helal, gerekse de haram insanın iradeli tercihleri sonucunda oluşan fiilî bir durumdan ibarettir. Ezelî yazgıyla hüküm anlamı dışında bir bağıntısı yoktur. Geneli itibariyle denilebilir ki, Mu tezile Mezhebi nin ekser düşünürlerine sirayet etmiş olan bu tutarsız görünüm, tenzih fikrinin abartısından başka bir şey değildir. Bu fikrin çelişik yönlerine vurgu yapan Watt, ezelî yazgı anlayışı üzerinden tesis etmiş olduğu eleştirilerini şu şekilde dile getirmektedir: Allâf, ecel ve rızık gibi kavramları sahte bir bağlılıkla incelemiştir. Yorumları da sınırsızdır. O ölüm şeklinin önceden tayin edildiğine inanmaz görünür, ancak ecelin vaktinin şaşmazlığını ve kaçınılmazlığını iddia eder gibidir. Sanki önceden kararlaştırılmış şeklini düşünüyor. 49 Ebu l- Hüzeyl, dünya üzerinde insan için tek ecel in olduğunu savunmaktadır. Ona göre: Her ne şekilde olursa olsun kişi ezelde takdir edilmiş olan ecelinin vaktinde ölür. 50 Allâf, bu yaklaşımıyla Ehl-i Sünnet in tek ecel anlayışına uygun olarak kendi ecel düşüncesini konuşlandırmakta, hatta daha da ileri giderek, ezelde kesinleşmiş olan ilâhî bilgiyle doğrudan bağlantılı olarak açıkladığı ecel olayını, yine ezelde takdir ve tayin edilmiş olan kaza ve kaderin bir parçası olarak algılıyor gibidir. Bu görüşleri yüzündendir ki, onun irade hürriyetini daralttığı ve Eş arî lerin insan fiilleri hususunda genel kaderci teorilerinden olan kesb nazariyesini kabul etmiş olduğu ileri sürülmüştür. Allâf hakkında eleştiri yapanlar bu tespitle yetinmeyip, onun kesb nazariyesi yle örtüşen fikirleri nedeniyle, ilgili nazariyeyi Eş arî den önce savunan muasırı Dırar b. Amr a yakın olmakla beraber, onunla Mu tezile Ekolü arasında doğrudan ilişki kurduğunu da söylemişlerdir. 51 Yukarıdaki düşüncelerine ek olarak Allâf, kendi düşünce sisteminin ispatı için aklî prensiplerden yararlanma yolunu tercih etmiş olduğu kadar, kişisel eğilimlerine Kur an ayetlerinden deliller bulmak suretiyle de, tezine uygun görüşlere de yer vermiştir. Ezelî tespit düşüncesine uygun olarak Allaf ın yapmış olduğu şu tespit, onun kendi iddialarını temellendirmek için zaman zaman aklî yorum metodu nu aşarak, subjektif-öznel değerlendirmelerde bulunduğunu, hatta delillendirmenin objektif kriterlerini de göz ardı ederek, sonucunda ise nesnel yaklaşımdan uzaklaştığını da göstermektedir. Bu iddiamızın ispatının en güzel örneği, düşünürümüz Allâf ın henüz kesinleşmemiş olan bir durum hakkında serdetmiş olduğu şu kanaatinden çıkarılabilir: Maktûl un, eğer ölmeseydi yaşayacağı müddetöldüğü için yaşayamadığı süre- kendisi için ecel olamaz. Zira öldürülmeseydi de ölürdü. 52 Hâlbuki maktûl, katil tarafından öldürülmeseydi bile, yine de aynı vakitte öleceğini söylemek, gaybe ait bir konuda kesinlik içeren bir iddiada bulunmaktır ki, bu durumun ifadesi fâni kişiler için asla anlamlı değildir. 47 Ebu l-hüseyin el-hayyât, Kitabu l- İntisar ve r-redd Âla İbn el-ravendî el-mülhîd Âle l-müslimîn ve t-tâne Aleyhim, Beyrut 1957, s. 45; Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782; Aydınlı, age, s Abdülkahir el-bağdâdî, el- Fark Beyne l- Firak, Beyrut ts., s Watt, Hür İrade, s ; Aydınlı, age, s İbnü l- Murtazâ, Kitâbu l-kalâid, s İbnü l- Murtazâ, Kitâbu l-kalâid, s. 98; Aydınlı, age, s Nesefî, Tabsıra, II, 686. Allâf, insanın iradeli fiilleri konusunda farklı düşündüğünü de söylemektedir. Buna göre Allâf: Allah ın yaratmasıyla, insanın kendi fiillerindeki sorumluluğunu dengeleyememiş ve de insanın iradeli fiillerini Yüce Allah ın yaratmasını, adâlet ve insanın sorumluluğu ilkesine aykırı bularak, fiiller konusunda yaratma dâhil tüm hususları insana ait görmektedir. (Bkz. Aydınlı, age, s. 172).

60 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 55 Mu tezile Düşünce Okulu nun önemli şahsiyetlerinden birisi de Ebu Osman Amr b. Bahr el-câhız (ö.255/869) dır. Kendisi aslen mevalî den olup, Basra Ekolü nün reisi olarak bilinen ve Mu tezile Mezhebi nin büyük düşünürü olan Nazzâm ın öğrencisidir. Arap dilinin en büyük nesircilerinden olan Câhız, aynı zamanda Mu tezile kelâmcısı olarak bu düşüncenin şekillenmesindeki büyük katkısıyla da bilinir. Halife Me mun döneminde ilmî tartışma meclislerinin aranan şahsiyeti olan düşünürümüz, yaşadığı dönemdeki gnostik anlayışlarla mücadele etmiş ve onların sapık fikirlerine karşı İslâm düşüncesinin müdafâsını yapmıştır. Câhız, kendi dönemi itibariyle yapılmış olan, ecellerin ezelde tespit edilip edilmediği tartışmasıyla ilgili olarak pek derinlikli fikirler ileri sürmemiş, diğer bir deyişle bu tartışmalardan yeterince uzak kalmış gibidir. Buna mukâbil olarak Câhız, yine de ezelî yazgıyla ilgili konuların fikrî bağlamından uzak kalamamış, en önemli eserlerinden birisi olan el-beyan ve t- Tebyîn de ecel konusunu kısa da olsa işleyerek, klâsik Mu tezile geleneğinin kadîm tartışma konularına kendince katkıda bulunmakla iktifa etmiştir. Görebildiğimiz kadarıyla Câhız, ecel kavramını, düşünce geleneğine uygun bir şekilde ölüm şeklinde anlamış ve iki kavramı da aynı anlamda kullanmıştır. Nitekim o, ecel konusunda kısa da olsa kendi kanaatini izhâr eden şu görüşleri ileri sürmüştür: Ömürlerin uzun olmasını eceller-ölümlerkesti. Kişinin devrilmesi de ölümdür. 53 Mu tezile ekolünün diğer bir şahsiyeti olan Ebû Ali el-cübbâî (ö. 303/915), İslâm kültür geleneğinde saygın bir kişilik olarak kabul edilmektedir. Cübbâî, Mu tezîlî düşünce içerisinde yetişmiş olan Ebu l-hasen el-eş arî nin hocası olarak da bilinmektedir. Düşünürümüz, bir süreliğine Basra Ekolü nün büyük üstatlarından olan Ebu l- Hüzeyl in öğrenciliğini yapmış, bilahare diğer hocası eş- Şahhâm ın vefatından sonra, Basra Mu tezile Okulu nun başkanlığını üstlenmiştir. İlmî gelenek olarak Mu tezîlî zihniyet içerisinde önemli bir yer almış olan düşünürümüze göre, takdir edilmiş olan eceller, nihaî olarak Yüce Allah ın ezelî olan ilmiyle doğrudan bağlantılı olan bir husustur. Bu gerekçe üzerinden düşünce üretmiş olan düşünürümüz, kişisel düşüncesini şu cümledeki gibi kesin bir ilke hâline getirmiştir: Ecel, Allah ın ilmine konu olan bir husustur. 54 Benzer şekilde Cübbâî ye göre: Maktûl un eceli, Yüce Allah ın nasıl gerçekleşecek ise o şekilde ezelde bildiği bir vakittir. Bu da maktûl un, ezeldeki ilmin mahiyetine göre kesinleşmiş olan ölüm vakti demektir. O kişi için başka bir ecel vakti düşünmek, her ne kadar aklen caiz ise de, bir vakıa olarak mümkün değildir. 55 İbn Murtâzâ, Ebu Ali el-cübbâî nin görüşlerini özetlediği eserinde, onu, Ebu Haşim el- Cübbâî nin görüşleriyle birlikte Behşemiyye nin bir parçası olarak tanıtmaktadır. Onun bu husustaki ifadesi şöyledir: Onlara göre, ecel birdir ve o da ölüm vaktidir. Maktul öldürülmeseydi, yine de ölürdü. Öldürülme işinden sonra eceli kesilir. Başkası da caiz olmaz. 56 Bu düşünceye göre, maktul, Allah tarafından öldürülmüştür. Eceli de o süredir. Ölümün sebebi katl olmasaydı, o vakitte bir başka nedenden dolayı ölecekti. Çünkü bilinen eceli oydu. Katilin harekete geçip maktulu öldürmesi, Allah ın ilminin önceliği itibariyle bilinmektedir. Allah ın takdiri bu şekilde gerçekleşmiştir. Öldürülme, maktulun müsemma olan ecelini kesemez. Demek ki En âm Suresi nin 2. âyetinde de ifade edilmiş olduğu gibi tek ecel vardır, bu ecel de Allah ın ilminde bilinen ölüm vaktidir Câhız, el-beyan ve t-tebyîn, Kahire 1985, III, 251; Samedî, age, s. 110; Şehristânî, el-milel ve n-nihal adlı ansiklopedik eserinde Câhızıyye ekolünden bahsederken, ekolün kurucusu olarak Ebu Osman Câhız ı göstermiştir. (Bkz: Şehristânî, Milel-Nihal, I, 65). 54 Bağdâdî, Usûl, s Bağdâdî, Usûl, s. 143; Abdurrahman Cezîrî, Tavdihu l- Akaid Fî İlmi t- Tevhid, 1932 Yy., s Ebû Ali el Cübbâî, aynı zamanda kendi adıyla anılan bir grubun lideri olarak da gösterilmektedir. Cübbâiyye şeklinde isimlendirilmiş olan bu ekol, bazen de Behşemiyye içerisinde dile getirilmiştir. Cübbâiyye nin fikirleri için bkz. Samedi, age, s ; Şehristânî, age, I, Birgili ye göre bu kol, Kaderiyye-Mu tezile içerisinde 8. koldur. Bunlar, katledilen kimse ecelinden önce ölmüştür demekle, A raf Suresi nin 34. âyetini inkâr ederler. (Bkz. Birgili Mehmet Efendi, Tuhfetu l- Müsterşidin fî Beyani Fırakı Mezahibi l- Müslimin, DEÜİFD, İzmir 1989, VI, 185, 201). 56 İbnü l-murtâza, tek ecel anlayışını eleştirir. Madem ki orada ölmedi, eceli değildir demektedir. En âm Suresi nin 2. âyetindeki ikinci ecel, Kıyamet in ecelidir demektedir. Bkz. İbnü l-murtâzâ, Kitâbu l-kalâid,, s İbnü l-murtâzâ, Kitâbu l-kalâid, s. 98; Nesefî, Tabsıra, II, 686; Subhî, Zeydiyye, I, 371.

61 Namık Kemal OKUMUŞ 56 Görülüyor ki Cübbâî, tek ecel konusunda kararlı bir tutum sergilemekle birlikte, bazı Mu tezile düşünürleri tarafından ileri sürülmüş olan, maktûl öldürülmeseydi kalan süreyi yaşayabilirdi hususunda ise, bütünüyle kararsız görüntü veren bir eğilim göstermiş, böylelikle de nihaî kararı Yüce Allah a bırakmış görünmektedir. Ona göre, eğer maktûl un eceli, katil tarafından kesilmemiş olsaydı bile, bu konuda fikir yürütmek ve kesinlik içeren düşünceler serdetmek doğru bir yaklaşım olmazdı. Bu nedenle Cübbâî : Bu Allah a kalmış ve O nun bileceği bir iştir. İsterse onu yaşatır, isterse de öldürür 58 demek suretiyle, Mu tezile düşünce geleneğinin baskın tartışma konularından olan bu husustaki tartışmalardan uzak kalmayı yeğlemiştir. Ebû Ali el-cübbâî nin yukarıda genel hatları verilmiş olan ve bir denge noktası bulma endişesinden neş et ettiği intibaını veren ecel görüşünü, Mu tezîlî düşünce içerisinde daha akıllıca bulan kişiler de vardır. 59 Ona göre aklen caiz olan pek çok şey, vakıa olarak mümkün olmayabilir, ya da bir durumun aklen caiz olması onun vakıa olarak mutlaka gerçekleşeceği anlamına gelmez. Bu düşünce, Cübbâî terminolojisinde şu şekilde doktriner hâle getirilmiştir: Allah bir kimsenin 20 sene de öleceğini bilirse, o vakitte o kişi ölür ve eceli de o andır. Ölüm olayının gerçekleştiği an, o kişi için ölüm eceli dir. Kişinin bu ecelinden başka bir ecelinin olması caiz değildir. Bu Allah ın imkân takdirindedir. 60 Müslüman kelâm geleneğinde Cübbâî lerden kabul edilen diğer bir kişilik de Ebû Hâşim el-cübbâî (ö.321/933) dir. Büveyhî hanedanı zamanında yaşamış olan ve Behşemiyye ismiyle anılan Mu tezile düşünce ekolünün etkin şahsiyetlerinden birisidir. Babası Ebû Ali el- Cübbâî gibi Basra Mu tezile okulunun büyük düşünürlerinden kabul edilmektedir. Ebû Hâşim in, Mu tezile Düşünce Ekolü nün genel eğilimiyle uyuşmayan ve kendine has pek çok görüşünün olmasının yanı sıra, imamet konusu gibi bazı konularda Ehl-i Sünnet ile benzer yaklaşım içerisinde olduğu da bilinmektedir. Ebû Haşim el- Cübbâî ve onun düşünce okulunun sistemleşmiş eğitim ocağı olan Behşemiyye grubu, ecel konusunda Mu tezile düşünce okulunun genel eğilimine uygun kanaat serdetmişlerdir. Onlara göre, ilâhî ilme göre ezelde takdir edilmiş olan eceller birdir. Kişiler için ezelde takdir edilmiş olan ecel, dünya içinde başlarına gelecek olan ölüm vakitleri nden ibarettir ve bu vaktin son bulmasıyla vukua gelirler. Bu tespitli vakit, hiçbir durumda değiştirilemez bir kesinlikte kayıt altına alınmıştır. Hatta maktûl konusunda bile ilgili yazının kesinleşmiş olan hükmü carîdir. Ebû Hâşim ve Behşemiyye nin ecel konusundaki kabullerini şu cümlede özet olarak verebiliriz: Ecel birdir, o da ölüm vaktidir. Maktûl öldürülmeseydi yine de o vakitte ölürdü. Kişinin eceli, öldürülme işinden sonra kesilir. Başkası da caiz olmaz İbnü -Murtâzâ, Kitâbu l-kalâid, s Gimaret, age, s İbn Murtâzâ, Kitâbu l-kalâid, s. 98; Gimaret, age, s Mu tezile nin Neccâriyye/Hüseyniyye okulu nun kurucusu olarak bilinen ve de daha bağımsız düşünebilen bir düşünürü olan Hüseyin b. Muhammed en-neccâr, bazen Kaderiyye, bazen de Eş ariyye ekolüne yakın düşünce serdetmiştir. Onun şu düşüncesi, Eş arî Ekolü nün kabulüyle aynı içerikte ifade edilmiştir: Ölen de, öldürülen de eceliyle ölmüş ve de öldürülmüştür. (Bkz. Watt, Teşekkül, s. 292). Ebu Abdullah Muhammed b. Kerrâm es-sicistânî ( ö.255/869) nin kurmuş olduğu Kerrâmiyye nin de aynı görüşte olduğu söylenmektedir. (Bkz. Bağdâdî, Fark, s. 160, 163; Watt, Hür İrade, s ; İbn Hadîd, age, V, 134; Dugaym, age, I, 12). 61 İbnü l-murtazâ, Kitâbu l-kalâid, s. 98; Bağdâdî, Fark, s. 82; Şehristânî, Milel, II, Behşemiyye, Kaderiyye- Mu tezile okulunun sekizinci koludur. Bazı Ehl-i Sünnet âlimlerine göre bu grup, Kur an âyetlerinin ifade etmiş olduğu gerçeklikleri reddetmek suretiyle inkârcı bir düşünce niteliğine sahip olduklarından, genel hatlarıyla Müslümanların düşünceleriyle aynı şeyleri ifade etmezler. Onlar: Katledilen kimse ecelinden önce ölmüştür demek suretiyle, A raf Suresinin 34. âyetini inkâr ederler. (Bkz. Birgili, age, VI, 185, 201).

62 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile BAĞDAT EKOLÜ VE ECEL/YAZGI ANLAYIŞI Araştırma süresince de görüldüğü şekliyle, Mu tezile Düşünce Okulu nun kurucu ataları mesabesinde olan kişilerin ezelî yazgı bağlamında kader, ecel, ömür ve ilim düşüncesi, nisbî konumu itibariyle de olsa insanlığa güçlü bir umut ışığı sağlamaktadır. O kadar ki, mevzî olarak ilgilenmekte olduğumuz ecel konusunu ele alış biçimleri bile, ezelî yazgı fikriyatının omurgasını teşkil eden kader düşüncesinin içerisinde merkezî bir konumda bulunmakta olduğundan dolayı, onların çabalarının ne derece kıymetli olduğu daha yakından anlaşılmaktadır. Zira geçmiş dönemlere nazaran bireysel ve toplumsal özgürlüğün kurumsallaştığı devirleri ifade eden zamanımızda bile, insanlığın ortak algısı gibi dayatılan bir şekilde ezelde takdir edilmiş olan ecel ve ömür algısı, yine ezelde yazılmış olan kader düşüncesinin bir devamı niteliğinde görülmektedir. Ne var ki, genelde Mu tezile düşünce okulu, özelde ise Basra ve Bağdat ekolü, fikrî muarızlarını mesabesinde olan klâsik Ehl-i Sünnet, Selef ve Şia düşüncesinden oldukça farklı olarak meseleye yaklaşmış, hatta bu sayede insan sorumluluğunu dikkate alarak meseleyi tanımlamıştır denilebilir. Ancak onların kader anlayışları da zaman zaman ezelî ilim anlayışlarının gölgesinde kaldığı içindir ki, beşerin mutlak ve âdil hesabına taalluk edecek tarzda özgürlük-sorumluluk dizgesinde istenilen verim bir türlü elde edilememiştir. Belki de sırf bu yüzden, Mu tezîle nin bırakmış olduğu boşluk doldurulamadığı gibi, bu kadîm sorun hâlâ insanlığın başat problemi olmaya devam etmektedir. Kanaatimizce sorunun çözümünde anahtar mesabesinde olan Mu tezîlî algı, vahyin deklere etmiş olduğu insan tasavvuru gölgesinde yeniden reforme edilmeden de sağlıklı bir sonuca ulaşabilmenin imkânı görülmemektedir. Mu tezile Mezhebi nin ikinci büyük kolu olan Bağdat Okulu, düşünce skalası açısından Basra Okulu ndan farklı olarak daha çok felsefî içerikte tartışmalar yapmışlardır denilebilir. Okulun kurucu babaları, tartışma içeriği olarak ele aldıkları hususlarda kendi iddialarını ispat etmek için Yunan Felsefesi nin bazı düşünce ve mantık kalıplarını sıklıkla kullanmış, hatta felsefî anlayış tarzını mezhebin düşünce kodu olarak benimsemiş görünmektedirler. Adı geçen kolun varlık anlayışı na getirmiş oldukları İslâmî açılım, bu iddianın bir ispatı sayılabilir. İnsan sorumluluğunu temel alan başlıca düşünce okullarından biri olan bu grup, tarihsel olarak da İslâm kültür ve medeniyeti içerisinde özgür düşünce taraftarı olarak bilinir. İlginç bir şekilde, Ehl-i Sünnet Ekolü nün Mu tezile eleştirileri daha ziyade bu kol üzerinden işlevsel hâle getirilmiştir. Bağdat ekolü de ezelî yazgı anlayışı olarak Yüce Allah ın ilmini önceleyen bir yaklaşımı benimsemiş görünmektedir. Grup, genel hatları ile kişisel özgürlük sorununu çözmek için Yüce Allah ın ilim sıfatından hareket etmiştir. Bu nedenle okulun geneline sirayet etmiş olan bir yaklaşımla, kavramları bu kabule uygun olarak yeniden tanımlama işine girişmişlerdir. Onlara göre ecel: İnsanın öldüğü veya öldürüldüğünün Allah tarafından bilindiği vakittir. 62 Mu tezile düşüncesinin başlıca temsilcilerinden olan Bağdat Ekolü içerisinde, ecelin adedi konusunda Basra ekolünden farklı olarak genellikle iki ecel anlayışı hâkimdir. Onlara göre iki ecel anlayışı temel olarak Kur an dan çıkarılan bir gerçekliktir. Zira En âm Suresi nin 2. âyetinde belirtildiği gibi: Ecel ve takdir edilenin ecel O nun katındadır. İnsan, Allah ın bu takdiriyle ölür. Ecel-i müsemma da O nun yanındadır. Bu yüzden maktûl öldürülmeseydi ecel-i müsemma ya, yani Allah ın ezelî ilminde kayıtlı olan ecele kadar yaşayacaktı. Bu nedenledir ki ecelleri geciktirme veya öne alma işindeki esas sorumluluk, öldürme işinden sorumlu olan katilindir. 63 Bağdat ekolünün bu yaklaşımlarının temelinde Yüce Allah a şer isnadının izalesi düşüncesi vardır. Nitekim onlar bu düşüncelerini ortaya koyarken katl veya öldürme işinin kötü/şer bir fiil olduğunu ve şer olan bu fiili Allah ın yaratmasının mümkün olmadığını ileri süren geniş bir tenzih fikrinden hareket etmişlerdir. Bu nedenledir ki ekolün büyük düşünürleri, ezelî takdir mutlak olarak şerr i de kapsayacağı için, insan fiillerinde önceden takdirli olan ecel anlayışını reddettiler. Muhtemeldir ki onlar bu yaklaşımlarıyla, haksız yere adam öldürerek şer 62 Subhî, Fî İlm-i Kelâm, I, Subhî, age, I, 272.

63 Namık Kemal OKUMUŞ 58 işleyen bir kişinin, ilgili fiilini Allah a isnat etmekten kaçınmak istemişlerdir. Yalnız onların bu düşüncelerini ortaya koyarken ileri sürmüş oldukları: Bir kimse öldürüldüğü takdirde, eğer o vakitte öldürülmemiş olsaydı, yaşaması gereken tarihe kadar mutlak yaşardı 64 iddiaları, insanın iradeli fiillerine yönelik güçlü bir kanaati ortaya koymakla kalmaz, sorumluluğun temeli olan bir hususta kişisel edimlere olan kuvvetli bir güven anlayışını da beraberinde getirmiştir. Onlara göre öldürme veya öldürülme eylemine mâtuf olan Yüce Allah ın ezelî ilminde belirlenmiş olan vakit, kişinin şerr i tercih etmesiyle değişmemiştir. Çünkü şer, Yüce Allah ın kendi iradesiyle isteyip de takdir etmiş olduğu bir vakıa değildir. Bu iş, kulların hür iradelerine bağlı gelişen kişisel bir durumdur. Aşağıda Bağdat Mu tezilesi ne mensup bazı âlimlerin ezelî yazgı konusundaki fikirlerine değineceğiz. Efkâr-ı Umûmiye de bilindiği şekliyle Mu tezile Mezhebi nin genel kanaati denilince, ilk akla gelen grup bu kol olmaktadır. Bu nedenledir ki bahse konu olan kişilerin ezelî yazgı konusundaki düşüncelerini takip etmemiz, öncelikle ekolün yazgı ve ecel anlayışı konusundaki genel eğilimi hakkında bizlere doyurucu bir fikir de verecektir. Bağdat Ekolü nün önde gelen şahsiyetlerinin başında Ebu l- Hüseyin el- Hayyât (ö.300/912) gelmektedir. Mu tezile Mezhebi nin önemli düşünürlerinden olan Hayyât, aynı zamanda ekolün Bağdat Kolu nun düşünsel anlamda gelişmesinde azımsanmayacak katkıları olan büyük bir şahsiyettir. Hayyât, yaşadığı devirler itibariyle, klâsik bir kelâm âlimi olarak İslâm dinine karşı yapılan her türlü fikrî saldırıya cevap vermiş, hatta bu uğurda pek çok eser de kaleme almıştır. O, Mu tezile Ekolü içerisinde neşvünema bulmuş olan ve Hayyâtiyye olarak bilinen düşünce okulunun da önderidir. Hayyât, aynı zamanda ekolün gelişmesinde büyük katkıları olan Mü tezîlî âlim olan Ka bî nin de hocası olarak tanınmaktadır. 65 Hayyât, Mu tezile düşüncesinin genel kodlarına uyarak insanlar için takdirli olan bir ecel anlayışından hareket etmektedir. Ancak o, Mu tezile nin diğer bazı düşünürlerden farklı olarak ecellerin yazılı olduğunu da kabul etmektedir. Buna mukabil Hayyât, maktûl konusunda ise daha özgürlükçü bir yaklaşım sergileyerek şu iddiada bulunmuştur: Maktûl, eğer katil tarafından o vakitte öldürülmeseydi, ezelde Allah ın ilmine göre kendisi için takdir edilmiş olan ecelinin sonuna kadar mutlaka yaşardı. demektedir. 66 Hayyât a göre ezelde yazılmış olan eceller konusunda insan için tercih edebileceği bir irade ve ihtiyar yoktur. O, bu görüşünü kurgusal olarak şöyle bir mantıkî gerekçelendirme ile kamuoyuna duyurmuştur: Eceller insanlar için ezelde yazılmıştır. Maktûl konusunda ise durum böyle midir? Öldürme olayında katilin sorumluluğu var mıdır? Yoksa katil o fiili işlemeye mecbur mudur? Maktûl eğer o vakitte öldürülmeseydi, yine de ölür müydü? Hayır, eğer maktûl katil tarafından o vakitte öldürülmeseydi, yaşayacaktı. Çünkü zalim olan bir kişi, insanların çoğunun tanıdığı bir vakitte ve zamanda öldürüldü ki, bu Allah ın kazası ve takdiri olarak nasıl kabul edilebilir? 67 Denilebilir ki Hayyât, içinde bulunduğu grubun genel eğilimine uygun olarak düşünce serdetme endişesinden de uzak kalabilmiş güçlü bir şahsiyettir. Nitekim de o, Mu tezile nin genelinin ve diğer Mu tezîlî grubun düşünürleriyle Yüce Allah ın ilmi ve insanın mes ûliyeti konusunda fikri kararsızlık içerisine düşmeden, büyük bir kararlılıkla kendi düşüncesini sahiplenebilmiştir. Hayyât, Basra Ekolü nün genel düşünce kodlarına pek de uymayan bir fikrî eğilimle, maktûl konusunda ısrarlı bir şekilde şu görüşünü ileri sürmektedir: Eğer maktûl, kâtil tarafından o vakitte öldürülmeseydi, mutlak olarak ecelinin sonuna kadar yaşayacaktı. 68 Nihayetinde Hayyât, analitik mantık kurallarını işleterek yapmış olduğu bu diyalektik tartışmadan sonra, netice olarak ezelî ilmin sınırlarını da ifade eden şu kanaate varmıştır: Öldürme Allah ın bilgisinde vardı, ancak o bunu çirkin gördü. Maktûl öldürülmeseydi, yaşayacaktı Watt, Hür İrade, s Şehristânî, age, I, Subhî, age, I, Subhî, age, I, 272; Şehristânî, age, I, Subhî, age, I, Şehristânî, age, I, 67.

64 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 59 Düşünürümüz Hayyât, Mu tezile düşünürlerinin ekserisine hâkim bir düşünce formuna uygun olarak, sadakanın kazayı sildiğine de inanır. Bu anlayış, esas itibariyle değişmez kader ve kaza algısına karşı olan güçlü bir fikrî kabulü de beraberinde getirmektedir. Zira eğer ki kader ezelde yazılmış olsaydı, böyle bir ezelî yazgıda sonradan olacak olan değişimlerin mümkün olmaması gerekirdi. Hâlbuki bazı durumlarda bu kaderin değiştiği bilinmektedir. Bu nedenlere binaendir ki Hayyât, hadis kültüründe sıklıkla ifade edilmiş olan bazı nasslardan hareketle, şöyle bir sonuca varmaktadır: Sadaka bilinen, değişmez, tespitli kaderi giderir. Bu te vile açıktır. Yüce Allah, kim zekât malını vermeyi men ederse onu fâcir ve fâsık yapar. Kişi eğer kendisi infak ederse Yüce Allah, ezelde yazılmış olan kazayı üzerinden alır. 70 Mu tezile düşüncesinin sistemleşmesinde aklî metodolojiyi sıklıkla kullanan bir düşünür olan Hayyât, ecelin vakitlice yazıldığını, ancak bu yazının bazı aşamaları da kapsadığını iddia etmektedir. 71 İlâhî takdirin bazı biyolojik aşamaları da kapsadığını ileri sürmüş olan Hayyât, takdirin oluşabilmesi için insanoğlunun biyolojik gelişim süreçlerini öne çıkararak, ezelî yazgıyı başka bir formatta açıklama cihetine gitmiş ve takdir edilmiş olan ecellerdeki değişimin imkânını, meleklerin sayfalarındaki olası değişikliklere hamletmiştir. Ona göre ezeldeki yazgıya göre daha sonraki zamanlarda meydana gelecek olan her türlü olası değişiklik, Levh-i Mahfuz daki yazının ilgisi dâhilinde değildir. Zira bu olası değişiklikler, ancak değişebilme özelliği içeren sayfalarda mümkün olmaktadır. Binaenaleyh onun bu şekildeki düşüncesine göre denilebilir ki, ezeldeki yazının aşamaları, birbirini destekler şekilde bütüncül bir karakterde şu şekilde kaleme alınmıştır: Yüce Allah vakitlice bir ecel tayin etti. O ecel meleklerin yazdıkları kitaptadır. Nitekim Allah, insana nutfe iken bir, alaka iken de bir ecel tayin etti. Büyüyünce ismini değiştirdi, eski eceli sildi, yenisini yazdı. Mudga, sonra çocuk oldu, daha da büyüyünce bunu da sildi, bâliğ-ergen oldu. Erzel-i ömre-yaşlılık- gelince bunu sildi, akıl ve güçlü yazdı. Kâfir oldu, bir ecel yazıldı. Mü min oldu, bu ecel silindi ve yeni bir ecel yazıldı. Yaşadı, yaşam eceli yazıldı. Öldü, ölüm eceli yazıldı. 72 Mu tezîlî düşünce içerisinde kişisel özgürlüğe kapı aralayan büyük bir düşünür olan Hayyât, yazgı konusunda nisbî anlamda da olsa insan tarafında durduğunu deklere etmiş gibidir. Bu nedenledir ki Hayyât, kitap ve yazgı kavramlarını, ekol içerisinde temerküz edilmiş olan genel kabulün dışında değerlendirmiştir. Bu fikrî evrimle, onun bireysel özgürlüğe güçlü bir kapı aralama isteğinden neş et etmiş gibi durmaktadır. Kanaatimizce onun asıl mücadelesi, insan sorumluluğuna uygun bir yazgı anlayışını ortaya koyma endişesinden ibaret görünmektedir. Bu yüzden Hayyât ın, aşağıdaki şekilde kendi mezhebî düşünce platformuna uygun bir kavramsallaştırmaya da gittiği görülmektedir: Ümmü l- Kitap, meleklerin yazarak topladığı ve Allah ın ilminden önce olmayan, meleklerin topladığı asıl kitaptır. Buradaki yazı, bütün değişimleri kapsayacak şekilde kaleme alınmıştır. Bazıları da her ecelin bir kitabı vardır âyetini, her kitabın bir sonu-yazgısı vardır şeklinde anlamışlardır. Tevrat ın eceli, uygulandığı zaman dilimi, İncil in eceli, uygulandığı kendi dönemi ve Zebur un da uygulandığı dönem itibariyle belirli bir eceli vardır. Allah, Kur an ın da bir ecelini tespit ederek dilediğini silen, dilediğini de serbest bırakan bir iradesinin olduğunu ortaya koymuştur. Asıl kitap, O nun yanındadır. 73 Tarihsel olarak Mu tezile düşünce okulunun karakteristik vasfının kazanmasında oldukça etkin olan düşünürlerden bir diğeri de Ebu l Kasım el-belhî el-ka bî (ö.319/931) dir. Ka bî, Bağdat Mu tezîlî düşüncesinin büyük imamlarından birisi olarak tanınmıştır. Ayrıca o, kişisel sorumluluğu merkeze almış olduğu düşünceleriyle, içerisinde bulunmuş olduğu düşünce okulunun gelişimine de büyük katkılarda bulunmuştur. Nihayetinde ise, Ka biyye şeklinde kendi ismiyle anılan bir ekolün de kurucusu olarak bilinir Hayyât, Kitâbu l-intisâr, s Hayyât, age, s Hayyât, age, s Hayyât, age, s Hayreddin ez-ziriklî, el-â lâm, Beyrut 1984, IV, 189; İbn Hazm, Fasl, III, 84; Michel S. J. Ailllard, Le Probleme des Attribut Divins, Beyrut 1965, s.78; Nesefî, Tabsıra, II, 686.

65 Namık Kemal OKUMUŞ 60 Ka bî nin ecel anlayışı, hem Mu tezile Mezhebi nin azımsanmayacak derecedeki kısmının, hem de Ehl-i Sünnet Düşünce Ekolü nün büyük çoğunluğunun kabullerinin aksine olarak iki ecel in varlığı üzerine kuruludur. Onun anlayışına göre, Kur an-ı Kerim de belirtilmiş olduğu üzere eceller ikidir. Bunlar, takdir olunmuş olan, yani mukadder olan ecel ve müsemma olan ecel şeklinde iki başlık altında toplanabilir. Bunlardan birincisi, yani kaza eceli de denilen ve ezelde takdir edilmiş olan mukadder ecelimiz, şiddet yoluyla olmadan eriştiğimiz ecelimizdir. Kaza eceli de denilen bu ölüm şekli, Kur an âyetlerinde kesin bir dille ifade edilmiş, hatta sonradan meydana gelecek her türlü değişiklikten uzak kalan bir bağlayıcılıkla kaleme alınmıştır. Dünya hayatımızda kaza eceline mâtuf olarak gerçekleşen ölüm şekillerimiz, Yüce Allah ın ezelî olan ilmine göre oluşmakta ve kişileri mutlak olarak bağlamaktadır. Kur an âyetlerinde belirtilmiş olan diğer ecel ise müsemma ecel ismiyle bilinen ve kişilerin serbest iradeleri neticesinde gerçekleşen eceldir. Diğer bir deyişle, müsemma ecel, katl yani öldürme fiili sonucunda oluşan eceldir. Kâtil, bu eceli, iradeli tercihlerine bağlı olarak seçmiş olduğu öldürme eylemi neticesinde belirlemektedir. 75 Bu nedenle de bütün sorumluluk kendisine aittir. Ka bî nin düşüncesine göre kâtil, maktûl un ecelini kesmiştir. 76 Bu nedenle de eceller öne alınabilir. Öyleyse denilebilir ki maktûl için, katl/öldürülme ve kaza, yani normal yollardan gerçekleşen ölüm olmak üzere, iki ecel vardır. Neticede maktûl un nezdinde gerçekleşmiş olan öldürülme ya da ölüm eylemi, ilâhî bir fiil değil, insanî bir fiildir. 77 Yani katletme fiilindeki öldürme tercihi, kulun iradeli tercihlerine bağlı olarak gelişen bir güçle yapılır. İlgili fiilin nihayetinde gerçekleşen ölüm olayı ise, Yüce Allah tarafından anında yazılır. Bu demektir ki maktûl, eğer katil tarafından bilinen vakitte öldürülmeseydi, mutlak olarak gerçek anlamda ölüm zamanı olan ecel-i mukadder inin gelmesine kadar yaşayacaktı. 78 Bize göre Hayyât ın bu düşüncesinin pek çok Mu tezîlî düşünürlerden bariz olan farkı; mevt (ölüm) ile katl (öldürme) fiilini ayırmış olmasıdır. O, katl olayında, öldürme eylemini insana, ölüm ü yaratmayı da Allah a ait bir fiil olarak görmektedir. 79 Düşünürümüz Ka bî, gerek biyolojik yasalarla, gerekse de mantık kurallarıyla uygunluk arzeden bu yaklaşımıyla, ezelî yazgı algısının içerisindeki mevcut güçlüğü aşmak istemiş görünmektedir. Onun bu çabası, son tahlilde, insan özgürlüğü bağlamında ele alınabilecek olan çok değerli bir uğraştır. Ka bî, benimsemiş olduğu iki ecel anlayışının yanı sıra, buna bağlı olarak ömürlerdeki ziyade yi de kabul etmektedir. Düşünürümüz, ömürlerdeki ziyade ve noksanlık düşüncesini irdelerken, genellikle Kur an âyetlerini kullandığı hâlde, bazen de konuyla ilgili olan hadis rivayetlerinden faydalanmış, böylelikle de kendi kabullerini âyet ve hadisler bağlamında temellendirmek istemiştir. Ona göre, ömür hem artabilir hem de azalabilir. 80 Bu yüzden maktûl ün ömrünü azaltan fiil, katilin kendi iradesiyle seçmiş olduğu öldürme fiilidir. Bu düşüncenin sahihliğinin ikinci delili de, Kur an da kâtilin ceza görmesi gerektiğini bildiren âyetlerdir. Buna göre Ka bî: Eğer maktûl eceliyle ölmüş olsaydı, katilin cezalandırılması anlamsız olurdu. 81 demek suretiyle, kanaatimizce dinsel algı olarak da çok doğru bir yerde durmaktadır. Onun bu yaklaşım tarzı, esasında öldürme fiilindeki kişisel sorumluluğu ön plana 75 Eş arî, Makâlat, s. 321; İbnü l-murtazâ, Kitabu l-kalaid, s. 98; Bağdâdî, Usul, s ; Taftâzânî, Şerhu l- Makâsid, Beyrut ts., IV, 315; Şerhu l- Akaid, s. 44; İsferayînî, Şerhu l-akaid, s ; Sırrı Giridi, Nakdu l- Kelâm, s. 231; Tokadî, Akaid, s. 6; Sabunî, el-bidâye, s. 76; Maturidiyye Akaidi, s. 159; Gardet, Dieu, s Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 4; el- Mecmû, s. 405; Dugaym, Kader, s. 318; Bağdâdî, Usûl, s Sabunî, Maturidiyye Akaidi, s. 159; Tahanevî, Keşşaf Istılahâti l-fünûn, I, 84. Sırrı Giridi, Mu tezile büyüklerinden olan Ka bî yi bazı hususlarda Ehl-i Sünnet düşüncesine yakın durmasıyla övüp akabinde şöyle demektedir: O, bununla beraber iki ecel anlayışını da kabul eder. Ayrıca, maktûl eceliyle ölmüştür der. (Bkz. Giridi, age, s. 231). 78 Bağdadî, Usûl, s ; Gimaret, La Doctrine, s Nesefî, Tabsıra, II, 686; Abdulselam Lekkanî, Şerh Cevheru t-tevhid, Mısır 1317, s. 214; Watt, Hür İrade, s. 85. Bu yaklaşıma itiraz eden Ömer Nasuhi Bilmen, öldürme fiilinin peşi sıra ölümün yaratılmış olmasını carî olan bir adet-i ilâhiye olarak tanımlamaktadır. Ona göre vâkî olacak olan bu sonucu bildiği için ölüm ezelde Yüce Allah tarafından değişmez bir kesinlikle yazılmıştır. (Bkz. Bilmen, Muvazzâh İlm-i Kelâm, İstanbul ts., s. 316). 80 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s.780; Taftâzânî, Şerhu l- Akaid, s. 222; Sabunî, Maturidiyye Akaidi, s. 159.

66 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 61 çıkarma endişesinden kaynaklanmış olmalıdır. Zira Ka bî, maktul konusunda kişisel değerlendirmesini gerekçelendirirken, öldürülme hadisesinin hemen akabinde şu mantıklı tespiti yapmaktadır: Maktûl, katil tarafından öldürülmeseydi, yaşardı. 82 Kanaatimizce onun bu kabulü, Mu tezile Ekolü içerisinde bile, Kur an ın ortaya koymuş olduğu özgür insan modeline uygun olan en doğru yaklaşım olarak görülmelidir. Büyük bir Mu tezîlî düşünür olan Ka bî ye göre, eğer ecellerin te hir edilmesi babında ömürde artma ve eksilme olmasaydı, Hz. Ömer, Şam da baş gösteren ve salgın hâline gelmiş olan taun hastalığının sirayeti zamanında, Yüce Allah a ecelinin te hiri için dua etmezdi. 83 Bu düşünceyi başka bir açıdan ele alan son dönem Mu tezîli düşünürlerden olan Zamahşerî de onaylanmış ve Fatır Suresi nin 35. âyetini açıklanırken ilgili düşünceye şu şekilde bir eklemede bulunmuştur. Hz. Ömer hastalıktan uzaklaştığı zaman- ecelinin te hir olacağını bildiği için -ayrıca bu konuda -dua etmek istememiştir. 84 Ka bî nin insanın bireysel sorumluluğuna istinaden ortaya koymuş olduğu bazı görüşlerine dayanarak, muhalifler tarafından Mu tezile Mezhebi nin tamamını homojen bir yapıda gösterme eğilimi, İslâm düşünce geleneğinde yeni olmayan bir yaklaşımdır. Hiç de âdil olmayan bir yaklaşımla bütün bir Mu tezîlî gelenek, onun özgürlükçü fikirleriyle yargılamak istenmiştir. 85 Üstelik de Mu tezile Ekolü ne mensup önemli bazı şahsiyetlerin de kabul etmiş oldukları veçhile, dünya hayatımızda iki ecelin var olduğu anlayışıyla, Mu tezile Düşünce Okulu nun, Ehl-i Sünnet Ekolü yle de ortak bir yaklaşım beraberliği içerisinde olduğu noktalar varken, böyle bir iddianın dillendirilmesi, en hafifinden tarafgirlik olarak yorumlanmalıdır. Ancak bu fikrî gelenek, tarihsel süreç itibariyle de tevârüs edilmiş gibidir. İki ekolün az sayıda da olsa düşünce konuları itibariyle birbiriyle uyuştuğunu iddia etme geleneği ise, şaz bir yaklaşım olarak durmaktadır. Bu eğilim, tarihsel olarak İslâm düşünce ekollerini yakınlaştırmak için başvurulan yaygın bir kanaat beyan etme üslûbu da değildir. Maktûl eceliyle ölmüştür iddiasını, Yüce Allah ın ezelî olan ilmiyle açıklama yolunu tercih etmiş olan Ka bî, bu noktada gerçekleşmiş olan işlemin tarafları hakkındaki genel kanaatini de izhâr etmektedir. Ona göre bu durumun bilinmesi, ezelî olan ilmin bir mahiyeti dolayısıyladır. Bu ilmin, kâtilin işlemiş olduğu fiile herhangi bir dahli söz konusu olamaz. Bu nedenledir ki maktul, ezelde bilinmiş olan ve kulun işlemiş olduğu bir ecelle ölmüş olmaktadır. Düşünürümüz Ka bî, devam eden süreçte, sosyal anlamda bir ecelin varlığını da savunmaktadır. Ona göre, insanların veya toplumların takdir edilmiş olan vakitlerinin geldiğini Yüce Allah, ezeldeki ilmine müstenit olarak bilmektedir. Cenâb-ı Allah ın carî olan sünnetine de aykırı olmayan bu bilme eylemine göre eceller, ezelde takdir edilir. Gerçekleşmesine ise o vakitte hükmedilir. Bu konuda ümmetler de insanlar gibidir. Onların ecelleri öne alınsa da, yine Allah ın ilminde mevcut olan ecele göre ölmüşlerdir. 86 Ehl-i Sünnet anlayışını doktriner anlamda hatasız kabul eden Bağdâdî, hem genel olarak Mu tezîlî düşünce için, hem de özel olarak Ka bî nin ilgili konudaki düşüncelerini değerlendirirken bidat tanımlamasını kullanmıştır. Buna uygun bir şekildedir ki o, ezelî yazgı konusundaki görüşlerini, kendi düşüncesine muarız olarak gördüğü âlimlerin düşüncelerinin eleştirisi üzerinden sağlamlaştırmak istemiş gibidir. Bağdadî, Mu tezile Düşünce Okulu mensuplarına ezelî yazgı konusunda eleştiri yapmakla kalmaz, daha da ileri giderek ithamlarda bulunur. Onun, Mu tezile Mezhebi hakkında hiç de âdil olmayan şu kanaati, İslâ kültür geleneğinde eleştirel düşüncenin gelmiş olduğu seviye hakkında güzel bir örnek sayılabilir: Kaderiyye den: Öldürülen kimsenin eceli vaktinden önce kesilmiş olur iddiasında 82 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 4 83 Zemahşerî, el-keşşâf an Hakâiki Avami t-tenzil ve Uyûni l-ekâvil fî Vucûhi t-te vil, Beyrut 1987, IV, Zemahşerî, age, IV, Klâsik Ehl-i Sünnet düşüncesine doğrudan eklemlenmiş olan bu sorunlu anlayış, muhalif gördüğü her düşünce hakkında, ekol içerisindeki bütün farklılıkları göz ardı ederek, genel bir kanıya istinaden, kendileri için her durumda kesinlik içeren şu açıklamayı yapmaktan geri durmamıştır: Onlar derler ki: Tayin ve tespit edilmiş bir ecel vardır ve bu ecelden önce ölüm de vardır. (Bkz. Vasıf Canbay, Hurafesiz İslâm Dini ve Kur an Dini, Adana 1958, s. 46). 86 İsferayînî, Şerhu l-akaid n-i Nesefî, s ; Sırrı Giridi, age, s. 231; Fahreddin Razî, Tefsir-i Kebîr, Ankara 1989, XVI, 426.

67 Namık Kemal OKUMUŞ 62 bulunanlar ile: Öldürülen kimse ölü değildir diyen ve Allah ın: Her insan ölümü tadacaktır buyruğu, yukarıdaki kimsenin görüşüne aykırıdır. Ka bî nin benimsediği bu bidatler, utanç olarak ona yeter. 87 Netice olarak şu söylenebilir ki, Ehl-i Sünnet Düşüncesi nin mahsulü olarak bilinen kitaplarda, genel hatlarıyla düşünürümüz Ka bî nin görüşleri olarak verilmiş olan pasajlar, Mu tezile Mezhebi nin görüşlerini tanımlayan doğru bir yaklaşım olmamakla beraber, yine de Mu tezile Ekolü nün geneline ait fikirlermiş gibi sunulmuştur. Sünnî bir bakış açısıyla değerlendirilmiş olan bu düşünceler, bunlara karşı serdedilmiş olan eleştiriler, az da olsa yine de büyük bir cesaretle ifade edilmiş olan övgülerin tamamı, kişilerin düşünceleri üzerinden ekolün geneline yapılmıştır. Ehl-i Sünnet düşünürlerinin bu konuda yapmış oldukları en belirgin eleştiri, bazı Mu tezîli düşünürlerin iddia ettikleri iki ecel anlayışı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan kişilerin yazılmış olan ecellerinden önce ölebilme ihtimali ni ifade eden yaklaşımlarıdır. Maktûl konusunda Ka bî nin dile getirmiş olduğu ve Bağdâdî nin de eleştirmiş olduğu; maktul, ölü değildir yaklaşımı, normal ölü değildir, katledilerek öldürülmüştür iddiasını açıklamak için kullanılmış bir yaklaşım tarzıdır. Kanaatimizce Ka bî nin düşüncesinde eleştiri konusu yapılacak bir husus varsa o da, ecelleri Allah ın değişmez ilminin konusu yapmış olmasıdır. Kanaatimizce bu tenzîhi yaklaşım, son tahlilde herkesin ölümünün yine de Yüce Allah ın ezelde tespit etmiş olduğu ilmine göre gerçekleştiğini savunmaktadır. Zira onun sistemleştirmeye çalışmış olduğu bu mutlak durum, Kitabî bir değer olan özgürlükhesap anlayışıyla çelişik bir mahiyet içermektedir. 4. EKOL ÜSTÜ BAĞIMSIZ ŞAHSİYETLERİN ECEL/YAZGI ANLAYIŞI Bu bölümde bahse konu edineceğimiz şahsiyetler den ilki, Mu tezile düşüncesi içerisinde yer almakla birlikte, gerek Basra, gerekse de Bağdat Ekolü nün fikri geleneğinden bağımsız düşünebilen Kâdî Abdulcabbâr dır. Bahse konu olan diğer şahsiyet ise, yaşadığı dönem itibariyle de bilimsel anlamdaki hoşgörünün zirve yapmış olduğu bir devrin düşünce adamı olarak bilinen Zemahşerî (ö.538/1143) dir. Düşünürümüz Zemahşerî, itikâdi anlamda Mu tezile düşüncesine mensup olmakla beraber, fıkhî olarak Hanefî Mezhebi ne mensup bir şahsiyet olarak da tanınmıştır. Son olarak ezelî yazgı konusunda özgün düşüncesine başvuracağımız bilim insanı İbn Murtazâ (ö. 840/1437) dır. İbn Murtazâ, tıpkı Zemahşerî gibi itikâdi bakımdan Mu tezile düşünce sistemine yakın durmakla beraber, aslen Şiî düşünce içerisinde sayılabilecek Zeydî geleneğe mensup olan ve son devir Mu tezîlî düşünceye azımsanmayacak katkıları bulunan, hatta bu uğurda çeşitli eserler de kaleme almış büyük bir ansiklopedik âlim olarak da bilinir. Bilindiği kadarıyla Kâdî Abdulcabbâr (ö.383/1025), Mu tezile düşüncesinin sistematikleşmesinde öncülük yapmış kişi olarak bilinmektedir. Mu tezile Mezhebi içerisinde kabul edildikleri hâlde, mezhebin iki büyük kolu dışında sayılabilecek bağımsız düşünürlerimizden ilki olan Kâdî Abdulcabbâr, Mu tezîlî düşüncenin tanınmasında önemli katkıları olmuş büyük bir şahsiyettir. Kâdî Abdulcabbâr, Mu tezile Mezhebi nin ilmî, siyasî ve düşünsel hayatı hakkında genel hatları ile en kapsamlı bilgilerin bulunduğu eserlerin yazarı olarak tanınmıştır. Onun, zaman zaman kendi geleneği içerisinde olan ve Mu tezile nin iki büyük kolunu teşkil eden grupları eleştirerek farklı bir yol izlediği de bilinmektedir. Bu nedenle denilebilir ki, günümüzde Mu tezîlî düşüncenin ne liği hakkındaki en kapsayıcı bilgileri onun eserlerinde görmekteyiz. Mu tezile ekolünün ilmî manada son temsilcilerinden sayılması gereken Kâdî Abdulcabbâr, kendi geleneği içerisinde hem Basra ekolü hem de Bağdat ekolü ile temelde farklılaşan düşüncelere de sahiptir. Düşünürümüzün fikrî yelpazesi o kadar geniştir ki, bazı konularda Ehl-i Sünnet in Mâtürîdiyye koluyla, özellikle de ecel yaklaşımlarının benzerliği hususunda ortak görüşlere sahip olduğu bilinmektedir. O kadar ki, Kâdî Abdulcabbâr ın fikrî serüvenine bakacak olursak daha ziyade, kişisel özgürlük-sorumluluk dengesini bireyin aleyhine bozmuş olan gruplar üzerinden eleştiriler yaptığını görürüz. Bu nedenle o, insanın 87 Bağdâdî, Fark, s. 268.

68 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 63 eceli konusundaki kaderci fikirleri nedeniyle Mücebbire ve Müşebbihe yi şiddetli bir şekilde eleştirmiştir. 88 Eleştirilerini kişisel sorumluluk bandında geliştirmiş olan düşünürümüzün dik duruşu sayesindedir ki Mu tezîlî düşünce, özgürlükçü bir eşiğe doğru evrilme gösterebilmiştir. Uzun zamandır rivayet kültürünün hâkimiyet kurmuş olduğu bir düşünsel ortamda, onun açmış olduğu akılcı kapı, ümmetin düşünen bireylerine nefes aldıracaktır. Hâlihazır durum için söyleyecek olursak, onun bu düşünsel tavrı, insanın hesabı konusunda bizlere umut aşılamaktadır. Kâdî Abdulcabbâr a göre ecel: Belirtilmiş bir vakit 89 anlamındadır. Örf de ise bu anlamının dışında farklı kullanımlarına da rastlamaktayız. Bu kullanımlar ise kavramın kök anlamlarına uygun bir şekilde belli bir vakit, hududu ve vukuu belli olan bir süre şeklinde ifade edilmektedir. Düşünürümüz, bu şekilde kullanılmış olan ecel kavramında, mutlak olarak bir süre tayininin olması gerektiğini söylemekte ve eğer süre belirtilmemiş ise ecel olmaz demektedir. Düşünürümüz, ecel kavramını bu kullanımların dışında hayatın eceli, borcun eceli, ölüm eceli ve diğer alanlarda da kullanarak, 90 kavramın insan hayatındaki önemi üzerinde durmuştur. Kâdî Abdulcabbâr, ecel kavramını ve bu kavramın olası sınırlarını genel olarak şu şekilde açıklamaktadır: Ecel, Allah ın bir kimse hakkında öleceğini bildiği vakittir. Buna göre ölen de öldürülen de kendi eceliyle ölür. Bunun delili de ecelden kastın ölüm vakti olmasıdır. Burada bir hilaf yoktur. İkisi de kendi ölümleri için belirlenmiş olan vakitte ölmüşlerdir. Esas ayrılık maktûl konusundan çıkmıştır. Kişinin, eğer katil tarafından öldürülmeseydi ölüm ve yaşam konusundaki durumu ne olacaktı? Bize göre ölen kendi eceliyle öldüğü gibi, yaşayan da kendi eceliyle yaşar. Öldürülmeseydi kesin olarak ölürdü veya yaşardı denilemez. Katil onu öldürmeseydi yaşaması caiz olan o döneme ecel denemez. Öyleyse o anda yaşaması veya ölmesi de mümkündür. Bu konuda bir kesinlik yoktur. Bu iki durumdan birini ölürdü veya yaşardı- kesin olarak söyleyemeyiz. Burada imkân vardır. Ebu l- Hüzeyl in görüşü hatalıdır. Çünkü kesin ölürdü demek, doğru değildir. Üstelik biz, bâkî ve kadîm olan şeylerde sınırlamanın mümkün olmadığını iddia etmekteyiz. 91 Görülüyor ki Kâdî Abdulcabbâr, hem kesin yaşardı hem de kesin ölürdü şeklindeki Mu tezîli fikirlerin ortasında, kendine has bir düşünce tarzı olan imkân ı kabul ederek, içinde bulunduğu geleneğin düşünsel algısının dışında farklı bir noktada konuşlanmış gibidir. Onun, hem Mu tezile Mezhebi nin büyüklerinden olan Ebu l- Hüzeyl in kesin ölürdü tezine, hem de Kab î nin kesin yaşardı tezine itirazı vardır. Ona göre, eğer maktûl öldürülmeseyd, onun kesin yaşayacağı veya öleceği vakti mukadder ecel olarak alamayız. Hele de maktûl öldürülmeseydi mutlak olarak ecelinin sonuna kadar ulaşırdı diye bir kural yoktur. Varabilir de varamayabilir de. Zira o, eğer maktûl, kesin ölecek idiyse, ecelinin kesilmesi de anlamsız olurdu kanaatini taşımaktadır. 92 Kâdî Abdulcabbâr, yukarıdaki açıklamasının hemen arkasından da bu konudaki kesin kanaatini şu şekilde izhâr etmektedir: Birisini öldüren onun çocuklarını öldürdü denilebilir mi? Ölmeseydi, yaşardı ve çocuklarını da beslerdi. Katil, onun malını da kaybetmiştir, zira ölmeseydi yiyecekti. Bu bir imkândır. Durum ise böyle değildir. Bizden birisi başkasının mülküne girip onun koyununu keserse, ona iyilik mi etmiş olur? Gerçek böyle değildir. Kesmese idi, hayvanlar, ecelleri zamanında murdar olarak öleceklerdi denilebilir miydi? 93 Ecel düşüncesini genel hatlarıyla imkân seçeneği üzerinde tahkim etmiş olan Kâdî Abdulcabbâr, kendi düşünsel geleneği içerisinde ifade edilmiş olan; eğer öldürülmeseydi şartından sonra verilen iki cevabın da eleştirisini yapmaktadır. Ona göre: Bu gaybe ait bir 88 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782; Muğnî, XI, 4; Mecmû, s. 405; İbn Hadîd, age, V, 133; Taftazânî, Şerhu l-akaid, s Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 781; Mecmû, s. 406; İbn Hadîd, age, V, Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s ; Müteşâbihu l- Kur an, I, 165, 180; Mecmû, s. 405; Dugaym, Mustalahat-ı İlm-i Kelâmi l-islâmî, Beyrut 1998, I, 12; Subhî, Zeydiyye, I, Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783; Mecmû, s Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783; Belhî, Fazlu l- İtizal, s. 415; Samedî, Adl-i İlâhî, s. 320,324.

69 Namık Kemal OKUMUŞ 64 konudur, nasıl olur da bu kadar kesin olarak yaşardı veya ölürdü denilebilir? 94 Nitekim o, kontra bir hareketle müntesibi bulunduğu Mu tezîlî gelenek içerisinden seslendirilmiş olan bu gibi iddiaları çürütmek için, hem aklî hem de naklî delillerden yararlanmıştır. Zira bu düşünsel dizgeye uygun bir şekilde Kâdî Abdulcabbâr, maktûl un durumu konusunda Bağdat Ekolü nün düşüncesini eleştirirken der ki: Bağdatlılar, bazen derler ki, âdeten biliyoruz ki, büyük bir cemaat bir anda ölmez. Onların bir anda öldürülmelerine imkân varsa da âdeten böyle bir şey olmaz. Peki, sizin söylediğiniz nasıl doğru olur? Bu konuda kesin yaşayacaktı cevabını nereden buldunuz? Bunu ispatlayacak bir bilginiz var mı? Yoktur! Katil, maktûle hiçbir faydası olmayan bir zarar vermiştir. Nasıl olur da zâlim olmaz? Bir zararı da ortadan kaldırmamıştır. Üstelik bu iki durumun aksini iddia edecek bir oluşum da yoktur. Allah, o insan yaşasaydı ona çeşitli mükâfatlar verecekti, bunu önlediği için katil, zâlim sayılmaz mı? Zira Allah onu yaşatabilirdi de. Toplu ölümler konusunda ise şunu söyleyebiliriz: O apaçık bir olaydır. Bir anda öldürülenler bir anda ölürler. Bu görülmüş bir şeydir. Şam daki taun-veba olayını bilen bunu nasıl inkâr edebilir? 95 Genel anlamda ezelî yazgı anlayışı olarak yaratmak, bilmek ve mecbur kılmak kavramlarının arasını açan Kâdî Abdulcabbâr, kaderin insana dönük bir yönünün bulunduğunu da kabul etmektedir. Nitekim O, bu konudaki yazgı anlayışını şu şekilde detaylandırmıştır: Birisi sana derse ki, eceller Allah ın kaza ve kaderi ile midir? Ona şu açıklamayı yapman lazımdır: Kazadan kastın yaratılmak ise, evet! Yukarıda geçtiği şekilde ecel, evrenin hareketlerinden ibarettir. Bu da Allah ın fazlıdır. Mecburiyeti kastediyorsan, hayır! Bildiğini kastediyorsan, Allah meleklere bu ölümü bildirebilir, bu caizdir. 96 Kâdî Abdulcabbâr, bu yaklaşımıyla ecelin yazılması konusunda zorlama ve icbar seçeneklerini reddetmektedir. O, maktûl öldürülmeseydi kesin yaşardı veya kesin ölürdü iddialarını bir icbar olarak kabul ederek, akabinde şu açıklamayı yapmıştır: Maktûl un, eğer öldürülmeseydi o vakte kadar yaşaması caizdi. Maktûl, öldürülmeseydi ecelinin olduğu o zamana kadar yaşayabilirdi. Bu ikisinden birinin çirkin olduğunu akıl anlayamaz. Şeriatte de bunlar için açık bir delil yoktur. Bu konuda biraz şüpheci olmak lazımdır. Elimizde ikisinin de öyle olduğuna dair kesin bir delilimiz yoktur. 97 Düşünürümüz, yukarıdaki detaylı açıklamasından sonra, imkân anlayışını desteklemek için Kur an-ı Kerim deki bazı âyetlerden çeşitli deliller getirmek suretiyle, 98 şahsî kanaatini pekiştirme işine geçmiştir. Bu meyanda Kâdî Abdulcabbâr, En âm Suresi nin 2. âyetinde belirtilmiş olan iki ecel anlayışını kabul eder. Ona göre yukarıdaki âyette açık olarak belirtilmiş olan iki ecelden biri dünyada, diğeri ise Âhiret tedir. İkinci ecel olan musemma ecel, Âhiret teki eceldir. 99 Bundan sonra o, kendi geleneği içerisinde yüksek sesle seslendirilmiş olan: Ecel birdir, öldürülen eceliyle ölür veya öldürülmeseydi yaşayacaktı, dolayısıyla eceliyle ölmemiştir iddialarını, dünya ve Âhiret te iki eceli kabul ettiği için yanlış bulur. 100 Kâdî Abdulcabbâr, öldürme olayı ile ölme olayını birbirinden ayırmaktadır. Ona göre öldürme fiili kişinin, bu fiilin sonucunda oluşan ölme nin faili de Yüce Allah tır. Zira bu durumun yaratılması ancak Yüce Allah a yakışan bir eylemdir. Bunun içindir ki o: Kişinin eceli ölüm vaktidir. Bu kavram bazen mecaz olarak da kullanılmıştır: Ecelini kesti şeklinde olduğu gibi. Bize göre öldürülenin durumu, ticaretten men edilenin durumu gibidir. Allah ın yaratmasındaki imkânı düşünmeden, bizden birisi öldürülürse eceli kesilmiş olur. Maktûl un bunu bilip bilmemesi önemli değildir. Ancak öldürme olayında Allah ve katil arasında şöyle bir 94 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 784; Mecmû, s Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s ; Muğnî, III, 547; Mecmû, s Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s ; Muğnî, III, 547; Mecmû, s Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24; İbn Hadîd, age, V, 137. Kâdî Abdulcabbâr ın bu yaklaşımını eleştirenler: Mukadder olan bir hayatın ve takdirli olan ecelin öncesinde nasıl bir ömür oluşturulabilir ki? Hâlbuki ölüm, katilin fiili değil, Allah ın fiilidir. Bundan nihâi olarak bir kaçış mümkün değildir. Ama sıkıntı ve tehlikelerden kaçıp kurtulmak da mümkündür diyerek, ecellerin takdir edilmesi olayını fiillerin yaratılması bağlamında ele almışlardır. (Bkz. Dugaym, Felsefetu l-kader, s ). 98 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24; Müteşâbihu l-kur an, I, Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24.

70 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 65 fark vardır. Allah öldürürse ona vereceği menfaat kalmamıştır. Katil öldürürse, öldürülmediği sürece yiyeceği rızkı, menfaati vardır. Bu yüzden insanı öldüren de hayvanı izinsiz boğazlayan da günâh işlemiştir. Allah bu iki fiili- öldürme ve kesme- kula bırakmakla bu eylemlerin karşılığını vereceğini taahhüt etmiştir. Bunu işleyen de bilerek zalim olmuş olur. 101 Kâdî Abdulcabbâr a göre ölüm vakası nı yaratmak, mutlak mânâda Yüce Allah a ait bir iştir. Ancak, Al-i İmrân Suresi nin 154. âyetinde bahsedilen ölüm, ezelde yazılanların durumundaki gibi kesinleşmiş olan ölüm olayıyla ilgilidir. Yoksa öldürme fiili, kâtile ait bir iştir. Bu süreç içerisinde öldürme fiili nin işlenmesi kâtile, ölüm fiilinin yaratılması da Yüce Allah a ait bir yetki olduğundan, kâtil, bu fiili işlediği zaman yasak bir iş yapmış olmaktadır. Bu nedenden ötürü de kâtil, emre itaatsızlık cezası alır. Öldürme olayındaki izin verme durumu ise, doğrudan ilim sıfatı içerisine girmiş olan bir iştir. Bu yüzden Al-i İmrân Suresi nin 154. âyetindeki Allah ın izni, Allah ın ilmi şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak bu durumda bile kişi için, O nun emriyle öldü denemez. Çünkü emir, mutlak itaat ve fiile doğrudan te sir gerektirir. Hâlbuki Allah, böyle bir iş yapmamıştır. Neticede ise onun ölmesi, Yüce Allah ın kendisine ezelde tayin ettiği ecel vaktinde olur. 102 Kâdî Abdulcabbâr, ilim anlayışı konusunda ise, Yüce Allah ın önceden bilmesi ni bazı aklî delillerle açıklama yoluna giderek şöyle bir değerlendirmede bulunur: Bu şuna benzer. Bizim birinin önceden öleceğini bilmemiz veya bir yere yazmamız, katil için fiilini yapmasına zorlayıcı bir neden olamaz. Bunun gibi, Allah ın da bu öldürme işini önceden bilmesi, bu işin Allah a aidiyetini gerekli kılmaz. Allah ın bilmesi, katilin işlediği fiilin kötülüğünü de ortadan kaldırmaz. 103 Bu yaklaşıma göre, ezelî ilmin, kişisel davranışlar üzerinde zorlayıcı bir etken olması seçeneği reddedilmiş, ancak yine de kişisel ecelleri bile ezelî ilmin konusu yapmakla, Yüce Allah için her şeyi bilme niteliği, insanın fiillerinin takdirinde baskın bir değer olarak kabul edilmiştir. Buna mukabil Kâdî Abdulcabbâr, ezelî ilmin mahiyetini içeriklendirirken, farklı bir tutum benimsemiş ve insan fiilleri söz konusu edilince ilmin tek belirleyici oluşunu sınırlandırmıştır. Onun bu kabulü, kişisel eylemlerdeki sorumluluk ilkesine büyük bir imkân getirmiştir denilebilir. Bu meyanda o, Hicr Suresi nin 5. âyetini açıklarken, ezelî takdirin fiiller üzerindeki olası zecrî tesirini şu ifadelerle reddetmiştir: Allah ın ertelemeye veya öne almaya gücü varsa da, bu konuda takdim ve te hir caiz değildir. Allah, bu vakitte vuku bulacak diye emrettiyse hilaf caiz olmaz. Zira ecel, kişinin ölümünün ve helâkının içinde oluştuğu vakittir. Allah ise bu vakti sınırlandırabilir ve insanı bağlayıcı karar alabilir. 104 Bize göre ise, takdir edilmiş olan ecellerde bir imkânın olmuş olması, süreç içerisinde takdim ve te hirin de imkânının olmasının doğal bir sonucudur. Ancak Kâdî Abdulcabbâr, bunun imkânlı oluşunu kabul etmemekte ve emrin kesinleşmiş hâline inanmaktadır. Ezelî yazgı konusunda ilim algısının sınırları dairesinde dolaşan düşünürümüz, insanın yaşamında sonradan olacak olan her şeyin da ancak bu bilginin içerisinde takdir edilmiş olduğunu kabul etmektedir. Kanaatimizce Kâdî Abdulcabbâr, iradî değerler üzerinden gidebilseydi; ecel konusunu, ezelî ilmin değil, küllî irade nin bir açılımı olarak görme şansına sahip olabilirdi. O zaman da çözüm sürecinin daha kolay olduğunun farkına varabilirdi. Ancak o, ara formüllerle işin çözülebileceği zehâbına kapıldığındandır ki, ezelî yazgının aşamalarını takdir anlayışının merkezine yerleştirmektedir. Bu anlayışa göre ifadelendirmiş olduğu her gerekçe, Melekler in Levhi anlayışına doğru bir eğilim göstermektedir. Zira ona göre Yüce Allah, her canlını hayatına ve ölümüne bir ecel tayin etmiş ve bunu meleklere de bildirmiştir: 101 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 4, II, 547, 550; Aduddin el-îcî, el-mevâkıf fî İlm-i Kelâm, Beyrut ts., s. 320; Cürcanî, Şerhu l-mevâkıf, VIII, ; Gimaret, La Doctrine, s Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 165,170, II, 517; İbn Hadîd, age, V, Kâdî abdulcabbâr, Müteşâbih, II, Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 180, 425. Kâdî Abdulcabbâr, kendi düşünce kodlarına büsbütün uygunluk arzeder tarzda katl hususunda diğer Mu tezile âlimi olan Ebu l- Hüzeyl i eleştirerek şu düşünceyi ileri sürmektedir: Öldürme-öldürülme tek ecelle belirtilen iki emirdir. Mücmelen iki husustur. İlki, katilin onu öldürmesi, ikincisi de yaşamın müddetinin -ecelin- bitmesidir. Öldürülme sebeplerinden kaçılarak ölümden kaçılmaz. İddiası yanlıştır. Yüce Allah da mutlak olarak ölüneceğini söylemektedir. (Bkz. Kâdî Abdulcabbâr, age, II, 154, 156, 168; İbn Hadîd, age, V, ).

71 Namık Kemal OKUMUŞ 66 Allah ın bu süreyi meleklere bildirmesindeki amaç, meleklerin bu zamana riayet ederek iş yapmalarını temin içindir. Bu konuda kesin olan tek şey, canlıların mutlak olarak öleceği gerçeğidir ki bu da âdeten bilinir. 105 Genel olarak Mu tezile içerisindeki zihinsel çizgiyi takip etmiş olan Kâdî Abdulcabbâr, dünya üzerinde tek ecel olduğu fikrinden hareket etmekle, bazı Mu tezîlî bilginlerin ileri sürmüş oldukları iki ecel fikrinin kabul edilemez olduğunu ileri sürmektedir. Bu itibarladır ki düşünürümüz, bu kabulüne istinaden dünyadaki ecellerin artma ve eksilmesi konusunda seleflerinden farklı bir noktada durmaktadır. Ona göre: Ecel sabittir ve ölümün vukû bulduğu andır. Dünyada iki ecelin olmayışına bağlı olarak onun kesilmesi de mümkün değildir. Ancak, bazılarının iddia ettikleri gibi iki ecel de dünyadaki hayatta olsaydı, belki kesilmiş olabilirdi. Hâlbuki En âm Suresi nin 2. âyetinde belirtilmiş olan ikinci ecel, dünya eceli değil, Âhiretteki eceldir. Allah, dünya için bir ecel tayin etmiştir. Bilinen bu vakte gelenler mutlaka ölür. Çünkü tayin ve takdir edilen bu zaman, onun için yaşaması gereken hayat zamanıdır. Kişinin ölümü hem bilinen bu vakit içinde, hem de takdir edilen bu vakte ulaşarak oluşur. Yanlış anlaşılan ikinci ecel ise, yalnızca Âhiretle ilgilidir. O da dünyanın kıyametiyle açıklanmıştır. Bunların başka türlü oluşuna bir delil yoktur. 106 Kâdî Abdulcabbâr a göre Levh-i Mahfuz da eceller tespitlidir. Dolayısıyla dünyada ecelin kesilmesi anlamsız olur. Eğer ki dünya hayatı için iki ecel tayin edilmiş olsaydı, o vakit iki ecelin varlığını ileri sürenler haklı olabilirdi. Ancak ona göre bunun böyle olduğuna dair bir delil yoktur. Bu nedenledir ki dünya hayatı için takdir edilmiş olan ecel, tek eceldir. Bu ecel de, sonradan olabilecek olan şeylerle değişim kabul etmeyen bir levhada kesin olarak kayıt altına alınmıştır. Bu düşüncenin paralelinde fikir geliştirmiş olan Kâdî Abdulcabbâr, bu konudaki düşüncesini Kur an âyetleri üzerinden giderek şu şekilde temellendirmiştir: A raf Suresi nin 34. âyetine göre ecellerin kesilmesi düşüncesi anlamsız olur. Bu âyete göre, dünya ecelinin kesilmesi söz konusu değildir. Öyle olsaydı kâtilin Allah a galip gelmesi ve Levh de tespitli olan yazının kesilmiş olması gerçekleşirdi ki ecel teriminin anlamından bunun imkânsızlığını çıkarabiliriz. Çünkü ecel her ne şekilde olursa olsun ölümün vukû bulduğu andır. Bu yüzden bedâ fikri de yanlıştır. Kâtilin eceli kesmesi veya öldürme olayı, bedâ ya delâlet etmez. Zira olayın içinde bulunduğu vakitten kesme olamaz. 107 Sonradan tespitli bir süre, bir vakit olan ecel, Yüce Allah ın bilmesi ve hükmetmesiyle oluşmaktadır. İnsanın veya insanların ölüm şekillerinden birisini tercih ederek ölmesinde Yüce Allah ın herhangi bir zorlaması olamaz. O, biliyor ki, ikisinden biri olmayacaktır. Yaşam varsa ölüm yoktur, ölüm varsa yaşam yoktur. 108 Kâdî Abdulcabbâr, son olarak hayat ve lütûf kavramlarına açıklık getirerek, ezelî ilme mâtuf bir şekilde kurgulamış olduğu yazgı sistemini, aklî ve naklî deliller üzerinden tahkim etme yolunu tercih etmiştir. Kanaatimizce hayat, lütûf ve bunlara bağlı olarak insanın sorumluluğu konusunda, o güne kadar söylenmiş en güzel sözler onunkilerdir. İnsan olmanın onuru, onun açıklamalarıyla daha da zevkli bir hâle gelmiştir denilebilir. Zira ona göre insan, Yüce Allah ın bir rakibi olarak görülemez. Bu nedenle de onun eylem sahası, imkânlarla donatılmış olmalıdır ki, herhangi bir hesap olgusundan bahsedilebilsin. Kişisel özgürlüğün 105 Kâdî Abdulcabbâr, Mecmû, s. 406, Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu l-kur an, I, 178, 235; Mecmû, s Mu tezile geleneğinin sistemleşmesinin yanı sıra, sonraki devirler üzerinde etkin bir fikrî yapı oluşturan düşünsel bir tarz hâline gelmesinde önemli kilometre taşlarından olan Kâdî Abdulcabbâr, Basra Mu tezilesi nin büyük düşünürü olan Ebu l-hüzeyl in düşüncelerini şöyle bir mantıkla eleştirmektedir: Kâtl fiili sonrasında oluşmuş olan öldürülme ile ölüm olayı, mucmel olarak tek ecelle belirtilmiş olan iki emirdir, iki husustur. Bunlardan ilki, kâtilin o kişiyi öldürmesi, ikincisi de ölüm sayesinde yaşamın müddetinin bitmesidir. Öldürülme sebeplerinden kaçılarak ölümden kaçılmaz iddiası yanlıştır. Zira Al-i İmran Suresi nin 154,156 ve 168. âyetlerinde ifade edildiği gibi bazı durumlarda Yüce Allah mutlak olarak ölüneceğini bildirmektedir. İbn Hadîd, age, s. V, Düşünürümüz devamla ölümün sebepleri üzerinden bir tahlil de yaparak konuyu şu şekilde bağlamaktadır. Ancak Allah ın bildiği bu vakitte hayatın biteceği kesin olmayabilir. Ezelî bilgi onu oraya götürür. Hayat, ölümü oluşturan sebeplerle biter. Bu da Allah ın eşyayı mahiyetleri icabı bilmesini doğrular. Çünkü Yüce Allah ın kişinin ölümünü bildiği vakit, katilin onu öldürdüğü vakittir. (Bkz. Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu l-kur an, II, 517; İbn Hadîd, age, V, 134,136). 107 Kâdî Abdulcabbâr, Mecmû, s. 411, Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu l-kur an, I, 180.

72 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 67 temel parametrelerini deruhte eden her açıklama gibi, insanın lehine ifade edilmiş olan bu gibi söylemlere ne kadar da muhtacız! Aklî sorgulamanın bir şaheseri olan aşağıdaki değerlendirmeler, günümüz Müslümanı için yeteri kadar açıklayıcı gözükmektedir! Nimetkülfet dengesinin âdil ilkeler üzerinde kurulmuş olduğu bir fikrî eğilime sahip olan düşünürümüze göre bu durum şöyle açıklanabilir: Hayatın eceli, insanın içinde yaşadığı vakittir. Bu lütûf olamaz. Böyle olup olmadığı tartışmalıdır. Zira bir şeyin lütûf olabilmesi için imkân takaddümü gerekir. Verilmiş bir zaman olmasaydı, mükellefler de istenilen görevleri yapamaz ve güçlenemezdi. İnsan zaten bu vakitte yaşıyor, bu nasıl lütûf olur? Belki şu söylenebilir: Zeyd in yaşaması, Amr için bir lütûf olabilir, Ancak kendisi için olamaz. Çünkü o, onunla yaşıyor. Hayatın ecelini lütûf olarak saymazsak, onsuz yaşayamayacağımız şeyleri de lütûf olarak sayamayız. Bunların hükmü de hayatın ecelinin hükmüyle aynıdır. Ölümün eceli, ölen için bir lütûf olamaz. Onu tekliften mahrum bırakır. Fakat kişinin mutlaka öleceğini bilmesi lütûf olabilir. 109 Bizce de bu yaklaşım hem esaslı bir kaynaktan, yani insanın özgür yaratılmış olduğu kabulünden neş et etmekte, hem de insanın verili olana şükrü için rasyonel bir alan açmaktadır. Denilebilir ki insan için şükür vesilesi olacak olan şeyler, onun mecbûri olan yaşam alanına ait demirbaşlar olmamalıdır. Bunların verili olması eşyanın tabiatı gereğidir. Şükrünü eda edeceğimiz şeyler, yaşamın mecbûri birikimlerinden uzak, bizler için artı değer olarak sunulan nimetler olmalıdır. Mesela, havanın varlığı bir şükür unsuru olmamalıdır. Zira hava olmasaydı, insanın dünya üzerindeki yaşamından ve bu yaşama bağlı olarak temerküz edilen kişisel sorumluluktan bahsedilemezdi. Aynı şekilde, hesaba müteallik olan her durumda, paket program denilebilecek kazanımlardan bahsedilecekse, bunların yaratılmış olması şükrün bir ifadesi değil, sorumlu olmanın yeter şartı sayılmalıdır. Zira hayatın idâmesi için olmazsa olmaz olan şeyler, şükür konusu değil, ibret konusu olmalıdır diye düşünmekteyiz. Mu tezile düşünce sistematiği içerisinde olmakla birlikte genel anlamda yukarıda bahsedildiği şekliyle ekol üstü şahsiyetler bağlamında ele alabileceğimiz bir diğer şahsiyet de Ebu l-kâsım Mahmud b.ömer ez-zemahşerî (ö.538/1143) dir. Bilindiği kadarıyla Zemahşerî, yaşadığı dönem itibariyle Mu tezile Mezhebi içerisinde şekillenmiş ekollerden bağımsız düşünebilen önemli bir şahsiyettir. Diğer bir deyişle o, Mu tezile düşüncesinin hem bidayetinde, hem de nihayetinde ortaya çıkmış olan farklılıkları günümüz ulaştırmış kişiliklerden kabul edilebilir. Dahası Zemahşerî, son dönem Mu tezîlî düşünceyi de temsil eden önemli bir kişiliktir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla Zemahşerî, görüşleri itibariyle daha ziyade Bağdat ekolüne yakın durmaktadır. Bu nedenden ötürü düşünürümüzün ecel anlayış, adı geçen ekolün görüşleri paralelinde şekillenmiştir denilebilir. Zemahşerî, ecel anlayışını ifade ederken öncelikle kavramın kelime anlamları üzerinde durmaktadır. Ona göre ecel kavramı, kelime anlamları itibariyle zaman, süre ve vakit manasına gelmektedir. Tespit edilmiş olan bu vakit ise, ezeldeki ilme uygun olarak takdir edilmiş ve yaşadığımız zamanın içerisine konulmuştur. Kur an da Yüce Allah ın isimlendirdiği ve vaktini tayin ettiği ecel ise, müddetin sonu, zaman, ay, yıl, ölüm, kıyamet vs. olarak da bilinir. 110 Bu eceli ise sadece Allah bilir. Nitekim O, bu eceli Levh-i Mahfuz da takdir etmekte ve bir kitapta toplamaktadır. Yüce Allah tarafından ezelde takdir edilmiş olan dünya eceli ise iki değil, tektir. 111 Zemahşerî, ecel kavramını, yukarıdaki kullanımların dışında daha teknik bir içerikle, günlük yaşamın dilimlerini ifade eden bir zaman aparatı olarak da kullanmıştır. Ona göre: Ecel kavramı, insan yaşamı için kullanılırsa zaman, ay, yıl, gün ve saat gibi taraflardan birinin koyduğu bilinen bir vakit de olabilir. Mesela; hasat zamanı deyişinde olduğu gibi. Ancak bu tür kullanılış daha özeldir Kâdî Abdulcabbâr, Mecmû, s Zemahşerî, Keşşâf, II, 101, 148; III, 440; IV, 604; Cihat Tunç, Ecel md., TDVİA, İstanbul 1988, X, 381; Zemahşerî Kelâmının Ana Meseleleri, Ankara 1976, ss Zemahşerî, age, IV, Zemahşerî, age, I, 325.

73 Namık Kemal OKUMUŞ 68 Mu tezile Mezhebi nin son dönem büyük üstatlarından kabul edilmiş olan Zemahşerî, ezelde takdir edilmiş olan sürelerle ilgili açıklama yaparken, mezhebî anlamda fikrî seleflerinin izinden giderek, konuyu Yüce Allah ın ezelî ilmi çerçevesinde ele almaktadır. Ona göre, Yüce Allah ın ezelî ilminin kapsamına uygun olarak dünyadaki kişiler için ezelde bir ecel takdir edilmiştir. Bu konudaki takdir ise, ilmin gerekliliği üzerine bina edilmiştir. Kişiler için ezelde takdir edilmiş olan ecellere mâtuf olan ölüm zamanı veya ölüm yasası/kitabı, değişimin mümkün olmadığı levh olan Levh-i Mahfuz da yazılmıştır. 113 Zira Yüce Allah ın ezelî ilmi, bu yazıyı da kapsamaktadır. Bu şekilde takdir edilmiş olan her şey, bir başka levh de değişimin olası nedenleri ile kayıt altına alınmıştır. Netice olarak da her türlü değişimi kapsayıcı bir özellik içeren kitap ise Ümmü l- Kitap olarak bilinmektedir. 114 Etkili bir Mu tezîlî düşünür olan Zemahşerî, kendi ilmî geleneğinin ekser zevâtının da kabul etmiş olduğu veçhile, En âm Suresi nin 2. âyetinde belirtilmiş olan iki ecel ifadesini, Mu tezile Mezhebi nin genel kanaatine uygun olarak açıklama yolunu tercih etmiştir. 115 Onun düşüncesine göre yukarıdaki âyette ifade edilmiş olan iki ecel kavramından ilki, dünya için konulmuş olan ecelleri kapsamaktadır. Bu nedenledir ki, insan hayatını ilgilendiren ecel, tek ecel olmaktadır. Bu ecelin bir diğer ismi de kişiler için belirlenmiş olan ölüm eceli ya da ölüm vakti olarak tesmiye edilmiştir. Ona göre ilgili âyette bahsedilmiş olan ikinci ecel ise kıyamet vakti olarak anlaşılmalıdır. Ecelin bu ikinci şeklinin kişilerin hayatlarını doğrudan ilgilendiren bir tarafı da yoktur. Zemahşerî ye göre dünya için tek olan ilk ecel, ertelenemez ve de öne alınamaz şekilde takdir edildiğinden, bu tespit onun kesinlikli olan durumunu açık bir şekilde ifade eder. Dünya hayatı için tek ecel olgusunu temel almış olan üstadımız, konuyu bize göre pek de anlaşılır olmayan bir gerekçelendirme ile şu şekilde detaylandırmaktadır: Nitekim Nuh Suresi nin 4. âyetinde belirtilmiş olan erteleme olayında ise, Yüce Allah ın: Eğer Nuh Kavmi iman ederse ömürleri 1000/bin yıldır, yok eğer küfürlerinde devam ederlerse 950 yılın başında helâk olurlar. İman edin ki Allah sizi ecel-i müsemma ya kadar ertelesin denilmiştir. Bu yüzden, geçmiş milletlere helâklerinden önce konulmuş olan bir süre va di vardır. 116 Bu va din sonunda gerçekleşecek olan ecel, müsemma ismiyle ifade edilmiş olan kıyamet ecelidir. Gök cisimlerinin gerçek olan eceli de budur. Gece ve gündüzün eceli de böyledir. 117 Î tizâlî gelenekte müteahhîr dönemin önemli düşünürlerden sayılan Zemahşerî, genel olarak ilk devir klâsik kelâm tartışmalarının sürükleyici ortamından da uzak kalmıştır. Bu yüzdendir ki düşünürümüz ilgili konulardaki şahsî fikirlerini, muhalled eseri ola Keşşâf ta ifade etmeyi daha uygun bulmuştur. Zemahşerî, bahse konu olan eserinde, tartışma konularına atıf olabilecek âyetlerin tefsirlerini yaparken, kısa da olsa kendi düşünsel mirasına uygun açıklamalar da yapmıştır. Onun bu metoduna güzel bir örnek olarak, uyku ve ölüm ecelleri hakkındaki fikrini delil olarak gösterebiliriz. Ona göre uykunun eceli ile ölümün eceli ayrı ayrı takdir edilmiştir. 118 Esasında Zemahşerî, böyle bir açıklama yapmakla, aslında dünya yaşamımızda teknik olarak birbirinden bütünüyle farklı olan alanları ifade etmek istemiş gibidir. Neticede onun bu ayrımı, farklı alanlarda takdir edilmiş olan yasal düzenlemelerin sınırları üzerinde bir kanatın oluşmasını da sağlayabilir. Zemahşerî, Kur an da ecellerin ertelenme ihtimalinden bahsedilmiş olan Nuh Suresi nin 4. âyetini tefsir ederken, yaşanılan ömürler hususunda ziyade ve noksanın imkânlı oluşunu da açık yüreklilikle tartışır. Düşünürümüze göre, biyolojik olarak vukua gelmesi pek de mümkün olmayan yaşam süreleri, dünya hayatında ömür süren fânî kişiler için mutlak ömür değeri anlamında, kesinlikle erişebilecekleri yaşam süresi olarak kabul edilemez. Bu nedenle o, maksimum yaşam sınırları ile ilgili olarak seleflerinden farklı bir tarzda şöyle kurgulamalarda da bulunmuştur: Yaşanabilecek en uzun vakit, sizin için tayin olunan ve o süreden öteye geçemeyeceğiniz 1000 yıldır Öyleyse bu süre gelmeden önce yapılmış olan iman edin! 113 Zemahşerî, age, II, Zemahşerî, age, I, 424; IV, Zemahşerî, age, II, 4, Zemahşerî, age, II, 101;IV, Zemahşerî, age, II, 502; III, 605; IV, Zemahşerî, age, IV, 615.

74 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 69 daveti, ömürlerde olabilecek olan ziyadeyi açıklar. 119 Onun düşüncesine göre, dünya üzerinde yaşanabilecek en uzun süre olarak böyle bir maksimum sınırın konulmuş olması, belki de insan yaşamı hususunda ileriki zamanlarda oluşabilecek tıbbî değişimleri de kapsaması endişesinden kaynaklanmış olabilir. Zemahşerî, dünya üzerinde yaşanılması muhtemel olan bu nihaî sınırı, insanoğlunun ömür anlamında yaşayabileceği maksimum süre olarak tanımlanırken, sanki potansiyel ömür anlayışına dikkat çekmiş olmaktadır. Muhtemeldir ki, kişiler ve toplumlar için alternatifli bir sorumluluk alanını tahkim eden böyle bir sürenin olmuş olması, ilgili sürenin nihayetinde her hangi bir ertelemenin de olmayacağını temin etmek içindir. Zemahşerî nin ezelî yazgı anlayışına göre, insan yaşamı için olduğu kadar, milletlerin yaşamları için de bir ecel takdir edilmiştir. Ona göre, tayin ve tespit anlamında mutlak mânâda kesinlik içeren bu vakit, iyi ameller işlemek ve iman etmekle ertelenebilir veya işlenen kötü fiillerle öne de alınabilir. Bunlara bağlı olarak helâk edilecek kişi ve toplumlar için ekstra müdahaleler de vardır. 120 Mamafih düşünürümüz Zemahşerî, takdir edilmiş olan süreler hususunda bazen ön kabulleriyle uyumlu olmayan açıklamalar da yapmaktadır. Kanaatimizce, ecellerin bir kitapta kayıtlı olduğunu iddia ettikten sonra, aynı kararlılıkla bu sürelerin değişebileceğini de ileri sürmek, en hafif tabiriyle bir çelişik durum arzetmektedir. Bu meyanda onun dile getirmiş olduğu şu ifadeler, kesinlik içeren yazgı anlayışıyla uyuşmayan nitelikteki açıklamalar hükmünde kabul edilmelidir: İnsanların ve milletlerin tutum ve davranışları onların ömürlerini artırabilir. Böyle bir artma ve eksilmenin kayıtları da kir kitapta tespitlidir. Öyle olmasaydı, Hz. Ömer in bir seferde yaralanması esnasında Ka b b. Ahbâr ın: Ömer dua etseydi, eceli te hir edilirdi açıklamasının anlamı olamazdı. 121 Zemahşerî, ömür anlayışı olarak Ümmü l-kitap taki yazgıyı ve buna bağlı olarak tespit edilmiş olan ezelî belirlemeyi esas almaktadır. Onun düşüncesine göre ömürlerin uzun veya kısa olması da Levh-i Mahfuz da kayıtlıdır. Kişilerin ömrünün 40 veya 60 yıl olması o kitaptaki ezelî tespitle olur. Ancak sıla-i rahim ile de ömür artabilir. Bunun böyle olacağı da yine o kitapta kayıtlıdır. Bu anlayışına uygun olarak Zamahşerî, uzun veya kısa ömür dağıtma işini (muammer) de imkânsız görerek, bu durumu farklı açılardan yorumlamaya çalışmıştır. O, Fatır Suresi nin 11. âyetinde bahsedilen uzun ömür verilenler den kastın, ileride kendisine uzun ömür verilecek olandır, yoksa fizikî olarak uzun ömürlü olanı kastetmemiştir şeklinde olduğunu açıklamıştır. Buna göredir ki düşünürümüz, muammer ifadesini; gelecekte vâkî olacak olan uzunluğu ifade eder tarzında anlama cihetine de gitmiştir. Neticede ona göre ömrü ilgilendiren bu ayrıntı da yine Levh-i Mahfuz da kayıtlıdır. Buna binaen denilebilir ki, bir insanın hem uzun ömürlü, hem de kısa ömürlü olması imkânsızdır. İlgili âyetteki kullanım, toleranslı bir kullanımdır. İnsanlar günlük yaşamda kendi aralarında da böyle ifadeleri kullanmaktadırlar. 122 Netice olarak denilebilir ki, Mu tezîlî düşüncenin üstatlarından kabul edilen Zamahşerî nin yukarıdaki açıklamalarından hareketle, dünyadaki yaşamda tek ecel anlayışını kabul ettiği yönünde kesin yargılarda bulunulabilir. Ona göre, sonradan meydana gelebilecek her türlü değişimleri itibariyle, Yüce Allah ın ezelî ilminde kayıtlı olan ecel ve ömür süreleri; oluş vaktindeki zamanla takdir edilmiş ve mutlak gerçeklik olarak insana muhatap kılınmıştır. Bu demektir ki, Levh-i Mahfuz daki yazıda ömür sürelerindeki artma ve eksilmenin şartları da kayıtlıdır. Ezelî ilimde tayin ve tespit edilmiş olan ecel ve ömür sürelerinde herhangi bir değişiklik olamaz. Kavramların farklı anlaşılmasındaki zorluk ise, dildeki zorluktan kaynaklanmaktadır. 123 Gerçek durum ise böyle değildir. Mu tezîlî tasavvuru kabul ettiği hâlde ekol üstü kabul edilebilecek olan diğer bir şahsiyet de Ahmed b. Yahya b. el-murtazâ (ö.840/1437) dır. Genel hatları ile Mu tezîlî düşünce içerisinde kabul edilebilecek olan İbnü l-murtazâ, aynı zamanda Şîa düşünce geleneği içerisinde bulunan Zeydiyye Mezhebi nin büyük imâmı ve velûd bir ansiklopedik âlim olarak 119 Zemahşerî, age, IV, Zemahşerî, age, II, 542; III, Zemahşerî, age, IV, Zemahşerî, age, IV, 604, Zemahşerî, age, IV, 604.

75 Namık Kemal OKUMUŞ 70 da meşhurdur. İtikatta Mu tezile Mezhebi nin görüşlerini benimsemiş olan İbnü l- Murtazâ, tarihsel olarak Mu tezile Düşünce Okulu nun sonraki nesillere tanıtılmasında büyük katkılarda bulunmakla kalmamış, bu meyanda Tabakâtü l-mu tezile adlı ansiklopedik eseri de kaleme almıştır. İbnü l- Murtazâ, Mu tezile Mezhebi içerisinde düşünsel olarak bulunmuş olan İmamiyye âlimlerinden bahsetmiş olduğu eserlerinde ise, hem Mu tezile nin temel esaslarını anlatmış, hem de Şia nın Mu tezile Mezhebi yle olan ortak fikrî yapısından bahsetmiştir Mu tezîlî düşüncenin zihinsel kurbiyet anlamında son temsilcilerinden kabul edilen İbnü l- Murtazâ, esas itibariyle Mu tezile Mezhebi nin teknik mânâda bir düşünürü de değildir. Buna nazaran o, bazı konularda Mu tezile gibi düşünen Zeydiyye ve ona tâbi olanların düşüncelerine yakın bir duruş içerisinde yer almıştır. Bu itibarladır ki İbnü l- Murtazâ, Şiî düşünsel ekolü içerisinde yer almış olduğu hâlde, Mu tezile nin bazı düşünürleri hakkındaki eleştirilerinden de geri kalmamıştır. İbnü l-murtazâ, kendi fikrî yapısını temellendirirken, sistematik düşünen bütün âlimlerin yaptıkları gibi, ilk önce ilke ve kuralları koymakta, sonra da ilgili âyetleri bu kurallar çerçevesinde yorumlamaktadır. Bu noktada o, kendi düşüncesine uygun olmayan farklı anlayışların delillerini de âyetler veya aklî deliller üzerinden giderek eleştirmektedir. İbnü l-murtazâ ya göre ecel, Mu tezile Mezhebi nin çoğunluğunun iddia etmiş olduğu veçhile: Ölenin de öldürülenin de içinde bulunduğu vakittir. Mezhebin ekser âlimlerinin düşünce eğilimine uygun olan bu kabul, aynı zamanda şu olası sonuçları da doğurmuştur: İnsan için tek ecel vardır, insanın içinde ölmediği vakit onun için ecel olamaz. 124 İbnü l- Murtazâ, En âm Suresi nin 2. âyetinde belirtilmiş olan ilk ecelin dünya için, ikinci ecelin ise kıyamet için olduğunu açıklamıştır. Ona göre zulüm, hak edilen bir şey olmadığı için, birisi zulümle öldürülürse bu onun yaşayacağı anlamına gelmez. O kişinin o vakitteki ölümü de Allah ın takdirine göredir. 125 İbnü l-murtazâ, ecel anlayışı konusunda diğer düşünürlerden farklı bir eğilim içerisindedir. Ona göre tek ecel anlayışı doğru değildir. Bu nedenle İbnü l-murtazâ, tek ecel anlayışına sahip olan düşünürlerin fikirlerini eleştirerek, Mu tezîlî düşüncenin büyük üstatlarının sahip oldukları düşünceye karşı olan farklı bir fikir ortaya koymuştur. İbnü l- Murtazâ, maktûl konusunda akılcı yaklaşımı ön plana alarak durumun sorgulamasını yapar ve ecelin iki olduğunu, birinin dünyadakiler için diğerinin de kıyamet için va z edildiğini söyler. Nitekim İbnü l-murtazâ, bu konudaki düşüncesini şu şekilde ifade etmiştir: Kişi mademki orada ölmedi, o vakit onun eceli değildir. En âm Suresi nin 2. âyetinde bahsedilen ikinci ecel, kıyamet için takdir edilmiş olan eceldir. 126 İbnü l-murtazâ, yaşadığımız dünya üzerinde tek ecelin varlığını, Yüce Allah ın ezelî olan ilmine mâtuf olan takdiriyle açıklamaktadır. Bunun dışındaki ecel tayinini ise, insanın iradeli davranışlarının dışında gerçekleşen bir belirleme olan kıyamete süre tayini olarak kabul ettiğinden, bu durumun Kur an âyetleriyle de sabit olduğunu ileri sürmektedir. Onun genel düşünce eğilimine uygun olarak denilebilir ki, ilgili âyette belirtilmiş olan birinci ecel, insanı ve onun sorumlu olmasını doğrudan ilgilendiren bu dünya yaşamında, ikinci ecel ise, insanı doğrudan ilgilendirmeyen bir alan olan Kıyamet için bir belirleme yapmaktadır. Bu nedenledir ki kişilerin hayatları için tanzim edilmiş olan yalnızca bir ecel vardır. O da dünya hayatımızın bütününü kapsar şekilde takdir edilmiştir. Kendi düşünsel geleneğinin bir izdüşümü olan fikrî çizgisini ısrarla takip etmiş olan İbnü l-murtazâ, haleflerinin bazılarının yaptığından farklı olarak, Mu tezîlî algıda sadece tek ecel anlayışını eleştirmiştir. Bunun dışındaki hususlarda özellikle de maktûl konusunda geleneksel Mu tezile Ekolü nün sadık bir ferdi olarak kişisel düşüncesini ortaya koymuştur denilebilir. Olmuş olanın mutlak olarak doğru olması gerektiği üzerinden giden düşünürümüze göre, takdir edilmiş olandan başkası gerçekleşemez. Gerçekleşmiş olan da ezelî takdirin olmasını istediği sonuçtur. Onun kendi fikrî geleneğine de teğet olan bu kanaati, maktûl un 124 İbnü l-murtazâ, Kitâbu l-kalâid, s İbnü l-murtazâ, Kitâbu l-kalâid, s. 34, 98; Subhî, Zeydiyye, I, İbnü l-murtazâ, Kitâbu l-kalâid, s. 98.

76 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 71 eceli konusunda şu cümlede açıklıkla ifade edilmiştir: Maktûl, Allah tarafından öldürüldü, onun eceli oydu. O zaman ki ölümünün sebebi katl olmasaydı, Allah onu o anda başka bir nedenden dolayı öldürecekti. Çünkü kişinin ezelde tayin edilmiş olan eceli o vakittir. 127 İbnü l-murtazâ, insan fiilleri konusunda kişisel iradeye değil, ezelî ilme öncelik vermektedir. Ona göre insanların fiil bazında tercih etmiş oldukları her şey, nihayetinde ezelî ilmin kapsama alanı içerisindedir. Bu nedenledir ki, kişinin işlemiş olduğu fiilleri, ilmin mahiyetine göre önceden takdir edilmektedir. Bu noktadan hareketle denilebilir ki, ona göre katilin harekete geçerek maktûl u öldürmesi ya da öldürmemesi, kendi elinde olan bir şey değildir. Yüce Allah ın ilmi, kişilerin fiillerine öncelikli olduğundan dolayı, katilin bu seçeneği tercih etmiş olması ezeldeki bilginin mahiyetine göre tayin ve tespit edilerek o kişiye fiil olarak kaydedilmiştir. Maktûl un ecelinin takdir edilmiş olması, bilgi olarak Yüce Allah ın ilmindeki önceliğini gösterdiğinden, kişinin o andaki ölümü de takdirli bir durumun ifadesidir. Onun düşünce geleneğinde bu gibi takdirli durumlar, kişisel sorumluluğu iptal edecek bir şekilde yazıya geçirilmediğinden, işlemiş olduğumuz fiillerimizdeki sorumluluk değeri, insanın hesabı için yine de önemli bir yer tutmaktadır. İbnü l-murtazâ, Al-i İmrân Suresi nin 154. âyetinde belirtilmiş olan ölüm vakasını açıklarken, yukarıda belirtilmiş olan bir takdir anlayışından hareket etmektedir. Ona göre, gerçekleşmiş olan son durum, olması gereken durumdur. Klâsik kader eğiliminin temel ilkelerinden birisi olan, olmuş olanı kutsamak düşüncesi, düşünürümüzde belirgin bir fikrî açılım olarak temâyüz etmiş gibidir. Ona göre olan her şey, başka bir şekilde olma olasılığı ortadan kalktığı için öyle olmaktadır. Bu nedenle de olana itaat emek kulluk görevidir. Mevcudun rasyonalizasyonu üzerinden ilerleyen bu eğilim, insanın iradesini iptal ettiğindendir ki, insanın özgürlüğü lehinde bir yorum olarak ileri sürülemez. Yorumun kutsallığı, mesajın açılımını engeller bir seviyede algılandığı içindir ki, kültür tarihimiz yorum egemenliği üzerinden inşâ edilen bir fikrî geleneğin mirasçısı durumundadır. Bu sonuca uygun bir tarzda düşünce üreten İbnü l-murtazâ, müsemma eceli açıklarken şu ifadeleri kullanmaktadır: Ölen veya öldürülen o kişinin eceli, ölümün gerçekleştiği o zamanıdır. Kişi savaşta vs. öldürülmeseydi de kesinlikle o vakitte ölürdü. Yoksa öldürme maktûl un müsemma olan ecelini kesemezdi. 128 Netice olarak denilebilir ki, İbnü l-murtazâ ya göre En âm Suresi nin 2. âyetinde bahsedildiği şekilde tek ecel vardır. Âyette zikredilmiş olan ikinci ecel de insanın dünya hayatını ilgilendiren bir husus şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak bizler için dünya hayatımızda konulmuş olan tek ecel vardır. Bu ecelin isimlendirilmiş şekli olan müsemma ecel ise, genel kanaatin aksine Yüce Allah ın ilminde mündemiç olan ölüm vakti dir. Ezeldeki bilginin mahiyetine uygun olarak belirlenmiş olan bu vaktin, davranışlarımız üzerinde doğrudan bir etkisi yoktur. 127 Nesefî, Tabsıra, II, Subhî, Zeydiyye, I, 371. Bu düşünce grubu içerisinde daha bağımsız düşünebilen Hüseyin b. Muhammed en- Neccâr ise Eş arî nin görüşüne yakın bir fikri savunmaktadır. Neccâriyye-Hüseyniyye nin kurucusu olarak da bilinen en- Neccâr, düşünce eğilimi olarak bazı konularda Kaderiyye ye, bazı konularda ise Eş ariyye ye yakın düşündüğü bilinmektedir. Ona göre Ölen ve öldürülen de eceliyle ölmüş ve öldürülmüştür. (Bkz. Watt, Teşekkül, s. 292). Ecel konusunda ilâhî belirlenimi esas kabul eden Neccâriyye nin bu düşüncesi, Ebû Abdullah Muhammed b. Kerrâm es- Sicistânî (ö.255/869) nin kurucusu olduğu Kerrâmiyye ekolünde de kabul edilmiş görünmektedir. İki ekol de ecellerin belirlenmiş olduğu noktasında aynı görüşü benimsemiş görünmektedir. (Bkz. İbn Ebi l-hadîd, age, V, 134; Bağdâdî, Fark, s. 181; Dugaym, age, I, 12; Watt, Hür İrade, s ).

77 Namık Kemal OKUMUŞ MU TEZİLE DE ECEL/YAZGI VE İLİM İLİŞKİSİ Mu tezile Ekolü nun ilim anlayışı, kaza ve kader inancının bir izdüşümü olarak görülebilir. 129 Zira esas itibariyle gaybe ait bir konu olan ezelî ilim sahasında tam yetkili Yüce Allah ın mutlak iradesi olmaktadır. Bu nedenledir ki onlara göre ecel ve maktûl un eceli konusu, değişim kabul etmez mahiyette olan ilâhî ilmin kapsamındadır. Bu ilmin kesin bir verisi olan ecelin takdiri ise, ezelî ilmin kapsamına uygun olarak bütün olası değişimleri de kapsar nitelikte tespit edilmiştir. Takdirin mahiyetine göre de fiillerin sahipliği meselesi belirginleşmektedir. Olguyu takdir edenin ezelî bilgisi, insan fiilleri üzerinde zorlayıcı bir karakter taşımadığından, bu yazgı kişisel iradenin olası sonuçlarına da zarar veremez. Yüce Allah ın bilgisinin insanın fiillerine olan önceliği, Levh-i Mahfuz ve Ümmü l-kitap taki kayıtlı oluşunun da gerçek sebebidir. Ne şekilde olursa olsun insanın eceli, ezelî bilginin mahiyeti icâbi takdir edilir ve sonradan oluşacak olan değişimler bu yazıya bir zarar veremez. Mu tezile Düşünce Ekolü nün ekser görüşü, ezelî ilmin, kaza ve kader inanışıyla ilişkisinin olduğu yönündedir. Bu nedenledir ki ezelî ilmin mahiyeti dikkate alınacak olursa, maktul un ecelinin tayin ve tespit edilmiş olması gerekmektedir. Çünkü ilâhî bilgi, bu alanda sonradan oluşacak olan her türlü müdahaleyi reddeder. Bu yüzden Allah bilir ifadesi, şeklen Allah a iman kabilinden olup, gerçekte ise hadiseleri ezelî ilme göre takdir eden bir yaratıcıya olan güveni ifade eder. Bu mutlak irade, faili belli bir sürecin yaratıcısı olmakla, hadiseleri de ezelde tayin ve takdir edebilir. Onun bilgisi, bütün bunların tavsifini de gerekli kılmaktadır. Mu tezile de bile ezelî ilmin vakalara olan önceliği anlayışı, bu mutlak algı üzerinden yürümektedir denilebilir. Bütün eksikliklerine rağmen yine de hür düşüncenin kurucu atası sayılabilecek olan Mu tezile Düşünce Okulu, ezelî ilim anlayışı konusunda daha muhafazakâr bir görüntü vermektedir. Kendi fiilinin yaratıcısı olan insan modelini büyük bir cesaretle savunmuş olan bir ekol, ilim anlayışı olarak muhaliflerinin gölgesinde kalmış olmasını anlamakta zorluk çekiyoruz. Zira onların bu eğilimi, düşünsel muhaliflerinin efkâr-ı umûmiye de güçlü bir mevzi kazanmasına neden olmuştur denilebilir. Öyle ki ekole sirayet etmiş olan bu klâsik algıya göre, insanın verili kabiliyetinin kendi fiillerini oluşturacağı inanışı da ezelî ilimde öylece kayıt altına alınmıştır. Kendi kudretine sahip bir varlık olan insan, atacağı her adım itibariyle ezelî ilmin evrelerinde kayıtlıdır. Zaman zaman fatalizmin sınırlarında görülen bu muhafazakâr eğilim, insanın kaderi konusunda mutlak bir hürriyet olgusunu da ileri süremez gibi algılanmıştır. Onların bu ilim anlayışına göre insan, kendi kaderi için mutlak belirleyici konumundan çıkarılmıştır. Tercih, tespit ve gözlem dışında kalan bütün alanlar, ezelî ilmin kuşatıcılığı açısından ilâhî takdire, yani Yüce Allah a hasredilmiştir. Hâlbuki bu alanda olası bir teklif, mutlak mânâdaki kudreti ifade etmeliydi. 130 Çünkü insanın yaratılışı bu değer üzerinden kurgulanmıştır. Emanetin yüklenilmiş olmasının anlamı budur. 131 İşte o zaman, sorumlu bir insan projesi hayata aksetmiş olabilirdi. Ezelî ilmin vasfı üzerinde ayrıntılı bir şekilde duran Mu tezile Düşünce Okulu, Yüce Allah ın ezeldeki tespitinin mahiyetini, icbârsızlık şeklinde ifade etmektedir. Bu meyanda onlar: Bizim bir insanın ölüm-öldürme fiilini işleyeceğini önceden bilip bir tarafa yazmamız, nasıl ki o kişinin fiiline icbârî manada bir etki etmezse, Yüce Allah ın ezelî tespiti de böyledir. 129 Mu tezile Ekolü denildiğinde homojen bir gruptan bahsedilemez. Ekol içerisinde birbirinden çok farklı düşünen kişilikler vardır. Bu nedenledir ki ortak bir kanaate ulaşmak zordur. İlk dönem kaynaklarda onların yeknesâk bir grup gibi gösterilmiş olduğu görülmektedir. Onlar şunu zannettiler ki, onlardan bazıları der ki, Kaderiyye nin bir kısmının icmaı şudur gibi genel ifadeler, gerçeğin sadece bir kısmını gözler önüne sermektedir. Hüküm genel itibariyle verildiğinden, sanki Mu tezile Mezhebi nin hepsi şu kanaattedir intibası yaratılmaktadır: Allah, onların rızkını ve ecelini belirli, bilinen vakte kadar erteledi, kayıt altına aldı. Kim ki, katledilerek eceline varmadan öldü, rızkından ve ecelinden önce öldü. Ölüm ise, Allah ın fiilidir. Takdir edilmiş olan ölüm, insanın fiili olamaz. İnsan bu anlamda yaratıcı değildir. (Bkz. Malâtî, Tenbîh, s. 176; Tahânevî, age, I, 84; Ebu Ya lâ el-ferrâ, Kitabu l- Mu temed, s. 148; Sabûnî, Akidetu s-selef, s. 138). 130 Watt, Hür İrade, ss Aydınlanmanın büyük filozofu Kant da insana yapılmış olan bir teklif varsa, bu teklif mutlak olarak kula ait olan bir kudret i de içermelidir demektedir. (Bkz. Keskin, age, s. 196). 131 Ahzâb Suresi, 33/72.

78 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 73 Çünkü O nun ezelî ilminin kulun fiiline öncelikli oluşu, işlenmiş olan bu fiilin Allah a aidiyetini doğurmaz. 132 derken, ezelî ilmin tarafsız bir şekilde belirleme yaptığını ileri sürmektedirler. Yüce Allah ın ezelî olan bilgisi, sonsuz olan kudreti ile uyumlu işler yaptığındandır ki, netice olarak ezelî olan bu bilgiden asla zulüm doğmaz. Mâlûm-u âlîdendir ki Yüce Allah ın ezelde bilgisi dâhilinde olan bir şeyi kâtilin iradesi ters çeviremez. Zira Yüce Allah ın ezelî ilminin değişmesi mümkün değildir. Öyleyse hem katil, hem de maktûl, Allah ın malûmu ve takdiri olan bir ilme göre oluşan sonuçlarla karşı karşıyadır. Bu yüzdendir ki ecellerin ezelî tayin ve takdirle oluşu, Yüce Allah ın ezelî ilmiyle takdir edilmiş olduğunu gerektirir ki, katilin buna müdahalesi imkânsızdır. 133 Mu tezile de kişilerin işlemiş oldukları taât a binaen olacak artışların ezelî ilme uygun olarak takdir edildiğini söyler. Artışların ezelde kayıtlı olan bir sürece yönelik olması, ilmin fiile olan önceliğini ifade eder. Zira ecelin kesilmesi hadisesi de bu ezelî bilginin sınırları içerisindedir. Neticede ise olası değişimlerin hepsi bu bilginin kapsama alanı içerisindedir. Bazı Mu tezîlî aydınların ileri sürmüş olduğu veçhile, ecelin kesilmesinin imkânlı oluşu fikri ise, yine aynı şekilde ezelî bilginin mahiyeti üzerinden eleştirilmiştir. 134 Eleştirilerin odak noktasında ise, onların ortaya koymuş oldukları bu bilgiye olan güvensizlik yatmaktadır. Bu konuda mezhep içerisinde büyük bir zihin karmaşası yaşandığı da açık bir gerçekliktir. Çünkü Mu tezile ye göre ilme uygun düşen yaratma mı? Yazma mı? Yoksa kâtilin yaratılanı tercih etmesi mi? 135 olduğu çok net değildir. Mu tezile Düşünce Okulu nun kader algısı, esas olarak Yüce Allah ın ezelî ilmi çerçevesinde ele alınmış olması hasebiyle, zaman zaman Ehl-i Sünnet in yazgıyı merkeze almış olan düşünce kodlarıyla paralellikler arzettiği de görülmektedir. Bu algının merkez değeri olan ezelî ilim değeri, konusu bütünüyle muğlâk bırakılmış bir alan olmakla birlikte, kişisel tercihlere kapalı olan bir ilim sürecini de ifade etmektedir. Denilebilir ki kader ya da ezelî yazgı anlayışının ilim bandında ele alınmış olması, muhalif iki düşüncenin birbirlerine teğet olarak ileri sürmüş oldukları önemli bir yaklaşım tarzı olarak da bilinmektedir. Ne hikmettir ki ilim anlayışlarının paralel değerler üzerinde inşâ edilmiş olmasına rağmen, yaşamsal değerleri ifade eden olgusal durumun tam zıddına bir şekilde, Ehl-i Sünnet in genel algısına göre Mu tezile Mezhebi, hem kesbi hem de yaratmayı insana vererek, Yüce Allah ın ezelî ilmine uygun olmayan bir yaklaşım içerisinde olmuşlardır. Hâlbuki onlar, Sünnî anlayışın iddialarını dışarıda bırakacak şekilde ilim anlayışları müvacehenesinde derler ki: Yüce Allah, kulların yapacak oldukları olası taât ve mâsiyeti önceden bildiği için bu şekilde takdir etmiştir. 136 İnsanın eylem özgürlüğü bahis konusu olunca Mu tezile Ekolü, meseleye biraz da ahlâki açıdan bakmaktadır. Bu nedenle de ezelî ilmin kapsayıcılığı anlayışlarını, icbar anlayışları üzerinden te vil yoluna gitmişlerdir. Hiç yoktan iyi kabul edilebilecek olan bu eğilime göre onlar, yaşanılan ömür ile takdir edilmiş olan hayatın ecelini ayırmışlardır. Onlara göre ilme de uygun düşen bir ezelî belirleme, takdirli olan bu ikinci alanda gerçekleşmektedir. Bu nedenledir ki onlar, hayatın ecelini, Yüce Allah ın ezelde bildiği ve ilmine göre tespit ettiği süre olarak tanımlamışlardır. 137 Bu durumda ezelde takdir edilmiş olan hayatın eceli, potansiyel takdiri de ifade eder. Ölümün eceli ise, kâtilin sorumluluğunu tazammum eder ki bu durumda sorumluluk bütünüyle bireysel tercihler üzerinde ikâme edilmiştir. Onlara göre bahis konusu olan iki durumun da ezelî ilimle olan ilişkisi, zamansal olarak da birbirlerinden farklı olmaktadır. Bu nedenle kayıt altına alınmaları da değişik zamanlarda olmaktadır. 132 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 170; II, 517; Sırrı Giridi, Nakdu l-kelâm, s Bu eleştirilerin birisinde şöyle denilmektedir: Bunu iddia edenler, öncelikle Yüce Allah ın bilgisinin neleri kapsadığını, sonra da insanın ömrünün süresini bilmeliler ki, böyle bir hükme varabilsinler. (Bkz. Şârânî, Kitabu l- Yevakıt, I, 134). 135 İsferâyinî, Şerhu l-akaid, s. 16, 176, Ramazan Efendi, Akâid, s Ebu Ya lâ el-ferrâ, Kitabu l-mu temed, s. 148.

79 Namık Kemal OKUMUŞ 74 Mu tezile Mezhebi, kadîm problemin çözümü için genel bir kanaat olarak Allah ın bilmesi ile yazmasının arasını açmayı da düşünmüştür. Bu metodoloji sayesinde büyük bir çelişkiden kurtulacaklarına da inanmışlardır. Durumun nazikliği onların bu tercihlerinin kalıcı çözüm için güçlü bir aparat olacağını göstermektedir. Çünkü ancak bu şekilde ezelî ilmin mutlak takdirli olan alanı dışına çıkıp, insana derin bir nefes aldırılabilir. Bu meyanda denilebilir ki onlara göre Yüce Allah ın bilmesi söz konusu olunca bilme eylemi, nötr bir eylemden öte bir şey değildir. Bu bilginin kişisel tercihler üzerinde baskıcı bir yönü yoktur. Ancak yazma eylemi böyle değildir. Yazma, mutlak bir gerekliliği tazammum eder ki, insanın eylemleri yapılışları esnasında yazıcı melekler vasıtasıyla kayıt altına alınmaktadır. Belki de onlar şerr konusundaki sistemli yaklaşımlarını bütün fiillere genişletebilselerdi, insana gidebileceği bir kapı aralamış olurlardı. Kanaatimizce insanın fiili ilmin değil, iradenin konusu olmalıdır. Burada etkin olan irade, Yüce Allah ın değil, insanın iradesidir. Bireyin işlemiş olduğu fiil hususunda önceden bilip bilmemenin bir etkisi yoktur. Kâtilin tercihini önceden bilmiş olmak, katil açısından bir tercih dayatmasına neden olmayacağı içindir ki, pratikte ona bir faydası veya zararı yoktur. Ancak bu bildirimlerin kontrol ve hesap anlamında bir uyarıcı etkisi olabilir ki, zannımca bu endişeden hareketle böyle bir kesinlikten söz edilmiştir. Allah ın bilgisi, takdirin de bilgisidir. Önceden bilme durumu ise, bu takdirin en esaslı versiyonudur. Rabb lığı ifade eden güçlü bir kullanım şeklidir. Bu mutlak kullanım, aynı zamanda İlâhî Kudret in başka bir kanalla izhârını da ifade eder. Haberiniz olsun, her şeyi biliyorum. Hem de sizler o fiilleri daha yapmadan biliyorum. Dikkat edin! meâlindeki bir uyarı, kişisel iradenin olası tercihlerine yönelik çıkış öncesi son uyarı olmaktadır. Değil yaptıklarının, henüz işlemediklerinin de bilinebilir olması, insanı adeta teyakkuzda tutabilecektir. Mamafih bu şuur, başıboş bırakılmayan bir varlığa tevcih edilmiş olan en değerli kudret işareti sayılmalıdır. Çünkü yeryüzünün imarı için insan denilen varlıktan vazgeçmeyen Yüce Yaratıcı, hem uyarı babında, hem de bilgilendirme niyetiyle durumu açıkça izah etmektedir. Ezeldeki bilginin vasfına uygun bir şekilde var edilmiş olan ölüm vakası ise, gerçek bir durum olarak insanın değişmez bir kaderdir ve ilâhî proje bu durumun ezelde tekdirini genetik kodlama üzerinden yapmıştır. Bu yasal durumun ezelde takdir edilmiş olmasının herhangi bir sakıncası da yoktur. Zira tercihler üstü bir seçenek olarak önümüzde duran bu olgu, kişisel tercihlerle hayatiyet bulmaktadır. Denilebilir ki bu takdir, insanoğlunu mutlak mânâda bağlayıcı bir karakterde kayıt altına alınmıştır. 138 İlim anlayışı başta olmak üzere, pek çok konuda te vil yolunu seçen Mu tezile Mezhebi, görünür vakalar üzerinden teorik gerçekliklerin izâhında büyük zorluklar da çekmişlerdir. 139 Neticede ise onlar, teori ile pratiğin uyuşmadığı bu gibi noktalarda, te vil yolunu tercih etmişlerdir. Denilebilir ki Mu tezile Ekolü, gabya ait gördükleri bir konuyu, Allah ın ilminin mahiyeti üzerinden çözmeye çalışmıştır. Hâlbuki onlar bu sorunu, gaybe ait bir alanda değil, insan sorumluluğuna değinen irade ezerinden ele almış olsalardı, hem daha sağlıklı bir noktada durmuş olurlardı, hem de tarihsel olarak böyle bir dışlanmaya da mâruz kalmazlardı. Zira hem Yüce Allah ı, hem de insanı kuşatacak bir çözüm, ancak bu yolla elde edilebilir kanaatindeyiz. Belki de metafizik bir problem olan önceden bilme ile, bireysel ölümlerin arasında zorunlu bir belirleyici/takdir yoktur. Allah canları meleği aracılığıyla alır 140 diyenler, grup içerisinde daha tutarlı davranmış olan grubu temsil ederler. Bu sorunun ikna edici bir çözümü için, insanı ve onun sorumluluğunu merkeze alan beşerî bir eğilimin ön plana çıkarılması gerekmektedir. Kanaatimizce Mu tezile Düşünce Okulu nun ilim anlayışındaki esas çelişkili durum, ezelî takdirin kapsama alanına getirmiş oldukları sınırlayıcı etkidir. Tutarlı olma şartı gereği onlar, insan fiiller konusunda ya bütünsel bir kapsayıcılığı tercih etmeli idiler, ya da hayır ve şerri ezelî ilmin kapsama alanından dışarı çıkarmalı idiler. Onlar bu iki durumdan birini tercih etmek yerine, parçacı bir anlayışı benimsemiş görünmektedirler. Bu anlayışın merkez vurgusu, kötü olan şeylerin ilâhî iradeyle olan ilişkisini kesmek üzerinde şekillenmiştir. Buna uygun 138 Goldziher, Ecel md., MEBİA, IV, 104; Keskin, age, s İbn Rüşd, Faslu l-makâl, s , Güler, age, s. 125.

80 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 75 olarak geliştirmiş oldukları ilim anlayışında ise, şerr diye isimlendirdikleri olgular ile yüce Allah arasında bir bağlantı kurmamışlar, hatta ezelî ilmin belirleyici oluşunu da bu olguları bütünüyle dışarıda bıraktığı anlayışıyla te lif etmişlerdir. Hâlbuki tutarlılık gereği eğer ezelî bir takdir varsa, bu takdirin insanın şer olan eylemlerini de kapsaması gerekmektedir. İnsanın kendi fiilini yaratması, ezeldeki ilmin müsâdesi sayesinde olmalıdır ki, ilâhî takdir hür bir alanda işlerlik kazanabilsin. Bu nedenle de ecel ve kader konusu, ilâhî belirleme alanında değil, bireysel tercih alanı içerisinde görülmelidir. Öyle görülüyor ki, Mu tezile Mezhebi nin ilkesel bazdaki tutarsızlığı, konuyu irade dairesinde değil, ilim dairesinde ele almalarına neden olmuştur. Oysaki kader ve ecel konusunda olası tek çıkış yolu, ilahî iradenin beşerî iradeye belirli bir alan tanımış olması fikridir. Diğer bir deyişle, Yüce Allah, insanoğluna hesabına müteallik konularda doğrudan eylem hürriyeti tanıyarak, onun bahane üretmesinin de önüne geçmek istemiştir. Ezelî ilmin bu konudaki muhtemel rolü, olanı ya da olacak olanı tespit yapmaktan öte bir faaliyet icra etmemektedir. Bu yüzden de onlar, kişisel sorumluluğu izâh ederken bu denli devasa bir niyet izharını atladıkları için parçacı gerçekliklerle iktifa etmek zorunda kalmışlardır. Öyle ki, tutarsız eğilimleri sayesinde zaman zaman aşırı uçlar arasında savrulmuş olan bu ekol düşünürleri, müzmin muhalifi pozisyonunda olan Ehl-i Sünnet Düşünce Okulu nun benzer argümanlarına kapı aralayan neticelere de varabilmişlerdir. Benzer yaklaşımların sergilenmesi durumu, sorunun algılanmasındaki müşareketten zuhur etmiş olduğu için, Müslüman gelenekte zihinsel anlamda büyük bir karmaşanın doğmasına da neden olmuştur denilebilir. Sonuçta ise iradenin konusu olan yaratıcı bir değer, ilmin konusu hâline getirilince, sorun içinden çıkılmaz bir mecraya sürüklenmiştir. Kâbil-i kıyas babından ifade edecek olursak, şu an itibariyle bile Eş arî nin kesb teorisi ne benzer bir karmaşık durumla karşı karşıyayız. 141 Belki de kendisi muhalefette, fikriyâtı iktidarda olan etkin bir düşünce yapısının adı olan Mu tezîlî yaklaşım, ad belirtilmeden muhalifleri kanalıyla toplumsal tabakalara derinden nüfuz edebilmiştir. Onun nüfuz alanının etkinlik çerçevesi irdelendiğinde açıkça görülecektir ki, Mu tezile ekolü, tarih sahnesinden erkenden çekilmesine rağmen düşünce metodu, yaklaşım tarzı, çözümleri ve özgür düşünebilen insan olgusunun yanında duran iradesi, şu veya bu şekilde varlığını hâlâ sürdürmektedir. Kişisel sorumluluğun tanzimi esnasında istitâat sahibi olma durumu, seçenek belirleme yetkisinin verilmiş olmasının doğal bir sonucu olmalıdır ki, âdil bir hesaptan bahsedilebilsin. Eğer sorun, Allah ın ezelî ilminin mahiyeti üzerinden değil de, insan fiillerinin kaynağı üzerinden işlevsel kılınabilseydi, kişisel özgürlüğün ilâhî iradeyle olan bağı daha da belirgin hâle gelebilirdi. Bu tecellinin gecikmesi ise, tenzîhi bir metodolojik tercihten kaynaklanmış gibidir. Hâlihazırdaki fikrî panorama, ehven-i şer kabilinden olan bu durumun zihinsel aidiyetleri de etkilediğini göstermektedir. Kanaatimizce ilim ile irade sıfatları arasındaki zorunlu ilişki yeniden yorumlanabilirse, insanın kurtuluşu için hâlâ güçlü bir seçeneğe sahip olabiliriz. 6. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Daha önceki bölümlerde, gerek ekoller bazında gerekse de şahıslar bazında yaptığımız incelemelerde, Mu tezile düşünürlerinin ezelî yazgı, kader ve ilim anlayışının, içerisinde yaşadığımız geleneksel algıyla örtüşen yanlarının da olduğunu görmüştük. Özellikle de ekolün ezelî ilim anlayışı, bazı istisnalar dışarıda bırakılacak olursa, Sünnî düşünce geleneğinin temel değerlerinden çok da farklı olmadığını görmüştük. Ezelî ilmin insanın iradeli eylemleri de dâhil olmak üzere, her şeyi kapsayıcı oluşu algısı, neredeyse ortak bir algı gibi durmaktadır. Mezhep içerisinde zaman zaman ana bünyeden farklılık gösteren bireysel çıkışlar ise, düşünsel gövdede etkili bir değişime yol açmamıştır. Ya da onlarda değişime yönelik güçlü bir irade 141 Araplar, anlaşılması zor, karmaşık ve kapalı hususlar için ahfâ min kesbi l-eş arî/eş arî nin kesb teorisi nden daha kapalı şeklinde bir darb-ı mesel söylemeyi âdet edinmişlerdir. (Bkz. A. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm Akâidi ve Kelâm a Giriş, İstanbul 2012, s. 161).

81 Namık Kemal OKUMUŞ 76 görülmemiştir. Buna mukabil onlar, ilme dayalı olarak gerçekleştirilmiş olan takdirin şerleri de kapsadığı hususunda olağanüstü hassas davranmışlardır. Hâlihazırda bu eğilimden kaynaklanan sorunlar, ekolün genel düşünce seyrini de etkilemiştir. Mezhebin geneline sirayet etmiş olan baskın algıya göre, insanın iradeli eylemlerinde mevcut olması gereken bireysel gücü, yine ilme mâtuf bir öncelik anlayışıyla izâh edilmektedir. Neticede onlar da şartları ilim tarafından belirlenmiş olan bir kudret anlayışını kabul etmiş görünmektedirler. Bize göre Mu tezile Mezhebi nin ezelî yazgıya dayalı olarak ele almış olduğu ecel ve kader anlayışları temelde ilim kudret sıfatlarına dayandırılmış olması bir hatadır. O yüzden, buna dayalı olarak yapılmış olan değerlendirmeler de nispeten eksik durmaktadır. Hâlbuki bu konu ilmin değil, iradenin doğrudan ilgi alanındaki bir konudur. Binaenaleyh Yüce Allah, sorumlulukla donatmış olduğu insanı tercihli eylemleriyle baş başa bırakmıştır. Nihayetinde istitaat sahibi olmak, seçeneklerin oluşunu ve bunlar arasındaki bir tercihin iradeye verilmiş temel bir hak olduğunu gösterir. İlâhî proje, insanın bu gibi yeteneklerle donatılmış olduğu tezi üzerinde yükselmektedir. Bu durumun beşer lehine tevzîî ise, insanın kurtuluşu için bir kapı aralayacaktır kanaatindeyiz. Mu tezîlî düşüncenin gelmiş olduğu bu nokta, özgür düşünce için bir umut ışığı olmalıyken, klâsik algılarla birebir örtüşen açıklamalar bu ümidin zayıflamasına da yol açmaktadır. Orta yolu bulma endişesine kapılan her tasavvur biçimi, farklı bakış açılarının temin edilmesinde köklü yeniliğe kapı aralayan Mu tezile nin getirmiş olduğu sistematik farkları da ortadan kaldırmakta gibidir. Kanaatimizce sağlıklı bir düşünsel mecraya sürüklenmemizin başat aktörleri bulunmaktadır. İnsan tarafında bulunan akıl, irade, sorumluluk ve adalet unsurları, Yüce Allah tarafında bulunan ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla birleşince, ortaya doğrudan muhatap alınmış olan bir varlık çıkmaktadır. Mamafih bu aktörlerin birlikte hareket etmiş olduğu her zaman diliminde ezelî yazgı algısının ne liği sorunu kolaylıkla halledilebilmiştir. Fakat adeta düşünsel miras olarak tevârüs edilmiş olan kaderci algının dönüşebilmesi için de çözümlenmesi gereken pek çok temel değer bulunmaktadır. Bunlar Yüce Allah ın ilminin mahiyeti, bu ilmin insanın fiillerine olan önceliği, ezelî ilmin kapsamı ve son olarak da insanın iradeli tercihlerinin bu ilmin neresinde konuşlandığı hususudur. İnsanın eylemlerinin dayanağı ilim midir, yoksa irade midir? Bu sorunun cevabı kişisel özgürlük hususundaki yerleşik paradigmanın yeniden dizayn edilmesini gerektirmektedir. Binnetice olarak şuna inanıyoruz ki, yukarıda izâh edilmiş olan bütün olgusal durumlar, esas itibariyle bireysel özgürlük bağlamında ele alınıp yorumlanabilseydi, belki de kişisel özgürlük sorunu bu denli büyümezdi. Bu tartışma tarihsel olarak Yüce Allah ın ilmi üzerinden değil de, O nun iradesi ekseninde yapılmış olsaydı, noktasında Kur an ın temel değerlerinden birisi olan Meleklerin yazması nın anlamı, izâhı kâbil olan bir husus olurdu. Bu kapının sonuna kadar açılması, insan için ümit verici bir durumun doğmasının da bileşik bir nedeni olabilir. İnanıyoruz ki, Müslüman kültürün tarihsel okumaları bağlamında Mu tezile düşüncesiyle ilkesel bazda paralel giden pek çok algını oluşması işten bile değildir. Eğer ki, daha bidayette insan sorumluluğunu merkeze alan böyle bir yola girilebilseydi, kişisel sorumluluk değeri üzerinde yaratılmış olan insanın pek çok problemi kangren hâline dönüşmeden çözüm eşiğine gelmiş olabilecekti. Dahası, düşünsel sürecin sağlıklı işlemesi, sorumlu varlık olan bizlere ikili bir avantaj da kazandırabilecekti. Zira kişisel sorumluluk ilkesi üzerinde detaylandırılmış olan bir okuma biçimi, hem ezeldeki yazgının boyutlarının daha iyi anlaşılabilmesinin kapısını aralayacak, hem de insanın irâdî fiilleri konusundaki yeteneğinin sınırlarını tespit edebilmemizi imkânlı hâle getirebilecekti. Nitekim her iki durumda da kârlı çıkan yine insanoğlunun kendisi olacaktır. Umulur ki, insanın yaratılış gayesinin de bu amaç üzere takdir edildiği bir sistemi, yalnız Müslüman bireyin değil, bütün olarak insanlığın kurtuluşu için yeniden dizayn etme imkânına da kavuşabiliriz.

82 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 77 KAYNAKLAR Abdulhamid, İrfan, İslâm da İtikâdi Mezhepler ve Akâid Esasları, çev., M. Saim Yeprem, Marifet Yayınları, İstanbul Aıllard, Michel S. J., Le Probleme des Attribut Divins, Beyrut Akdemir, Salih, Son Çağrı Kur an, Ankara Okulu Yayınları, Ankara Altıntaş, Ramazan, Sistematik Dönem Kelam Okulları Mu tezile: Önemli İsimler, Temel İlkeler ve Ana Eserler, Kelam Kitabı İçinde, edt. Şaban Ali Düzgün, Grafiker Yayınları, Ankara Ammara, Muhammed, Mu tezile ve Devrim, çev., İ. Akbaba, Yöneliş Yayınları, İstanbul Atay, Hüseyin, İbn Sina da Varlık Nazariyesi, Gelişim Matbaası, Ankara Aydınlı, Osman, Mu tezile nin Beş Esasının Teşekkülünde Ebu l-hüzeyl in Yeri, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Bağdâdî, Abdulkâhir, el-fark Beyne l-fırak, thk. N. Hüseyin Zerzûr, Mektebetu l-asrıyye, Beyrut Usûlu d-din, İstanbul Bakıllanî, Ebu Bekr, et-temhîd Fi r-reddi Âle l-mülhidi l-muattıla ve r-rafıza ve l-havariç ve l- Mu tezile, Kahire Bedevî, Abdurrahman, Mezâhibu l-islâmiyye, (I-II), Beyrut Bilmen, Ömer Nasuhi, Muvazzâf İlm-i Kelâm, Bilmen Yayınları, İstanbul ts. Birgili, Mehmet Efendi, Tuhfetu l-müsterşidin fî Beyân-i Fırak-ı Mezâhibi l-islâmiyyîn, çev., A. İlhan, DEÜİFD, C: VI, İzmir Cahız, Ebu Osman, el-beyân ve t-tebyîn, (I-IV), thk. A. Harun, Kahire Canbay, Vasıf, Hurafesiz İslâm Dini ve Kur an Dini, Zemin Matbaası, Adana Cezîrî Abdurrahman, Tavdihu l-akâid fî İlmi t-tevhîd, Hadaratu ş-şarkıyye, Yy., Cürcânî, Seyyid Şerif, Şerhu l-mevâkıf, (I-VIII), İstanbul Cüveynî, Abdulmelik, Kitâbu l-irşâd ilâ Kevâti il-edilleti fî Usûli l-itikâd, thk. Esad Temîm, Kutubi s- Sakafiyye, Beyrut Çubukçu, İ. Agâh, Mu tezile ve Akıl Meselesi, AÜİFD, C: XII, Ankara De Boer, T. J., İslâm da Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay, Yy., Ankara Dugaym, Semih, Mustalahât-ı İlm-i Kelâmi l-islâmî, (I-II), Beyrut Ebu l-kasım el-belhî, Fazlu l-itîzâl ve Tabakâtu l-mu tezile, thk. F. Seyyid, Tunus Ebu Ya la el Ferrâ, Kitabu l-mu temed fî Usûlu d-dîn, thk. H. Zeydan, Beyrut, Eş arî, Ebu l-hasen, Kitâbu l-luma fi r-reddi Âlâ Ehli z-ziyâğ ve l Bedea, thk. A. İzzeddin, nşr. R. J. Mac Carthy, Beyrut Makalâtu l-islâmiyyin ve İhtilâfu Musallîn, thk. H. Ritter, Wiesbaden Gardet, Louis, Dieu et la Destine de L Homme, Paris Gimaret, Daniel, La Doctrine da l-ashari, Paris Güler, İlhami, Allah ın Ahlakîliği Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara Hasan Basrî, Risâle Fi l-kader, thk. M. Ammare, Kahire Tefsiru Hasan Basrî, (I-II), thk. M. Abdurrahman, Kahire ts..hasan Basrî nin Kader Hakkında Halife Abdulmelik b. Mervan a Mektubu, çev., Lütfi Doğan, Yaşar Kutluay, AÜİFD, C: III, Ankara Dugaym, Semih, Felsefetu l-kader fî Fikri l-mu tezile, Dâru t-tenvîr, Beyrut 1985.

83 Namık Kemal OKUMUŞ 78 Fuzûli, Muhammed, Matlau l-itikâd fî Ma rifeti l- Mebde-i ve l-meâd, nşr. M. Cavit Tanci, Ankara Goldziher, Ignaz, Ecel Maddesi, MEBİA (I-XII), MEB Yayınları, İstanbul ts. Hasan Hanefi, Mine l-akide, (I-V), Kahire Hayyat, Ebu l-hüseyin, Kitâbu l-intisâr ve r-redd Âlâ İbn el-râvendî el-mülhîd ve t-tâne Aleyhim, thk. A. N. Nader, Matbaa Katolikiyye, Beyrut El-Hüseynî, Yahya, Resâilu l-adl ve t Tevhîd, thk. M. Ammare, Daru l-hilal, Yy.,1971. İbn Abd Rabbih, Ebu Ömer, Kitâbu İkdu l-ferîd, (I-VII), Beyrut İbn Ebi l-hadîd, Şerh Nehcu l-belâğa, (I-XX), thk. M. Ebu l-ibrahim, Beyrut İbn Ebi l-izz el-hanefî, Ali, el-akîdetu t-tahâviyye ve Şerhi, çev., M. Beşir Eryarsoy, Guraba Yayınları, İstanbul İbn Hazm, Ebu Muhammed, Kitâbu l-fasl Fi l-milel ve l-ehvâ ve n-nihal, (I-V), Mısır İbn Küteybe ed-dineverî, Te vîlu Muhtelifu l-hadis, çev., M. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan Yayınları, İstanbul İbn Manzur, Ebu l-fazl, Lisanu l-arab, (I-XVIII), Beyrut İbnü l-murtazâ, Kitâbu l-kalâid fî Tashîhi l-akâid, Beyrut, ts...tabakâtu l-mu tezile, thk. S. D. Wilzer, Beyrut İbn Rüşd, Ahmed, Faslu l-makâl, çev., Bekir Karlığa, İşaret Yayınları, İstanbul İbn Nedim, Ebu l-ferec, Fihrist, thk. Ş. Ramazan, Dâru l-fetva, Beyrut Îcî, Aduddîn, El-Mevâkıf Fî İlm-i Kelâm, Beyrut ty. İsferayînî, Ebu l-mzaffer, Et-Tabsîr fi d-din ve Temyîzu l-fırkatı n-naciye ani l-fırkati l-hâlikin, thk. M. Kevserî, Mısır İsferayînî, İbrahim b. Muhammed, Haşiye Âlâ Şerh-i Akâid-i Nesefî li l-taftazanî, İstanbul İslamoğlu, Mustafa, İman Risalesi, Denge Yayınları, İstanbul El-Irakî, ebu Muhammed, El-Fıraku l-müfterika Beyne Ehli z-zeyğ ve z-zanâdika, nşr. Yaşar Kutluay, AÜİFY, Ankara Işık, Kemal, Mu tezile nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, AÜİFY, Ankara Kâdî Abdulcabbâr, El-Mecmû Li l-muhit bi t-teklîf, (I-II), thk. J. J. Hauben, Kahire ts..el-muğnî fî Ebvâbi t-tevhîd ve l-adl, (I-XVI), thk. A. Fuad, Mısır Müteşâbihu l-kur an, (I-II), thk. A. M. Zarzur, Dâru t-türas, Kahire Şerh Usûlu l-hamse, Kahire Karadeniz, Osman, Ecel Üzerine, Anadolu Matbaası, İzmir Hasan Basrî ve Kelâmî Görüşleri, DEÜİFD, C: II, İzmir Keskin, Halife, İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, Beyan Yayınları, İstanbul Kılavuz, A. Saim, Anahatlarıyla İslâm Akâidi ve Kelâm a Giriş, Ensar Yayınları, İstanbul Lekkanî, Abdulselam, Şerh Cevheretu t-tevhîd, Mısır Makrîzî, Ebu l-abbas, Kitâbu l-mevâizu ve l-itîbâr bî-zikri l-hitat ve l-âsâr, (I-II), thk. Emin F. Seyyid, Türasi l-islâmiyye, Londra Malatî, Ebu l-hüseyin, Kitâbu t-tenbîh ve r-reddu Âlâ Ehli l-ehvâ ve l-bedâ, thk. M. Zahid el- Kevserî, Beyrut Mes udî, Ebu l-hasan, Murucu z-zeheb, (I-IV), thk. M. Abdulhamid, Beyrut 1988.

84 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu tezile 79 Naşî el-ekber, Mesâilu l-imâme ve Muktefât Mine l-kitâbi l-evsâf Fi l-makalât-usûlu n-nihal, thk. J. Wan Ess, Beyrut Nesefî, Ebu l-mu in, Tabsıratu l-edille, (I-II), thk. C. Salame, Dimeşk Nevbahtî, Ebu Muhammed, Kitâbu Fıraku ş-şia, thk. H. Ritter, İstanbul Ramazan Efendi, Akâid Şerhi, Basın Ofset, İstanbul Râzî, Fahrettin, Tefsîr-i Kebîr, (I-XXIII), çev., S. Yıldırım, L. Cebeci, vd., Akçağ Yayınları, Ankara Sabunî, Nurettin, El-Bidâye fî Usûli d-din, Yy., ts...matüridiyye Akâidi, çev. Bekir Topaloğlu, DİB Yayınları, Ankara Sâmedî, Abdurrahman, El-Adl-i İlâhî, Yy., Beyrut Sırrı Giridî, Nakdu l-kelâm fî Akâidi l-islâm, Dersaadet Yayınları, İstanbul ts. Subhî, A. Mahmud, Fî İlm-i Kelâm, (I-III), Beyrut Ez-Zeydiyye, Kahire Şarânî, Ebu Abdurrahman, el-yevâkıt ve l-cevâhir fî Beyâni Akâidi l-ekâbir, Mısır Şehristanî, Abdulkerim, el-milel ve n-nihal, (I-III), Beyrut Taftazanî, Saduddîn, Şerhu l-akâid, nşr. Usturumcalı Ömer, İstanbul Şerhu l-makâsid, (I-V), thk. S. M. Şeref, Beyrut ts. Et-Tahanevî, Muhammed Ali, Keşşâf Istılahâti l-fünûn, (I-II), Kahraman Yayınları, İstanbul Tamer, Arif, Mu cem Fıraku l-islâmiyye, Beyrut ts. Tokadî, İshak Efendi, Akâid Manzumesi, İstanbul 1310 Tunç, Cihat, Ecel Maddesi, TDVİA, C: X, İstanbul Zemahşerî Kelâmının Ana Meseleleri, Ankara Uludağ, Süleyman, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, Dergâh Yayınları, İstanbul Ülken, Hilmi Ziya, İslâm Felsefesi, Selçuk Yayınları, Ankara Watt, W. Montgomery, Hür İrade ve Kader, çev., Arif Aytekin, Kitabevi Yayınları, İstanbul İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev., E. Ruhi Fığlalı, Umran Yayınları, Ankara İslâmî Tetkikler-I/İslâm Felsefesi ve Kelâmı, çev., Süleyman Ateş, AÜİFY, Ankara Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-keşşâf an Hakâiki Avami t-tenzîl ve Uyûni l-ekâvîl fî Vucûhi t- Te vîl, (I-IV), thk. M. H. Ahmed, Dâru l-kutûbi l-arabî, Beyrut Ziriklî, Hayreddin, el-âlâm, (I-VIII), Beyrut 1984.

85 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : [201?] Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankalarının Geleceği The Future of The Participation Banking in Religion and Capitalism Clamp İsmail ÇELİK ÖZ: Özel Finans Kurumları ya da Katılım Bankacılığı, küresel finans pazarındaki yoğunluğu oldukça derinleşmektedir. Dünyadaki teorik geçmişi 1950 lere, pratikte de İslâmî Bankacılık adıyla da 1970 li yıllara kadar giden katılım bankaları, finansal bağımsızlığın neticesinde finansal alanda yeni bir finansal gelişmenin adıdır. Bu bankacılık türünün ana hedefi; İslâmî finansman prensipleri dâhilinde, faize titizliği olan tarafların işlem görmeyen fonlarını uluslararası ekonomiye aktarmaktır. Katılım bankaları faizi ilgilendirmeyen neredeyse genel konvansiyonel bankacılık faaliyetlerini farklı tekniklerle yapmaktadırlar. Bu bankalar bir taraftan konvansiyonel bankaların alternatifi olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan da geleneksel bankaları tamamlayıcı ve mali kesime güven ve renklilik getiren finansal kurumlar olarak değerlendirilmektedir. Mudilerin bu bankaları seçmelerini belirleyen en önemli etken hizmet/ürün kalitesi dir. Bunu İmaj ve Güven, Personel Kalitesi ve Dini/Çevresel motivasyonlar etkenleri takip etmektedir. Gelecek yıllarda faizsiz finans sistemi bazı ülkelerdeki finansal servislerin küçümsenmeyecek bir kısmında oldukça etkisini gösterecektir. Katılım bankaları farklı tartışmalara sahne olmuştur. Hazırlanan bu çalışmada sözü geçen tartışmalar neticesinde elde edilen bilgilere müracaat edilmiş ve netice olarak da olası tavsiyelerde bulunulmuştur. Anahtar sözcükler: Özel Finans Kurumları, Katılım Bankacılığı, Kalkınma. ABSTRACT: Private Financial Corporations or Participation Banking has been deepening its volume in the global financial market. The participation banks, whose theoretical past goes back to 1950s in the world, has been practicing since 1970s as Islamic Banking. As a result of financial independence is the name of a new financial developments in the financial field. The main target of the participations is hand on, the unoperational funds of interest of the parties with rigor in to international economy, inside the Islamic financing principals. The participation bankings accomplish almost traditional bankings activies in several technics. These banks are considered as an alternative to the conventional banks on the one hand. On the orher hand, the participation bankings are considered as financial institutions that supplementary of the traditional banks and trust and variegation to financial sector Judging by the results achieved. The most important fact affecting the investors select of participation banks is Product/Service Quality. Image and Trust, Personnel Quality, Religious/Environmental Motivations are to follow it. Interest finance system could account for a important volume of financial duties in different countries. Participation banking was staged to different consultations. This article describe these consultations and presents creative advices. Keywords: Private Financial Corporations, Participation Banking, Development. 1. GİRİŞ Finansal piyasalar, dolaşımda olan finansal araçların sayısı ne kadar çeşitli olursa o oranda başarılı olacaklardır. Özellikle insanların manevi dinamikleri dikkate alınarak uygulamaya geçmiş olan finansal araçlar, âtıl olan fonların piyasada döngüsünü sağlayacaklardır. Günümüzde katılım bankası olarak isimlendirilen finansal kurumlar, literatürde özel finans kurumları, İslâm Bankacılığı (Islamic Banking), Faizsiz Bankacılık (Intresless Banking veya Banking without Interest), Faizden Arınmış Bankacılık (Interest Free Banking), Kâr Zarara Katılmalı Bankacılık ( PLS- Profit Loss Sharing Banking) gibi isimlerle geçmektedir (Akın, 1986:23). Öğr. Gör. Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya-Türkiye, ismailcelik@sdu.edu.tr

86 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları 81 Suudi Arabistan Para Ajansı, katılım bankalarının tanımını; İslâm ın belirlediği ve teyid ettiği ilkeler doğrultusunda banka faaliyetleri yapmak (SAMA, 1980:2) şeklinde ifade etmiştir. Bu bankalar faizle bağlantısı olmayan diğer bütün bankacılık işlemlerinin yanı sıra, sigortacılık, finansal kiralama (leasing), alacakların peşin tahsili (factoring) gibi işlemleri de hizmet yelpazesi içerisinde bulundurmaktadır. Bu anlamda diğer bankalara bir alternatif olarak kendilerine bakılırken, faizsiz işlemlerle de finansal sistemde tamamlayıcılık, derinlik ve rekabet unsuru olarak bulunmaktadır (Özulucan ve Deran, 2009:86). Çalışma prensibi açısından katılım bankalarını; bankanın kasasında olan paranın mal ve hizmetlerle etkileşimde olduğu, her nakit hareketinin mutlaka bir mal ve hizmetle eşgüdümlü çalıştığı, faaliyet sonuçlarının kâr ve zarar esasına göre dağıtıldığı bir bankacılık sistemi şeklinde açıklamak yerinde olacaktır (Özsoy, Görmez ve Mekik, 2013:188). Geleneksel bankacılık sisteminde faaliyet iradı, faiz olarak kendini gösterirken, katılım bankalarında ise faizin bankacılık sisteminden elimine edilmesi üzerine bir anlayış vardır. Hem haram olan faizin sistemden çıkarılması hem de dinî kaygılarından dolayı değerlendirilemeyen tasarrufların sisteme dâhil edilmesi katılım bankalarının temel felsefesini oluşturmaktadır. Ancak, yatırımcılar arasında bu bankaların sunduğu hizmetlerin net olarak bilinmemesi, farklı dinî mezheplere göre uygulamaların değerlendirmeye tabi tutulması, bu bankalarca ele geçirilen fonların nerelerde kullanıldığının şeffaf şekilde kamuoyu ile paylaşılmaması gibi sebeplerle bu bankalardan beklenen finansal piyasadaki rolünün gerçek anlamda ortaya çıkmasına engel oluşturmaktadır. Bu durumun ortaya çıkmasına sebep olan durum ise; toplumsal çevre ile iktisadi ve hukuksal çerçevenin tam olarak sağlanamamış olduğu ifade edilmektedir (Kalaycı, 2013:14). Bu çalışmada katılım bankalarının dünyadaki ve Türkiye deki tarihsel gelişimine yer verilerek, bu bankacılık hizmetlerine olan tercih sebepleri üzerinde yapılan çalışmalar hakkında bilgiler aktarıldıktan sonra dini ve kapitalist bakış açısına göre çekiştirilerek yanlış değerlendirmelere muhatap olmaları ifade edilip gelecekte katılım bankalarının rolü hakkında bir perspektif çizilmeye çalışılacaktır. 2. KATILIM BANKACILIĞININ TARİHİ-TEORİK TEMELLERİ Söz konusu bankalar yarım yüzyıla yaklaşmış bir mazisi ve Arap ülkelerine ait bölgelerde yaşamına başlayıp buralardan Türkiye ye ve küresel bir coğrafyada kendine giderek artan yönelimlerle yer bulmaktadır. Bu gelişmeler ana hatları ile aşağıda belirtilecektir Dünyadaki Gelişimi Katılım bankacılığın ilk uygulamalarının milattan önce tarihlerinde devlet yöneticiliği yapan Hammurabi ye kadar dayandırılmaktadır (Akın, 1986:110). M.S Hristiyan hacıların mal ve canını korumak için kurulmuş olan Temple mezhebi ve mensubu olan Templier liler yapılan bağışlarla ciddi bir servet ve güç sahibi olmuşlardır. Avrupa da 1000 den fazla şubeleri olan bu illegal örgüt askerî ve ticarî amaçlar için faizsiz borç vermiştir (Akın, 1986:111). Faizsiz finans müessesesi olarak Avrupa da üyeleri arasında faizin alınmadığı ve aynı zamanda tasarruf bankalarının da çekirdeğini oluşturan dostluk ve yardım cemiyetlerini göstermek mümkündür. Bunlarla birlikte, 19.yüzyıldan önceki bu gelişmeleri faizsiz bankacılık faaliyetlerinden çok, yardım teşekkülleri olarak ifade etmek yerinde olacaktır (Akın, 1986:111). İslâm dünyasında ise bankacılık hizmetlerinin ilk rağbet gördüğü dönem Abbasiler ( ) dönemi olmuştur. Özellikle savaş, müsadere gibi siyasi gelişmelerle hazinede aşırı derecede ganimet ve servet birikimi olmuştur. Bunlarla sosyal ve ekonomik hayata katkı sağlanmaya çalışılmıştır. Oryantalistler in çalışmalarına bakıldığında İslâm dünyasının bankacılık konusunda oldukça ilerlemiş olduğu kaydedilir. İslâm da kesinlikle faiz içerikli bir

87 İsmail ÇELİK 82 banka uygulaması söz konusu olmamıştır. Faizsiz kredi işlemleri büyük bir titizlikle devlet yetkililerince ve kuruluşlarca takip altına alınmıştır (Yusuf, 1971:82-89). Günümüz şartlarındaki katılım bankacılığının ilk bilimsel gelişmeleri, Hintli ve Pakistanlı bilim adamlarının 1950 lerden itibaren iktisadi hayata ilişkin uygulamaların İslâmî kaynaklara göre yorumlanması ile başlamıştır. Dünyadaki ilk fiili uygulama ise Mısır daki Mit Gamr yerleşim yerinde gerçekleşmiştir arasında bankaların devletleştirilmesi politikasına bir alternatif olarak denenen bu ilk katılım bankası uygulamasına göre, sınırlı ölçekte olmasına rağmen bankacılığı, ticari ortaklığı, sigorta hizmetlerini, takas (barter) ve finansal kiralama (leasing) uygulamalarına benzer finansal araçlarını birlikte ve bu çatı altında toplayabilmiştir. Diğer taraftan aynı dönemlerde ortaya çıkan ve Hindistan da Müslüman yerleşim yerlerinde görülen kooperatif bankacılık faaliyetlerinin de ilk kez uygulanan faizsiz finansman uygulamaları olarak belirtmek yerinde olacaktır (Karakaş, 2002: 43-44). Günümüz şartlarında katılım bankalarının ilk temellerinin atıldığı gelişme ise; 1970 de Cidde de toplanan İslâm devletleri dış işleri bakanları toplantısıdır. Bu bankaların çağdaş ve küresel çekirdeği İslam Kalkınma Bankası (IDB) dır. İslâm ülkelerinin yetkililerinin müşterek kararı ile 1973 te Cidde de kurulmuştur. Bu bankadan beklenen; İslâm ülkeleri arasında finansal dayanışmayı gerçekleştirmektir. Bütün bunları Şeriatın gereklerine bağlı kalarak ekonomik ve sosyal kalkınmaya vesile yapmaktır (Akın, 1986: ). Hali hazırda 56 üyesi olan ve 6 milyar İslâm dinarı tutarındaki sermayesi ile nominal kıymeti İslâm Dinarı üzerinden hissesi bulunmaktadır. Türkiye bu oluşumda %8,4 lik bir paya sahiptir. Bu konuda lider konumunda olan aynı zamanda İslâm Kalkınma Bankasının başkenti konumundaki Suudi Arabistan dır (Kalaycı, 2013:54). İslam Konferansı Teşkilatı nın üyeleri olarak kabul edilen İslam Kalkınma Bankası (1973) ve İslam Bankaları Birliği faaliyetlerine başlayınca katılım bankacılığında iki tip akım ortaya çıktı (Zaim, 2000:250): Birincisi; İslâm dininin temel değerleri ile örtüşen toplum modeline geçmeye çalışılırken İslâmî ekonomik sistem içinde mali sistemin ve bankacılık sektörünün yeniden ele alınarak örgütlenmesinin gerçekleştirilmesidir. İran, Pakistan kısmen de Sudan bu prensipler doğrultusunda bu modeli hayata geçirmiştir. İkincisi de, dünya finansal yapısına hâkim olan liberal ekonomi piyasası içinde İslâmî finansal kuruluşların sisteme dâhil edilerek rakip olmalarının önünün açılmasıdır. İran, Pakistan ve Sudan dışında kalan diğer üye ülkeler bu modeli uygulamaya geçmişlerdir. Bununla birlikte 1971 de Mısır da faaliyete geçirilen Nasır Sosyal Bankası, katılım bankası özelliklerine haiz yerli katılım bankacılık sisteminin kurulmuş önde gelen temsilcisidir. Küresel alanda kendini ilk gösteren katılım bankası ise İslâm Kalkınma Bankası dır. Zaman içerisinde gösterdiği gelişme ile bankacılık sektöründe teknolojik seviyenin gerisine düşmemiş ve coğrafi olarak kendine İslâm ülkeleri dışında da yer bulmuştur. Gerek Müslümanların dünya genelinde yaşam sürmeleri gerekse de faiz unsurunun ekonomik hayatı olumsuz etkilemesi bu bankacılık sistemini genel finansal yaşam içerisinde gerekli kılmaktadır. Bu gelişme seyri aşağıdaki tabloda ana hatları ile verilmiştir. Tablo 1: Katılım Banka Faaliyetlerinin Tarihsel Evreleri Varlık Yönetim + Ticaret Ve Tasarruf +Öfk, Tekâfül Kuruluşları Ve Yatırım Kuruluşlar Bankaları Şirketleri Aracı Bankaları Müesseseler Uygulanan Teknikler Karz-ı Hasan Mudarabe Muşareke +Selem + Ticarî Bankacılık Ürünleri, Katılım Hesapları, Tekâfül + Yatırım Fonları, İslâmî Bonolar, Hisse Senetleri + Elektronik Banka Şubeleri + Şeriat a uyumlaştırılmış ürünler

88 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları 83 Uygulandığı Yerler Müslüman Ülkeler (Körfez) +Müslüman ülkeler (Ortadoğu) +Asya Pasifik, Türkiye + Bazı Avrupa ülkeleri ile Aynı bölgeler Amerika Birleşik Devletleri Alıntı: Kalaycı, 2013:54. Dünya geneline bakıldığında katılım bankaları hızlı bir şekilde şubeleşme eğilimindedirler. Özellikle yaklaşık yetmiş beş adet Orta Doğu ve Güney Asya ya ait yerlerde üç yüzden ziyade İslâmî finansal aracı kurum faaliyet gerçekleştirmektedir. Bu ülkelerden başka Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere başta olmak çoğu Avrupa ülkeleri ile Güney Afrika Cumhuriyeti devleti de bu bankacılık sistemine finansal piyasalarında izin vermişlerdir. Özellikle İngiltere, İslâmî finansal kesim açısından önemli bir durumdadır. Üç milyona yaklaşmış İngiltere de yaşayan Müslüman nüfusu, İslâmî Finansal kurumlar için ciddi rakamlara ulaşacak işlem değerine sahip iddialı finansal bölge anlamına gelmektedir. Dünya çapında bankacılık sistemi uygulamalarında söz sahibi olan geleneksel bankacılık faaliyetinde bulunan dünyanın sayılı bankaları (Citibank, BNP gibi) katılım bankacılığı pencerelerini bünyelerinde barındırmaktadırlar. İslâmî bankacılık sisteminin son otuz yılını değerlendirdiği kitabında Chachi (2005: 37-39),beş anakara, kırk sekiz ülke genelinde organize olmuş iki yüz seksen adet faizsiz işlem gören bankacılığın dört yüz milyar dolarlık işlem hacmine yaklaştığını ifade etmiştir. Katılım bankaları özellikle Batı Avrupa ve Japonya da uygulama alanı bulmuş ve aynı zamanda küresel bankacılık işlemlerini de gerçekleştirmektedirler (Al-Jarhi,2005:1). Dünya genelinde uygulama alanı bulan katılım bankacılığı sisteminin en fazla ev sahipliğini gerçekleştirenler hiç kuşkusuz İslâm ülkeleridir. Özellikle İran ve Pakistan sistemin tam anlamıyla uygulandığı ülkelerdir. Katılım bankacılığının başlıca İslâm ülkelerinde genel banka faaliyetlerindeki oranı %20 ile %49 dolaylarında şekillenmiştir yılında bu bankacılık hizmet oranının Suudi Arabistan için %70 ler civarına çıkacağı tahmin edilmektedir. Geleneksel bankacılık sistemi uygulamalarına göre iki kat daha fazla büyümenin sağlandığı Malezya da ise katılım bankacılığın mevduat tutarı toplamı ise 100 milyar doları aşmış durumdadır. Katar da ise bankacılık hizmetlerinin %25 lik kısmını katılım bankacılığı oluştururken bu oranın 2018 sonlarında %34 olarak gerçekleşmesi beklenmektedir ( Katılım Bankalarının Türkiye deki Tarihsel Gelişimi Günümüzde katılım bankacılığının oldukça verimli bir şekilde uygulandığı Türkiye de, sürecin başlangıcı, Devlet Sanayi ve İşçi Yatırım Bankası nın ülke iç ve ülke harici çalışanların tasarruflarını İslâmî şartlarda ama kaynakların israf edilmeden kâr beklentisinin yüksek olduğu esaslarına göre bir araya getirerek endüstri dallarına verilmesi koşulu ile 1975 yılında kurulması ile gerçekleşmiştir. Bu anlamda 1983 yılında ilk defa Türkiye finansal piyasasında var olma iddiası ile ortaya çıkan katılım bankaları için Devlet Sanayi ve İşçi Yatırım Bankası bir örneklik oluşturmuştur (Kalaycı, 2013:55). Katılım bankaları Türkiye de tarihindeki Bakanlar Kurulu Kararı (BKK) ile özel finans kurumu (ÖFK) adında faaliyete geçmişlerdir. Bankalar kanunu kapsamına 1999 yılında alınarak faaliyetlerini bu yasal alt yapıda sürdürmektedirler (SERPAM, 2013:7). Türkiye de katılım bankaları 5411 sayılı 19/10/2005 tarihli Bankalar Kanunu (B.K) na bağlı ve diğer geleneksel bankalarla eşit değere sahiptir. Katılım bankaları ticaret hukuku açısından anonim şirket tüzel kişiliğine haiz olmak zorundadırlar. Bu kuruluşların gerçekleştirebileceği çalışmalar ilgili yasanın 4. Maddesinde sıralanmıştır. Bu bankalar, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) nun icazeti ile kurulup faaliyette bulunabilirler. Bu bankalara aktarılan katılım fonları diğer tasarruf mevduatları gibi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) vasıtası ile teminat altında tutulurlar. Diğer taraftan bu

89 İsmail ÇELİK 84 kuruluşların meslekî gelişmeleri ile ilgili kuruluşlar olan Türkiye Bankalar Birliği ile Türkiye Katılım Bankaları Birliği nin çalışma şartları ilgili yasanın 79. maddesinde tanzim edilmiştir (Resmi Gazete). Türkiye de 1984 yılında Faisal Finans A.Ş. ilk kurulan katılım bankasıdır. Bu kuruluşu takip eden Albaraka Türk Finans A.Ş. ise 1985 yılında faaliyetlerine başlamıştır.. Bunları sırasıyla Kuveyt Türk (1989), Anadolu Finans(1991), İhlas Finans (1995) ve Asya Finans (1996) katılım bankaları takip etmiştir yılı ekonomik darboğazı sonucunda İhlas Finans Kurumu tasfiye sürecine girmiştir yılı içinde Ülker şirketince Family Finans adındaki katılım bankası Faisal Finans ın devir alınması ile kurulmuştur. Devamında bu yeni banka tekrar bir başka katılım bankası olan Anadolu Finans ile bir araya gelerek 2005 yılında Türkiye Finans adı ile faaliyetlerine başlamış ve hizmet vermeye devam etmektedir (Özsoy, 2011:22-23). Günümüz Türkiye sinde mevcut 5 adet katılım bankası mevcut olup, Uluslararası kontrol ve müşavirlik organizasyonu olan Ernst &Young (EY) ın Dünya İslami Bankacılık Rekabet Raporu verilerinde, 2014 yılı verilerine göre son beş yıllık periyotta bir iyileşme ortaya çıkarak İslâmî varlıklar 45 milyar $civarına yükselmiştir. Türkiye nin 2014 yılı itibari ile pazar payı % 5,9 iken 2023 te ise %15 olması beklenmektedir (EY, Raporu). Katılım bankacılığının özel finans kurumu olarak toplumda tanıtımı faizsiz uygulamalardan dolayı kabul görse de uluslararası finansal sahalarda anlamlandırılması ve kabul görmesi ciddi bir problem olarak kendini göstermektedir (Yahşi, 2011:76). Bu isimlendirilmenin dezavantajlarından kurtulmak amacı ile yapılan çalışmalar sonucunda 5411 sayılı Bankacılık kanunu ile Katılım Bankası ismi uygun görülmüştür. Bu değişiklik bu bankacılığın önündeki engelleri kaldırmış olup iki banka ve iki şube ile finansal hayatta var olan bu bankacılık faaliyetleri 30/11/ 2011 tespitlerindeki bilgiler dâhilinde dört merkez ve 680 şube yapılanmasına giderek nicelik ve niteliksel kalkınma kat etmiştir (Akyüz, 2011:34). Türkiye de faizsiz bankacılık hizmeti veren katılım bankaları ve bunların kuruluşları ve finansal yapılanması aşağıdaki Tablo: 2 de verilmiştir. Tablo 2: Türkiye de Faaliyette Bulunan Katılım Bankalarının Genel Durumu BANKA ADI KURULUŞU EVRİMİ VE FİNANSAL YAPISI İlk adı Faisal Finans kurumudur. Ortaklığın hisselerinin sahibi bulunan Dar Al-Maal Al-İslâmî grubu 1998 yılında haklarını İsviçre de bulunan OLFO adındaki ortaklığa bırakmıştır yılında ortaklık haklarının %38,82'si Sabri Ülker tarafından devir alınmış ve bu yılda bankanın adı Family Finans olarak belirlenmiştir yılı itibari ile Sabri Ülker in ortaklık hissesi Türkiye %98,63'e yükselmiştir. 2005myılında ise daha önce piyasada 1984 Finans faaliyette bulunan Anadolu Finans Kurumu ile bir araya gelerek Türkiye Finans adı ile faaliyetlerine devam etmektedirler e gelindiğinde ise bankanın %50 den fazlasını The National Commercial Bank üzerine geçirmiştir. Hali hazırda söz konusu Suudi Arabistan Milli Ticaret Bankasının hisse oranı %60 ları geçmiş, diğer büyük hisse ise Gözde Finansal Hizmetler kurumuna ait bulunmaktadır. Orta Doğu kökenli kuruluşlardan olan Albaraka Bankacılık Albaraka Türk 1985 Grubuna sahipliğinde bulunan bankanın %50 den fazla hissesi bu kuruluşa ait olup %17 civarındaki kısmı ise halka arz edilmiş konumdadır. Kuveyt Türk 1989 İlk olarak Özel Finans Kurumu olarak faaliyetlerine 1989 yılında başlamış, daha sonra 1999 yılında Kuveyt Türk Katılım Bankası olarak adını değiştirerek faaliyetlerine devam ettirmektedir. Hissedarlığın %70 lik dilimine Kuveyt merkezli kuruluşlar sahip bulunmaktadır.

90 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları 85 Asya 1996 İhlas Finans 1995 Ziraat Bankası 2015 İlk olarak Asya Finans adı ile faaliyetlerine başlamıştır yılında ise adına katılım kelimesini ilave ederek adını değiştirmiştir. Bankacılık faaliyetlerinin yeterince şeffaf olmadığından dolayı 03/02/2015 tarihinde Bank Asya'nın karar organını belirleyecek olan imtiyazlı payın yüzde 63'ü TMSF aracılığıyla şekillendirilmesine BDDK tarafından onaylandı. 29/05/2015 tarihinde de tamamı fona devredildi TL sermaye ile kuruldu. 35 şubesiyle faaliyetlerini sürdüren banka, 2001 yılı itibariyle Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu tarafından el konulmuş olup tasfiye süreci devam etmektedir TL sermaye ile ilk şubesini 29/05/2015 tarihinde İstanbul/Eminönü nde açmıştır. Alıntı: Kalaycı, 2013: 57. Son dönemde Türkiye Cumhuriyeti hükümeti de katılım bankalarının devlet bankaları olan Ziraat, Halk ve Vakıfbank bünyesinde kurulması çalışmalarına başlamıştır. Güncel bilgilere baktığımızda ise aşağıdaki bilgileri tablo olarak vermek mümkündür. Tablo 3: Türkiye de Katılım Bankaları ve Şube Sayıları Katılım Banka Adı Şube Sayısı Albaraka Türk 209 Asya 200 Kuveyt- Türk 343 Türkiye Finans 285 Ziraat Katılım Bankası 11 Toplam 1048 Alıntı: 3. LİTERATÜR TARAMASI Literatür çalışmalarında; bankacılık hizmet maliyetlerinin az tahakkuk etmesi ve uygun nispetlerde borç alma fırsatları, bankaların şube sayısı, şubelerdeki fizikî standartlar, insan kaynaklarının bilgi seviyesi, banka çalışanlarının müşterilerine olan alakası, bankanın dinî referanslara göre faaliyette bulunmaları, bankacılık hizmetlerinin sonuçlandırılmasındaki hız ve etkinlik, bankanın algılanmasındaki imaj durumu gibi hususlara bu bankaların tercih edilmesi sebepleri arasında olduğu tespit edilmiştir. (Sarı, 2010: ). Türkiye de sınırlı sayıda çalışma yapılmış olmakla birlikte başka ülkelerde katılım bankacılığının tercih edilmesinin sebeplerini belirlemek üzere yapılan çalışmalardan bazıları aşağıda tablo halinde verilmiştir. Tablo 4: Katılım Bankalarını Tercih Sebepleri Yazar/lar Çalışmanın Niteliği Sonuç Laroche vd. (1986) Kaynak (1986) Teorik Banka müşterileri ve banka yöneticileri temelinde yapılan ve Sizin tercihlerinize göre ideal bir banka nasıl olmalıdır? sorusuna alınan cevaplar. -Müşterilerine iyi davranan personel, -hızlı hizmet sunumu, -ulaşım kolaylığı ve -etkin hizmet unsurları bu bankaların tercih edilmesinde oldukça etkili olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bankadan hizmet talep edenler için ilk sıralarda gelen sebeplerin; -vaktinde ve verimli hizmet sunumu olduğu, banka yöneticilerine göre ise; -toplumda statü elde etmek olduğu sonucuna varmıştır.

91 İsmail ÇELİK 86 Erol vd. (1989) Omer (1992) Haron vd (1994) Hagazy (1995) Metwally (1996) Gerrard vd. (1997) Metawa vd. (1998) Ürdün de ve 434 adet denek üzerinde gerçekleştirilen anket çalışmasıdır. UK da yapılmış bir doktora çalışmasında 300 kişilik bir anket çalışması. Malezya da 301 Müslüman ve Gayr-i Müslim müşteri temelinde yapılan bir anket araştırması 400 katılım bankası müşterisi ile yapılan bir çalışma. Suudi Arabistan, Mısır ve Kuveyt te ve 385 er kişi ile gerçekleştirilen telefon görüşmelerine göre sonuca ulaşılmaya çalışılmıştır. Singapur da 190 kişi ile birlikte yapılan bir çalışmadır. Bahreyn de katılım bankacılığının müşterilerinden 300 kişi arasında bir anket çalışmasıdır. -zamanında ve sonuç odaklı servis sunumu, - tanınırlık düzeyi, piyasa değerliliği ve güven derecesi, -sır saklama ilkesine sadık kalması ilk üç sıradaki etmenler olarak sıralanmıştır. -sahiplerine yatırım gelirleri, -üçüncü kişilerin telkini ve -inancı ilgilendiren referanslar hizmet tercihinde yatırımcıların bu bankaları tercih etmelerindeki diğer sebepler olarak belirtilmiştir. Katılımcıların çoğunluğunun dinî beklentilerine uygun finansal hizmet sunumundan dolayı katılım bankacılığını tercih etikleri değerlendirilmesi yapılmıştır. Anket sonuç değerlemesine göre; her iki müşteri tipinin tercih sebepleri arasında kayda değer bir fark olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Müslüman katılımcılarının ancak %40 lık dilimi dinî kaygıları gereği bu bankaları tercih ettikleri tespit edilmiştir. Esas tercih sebepleri ise daha çok müşterilerin hizmet sunumundaki hız, samimi olarak yardımcı olan çalışanların varlığı ve hizmet sunumundaki niteliksel özellikler konularında yoğunlaştığı kanaatine ulaşmışlardır. En etkili olan faktörün yakın arkadaş/akraba tavsiyeleri olduğu sonucuna ulaşmıştır. Hizmet sunumundaki kalite, banka hizmetlerine ulaşımın kolaylığı, personelin müşterilere davranış tutumu, kârlılık etkenine bakmaksızın bankanın topluma hizmet sunma vizyonu en etkili diğer unsurlar olarak belirtilmiştir Etkili olan en temel unsurların -din, -etkinlik ve -klasik bankacılık hizmetleri olduğu sonucuna ulaşmıştır Müslümanların %62,1 i beklentilerinin altında getiri sağlasalar dahi tasarruflarını bu katılım bankalarında değerlendirmeye devam edeceklerini belirtmişlerdir. Bu sonuç yatırımcıların bu bankaları tercih etmelerindeki en önemli etkenin dinî kaygılar olduğu şeklinde yoruma sebep olmuştur. Hızlı ve sonuç odaklı bankacılık hizmetleri ile sır saklama ilkesine sadık olma sebepleri de diğer tercih sebebi olan unsurlar arasında ifade edilmiştir. Bankaların İslâmî finans ilkelere sadakati ilk sırayı alırken ikinci sırayı ise yatırımlarının kârlılık değerlendirmeleri almıştır. Bu sonuca ulaşmakla birlikte verilen hizmetlerden tatmin edildiklerini, fazla servis ücretlerinden de tatmin edilmedikleri sonucu da saptanmıştır.

92 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları 87 Naser vd. (1999) Othman vd. (2001) Ahmad vd. (2002) Karakaya vd. (2004) Zainuddin vd. (2004) Okumuş (2005) Wakhid vd. (2007) Dusuki vd. (2007) Amin (2008) Al- Ajmi vd. (2009) Ürdün de 206 adet hizmet alıcısı ile gerçekleştirilen araştırmasıdır. Kuveyt e ait bir bankada yapılan araştırmadır. Malezya da 45 kişiden oluşan finans yöneticileri ile yaptıkları bir anket araştırması. Türkiye de yapılan bir araştırmadır. Malezya da banka müşterileri ile yaptıkları çalışma. Türkiye de katılım bankacılığı müşterilerinden 161 adet kişi konusunda bir araştırmadır. Endonezya daki katılım bankalarının hizmet alıcılarının nitelikleri konusunda bir çalışmadır. Malezya da dört farklı bölgede 750 kişiye sorulan anket soruları ile şekillenen bir araştırmadır. Malezya da yapılan bir araştırmadır. Bahreyn kaynaklı yaptıkları geleneksel ve katılım bankacılığı tercih sebepleri ile ilgili 655 kişi içerikli bir anket çalışmasıdır. Kurum imajı arasında tanınma derecesi, dinî kaygılar, diğer bankaların sundukları hizmetlerin katılım bankacılığında da karşılığının olması bu bankaların müşteri sayısını artırmasında önemli tercih sebepleri arasında yer aldığı sonucuna ulaşılmıştır. İnanca ve toplumsal değerlere ait unsurların bu bankacılık faaliyetlerinin talep edilmesinde en etkili sebepler olduğu tespit edilmiştir. -Kârlılık ve -hizmet sunumundaki kalite bu bankaların tercih edilmesinde daha belirleyici unsurlar olarak ifade edilmiştir. -İslâmî kaygılar, -kurumun toplumda kabul derecesi, -çevrenin etkileri sıralaması ortaya çıkmış olup getiri oranlarının etkisi en son sırada yer almış olarak tespit edilmiştir. en önemli unsurun; -dinî emredici unsurların motive edici olması ve -güvenirlilik derecesi yüksek eş-dost yönlendirmelerinin daha baskın şekilde kendini hissettirdiği sonucuna ulaşmışlardır. -Dini unsurlar ilk sırayı alırken, -geleneksel bankaların sunduğu hizmetlerin bu finansal kurumlar vasıtası ile veriliyor olması ikinci unsur olmuş, -personelin candan ilgisi ise üçüncü sebep olarak saptanmıştır. -Dinî referansların halk tarafından bu bankaları tercih etmelerinde en önemli unsur olduğu sonucunu elde etmişlerdir. İnsan kaynaklarının bilgili, yetenekli, içten ve saygılı olması ilk sırada dikkat edilen husus olarak tespit edilmiştir. Katılım bankasına ulaşımının kolay olması, kredi oranlarının uygunluğu ise tercih sebeplerinde diğer önemli unsurlar olarak saptanmıştır. -Faiz unsurunun sistemde olmaması, -uygulanan kredi oranları, -şeffaf olmaları, -finansman tedarik işlemlerinin yüz yüze olması en çok dikkat edilen faktörler arasında kayda değer bulunmuştur. -Dinî çekinceler, -sosyal bilinç, -hizmet sunumu kalitesi, -etkin sonuçlandırılan hizmet sayısı, -müşteri ilişkileri ve -bankacılık hizmetlerine kolay ulaşma derecesi katılım bankalarının en önemli tercih sıralamasında yer almışlardır.

93 İsmail ÇELİK 88 Apil (2009) Bhatti vd. (2010) Marimuthu vd. (2010) Khattak ve Rahman (2010) Mansour vd. (2010) Lee vd. (2011) Özsoy vd. (2013) Türkiye de yapılan bir araştırmadır. Pakistan temelli İslâmî bankaların hizmetlerine muhatap olan 120 kişi ile yaptıkları değerlendirmedir. Malezya temelli yapılan diğer bir çalışmadır. Pakistan da banka müşterileri üzerinde yapılan bir araştırma 156 Müslüman ve Gayr-ı Müslim banka çalışanlarına uygulanan anket araştırmasıdır. Pakistan da bulunan Peshawer ve İslamabad yerleşim yerlerinde yaptıkları anket değerlemesidir. Türkiye de 217 kişilik üzerinden yapılan bir anket araştırmasıdır. -Katılım bankalarının tanınma düzeyi, -şube çalışanlarının yakın ilgisi ve -müşteri hizmet kalitesi unsurları müşterilerin bu bankaların tercih sebepleri arasında ilk sıralarda yer aldığı ortaya konmuştur. Diğer taraftan -dini kaygılar, -güvenilir insanların tavsiyeleri de müşterilerin bu bankalara doğru kararlarının şekillenmesinde etki olan sebepler olduğu ifade edilmiştir. -Dinî kaygılar ve -kârlılık en ana unsurlar olarak tespit edilmiştir. Bu unsurların yanında -düşük maliyet, -personelin samimi davranışları önemli olan diğer unsurlar olarak sıralanmıştır. -Maliyet- fayda mukayesesi, -hizmet sunumu, -etkinliğin sağlanması, -arkadaş veya akraba referansına olması olarak sıralanmıştır. Müşterilerin bankaların sunduğu hizmetler hakkında yeterli bilgiye bilgi sahibi olmadıkları belirlenmiş, ayrıca bu bankaların tercih edilme sebebinin banka şubelerinin konumunun özelliği en etkin sebep olarak tespit edilmiştir. Müşterilerin daha düşük hizmet bedelinden dolayı bu bankaları tercih ettikleri birinci sırada yer alırken bankanın İslâmî niteliği ikinci sırada yer almıştır. Müşterilerin çoğunluğu -dini kanunlara göre faaliyette bulunmalarından dolayı bu bankaları tercih ettikleri sonucuna ulaşılmıştır. -Hizmet/Ürün Kalitesi -İmaj ve Güven -Personel Kalitesi -İnanç/ Toplumsal moral değerleri de sonra gelen etmen olarak sıralanmıştır. Alıntı: Özsoy vd., 2013: DİN VE KAPİTALİZM KISKACINDAKİ KATILIM BANKALARI Yapılan araştırmalar ve değerlendirme sonuçları katılım bankalarının geleneksel bankacılık hizmeti veren bankalardan kayda değer bir farkının olmadığını ortaya koymaktadır. Bankacılık faaliyetleri bağlamında klasik bankalarla rekabet halinde olan katılım bankalarının, diğer kuruluş amacı olan dinî kaygıları gereği tasarruflarını yatırımlara aktaramayan tasarruf sahipleri için uygun bir seçenek olması niteliği, bu bankaları tercih için bir cazibe oluşturamamıştır. Böyle bir sonucun ortada olmasının sebepleri irdelendiğinde elbette ki bir takım çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Ancak bu konunun temellendirilmesi yapıldığında görülecektir ki, katılım bankalarına bakış açılarının farklı olması bu sonucun ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

94 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları 89 Özellikle bu kurumlarda çalışanların görüşleri ele alındığında elde edilen sonuçlar da göstermektedir ki, bu müessesenin onlar için dahi var oluş sebebi helal kazanç yeri olması değil, prestij aracı olarak bu kurumları değerlendirmeleridir. Özellikle Müslüman olmayan ülkelerde bu bankaların var oluş sebebine paralel bir müşteri profili ortaya çıkarken (Omer, 1992), Müslüman ülkelerde geleneksel bankacılık hizmetlerine olan talep, daha yoğun bir şekilde bu bankaların müşteri profilini şekillendirmektedir (Haron vd., 1994). Bu sonuç da göstermektedir ki; katılım bankaları özellikle Müslüman ülkelerinde yeterli şekilde anlaşılamamıştır. Burada en önemli sorumluluk katılım bankacılığı hizmeti veren yetkililerde olduğu bellidir. Özellikle katılım bankacılığı ile meslek hayatı olan ve bu konuda akademik çalışma yapanlara sorulan soruların başında hiç kuşkusuz katılım bankaları ne derece İslâmî kurallara göre faaliyette bulunduğudur. Bu konuda ciddi tartışmaların olduğu da yadsınamayacak derecededir. Bu tartışmaların temelinde referans farklılığı yatmaktadır. Özellikle İslâmî iktisat sistemi sadedinde yazılmış olan ender eserler meselenin sadece fıkhî yönünü nazara verirken, diğer eserler de ise pür iktisadî kurallara ağırlık vererek katılım bankaları faaliyetlerinin gerekçelerini açıklamaktadırlar (Akın, 1986:12). Bakış açısının farklılığının neticede tartışmaları da beraberinde getireceği açıktır. Bu durumda mesele en temelinden alınarak yaklaşım sergilenmelidir. Katılım bankalarının orijinine bakıldığında dinî hassasiyetlerin olmazsa olmaz bir prensip olarak uygulandığı bir bankacılık sistemdir. Bu durumda pergelin bir ayağı sürekli burada kalmalı, diğer meseleler de buna göre açıklığa kavuşturmalıdır. Konunun bu bağlamında katılım bankalarının amaçlarını orijinindeki pür İslâmî kaygılara göre tekrar gözden geçirmelerinin gerekliliği ifade edilmeye çalışılacak ve geleceğe ait bir perspektife göre katlım bankalarının nasıl bir duruş sergilemesi gerektiği ifade edilecektir Faaliyet Konularının Faizli Uygulamalara Benzer Olmasının Önüne Geçilmesi Başlangıçta hemen belirtmek gerekir ki; katılım bankalarının uygulamalarında faizli uygulamalar ya da İslâm dinine aykırı faaliyetler vardır anlamına gelecek bir açıklamada bulunmak istenmemektedir. Sadece bu konunun çok hassas bir konu olduğu ve yanlış anlamalara meydan verilmesinin önüne geçilmesinin bir titizliği anlamında konu ifade edilmeye çalışılacaktır. Ayrıçay ve arkadaşlarının ( 2013:128) yaptıkları araştırma da göstermektedir ki; katılım bankalarının gerek kendilerini gerekse de faaliyetlerini anlatmakta ve tanıtmakta oldukça yetersiz kaldıkları ileri sürülmüştür. Bu çalışmaya göre; katılım bankacılığı önündeki engeller sıralamasında katılım bankacılığı hizmetleri ile ilgili bilgi yetersizliği birinci sırada yer alırken ikinci sırada şube sayılarının azlığı ve üçüncü sırada da katılım bankalarının reklam ve tanıtımdaki yetersizliği tespit edilmiştir. Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, Alışveriş de faiz gibidir demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Allah faizi tüketir (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir (Bakara, 2: ) ayetlerinin ifadesine göre faizle ilgili bir meselenin uygulamada cari olması katılım bankalarının kuruluş felsefesi ile taban tabana zıttır. Hangi iktisadî yorum olursa olsun bu yorum bu ayetlere karşı bir anlam ifade etmeyecektir. Diğer taraftan; Bir şeyin ortaya çıkması ve devamı, onun gerekleri ile birlikte olgunlaşmasına bağlıdır (Badıllı, 2011:702) prensibine göre katılım bankacılığı faaliyetlerinin İslâmî prensiplere ödün vermeden ve bu kaynaktan çözüm üreterek sürdürülmesi gerekmektedir. En küçük bir geleneksel bankacılık faizli uygulamalarına benzeyiş katılım bankalarının kabul edilebilirlik derecesini belirsizleştirecektir. Nitekim Tabakoğlu (2011: ) bu konuyu ele almış ve katılım bankalarının geleneksel bankacılıktan tek farkının sadece başörtülü kadınların çalıştırılması şeklinde ifade ederek ciddi bir eleştiri yapmıştır. Özellikle kuruluşunda faizden arındırılmış bankacılık uygulamalarının yapılacağı, ortaklığın esas alındığı ve bunlar vasıtasıyla mülkiyetin tabana yayılmasına hizmet edeceği felsefesinin zamanla maksimum kâr olarak reform edilmesinin (Terzi,2013: 73 bir düşünce

95 İsmail ÇELİK 90 olan amaç için her yola başvurulabilir fikrinin uygulanabilirliğini gündeme getireceği için katılım bankalarının var oluş amacını oldukça erozyona uğratabilecektir. Yukarıda yazın taramasında da belirtildiği gibi Özsoy ve arkadaşları (2013:201) katılım bankaları müşteri tercih sebepleri tespitinde, dini motivasyon dördüncü sırada yer alabilmiştir. Bu sonuçlar katılım bankacılığının zamanla geleneksel bankacılığa yakın hizmet veren bir finansal kurum olabileceği hakkında ipuçları verebilmektedir. Diğer taraftan Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim (Maide, 5:39) ayeti ile Her bid at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem ateşindedir ( Müslim, Cum a: 43) hadis-i şerifi İslâm adına ortaya çıkan bir hareketin sınırlarının ve içeriğinin İslâm kurallarına bağlı kalınarak sürdürülmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. İslâm ın birbirine sıkı sıkıya bağlı bir organlardan müteşekkil bir organizma olduğunu vurgulayan Akın (1986:11), İslâm hükümlerinin parça parça değil bir bütünlük içinde ele alınması gerektiğini ifade etmiştir. Çünkü İslâm, şahsi, sosyal, ekonomi, siyasi ortamlar ve geleceği de ihata ederek bir hüküm koymuştur. Çünkü yukarıda belirtilen ayet İslâm dininin kıyamete kadar geçerli olabilecek nitelikte bir yönünün olduğunu belirtmiştir. Neccar (1978:56) a göre, İslâm bankacılığı konusunda araştırma ya da uygulama yapan kişilerin de İslâm dinin para ve faiz hakkındaki prensiplerini sürekli gündeminde tutması gerekir. Bu bakımdan İslâm ın ekonomik faaliyetlerinin, İslâm ın sosyo-politik düzenlemelerinden ayrı bir şekilde ele alınması sakıncalı olabileceği ikazında bulunmuştur. Akın (1986:14) ise bu konunun çok ciddi bir konu olduğunu nazara verirken sadece dinî konularda yeterli bilgiye sahip olmanın kâfi gelmediğini, aynı zamanda ekonomi başta olmak üzere diğer ilimlerle de mücehhez olması gerektiğini ifade etmekte ve en temelde de dinî salabetin olması lüzumuna vurgu yapmaktadır. İslâmî bir oluşumun temel kaynakları kitap ve sünnettir (Akseki, 1974: 25). Ancak icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha uygulamaları da bu oluşumlarda referans alınabilecek niteliklerdedir. Ancak bu iki metodun da dayanak noktası diğer iki kaynaktır (Uzair, 1978:1-2). Hal bu merkezde iken gerek bu bankacılık sistemini uygulayanlar gerekse de müşteriler konuyu dört başı mamul bir şekilde göremeyebileceklerinden katılım bankacılığı uygulamalarının bu kaynaklara göre temellendirilerek tanıtımının yapılması gerekir. Yoksa hem sistemi yürütenler hem de bu sisteme entegre olmak isteyenler arasında ciddi bir inatlaşma olabilecektir. Katılım bankası sahip ve yöneticileri kendi varlıkları noktasından meseleye bakarken, müşteriler de din noktasından değerlendireceği için çeşitli anlaşmazlık noktaları olabilecektir. Nitekim bu bankalar gerçekleştirdikleri mali faaliyetlerin dinî prensiplere göre gerçekleşme derecesini tetkik etmek ve olur vermek hedefi ile bu konular üzerinde ihtisas yapmış kişilerden danışmanlık talep etmektedirler. Fakat bu bankalar kurumlarında oluşturdukları danışma kurullarının oluruyla bu uygulamaları gerçekleştirirken, bazıları ise sadece katılım bankacılığı konularında ihtisas yapmış akademisyenlerden fikir almaktadırlar. Bu uygulama da, hem her bankanın kendine göre danışma heyetinin olmasından, hem de akademik olarak akademisyenlerin konuyu farklı açılardan değerlendirerek açıklamaya çalışmalarından katılım bankacılığı uygulamalarında farklılıkları beraberinde getirmektedir (SERPAM, 2013:8). Nitekim yapılan araştırmaya göre katılım bankaları, haram olduğu konusunda ittifak edilen katılım bankası uygulamalarını en düşük seviyede uygularlarken, ihtilaflı uygulamalara daha çok faaliyetlerinde yer vermektedirler. Kâr- Zarar ortaklığı belgesine dayalı ortaklık uygulamalarına bağlı fon kullanımı ise ancak %2 ler düzeyinde kalmıştır (Terzi, 2013: 73). Al-Gamal ve İnanoğlu (2005: ) ile Arslan ve Ergeç (2010: ) in araştırmalarından elde edilen sonuçlara göre, bu bankaların, genelde piyasanın etkinliğini artırmasında etkili olduğu söylenebilir. Çünkü katılım bankaları sunduğu geleneksel bankacılık hizmetleri ile sektörde ciddi bir rekabeti piyasaya taşımışlardır. Bu da katılım bankalarının hizmet yelpazesinde bir eksen kayması olduğunu gösteren ayrı bir göstergedir denilebilir.

96 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları 91 Bu gibi gelişmelerin ışığında belirtilmesi gereken; İslâmî ilkelere göre kurulduğunu iddia eden ve o çıkış noktasına göre hareket ettiğini savunan katılım bankaları hem bu günler için hem de gelecekte sürekli bankacılık sektöründe var olmaya devam etmek istiyorsa İslâmî ilkelerden taviz vermeden faaliyetlerine devam etmelidir. Aksi takdirde uygulamalarına İslâm ilkelerine ters düşecek tarzda yer verirse katılımcılar bu durumda geleneksel bankaları tercih etmeye devam edeceklerdir. Bu da onlar için uhrevi sorumluluk anlamında ciddi bir tehdit oluşturabilecektir. Adeta Terzi (2013:1) nin dediği gibi katılım bankacılığı faaliyetleri, kitaba uymak tarzında değil kitabına uydurmak şekline dönüşebilecektir. İnsanlar üzerine öyle günler gelecek ki, faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak. Yemeyene dahi tozu toprağı bulaşacak (İbn Mâce, Ticârât 58) hadisi adeta katılım bankalarının bu anlamda çok dikkatli davranması gerektiğini tavsiye etmektedir. Çünkü tasarruf sahipleri bu bankalara faizden arındırılmış bir sistem olması özelliği ile gelmektedir. Eğer bir şekilde İslâm prensipleri dışı uygulamalar olursa, yatırımcıların geleneksel bankalara müşteri olmaları dolaylı bir şekilde teşvik edilmiş olacaktır. Bu da Sebep olan işleyen gibidir (Müslim, 2/704) hadisinin sınırlarına girmek anlamına gelmektedir. Diğer taraftan katılım bankalarının İslâmî hüviyet altında faaliyetlerini yapmaları eğer kuruluş felsefesine göre olmazsa dini istismar etmenin finansal boyutu olarak da anlaşılabilecek ve rekabet durumunda olunan geleneksel bankalar tarafından da bu suiistimal edilebilecektir. Bununla birlikte Faizsiz Bankacılık ya da İslâm bankacılığı isimlerinin yerine Katılım Bankası ismi ile değiştirilmesinde bu bankaları diğer bankalar sırasına dâhil etmenin alt yapısını oluşturmak anlamına gelebilecek yorumların yapılması için bir sebep oluşturabilecektir. Yani müşteri çekmek için farklı bir özelliği olduğunu gündeme getirirken, hayatını kapitalist sistemde devam ettirmek için de geleneksel bankalar görünümünde olma çabası olduğu yorumlarına yol açabilecektir Gelecekte Katılım Bankalarına Olan İhtiyaç Yukarıda bahsedilen olgulara rağmen İslâmî bir anlayışa sahip bankacılık faaliyetinin varlığı ekonomik hayatta bir boşluğun doldurulması için gereklidir. İnançla insanın eylemlerinin örtüşmesi gereklidir. Bu insan psikolojisi için gerekli olan bir ruh halidir (Harlak, 2000:17). Çoğu fıkıh kitaplarında faiz, insanı helak edici büyük günahlar sırasında sayılmaktadır. Diğer taraftan da insanın inancı gereği helal lokma ile hayatını geçirmek istemesi onun faiz alan ve/veya veren olmadan huzurlu olabileceği bir finansal yapının varlığı ile mümkün olabilecektir. Faiz yiyen, yediren, şahitlik ve kâtipliğini yapan, Allah'ın rahmetinden uzak kalmıştır (Müslim, Müsakat, 105). Bir lokma haram yiyenin kırk gün duası ve namazı kabul olmaz (Ramûz-el-Ehadis: 409/4) hadisleri insanın inancı ile amelinin örtüşmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bu konu, Müslüman nüfusunun önümüzdeki on yıllar içindeki durumu açısından önem kazanmaktadır. Amerikan araştırma kuruluşu Pew Research Center'ın raporuna göre; dünya nüfusu %35 artarken Müslüman nüfusundaki artış ise %73 olarak tahmin edilmektedir de dünya nüfusunun %31,4 lik dilimini Müslümanlar oluşturarak dünyanın en kalabalık dini olması öngörülmektedir ( Tabii Müslüman nüfus artarken aynı zamanda diğer dinlerden İslâm dinine katılmakta söz konusu olabilecektir. Bütün bu gelişmelerle birlikte milli gelirin de beraberinde artacağı kabul edildiğinde katılım bankaları için çok uygun bir ortamın şekilleneceğini söylemek yerinde olacaktır. Önemli olan bu yapıya uygun bir bankacılık sisteminin varlığını sürdürmesi ve taleplere cevap verilmesidir. Diğer taraftan yaklaşık 45 yıllık mazisi olan katılım bankacılığı, düşük risk taşıma model olma özelliği yönü ile ilgililerin göz ardı etmediği bir konudur. Uluslararası finansal krizlerden cılız bir şekilde etkilenen faizsiz bankacılık uygulamalarına yer veren bazı İslâm ülkeleri,

97 İsmail ÇELİK 92 Birleşik Krallık başta olmak üzere diğer bazı Avrupa ülkeleri katılım bankacılığı faaliyetleri için her türlü yasal düzenlemeleri teşvik edici tutum göstermişlerdir. Diğer taraftan Avrupa ülkelerinde Müslüman nüfusun artış hızı İslâmî finans uygulamalarının giderek önem kazanacağı anlamına da gelebilmektedir. Bununla birlikte dünyada Müslümanların nüfus yoğunluğunun dönemleri içinde %35 artacağı tahmin edilmektedir. Normal olarak da Ortadoğu ve Asya da bulunan birçok Müslüman ortaklıkları şirketlerinin İslâmî kaidelere göre çalışan finansal sisteme göre yapılanması için gerekli çabayı sarf etmektedirler. Bütün bunlarla birlikte faizsiz bankacılık sistemini uygulayan ülkeler beklenenden fazla büyüme hamlelerini gerçekleştirmiş, bilhassa söz konusu ülkelere likidite giriş hızını artıran 2009 ten itibaren meydana gelen petrol ücretlerindeki artışlar bu sektörü canlandırmıştır. Belirtilen sebepler, yakın gelecekte İslâmî Finans uygulamalarının küresel finans sisteminde söz sahibi olabilecek yapıda olduğunu ifade etmektedir (SERPAM, 2013:2). Bu ve emsali gelişmeler göstermektedir ki; gelecek, pür İslâmî finansal uygulamaların hâkim olduğu katılım bankacılık faaliyetlerini bünyesinde barındıracak özelliklerdeki finansal aracılara ihtiyaç duyacaktır. Bu durumda olması gereken ise, ortama ve geçerli olan ekonomik sitem ilkelerine göre değil İslâm ın belirlediği prensiplere sadık olan katılım bankacılığı uygulamalarına daha şimdiden ihtiyaç vardır. Diğer taraftan sadece İslâm dünyasın değil Hristiyan dünyasında da katılım bankacılığı uygulamalarına hız verilmesi konusunda Papa XVI Benedict tavsiyesi vardır. ( (b). Bu gelişmelerin yanında ve her türlü sorunlara rağmen katılım bankalarının geleceği oldukça parlak gözükmektedir. Özellikle girişimciler İslâmî prensiplere göre sunulan finansal ürünleri daha fazla talep etmektedirler. İslâmî endeksli finansın gelecekte genişlemesini sağlayacak unsurlar mevcuttur. Bu unsurlar: - Ticari mal üretimleri sonucunda Müslüman ülkelerde üretim fazlaları oluşmaktadır. Bu durum ise finansal aracılar kanalıyla dağıtılması kaçınılmaz olacaktır. - Konvansiyonel bankalar katılım bankası modelinde bünyelerinde bölümler açmakta Londra, Lüksemburg ve diğer başkentlerde taleplere cevap vermek için İslâmî finans işlemlerine hız vermektedirler. - Hizmette kalitenin artırılması ve yeni finansal seçeneklerin geliştirilmesi ile katılım bankaları yatırımcılar ve tasarruf sahipleri için bir alternatif olmaktadır. - Müslüman ülkelerdeki siyasi gelişmeler İslâmî finans seçeneklerinin önemini giderek artıracak bir rol oynamaktadır. - Borsa işlemlerinde borsaya kayıtlı katılım bankası endeksi uygulamaları, katılım bankacılığı uygulamalarına olan talebi teşvik edici rol oynamaktadır (Mohieldin, 2012:1). Ekonomik gelişmenin sağlanması ve istikrarın sürdürülmesinde katılım bankalarına da görevler düşmektedir. Özellikle faiz uygulamalarının ekonomik kriz riski artırdığı gerçeğinden hareketle faizsiz uygulamaları ile dikkati çeken katılım bankaları gerekli finansal hareketliliği sağlayacak yapıdadır. Bir ülkede ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilebilmesinin dört temel sütunu vardır. Bunlar; - Ülke için atıl kaynakların finansal yapıya transferinin sağlanması, - Daha etkili ve akılcı finansal yardımlar, - Yurt içi özel finans uygulamaları - Yurt dışı özel finans uygulamalarıdır. Söz konusu adımların uygulanmasında katılım bankacılığı hizmet seçeneklerinden faydalanarak daha verimli kılınabileceği ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin gerçekleştirilmesinde katılım bankacılığının gelecekte oldukça faydalı olacağı belirtilebilir (Mohieldin, 2015: 30-31).

98 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Katılım bankalarının kuruluş felsefesine ve finansal dünyadaki rolüne bakıldığında sistemde olması gereken bir finansal aracı kurumdur. Finansal sistemde kendisinden beklenen; âtıl fonları sisteme aktarmak, dinî kaygıları gereği piyasadaki finansal uygulamalardan uzak duran kişilere yatırım fırsatı sunmaktır. Dinî beklentiler ve kaygılar etrafında kurulan bu finansal kurumlar, aynı zamanda konjonktürel finansal sahada oldukları için güncel beklentilere de cevap verebilme çabasındadırlar. Geleneksel bankacılık faaliyetleri yapan bankalar finansal piyasalarda günün şartları neyi gerektiriyorsa bu şartlara uymakta herhangi bir ikileme düşmezler. Kapitalist sistem o anda neyi gerektiriyorsa ona göre hareket etme serbestliği vardır. Ancak, katılım bankalarının böyle bir özgürlüğü mevcut değildir. Katılım bankaları kurulurken, faaliyetlerini yerine getirirken, yeni finansal uygulamalara bünyesinde yer verirken daima dinî beklentilere ve emirlere göre hareket etmek zorundadır. Bu mecburiyet, onları sürekli olarak atılan adımların meşruluğunu gündemde tutmayı gerektirir. Bu müesseseler kendi bünyelerinde faaliyetlerinin dinsel anlamda temellendirmesini yapmaktadırlar. Dini kaynaklara göre temellendirilmeyen faaliyetleri bünyesinde bulundurmak istemezler. Bu anlamıyla katılım bankaları, zamana göre olması gerekeni değil, dine göre olması gerekli bankacılık uygulamalarına göre hizmet verirler. Diğer taraftan hem din bilim adamları, hem de finansal anlamda uzman bilim adamları yapılan katılım bankacılığı uygulamalarını eleştirirken kendi bilgi pencerelerinden uygulamaları değerlendirirler. Yani meselenin derinlemesine dini referanslarına ve güncel ekonomik ve finansal meselelere vakıf olmadan değerlendirme ve değerlemesini yaparlar. Durum böyle olunca da katılım bankaları ne geleneksel bir banka olmakta ne de tam anlamıyla İslâmî bir kurum olmaktadırlar. Bu eleştiriler de zamanla bilgi kirliliği kanalıyla renk değiştirerek katılım bankalarından beklenen performans ortaya çıkmasına engel olmaktadır. Bir taraftan din adamlarının diğer taraftan da sadece ekonomi ve finansal konularda uzman olanların katılım bankaları hakkındaki fikirleri bu bankaların kimliğinin sorgulanması için ortam oluşturmaktadır. Özellikle hizmet bedeli adı altında alınan karşılıkların geleneksel bankalara ödenen faizlerle karşılaştırılması yapıldığında ciddi farklar olduğunda müşteriler hizmet alımı için geleneksel bankalara yönelmektedir. Bu durumda katılım bankalarının hareketlerini kıskaç altında tutan durumları şöyle sıralamak mümkündür: - Dini anlamda uzman olan bilim adamlarının bu bankaları değerlendirmelerindeki farklılıklar, - Kapitalist sistem verilerine göre ihtisas yapmış bilim adamlarının konuyu bu verilere göre değerlendirmeleri, - Tasarruf sahipleri ile yatırımcıların ceplerinden çıkan giderleri kıyas ederek geleneksel banka hizmetlerine yönelmeleri, - Katılım bankalarının uygulamalarında da farklılıkların gözlemlenmesi, gibi sebepler bu bankaların faaliyet alanını sınırlamaktadır. Bu gibi hususların varlığı ile birlikte aynı zamanda faiz uygulamalarının olmadığı klasik bankacılık hizmetleri veren katılım bankaları hizmet kalitesi ve kendi faaliyetlerinin dine uygun olarak gerçekleştiğine inanan müşterileri sayesinde varlıklarını devam ettirmektedirler. Yapılan anket çalışmaları ve bu bankaların müşteri profiline bakıldığında dinî kaygıları gereği oluşan bir müşteri hacmi mevcut değildir. Bu aslında katılım bankacılığının gelecekteki hedefleri için bir avantaj olarak durmaktadır. Yani dinî kaygıları olan finansal yatırımcılar ve tasarruf sahipleri daha tam anlamıyla bu bankalara muhatap olmamışlardır. Onların da bu bankaların müşteri portföyüne girmeleri ile katılım bankalarının iş hacminde artışların olacağını söylemek yerinde olabilecektir. Diğer taraftan dünyadaki gelişmelere bakıldığında ve inanç eksenli yaşam beklentilerin artacağı tahmin edilen önümüzdeki on yıllarda bu bankalara olan ihtiyaç daha ziyade hissedilebilecektir. Yapılan araştırmaların tespitlerine göre dinî kaygıların ön planda olduğu

99 İsmail ÇELİK 94 yaşam standartları özellikle finansal anlamda bir beklentiyi beraberinde taşıyacaktır. Bu beklentilere cevap verecek olan da katlım bankaları olduğuna göre; hem hakkındaki dedikoduları hem de kalıcılığını sağlamak ve beklentilere cevap vermek için kendini kuruluş felsefelerine göre finansal piyasada konumlandırmasının yollarını belirleyip gerekli adımları atması gerekmektedir Tabii, mesele sadece dini anlamda da değerlendirmemek gerekmektedir. Finansal kurum olarak ekonomik hayata da katma değer üreten fonksiyonları olduğu için hem diğer bankalardan farkını korumak hem de ekonomik hayattaki rolünü de düşünerek katılım bankaları uzun soluklu bir var oluş serüvenini sürdürmelidirler. Bütün bunların sonucunda katılım bankaları ortaklık uygulamalarını yaygınlaştırarak dağıtılması gereken kârları İslâmî esaslara göre elde ederek mülkiyeti tabana yayma fonksiyonunu yerine getirmelidir. Yapılan araştırmalarda ayrıca ortaya çıkan bir tespite göre fiili ve potansiyel müşterilerin bu bankaların misyonunu ve faaliyetleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları söz konusudur. Bu engelin aşılması için yapılabilecek faaliyetleri şu şekilde sıralamak yerinde olabilecektir: - Şubelerde katılım bankacılığı konusunda bilgi verebilecek danışma servisi bulunmalı, bu servis diğer hizmet birimleri gibi çalışmalı, bilgi almaya gelen olmadığı zaman o personel bankacılık hizmetlerini vermeye devam etmelidir. - Genelde soru olarak sorulan ve cevaplandırılan konular dini referansları temelinde broşürler halinde bastırılarak dağıtılmalıdır. - Bu banka müşterilerinin en karakteristik özelliği din endeksli tercihlere göre olan müşteri profili olması için gerekli hassasiyet gösterilmekle birlikte, bu beklentinin gerçekleşmesi içim sivil toplum örgütleri ile birlikte çalışılmalıdır. - Özellikle dini cemaatlerde katılım bankacığı hizmetlerinin meşruluğu çok konu edildiği için bu konuda bu sivil kuruluşlar aydınlatılmalıdır. Böylece tek taraflı fetvalara ya da kulaktan duyma söylentilere çözüm üretilmesinin önüne geçilmiş olunacaktır. - Geleneksel bankalar arasındaki farklar net bir şekilde ortaya konulmalı ve bu konu sürekli gündemde tutulmalıdır.

100 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları 95 KAYNAKLAR Akseki, Ahmet Hamdi (1974), İslâm Dini, İbadet,İtikat ve Ahlâk, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 26, No. 31/16, Ankara.. Akyüz, Osman (2001), Sabahattin Zaim İslam ve Ekonomi Sempozyumu 4. Tebliğler Kitabı içinde,ikder (Ed.), Faizsiz Bankacılık ve Günümüz Uygulamaları, İstanbul. Al-Gamal, Mahmoud, A. and İnanoğu, Hulusi, (2005). Inefliciency and Heterogeneity in Turkish Banking: , Journal of Appliend Econometrics, 20(5). Al-Jarhi, M. A. (2005), The Case for Universal Banking As a Component of Islamic Banking, Islamic Economic Studies. Akın, Cihangir (1986). Faizsiz Bankacılık ve Kalkınma, Kayıhan Yayınları, İstanbul. Arslan B. G., Ve Ergeç E.H. (2010). The Efficiency Of Participation and Conventional Banks in Turkey: Using Data Envelopment Analysis, International Research Journal of Finance And Economics, 57. Ayrıçay, Yüce, Ada, Şebnem, Kaya, Ahmet (2013). Katılım Bankacılığının Önündeki Engeller: Bir Alan Araştırması, Kahramanmaraş Sütçü imam Üniversitesi İİB fakültesi Dergisi, Sayı 1. Badıllı, Abdulkadir (2011). Risale-i Nur un Kudsî Kaynakları, Envar Neşriyat, İstannbul. Bashir, A. H. M. (2003), Determinants of Probability in Islamic Banks: Some Evidence from The Middle East, Islamic Economic Studies. Bddk,bddk.org.tr/WebSitesi/turkce/Raporlar/Finansal_Piyasalar_Raporlari/Finansal_Piyasalar_Raporlari.aspx Erişim Tarihi: 25/05/2015. Chachi, A. (2005). Iqbal-Molyneux: Thirty Yeras Of Islamic Banking. J.KAU: Islamic Economics, 19(1). Ey, dunya.com/finans/bankacilik/turkiyede-islami-bankacilik-180-milyar-dolar-buyukluge- gidiyor h.htm Raporu, Erişim Tarihi: 25/05/2015. Harlak, Hacer (2000). Önyargılar, Sistem Yayıncılık, Ankara. Kalaycı, İrfan (2013). Katılım Bankacılığı: Mali Kesimde Nasıl Bir Seçenek?, Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, Cilt 9, Sayı 19. Karakaş, Salih (2002), İslami Bankacılık, İstanbul. Mohieldin, Mahmoud (2012). Realizing the Potential of Islamic Finance, Economic Premise, The World Bank, May, Number 77. Mohieldin, Mahmoud, Habib, Ahmed (2015). On the Sustainable Development Goals and the Role of Islamic Finance, Policy Research Working Paper 7266, May. Neccar, Ahmed Abdül Aziz En (1978). İslâm Ekonomisine Giriş, (Çev: Ramazan Nazlı), Hilal Yayınevi, İstanbul. Özsoy, İsmail (2011). Türkiye'de Katılım Bankacılığı. İstanbul. Özsoy, İsmail, Görmez, Birol, Mekik, Seden (2013). Türkiye de Katılım Bankalarının Tercih Edilme Sebepleri: Ampirik Bir Tetkik, Celal Bayar Üniversitesi İ.İ.B.F., Yönetim Ve Ekonomi, Cilt:20 Sayı:1. Özulucan, Abitter, Deran, Ali (2009). Katılım Bankacılığı ile Geleneksel Bankaların Bankacılık Hizmetleri Ve Muhasebe Uygulamaları Açısından Karşılaştırılması, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:6. Pew, pewresearch.org/fact-tank/2015/04/23/why-muslims-are-the-worlds-fastest-growing- religious-group/ e. t: 28/05/2015.

101 İsmail ÇELİK 96 Resmi Gazete, bddk.org.tr/websitesi/turkce/mevzuat/bankacilik Kanunu/ sayılı bankacılık kanunu.pdf. Erişim tarihi: 25/05/2015. Sama (1980); Special Paper İs Presented at the Third Meeting of Governers of Cenral Banks and Monetary Authorities of the Member States of Organisation of Islamic Conference Held in Riyad. Sarı, Betül (2010). Türkiye de Faizsiz Bankacılık Sektöründe Müşteri Memnuniyeti Ve Banka Tercihleri Üzerine Bir Uygulama, İstanbul Ticaret Üniversitesi, No. Yüksek Lisans Tezi. Serpam (Sermaye Piyasası Araştırma ve Uygulama Merkez) (2013), İslâmî Finans, Araştırma Notları 1, İslamî Finans Kavramı, Ürünler, Dünyada ve Türkiye de Gelişimi ve Geleceği. Uzair, Muhammed (1978). Discussion on the paper Riba-Free Banking, Mohammed Mohsin, presented at the International Seminar on Monatary and Fiscal Economics of Islam, Macca. Tabakoğlu, Ahmet (2011). Para ve Finansman. Ensar Neşriyat (ed.), İslami İlimlerde Metodoloji II İslam Hukuku Açısından Tarihten Günümüze Kredi ve Finans Yöntemleri, İstanbul. Terzi, Ahmet (2013). Katılım Bankacılığı: Kitaba Uymak Mı: Kitabına Uydurmak Mı?, Giresun Üniversitesi, Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 5, Sayı 9. Tkbb (a). tkbb.org.tr/banka-ve-sektor- Bilgileri-Banka-Bilgileri, Erişim Tarihi 08/09/2015. Tkbb(b). tkbb.org.tr/haber-detay/faizsiz-bankacilik-urunleri-artarsa-turkiye-pazarin-yuzde-15ini-alir haber5 Erişim Tarihi: 27/05/2015. Yahşi, Fahrettin (2011), Türkiye'de Faizsiz Bankacılığın Tarihsel Gelişimi. İkder (Ed.), Sabahattin Zaim İslam Ve Ekonomi Sempozyumu 4 Faizsiz Bankacılık Ve Günümüz Uygulamaları Tebliğler Kitabı, İstanbul. Yusuf; S.M. (1971). Economic Justice İn Islam, Sh. Muhammed Ashraf Kasmiri Bazar, Lahore. Zaim, Sebahattin (2000). İktisadi Ve Sosyal Kalkınmada Özel Finans Kurumlarının Yeri, Kamu İşverenleri Sendikası Yayın 38,

102 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları 97 Extended Abstract Interest-Free/Islamic Banking or Participatory Banking has been increasing its share in the world financial market. The participation banks, whose institutional history goes back to 1950s in the world, has been working since 1970s as Islamic Banking. Today, Participation Banks, previously known as Private Financial Corporations (PFC), represent a reform in the financial sector of Turkey. The Islamic countries, which were then underdeveloped in technology and heavy industry, became committed to follow the banks. However the traditional banks were not successful in convincing the religious capital owners as they worked throught interest system. Subsequent to this, a new banking system generally called participation banking (also known as Islamic banking or interest free banking) was established as an alternative banking system. This new system was established reasoable Islamic rules. These establihments that are examined carefully because of the effect of globalisation of capital, provide new possibilities to developing counutries and also provide that the community which isn't pleased with interest free banking, presents their aggregations to the economy. On the other hand, the participation banks has a intercessor role between owners of investment and aggregation as an institution that the investors could find funds. Activated by a heightened interest in financial instruments that highlight risk sharing, it has been attracting grater attention in the wake of the recent financial crisis. Variety of multilateral development institutions, including the World Bank, have long standing programs to support the development of the industry and have used Islamic instruments, to varying extents, to tap capital markets. In the coming years, Islamic finance could account for a critical share of financial services in variety of countries, meeting the preferences of significant numbers of people, enhancing financial inclusion and transitional, and furnishing more widely to financial stability and development. İn spite of the aforementioned challenges, the perspectivies for the expansion of Islamic finance are strong. Contractors in the business sector are insisting more Islamic products to finance their investments. Islamic finance rules support socially-inclusive, environmentally-friendly and developmentpromoting activities. However in practice, the industry s provide to these objectives has been below its latent. And in spite of the fact that it has been growing, its share globally remains small, even in Muslim countries. Pragmatical sizes are required to eimprove the contribution of the Islamic financial sector to achieve the sustainable development goals. As intruduced earlier, financing for development focuses on four foundational pillars: domestic resource mobilization, better, faster and smarter aid, domestic private finance, and external private finance. In this context, Islamic finance has the potential to play a major role in supporting all four of these pillars. Given the greatness of the sustainable development goals and the important role that can be played by Islamic finance in supporting their application and ensuring more healthy and extensive growth, the possibility to more closely link Islamic finance with sustainable development cannot be missed. Up to now, Islamic finance has been driven ascendantly by supply-side facts and considerations. However, as highlighted above, there are important factors from the demand side that are likely to change the dynamics of the practice of Islamic finance. One of the facts worthy of monitoring in the near future is the growing demand for Islamic financial products by contractors across sectors and with different sizes of operations. The second fact is a potential rise in demand by dominant and quasi dominanant establihments in accessing Islamic capital markets. This would help advance some Islamic finance products that were developed in theory, but had little chance of being implemented in practice, such as mudarabah and musharakah. Additionally, with greater significance on risk sharing, Islamic finance could contribute expresively to financial stability.

103 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : [201?] Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı Üzerine Bir Uygulama A Study About Law Enforcement Agency According To Public Relations Ensar LOKMANOĞLU ÖZ: Bu araştırmada emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis algısını belirlemek ve algıların bağımsız değişkenlere göre farklılaşma durumunun belirlenmesidir. Günümüz küresel piyasalarında rekabet ortamında sürdürülebilirliklerini korumak isteyen tüm kurumlar, kuruluşlar ve örgütler için son derece önemli stratejik bir kavram olan kurum imajına ilişkin olarak yürütülen bu çalışmada kurum imajı, emniyet teşkilatı açısından ele alınmış ve emniyet teşkilatının kurumsal imajını ve emniyet teşkilatının en önemli iç kaynağı olan polise ilişkin olarak geliştirilmiş algının belirlenmesine yönelik bir çalışma yürütülmüştür. Bu çerçevede 902'si (%59,8) İstanbul, 606'sı (%40,2) Rize halkı olmak üzere 1508 kişi üzerinde araştırma yapılmıştır. Araştırmada emniyet teşkilatı kurum imajını ve polis imajını belirlemeye yönelik iki ölçek kullanılmıştır. Araştırma sonucunda emniyet teşkilatı kurum imajı genel düzeyinin ve alt boyutlar olarak teşkilata yönelik hizmet kalitesi, toplum destekli asayiş ile ilgili kurum imajının yüksek düzeyde algılandığı saptanmıştır. Polis algısı genel düzeyi, mesleğe yönelik imajı, görev ve sorumluluk imajı yüksek olarak belirlenmiştir. Ayrıca İstanbul ile Rize de emniyet teşkilatına yönelik imaj ile polis imajı arasında fark olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Anahtar sözcükler: İmaj, Kurum İmajı, Emniyet Teşkilatı. ABSTRACT: In this study, to determine the law enforcement agencies and police perception and image of the differentiation status is determined according to the arguments of perception. For protecting and continuing sustainability in today s high competitive global markets, all of the organizations must give enough importance to corporate image which is an important strategic concept. This study is about corporate image in law enforcement agency and the perception to the most important domestic fund of corporate image polices. 902's in this context (59.8%) in Istanbul, 606's of (40.2%) Rize study was done on 1508 people, including the people. Research in police two scales were used to determine the image and the image of the police institution. Research results in the image of law enforcement agencies and the general level of the sub-dimensions "organization-oriented service quality", "community-supported policing" of related corporate image was found that high levels of perceived. Police general level of perception, the image of the profession, has been identified as a high image duties and responsibilities. It has also been concluded that there is no difference between the image and the image of the police for the police in Rize Istanbul. Keywords: Image, Corporate Image, Law Enforcement Agency. 1. GİRİŞ Rekabet şartlarının ağırlaşması, küreselleşme, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, uzun dönemli rekabet avantajı sağlayan stratejilerin önemini arttırmıştır. Örgütler için uzun dönemli rekabet avantajı sağlama hususunda önemli stratejilerden biri de kimliğe ilişkin olan stratejilerdir. Diğer bir ifade ile kimlik faktörleri artık günümüz örgütleri için rakiplerine yönelik rekabet avantajı sağlamada, müşteriler için birinci tercih olabilmede ve bu sayede müşteri payını arttırıp sürdürülebilirliklerini koruma anlamında önemlidir. Dolayısıyla günümüz örgütleri kurumsal kimlik ve kurumsal imaj kavramların son derece önem vermektedir. Örgütler açısından ele alındığında kurum imajı, kurumun faaliyetlerinden elde ettiği getirilerin uzun dönemde artması ve önceden belirlenmiş amaç ve hedeflere ulaşmak hususunda bir katalizör görevi görmesidir. Yrd. Doç. Dr., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Bilimsel Araştırma Birimi, Rize, Türkiye, ensarlokmanoglu@gmail.com

104 Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı 99 Kurum imajı, örgütler açısından vizyon, misyon, amaç, politika, gibi örgütsel unsurları tüm paydaşlara iletme kapsamında bir köprü görevi görmektedir. Bu köprüye ilişkin süreçler, ne kadar etkin, sağlam ve doğru olursa, tüm paydaşların, ya da diğer bir ifade ile örgüte ilişkin tüm çıkar gruplarının örgüte ilişkin doğru ve etkin bilgi alması ve bu sayede de örgüte ilişkin güvenlerinin artması ve örgütü destekleme düzeylerinin artması beklenmektedir. Ayrıca, doğru oluşturulmuş ve etkin yönetilen bir kurum imajı örgütler açısından rekabet avantajı sağlamanın yanı sıra, örgütün hedef kitlelerine doğru ve etkin ulaşmasını sağlamakta ve bu sayede doğru müşteri ilişkileri kurulmasını sağlamaktadır. Bu çalışmada, örgütler açısından son derece önemli bir kavram olan kurum imajı asayişin sağlanması, sosyal refahın arttırılması, suç ve suçlu ile mücadelenin yapılabilmesi açısından önemli bir kurum olan emniyet teşkilatı açısından ele alınmıştır. Bu kapsamda, emniyet teşkilatının kurum imajı ve emniyet teşkilatının faaliyetlerini etkin, doğru ve zamanında yapabilmesi için gerekli olan en önemli insan kaynağı olan polise ilişkin olarak geliştirilmiş algı incelenmiştir Kurum İmajı Kurum imajı kavramı detaylandırılmadan önce, kavramın temelini teşkil eden imaj kavramının ne olduğunun açıklanması yararlı olacaktır. İmaj kavramına ilişkin yapılan tanımlamaların bir kısmında kavrama olumlu bakış açısı ile yaklaşıldığı, bir kısmında ise imaj kavramının olumsuz açıdan ele alındığı görülmektedir. Bunun yanı sıra, imaj kavramı özellikle günümüzde artan bir önem kazanmış ve birçok disiplinde pazarlama, halkla ilişkiler, kurumsal yönetim ele alınan bir kavram halini almıştır. Literatürde yer alan tanımlamalardan bir tanesine göre imaj; gerçekliğin görsel bir sunumudur ve fiziksel ya da hayali olabilmektedir (Yazıcı, 1997, s. 12). Diğer bir tanımlamaya göre ise imaj, bireylerin zihinlerinde yavaş yavaş ve birikimsel olarak biçimlenen, sonsuza kadar sürdürülebilirliği olmayan imgelerin bütünüdür (Tolungüç, 2000, s. 23). Diğer bir ifade ile imaj; bir kimsenin bir obje (şey) hakkındaki bir dizi inançları, fikirleri, izlenimleridir (Kotler, 2000, s. 553). Bu tanımlamalardan yola çıkarak, imaj kavramının bir anlamda bireyler tarafından görülen, duyulan ve algılanan davranışlar sonucunda oluşan bir kavram olduğu söylenebilir. İmaj kavramı, bireylerin gördükleri, duydukları ve algıladıkları davranışlar sonucunda oluşmanın yanı sıra bireylerin bilgilenme düzeyleri, bireylerin sahip oldukları yargılar, bireylere sunulan olanaklar ile direkt olarak ilişki içerisindedir (Tolungüç, 2000, s. 23). Diğer bir ifade ile bireylerin bilgilenme düzeyleri, bireylerin sahip oldukları yargılar ve bireylere sunulan olanaklar, bireylerin algılama düzeylerini etkileyen öğelerdir. Bu öğeler, bireylerin algılama düzeylerini etkiledikleri ölçüde imajı oluştururlar (Özüpek, 2005, s. 2005). Bilindiği gibi küreselleşme, piyasalardaki rekabet düzeylerini arttırmış ve günümüz piyasalarında sürdürülebilirliklerini korumak zorunda olan firmalar, rekabet avantajı elde etmek için yeni yöntemler geliştirmekte ve bazı kavramlara daha fazla önem vermektedirler. İmaj kavramı da, günümüz rekabet ortamında rakiplerine karşı rekabet avantajı yaratarak varlıklarını sürdürmeyi amaçlayan kurum, kuruluş ve şirketler için önemli bir kavram halini almıştır. Kurum, kuruluş ve şirketler için önem arz eden ve imaj kavramını bir türü olarak tanımlanan imaj türü kurum imajıdır. Kurum imajı en temel anlamda, kurumun dışa yansıyan görüntüsüdür (Peltekoğlu, 2007, s. 569). Diğer bir tanımlamaya göre ise kurum imajı; bireylerin kurumlara ilişkin olarak gördükleri, duydukları ya da birebir kurum ile olan ilişkileri sonucunda elde ettikleri kanının görüntüsüdür (Bilgin, 2008, s. 45). Kurum imajı kavramı Reklam Terimleri ve Kavramları Sözlüğü nde aşağıdaki gibi açıklanmaktadır (Gürsoy, 1999, s. 196); 1. Kurum imajı, bir kurum hakkında halk, tüketiciler, müşteriler, rakipler, birlikte iş yaptığı diğer kuruluşlar ve kitle iletişim araçlarının elde edinmiş olduğu izlenimdir. 2. Kurum imajı, kuruluşun yukarıda sayılan kitlelere yansıtmak istediği izlenimdir.

105 Ensar LOKMANOĞLU 100 Kurum imajı, özellikle günümüz küresel ve rekabet yoğun piyasalarında, kurumların pazarlama stratejilerinin ve yönetsel çabalarının başarıya ulaşıp ulaşmadığına ilişkin etkiye sahip stratejik bir kavramdır. Çünkü kurum imajı, hem kurumun iç ve dış kaynakları, ortaklıkları, müşterileri, Pazar payı ile direkt olarak ilişki içerisinde olan bir kavramdır. Hem de, kurumun sürdürülebilirliği ve örgütsel başarıyı elde etmesi hususunda önemli yeri olan kurum kültürü, kurum iklimi, kurumsal kimlik gibi kavramlar ile direkt olarak ilişkilidir. Dolayısıyla, kurum imajı, günümüz kurumları için rekabet avantajı yaratacak bir stratejik öğedir ve iyi bir şekilde yönetilmesi gerekmektedir. Diğer bir ifade ile kurum imajını, örgüt amaçlarına yönelik olarak örgütü rekabete hazırlayan bütünleşik bir yönetim disiplini olarak görmek gerekmektedir (Gümüş & Öksüz, 2009, s. 19). Şekil 1.1: Kurum İmajı ve İlişkili Olduğu Kavramlar (Vural, 1998, s. 190) Kurum imajına ilişkin olarak yapılan tanımlamalarda görüldüğü gibi, kurum imajı somut bir kavram değildir. Diğer bir ifade ile kurum imajı bireyler tarafından geliştirilen ve/veya geliştirilemeyen bir takım duygusal algılardan etkilenmektedir. Bu noktada altının çizilmesi gereken en önemli nokta kurum imajına ilişkin olarak ele alınan bireylerin kurum hedef kitlesinin bir parçası değil, tümü olması gerekliliğidir (Bakan, 2005, s. 37). Bu noktada, sorulması ve cevaplanması gereken soru; kurumlar için son derece önemli ve stratejik bir kavram olan kurum imajı nasıl oluşur sorusudur. Kurum imajı, başarılı olarak kabul edilebilmesi için, tutarlı, belirgin ve uyumlu özelliklere sahip olmalıdır (Peltekoğlu, 1997, s. 125). Kurum imajının başarılı olarak oluşturulabilmesinin yanı sıra başarı ile inşaa edilmiş kurum imajının sürdürülebilir olması gerekmektedir. Başarılı ve sürdürülen bir kurum imajının kurumlara olan en önemli getirisi, kamu önündeki ve gözündeki değerlerini artması ve bu değer artışı ile birlikte bir takım ticari faktörler hususunda rakiplerine rekabet avantajı sağlamalarıdır. Kurumlar, başarılı kurum imajı oluşturabilmek adına, kurumlarının ne olduğunu, ne yaptığını, kurumlarına ilişkin felsefeleri, amaçları, yönetim kalitesini, hedef ve planları, ve tüm paydaşlara ilişkin olarak duyulan sorumluluğu açık ve net bir şekilde bildirmelidirler (Özüpek, 2005, s. 125). Kurum imajının on temel belirleyicisi vardır. Bunlar (Keller, 1998, s. 413); Kurumun Kendisi Kurumun Çalışanları Kurumun Sosyal Sorumluluk Projeleri Kurumun Satış Gücü Kurumun ürün / hizmetleri Kurumun fiyatı Kurumun satış sonrası hizmetleri Kurumun sahip olduğu dağıtım kanalları Kurumun iletişim becerisi Bir kurumun imajı; kurumun yeniliklere açık olup olmaması, sahip olduğu finansal güç, kurumun mevcut sektöründeki konumu, sektör liderliği, kurumsal yönetimi gibi kurumun kendisine ilişkin stratejiler, yönetsel süreçler ve bu süreçler ve stratejiler sonucunda elde ettikleri ile ilgili olabilmektedir. Ayrıca kurum imajı, kurumların en önemli kaynaklarından bir tanesi olarak kabul edilen insan kaynakları yani çalışanları ile de direkt olarak etkilidir. Kurumların ürün ve hizmetlerinin oluşturulması ve müşterilere sunulması sürecinde özellikle hizmet sektöründe faaliyet gösteren örgütler için kritik önem taşıyan insan kaynaklarının müşteriler ile kurdukları ilişkiler, sahip oldukları eğitim ve kültür seviyesi ile de ilgilidir.

106 Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı 101 Ayrıca kurum imajının çalışanlar açısından belirleyicileri ise, çalışanların aldıkları, ücret, prim, ikramiye gibi maddi haklar ve sahip oldukları eğitim ve terfi olanakları ile alakalıdır. Kurum imajı üzerinde önem sahibi olan bir diğer önemli değişken ise, kurumun sosyal sorumluluk projelerine katılması, sosyal sorumluluk projeleri üretmesi ve okul, yol, vb. gibi sosyal hayata katkı sağlayan ve ülke geleceği ve refahı üzerinde olumlu etki edecek oluşumlarda var olup olmamasıdır. Kurum imajına ilişkin olarak çalışmalar sürdüren Garbett, kurum imajına ilişkin olarak birçok değişkeni, bileşeni incelemiş ve araştırmalarının sonucunda kurum imajına ilişkin olarak aşağıdaki formülizasyonu oluşturmuştur (Okay, 2005, s. 51). Şekil 1.2: Garbett in Kurum İmajı Formülü Sonuç olarak, kurum imajı, kurumun değerleri, amaçları, hedefler, kültüründen, felsefesinden etkilenen ve kurumun bir anlamda kendisini görsel olarak tüm paydaşlara ifade etmesini sağlayan ve tüm paydaş gruplar ile doğru ve etkin iletişim kurulmasını sağlayarak müşteri payını, müşteri sadakatini olumlu yönde etkileyerek, kurum için uzun dönemli rekabet avantajı yaratmayı hedefleyen önemli bir stratejidir. 2. YÖNTEM 2.1. Kurum İmajı Ve Polis İmajı Üzerine Bir Araştırma Araştırma mevcut durumu belirlemeye yönelik ve herhangi bir durumu değiştirmeden olduğu gibi ortaya koyan ilişkisel tarama modelinde tasarlanmıştır (Karasar, 2009). Bu çerçevede araştırmada emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis algısını belirlemek ve algıların bağımsız değişkenlere göre farklılaşmasının tespiti hedeflenmektedir Çalışma Grubu Araştırmada çalışma grubu olarak İstanbul ve Rize de ikamet eden halk alınmıştır. Bu çerçevede araştırmaya 902'si (%59,8) İstanbul, 606'sı (%40,2) Rize olmak üzere 1508 kişi alınmıştır. Araştırmaya katılan halk, yaş dağılımına göre 304'ü (%20,2) yaş, 609'u (%40,4) yaş, 383'ü (%25,4) yaş, 212'si (%14,1) yaş olarak; eğitim durumu dağılıma göre 142'si (%9,4) ilköğretim ve altı, 484'ü (%32,1) lise, 851'i (%56,4) yüksekokul/üniversite, 31'i (%2,1) yüksek lisans / doktora olarak; cinsiyet dağılımına göre 868'i (%57,6) erkek, 640'ı (%42,4) kadın olarak; çalışılan sektör dağılımına göre 88'i (%5,8) öğrenci, 835'i (%55,4) kamu sektörü, 350'si (%23,2) özel sektör, 235'i (%15,6) çalışmıyorum olarak; aylık gelir dağılımına göre 169'u (%11,2) 1000 lira'dan az, 465'i (%30,8) lira, 573'ü (%38,0) lira, 241'i (%16,0) lira, 60'ı (%4,0) lira üstü olarak; medeni durum dağılımına göre 856'sı (%56,8) evli, 652'si (%43,2) bekâr olarak dağılmaktadır Veri Toplama Aracı Araştırmada veri toplama aracı olarak anket kullanılmıştır. Anket halkın kişisel bilgilerini belirlemeye yönelik sorular, kurum imajı ölçeği ve polis imajı ölçeğinden oluşmaktadır. Araştırmada kullanılan her iki ölçek araştırmacı tarafından ilgili literatür taranarak oluşturulmuştur. Ölçeklerde yanıt aralığı 1- Hiç katılmıyorum ile 5- Tamamen Katılıyorum arası değişmektedir. Kurum imajı ölçeği 11 maddeden oluşmaktadır. Kurum imajı ölçeği için güvenirlik geçerlilik çalışması yapılmıştır. Ölçeğin güvenirliği α=0,847 olarak bulunmuştur. Yapılan KMO ve Barlett analizi sonucunda KMO değerinin 0,815 olarak Barlett değerinin ise 0,05 den küçük olduğu ve faktör analizinin yapılabilir olduğu görülmüştür. Faktör

107 Ensar LOKMANOĞLU 102 analizi sonucunda toplam varyansı % 63,56 olan 2 faktör oluşmuştur. Bu faktörler Teşkilata Yönelik Hizmet Kalitesi, Toplum Destekli Asayiş olarak isimlendirilmiştir. Ölçeğe ait faktör yükleri 0,501 ile 0,879 arasında değişmektedir. Teşkilata Yönelik Hizmet Kalitesi alt boyutunun güvenirlik katsayısı 0,844 olarak, Toplum Destekli Asayiş alt boyutunun güvenirlik katsayısı 0,875 olarak yüksek bulunmuştur. Polis imajı ölçeği 28 maddeden oluşmaktadır. Ölçeğin güvenirliği α=0,884 olarak bulunmuştur. Polis imajı ölçeği için yapılan KMO ve Barlett analizi sonucunda KMO değerinin 0,809 olarak Barlett değerinin ise 0,05 den küçük olduğu ve faktör analizinin yapılabilir olduğu görülmüştür. Faktör analizi sonucunda toplam varyansı % 61,44 olan 2 faktör oluşmuştur. Bu faktörler Mesleğe Yönelik İmaj, Görev Ve Sorumluluk İmajı olarak isimlendirilmiştir. Ölçeğe ait faktör yükleri 0,495 ile 0,855 arasında değişmektedir. Mesleğe Yönelik İmaj alt boyutunun güvenirlik katsayısı 0,891 olarak, Görev Ve Sorumluluk İmajı alt boyutunun güvenirlik katsayısı 0,879 olarak yüksek bulunmuştur Verilerin İstatistiksel Analizi Araştırmada elde edilen veriler istatistik paket programı kullanılarak analiz edilmiştir. Araştırmada tanımlayıcı istatistiksel metotları olarak sayı, yüzde, ortalama, standart sapma kullanılmıştır. Sürekli değişkenin niceliksel iki gruplu değişkene göre farklığı t-testi ile sürekli değişkenin ikiden fazla niteliksel grup arasındaki farkını belirlemek için Tek yönlü (One way) Anova testi uygulanmıştır. Anova testinde farklılığa neden olan grubun tespitinde Scheffe testi kullanılmıştır. Araştırmada sürekli değişkenler arasındaki ilişkiyi belirlemek üzere Pearson korelasyon analizi uygulanmıştır. Elde edilen bulgular %95 güven aralığında, %5 anlamlılık düzeyinde değerlendirilmiştir. 3. BULGULAR Araştırmanın bu bölümünde emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis algısına yönelik bulgulara yer verilmiştir. Emniyet teşkilatı kurum imajı alt boyutlar ile birlikte incelendiğinde teşkilata yönelik hizmet kalitesi düzeyi yüksek (3,672 ± 0,967); toplum destekli asayiş düzeyi yüksek (3,606 ± 0,949); kurum imajı genel düzeyi yüksek (3,630 ± 0,927) bulunmuştur. Polis algısı düzeyi alt boyutları ile birlikte incelendiğinde mesleğe yönelik imaj düzeyi yüksek (3,630 ± 0,887); görev ve sorumluluk imajı düzeyi yüksek (3,532 ± 0,888); polis imajı genel düzeyi yüksek (3,573 ± 0,866); olarak bulunmuştur(şekil 3 ve Tablo 1). Şekil 3.1: Algılanan Kurum İmajı ve Polis İmajı Boyutları

108 Ortalama Standart Sapma Teşkilata Yönelik Hizmet Kalitesi Toplum Destekli Asayiş Kurum İmajı Genel Mesleğe Yönelik İmaj Görev Ve Sorumluluk İmajı Polis İmajı Genel Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı 103 Halkın algılarına göre emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis imajı alt boyutları arasındaki ilişkiler Tablo 1 de görülmektedir. Tablo 1: Emniyet Teşkilatı Kurum İmajı ve Polis İmajı Alt Boyutları Arasındaki İlişkiler Teşkilata Yönelik Hizmet,672,967 1,000 Kalitesi Toplum Destekli Asayiş,606,949,874** 1,000 Kurum İmajı Genel,630,927,948**,983** 1,000 Mesleğe Yönelik İmaj,630,887,640**,651**,667** 1,000 Görev Ve Sorumluluk İmajı,532,888,632**,648**,662**,907** 1,000 Polis İmajı Genel,573,866,650**,665**,679**,964**,986**,000 Toplum Destekli Asayiş ve teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.874; p=0,000<0.05). Kurum İmajı Genel ve teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.948; p=0,000<0.05). Kurum İmajı Genel ve toplum destekli asayiş arasında çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.983; p=0,000<0.05). Mesleğe Yönelik İmaj ve teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.64; p=0,000<0.05). Mesleğe Yönelik İmaj ve toplum destekli asayiş arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.651; p=0,000<0.05). Mesleğe Yönelik İmaj ve kurum imajı genel arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.667; p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.632; p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve toplum destekli asayiş arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.648; p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve kurum imajı genel arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.662; p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve mesleğe yönelik imaj arasında çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.907; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.65; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve toplum destekli asayiş arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.665; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve kurum imajı genel arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.679; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve mesleğe yönelik imaj arasında çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.964; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve görev ve sorumluluk imajı arasında çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.986; p=0,000<0.05).

109 Polis imajı Kurum imajı Polis Kurum Ensar LOKMANOĞLU 104 Halkın algılarına göre emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis imajı alt boyutlarının yaşanılan şehre göre düzeyleri aşağıda görülmektedir. Tablo 2: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Yaşanılan Şehre Göre Farklılık Düzeyleri İstanbul (n=902) Rize (n=606) Gruplar t p Ort Ss Ort Ss Kalitesi 3,638,985 3,723,937-1,670,095 Toplum Destekli Asayiş 3,572,993 3,656,879-1,697,083 Kurum İmajı Genel 3,596,963 3,681,870-1,739,076 Yönelik İmaj 3,616,932 3,653,814 -,797,413 Görev Ve Sorumluluk İmaj imajımesleğe 3,517,924 3,555,831 -,829,398 Polis Algısı Genel 3,557,906 3,595,803 -,839,390 imajı Teşkilata Yönelik Hizmet Araştırmaya katılan halkın teşkilata yönelik hizmet kalitesi, toplum destekli asayiş, kurum imajı genel, mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imaj, polis algısı genel puanları ortalamalarının şehir değişkenine göre anlamlı farklılık göstermediği saptanmıştır (p>0,05). Halkın algılarına göre emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis imajı alt boyutlarının yaşanılan cinsiyete göre düzeyleri aşağıda görülmektedir. Tablo 3: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Cinsiyete Göre Ortalamaları Gruplar Erkek (n=868) Kadın (n=640) Ort Ss Ort Ss t p Teşkilata Yönelik Hizmet Kalitesi 3,720,950 3,608,985,220,027 Toplum Destekli Asayiş 3,640,938 3,560,963,621,105 Kurum İmajı Genel 3,669,912 3,577,945,898,058 Mesleğe Yönelik İmaj 3,680,866 3,564,910,513,012 Görev Ve Sorumluluk İmajı 3,573,874 3,477,904,096,036 Polis İmajı Genel 3,617,847 3,512,888,333,020 Erkeklerin teşkilata yönelik hizmet kalitesi algısı (x=3,720), kadınların teşkilata yönelik hizmet kalitesi algısından (x=3,608) yüksek bulunmuştur. Erkeklerin mesleğe yönelik imaj algısı (x=3,680), kadınların mesleğe yönelik imaj algıların (x=3,564) yüksek bulunmuştur. Erkeklerin görev ve sorumluluk imajı algısı (x=3,573), kadınların görev ve sorumluluk imajı algıların (x=3,477) yüksek bulunmuştur. Erkeklerin polis imajı genel algıları (x=3,617), kadınların polis imajı genel algılarından (x=3,512) yüksek bulunmuştur. Araştırmaya katılan halkın toplum destekli asayiş, kurum imajı genel puanları ortalamalarının cinsiyet değişkenine göre anlamlı bir farklılık göstermediği saptanmıştır (p>0,05). Tablo 4: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Aylık Gelire Göre Ortalamaları Grup N Ort Ss F p Fark 1000 Lira'dan Az 169 3,410 1, Lira 465 3,633,974 Teşkilata Yönelik 3> Lira 573 3,752,907 5,584,000 Hizmet Kalitesi 4> Lira 241 3,782, Lira üstü 60 3,504 1,025

110 Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı 105 Toplum Destekli Asayiş Kurum İmajı Genel Mesleğe Yönelik İmaj Görev Ve Sorumluluk İmajı Polis İmajı Genel 1000 Lira'dan Az 169 3,380 1, Lira 465 3,607, Lira 573 3,670, Lira 241 3,672, Lira üstü 60 3,350, Lira'dan Az 169 3,391 1, Lira 465 3,616, Lira 573 3,700, Lira 241 3,712, Lira üstü 60 3,406, Lira'dan Az 169 3,487, Lira 465 3,680, Lira 573 3,648, Lira 241 3,635, Lira üstü 60 3,462, Lira'dan Az 169 3,396, Lira 465 3,557, Lira 573 3,555, Lira 241 3,569, Lira üstü 60 3,361, Lira'dan Az 169 3,435, Lira 465 3,606, Lira 573 3,593, Lira 241 3,599, Lira üstü 60 3,395,759 4,489,001 5,067,000 3>1 4>1 3>1 4>1 2,078,081-1,848,117-2,016,090 - Aylık gelir değişkenine göre mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imajı, polis imajı genel boyutlarında anlamlı farklılık olmadığı görülmektedir(p>0.05). Aylık gelir mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imajı, polis imajı genel düzeylerini anlamlı ölçüde etkilememektedir. Aylık gelir değişkenine bağlı olarak teşkilata yönelik hizmet kalitesi düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, aylık gelir lira olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,752 ± 0,907),aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından (3,410 ± 1,122) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir lira olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,782 ± 0,919), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından (3,410 ± 1,122) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir değişkenine bağlı olarak toplum destekli asayiş düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, aylık gelir lira olanların toplum destekli asayiş puanları (3,670 ± 0,882), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,380 ± 1,093) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir lira olanların toplum destekli asayiş puanları (3,672 ± 0,934), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,380 ± 1,093) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir değişkenine bağlı olarak kurum imajı genel düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, aylık gelir lira olanların kurum imajı genel puanları (3,700 ± 0,863), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların kurum imajı

111 Ensar LOKMANOĞLU 106 genel puanlarından (3,391 ± 1,072) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir lira olanların kurum imajı genel puanları (3,712 ± 0,899), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların kurum imajı genel puanlarından (3,391 ± 1,072) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Tablo 5: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Eğitim Düzeyine Göre Ortalamaları Grup N Ort Ss F p Fark İlköğretim Ve Altı 142 3,701 1,022 Teşkilata Lise 484 3,562 0,998 Yönelik Hizmet 4,575 0,003 3>2 Kalitesi Yüksekokul/Üniversite 851 3,741 0,941 Yüksek Lisans / Doktora 31 3,379 0,695 İlköğretim Ve Altı 142 3,668 0,989 Toplum Destekli Asayiş Kurum İmajı Genel Mesleğe Yönelik İmaj Görev Ve Sorumluluk İmajı Polis İmajı Genel Lise 484 3,532 0,982 Yüksekokul/Üniversite 851 3,652 0,924 Yüksek Lisans / Doktora 31 3,198 0,785 İlköğretim Ve Altı 142 3,680 0,973 Lise 484 3,542 0,960 Yüksekokul/Üniversite 851 3,685 0,902 Yüksek Lisans / Doktora 31 3,264 0,709 İlköğretim Ve Altı 142 3,848 0,796 Lise 484 3,616 0,882 Yüksekokul/Üniversite 851 3,619 0,898 Yüksek Lisans / Doktora 31 3,174 0,818 İlköğretim Ve Altı 142 3,703 0,841 Lise 484 3,532 0,868 Yüksekokul/Üniversite 851 3,525 0,902 Yüksek Lisans / Doktora 31 2,949 0,779 İlköğretim Ve Altı 142 3,761 0,802 Lise 484 3,566 0,851 Yüksekokul/Üniversite 851 3,564 0,880 Yüksek Lisans / Doktora 31 3,032 0,743 3,798 0,010 3>4 4,196 0,006 3>2 5,728 0,001 6,299 0,000 6,359 0,000 1>2 1>3 1>4 2>4 3>4 1>4 2>4 3>4 1>4 2>4 3>4 Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak teşkilata yönelik hizmet kalitesi düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,741 ± 0,941), eğitim durumu lise olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından (3,562 ± 0,998) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak toplum destekli asayiş düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların toplum destekli asayiş puanları (3,652 ± 0,924), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,198 ± 0,785) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak kurum imajı genel düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların kurum imajı genel puanları (3,685 ± 0,902), eğitim durumu lise olanların kurum imajı genel puanlarından (3,542 ± 0,960) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak mesleğe yönelik imaj düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla

112 Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı 107 yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,848 ± 0,796), eğitim durumu lise olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,616 ± 0,882) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,848 ± 0,796), eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,619 ± 0,898) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,848 ± 0,796), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,174 ± 0,818) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu lise olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,616 ± 0,882), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,174 ± 0,818) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,619 ± 0,898), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,174 ± 0,818) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak görev ve sorumluluk imajı düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların görev ve sorumluluk imajı puanları (3,703 ± 0,841), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların görev ve sorumluluk imajı puanlarından (2,949 ± 0,779) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu lise olanların görev ve sorumluluk imajı puanları (3,532 ± 0,868), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların görev ve sorumluluk imajı puanlarından (2,949 ± 0,779) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların görev ve sorumluluk imajı puanları (3,525 ± 0,902), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların görev ve sorumluluk imajı puanlarından (2,949 ± 0,779) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak polis imajı genel düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların polis imajı genel puanları (3,761 ± 0,802), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların polis imajı genel puanlarından (3,032 ± 0,743) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu lise olanların polis imajı genel puanları (3,566 ± 0,851),eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların polis imajı genel puanlarından (3,032 ± 0,743) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların polis imajı genel puanları (3,564 ± 0,880), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların polis imajı genel puanlarından (3,032 ± 0,743) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Tablo 6: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Yaşa Göre Ortalamaları Grup N Ort Ss F p Fark Yaş 304 3,336 1,006 Teşkilata Yönelik Yaş 609 3,750,942 2>1 16,445,000 3>1 Hizmet Kalitesi Yaş 383 3,802,921 4> Yaş 212 3,697,957 Toplum Destekli Asayiş Kurum İmajı Genel Mesleğe Yönelik İmaj Yaş 304 3,297, Yaş 609 3,680, Yaş 383 3,712, Yaş 212 3,644, Yaş 304 3,311, Yaş 609 3,705, Yaş 383 3,745, Yaş 212 3,663, Yaş 304 3,363, Yaş 609 3,692,847 14,014,000 15,829,000 13,156,000 2>1 3>1 4>1 2>1 3>1 4>1 2>1 3>1

113 Ensar LOKMANOĞLU 108 Görev Ve Sorumluluk İmajı Polis İmajı Genel Yaş 383 3,756,806 4> Yaş 212 3,609, Yaş 304 3,264, Yaş 609 3,586,837 2>1 13,546,000 3> Yaş 383 3,672,843 4> Yaş 212 3,508, Yaş 304 3,306, Yaş 609 3,629, Yaş 383 3,708, Yaş 212 3,548,901 13,968,000 2>1 3>1 4>1 Yaş değişkenine bağlı olarak teşkilata yönelik hizmet kalitesi düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,750 ± 0,942), yaşı olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından (3,336 ± 1,006) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı41-50 olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,802 ± 0,921), yaşı olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından (3,336 ± 1,006) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,697 ± 0,957), yaşı olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından (3,336 ± 1,006) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak toplum destekli asayiş düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı olanların toplum destekli asayiş puanları (3,680 ± 0,911), yaşı olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,297 ± 0,995) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların toplum destekli asayiş puanları (3,712 ± 0,933), yaşı olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,297 ± 0,995) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların toplum destekli asayiş puanları (3,644 ± 0,934), yaşı olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,297 ± 0,995) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak kurum imajı genel düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı olanların kurum imajı genel puanları (3,705 ± 0,895), yaşı olanların kurum imajı genel puanlarından (3,311 ± 0,969) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların kurum imajı genel puanları (3,745 ± 0,900), yaşı olanların kurum imajı genel puanlarından (3,311 ± 0,969) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların kurum imajı genel puanları (3,663 ± 0,911), yaşı olanların kurum imajı genel puanlarından (3,311 ± 0,969) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak mesleğe yönelik imaj düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,692 ± 0,847), yaşı olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,363 ± 0,990) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,756 ± 0,806), yaşı olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,363 ± 0,990) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,609 ± 0,906), yaşı olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,363 ± 0,990) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak görev ve sorumluluk imajı düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı olanların görev ve sorumluluk imajı puanları (3,586 ± 0,837), yaşı olanların görev ve sorumluluk imajı puanlarından (3,264 ± 0,959) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların görev ve sorumluluk imajı puanları (3,672 ± 0,843), yaşı olanların görev ve sorumluluk imajı puanlarından (3,264 ± 0,959) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların görev

114 Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı 109 ve sorumluluk imajı puanları (3,508 ± 0,924), yaşı olanların görev ve sorumluluk imajı puanlarından (3,264 ± 0,959) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak polis imajı genel düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı olanların polis imajı genel puanları (3,629 ± 0,819), yaşı olanların polis imajı genel puanlarından (3,306 ± 0,945) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların polis imajı genel puanları (3,708 ± 0,808), yaşı olanların polis imajı genel puanlarından (3,306 ± 0,945) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı olanların polis imajı genel puanları (3,548 ± 0,901), yaşı olanların polis imajı genel puanlarından (3,306 ± 0,945) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. 5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Kurum imajına yönelik olarak yürütülen bu çalışma, Türkiye nin gerek coğrafik olarak gerekse sosyolojik ve demografik anlamda farklılık gösteren iki şehri İstanbul ve Rize de hayatlarını sürdüren vatandaşların, emniyet teşkilatına ilişkin kurum imaj algılarını ve polis algılarını belirlemek için yürütülmüştür. Çalışma kapsamında elde edilen sonuçlar aşağıdaki gibi sıralanabilir; Çalışmaya katılan vatandaşların emniyet kurumunun sahip olduğu imaj ve öğelerine ilişkin algılar, emniyet teşkilatının vatandaşlara sunmuş olduğu hizmetlerin kalitesi ile direkt ve pozitif yönde ilişkilidir. Diğer bir ifade ile emniyet teşkilatı, asayişi sağladığı, hizmet kalitesini yükselttiği takdirde, vatandaşların emniyete ilişkin imaj algıları pozitif yönde artış gösterecektir. Diğer bir ifade ile toplumsal refah ve asayişin sağlanamadığı ve emniyet teşkilatının bünyesindeki hizmetlerin vatandaşlara etkin ve verimli aktarılamadığı sürece, teşkilatın vatandaşların gözündeki imajı olumsuz olarak oluşacaktır. Bilindiği gibi İstanbul ve Rize, gerek coğrafi, gerek sosyolojik gerekse demografik olarak farklılık gösteren iki ildir. Dolayısıyla bu iki ilde ikamet eden vatandaşlara uygulanan anket kapsamında, vatandaşların emniyet teşkilatına yönelik hizmet kalitesi, toplum destekli asayiş, kurum imajı, mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imajı, polis algısı, gibi algı boyutlarının farklılaşması beklenmektedir. Ancak, araştırmanın sonuçlarına göre; araştırmaya katılan Rize ve İstanbul vatandaşlarının bu algı düzeyleri arasında anlamlı bir farklılık olmadığı sonucuna varılmıştır. Diğer bir ifade ile ikamet edilen yer ve vatandaşların emniyet teşkilatına yönelik hizmet kalitesi, toplum destekli asayiş, kurum imajı, mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imajı, polis algısı değişkenleri arasında herhangi bir ilişki bulunmamaktadır. Araştırma kapsamında anket sorularının yöneltildiği vatandaşların ikamet durumları göz önüne alınmadan cinsiyet kapsamında algı düzeylerinde bir farklılaşma olup olmadığı da incelenmiştir. Bu kapsamda yapılan analizler sonucunda erkek vatandaşların, mesleğe yönelik imaj algıları, teşkilata yönelik hizmet kalitesi algıları, görev ve sorumluluğa ilişkin imaj algıları kadın vatandaşlardan daha yüksektir. Ancak, toplum destekli asayiş, kurum imajı genel algı düzeyi, cinsiyete göre farklılaşmamaktadır. Araştırmada yüksek gelirli vatandaşların kurum imajının daha yüksek gördükleri belirlenmiştir. Az gelir sahibi vatandaşların kurum imajını düşük görmeleri, kurumun onlara beklenen hizmeti yeteri kadar sağlamadığı önyargısından olduğu düşünülebilir. Polislik mesleğine yönelik imaj gelir düzeyine göre farklılık göstermediği görülmektedir. Vatandaş gözünde farklı gelir seviyelerinde mesleğin gözde bir meslek olarak görüldüğü düşünülebilir. Eğitim seviyesi yüksek olanların kurum imajı algısının yüksek olduğu, eğitim seviyesi düşük olanlarda ise polis meslek imajının yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Eğitim seviyesi yüksek olanların kurumu görev ve sorumlulukları yerine getirmesi açısından imajının yüksek gördükleri düşünülebilir. Eğitim seviyesi düşük olanların polislik mesleğini arzu etme durumları düşünüldüğünde polis meslek imajını yüksek gördükleri düşünülebilir. Yaş olarak 30 yaş üstünün hem kurum imajını hem de polis meslek imajını yüksek gördükleri sonucuna ulaşılmıştır yaş arasındaki vatandaşların daha hareketli bir yaşam sergilediklerinden bu farklılığın oluştuğu düşünülebilir.

115 Ensar LOKMANOĞLU 110 Emniyet teşkilatı kurum imajı ve halkın emniyet teşkilatı kurum imajına ilişkin algısının incelendiği bu çalışmada bir anlamda kurum imajı-algı kavramları arasındaki ilişki irdelenmiştir. Bu araştırma sonucunda görülmektedir ki, hedef kitlenin (bu çalışma için emniyet teşkilatının hedef kitlesi olan halkın) algısının kurum imajı ile direkt olarak ilişkisi bulunmaktadır. Dünyanın gerçeklikten oldukça farklı bir biçimde olabilen resminin çizilmesini sağlayan, oldukça karışık bir süreç olan algılama (Luthans, 1992, s. 55), kurumların belirledikleri hedef kitlelere göre farklılaşmaktadır. Çünkü belirlenen hedef kitlenin içerisinde yer alan bireylerin algılamaları belirlenmeyen ya da doğru tanımlanmadığı için hedef kitlenin dışında kalan bireylerden oldukça farklıdır. Aktif bir süreç olarak kabul edilen algılama sürecinin kurum imajı çalışmaları kapsamında iyi yönetilmesi gerekmektedir. Çünkü kurum imajı en nihayetinde bireylerin algıladığı kadardır. Dolayısıyla, bireylerin algılarının belirlenmesine yönelik sürdürülen çabalar etkin ve verimli sonuçlanırsa yani kurumlar tarafından yürütülen stratejiler bireylerin kuruma ilişkin algılarını istenilen tarafa yönlendirirse, kurumların kurum imajlarının olumlu ve sürdürülebilir olması içten değildir. Ancak, kurumların, bireylerin algılarını yönlendirebilecek güce sahip olmaları ancak ve ancak, kurumların bireylerin algılamasının önemini fark etmesi ile mümkün olacaktır. Kurumlar bireylerin algılarının önemini fark ettikleri takdirde, hedef kitlelerinin içerisinde yer alan bireylerin algılarını ne şekilde yönlendirebileceklerine ilişkin olarak doğru adımları atabileceklerdir. KAYNAKLAR Bakan, Ö. (2005). Kurumsal İmaj. Konya: Tablet Kitabevi. Bilgin, L. (2008). Halkla İlişkiler. İstanbul: Kumsaati Yayın Dağıtım. Gümüş, M., & Öksüz, B. (2009). Turizm İşletmelerinde Kurumsal İtibar Yönetimi. Ankara : Nobel Basımevi. Gürsoy, T. (1999). Reklam Terimleri ve Kavramları Sözlüğü. İstanbul: Adam Yayınları. İnceoğlu, M. (2000). Tutum, Algı, İletişim. Ankara: İmaj Yayıncılık. Keller, K. (1998). Strategic Brand Management: Building, Measuring, and Managing Brand Equity. USA: Prentice Hall. Kotler, P. (2000). Pazarlama Yönetimi. (N.Muallimoğlu, Çev.) İstanbul: Beta Basım Yayın Dağıtım. Luthans, F. (1992). Organizational Behavior. USA: Mc-Graw Hill Inc. Okay, A. (2005). Kurum Kimliği. İstanbul: Kapital Medya A.Ş. Özüpek, M. (2005). Kurum İmajı ve Sosyal Sorumluluk. Konya: Tablet Kitabevi. Peltekoğlu, F. (1997). Kurumsal İletişim Sürecinde İmajın Yeri. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi(4). Peltekoğlu, F. (2007). Halkla İlişkiler Nedir? İstanbul: Beta Basım Yayın Dağıtım. Tolungüç, A. (2000). Turizmde Tanıtım ve Reklam. Ankara: MediaCat Kitapları. Vural, Z. (1998). Kurum Kültürü. Yazıcı, İ. (1997). Kitle İletişiminde İmaj. İstanbul: Bilim Yayınları.

116 Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı 111 Extended Abstract In this study, to determine the law enforcement agencies and police perception and image of the differentiation status is determined according to the arguments of perception. For protecting and continuing sustainability in today s high competitive global markets, all of the organizations must give enough importance to corporate image which is an important strategic concept. This study is about corporate image in law enforcement agency and the perception to the most important domestic fund of corporate image polices. 902's in this context (59.8%) in Istanbul, 606's of (40.2%) Rize study was done on 1508 people, including the people. Research in police two scales were used to determine the image and the image of the police institution. Research results in the image of law enforcement agencies and the general level of the sub-dimensions "organization-oriented service quality", "community-supported policing" of related corporate image was found that high levels of perceived. Police general level of perception, the image of the profession, has been identified as a high image duties and responsibilities. It has also been concluded that there is no difference between the image and the image of the police for the police in Rize Istanbul.

117 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : [201?] Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı: Türkiye Örneği Structural Transformation and Structure of Transformation: Sample of Turkey Harun YAKIŞIK *, Özlem FİKİRLİ ** ÖZ: Bu çalışmada, Türkiye nin; teorik yaklaşımlar çerçevesinde yapısal dönüşümü dönemi için incelenmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) kaynaklarından elde edilen, sektörlerin istihdam, dış ticaret ve Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYH) payları ile ilgili veriler grafikler kullanılarak değerlendirilmiştir. Elde edilen değerlendirme sonuçlarına göre, Türkiye nin imalat sanayi, dış ticaret ve istihdam alanlarında, kalkınma teorilerinin ortaya koyduğu yapısal dönüşüm öngörülerinden sapmalar içerdiği görülmüştür. Anahtar sözcükler: Yapısal Dönüşüm, Dış Ticaret, Ekonomik Kalkınma. ABSTRACT: In this study, process of structural transformation of Turkey was evaluated for the period of 1996 to 2013 in the light of theoretical approaches. Data about employment, foreign trade and GDP shares of sectors, compiled from Turkish Statistical Institute (TurkStat) are evaluated by using graphs. According to the results, it is observed that structural transformation of Turkey has some deviations from development theories. Keywords: Structural Transformation, Foreign Trade, Economic Development. 1. GİRİŞ Gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından birisi yapısal dönüşüm süreçlerinde ortaya çıkmaktadır. Yapısal dönüşüm, sektörlerin istihdam ve GSYİH paylarındaki değişimin tarımdan, sanayi ve hizmetler sektörüne doğru evrilmesini ifade etmektedir (Yeldan, 2010). Aynı şekilde imalat sektörü içerisinde tüketim malları üretiminden yatırım malları üretimine doğru dönüşümün yaşanması yapısal dönüşüm teorileri tarafından öngörülmektedir. Dolayısıyla dönüşüm sürecinde tarım sektörü küçülürken hem sektörde verim artışı sağlanmalı hem de küçülme imalat ve hizmet sektörleri çıktılarının ileri teknoloji temelli ürünlerle dış ticaret ve GSYİH paylarını artırarak telafi edilmelidir. Tarımdan hizmetler sektörüne doğru değişimin gerekçeleri temel iktisadi yaklaşımlarda belirtilmektedir. Bu yaklaşımlardan birincisi, tarım ürünlerinin gelir talep esnekliğinin sanayi ve ileri teknoloji ürünlerine göre düşük olmasıdır (Fisher, 1939). İkincisi ülkelerin gelir seviyeleri arttıkça toplam talebin nispi olarak sanayi ve ileri teknoloji ürünlerine doğru kayacağı, sonuncusu ise dış ticaret hadlerinin sürekli tarım ürünleri aleyhine bir seyir izleyeceği yönündedir (Singer, 1950; Prebish, 1962). Dış ticaretin özellikle dış ticaret yapısı içerisinde tarım ürünlerinden ileri teknoloji ürünlerine doğru evrilmenin gelişmekte olan ülkeleri dışa bağımlılıktan kurtarmada önemi yadsınamaz. Bu bağlamda dış ticaretin gelişmiş batı toplumlarının yapısal dönüşümlerini tamamlama da önemli rol oynaması gelişmekte olan ülkelerin sürekli dikkatlerini çekmiştir (Tekelioğlu, 1993: 41-42; Öz, 2009). Gelişmekte olan ülkeler yapısal dönüşümlerini hızlandırmak ve ekonomilerini dışa bağımlılıktan kurtarmak için 1980 öncesi ithal ikameci politikalar kullanırken 1980 sonrası dışa açık ve ihracata dayalı sanayileşme politikaları izledikleri görülmektedir. Bu ülkeler ithal ikameci politikaların öngörüleri doğrultusunda yerli sanayilerini kurma aşamasında finansal ve * Yrd. Doç. Dr, Çankırı Karatekin Üniversitesi, İİBF, Çankırı-Türkiye, haruny@karatekin.edu.tr * * Arş. Gör, Çankırı Karatekin Üniversitesi, İİBF, Çankırı-Türkiye, ozlemfikirli@karatekin.edu.tr

118 Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı 113 tasarruf açıklarını dış borçlarla finanse etme yollarına gitmişler ve bu durum dış ödeme açıklarını derinleştirdiği görülmüştür. Derinleşen dış ödeme açıklarını finanse etmek için IMF ve Dünya Bankası nın 1970 sonrası uygulamaya koydukları düşük faizli kredi politikaları az gelişmiş ülkeler açısından cazip hale gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla IMF ve Dünya Bankası 1970 sonrası dış ticaret açıklarını finanse etme güçlüğü çeken az gelişmiş ülkelere düşük faizli krediler önermeye başlamıştır. Fakat uygulanan politikaların bu ülkelerin dış ticaret açıklarını daha da derinleştirdiği görülmüştür. Böylece Neo-liberal politikalar 1980 sonrası gelişmekte olan ülkelerde uygulama alanı bulmaya başlamıştır. Neo-liberal politikalar, özel mülkiyetin yaygınlaştırılıp kamunun ekonomideki gücünün kırılması temeline dayanan politikalardır. Gelişmekte olan ülkelerin dış ticaret ve ekonomik kalkınma sorunlarına çözüm üretecek bir reform paketi olarak sunulan Neo-Liberal politika önermeleri sonucunda; özelleştirme politiğiyle yabancı sermayenin bu ülkelerde genişleme alanı yarattığı görülmüştür (Soyak, 2003: ). Türkiye, 1980 öncesinde ithal ikameci sanayileşme stratejisi izlerken, dış ticaretini geliştirmek ve uluslararası piyasalarda rekabet edebileceği yerli sanayisini kurabilmek için 1980 sonrası dışa açık ve ihracata dönük sanayileşme stratejisi izlemeye başlamıştır. Bu süreci hızlandırmak için 1989 yılında da IMF nezdinde parasını konvertible hale getirmiştir. Dış ticarette rekabetçi olabilmek ve ürün yelpazesini genişletebilmek amacıyla, 1996 yılında Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kurulmuştur. Bu uygulamaların temel hedefi, gelişmiş ülkelerle uyum sağlamak, dış ticareti geliştirmek ve kalkınma dinamiklerinin temellerini sağlam zemine oturtmak olmuştur. Bu çalışmanın amacı, 1996 yılından başlayarak 2013 yılına kadar olan süreçte Türkiye nin yapısal dönüşümünü değerlendirmektir. Çalışmada Türkiye nin yılları arasında sektörlerin; dış ticaret, GSYH payları ve istihdam oranlarının zaman içindeki değişimi incelenmiştir. Bu yapısal dönüşümlerin kalkınma teorileriyle paralellik gösterip göstermediği grafikler kullanılarak ortaya konulmuştur. Ayrıca Türkiye nin yapısal dönüşümü yeni dönem dış ticaret ve kalkınma yaklaşımlarıyla bağdaştırılmaya çalışılmıştır. 2. LİTERATÜR Dış ticaret ve iktisadi kalkınma arasındaki bağıntı, klasik iktisat yaklaşımlarının temel konularından biri olmuştur. Klasik iktisat yaklaşımlarıyla sistemleşen dış ticaret ve iktisadi kalkınma ilişkisi, Neo-klasik iktisat yaklaşımıyla devam ettirilmiş ve farklı yaklaşımlardan geçerek günümüze kadar gelmiştir. Dolayısıyla dış ticaret ve ekonomik kalkınma arasındaki ilişki ve ilişkinin yönü uzun zamandır araştırmacıların dikkatini çeken konuların başında gelmiştir. Bu bağlamda dış ticaret ve ekonomik kalkınma alanındaki çalışmaları dört temel grup altında inceleyebiliriz. Birinci grup çalışmalar, geleneksel dış ticaret ve kalkınma teorileri, ikinci grup çalışmalar, dış ticaretin ülke kalkınmasına olumlu katkı yaptığını ortaya koyan çalışmalardır. Üçüncü grup çalışmalar, dış ticaretin ülke kalkınmasına olumsuz etkileri olabileceğini savunan çalışmalardır. Son grup çalışmalar ise Neo-liberal politikalar, son dönem dış ticaret yaklaşımları ve iktisadi kalkınma alanında yapılan çalışmalardır Geleneksel Dış Ticaret ve Kalkınma Teorileri Dış ticaret ve ekonomik kalkınma arasındaki ilişki hem teorik hem de ampirik çalışmalarda en çok inceleme alanı bulan konularından biridir. Özellikle klasik iktisatçılar, pazar genişlemesiyle birlikte dış ticaretin iktisadi kalkınmanın önemli unsuru olacağını vurgulamışlardır. Dış ticaretin teorik temelini oluşturan yaklaşımların ilki; Adam Smith in geliştirdiği mutlak üstünlükler teorisidir. Ülkelerin mutlak anlamda daha az maliyetle ürettiği malın üretiminde uzmanlaşıp, maliyet avantajına sahip olmadığı malların üretiminden vazgeçerek, bunları ithal etmesi gerektiği temeline dayanır. Ancak bu yaklaşım, bir ülkenin mutlak anlamda birden fazla ürünü diğer ülkelere göre daha ucuz maliyetle üretmesi durumunda dış ticaretin nasıl gerçekleşeceğini açıklamamaktadır. Bu açığı kapatmaya çalışan yaklaşım ise David Ricardo nun geliştirdiği karşılaştırmalı üstünlükler teorisidir.

119 Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 114 Karşılaştırmalı üstünlükler teorisine göre, uzun dönemde az gelişmiş ülkeler diğer ülkelere göre, mutlak üstünlüğe sahip olma şartı olmadan, karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olduğu alanlarda dahi üretim yaparak serbest dış ticaretten hem ülke olarak karlı çıkacak hem de dünya refahına olumlu katkı yapmış olacaktır. Mutlak ve karşılaştırmalı üstünlüklere ek olarak ülkeler, farklı doğal kaynak ve verimlilik seviyelerine sahip olduklarından, uzun dönemde ülkelerin dünya ticaretinde nispi ağırlığı da farklılık arz etmektedir. Bu bağlamda dünya ticaretini yönlendiren güçlü ülkelerin yanında bu ülkelerin serbest dış ticaret politika önermeleri ile açık pazarları haline gelmiş güçsüz ülkelerin olması muhtemel bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda ülkeler arasında oluşan verimlilik, sermaye birikimi ve teknolojik seviye farkı, dünya ticaretinin gelişmesini ve çeşitlenmesini güçlü ülkeler lehine avantajlı kılacaktır. Bu bağlamda Ricardo nun verimlilik farkları ve Heckscher-Ohlin in faktör donanım farklarıyla açıkladığı dış ticaret teorileri, uluslararası ticaretin sebeplerini açıklayan teorilerin temellerini oluşturmaktadır. Dış ticarette talep yapısının ihmal edildiği Adam Smith, D. Ricardo ve Heckscher-Ohlin teorilerine karşılık John Stuart Mill Karşılıklı Talep Kanunu yaklaşımıyla, talebin şiddetinin dış ticareti belirleyeceğini açıklamıştır. Alfred Marshall ise, dış ticaret hadlerinin belirlenmesinde Mill in geliştirdiği dış ticarette talebin şiddeti yaklaşımına ek olarak teklif eğrilerinin dış ticareti belirleyeceğini öne sürmüştür. Ayrıca Gottfried Haberler klasik iktisatçıların ihmal ettiği doğal kaynaklar ve girişimciliğin dış ticaretteki etkinliğini değerlendirerek dış ticaret analizlerine ayrı bir boyut kazandırmıştır(taban ve Kar, 2014: ). Son dönemlerde ise klasik iktisat teorilerinin öngördüğü pazar genişlemesinin, artan rekabet şartları altında daha da zorlaştığı ancak sürdürülebilir kalkınma açısından öneminin arttığı görülmüştür. Az gelişmiş ülkelerin dışa bağımlılıktan kurtulması, kalkınmanın finansmanında sermaye birikiminin sağlanması ve uluslararası piyasalarda rekabet avantajının elde edilmesi önemli hale gelmiştir. Bu bağlamda az gelişmiş ülkelerin dış ticaret yapılarını, teorilerde öngörülen gelişmiş ülke standartlarına uyumlaştırma sürecinde ortaya konulan parametreler; (i) ihracat ve ithalatın GSMH içerisindeki payları, (ii) ihracat ve ithalat içerisinde sektörlerin payları, (iii) sektörlerin istihdam payları olarak karşımıza çıkmaktadır Yapısal Dönüşüm Teorileri, Dış Ticaret ve İktisadi Kalkınmaya Olumlu Etkileri Literatürde serbest dış ticaretin az gelişmiş ülkelere olumlu katkılar yapacağını ileri süren teorik ve ampirik çalışmalar geniş yer tutmaktadır. Dış ticaret ve kalkınma teorilerinin temellerini oluşturan bu çalışmalar özellikle az gelişmiş ülkelerin sektörel yapılarını ve bu sektörlerin istihdam ve milli gelir paylarındaki dönüşümlerini konu almaktadır. Dış ticaretin en birincil etkisinin özellikle milli gelir artışı ve ekonomik büyümeye olumlu katkısı olacağı belirtilmektedir (Taban ve Kar, 2014: ). Az gelişmiş ülkelerin yapısal dönüşümü gerçekleştirmeleri hem dış ticaretlerini geliştirmeleri hem de gelir artışı sağlamaları açısından önem arz etmektedir. Ayrıca ülkeler geliştikçe yapısal dönüşümün kaçınılmaz olacağı literatürde vurgulanmaktadır. Bu anlamda yapısal dönüşüm ilk teorik temelini Allen G. B. Fisher ve Colin Clark tarafından Clark-Fisher Hipotezi olarak formüle edilen yaklaşımdan almıştır. Bu yaklaşımın öne çıkan özelliği; Bir ülkenin ekonomik kalkınmasının hızlanmasının tarım (birincil), sanayi (ikincil) ve hizmetler (üçüncül) olmak üzere üç sektörde uzmanlaşma ve teknolojik gelişme sayesinde sermaye birikimi ile sağlanmasıdır. Sermaye birikimi tarımdan daha verimli kullanılacağı sanayi sektörüne doğru kayarak daha fazla istihdam yaratacaktır. Ülkenin geliştikçe tarımdan tarım dışı sektörlere, öncelikle madencilik ve imalat sanayine, gelişmenin ileri dönemlerinde ulaşım, iletişim, ticaret, özel ve kamu hizmet işletmelerine kayacağını Kuznets in de yaklaşımlarında görmek mümkündür (Kenessey, 1987:362). Dolayısıyla bu yapısal dönüşüm sonucu sektörlerin istihdam ve GSYH içerisindeki payları tarımdan sanayi ve hizmetler lehine değişecek ve

120 Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı 115 ülkelerin iktisadi kalkınmaları hızlanacaktır (Fisher, 1939; Chenery, 1960: ; Clark, 1957: ). Bununla birlikte az gelişmiş ülkelerin dışa açılmaları sonucu artan ihracat gelirlerinin, bu ülkelerin gelir dağılımına da olumlu katkılar yapacağı ileri sürülmektedir (Stolper-Samuelson, 1941:58-73). Aynı zamanda az gelişmiş ülkeler dış ticaret yoluyla dış pazar genişlemesi yaşayacaktır ve dış ticaret yapılan ülkelerdeki yenilikler ülkeye transfer edilerek ülkenin toplam faktör verimliliği artışına olumlu katkı sağlanacaktır (Frankel ve Romer, 1999: ; Barro, 2000:5-32). Artan faktör verimliliği neticesinde bu avantajı kullanan firmalar AR-GE faaliyetleri sonucu yeni ürünler üretme ve dış ticarette rekabet avantajı sağlayarak çok uluslu şirket haline gelme fırsatları elde edeceklerdir (Krugman, 1979: ). Aynı zamanda dış ticarete açık olmanın yaratacağı ölçek ekonomilerine ulaşma, ileri teknoloji kullanma ve verim artışı fırsatları da yakalanmış olacaktır. Keesing (1966: ) ve Kenen in (1965: ) geliştirdikleri nitelikli işgücü teorisine göre; zengin ülkeler nitelikli işgücüne sahip olduklarından ürettikleri ürünler de nitelikli sanayi ürünleri olacaktır. Buna karşın nitelikli insan gücüne sahip olmayan az gelişmiş ülkeler ise nitelikli ürün avantajına sahip olamamaları neticesinde dış ticarette rekabet etme şansını kaybedeceklerdir. Ancak az gelişmiş ülkelerin uzun dönemde dış ticarette avantajlı konuma gelmelerinin emek faktörünü nitelik artırıcı eğitimlerle donanımlı hale getirmeleriyle gerçekleşeceği önemini korumaktadır. Teknoloji açığı teorisine göre (Posner, 1961: ) bir ülkenin yeni bir ürün ya da yönetsel başarı elde etmesinin sonucunda bu ürünün ihracatçısı olma şansını elde edeceği belirtilmektedir. Ancak uzun dönemde ülkenin serbest dış ticaret avantajına sahip olmasının, AR-GE faaliyetleri sonucu aramalı girdilerinin yerli sanayilerle desteklenmesiyle mümkün olduğu öngörülmektedir (Rivera-Batiz ve Romer, 1991: ) Özetle rekabete dayalı serbest dış ticaret politikalarının az gelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmalarına katkıları şu şekilde ifade edilebilir; i. Maliyet avantajına sahip ürünlerin üretiminde uzmanlaşmak, ii. Ürün geliştirme deneyimlerini artırmak, iii. Ölçek ekonomilerinden faydalanmak, iv. Bilginin yayılma etkisi ve teknolojik avantajlar sayesinde üretim faktörlerinin etkin kullanımını sağlamak, v. Rekabetin getirdiği kaliteli ürün geliştirme ve etkin pazarlara ulaşma fırsatlarını yakalamak. (Özgen ve Yenipazarlı, 2002:4) Serbest Dış Ticaret ve Kalkınmaya Olumsuz Etkileri Literatürde serbest dış ticaret politikalarının uzun dönemde az gelişmiş ülkeler için kontrol edilemeyen olumsuz etkiler yaşatacağını ileri süren yaklaşımlar da bulunmaktadır (List, 1841). List, Özellikle İngiltere nin yüksek gümrük tarifeleri gibi koruyucu dış ticaret politikalarıyla gelişmişlik düzeyine ulaştıktan sonra, gelişmekte olan ülkelere serbest ticareti önermesini eleştirmiştir. Eleştirisini şu şekilde ifade etmiştir: Üretim gücünü ve denizciliğini başka bir ülkenin kendisiyle serbestçe rekabet edemeyeceği ölçüde geliştiren herhangi bir ülke, büyüklüğünün bu merdivenlerini öteye fırlatmaktan, diğer ülkelere serbest ticaretin yararlarını vaaz etmekten ve pişmanlık ifadesiyle şimdiye dek yanlış yolda yürüdüğünü ve şimdi ilk kez gerçeği keşfetmede başarıya ulaştığını ilan etmekten daha akıllıca bir şey yapamaz. (List, 1841; Chang, 2002 den aktaran Chang, 2003). Literatürde List in ileri sürdüğü sonuçlara benzer bulguların elde edildiğini görmek mümkündür. Az gelişmiş ülkelerin ihracata dayalı dışa açık sanayileşme stratejisi neticesinde iktisadi büyümelerinin olumsuz etkileneceği ileri sürülmektedir (Dodaro, 1993:227).

121 Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 116 Özellikle literatüre Singer-Prebish tezi olarak geçen yaklaşım, az gelişmiş ülkelerin ürettiği ürünlerin gelir-talep esnekliği düşük ürünlerden oluşacağını, az gelişmiş ülkeler için gelir artışı sağlayamayacağını ve dış ticaret hadlerinin sürekli bu ülkeler aleyhine bozulacağını ileri sürmektedir (Singer, 1950; Prebish, 1962; Kazgan, 1988: 50-53). Dolayısıyla az gelişmiş ülkeler dış ticaret hadlerini lehlerine dönüştürecek ileri teknoloji ürünleri üretemediklerinden ithalata bağımlı olmanın yarattığı dış ticaret açıkları, döviz kıtlığı sorunları yaşamakta ve düşük teknoloji içeren birincil ürünlerde uzmanlaşmaları sonucu bu ülkelerde teknoloji, beceri, verimlilik seviyeleri artmamaktadır (Kavoussi, 1985: 379). İhracat ve ithalatın büyüme üzerine etkilerini ortaya koyan Türkiye ye yönelik çalışmalara baktığımızda farklı sonuçların elde edildiği görülmektedir. Şimşek (2003) yaptığı çalışmada, dışa açık ve ihracata dayalı büyüme hipotezinin Türkiye açısından desteklenmediğini ortaya koymaktadır. Demirhan ın (2005) yaptığı çalışma bulgularına göre ihracattan büyümeye doğru bir nedensellik desteklenirken, ithalattan büyümeye doğru bir nedensellik desteklenmemektedir. Güngör ve Kurt (2007) ise, dışa açık bir ekonomik yapı ile ekonomik büyüme arasında kısa dönemden çok uzun dönemli bir ilişki olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Aktaş (2009) çalışma sonuçlarını iki yapıda ortaya koymuştur. Kısa dönemde ihracat, ithalat ve ekonomik büyüme arasında iki yönlü bir nedensellik ilişkisi görülürken uzun dönemde ise ihracattan ithalata, ithalattan ihracata, büyümeden ihracata ve büyümeden ithalata doğru tek yönlü bir nedensellik ilişkisi olduğu sonucuna ulaşmıştır. Gerni vd. (2008) yaptıkları çalışmada Türkiye nin büyümesinin özellikle ithalata bağımlı olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bu durumun artan cari açıklar sorununu derinleştirmesi sonucu ithalata dayalı dışa açık dış ticaret politikasının uzun dönemde büyüme üzerinde olumsuz etkilerinin olacağı açıktır. Kıran ve Güriş (2011) ticari dışa açıklık ile ekonomik büyüme arasında çift yönlü bir ilişki elde etmelerine karşın finansal dışa açıklık ile ekonomik büyüme arasında anlamlı bir ilişkinin olmadığı sonucuna ulaşmışlardır. Yükseler ve Türkan ın (2008) elde ettikleri çalışma bulgularına göre Türkiye imalat sektörünün dış ticaret hacmi içindeki payını artırmasına karşın sektörün istihdam ve katma değer yaratma gücünü aynı oranda artıramadığı sonucuna ulaşmışlardır Neo-Liberal Politikalar ve Yeni Dış Ticaret Yaklaşımları ve İktisadi Kalkınma Neo-Liberal politikalar, 1970 li yıllarda yaşanan petrol ve borçlanma krizleriyle gündeme gelmiştir, ancak uygulamalarda gösterdiği etki 1980 sonrası ortaya çıkmıştır li yıllara kadar uygulanan kalkınma teorileri, az gelişmiş ülkelerin sorunlarına çözüm üretememesinin yanında sorunları daha da derinleştirdiğinden, yeni süreçte sorunların çözümünün daha liberal politikalarla mümkün olacağı vurgulanmıştır (Altvater, 1984: 43). Nobel ödüllü parasal iktisatçı Milton Friedman nın da benzer yaklaşım geliştirdiğini görmekteyiz. Devletin ekonomik sisteme müdahalesi sonucu, gelişmenin olumsuz etkileneceğini ve ekonomik sorunların çözümünde serbest piyasa aktörlerinin devlet müdahalesi gücünden daha etkili olacağını ileri sürmüştür (Friedman, 1988: 322). Bu döneme damgasını vuran iktisatçılar Milton Friedman la birlikte Peter Bauer, Ian Little, Deepak Lal, Bela Balassa, Julian Simon, Jagdish Bhagwati ve Anne Krueger gibi iktisatçılardır. Bu iktisatçıların vurguladıkları temel konu, geleneksel kalkınma teorilerinin, gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasındaki kalkınma açıklarının kapanmasına çözüm üretemediğidir (Bauer, 1956; Little, 1961; Lal,1987; Balassa, 1967; Simon, 1970; Bhagwati,1994; Krueger,1997). Müdahaleci politikaların uygulama sürecinde kalkınma açıkları derinleşirken gelir dağılımının bozulduğu görülmüştür. Dünya nüfusunun en zengin yüzde 20 lik kesimi ile en yoksul yüzde 20 lik kesimi arasında ortalama kişisel gelir farkı 1965 yılında 30 kat iken 1980 li yıllarla birlikte bu fark 60 katına çıkmıştır (Taban ve Kar, 2014:210). Eğer mevcut teoriler bu sorunları daha da derinleştirdiyse, uygulanacak kalkınma politikalarının daha çok piyasa ve daha az müdahale temelli olması gerektiği ileri sürülmüştür.

122 Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı 117 Bu bağlamda ülkelerin kendi iç dinamiklerine uygun kalkınma politikalarının hayata geçirilip en az müdahaleyle piyasaya bırakılması öngörülmüştür. Gelişmiş ülkelerde daha az devlet ve daha çok piyasa dinamikleriyle kalkınma politikaları uygulanarak başarı elde edildiğinden, az gelişmiş ülkelerde aynı süreçlerin yaşanması gerektiği öngörüsünün reform politikalarına da yansıdığı görülmektedir. Dolayısıyla 1980 sonrası süreçte, Türkiye de de uygulamaya konulan Neo-liberal politikalar, hem dış ticareti liberalleştirmiş hem de finansal piyasaların sermaye akışını hızlandırarak serbest dış ticareti destekler yapıya dönüştürmüştür. Kalkınma iktisatçısı John Williamson, uygulamaya konulan Neo-liberal politikalar için, 1989 yılında bildiri hazırlayarak adına Washington Uzlaşısı demiştir (Marangos, 2008 den aktaran Tekgül, 2014). Washington Uzlaşısı; Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve ABD Hazine Bakanlığı nın özellikle az gelişmiş ülkelere önerdiği piyasa temelli iktisat politikalarını içermektedir. Bu uzlaşıyı Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Merkez Bankası nın da zaman içerisinde desteklediği bilinmektedir (Marangos, 2009 dan aktaran Tekgül, 2014). Neo-liberal politikaların öngörülerinin aksine; (i) ulusal dinamiklerini dikkate alarak kurumsal yapıyla desteklenen başarılı ekonomik büyüme örnekleri (ii) 1990 sonrası artan krizler (iii) son küresel krizin oluşumu, Neo-liberal politikaların da tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini gündeme getirmiştir. Neo-liberal politikaların geniş uygulama alanı bulduğu 1990 sonrası, az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasında mevcut olan gelişme farklarının genel anlamda daha da arttığı görülmüştür. Serbest dış ticaret sürecinde az gelişmiş ülkelerin ihracat desenini oluşturan ürünlerin gelişmiş ülke ihraç ürünleriyle rekabet etme şansının zayıf olması sonucu gelişmenin yolunu tıkadığı söylenebilir. Uzun dönemde az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelerin yaptırımlarıyla sürekli karşı karşıya kalmaları ve ekonomik yapılarının gelişmiş ülkelerle entegre olması sonucu dış ticarete konu olan ürünlerinin gelişme trendinden uzak kalacağı ileri sürülmektedir (Amin, 1991: 180). Az gelişmiş ülkelerin sanayileşmeleri ve dış ticareti çeşitlendirmelerinde, gelişmiş ülkelerin gelişme süreçlerindeki yapısal dönüşümleri nasıl gerçekleştirdiklerinin analiz edilmesi önem arz etmektedir. Gelişmiş ülkelerin geçmişten günümüze taşıdıkları değerler içerisinde fiziksel, kültürel ve coğrafi faktörlerin ülkelerin farklı gelişme düzeylerine etki yaptığı yadsınamaz. Dolayısıyla ekonomik kalkınma için her ülke özelinde geçerli olabilecek bir kalkınma modelinin olamayacağı sonucuna ulaşılmıştır (Adelman ve Moris, 1967). Az gelişmiş ülkeler için önerilen koşulsuz piyasa mekanizmasına dayalı serbest dış ticaret, yaratacağı bağımlılık ve onun iktisadi büyüme üzerinde yaratacağı olumsuz etkiler çalışmalara konu olmaya başlamıştır. Çalışmalarda önerilen yeni iktisadi paradigmaların yoğunluklu olarak kamusal destekli yapısal bir sistemin oluşturulması alanında odaklandığı görülmektedir. Bu yeni döneme damgasını vuran iktisatçılar; Weiss ve Hobson (1999: 12, 279), Hausmann ve Rodrik (2003), Shapiro (2007, Rodrik (2012: 53-6), Chang (2012: 120-5), Krugman (2001) ve Stiglitz (2000) olarak karşımıza çıkmaktadır. Kamu yönlendirmesi olmadan Neo-liberal politikaların insiyatifine bırakılan ekonomik kararlarla gerekli yapısal dönüşümlerin sağlanamayacağı gibi dış ticarette ileri teknolojik ürünlerin hâkim olduğu ihracat desenine ulaşılamayacağına dikkat çeken iktisatçıların başında J. Stiglitz gelmektedir. Bu bağlamda geliştirdiği yaklaşım, Post-Washington uzlaşısıdır (Kaynak, 2011:46-49). Bu yaklaşıma göre her ülkenin kendi yerel dinamikleri içerisinde kalkınma modellerini geliştirmesi gerektiği öne sürülmektedir. Yaklaşımın odak noktasını, Neo-liberal politikaların önermesi olarak tüm ülkeler için geçerli bir kalkınma modelinin ülkelere dayatılmaya çalışılmasıyla toplumların gelişim süreçleri yapısına aykırı sonuçlar doğuracağı oluşturmaktadır. Kalkınma sürecinde kamunun, kurumların, koordinasyonun, ortak aklın ve kurumlar arası eşgüdümün önemi ortaya konulmaktadır (Parasız, 2008:51). Özellikle Asya krizi sonrası Neo-liberal politikaların uygulanmasına öncülük eden IMF öngörülerini uygulayan ve uygulamayan ülke örnekleri, kamu yönlendirmesinin önemini ortaya koymaktadır. IMF politikalarını uygulamayıp kontrollü politikalar uygulayan Çin ve Hindistan

123 Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 118 (sırasıyla yüzde 7.8 ve 5.29) yüksek büyüme yakalarken IMF politikalarını uygulayan Asya da krize yakalanan ülkelerin yüzde 8.2 küçüldüğü görülmüştür (Stiglitz, 2000: ). Stiglitz in yaklaşımına benzer şekilde Weiss ve Hobson (1999: 12, 279), devletin, ülkenin rekabet gücünü artıracak ve ileri teknolojik ürünleri üretecek sanayinin geliştirilmesinde yönlendirici olabileceğini belirtmektedirler. Çünkü devlet bu hedefe ulaşmada toplumun tüm paydaşlarını koordine etme gücüne sahip olduğundan, özel çıkar gruplarının haksız kazanç elde etme pozisyonlarını da kontrol etme özelliğini elinde bulundurmaktadır. Hausmann ve Rodrik (2003: ) yaptıkları çalışmalarda ülkelerin dünya piyasalarında rekabet edebilecek ürün üretebilmelerinin, kamu yönlendirmesiyle mümkün olabileceğini vurgulamaktadırlar. Burada kamunun özel sektöre yönelik teşvik ve desteklemelerinin önemi açıktır. Kamu, özellikle özel sektörün riskli gördüğü alanları düzenleme ve piyasa aksaklıklarını giderme gücüne sahip olduğundan süreci hızlandırma şansına sahiptir. Böylece az gelişmiş ülkelerde zaten kıt olan beşeri, fiziki ve finansal sermaye sistemleştirilmiş kamu sektörüyle daha verimli kullanılacaktır. Benzer çalışmayı Shapiro (2007) gerçekleştirmiş ve kurumsal yapının sanayileşme sürecine ivme kazandırıp, piyasa başarısızlıklarını ortadan kaldırarak etkinliği sağlayacağına işaret etmiştir. Dolayısıyla Stiglitz in de vurguladığı Washington uzlaşısının alternatifi olabilecek Post-Washington yaklaşımını içeren köktenci piyasa yaklaşımının aksine kamunun koordine edici rolü üzerinde durulmaktadır. Rodrik (2012:53-6) yaptığı çalışma sonuçlarına göre Neo-liberal politikaların önemli araçlarından olan dış ticaret serbestleşmesi ve özelleştirmenin az gelişmiş ülkelere beklenen katkıları gösterememesinden dolayı kamunun kalkınma politikalarını yönlendirmesini önermektedir. Kamu yönlendirme politikalarını gerçekleştirirken sektörlerin desteklenmesinden çok ekonomik faaliyetlerin desteklenmesini önermektedir. Hedeflenen başarıların elde edilmesi aynı etkin denetleme sisteminin oluşturulmasına dayandırılmaktadır. Aynı süreçte özel kamu koordinasyonunun en şeffaf şekilde kurulması gerektiğine işaret edilmektedir. Kamu mevcut sektörleri teşvik etmenin yanında ülkenin üstünlük yaratabileceği sektörleri keşfedip bu sektörlere kamu destekleriyle öncelik verilmesini, bu alanlardaki yatırımların desteklenmesini ve muhtemel risklere karşı risk sermayesinin oluşturulmasını önermektedir. Chang, (2012: 120-5) ülkelerin kalkınması için sanayileşmesi, sanayileşmesi için teknolojiyi geliştirmesi ve bu süreçte mevcut sektörlerle birlikte avantajlı olduğu düşünülen sektörlerin de desteklenerek risklerin minimize edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Krugman (2001) ise gelişmiş ülkeler daha çok kamusal destekli politikalar uygularken diğer ülkelere politik önermelerinde Neo-liberal politikalar önerilmekte ve bu politikaların küresel yönlendiricisi olan IMF gibi ülkelerin politik yaklaşımlarının olumlu olumsuz yönleriyle iyi analiz edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Ayrıca Grossman ve Helpman (1993), Krugman ın çalışmasına benzer yaklaşımlarda bulunmaktadırlar. Bu çalışmalarla klasik dış ticaret teorileri yerine yeni dış ticaret teorisi geliştirilmiştir. Yeni dış ticaret teorisinin temelleri; (i) Dış ticaretin karşılaştırmalı üstünlükler teorisine dayandırılması gerekmediği bunun yerine ölçek ekonomileri ve ortalama maliyetlerin düşürülmesi gerektiğine, (ii) Dış ticarette avantajlı ülke durumuna gelmenin en önemli şartı, sürekli AR-GE yaparak yeni ürün geliştirip bunun dış ticarete yaratacağı katma değeri artırmaya dayandırılmaktadır.

124 Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı VERİLER Bu çalışmada kullanılan tüm veriler TÜİK nun resmi internet sitesinden elde edilmiştir. İhracat ve ithalat miktarları alınırken, uluslararası sanayi sınıflamasına göre (ISIC Rev.3) TÜİK verileri kullanılmıştır. GSYH büyüme hızı için kullanılan veriler, yılları için TÜİK ten alınmıştır. Kullanılan veriler 1998 yılı sabit fiyatları için hesaplanmış verilerdir. Sektörlerin GSYH içindeki oranları, toplam yurt içi hâsıla içerisinde sektörlerin oransal değerini ifade etmektedir oranları için, 1998 yılı sabit fiyatlarıyla sektörler itibariyle GSYH yı gösteren TÜİK verileri kullanılmıştır. Tarımın, sanayinin (sanayi = imalat + inşaat + madencilik ve taşocakçılığı + enerji) ve hizmetlerin GSYH içindeki oranları hesaplanmıştır. İstihdamın sektörel dağılımı, istihdam edilen nüfusun tarım, sanayi ve hizmetlerdeki oranlarını ifade etmektedir yılları için istihdamın dağılım verileri TÜİK ndan alınarak düzenlenmiştir Dış Ticaret Hacmi 4. DEĞERLENDİRME SONUÇLARI Çalışmada ilk olarak Türkiye nin Gümrük Birliği sonrası yani yılları arasındaki dış ticaret hacmi verileri incelenmiştir. Dış ticaret hacminin ithalat ve ihracat ağırlıklarının tespiti için ihracat/ithalat oranları TÜİK verilerinden alınmıştır. Bu veriler, GSYH büyüme hızıyla birleştirilerek değerlendirilmiştir. Grafik 1. Dış Ticaret Hacmi Grafik 1 de görüldüğü gibi Türkiye nin dış ticaret resmi özellikle ithalat yoğun yapıdadır. Türkiye nin ihracatı 1996 yılında yaklaşık 23,5 miyar dolardan 2013 yılında yaklaşık 152 milyar dolara çıkmıştır. İthalatına baktığımız zaman 1996 yılında yaklaşık 43,5 milyar dolardan 2013 yılında yaklaşık 252 milyar dolara çıkmıştır. Dolayısıyla ihracat bu süre içerisinde yaklaşık 6,5 kat atarken ithalatın yaklaşık 5,7 kat arttığını görmekteyiz. İhracat artarken ithalatın da yaklaşık aynı oranda artığını görmekteyiz. Özellikle ithalatta yaşanan artışlar ihracat yapısının ithalata bağımlı olduğunu göstermektedir. İhraç ettiği ürünlerin büyük bir kısmı ara malı ve sermaye malı girdilerine bağımlı olduğundan dış ticaret trendi esas itibariyle ithalat tarafından belirlenmektedir (Gerni vd., 2008). Bu ithalat yapısına karşılık ihraç ettiği ürünler ise genel itibariyle tüketim mallarından oluşmaktadır (Acar, 2009). Ayrıca Türkiye nin ihracat ettiği ürünleri gelir talep esnekliği düşük ve orta düzeyde teknolojik ürünlerden oluşmaktadır (Gerni vd., 2008). Aynı şekilde ülke içerisinde üretemediği ileri teknoloji ürünlerini ithal ettiğinden ithalatın sürekli artış trendi içerisinde olduğu

125 Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 120 görülmektedir. Bunun yanında enerji ithalatının toplam ithalat içerisinde önemli yer tutması da ithalatı sürekli artıran bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye nin özellikle 2001 sonrası dönemde dışa açık dış ticaret politikaları neticesinde dış ticaretinin büyümesinde asıl belirleyicinin ihracat artışından çok ithalat artışından kaynaklandığı görülmektedir. Dolayısıyla Grafik 1 de görüldüğü gibi, Türkiye nin dış ticaret ve iktisadi büyümesinin temel belirleyicisinin ithalat olduğu daha önce yapılan çalışma bulguları tarafından desteklenmektedir (Çeştepe vd., 2013:1-37; Gerni vd., 2008) Grafik 2. GSYH Büyüme Hızı ve İhracatın İthalatı Karşılama Oranı Grafik 2 de görüldüğü gibi dış ticaret hacminin arttığı yıllarda GSYH büyüme hızı pozitiftir. Bu durum iktisat literatüründe genel kabul gören dış ticaret hacminin büyüme üzerindeki olumlu etkisini Türkiye için doğrulamaktadır (Güngör ve Kurt, 2007; Kıran ve Güriş, 2011:69-80). Bunun yanında Grafik 2 genel anlamda değerlendirildiğinde; i. İthalat artış oranı ihracat artış oranından yüksek olduğu için ihracatın ithalatı karşılama oranlarının sürekli düşük kaldığı (incelemenin içerdiği yıllar için ortalama karşılama oranı yaklaşık yüzde 55), ii. Dış ticaretin arttığı yıllarda ihracatın ithalatı karşılama oranının düştüğü ve dış ticaretin azaldığı yıllarda ise ihracatın ithalatı karşılama oranının yükseldiği iii. Dış ticaret hacminin daraldığı yıllarda GSYH büyüme hızının negatif olduğu ve ekonominin daraldığı gözlenmektedir. Bu daralmaların özellikle 2001 ve 2009 krizlerinin olumsuz etkileri sonucu yaşandığı açıkça görülmektedir Sektörlerin İhracat ve İthalat İçindeki Payları (ISIC Rev.3 e göre) İhracat ve ithalat hacminin yanı sıra ihracat ve ithalatın içerisindeki ürün deseninin hangi sektörlerden, hangi oranda oluştuğu dış ticaretin ekonomik kalkınma açısından önemini göstermektedir. Bu bağlamda çalışmanın kapsadığı yıllar için sektörlerin ihracat ve ithalat içindeki oranlarına bakılmıştır. Teorik yaklaşıma göre, ülkede sanayi geliştikçe beraberinde üç farklı değişimi de meydana getirecektir. Bunlar; (i) bütün sektörler içerisinde imalat sanayinin öneminin artacağı, (ii) sanayi içerisindeki ara malı ve yatırım mallarının üretiminin artacağı, (iii) üretim sürecinde üretim teknikleri ve arz kaynaklarının da değişeceğidir (Chenery, 1960).

126 Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı 121 İmalatın gıda ve düşük düzeyli teknolojik ürünlerden nitelikli, katma değer yaratan, gelir talep esnekliği yüksek ve teknolojik yayılmaya katkı sağlayacak ürünlere doğru dönüşüm gerçekleştirilememesi imalat sektörünün önünde bir engel olarak değerlendirilebilir. Türkiye bu dönemde düşük teknoloji ürünlerinin payını azaltıp orta teknoloji ürünlerinin payını artırmış ancak aynı başarıyı ileri teknoloji üretimi ve ihracatında gerçekleştirememiştir. Türkiye nin 2013 yılı itibariyle ihracatın içerisindeki ileri teknoloji ürünlerinin payı yüzde 3 ler civarındadır. Dolayısıyla Türkiye bu durumuyla orta gelir tuzağından çıkamama sorunsalıyla karşı karşıyadır (Yeldan vd. 2012). Son dönemlerde ileri teknoloji üretimi ve ihracatıyla dikkatleri çeken ve kısa sürede orta gelir tuzağından çıkan Güney Kore nin ileri teknoloji ürünü ihracatı toplam ihracatın yüzde 26 sı seviyelerindedir. İmalat sanayinin kilit sektör olması durumunda ekonomik gelişmeyi de hızlandıracağı açıktır. Türkiye imalat sanayinin yarattığı katma değer arasında 5 kat artarken, aynı dönemde Güney Kore de 13 kat ve Çin de 23 kat artmıştır. Bu süre içerisinde imalat sektörünün yarattığı katma değer artışı, Güney Kore ve Çin den daha az seviyede kalmıştır (Onuncu Kalkınma Raporu, : 8). Türkiye nin imalat sektörünün niteliğini artırmak için son dönemlerde bir dizi önlem aldığı ve bu yapısal dönüşümü hızlandırmak için bir dizi reformu uygulamaya koyduğu görülmektedir. Bu önlemlerin başında, yurt dışında teknoloji önderliği yapan firmalara nitelikli beyin göçünün tersine göçe çevrilmesi için sosyoekonomik şartların iyileştirilmesi çalışmaları gelmektedir. Siyasi otorite, 2023 hedefleri doğrultusunda imalat sanayi ihracatının payını artırmanın yanında imalat içerisindeki ileri teknoloji ürünlerinin payını da artırmayı hedeflemektedir. G. Kore de bilgi ve iletişim teknolojileri (BİT) nin imalat sektörü içerisindeki payının döneminde yüzde 16 dan yüzde 21,1 e çıkarılması önemli ipucu oluşturmaktadır (Arslanhan ve Kurtsal, 2010:6). Türkiye de dış ticaret içerisinde tarım ürünlerinin payına baktığımızda, istihdamın yüzde 23 lere varan oranını oluştururken ihracatın ancak yüzde 7 lere varan kısmını sağlayabilmektedir. Türkiye de halen yüksek istihdam yaratmasına karşılık tarımda verimin düşük olmasından ve endüstriyel tarımda istenen gelişmenin sağlanamamasından ihracattaki payı düşük seviyelerde seyretmektedir. (TÜİK, 2014). İktisat literatüründe genel yaklaşım ülke geliştikçe tarım ürünlerinin ihracat payı azalırken sanayi ürünlerinin ihracat içerisindeki payının artacağı yönündedir (Fisher, 1939; Clark, 1957: ; Kenessey, 1987: 362). Türkiye de tarımsal ürün ihracatı içerisinde halen işlenmemiş maden ve hammaddelerin bulunması tarımın GSYİH içerisindeki öneminin devam etmesine sebep olmaktadır. Buna karşılık Türkiye de işlenmiş ve katma değeri yüksek endüstriyel tarım ürünleri ithalatı da yüksek seviyelerdedir. Bu durum hem nüfus artışının hem de tarımsal ürün talebinin önemini koruduğunu göstermektedir. Türkiye de devam eden tarımsal ürün ithalatı bağımlılığının sebepleri olarak küresel ısınmanın sebep olduğu olumsuzluklar, tarım sektöründe uygulanan yanlış politikalar ve tarım üretiminin iç talebi karşılayamaması karşımıza çıkmaktadır Sektörlerin GSYH içindeki payları Az gelişmiş ülkelerde gelişme süreciyle birlikte sektörlerin GSYH paylarında da dönüşümlerin yaşanacağı önde gelen teorik yaklaşımlar tarafından ortaya konulmaktadır. Örneğin Fisher (1939) üretim faaliyetlerini üçlü yapıda analiz etmiştir. Ekonomik büyümenin ilerleyen aşamalarında üretim faaliyetleri yapısının da değişeceği ortaya konulmuştur (Clark, 1940). Özellikle Clark, büyüme sürecinin devam etmesi ve ülkede üretim kapasitesinin ve milli gelir artışının gerçekleşmesi sonucu birincil sektör olan tarımın milli gelir içerisindeki payı azalırken, sanayi ve sonraki aşamada üçüncül sektör olan hizmetlerin milli gelir içerisindeki payının artacağını açıklamaktadır. Bu dönüşümün neden tarım sektöründen sanayi sektörüne doğru olacağı iki önemli sebebe dayandırılmaktadır. Bunlardan birincisi, gelir arttıkça talebin birinci ürünlerden sanayi ürünlerine doğru kayması, ikincisi ise sanayi sektöründeki verimlilik artışının tarım sektörüne göre daha hızlı artmasıdır. Bu gelişimi son dönemlerde gerçekleştiren

127 Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 122 ülkelerin başında G. Kore gelmektedir. G. Kore de tarım sektörünün GSYİH payı hızlı bir düşüşe geçmiştir. Özellikle 1970 sonrası sanayinin GSYİH payı hızlı bir artışa geçmiş, yüzde 40 seviyesinin üstüne çıkarmıştır (Arslanhan ve Kurtsal, 2010:4) Türkiye nin 2013 yılı itibariyle tarım, sanayi ve hizmet sektörünün GSYH payları sırasıyla yaklaşık yüzde 9, yüzde 35 ve yüzde 56 seviyelerindedir (TÜİK, 2014). Bu durumun gelişmiş ülkelerin sektörlerinin GSYH paylarına uyumdan uzak olduğu görülmektedir. Bunun en belirgin göstergesi tarım sektöründe görülmektedir. Tarım sektörünün yarattığı istihdam yüzde 25 ler civarında iken GSYH payı yüzde 9 civarında seyretmektedir. Gelişmiş ülkelerde ise tarımın GSYH payı istihdam yaratma kapasitesi açısından yüzde 3 lerin altındadır (TÜİK, 2014). Türkiye de tarım sektörünün yüksek istihdam yarattığı ve bu istihdam kapasitesine rağmen düşük milli gelir payına sahip olduğu için teorilerden ve gelişmiş ülke trendlerinden sapmalar yaşandığı söylenebilir İstihdamın Sektörel Dağılımı Ülkenin gelişme trendinde yapısal dönüşümün diğer parametresi sektörlerin istihdam paylarındaki değişimdir. Grafik 3. Sektörlerin İstihdam Payları Veriler incelendiğinde tarımın ve sanayinin istihdam payı düşerken hizmetlerin istihdam payı artış göstermiştir (Grafik 3). Teoriler neden tarım sektöründen sanayi sektörüne ve oradan da hizmetler sektörüne istihdam kayması yaşanması gerektiğini tarım sektörünün sanayi sektörüne nispeten daha düşük verim göstermesi temeline dayandırmaktadır. Türkiye de sanayi sektöründe kişi başına düşen katma değerin tarım sektöründen dört kat fazla olması bunu doğrulamaktadır (Acar, 2009). Bu yaklaşımlar doğrultusunda kaynakların verimsiz olduğu alanlardan verimli olduğu alanlara kaydırılması rasyonel bir süreç olarak görülmektedir. Yukarıdaki grafik verilerine göre (Grafik 3), Türkiye de hizmet sektörü istihdam oranı incelenen zaman dilimi içerisinde artış göstermiştir. Bu durum ise gelişmiş ülkelerin yapısal dönüşüm süreçlerine benzerlik göstermektedir. Ancak gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye nin sektörel istihdam dağılımında tarımdan sanayiye oradan hizmetlere aşamalı geçiş beklenirken, istihdam yaratan sektör hızlı bir şekilde hizmet sektörü olmuştur. İktisat literatüründe bu durum istihdamsız büyüme olarak ifade edilir. Türkiye açısından istihdamsız büyümenin boyutları hakkında yapılan bazı çalışmalara baktığımızda sorunun boyutları görülmektedir. Bu yapısal dönüşüm süreci iyi kontrol edilemediği takdirde tarımdan hizmet sektörüne doğru evrilme aşamasında tarımda açığa çıkan aşırı işgücü arzı imalat ve hizmet

128 Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı 123 sektörleri tarafından istihdam edilemezse bu durum ülkede işsizlik oranlarının artmasına sebep olacaktır (Yeldan, 2010). Bu çalışmalardan Sönmez (2010) e göre, özellikle 1990 sonrası yoğun olarak yaşanan düşük kur yüksek faiz politikaları sonucu ortaya çıkan kısa vadeli sıcak para artışıyla büyüme reel sektör dışı istihdam yaratmadan gerçekleşmiştir. Diğer bir çalışma ise Suiçmez (2007) tarafından gerçekleşmiştir. Çalışmasında ortaya koyduğu sonuç, Türkiye de büyümenin teknolojik ve verimlilik tabanlı olmadığından işgücünün istihdamının eksik düzeylerde kaldığıdır. 5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Bu çalışmada yılları arasında Türkiye de yapısal dönüşümün, teorilerin öngördüğü yapısal dönüşüm yaklaşımlarına uyum gösterip göstermediği değerlendirilmiştir. Çalışmada elde edilen sonuçlar yapısal dönüşüm yaklaşımları doğrultusunda değerlendirildiğinde; Türkiye de teorilerden sapmaların yaşandığı görülmüştür. Türkiye nin yapısal dönüşümü Clark (1957) ve Lewis (1954) in çalışma öngörüleri çerçevesinde değerlendirildiğinde, sanayi ve hizmet sektörleri istihdam payları artış gösterse de, bu istihdam artışının yarattığı reel büyümenin gelişmiş ülke trendlerinin gerisine düştüğü söylenebilir. İstihdamın tarım sektöründen sanayi ve hizmetler sektörüne doğru evrilmesi için özellikle sanayi ve hizmet sektörlerinde reel büyüme sağlayacak istihdam politikalarına öncelik verilmesi önem arz etmektedir. Bu bağlamda politika yapımcılarının uzun vadeli tarım planlarını istihdam şişmesinin ötesinde verimi artıracak, ve teknolojik dönüşümleri sağlayacak şekilde yapılandırmaları gerektiği önemini korumaktadır. Sanayi politikalarında ise özel sektör, AR-GE yatırımları ile ileri teknoloji üretecek yönde teşvik edilmelidir. Hizmet sektörünün aşırı istihdam yaratmasının ötesinde uluslararası standartlarda hizmet ihracatı sağlayacak ve gelir getirecek alanların desteklenmesi gerektiği belirgin hale gelmektedir. Aynı şekilde elde edilen değerlendirme sonuçlarına göre, sektörlerin GSYİH paylarının gelişmiş ülke verilerinin gerisinde kaldığı görülmüştür. Tarım sektörünün 2014 yılı itibariyle yarattığı milli gelir payı yaklaşık yüzde 7,1 seviyelerindedir. Aynı şekilde tarım sektörü istihdamın yüzde 21,4 ünü oluştururken milli gelir payının yüzde 7,2 lerde olması (TÜİK, 2014), teorilerin öngördüğü tarım sektöründe verimin düşük olduğunu aynı zamanda Türkiye de gelişmiş ülkelerin teknolojik yapısına ulaşmada gecikmelerin yaşandığını ortaya koymaktadır (Fisher, 1939; Clark, 1957). Tarımın istihdam ve GSYİH paylarını genel anlamda değerlendirdiğimiz zaman Türkiye nin teorilerin öngördüğü yapısal uyumdan sapmalar yaşadığı görülmektedir. Bu sapmanın iyileştirilmesinde, tarım sektöründe verim artışı sağlayacak teknolojik altyapının geliştirilmesi ve bu yönde oluşturulacak kamu politikaları önem arz etmektedir. Çalışma bulguları genel anlamda değerlendirildiğinde Türkiye de; sektörlerin istihdam, dış ticaret ve GSYH payları açısından gelişmiş ülke yapılarından sapmaların yaşandığı görülmektedir. Türkiye de özellikle dış ticaret yapısında gelişmiş ülke trendlerinden ciddi sapmaların yaşanması dış ticaretin sürdürülebirliliği konusunda riskler taşımaktadır. Türkiye nin ihraç ettiği ürünler içerisinde ileri teknoloji ürünlerinin payının toplam ihracatın yüzde 3 ler seviyesinde olması buna karşın bu rakamın gelişmiş ülkelerde yüzde 20 lere ulaşması yapısal dönüşümün seviyesi hakkında bilgi vermektedir. Dolayısıyla etkin bir yapısal dönüşümün gerçekleşme dinamiklerinin, ileri teknoloji ürünleri ihracatına dayalı imalat sektörünün geliştirilmesine dayandırılmasına karşın (Fisher, 1939; Clark, 1940; Chenery, 1960; Özgen ve Yenipazarlı, 2002), Türkiye nin dış ticaret yapısının bu öngörülerin gerisinde kaldığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu dönüşümün özellikle ileri teknoloji ürünlerinin üretilmesi ve bu ürünlerin uluslararası pazarlarda alıcı bulmasıyla ekonomik gelişimi daha da olumlu etkileyeceği önde gelen çalışmaların ortak sonucudur (Posner,1961; Clark, 1957). Ülkelerin az gelişmişlikten kurtulma şartı çok sayıda iktisadi yaklaşım tarafından formüle edilmiş, bu yaklaşımlar; sektörel dönüşüm, verimlilik ve pazar genişlemesi olarak kurgulanmıştır (Weiss ve Hobson, 1999; Hausmann ve Rodrik, 2003; Shapiro, 2007; Rodrik, 2004; Chang, 2012; Krugman,2001; Stiglitz, 2000).

129 Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 124 KAYNAKLAR Acar, O. (2009). Türkiye Ekonomisindeki Yapısal Dönüşümün Dinamikleri, Uluslar arası Ekonomik Sorunlar Dergisi, Sayı: XXXI Adelman, I. ve Morris, C. T. (1967). Society Politics an Economic Development: A Quantitative Approach, Johns Hopkins University Press, Baltimore. Aktaş, C. (2009). Türkiye nin İhracat, İthalat ve Ekonomik Büyüme Arasındaki Nedensellik Analizi Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (18) 2009/2. Altvater, E. (1984). Neo-Liberal Karşı Devrimin Hiç de Gizli Olmayan Çekiciliği, Çev: N. Satlıgan, İktisat Dergisi, Sayı: 241. Amin, S. (1991). Eşitsiz Gelişme, Çev: A. Kotil, Arba Yayınları, İstanbul. Ankara Ticaret Odası, Gümrükte Kuşatma. (Erişim Tarihi: ) Arslanhan, S. ve Kurtsal, Y. (2010). Güney Kore İnovasyondaki Başarısını Nelere Borçlu? Türkiye İçin Çıkarımlar, TEPAV Politika Notu, (Erişim Tarihi: ) Avrupa Birliği Bakanlığı, Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihçesi, Erişim: Balassa, В. (1967). Trade Creationand Trade Diversion in the European Common Market. The Economic Journal, vol. 77. Barro, R.J. (2000). Inequality and Growth in a Panel of Countries, Journal of Economic Growth, Volume 5. Bhagwati, J. (1994). "Threatsto the World trading System: Income Distribution and the Selfish Hegemon" Journal of International Affairs, Spring Bauer, P. (1956). Lewis Theory of Economic Growth: A Review Article. American Economic Review 46(4): Reprinted in Bauer (1972). Bulut, M. (1999). "XVII. Yüzyılın İlk Yarısında Hollandalı Tüccarların Osmanlı Bölgelerindeki Faaliyetleri", Osmanlı cilt. 3, Yeni Türkiye Yay. Ankara. Chenery, H.B. (1960): Patterns of Industrial Growth, American Economic Review, Cilt 50, Sayı 4. Clark, C (1940). The Conditions of Economic Progress. Clark, C. (1957). The Conditions of Economic Progress, 3.Edition, London, Macmillan. Çeştepe, H., Yıldırım, E., Bayar, M. (2013). Doğrudan Yabancı Yatırım, Ekonomik Büyüme ve Dış Ticaret: Toda-Yamamoto Yaklaşımıyla Türkiye den Nedensellik Kanıtları, Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 13, Sayı 27. Demirhan, E. (2005). Büyüme ve İhracat Arasındaki Nedensellik İlişkisi: Türkiye Örneği Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Cilt 60, Sayı 4. Dodaro, S. (1993). ExportsandGrowth: A Reconsideration of Causality, TheJournal of Developing Areas. Fisher, A (1939) Production: Primary, Secondary and Tertiary, Economic Record Frankel, J. ve Romer, D. (1999). Does Trade Cause Growth?, American Economic Review, 89. Friedman, M. (1998). "A Comment on CSWEP," Journal of Economic Perspectives, American Economic Association, vol. 12(4). Gerni, C., Emsen, Ö.S. ve Değer, M.K. (2008). İthalata Dayalı ihracat ve Ekonomik büyüme: Türkiye Deneyimi, 2. Ulusal İktisat Kongresi, Şubat 2008, DEÜ İİBF İktisat Bölümü, İzmir. (Erişim Tarihi: ). Grossman, G. M. & Helpman, E. (1993). "Trade Wars and Trade Talks," NBER Working Papers 4280, National Bureau of Economic Research, Inc. Güngör, B. ve Kurt, M. (2007). Dışa Açıklık ve Kalkınma İlişkisi ( ): Türkiye Örneği Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Cilt:21, Erzurum. Hausmann, R. and Rodrik, D. (2003). Economic development as self-discovery. Journal of Development Economics, Volume 72.

130 Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı 125 Kaynak, M. (2001). Kalkınma İktisadı, Gazi Kitabevi, Ankara. Kavoussi, R.M. (1984). Export Expansion and Economic Growth: Further Empirical Evidence, Journal of Development Economics, Vol. 14. Kazgan, G. (1988). Ekonomide Dışa Açık Büyüme, Son Gelişme ve Rakamlarla Güncelleştirilmiş 2. Basım, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul. Keesing, D.B. (1966). Labor Skills and Comparative Advantage. American Economic Review, 56(1/2). Kenen, P.B. (1965). Nature, Capital and Trade. Journal of Political Economy, 73(5). Kenessey, Z. (1987) The Primary, Secondary, Tertiary And Quaternary Sectors Of The Economy, The Review of Income and Wealth, Review of Income and Wealth, Volume 33, Issue 4. Kıran, B. ve Güriş, B. (2011). Türkiye de Ticari ve Finansal Dışa Açıklığın Büyümeye Etkisi: Dönemi Üzerine Bir İnceleme Anadolu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11, Sayı:2, Eskişehir. Krueger, A. O. (1997). Trade Policy and Economic Development: How We Learn The American Economic Review, Vol. 87, No. 1. Krugman, P. (1979). Increasing Returns, Monopolistic Competition and International Trade. Journal of International Economics, Vol. 9. Krugman, P. (2001). Other s People s Money, The New York Times, July 18. Lal, D. (1987). Markets, Mandarins, and Mathematicians. Cato Journal 7 (1). Lewis, W.A. (1954). Economic Development with Unlimited Supplies of Labour, Manchester School of Economic and Social Studies 22:139-91, Çev.: Metin Berk, Ankara:Orta Doğu Teknik Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Yayınları (1966), Ankara. Kuznets, S. (1963). Quantitative Aspects of the Economic Growth of Nations, Economic Development and Cultural Change, 11(2). List, F. (1841). The National System of Political Economy, 1841 de yayınlanan Almanca aslından Sampson Lloyd tarafından 1885 te çevirilen İngilizcesinden alıntı, Longmans, Green, and Company London; Chang, H.J. (2002). Kicking Away the Ladder Development Strategy in Historical Perspective, Anthem Press, London. Chang, H.J. (2003), Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü, Çev: Tuba Akıncılar Onmuş İletişim Yay. İst. ). Aktaran: Chang, H.J Sanayileşmenin Gizli Tarihi Little, I. M. (1961). Review of P. Bauer: Indian Economic Policy and Development. Economic Journal 72. Marangos, J. (2008), The Evolution of the Anti-Washington Consensus Debate: From Post- Washington Consensus to After the Washington Consensus, Competition & Change, Vol. 12, No. 3, September Aktaran: Tekgül, Y. ve Cin M.F. (2014). Marangos, J. (2009), The Evolotion of theterm Washington Consensus, Journal of Economic Surveys Vol. 23, No. 2. Aktaran: Tekgül, Y. ve Cin M.F. (2014). Onuncu Kalkınma Planı Öncelikli Dönüşüm Programları Eylem Planları (1c), ea4551a35a71&i=686. (Erişim Tarihi: ). Onuncu Kalkınma Raporu, , Özel İhtisas Komisyonu Raporu, %B0malat%20Sanayiinde%20D%C3%B6n%C3%BC%C5%9F%C3%BCm%20%C3%96zel%20% C4%B0htisas%20Komisyonu%20Raporu.pdf. (Erişim Tarihi: ). Öz, S. (2009). Kriz ve Korumacılık: Tarih Tekerrür Edecek mi? Özgen F.B.,Yenipazarlı A. (2002). "Globalizasyon Hakkındaki Doğru", Liberal Düşünce Dergisi, Yıl 7, Sayı 27. Parasız, İ., (2008). Ekonomik Büyüme Teorileri, Ezgi Kitabevi, 3. Baskı, Bursa. Posner, M. V. (1961). International Trade and Technical Change, Oxford Economic Papers. Prebisch, P. (1962). The Economic Development of Latin America and Its Principal Problems, Economic Bulletin for Latin America.

131 Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 126 Rivera-Batız, L. And Romer, P. (1991). "Economic Integration and Endogenous Growth", Quarterly Journal of Economics, 106 (2). Rodrik, D. (2012). "Who Needs the Nation State?," CEPR Discussion Papers 9040, C.E.P.R. Discussion Papers. Shapiro, C. (2007). Patent Reform: Aligning Reward and Contribution, Working Paper 13141, (Erişim Tarihi: ). Simon, J. L. (1970). "The Concept of Causality in Economics", Kyklos, Vol. 23, Fasc. 2. Singer, H. (1950). The Distributions of Gains Between Investing and Borrowing Countries, American Economic Review, Papers and Proceedings, Vol. 40. Soyak, A. (2003) Türkiye de İktisadi Planlama: DPT ye İhtiyaç var Mı? Doğuş Üniversitesi Dergisi, Cilt 4, Sayı 2. Sönmez, M. (2010). Krizle Büyüyen İşsizlik, Güvencesizleştirme, Özgürlük Dünyası, Sayı.214, (Erişim Tarihi: ). Stiglitz, J. (2000). Capital Market Liberalization, Economic Growth and Insatability, World Development, Vol28, Issue6. Stolper, W.F., & Samuelson, P.A. (1941). Protection and Real Wages, The Review of Economic Studies, Volume 9, Issue 1. Suiçmez, H. (2007). Türkiye de Ekonomik Büyüme ve Verimlilik Artış Performansı Işığında Nasıl Bir Kalkınma Politikası Benimsemeli?, İşveren Dergisi, =. (Erişim Tarihi: ) Şimşek, M. (2003). İhracata Dayalı Büyüme Hipotezinin Türkiye Ekonomisi Verileri İle Analizi: D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:18, İzmir. Taban, S. ve Kar, M. (2014). Kalkınma Ekonomisi, Ekin Basım Yayın Dağıtım, Bursa Taylor, T. (2002). The Truth About Globalization, (Çeviren: F.B. Özgen Ve A. Yenipazarlı), Liberal Düşünce, Yıl:7, Sayı:27. Tekelioğlu, M. (1993). İktisadi Düşünceler Tarihi, Çukurova Üniversitesi Basımevi, Adana. Tekgül, Y. ve Cin, M.F., (2014). Neoklasik Paradigma Olarak Washington / Post Washington Uzlaşısının Yükselişi ve Düşüşü: Post Keynesyen Alternatif Yaklaşım, International Conference on Eurasian Economies (2014) Bildirileri, İstanbul: Beykent Üniversitesi. TÜİK, Veri Tabanları, Tarihi: ). Tüsiad-Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu Çalışma Raporu Serisi 0904, (Erişim Tarihi: ). Weiss, L. & Hobson, J. M.(1999). Devletler ve Ekonomik Kalkınma, Karşılaştırmalı Bir Tarihsel Analiz, çev. K. Dündar, Dost Yayınları, Ankara. Yeldan, E., Taşçı, K., ve Voyvoda, E. (2012). Orta Gelir Tuzağından Çıkış: Hangi Türkiye? (Erişim Tarihi: ). Yeldan, E. (2010). İstihdamsız Büyüme, Esnek İşgücü, (Erişim Tarihi: ). Yükseler, Z. ve Türkan, E. (2008). Türkiye nin Üretim ve Dış Ticaret Yapısında Dönüşüm Küresel Yönelimler ve Yansımalar, TÜSİAD-T/ /453, Mikado Matbaacılık, İstanbul

132 Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı INTRODUCTION Extended Abstract In developing countries one of the most important problems occurs in structural transformation process. Structural transformation means sectoral employment and GDP shares convert to industry and services from agriculture (Yeldan, 2010). Moreover structural transformation theories have foreseen that production convert to capital goods from consumption goods in manufacturing sector. Hence, in transformation process agriculture sector becomes smaller. This situation must be compensated with productivity increase in agriculture sector and production of high technology goods in industry and services sectors. Accordingly, GDP and external trade shares of industry and services sectors increase. Basic economic approaches determine the reasons of transformation from agriculture to services. First of these approaches put forward income elasticity of demand of agriculture goods is lower than industry and high technology goods (Fisher, 1939). Second one brings forward when countries GDP values increase, aggregate demand alter to industry and high technology goods relatively. The last one determines international terms of trade always move along opposed to agriculture goods (Singer, 1950; Prebish, 1962). Transformation of production from agricultural goods to high technology goods is important for developing countries in liberation from external dependence. This study evaluates structural transformation of Turkey from 1996 to In this study, changes of external trade, GDP and employment shares of sectors are examined. It is analyzed that whether structural transformation of Turkey is parallel to development theories or not with graphs. Moreover, structural transformation of Turkey is examined along new period external trade and development approaches. 2. LITERATURE The first theoretical principal of structural transformation put forward by Allen G. B. Fisher and Colin Clark. This principal holds Clark-Fisher Hypothesis. It emphasizes that; countries must provide specialization in agriculture (primary) sector, industry (secondary) sector and services (tertiary) sector and capital stock with technological progress for acceleration of economic development. Capital stock is invested to industry sector which is productive and provides more employment than agriculture sector. In Kuznets approach it can be seen that while countries become more developing, capital stock convert to mining and manufacturing primarily, transportation, communication, trade, services management of public and private afterwards (Kenessey, 1987:362). Hence, result of structural transformation, employment and GDP shares of sectors convert to industry and services from agriculture and economic development of countries accelerate (Fisher, 1939; Chenery, 1960: ; Clark, 1957: ). All the same result of international expansion export incomes increase and this increasing affect distribution of income positively (Stolper-Samuelson, 1941:58-73). Approach which is named Singer-Prebish thesis especially in literature bring forward that goods produced by developing countries have low income elasticity of demand, don t provide income increasing and international terms of trade break down opposed to these countries (Singer, 1950; Prebish, 1962; Kazgan, 1988:50-53). Hence, developing countries are dependent on import because they can t produce high technology goods which affect international terms of trade positively. Consequently, foreign trade deficit and foreign exchange gap occur. Technology, proficiency and productivity don t increase result of specialization on primary (low technology) goods in these countries (Kavoussi, 1985:379). 3. FINDINGS Pattern of trade of Turkey is import intense especially. In 1996 and 2013, export of Turkey is 23, 5 billion dollars, 152 billion dollars and import of Turkey is 43, 5 billion dollars and 252 billion dollars respectively. Export increased about % 650 and import increased about % 570 in the meantime. Especially increasing in import shows that export is dependent on import. Import assigns external trade because most of export goods are dependent on intermediate goods and capital goods inputs (Gerni vd., 2008). In spite of import frame export goods are dominated by consumption goods (Acar, 2009). Furthermore income elasticity of demand of export goods of Turkey is low and these are middle technological goods (Gerni vd., 2008). Export share of high technology goods is about %3 in Turkey, in Hence, Turkey come across middle income trap in this situation (Yeldan vd., 2012). South Korea which get rid of middle income gap in short time take attention by producing and exporting of high technology goods, its share

133 Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 128 of high technology goods about % 26 in export. It is clear that developing of manufacturing sector enhances economic progress. While added value of manufacturing sector of Turkey increase about %500 from 1980 to 2011, this increasing in South Korea and China %1300, %2300 respectively. Added value of Turkey lower than South Korea and China in the meantime ( The Tenth Development Plan, :8). General approach in economics literature put forward that when countries become more developed export share of agricultural goods decrease while industry goods increase (Fisher, 1939; Clark, 1957: ; Kenessey, 1987:362). However opposed to theoretical approaches export of agriculture goods is high in Turkey currently. This case shows that there is deviation from developed countries trend in Turkey. GDP share of agriculture is important currently because export of agriculture goods contain unprocessed mineral and raw material. On the other hand import share of processed and high value added agriculture goods are high in Turkey. This case shows that population increase and demand of agriculture goods maintain their importance. Reasons of dependency of agricultural goods import are wrong policies in agriculture sector and suboptimal agriculture production. GDP shares of agriculture, industry and services are about % 9, % 35, % 56 respectively in Turkey, in 2013 (Turkstat, 2014). These shares are far from developed countries and the most significant indicator for this case is agriculture sector. While employment share of agriculture sector is about % 25 GDP share of agriculture sector is about % 9. Employment share of agriculture sector is less than % 3 in developed countries (Turkstat, 2014). In Turkey there is deviation from theories and developed countries trends because employment share of agriculture sector is high and GDP share of agriculture sector is low. It is expected that there is a gradual change in sectoral employment distribution of Turkey but services sector dominate employment mercurially. This case is expressed jobless growth in literature. There is many studies about Turkey s jobless growth and the importance of this problem is seen in these studies. If structural transformation process isn t checked well, excessive labor supply which appear in agriculture sector can t be hired in industry and services sectors. So unemployment rates increase (Yeldan, 2010). 4. CONCLUSION In this study it is examined that whether structural transformation in Turkey from 1996 to 2013 parallel to theories or not. Results are evaluated according to structural transformation approaches and it is seen that there is deviation from theories. Structural transformation of Turkey is analyzed according to Clark s (1957) and Lewis (1954) approach and it can be said that although employment shares of industry and services sectors increase, real economic growth which consists of this increasing is lower than developed countries trends. Therefore it is important that policymakers provide sectoral productivity increasing and technological transformation in agriculture sector. Private sector is supported with R&D investments in order to produce high technology goods in industry sector. Finally services sector is supported in order to export services in international standard and GDP increasing. When study findings are evaluated in general terms, it can be said that employment and GDP shares of sectors and foreign trade deviate from developed countries structures. Especially significant deviations in foreign trade have risk about sustainability of foreign trade. Hence, although effective structural transformation is based on export of high technology goods and developed industry sector (Fisher, 1939; Clark, 1940; Chenery, 1960; Özgen ve Yenipazarlı, 2002), structure of Turkey s foreign trade get behind the foresights. It is common result in primer frameworks that production of high technology goods and marketing these goods in international market have positive affect on economic progress (Posner, 1961; Clark, 1957). There is lots of economics approach about liberation from underdevelopment. These approaches are built on sectoral transformation, productivity and market expansion (Weiss ve Hobson, 1999; Hausmann ve Rodrik, 2003; Shapiro, 2007; Rodrik, 2004; Chang, 2012; Krugman, 2001; Stiglitz, 2000).

134 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : Doğu Karadeniz Bölgesi Lojistik Köyünün Bölgesel Entegrasyonu Ve Uluslararası Rekabet Gücü: Türkiye Regional Integration And International Competitiveness Of Eastern Black Sea Region Logistics Village: In Turkey Filiz KARPUZ 1,* ÖZ: Bu çalışmanın amacı Doğu Karadeniz Bölgesinde kurulacak lojistik köyün Türkiye nin doğusunda yer alan ülkeler ile entegrasyonunu artırarak uluslararası rekabet gücüne sağlaması muhtemel katkıları incelemektir. Lojistik köyün Türkiye nin hedeflediği dış ticaret hacminin genişletilmesine hız kazandıracağı düşünülmektedir. Doğu Karadeniz Bölgesinde lojistik köy kuruluş yeri seçimi ve özellikle bölgenin lojistik öneminin değerlendirilmesi litedatür incelenmesi ile gerçekleştirilmiştir. Gelişmekte olan ülkelerin bölge üzerinden küresel pazarlara yakınlaşması zaman ve maliyet tasarrufu ve bunlarla bağlantılı olarak rekabet avantajı sağlayacaktır. Bu avantajlar bölgenin ulaşım ve lojistik önemini bölgesel, ulusal ve küresel boyutta arttırmaktadır. Lojistik köylerin kuruluşları sabit sermaye ve altyapı yatırımı gerektirdiğinden finansman yapısında kamu-özel sektör işbirliği faaliyetleri ile uygulamaya geçilmesi beklenmektedir. Ayrıca ülkeler arası ticareti olumsuz yönde etkilememesi bakımından güvenlik, ulaşım altyapısı, mevzuat değişiklikleri gibi sorunların aşılması gerekir. Anahtar Kelimeler: Lojistik Köy, Türkiye, Doğu Karadeniz Bölgesi, Rize (İyidere). ABSTRACT: This study aims to prospect that the logistics village to be established in the Eastern Black Sea Region will positively affect the international competitiveness by increasing its integration with Turkey's eastern neighbour countries. The logistics village is expected to accelerate the expansion of Turkey's foreign trade volume. The selection of the logistics village's location in the Eastern Black Sea Region and the evaluation of the logistical importance of the region have been achieved by an examination of the literature. As the developing countries get closer to the global market through the region, cost and time savings and thereby a competitive advantage can be achieved. These advantages increase the transportational and logistical importance of the region, both nationally and globally. Since the construction of the logistics villages require fixed capital and infrastructure investments, it is expected to be implemented through public-private partnership activities for financial issues. In addition, the problems such as safety, transport infrastructure and legislative changes must be overcome so that the international trade will not be adversely affected. Keywords: Logistics Village, Turkey, Eastern Black Sea Region, Rize (İyidere). 1 * Ph.D. candidate of Business Administration, Southern University - IMBL, Rostov-on-Don (Russia) * Lecturer of the Fındıklı Vocational High School, Department of Business Administration, Recep Tayyip Erdogan University, Rize (Turkey) filizkarpuz@hotmail.com

135 Filiz KARPUZ INTRODUCTION Turkey has a strategic and geopolitical position which bridges Asia and Europe. Also, it is a country surrounded on three sides by the sea with a developing transport infrastructure, an expanding foreign trade volume and a position close to emerging economies. The growth recorded in imports and exports has increased the value of the logistics sector in the globalized world and Turkey. In order to ensure supremacy in global competition, the cost-effectiveness must be achieved, the supply chain management efficiency must be increased and logistical operations must be successful. The Logistics sector being one of the service sectors is the basis for freight and passenger transport between the continents. The growth rate which Turkish logistics sector has attained in foreign trade since the 2000s, enables it to be a dynamic sector attracting local and foreign investors. However, Turkey can not make use of this potential adequately. It is seen that the construction of the logistics villages has had a large space in the transportation strategies of Turkey's targets in The construction of the logistics villages and the activities to put them into service has been continuing rapidly. The logistics villages/bases/centers which are the areas where the operative needs of the enterprises can be met, come up frequently in the world and in our country and their number is increasing rapidly. As our country is situated at the intersection of the east-west and northsouth axis on earth, it could be said to have the potential to become a regional power. The Eastern Black Sea Region is an important area in terms of logistical activities carried out through Turkey and transportation corridors. This study aims to prove that the logistical village to be established in the Eastern Black Sea Region will positively affect the international competitiveness by increasing its integration with Turkey's eastern neighbour countries. The logistics village is expected to accelerate the expansion of Turkey's foreign trade volume. The study is discussed in four parts. In the first part; the information about the concept of logistics, logistics villages and their general characteristics is given. In the second part, the development of logistics villages and the logistics sector in Turkey are described. In the third part; the regional integration of the Eastern Black Sea Region logistics village has been mentioned and the work has been completed with a general evaluation in conclusion. 2. THE CONCEPT OF LOGISTICS, THE CONCEPT AND THE STRUCTURE OF LOGISTICS VILLAGE 2.1. The Definition of Logistics It was derived from the Greek word "logistikos" meaning "the science of accounting" and also means "being good at accounting" (lojistikdunyasi.com). It is a word came out of the process in which the soldiers in Ancient Greek, Roman, Byzantine civilizations meet their needs by themselves (Logisticsworld.com). According to another definition, it is a term related to the activity of moving equipment, supplies and people for military operations (Oxford Advanced Learner's Dictionary). Logistics is a word passed from military terminology to the civilian one. According to Turkish Language Association Dictionary, logistics is defined as the effective and efficient planning and implementation of the transportation of all kinds products, services and information from the standpoint to the destination to meet the needs of people (tdk.gov.tr). Today, it is defined as the physical movement of the products/services between one or more parties in the supply chain (Nebol, Uslu, Uzel, 2014: 313). Logistics is the process which includes the implementation of the forward and reverse flow of transportation of the goods and services and the relevant information between the source and demand areas meeting the needs of the customer effectively and efficiently storage; its planning, implementation and the control of the procedures (cscmp.org). In this definition, the importance of logistics in terms of management and increasing service quality and customer satisfaction, while reducing costs, are emphasized.

136 Regional Integration And International Competitiveness The Definition of Logistics Village "Logistics villages" are generally dealt with its definitive variations of "logistics base" and "logistics centers" (Elgün, 2011: 205). The concept of the logistics village is called "inland port" in the USA (Aydın&Öğüt 2013). Due to the different customs procedures, it is also conceptually called as "logistical park", "transport center", "integrated merchandise center" (Aydın&Öğüt 2008). It came up as "freight village" in Europe in the late 1960s (Elgün, 2011: 207). Logistics villages are known by different concepts in different countries especially in Europe. It is defined as "freight villages"in the UK; "plate forme logistique" and "plate forme multimodal" in France, "güterverkehrszent" (GVZ) in Germany; "interporto" in Italy; "rail service centre" (RSC) and "tradeports" in the Netherlands and "transport centre" in Denmark (Yıldıztekin, 2012). Logistics village is a specific area where both national and international transport, logistics and all the activities related to distribution of goods are implemented by a variety of operators (Erdal, 2015: Slide No: 14). Beside these activities, they are also particular regions where the integrated logistics activities such as storage, handling, consolidation, separation, import, export, customs clearance, transit operations, insurance, banking, consulting, infrastructure services and manufacturing (Kutlu&Gür, 2008: 6). 2.3.The Structure of Logistics Villages The increased competition as a result of the growth in global trade also increases the importance of investment in the logistics field. Therefore, today the logistics villages integrating airline, land, sea, railway and pipeline transport has gained importance. Logistics villages where distribution is made from one single center are built near cities and managed from one single center. Logistics villages, as well as being an investment for the long term development of cities, should be built in accordance with a master plan. Logistics villages serve the logistics enterprises. Logistics villages have a structure including indooroutdoor storage areas, with intelligent storage system and in which customs procedures are easily performed, support and assisted services can be provided (Yeşilyurt, 2013). In logistics villages, container, loading, unloading; and in storage areas; storing and warehousing loads splitting, merging and packaging services are provided. When the formation of logistics villages is examined, they seem to be rather high cost in terms of physical service and technological infrastructure. Logistics villages in Europe are generally established as multi-partnered with capital support in return for a certain share of money by public private partnership including municipal or local governments, the region's boards of trade and industry, transport companies and by third parties. Logistics villages are generally operated by a single body belonging to public and/or private sector. Hence, logistics villages should be established by the cooperation of both public and private sectors. Considering that logistics and trade are inseparable, logistics costs make up 10-20%, sometimes 40%, of the overall costs, In economic terms, logistics costs are the end point with which companies can compete. In economical terms, the last point where the companies can compete is logistics costs. Logistics includes receiving, warehousing and stocking, packing, shipping, international and local transport and the integration of information processing related to the relevant activities. That is to say, logistics is a concept that will always be the case as long as the difference between the production point and consumption point exists (Tanyaş, 2008). The logistics information technologies in modern terms, require a specialization in which communication, human resources management, total quality management, supply chain management and transportation and engineering are integrated (Gün, 2013).

137 Filiz KARPUZ DEVELOPMENT OF LOGISTICS VILLAGES, LOGISTICS SECTOR IN TURKEY 3.1. Development of Logistics Villages When we take into consideration that logistics is based on transportation, it can be said that this function is as old as humanity. It appeared in the military field in the French army in the 17th century. Its recognition as a sector in the world dates back to the 1950s and it was used in industry in the late 20th century. Today, it has been a part of the supply chain, enabling the supply chain to function efficiently and economically (Nebol, Uslu, Uzel, 2014: 12). With the increase need for supply, transportation and materials, the logistics concept has found its place in business. The concept of logistics village was initially born with the development of the industry in the USA. In Japan, the concept of logistics villages are suggested to reduce the traffic congestion, environmental, energy and labor costs. Logistics village administration has gone to Western Europe from the United States. The first examples of it were established, on a large scale, in Paris regional area: Garanor and Sagoris (Rungis) (Nebioğlu, Tuğrul, Gülec, 2013). This application was developed in accordance with urban policy. Since the late 1960s, Logistics villages have appeared in Italy and Germany in logistics villages, land /rail transportation has facilitated intermodal transportation. In the 1980s and 1990s, the number of logistics villages began to increase rapidly in the world. Logistics villages, first appeared in the United States, were quickly adopted by the United Kingdom, France, Germany, Italy, the Netherlands, Denmark and Belgium afterwards (Aydın&Öğüt 2013). The process of globalization connects all the continents: America, Asia, Africa, except Australia via land, which has increased the importance of logistics activities The Logistics Sector In Turkey In our country, logistics sector operations including land, air, sea, rail and combined transport began in the 1980s. The investments made in the field of logistics has gained momentum in the 1990s. During the 2000s, national and international investments were made and logistics businesses were set up. The logistics sector comprising import and export, has come to the fore with large-scale retail and e-commerce. Thanks to the development of Internet and the establishment of web-based stores has accelerated stocked and even without stock business model retailing (Erdal et al., 2010: 66). The growth in the retail sector has attracted many businesses around the world to Turkish market. In the growing market, the merging of companies reduced the number of companies. Hence, the competition passes from price focused strategies onto technology and logistics focused strategies. The manufacturing enterprises in Turkey, meet 75% of logistics activities in Turkey from their own internal resources. However, manufacturers can concentrate on their core activities by having other companies do transportation, storage, handling, packaging, inventory, distribution other than its main activities (Çevik&Kaya, 2010: 22-23). Logistics villages, which was first pronounced in 2005 in our country, started to be establised by Turkish State Railways (TCDD) in Considering the logistics villages in our country, their establishment have started to be accepted by the private sector as well. The load stations which have been in the city center, as in European countries, have been set up at 16 points at different scales ensuring effective road transport, an area preferred by customers, capable of responding to major logistical needs, compatible with technological and economic development in a modern way (TC State Railways, 2013). Turkey's foreign trade target in 2023 is 1.1 trillion dollars in total being $ 500 billion export and $ 600 billion import. While logistics sector in the global economy reached $ 6 trillion, in Turkey the sector growing 18 percent last 5 years has reached $50 billion. By 2015, it is estimated to be over $ 120 billion (yeniasir.com).

138 * Regional Integration And International Competitiveness Exports Imports Figure 1: Turkey s yearly foreign trade rates (Source: Institute of Statistics Official Website Turkey, Data for 2014 is provisional). It can be concluded from the table above that Turkey's foreign trade volume which expanded after the 2000s, has continued to grow at a lower pace. Turkey, which adopted export-oriented growth model, has $ 157 billion exports in According to provisional foreign trade data in January 2015; Turkey's export amounts to 12 billion 331 million dollars while import amounts to 16 billion 636 million dollars (gtb.gov.tr). In logistics villages where transportation costs are low thanks to different modes of transport, total freight transport is estimated to reach $500 billion by 2023, which increases the importance of logistics villages. The scale of logistics sector is determined in relation to Gross National Product (GNP). According to OECD reports, 15 % of the total employment is made up by logistics sector (Gün, 2013:297). There are different evaluations regarding the scale of the sector varying from country to country. The ratio in the developed countries is seen to range between 11-15% of the GNP while it is %12 in Turkey. Looking at the strategic location of Turkey, the GDP is seen to have reached a total of 25 trillion US dollars. Our country has a strategic location in terms of its access to the market with a value corresponding to half of the foreign trade in the world. Providing easy access to the Middle East, North Africa, Eastern Europe and Central Asia with a versatile bridge function, Turkey has become a base with its geographical location where more than $ 2 trillion of freight transport is realized. The logistics industry is today estimated to be billion dollars and is expected to reach billion dollars till 2017 (Aydın&Öğüt, 2013 ). To be able to attain the goal of being logistics base, Turkey needs to increase the effectiveness of existing infrastructure and improve the efficiency of alternative infrastructure investments along with development of alternative infrastructure investments. A large part of the domestic transport sector is carried out with the highways. After the year of 2002 with the construction industry of new highways, the sector has flourished. However, the profitability has been reduced due to the increase in oil prices and road transport adversely affects the environment. The investment cost for railway transport is quietly high, but it has been given importance in recent years. The Ministry of Transport, Turkey Transport and Communication Strategy Target 2023 indicates railway transport corridors. The places which can be accessed by means of railway are specified: Istanbul-Basra Railway Corridor, Hejaz Railway Corridor, Southeast Asia Railway Corridor, the Trans-Anatolian Railway Corridor, Samsun-Antalya Corridor, West-Vertical Corridor and East-Vertical Corridor.

139 Filiz KARPUZ 134 In line with its strategic and geopolitical position, Turkey has a potential to be a transit center and provide functionality for alternative corridors among the countries in Asia, Europe, the Middle East, the Arabian Peninsula, Africa. In an environment of an intense competition in the international transport, Turkey should be integrated with the world. The investments in the field of logistics will not only raise the sector standards in Turkey but also will speed up Turkey in terms of its economic development and logistics base. This trade integration is required to be done to reap the benefits as soon as possible. 4. REGIONAL INTEGRATION OF EASTERN BLACK SEA REGION LOGISTICS VILLAGE There are points in our country which has intersection of east-west, north-south axis of the world. Our country, with its geopolitical and strategic features, has the distinction of being a regional power. Eastern Black Sea Region is an important place in terms of its logistics activities and transportation corridors. This study has been realized with the examination of previous studies about the evaluation of logistics importance of the region and village settlement selection in the Eastern Black Sea Region. Determination of the place of logistics center is an important step in settlement of it. The most important criteria affecting the selection of the place is having a site which can be used by different transportation modes at the same time (Elgün &Elitaş, 2011: 631). Logistics villages are built in the areas with the related infrastructure and in connection to principles such as economic, fast, secure, interoperability between the modes of transport. To meet the clearance requirements in logistics villages and to build facilities for the provision of combined transport services, the creation of large storage space is required. It is a big advantage that Rize (İyidere) basin and its environment has the opportunity to expand over flat terrain on both sides along with the wide river bed. Surface measurements made with Google Earth shows that this can be extended up to 390,000 m 2 area on land area and with sea embankment. Table 1: Planned field measurements of some logistics villages located in Turkey Logistics Village Total Area (m 2 ) Kayseri (Boğazköprü) Balıkesir (Gökköy) Denizli (Kalkık) Erzurum (Palandöken) Konya (Kayacık) (Source: The Moment Search, 2015). When compared to logistics villages in Turkey, m 2 signifies a positive measurement. Around the creek bed, there are inert lands that are suitable to build an airport. This is possible rise in value with the expropriation of the land. The depth of harbor is important in logistics villages in terms of transit transportation. The Spice Road that is enlivened by Suez Canal has a 18 m depth (Bacak, 2011). Turkey is not generally seen to have harbor depth higher than 14 meter. In scientific aspect, the best field to build logistics village is Rize (İyidere) basin with 300 meter sea embankment and 18 meter sea depth (rizeninsesi.net). With the formation of this sea depth, the large tonnage of cargo ships that can visit Rize harbor will be important for the realization of international maritime transport. Among the modes of transportation container ports has lower expense in maritime transport, which increases its importance (Erdal, 2008: 522). Thus, maritime transportation comprises the most important part of the logistics (Korkmaz, 2012: 100). Due to currents formed by stream channel, the sand will not accumulate in the harbor of Rize (İyidere) basin,

140 Regional Integration And International Competitiveness 135 so the harbor depth will not change. This will make the harbors of Eastern Black Sea Region important. In connection with the Southeastern Anatolia Region and Black Sea Region; Eastern Black Sea Region is also bridge in the formation of the North-South axis. Besides the ports, for Eastern Black Sea Region to become a major transit route, Ovit-Erzurum Tunnel should get started. In 1922, the Governor of Erzurum, Mehmet Emin Yurdakul emphasized the importance of reaching Rize and the sea with the opening of Erzurum-İspir-Ovit road. In 1935, Ekrem ORHON wrote a thesis on Ovit road in USA. One of the biggest ideals in 1980s was the construction of a port in Rize, the expansion of the city by filling the sea and the actualizing Rize-İspir-Erzurum road. It was planned to complete Erzurum road, opening to Middle East and with this road Iran oil pipelines passing through İyidere and open to Europe (Rize Municipality, 2010). The former president of Rize Municipality Ekrem ORHON s opening Sarp door to tourism and many activities he foresaw are carried out today and the benefits are offered to the community. Today the ongoing construction of Ovit-İspit-Erzurum tunnel has a certain construction cost. It is considered that a railway construction can be designed next to highway by enlarging the tunnel (Karpuz, 2013). Today s technology has the infrastructure that allow works such as tunneling and the construction of viaducts on the route of the railway which will connect Erzincan to the Black Sea Region. When the geographical conditions are taken into consideration, these methods are easier and more economical than road building with excavation. This technical work is required to be carried out by concerned public organizations and primarily TCDD. With Ovit-Erzurum connection, the transportation from Eastern Black Sea Region to the east of Turkey, to South Eastern Anatolia Region and to some of the cities situated in the Eastern Anatolia Region and to Iran will be in the shortest way. Iran s foreign trade volume has been 94.5 billion dollar by 11th month, February When compared to the previous year, there is an increase of 22% and 12.3% in export and import figures (old.mehrnews.com). Logistics center that will be established in the Eastern Black Sea Region will provide the opportunity to serve as a bridge to transport route of Caucasus, Central Asia and the Middle East. Turkey, between Europa and Asia, performs a duty as a bridge forming east-west axis. With the TRAnsport Corridor Europa-Caucasus and Asia (TRACECA) project developed under the leadership of European Union (EU) leadership, the Silk Road is tried to be revitalized. It is aimed to improve transportation opportunities between Europe and the Black Sea and Community of Independent States countries through the Caucasus with railway, maritime and highway. Turkey's routes in the project (TRACECA) are based on highway. The member states of TRACECA are Turkey, Georgia, Armenia, Azerbaijan, Kazakhstan, Kyrgyzstan, Tajikistan, Turkmenistan, Uzbekistan, Moldova, Ukraine, Romania, Bulgaria and Iran. Although Turkmenistan is a participant, it is not a party MLA. Pakistan s membership process continues. The emerge of the new transport corridor has increased the freight shipment on Asia-Pacific region, Central Asia-Caucasus-Europe (traceca.org.tr). Strategic importance of the Eastern Black Sea ports is great on North Sea-Danube-Black Seasea route connecting to the ports of Turkey. However, when Georgia's Poti and Batumi ports were elected in the project, the ports in the Eastern Black Sea Region of Turkey are not included. The port foreseen to be built in Rize (İyidere) as loading port serving for transportation will bring Rize and Hopa Ports into prominence (II. Rize Development Symposium Final Report, 2013). The Eastern Black Sea ports can be connected to Caucasus and Commonwealth of Independent States (CIS) Railways through Batumi railways. The ports must be supported by the railroad in the area.

141 Filiz KARPUZ 136 Within Turkey Transportation and Communication Strategy Target 2023 Northern Railway Corridor will provide access from Erzincan to Batumi within the borders of Turkey as a continuation of Kars-Baku-Kazakhstan-China corridor. Trans-Anatolian Railway Corridor is a railway project connecting Edirne, Istanbul, Ankara, Sivas, Erzurum, Kars-Tbilisi-Baku. It is indicated that connection will be provided with Erzincan-Batumi connection to Ufa, from Ufa to Vladivostok through Trans Siberia. The construction of railway line in the east-west block of Rize (İyidere) logistic village connecting to Batumi city will create a potential for creating synergy for freight shipment and tourism. It will also reduce the density of road traffic occurs in Sarp Border. Eastern Black Sea region is key area for integration of regions situated in Turkey's eastwest axis and south-north axis. As the region is the closest point of Turkey to markets of Russia, Ukraine, Central Asia, the Caucasus, Georgia, Iran and Iraq, its logistics significance has become prominent. When the geographical advantages of the region become operational, logistics center in the region will become functional. According to the 2014 annual data of TSI, Iran, Iraq, Russia, Ukranie and Azerbaijan are among 20 countries that Turkey does the most foreign trade. 5. RESULTS Since there isn t enough amount of load to be classified as logistics in the Eastern Black Sea region, the way to provider adequate and quality services that will attract transit transfer to the region is to build a logistics village. The arrival of logistics depends on infrastructure. In the selection of the place for the logistics village organization, the places which are wide enough to serve multimodal freight forwarding opportunities, storage and transportation services are taken into consideration. Geographical constraints of the Eastern Black Sea coastline restrict the storage space. In the region, Rize (İyidere) basin has a width of land to build a logistics village. In the Eastern Black Sea Region, Rize (İyidere) basin is also able to provide the integration of the intersection point for road, rail, navigation and airways. The western part of Rize (İyidere) is close to Trabzon airport and its southern part is wide enough host an logistical airport. The routes of the Transport Corridor Europe Caucasus and Asia-TRACECA passing through Turkey are based on land transportation. In fact, TRACECA has been developed by the maritime and rail lines across the Black Sea. Strategic importance of the Eastern Black Sea ports is great on North Sea-Danube-Black Sea-sea route connecting to the ports of Turkey. Port must be supported with the railroad in the area. The Eastern Black Sea ports can be connected to Caucasus and CIS Railways through Batumi railways. In addition, the Eastern Black Sea-Erzincan railway link will connect the Erzincan-Kars- Tbilisi-Beijing railway to the Black Sea. On the other hand the Eastern Black Sea ports will provide links to GAP, Iran and Middle East countries through Erzincan and Bingöl railways. The revival of the Silk Road will create a competitive advantage in international trade corridor in the surrounding area. The construction of railway in the east-west block of Rize (İyidere) logistics village connecting to Batumi city will create a potential for creating synergy for freight shipment and tourism. Tourist transitions will accelerate the exchange of art and technology along with culture. Another expectation is that the road traffic density at the border of Sarp will decrease. Turkey has a strategic and geopolitical position between the Asia continent and the European continent. With the establishment of logistics village in Rize (İyidere) basin and the establishment of ports supported with railways, the strategic importance of the Eastern Black Sea region will increase. With a fully operating Erzurum-Ovit Tunnel connected to logistics village the Eastern Black Sea Region will serve as a bridge in the east-west axis and northsouth axis. An additional railway can be built for Erzurum-Ovit tunnel having a certain

142 Regional Integration And International Competitiveness 137 construction cost. It is possible to achieve the shortest path to markets in the Eastern part of country and in Iran and in Iraq. Transport facilities on the route which serves as a bridge between Caucasus, Central Asia and Middle East countries will speed up the foreign trade. With an increase in the volume of international trade, maritime transportation which has the highest transportation capacity will make the region an important transit route. It is possible to form a deep sea port serving for cargo ships sea embankment. In addition, Russia s membership in World Trade Organization (WTO) increases the importance logistics of the Eastern Black Sea Region. It is a great opportunity the hinterland of the region includes the developing countries. Since the construction of the logistics villages requires fixed capital and infrastructure investments, in financing structure it is expected to be implemented through public-private partnership activities. With new employment areas, an increase is expected in qualified workforce and diversity of new jobs. Departments and programs in universities serving for logistics should be opened and guidance should be made. In addition, not to affect trade between countries adversely, problems such as safety experienced in the transport sector, transport infrastructure and changes in legislation should be overcome. Considering there is a need for plan and policies towards development of other sectors related to freight and passenger capacity-building, it would be useful to have observation of the process in terms of technical and political dimension by the related bodies. Logistics villages provide interesting opportunities for industrial and transportation works, which will promote economic development of the region. It is expected to provide expansion into the national and global trade network from the Black Sea Region. This expansion to all customers in the commercial network, the convergence to the target market will help them save time and cost. Cost advantage of the resources and subsequent efficient utilization of the sources will be provided in addition to a competitive advantage. All these advantages increase the transportational and logistics importance in regional, national and global dimension. All these indicators clearly demonstrate the importance of the integration and it has the potential to be the logistics base for the Eastern Black Sea Region.

143 Filiz KARPUZ 138 REFERENCES Aydın, G. T. ve Öğüt, K. S. (2008). Lojistik Köy Nedir?, 2. International Railway Symposium, TCDD., İstanbul, ,Vol. 2, pp Aydın, G. T. ve Öğüt, K. S. (2013). Avrupa ve Türkiye de Lojistik Köyleri". Turkey Prime Ministry Investment Support and Promotion Agency of the Official Website, Accessed: , Bacak, M. (2011). Süveyş Kanalı. Deniz Harp Okulu Pusula Dergisi. No:71, Accessed: , Çevik, S. ve Kaya, S., (2010). Türkiye nin Lojistik Potansiyeli ve İzmir in Lojistik Faaliyetleri Açısından Durum (Swot) Analizi, R&D Newsletter, 2010 November Sektoral. Elgün, N. ve Elitaş, C. (2011). Yerel, Ulusal ve Uluslar arası Taşıma ve Ticaret AçısındannLojistik Köy Merkezlerinin Seçiminde Bir Model Önerisi, CB University Journal of Social Sciences,Vol. 9, No. 2, pp Elgün, N. (2011). Ulusal ve Uluslar arası Taşıma ve Ticarette Lojistik Köylerin Yapılanma Esasları ve Uygun Kuruluş Yeri Seçimi, Afyon Kocatepe University, Journal of Economics and Administrative Sciences Faculty, Vol.13, No. 2, pp Erdal, M (2008). Konteyner Deniz ve Liman İşletmeciliği, İstanbul: Beta Edition Release Distribution Inc., (1 st ed). Erdal, M., Görçün, Ö. F., Görçün, Ö. ve Saygılı, M.S., (2010). Entegre Lojistik Yönetimi, İstanbul: Beta Edition Release Distribution Inc., (2 nd ed). Erdal, M. Lojistik Üs Kavramı ve Türkiye Analizi, Accessed: , Gün, D. (2013). Değişim Çağında Sürdürülebilir Lojistik Süreç ve Stratejilerinin Yönetimsel Bakış Açısıyla Değerlendirilmesi ve Küresel Lojistik üs Vizyonu, II. Rize Development Symposium Proceedings, 3-4 May 2013, the RTE University, pp Jointly Organized by the Recep Tayyip Erdogan University and Maltepe University (2013). II. Rize Development Symposium Final Report. Press Release. Institute of Statistics Official Website Turkey, Accessed: , Logisticsworld, Accessed: , Karpuz, F. (2013). Demiryolları Lojistik Köy Konseptinin Rize İli Ekonomik Kalkınması Üzerine Etkilerinin İncelenmesi, II. Rize Development Symposium Proceedings, 3-4 May 2013, the RTE University, Oral Presentation. Korkmaz, O. (2012). Türkiye de Gemi Taşımacılığının Bazı Ekonomik Göstergelere Etkisi, Business and Economics Research Lournal. V.3, N.2, pp ISSN: Kutlu, S. ve Gür, F. A. (2008). Lojistik Master Planı ve Bir Lojistik Üs Olarak Türkiye, Journal of Mevzuat, Vol.11, No. 129, pp Mehrnews.com., Tehran, Accessed: , Nebioğlu, E., Tuğrul, B ve Güleç, N. Türkiye nin 15 farklı Lokasyonunda Lojistik Köy Projesi, Accessed: , Nebol, E., Uslu, T. ve Uzel, E. (2014). Tedarik Zinciri ve Lojistik Yönetimi, İstanbul: Beta Edition Release Distribution Inc., (3 rd ed). Moment Search (2015). February, No:45. Türkiye de Lojistik Köyler Kuruluyor, Accesed: , Oxford Advanced Learner s Dictionary, Accessed: ,

144 Regional Integration And International Competitiveness 139 Rize Municipality (2010). Ekrem ORHON Rize Belediyesi Eski Başkanı. RizeninSesi Rize ve Bölge için Lojistiğe En Uygun Yer, Accessed: , Supply Chain Management Terms and Glossary, Updated: August 2013, Accessed: , The Official Site of the Ministry of Customs and Trade (2015). Dış Ticaret İstatistikleri, No:18576, Accessed: , Traceca National Secretariat of Turkey, Accessed: , Türkiye de Lojistik Köyler Kuruluyor, Accessed: , Tanyaş, M. (2008). Lojistik Yönetimi, Lecture Notes, Okan University, İstanbul. Türk Dil Kurumu, Accessed: , Turkey Transport and Communication Strategy Target 2023, Accessed: , pdf YeniAsir. Lojistik Sektörünün Hacmi 50 Milyar dolara Ulaştı. Accessed: , Yeşilyurt, Y. (2013). T. C. Railways Erzincan Erzurum Industrial Manager, Eastern Black Sea Railways Talks. Erzurum: Yıldıztekin, A. ( ). Lojistik Köyler, Merkezler, Üsler, Terminaller. Dünya Haber. Accessed: ,

145 Filiz KARPUZ 140 Extended Abstract This study aims to prospect that the logistics village to be established in the Eastern Black Sea Region will positively affect the international competitiveness by increasing its integration with Turkey's eastern neighbour countries. Since there isn t enough amount of load to be classified as logistics in the Eastern Black Sea region, the way to provider adequate and quality services that will attract transit transfer to the region is to build a logistics village. The arrival of logistics depends on infrastructure. To meet the clearance requirements in logistics villages and to build facilities for the provision of combined transport services, the creation of large storage space is required. It is a big advantage that Rize (İyidere) basin and its environment has the opportunity to expand over flat terrain on both sides along with the wide river bed. Surface measurements made with Google Earth shows that this can be extended up to 390,000 m 2 area on land area and with sea embankment. In the Eastern Black Sea Region, Rize (İyidere) basin is also able to provide the integration of the intersection point for road, rail, navigation and airways. It is possible to form a deep sea port serving for cargo ships sea embankment. With the establishment of logistics village in Rize (İyidere) basin and the establishment of ports supported with railways, the strategic importance of the Eastern Black Sea region will increase. With a fully operating Erzurum-Ovit Tunnel connected to logistics village the Eastern Black Sea Region will serve as a bridge in the east-west axis and north-south axis. An additional railway can be built for Erzurum-Ovit tunnel having a certain construction cost. In addition, the Eastern Black Sea-Erzincan railway link will connect the Erzincan-Kars-Tbilisi-Beijing railway to the Black Sea. The Eastern Black Sea ports can be connected to Caucasus and CIS Railways through Batumi railways. Also, Russia s membership in World Trade Organization (WTO) increases the importance logistics of the Eastern Black Sea Region. It is a great opportunity the hinterland of the region includes the developing countries. The western part of Rize (İyidere) is close to Trabzon airport and its southern part is wide enough host an logistical airport. The routes of the Transport Corridor Europe Caucasus and Asia-TRACECA passing through Turkey are based on land transportation. On the other hand the Eastern Black Sea ports will provide links to GAP, Iran and Middle East countries through Erzincan and Bingöl railways. It is possible to achieve the shortest path to markets in the Eastern part of country and in Iran and in Iraq. The revival of the Silk Road will create a competitive advantage in international trade corridor in the surrounding area. Transport facilities on the route which serves as a bridge between Caucasus, Central Asia and Middle East countries will speed up the foreign trade. Logistics villages provide interesting opportunities for industrial and transportation works, which will promote economic development of the region. It is expected to provide expansion into the national and global trade network from the Black Sea Region. As the developing countries get closer to the global market through the region, cost and time savings and thereby a competitive advantage can be achieved. Considering there is a need for plan and policies towards development of other sectors related to freight and passenger capacity-building, it would be useful to have observation of the process in terms of technical and political dimension by the related bodies. In addition, the problems such as safety, transport infrastructure and legislative changes must be overcome so that the international trade will not be adversely affected. Since the construction of the logistics villages require fixed capital and infrastructure investments, it is expected to be implemented through public-private partnership activities for financial issues. With new employment areas, an increase is expected in qualified workforce and diversity of new jobs. Departments and programs in universities serving for logistics should be opened and guidance should be made. All these advantages increase the transportational and logistics importance in regional, national and global dimension. All these indicators clearly demonstrate the importance of the integration and it has the potential to be the logistics base for the Eastern Black Sea Region.

146 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2: Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme An Examination into the Rugs with a View of Kirsehir Çiğdem Karaçay * ÖZ: Kırşehir, Orta Anadolu nun önemli dokuma merkezlerinden biridir. Kırşehir halılarının bilinen ilk örnekleri 18. ve 19. yüzyıllardan kalmadır. Genellikle seccade boyutunda olan bu halılarda çeşitli süsleme kompozisyonları görülür. Bunlardan en dikkat çekeni manzara tasvirleridir. Manzara kompozisyonu, çoğunlukla geometrik, bazen de natüralist üslupta ağaçlar ve ağaçların aralarında yer alan şematize evlerden oluşmaktadır. Primitif görünümde tasvir edilen bu manzara kompozisyonu, halı zemini ya da mihrap zemininde üst üste birkaç sıra tekrarlanır. Yabancı araştırmacılar tarafından mezarlıklı halı olarak adlandırılan bu halıların süsleme kompozisyonlarında mezarı çağrıştıran motif bulunmamaktadır. Bu çalışmanın amacı, Ankara Vakıf Eserleri Müzesi nde, depoda ve teşhirde bulunan beş adet manzaralı Kırşehir halı örneğinden yola çıkarak, manzaralı Kırşehir halılarını çeşitli sanatsal özellikleri ile tanıtmak ve mezarlıklı halı olarak adlandırılmalarının sebeplerini tartışmaktır. Anahtar sözcükler: Kırşehir halısı, seccade halısı, manzaralı halı, mezarlıklı halı, motif ABSTRACT: Kırsehir is one of the most important weaving centres of Central Anatolia. The earliest known examples of Kırsehir rugs belong to 18th and 19th century. These rugs are mostly in shape of prayer rug and have various ornament compositions. The most conspicuous of them is landscape design. This landscape design consisting of schematic house and trees, is referred cemetery rugs by foreign researchers. But there is no motives related to cemetery in the ornament compositions of these rugs. In this study, five piece of Kırsehir rug with landscape, in Ankara Vakıf Museum, introduced and naming these rugs as cemetery or grave rugs discussed. Keywords: Kırsehir rug, prayer rug, landscape rug, cemetery rug, pattern 1. GİRİŞ Kökleri Orta Asya ya kadar uzanan Türk halı sanatı, Türklerin yerleştiği bölgelerde başlamış ve onlarla birlikte yayılmıştır. Anadolu ya Türklerle giren halı sanatı, Türklerin yaşantısında önemli bir yere sahiptir. Türkler yurt tuttukları her yerde halı, kilim ve namazlık dokumuşlardır. Göçebe halde oldukları için büyük ölçüde halı dokumamış; evde yere sermek, kırda ve sahrada kuru toprağa oturmamak, üzerinde namaz kılmak için küçük halılar yapmıştır (Atalay, 1967: 16-17). Anadolu da ilk ortaya çıkan halı tipleri; namazlık halısı, seccade, yastık, duvar halısı, sedir halısı, çift halı, döşek halısı, heybe, torba, eğer örtüsü ve at çuludur (Deniz, 2000: 75-77). Halı türleri içerisinde, seccade halıları önemli bir grubu oluşturmaktadır. Büyük halıların yetmediği yerleri doldurmak üzere dokunmuş halılara seccade halısı denmektedir. Her zaman serili halde olan seccade halısı, namazlık değildir (Deniz, 2000: 75). Seccadelerin mihraplı kompozisyonu kutsal bir mekânı ifade etmekte ve Kâbe yönüne doğrultularak namaz kılmak için kullanılmaktadır (Tazecan, 1989: 8). Seccadelerin bilinen en eski örnekleri 15. yüzyıldan kalmadır ve bugün Türk ve İslam Eserleri Müzesi ndedir. 15. yüzyılda dokunan Anadolu seccadelerinin bir grubu, 16. yüzyıl sonuna kadar devam etmiştir. 16. yüzyıl Uşak seccadeleri kaliteleri ile diğer seccade gruplarından ayrılır. Osmanlı saray halıları grubundan seccadelerin 16. yüzyıl sonunda ve 17. yüzyılda İstanbul, Edirne ve Bursa tezgâhlarında dokunduğu düşünülmektedir (Aslanapa, 2005: ). Klasik Osmanlı halı tiplerine paralel gelişen Anadolu seccadeleri, 17. yüzyılın ikinci yarısı ile 18. yüzyılın başından itibaren görülür. Kula, Gördes, Kırşehir, Mucur * Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı, Doktora öğrencisi

147 Çiğdem Karaçay 142 örneklerinin yanı sıra Bergama, Lâdik, Konya Karaman, Milas, Yahyalı, Bor, Yağcıbedir ve Yörük halıları ev atölyeleri ürünü olarak dokunmuştur (Durul, 1965: 7). Bu merkezler içinde Kırşehir, Orta Anadolu nun önemli dokuma merkezlerinden biri olmuştur. Bugün Türkiye de hemen hemen her müzede Kırşehir halısına rastlamak mümkündür. Genellikle seccade boyutunda olan Kırşehir halılarının bilinen en erken örnekleri 18. yüzyıl sonu ve daha çok 19. yüzyıldan kalmadır (Deniz, 2000: 46; Deniz, 1984: 25; Aslanapa, 2005: 269). Gördes düğüm tekniği ile dokunan Kırşehir halılarında; atkı, çözgü ve ilme ipliğinin hammaddesi yündür. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dokunan halılarda, atkı ve çözgü ipliklerinde pamuk görülür (Deniz, 1984: 32-34). Kırşehir halılarında kırmızı, yeşil, sarı, mavi, mor, kahverengi, beyaz ve siyah renkler kullanılır. Mihrap zemininde karakteristik renk kırmızı ve koyu vişnedir. Beyaz hemen hemen bütün Kırşehir halılarında görülür. Beyaz zemin rengi olabildiği gibi desenlerde de tercih edilmektedir. Siyah çoğunlukla kontürleri belirginleştirmek için kullanılır (Karaçay, 2011: ). Kırşehir halıları dıştan içe doğru, dar kenar (dar bordür), enli kenar (enli bordür), sandık, köşe ve göbek bölümlerinden oluşmaktadır (Deniz, 1984: 76). Bordürlerde farklı düzenlemeler görülür. En çok tercih edilen bordür tasarımı, iki dar ve ortada bir geniş bordürdür. Bu düzenleme çift yönlü mihraplı halılarda pek tercih edilmez. Tek yönlü ve mihrapsız halılarda daha çok uygulanır. Yan yana iki ya da üç dar bordür kullanımı da yaygındır. Bordür düzeni bakımından çeşitlilik gösteren Kırşehir halılarında ortak olan özellik bordürler arasında yer alan ince şeritlerdir (Karaçay, 2011: ). Dar bordürler, bitkisel karakterli motiflerle süslenir. Zikzak çizgiler arasına, bir ters bir düz yerleştirilmiş çiçek motifinin yinelenmesinden meydana gelen çatıkkaş; yaprağa benzer kıvrımlı bitkisel bir süsleme olan zikzaklı su; bordür boyunca çiçek motiflerinin yinelenmesi ile oluşan gelin ağlatan, Kırşehir halılarının dar bordürlerinde en çok görülen motiflerdir. Geniş bordürler, yöredeki baş bağlama şeklinden geliştiği için bağbaşı olarak anılan bitkisel karakterli motif; çiçek ve yaprakların şaşırtmalı dizilmesinden meydana gelen küpeli; bitkisel ve geometrik motiflerin karışımından meydana gelen ve deve izine benzediği için halk arasında deve tabanı ismiyle bilinen motiflerle süslenir (Deniz, 1984: 43-47). Kırşehir halılarında, mihrabın altında ve üstünde bulunan dikdörtgen çerçeveler ile mihrap köşeleri de birer süsleme alanıdır. Mihrabın altında ve üzerinde bulunan dikdörtgen çerçeveler günümüzde sandık ismiyle bilinmektedir. Bu çerçevelerin içerisi, bitkisel desenlerle ya da yatık S şekilli ejder figürüyle doldurulur. Mihrap köşeleri, ağırlıklı olarak bitkisel karakterli motiflerle süslenir. Bazen bu bölüm noktasal beneklerle doldurulur. Dokuyucular bu benekleri sinek olarak isimlendirmişlerdir. Bu halılar sinekli Kırşehir adıyla da tanınmaktadır (Deniz, 2000: 46). Kırşehir halıları, zemin kompozisyonları esas alınarak, mihraplı ve mihrapsız olarak iki gruba ayrılır. Mihraplı halılarda, çoğunlukla merdiven halinde daralarak yükselen mihrap, tek yönlü ya da çift yönlü olabilmektedir. Tek yönlü mihraplı halılarda, mihrap içinin boş bırakılması Kırşehir için karakteristiktir. Mihraptan sarkan bir kandil motifi de mihrap içini süsleyebilir. Çift yönlü mihraplı halılarda, mihrap içinde bitkisel kompozisyon hâkimdir. Kırşehir yöresinde mihrapsız halı fazla dokunmamıştır. Mevcut örneklerin zemini bitkisel karakterli motiflerle doldurulur (Karaçay, 2011: ). Mihraplı ve mihrapsız Kırşehir halılarında dikkat çeken süsleme kompozisyonlarından biri de manzara tasvirleridir. Manzara kompozisyonunu oluşturan motifler şematik tasvir edilir. Tabiat ve mimari öğelerin natürel bir üslupla ele alındığı örnekler değildir. Manzara kompozisyonu, çoğunlukla geometrik, bazen de natüralist üslupta ağaçlar ve ağaçların aralarında yer alan şematize evlerden oluşmaktadır. Ağaç ve ev motiflerinin önünde yatay veranda uzanır. Primitif görünümde tasvir edilen bu kompozisyon, zemin ya da mihrap zemininde üst üste birkaç sıra tekrarlanır.

148 Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme Çalışmamızda, Ankara Vakıf Eserleri Müzesi nde bulunan beş adet manzaralı Kırşehir halısı detaylı olarak incelenmiştir. Zemin tasarımı, manzara kuşaklarının kompozisyonunu etkilemektedir. Bu nedenle halılar; tek yönlü mihraplı, çift yönlü mihraplı ve mihrapsız örneklerden seçilmiştir. 2. KIRŞEHİR MANZARALI HALI ÖRNEKLERİ Ankara Vakıf Eserleri Müzesi nde, 430 envanter numaralı Kırşehir halı seccade; Kastamonu Nasrullah Cami nden, tarihinde bağış yoluyla müzeye gelmiştir. Müzenin deposunda bulunan eser, 100x164 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Zeminde tek yönlü mihraplıdır. Mihrapta yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, yeşil, mor, beyaz, siyah ve mavi renkler kullanılmıştır. Halı iki dar bordürlüdür. Bordürler arasında ince kuşaklar yer alır. Birinci bordür, ince bir dal motifinin bir ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda zikzaklı bir yaprak motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz yerleştirilmiş yine zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. İkinci bordürde, çengel motifi ile çiçek motifi kaydırmalı olarak yinelenmektedir. Tek yönlü mihraplı eserin mihrap köşelerini, karanfil motifleri doldurmaktadır. Yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift kuleli bir kapısı bulunan mihrap formlu bordür içinde yer almaktadır. Bordür tasarımı, zikzak çizgilerin içerisine bir ters bir düz yerleştirilmiş çiçek motifi ile tamamlanır. Zikzak çizgiler, mihrabın üçgen alınlığında geometrik forma bürünür ve çiçek motifleri olmaksızın devam eder. Mihrabın alt kısmındaki çift kulede ise birer çiçek motifi ile nihayetlenir. Mihrap formlu bordürün iç ve dış çeperini şematik karanfil motifleri çevrelemektedir. Halımızın manzara kompozisyonunda, mihrap nişine üst üste yerleştirilmiş beş yatay manzara kuşağı görülür. Birinci manzara kuşağı, mihrabın alt kısmında yer alan çift kuleli kapının hemen ortasında başlar. Şematik olarak pencere, kapı ve kırma çatılarıyla yan yana ve arka arkaya istiflenmiş ve geometrize edilmiş evler sıkışık bir kent dokusunu vurgular. İkinci, üçüncü ve dördüncü yatay manzara kuşağı, kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinden oluşmaktadır. Aynı kompozisyona sahip olan bu yatay manzara kuşaklarının her birinde, simetrik olarak yerleştirilmiş iki şematik ev motifi, dört ağaç arasında yer almaktadır. Şematik evlerin kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiştir. Bu evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler. Şematik evlerin arasında, iki kare öğenin ortasında yükselen, kırma çatısı ve cephesinde yer alan noktasal motifleri ile pencerelerin tasvir edildiği bir küçük ev motifi daha vardır. Biri geniş, diğeri dar yapraklı ve natüralist tasvir edilen ağaçlar kaydırmalı olarak devam etmektedir. Ağaçların dalları arasında yer alan küçük çiçek motifleri boşluk doldurmaktadır. Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile kompozisyon tamamlanır. Sıralanan ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır. İkinci, üçüncü ve dördüncü yatay manzara kuşağı, aynı düzenin pozitif ve negatif uygulamasıdır. Beşinci yatay manzara kuşağı, mihrabın üçgen alınlığında yer almaktadır. Kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiş bir ev motifi, kompozisyonun merkezindedir. Şematik evin cephesinde yer alan noktasal motifler pencereleri tasvir etmektedir. Ev motifinin iki yanında kalın duvarlar vardır. Şematik evin iki yanına simetrik olarak yerleştirilmiş, yine cephesinde noktasal motiflerle pencerelerin tasvir edildiği, kırma çatılı küçük birer ev motifi daha yer alır. Bu iki küçük ev, merkezde yer alan eve göre daha önde betimlenmiştir. Şematik evlerin önünde uzanan yatay veranda ile kompozisyon tamamlanır.

149 Çiğdem Karaçay 144 Ankara Vakıf Eserleri Müzesi nde, 595 envanter numaralı Kırşehir Halı Seccade; Kastamonu Nasrullah Cami nden, tarihinde bağış yoluyla müzeye gelmiştir. Müzenin deposunda bulunan eser, 106x167 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Zeminde tek yönlü mihraplıdır. Mihrapta yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, beyaz, siyah, mavi ve pembe renkler kullanılmıştır. Halı üç dar bordürlüdür. Bordürler arasında ince kuşaklar yer alır. Birinci bordür, ince bir dal motifinin bir ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda zikzaklı bir yaprak motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz yerleştirilmiş yine zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. İkinci bordürde, yıldız şekilli bir çiçek motifi, geometrize edilmiş yaprak motifi ile kaydırmalı olarak yinelenmektedir. Geometrize çiçek motifi halının uzun kenarlarında yatay, kısa kenarlarında düşey yerleştirilmiştir. Üçüncü bordür, birinci bordür ile aynı kompozisyona sahiptir. Mihrap köşelerini, şematik çiçek motifleri doldurmaktadır. Yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift kuleli bir kapısı bulunan mihrap formlu bordür içinde yer almaktadır. Bordür tasarımı, köşeli sürekli çizgilerden oluşan geometrik karakterli motifin içerisine bir ters bir düz yerleştirilmiş küçük çiçek motifleri ile tamamlanmıştır. Geometrik karakterli şekil, mihrabın üçgen alınlığında çiçek motifleri olmaksızın devam eder. Mihrabın alt kısmındaki çift kulede ise birer çiçek motifi ile nihayetlenir. Mihrabın iç ve dış çeperini karanfil motifleri çevreler. Halımızın manzara kompozisyonunda, mihrap nişine üst üste yerleştirilmiş üç yatay manzara kuşağı görülür. Yatay manzara kuşaklarından hemen önce, çift kuleli kapının ortasında, tomurcukları ile betimlenmiş bir demet çiçek bizleri karşılar. Çiçek motifinden mihrap nişine doğru devam ettiğimizde, kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik olarak tekrarlanan üç şematik sokak kesiti yer alır. Aynı kompozisyona sahip olan bu yatay manzara kuşaklarının her birinde, simetrik olarak yerleştirilmiş iki şematik ev motifi, geometrize edilmiş dört ağaç arasında yer almaktadır. Evlerin kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiştir. Bu evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler. Evlerin arasında yer alan küçük kare öğeler boşluk doldurmaktadır. Biri geniş, diğeri dar yapraklı tasvir edilen ağaçlar kaydırmalı olarak devam etmektedir. Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile kompozisyon tamamlanır. Sıralanan ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır. Mihrabın üçgen alınlığında, çift kuleli kapının ortasında yer alan çiçek motifi ile aynı tasarıma sahip bir demet çiçek yer alır. Ankara Vakıf Eserleri Müzesi nde 616 envanter numaralı Kırşehir halı seccade; Bursa Ulu Cami nden, tarihinde bağış yolu ile müzeye gelmiştir. Müzenin deposunda bulunan eser, 96x154 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Mihrapsızdır. Zeminde yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, mor, beyaz, gri, mavi, açık kahverengi ve krem rengi kullanılmıştır. Halı bir dar ve bir geniş bordürlüdür. Birinci bordürde, zikzak çizgiler arasına çiçek motifleri bir ters bir düz yerleştirilmiştir. Enli olan ikinci bordürde bitkisel kompozisyon hâkimdir. Çiçek motifleri bordür boyunca yinelenmektedir. İkinci bordürden sonra iki ince kuşak ile zemine geçilmektedir. Zemin tasarımı orijinaldir. Zeminde yer alan yatay manzara kuşakları, kenarları zikzak çizgilerle oluşturulmuş bir platform üzerinde yer almaktadır. Yatay manzara kuşaklarının etrafı, çiçek motifleri, noktasal beneklerle oluşturulmuş üçgen öğeler ve zeminin zikzak çizgilerinden uzanan zincir motifleri ile çevrelenmiştir. Tabanlık kısmında, zikzak çizgilerle zemin duvarı arasında kalan kısımda şematik karanfil motifleri yer alır.

150 Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme Halımızın manzara kompozisyonu, kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinden oluşmaktadır. Zemine üst üste yerleştirilmiş ve aynı düzenin uygulaması olan üç yatay manzara kuşağının her birinde, simetrik olarak yerleştirilmiş iki şematik ev motifi, geometrize edilmiş dört ağaç arasında yer almaktadır. Orijinal zemin tasarımlı bu halımızı, diğer eserlerimizle karşılaştırdığımızda, şematik evler, iki ağaç arasına sıkıştırılmış izlenimi uyandırmaktadır. Şematik evlerin üzeri, noktasal beneklerle oluşturulmuş üçgen çatılarla örtülmüştür. Evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler. İki ev arasındaki çiçek motifleri ve ağaçların yaprakları arasında yer alan küçük çiçek motifleri boşluk doldurmaktadır. Ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile kompozisyon tamamlanır. Bir sokak üzerinde sıralanmış evleri anımsatan tasarımda, yatay manzara kuşakları üst üste yerleştirilerek manzaranın sürekliliği vurgulanmıştır. Sıralanan ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır. Ankara Vakıf Eserleri Müzesi nde 710 envanter numaralı Kırşehir Halı Seccade; Ankara Telli Hacı Halil Cami nden, tarihinde müzeye gelmiştir. Müzenin deposunda bulunan eser, 105x157 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Mihrapsızdır. Zeminde yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, yeşil, beyaz, siyah ve mavi renkler kullanılmıştır. Halı altı dar bordürlüdür. Üçüncü ve dördüncü bordürü ince kuşaklar çevrelemektedir. Birinci bordürde, zikzak şekiller yinelenerek devam etmektedir. İkinci bordürde, çengel motifi ile çiçek motifi kaydırmalı olarak devam eder. Üçüncü bordürde, ince bir dal motifinin bir ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda zikzaklı bir yaprak motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz yerleştirilmiş yine zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. Dördüncü ve beşinci bordürde, zikzak çizgiler arasına bir ters bir düz yerleştirilen çiçek motifleri görülmektedir. Altıncı bordürün süslemesi geometrik karakterlidir. Bordüre, verev olarak yerleştirilmiş zincir motifleri bordür boyunca yinelenmektedir. Halının kısa kenarında zincir motiflerinin üzerinde bir sıra çiçek motifi yer alır. Halımızın manzara kompozisyonu, bahçe tasviri ile başlar. Ağaç çitlerle çevrili geometrik tasarımlı bitki dokusu, küçük noktasal motiflerle sembolize edilmiştir. Bahçe tasvirini, ortada ve her iki yanda yükselen sütunlar bölmektedir. Orta kısımdan yükselen sütun, motiflerin bitiminde iki kola ayrılmakta ve iki yanda yer alan sütunlarla birlikte bahçe tasvirinin üzerine birer çiçek motifi ile sunulmaktadır. Bahçe tasvirinin devamında, zemine üst üste yerleştirilmiş üç yatay manzara kuşağı yer alır. Kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinin her birinde, geometrize edilmiş dört ağaç motifi arasında, simetrik olarak yerleştirilmiş üç şematik ev motifi yer almaktadır. Evlerin kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiştir. Bu evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler. Ağaçlar aynı düzenin uygulamasıdır. Yatay manzara kuşaklarının etrafını çevreleyen şematik karanfil motifleri ile ağaçların dalları arasında yer alan küçük çiçek motifleri boşluk doldurmaktadır. Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile kompozisyon tamamlanır. Ankara Vakıf Eserleri Müzesi nde, 2068 envanter numaralı Kırşehir Halı Seccade; Ankara Ağaç Ayak Cami nden, tarihinde bağış yoluyla müzeye gelmiştir. Müzede teşhirde sergilenen eser, 101x167 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Zeminde çift yönlü mihraplıdır. Mihrapta üst üste yerleştirilmiş yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, yeşil, mor, beyaz ve mavi renkler kullanılmıştır. Halı üç dar bordürlüdür. Bordürler arasında ince kuşaklar vardır. Birinci bordür, ince bir dal motifinin bir ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda zikzaklı bir yaprak motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz yerleştirilmiş yine zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. İkinci bordürde,

151 Çiğdem Karaçay 146 çengel motifi ile çiçek motifi kaydırmalı olarak yinelenmektedir. Üçüncü bordür, tek sıra yinelenen karanfil motifleri ile bezenmiştir. Mihrap köşelerini, karanfil motifleri doldurmaktadır. Yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift yönlü mihrap formlu bordür içinde yer almaktadır. Bordür tasarımı, köşeli sürekli çizgilerden oluşan geometrik karakterli motifin içerisine bir ters bir düz yerleştirilen çiçek motifleri ile tamamlanır. Geometrik karakterli şekil, mihrabın üçgen alınlıklarında, çiçek motifleri olmaksızın devam eder. Mihrabın üçgen alınlıklarının dış çeperini, şematik karanfil motifleri ile bezenmiş ince bir kuşak çevrelemektedir. Mihrabın iç çeperi de yine bir sıra şematik karanfil motifleri ile bezenmiştir. Halımızın manzara kompozisyonunda, mihrap nişine üst üste yerleştirilmiş üç yatay manzara kuşağı görülür. Manzara kuşakları aynı kompozisyona sahiptir. Her bir yatay manzara kuşağında, simetrik olarak yerleştirilmiş iki şematik ev motifi, geometrize edilmiş dört ağaç arasında yer almaktadır. Şematik evlerin kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiştir. Bu evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler. Şematik evlerin arasında yer alan kare öğeler boşluk doldurmaktadır. Biri geniş, diğeri dar yapraklı tasvir edilen ağaçlar kaydırmalı olarak devam etmektedir. Ağaçların yaprakları arasında yer alan küçük çiçek motifleri, boşluk doldurmaktadır. Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile kompozisyon tamamlanır. Sıralanan ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır. Bir sokak üzerinde sıralanmış evleri anımsatan tasarımda, yatay manzara kuşakları üst üste yerleştirilerek manzaranın sürekliliği vurgulanmıştır. 3. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Çalışmada yer verilen Kırşehir yöresine ait manzaralı halı örnekleri, bordürlerde ve mihrap köşelerinde yer alan motifler açısından Kırşehir halılarının karakteristik özelliklerini yansıtmaktadır. Bu halılar, zeminde ve mihrapta tasvir edilen manzara kompozisyonları ile Kırşehir halıları içinde ayrı bir grubu temsil etmektedir. Süsleme kompozisyonu; çoğunlukla geometrik, bazen de natüralist üslupta tasvir edilen ağaçlar ve ağaçların aralarında yer alan şematize evlerden oluşur. Primitif görünümde tasvir edilen bu kompozisyon, zemin ya da mihrapta üst üste birkaç sıra tekrarlanır. Kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinde mezarlığı çağrıştıran motifler yer almaz. 19. yüzyıl Türk halı sanatında, Kırşehir seccade halıları içerisinde süsleme kompozisyonu açısından ayrı bir grubu oluşturan manzaralı halılar, 20. yüzyılın ortalarına kadar dokunmaya devam etmiştir. Çalışmada, Ankara Vakıf Eserleri Müzesi ne, Türkiye deki çeşitli camilerden bağış yoluyla gelen beş adet Kırşehir manzaralı halı incelenmiştir. İncelenen eserlerin iki tanesi Kastamonu Nasrullah Caminden (Envanter No: 430, 595), bir tanesi Bursa Ulu Caminde (Envanter No: 616), iki tanesi ise Ankara da Telli Hacı Halil Cami (Envanter No: 710) ve Ağaç Ayak Caminden (Envanter No: 2068) 2008 yılında müzeye gelmiştir. 19. yüzyıla ait eserlerin tamamı seccade boyutundadır ve dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Çalışmada yer alan halıların zemin (Foto: 4) ve mihrap zemininde (Foto: 1, 2, 5) en çok kullanılan renk kırmızıdır. Kırmızının yanı sıra krem rengi de mihrapsız bir eserimizde zemin rengi olarak kullanılmıştır (Foto: 3). Mihraplı halılarda birer süsleme alanı olan mihrap köşelerinin zemin renginde mavi renk tercih edilmiştir (Foto: 1, 2, 5). Motiflerde görülen ortak renklerin başında yine kırmızı gelir. Ayrıca, sarı, mavi, beyaz ve siyah çalışmamızda incelediğimiz halılarda görülen ortak renklerdir. Bu renkler dışında yine Kırşehir halıları için karakteristik olan yeşil, mor, pembe ve kahverenginin tonları, incelediğimiz eserlerin motiflerinde kullanılmıştır.

152 Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme Halıların dar bordürlerinde en çok uygulanan motif, zikzaklı yaprak ve çiçek motifinin yinelendiği kompozisyondur (Foto: 1, 2, 4, 5). Yaprak motifinin iki yanına yine zikzaklı yerleştirilmiş üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. Kırşehir halılarında, boşlukların geometrik karakterli öğelerle doldurulması sıklıkla karşımıza çıkar. Bir diğer bordür motifi, çengel ve çiçek motifinin kaydırmalı olarak yinelenmesiyle oluşmaktadır (Foto: 1, 4, 5). Zikzaklı yaprak ve çiçek motifi ile çengel ve çiçek motifinden oluşan kompozisyon dar bordürlerde yan yana yer almaktadır (Foto: 1, 4, 5). Halk arasında çatıkkaş olarak bilinen motif (Foto: 3, 4) ve Kırşehir halılarında birçok alanda süsleme kompozisyonuna dâhil edilen karanfil motifi (Foto: 5) yine dar bordürlerde karşımıza çıkar. Geometrik motifler Kırşehir halılarında pek tercih edilmez. Buna karşın zincir motifi, dar bordürlerde görülmektedir (Foto: 4). Enli bordürlerde yine bitkisel kompozisyon hâkimdir. Enli bordür boyunca yinelenen çiçek motifi (Foto: 3) ve geometrize edilmiş yıldız biçiminde çiçek motifi (Foto: 2) iki eserin enli bordürünü süslemektedir. Birer süsleme alanı olan mihrap köşelerini, karanfil motifi (Foto: 1, 5) ve stilize olmuş çiçek motifleri (Foto: 2) doldurmaktadır. Çalışmada yer alan eserlerden iki tanesi tek yönlü mihraplı (Foto: 1, 2), iki tanesi mihrapsız (Foto: 3, 4) ve bir tanesi çift yönlü mihraplıdır (Foto: 5). Mihraplı Kırşehir manzaralı halılarımızda, yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift yönlü mihrap formlu bordür içinde yer almaktadır. Tek yönlü mihraplı halılarda bu bordür, mihrabın alt kısmında çift kule ile mihrap içine açılır. Mihrapsız eserlerimizde ise zemini çevreleyen bordür yatay manzara kuşaklarını duvar formunda çevrelemektedir (Foto: 3, 4). İncelediğimiz eserlerin tamamında, yatay manzara kuşakları, zemin ya da mihrapta üst üste tek sıra tasvir edilmiştir. Mihrap formlu bordürün çift kule ile mihraba açıldığı bir örneğimizde, ilk manzara kuşağı bu kuleli kapının ortasında başlar. Burada yer alan manzara kompozisyonu, diğer manzara kuşaklarından farklıdır. Şematik olarak pencere, kapı ve kırma çatılarıyla yan yana ve arka arkaya istiflenmiş ve geometrize edilmiş evler sıkışık bir kent dokusunu vurgular (Foto: 1). Çift kuleli kapısı olan bir diğer halımızda, çift kulenin ortasında manzara kuşağı yerine tomurcuklu bir çiçek motifi yer alır (Foto: 2). Mihrapsız halılarda zeminde, mihraplı halılarda mihrapta yer alan ve aynı düzenin uygulaması olan yatay manzara kuşakları, simetrik olarak üst üste iki ya da üç sıra halinde yer almaktadır. Yatay manzara kuşaklarında genel kompozisyon; dört ağaç arasında yer alan iki ya da üç şematik ev ve önlerinde uzanan yatay verandadan ibarettir. Ağaçlar natüralist üslupta (Foto: 1) ya da geometrize edilerek verilmiştir (Foto: 2-5). Ağaçların arasında yer alan şematik evler kırma çatılıdır ve cephelerinde kapı ve pencereleri betimleyen üç düşey açıklık bulunur (Foto: 1-5). Manzara kompozisyonu, ağaçlar ve şematik evlerin önünde uzanan yatay veranda ile tamamlanır. Mihraplı bir eserimizde, mihrabın üçgen alınlığında, farklı formda bir manzara kuşağı daha yer almaktadır. Bu manzara kuşağı diğerlerinden farklıdır. Bulunduğu alanın şekline uygun olarak tasarlanmıştır. Merkezde yer alan şematik evin iki yanında, küçük birer ev motifi daha vardır (Foto: 1). İncelediğimiz eserlerde, zeminde ya da mihrap içinde sıralanan ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır. Çalışmada, manzaralı halılar olarak değerlendirdiğimiz bu halılar, yabancı kaynaklarda mezarlıklı halı olarak anılmaktadır. Halı sanatı üzerine yapılan araştırmalar Batı Avrupa ve Kuzey Amerika da başlamıştır. Uzun yıllar Türk araştırmacılar sahaya uzak kalmış, halıcılık konusunda Batılılar söz sahibi olmuştur (Erdmann, 1957: 83). Dolayısıyla, Anadolu da dokunmuş bu halıları mezarlıklı olarak adlandıranlar Batılılar olmalıdır. Yabancı kaynaklarda cemetery rug ya da grave rug ismiyle anılan manzaralı halılar, ağırlıklı olarak Kırşehir yöresinde dokunmuş olmasına karşın, kaynaklarda özellikle

153 Çiğdem Karaçay 148 Kula dan bahsedilmektedir. Yıllar önce Almanya ya gemi ile bu halılardan çok sayıda gönderildiğini ve orada grave rugs ya da Friedhofteppiche olarak bilindiklerini kaynaklardan öğrenmekteyiz (Hawley, 1970: 172). Halılarda yer alan motiflerin mezarlık ile alakası olmamasına karşın neden bu ismin yakıştırıldığı konusunda tatmin edici bir neden sunulmamaktadır. En makul açıklama, batılı tüccarların, manzara kuşaklarında yer alan ağaçları, servi ağaçlarına benzetmesi ve servi ağaçları ile mezarlık arasında bağlantı kurarak, bu halıları mezarlıklı olarak adlandırmış olmalarıdır (Formenton, 1972: 95; Formenton, 1984: 93). Yabancı kaynaklarda kullanılan, cemetery ya da grave rug terimi, Türk halı sanatına mezarlıklı halı olarak aktarılmıştır. Halı alanında çalışan araştırmacılar, bu ismi benimsemiş ve kullanımı günümüze kadar süregelmiştir. Mezarlıklı halı terimini kabul etmeyen araştırmacı Prof. Dr. Rüçhan Arık, Manzaralı Halılar isimli makalesinde, farklı bakış açısını nedenleri ile birlikte sıralamıştır. 18. yüzyılda batı etkilerini yansıtan başlıca motiflerle, manzaralı halılar arasında bağ kurmaktadır. 18. ve 19. yüzyıllarda işlenen manzara tasvirlerinin bazıları perspektif, gölge ve ışık oyunları bakımından batı özellikleri yansıtmaktadır. Batılı nitelikte olanların dışında, minyatür geleneğinin resim anlayışına bağlı tasvirler, kavram resmi niteliği taşımaktadır. Mezarlıklı olarak adlandırılan halılarda bu özellikleri yansıtır. O dönemde Türk araştırmacıların ilgisini çekmeyen halı sanatı, yabancı araştırmacılar tarafından, dönemin özelliği bilinmediği için mezarlıklı halı olarak adlandırılmıştır. Mezarlık motifi ile ilgisi olmayan bu motifler, batılılaşma dönemi süslemelerinin en sevilen motifi olan, aralarına mimari motifler yerleştirilen hayali manzara tasvirleridir (Arık, 1983: ).

154 Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme KAYNAKLAR Arık, R. (1983). Manzaralı halılar. II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, c. V, Ankara, Aslanapa, O. (2005). Türk halı sanatının bin yılı. İstanbul: İnkılâp Kitabevi. Atalay, B. (1967). Türk Halıcılığı ve Uşak Halıları. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Deniz, B. (1984). Kırşehir halıları. Arkeoloji-Sanat Tarihi Dergisi III, Deniz, B. (2000). Türk dünyasında halı ve düz dokuma yaygıları. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları. Durul, Y. (1965). Bugünkü Türk Halı Sanatındaki İstikrarsızlığın Sebepleri, Halı Semineri Özel Sayısı, Ankara, Erdmann, K. (tarihsiz). Der Türkische teppiche des 15. jahrhunderts. (çev. Taner, H.), (15. asır Türk halısı). İstanbul: İ.Ü Edebiyat Fakültesi Yayını. Formenton, F. (1972). Oriental rugs and carpets. (çev. Phillips, P. L.). London: The Hamlyn Publishing Group Limited. Formenton, F. (1984). Le Livre Du Tapis, Milano. Hawley, W. A. (1970). Oriental rugs antique and modern. New York: Dover Publications. Karaçay, Ç. (2011). Ankara Etnoğrafya Müzesi ndeki Kırşehir halıları. Basılmamış yüksek lisans tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara, TR. Tazecan, H. (1989). Saf Kilim Seccadeler Üzerine Bir Deneme, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya.

155 Çiğdem Karaçay 150 Extended Abstract In this article, a group of Kırsehir rug with landscape, which are both in storehouse and exposure in Ankara Vakıf Museum, will be introduced. In order to be clearer, general information about Kırsehir rug will be given. Afterwards; Kırsehir rug with landscape inventory information in Ankara Vakıf Museum will be given and rugs will be introduced in details. In last section, naming these rugs as cemetery or grave rugs will be discussed and the importance of these rugs among Anatolian Turkish Rugs will be established. Kırsehir is one of the most important weaving centres of Central Anatolia. Today, there are Kırsehir rugs in almost every museum. These rugs are mostly in shape of prayer rug. The earliest known examples of these rugs belong to 18 th and 19 th century. They are weaved in Gordes node technique and the material of them is wool. In Kırsehir rugs mostly red, green, yellow, blue, purple, brown, white and black colors are used. In Kırsehir rugs, there are sections such as ; from outside to inside, narrow border, wide border, sandık and göbek. In rugs; mostly two narrow and wide borders in middle exist. Sometimes, it can be two narrow border next to each other or three narrow borders. There are thin sprits between the borders. Narrow borders are ornamented with floral motives known as Catıkkas, Gelinaglatan, Leblebili su, Bagbası, Kupeli, Devetabanı colloquially. In Kırsehir rugs, under and on the mihrab, rectangle frames can be found. Nowadays, these frames are known as Sandık. These frames are filled with floral pattern or dragon figure in a shape of sloping S. Corners of the Mihrab are ornamented with floral patterns. Sometimes, mihrab corners are filled with little points. These points are known as Sinek colloquially and these rugs are acknowledged as Sinekli Kırsehir. Kırsehir rugs are divided in to two parts according to ground composition; Mihrab and without Mihrab. On the ground of the Mihrab, floral compositions, candle pattern with hanging from Mihrab Niche and landscape description. Kırsehir Rugs with landscape description is a special group. Five rugs in Ankara Vakıf Museum is examined. They arrived in museum in They have been donated by mosques. These rugs are among prayer rugs and one of them is on display, four of them are in storehouse. They all belong to Kırsehir region. The colors used are red, yellow, purple, white, black, blue, pink, grey, brown and cream. Two of them are with one side mihrab, two of them are without mihrab and one of them is with one side mihrab. Floral ornament can be found on their borders and there are floral pattern on the corners of the mihrab. Landscape units are inside the mihrab, if there is no mihrab, landscape units are on the ground of the rug and in both cases, landscape units are described one after the other horizontally. In landscape units, two or three schematic house motives between four trees. When the house number is two, the space in the middle is filled with square motives, little houses or floral pattern, and the houses have roof. Three vertical gaps exist on the sides and they describe doors and windows. Some of the trees are described geometrical and some are naturalist. One of the trees is narrow and the other one is broadleaf. A horizontal veranda is described in front of the trees and houses. One more landscape zone can be found on the triangle niche and there is a house description. We described these rugs as rugs with landscape. These are named as rugs with cemetery or grave in foreign resources. Turkish researchers did not pay attention on rug art for many years, mostly western researchers has works on this subject. For this name might have been given by foreigners. On resources published abroad, these rugs are described as cemetery rug or grave rug. Most of the rugs belong to Kırsehir region but foreign resources mention Kula with landscape. Numerous rugs have been taken Germany many years ago. They are known as grave rugs or friedhofteppiche in Germany. There is no explanation on the reason of this name on resources. The trees on landscape zones must have been liken to cypress tree. Cypress trees are mostly found on cemeteries. In this sense, they must have established a connection between cypress trees and cemeteries. Most of the Turkish researchers accepted this name, except from Prof.Dr. Ruchan Arık. Ruchan Arık explains the reasons of disapproval on her article Landscape Rugs. According to her; the design on the rugs originates from the effects of the era. In Turkey, some of the landscape design belonging 18 th and 19 th century, represent western characteristics. Except those, other designs belonging to miniature tradition painting art. They are concept paintings and these features are found on the rugs that we mentioned. Foreigners misattributed these rugs as they did not know the characteristics of the era. These rugs are imaginary landscape descriptions with architectural motives. These rugs are in the Museums in Turkey and abroad. Some of them are in the special collection. We analyzed five examples in our research. There are no cemetery motives in these rugs. When we are able reach more examples, the uncertainty will go away.

156 Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme FOTOĞRAFLAR EKLER Ankara Vakıf Eserleri Müzesi 19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade Envanter No: 430 Foto: 1

157 Çiğdem Karaçay 152 Ankara Vakıf Eserleri Müzesi 19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade Envanter No: 595 Foto: 2

158 Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme Ankara Vakıf Eserleri Müzesi 19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade Envanter No: 616 Foto: 3

159 Çiğdem Karaçay 154 Ankara Vakıf Eserleri Müzesi 19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade Envanter No: 710 Foto: 4

160 Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme Ankara Vakıf Eserleri Müzesi 19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade Envanter No: 2068 Foto: 5

161 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : [201?] Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik Fictional Reality Aytaç ÖREN ÖZ: Kurgu, gerçek malzemelerden farklı bir gerçeklik içinde bir yapı oluşturularak yapılan temsili bir gerçekliktir. Kurgu, mekân, zaman, karakter, hikâye gibi bütün kurgu öğeleri ile beraber kurgusal olan bir yapıdır. Gerçeklik bu yapıda dille bir kırılmaya uğrar, farklı bir dünyaya taşınır ve yapısal değişikliğe maruz kalır. Farklı bir boyutta bir gerçekliğe dönüşür. Edebi eserler hepsi bu şekilde yapılan birer kurgudur ve kurgusal gerçekliği sunarlar. Bütün kurgular kurgusal olmalarına rağmen, kurgularda gerçekliğin nasıl kurgusallığı gerçek hayatta da hayatın kurgularla anlaşıldığına işarettir. Dolayısıyla kurgusal gerçekliğin kurguyu aşan bir yönü de vardır ve gerçekliğin anlaşılmasının bir araçtır. Anahtar sözcükler: Kurgu, kurgusal, gerçeklik, gerçek, yapı. ABSTRACT: A fiction is a representative reality made by creating a structure in a different reality from real materials. Fiction is a fictional structure with all fiction elements like space, time, character and story. Within it, reality undergoes a break with language; it is carried to a different world and is exposed to structural changes. It is turned into a reality with a different dimension. Literary works are all fictions made in this way and offer a fictional reality. Although all fictions are fictional, how reality is fictionalized in fictions is a sign of the fact that life is understood with fictions in the real life. Thus, the fictional reality has an aspect which exceeds the fiction and is a means of understanding reality. Keywords: Fiction, fictional, reality, real, structure Kurgu Kavramı 1. GİRİŞ David Mikics kurgu (fiction) kavramının, Latince kalıba dökmek (to mould) veya bir tasarımı şekillendirmek (to shape to a design) ama aynı zamanda sahtesini yapmak, aldatmak, uydurmak (to fake) anlamına gelen fingere kelimesinden türediğini ve Raymond Williams, ondördüncü yüzyılın sonuna kadar kurgunun anlamlarından birinin hayal ürünü bir eser olduğunu belirttiğini söyler (Mikics, 2007: 120). Yani kurgu, gerçeklikle ilgili bilinenden hareketle göreceli olarak kurulan, oluşturulan, durumu kurgulayan bir yapma, yapıntı veya yalan gibidir. Chris Baldics ise sanat ve edebiyatta çoğu tiyatro oyunları ve şiirlerin kurgusal olmasına rağmen kurgu kavramının daha çok düzyazı şeklindeki roman, kısa hikâye, novella, romans, fabl ve bu tarz anlatılar için kullanılan bir terim olduğunu ve bu terimle uydurulmuş/gerçek olmayan (invented) hikâyeler kastedildiğini belirtir (Baldick, 2001: 96). Dolayısıyla kurgu, yaşamak dediğimiz şekilsiz bütünün parçalı ve değişken şekillenişinin adıdır. İnsan bu biçimsiz dışını ancak kurgulayarak anlar. Roman da bir kurgu türüdür ve bilindiği ve sınırları çizilebildiği kadarı ile kendi tür özellikleriyle yapılan bir kurgudur. Buradan hareketle Peter Childs ve Rpger Powder kurgu teriminin, birçok farklı zihinsel aktivite ve kültürel kuruluş türlerini altında tutan bir şemsiyesi ve dolayısıyla da seviyeli bir göreceliğin, anti-pozitivist ve anti-ampirik ikaz odağı olduğunun aşikârlığına dikkat çeker (Childs ve Fowler, 2006: 89). Dışarıda gerçeklik denilen bir meçhul vardır ve bu gerçeklik ancak kurgularla insan dünyasına girebilmektedir. Kurgulanan bir şeyin sahteliği, Okt. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu, Rize-Türkiye, aytac.oren@erdogan.edu.tr

162 Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik 157 yapma oluşu, kurgunun yapısı gereği doğasında mevcut bulunduğundan, kurguların doğrulanma ihtiyacının olmaması da onun bazen inanılması zor bir yönüdür. 2. EDEBİYATTA KURGUDA GERÇEKLİK Edebi anlamda kurgu dünyası, kurgusal bir gerçekliği temsil eder. Gerçeklik dediğimiz şey değişikliğe uğrayarak edebi eserin içine girmiş ve hayatın gerçekliği ile sanatın gerçekliği çakışmıştır. Gerçeklik, dil yoluyla kâğıt üzerinde yazılarak ve okunarak birçok farklı gerçeklikler bir araya getirilerek yeniden üretilir. Kurguda üretilmiş bir gerçeklik vardır. Aslını isterseniz bütün kurgular bir kurmaca, bütün sanat bir aldatmacadır ve bütün büyük yazarların dünyaları kendi mantığı, kendi kuralları, kendi rastlantıları ile bir düş dünyasıdır (Nobokov, 1988: 32). Kurmaca metinler, bizim bildiğimiz, duyduğumuz, gördüğümüz insanların, mekânların, olayların, duyguların, zamanların benzerlerini sunarlar bize, ancak dış dünya gerçekliği ile kurmaca dünya içinde verilmeye çalışılan gerçeklik, temelde birbirlerinden bir hayli uzak iki kutbu temsil ederler (Çıkla, 2002: 115). Roman dünyası ile gerçek dünya arasındaki bağlantı ya taklide (representation) ya da temsile (illustration) dayalı gerçekleşir ve bazı romanlarda karakterlerin gerçek insanlara, olayların gerçek hayattaki olaylara benzeyişleri herhangi bir bakımdan anlamlı değildir; bunlar sadece roman dünyasındaki olaylara okuyucunun dikkatini çekmek için vardır (Scholes & Kellogg, 1988: 341). Yani kurgu bir mimesis tir. Edebi kurgular sadece dilsel birer gerçekliktirler ve kendine has kavramları ile içinde yaşadığımız dünyaya bir alternatif olarak gönderge statülü hayali bir dünyayı dil yoluyla kurarlar (Waugh, 1984: 100). Kurgular, gerçekliği dil yoluyla değişikliğe uğratarak bir yanılsama şeklinde aktarırlar. Yani gerçekliği farklı bir ortama çeker ve farklı kuralları olan bir yerde biçimlendirirler. Doğasından kopan gerçeklik hiçbir suretle orijinal olmayacak, yeni ortamına kök salamayacak, çatışmalı bir varlık kazanacak, dolayısıyla bir kurgu olduğu özüne işleyecek ve kurgu üstü bir nitelik taşıyacaktır. Bütün üst-kurgusal metinler gerçeklik ile kurgu arasındaki yok edilemez çatışmanın varlığını sorgular ve günlük dünyanın veya birbirlerinin gerçekliği ile yarışan alternatif dünyaların özbilinçsel yapılandırılmasıyla bu sorgulamalarının izini sürer (Waugh, 1984: 111). Bu durumda gerçeklik ortam değiştirmiş, doğası bozulmuş ve dille yeniden montelenmiş ve haliyle bu yeni varoluştan uyumsuzluk ortaya çıkmıştır. Kurguya alınan gerçeklikle kurgusal gerçekliğin yan yana getirilişi, ikisinin birleştirilmesi, bir arada tutulmaya çalışılması kurguda kendini gösterir. Bu yerler, gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırların görüldüğü yerler olur. Bazen yazar araya girecek, yaptığı kurguyla ilgili yorumlar yapacak, bazen yazar anlatıcı kurgu içi geniş rolünü sergileyecek, bazen okur hedef alınacak, bazen konular gerçek ve kurgu malzemeleriyle beraber dokunulacak ve bazen de kurgunun bir dilden oluştuğu, sınırının dille çizildiği hissettirilecektir. Kurgu okuru ise fiziksel olarak kurgu sınırının hemen bitişiğindedir ama ayrı bir dünyadadır. Buna karşın kurgu da gerçek dünyanın fiziksel olarak bitişiğindedir ama o da başka bir dünyadadır. Kurgu gibi kurgu bütünü oluşturan her kurgu parçası da kurgusaldır. Gerçekliğe bir benzeyiş ama bir gerçek olamayış vardır. Örneğin edebi mekân, nesnelerin ve karakterlerin yerleştirildiği, karakterlerin içinde yaşadığı ve hareket ettiği ortamlardır (Jahn, 2012: 107). Ama insan, zaman gibi mekânı da edebiyat eserine olduğu gibi aktarmaz, aktaramaz, bunu bir şekilde kendince yapılandırır (Tekin, 2004: 113). Çünkü kurmaca esas itibari ile bir terkiptir ve diğer birçok eleman gibi mekân da bu terkibi meydana getiren önemli bir unsurdur (Tekin, 2004: 129). Yani kurguda mekân, kurmacadır, var olmayanların yerleştirildiği var olmayan gerçekte varsa da var olduğu gibi olmayan bir yerdir, ama var olan bir kitabın içindedir. Kurgusal zaman da bir gerçeklik yanılsamasıdır. Kurgu, ister sözle ister yazıyla sunulsun inşa edilmiş bir yapıdır ve destandan romana kadar uzanan bu inşa edilmiş yapıların zaman gerçeğinden soyutlanarak inşa edilmesi mümkün değildir çünkü bu yapılar zamanla asıl

163 Aytaç ÖREN 158 değerini bulur ve belirli bir zaman içinde anlaşılır (Tekin, 2004: 110). Dolayısıyla bir anlatı zamansız olamaz. Anlatı içindeki hikâye/ler belirli veya belirsiz bir zaman içinde geçer. Ama kurgu dünyası dille oluşturulmuş yapma bir dünyadır ve gerçek dünyanın yazıdaki yanılsamasıdır. Kurguyu oluşturan her parça gibi zaman da kurguda bir gerçeğimsidir ve bundan dolayı suni bir dokusu vardır. Kurgusal zaman, bir kitabın açılmasıyla başlayan ve kapatılması ile biten bir zamandır. Gerçek zaman sürekli ilerlerken o sabittir. Kitap açılmadıkça başlamaz; açılınca da ancak okudukça ilerler. Olayların anlatılma zamanları bir kurguda değişmediği için istenirse sayfalar geriye çevrilerek kurguda geçen herhangi bir zamana dönülebilir. Yazarın yaşadığı, hissettiği, gözlemlediği veya düşündüğü bir şey sonradan yazıya taşınır, yazıda ise bir zaman içinde bunlar anlatılır, okur anlatılanları daha da sonra okur ve okurun okuma zamanları sürekli değişir. Burada yaşanılan veya hissedilen bir zaman, yazılan bir zaman, hikâyede geçen bir zaman ve okuma zamanı gibi birçok zaman vardır ve hepsi kurguda beraberdir. Aynı anda birçok zaman yaratılır. Söylem zamanı metnin tamamı okunurken harcanan, metindeki kelime, satır veya sayfa sayılarıyla ölçülebilen zamandır ama öykü zamanı metindeki bütün eylemin işgal ettiği kurgusal zamandır (Jahn, 2012: 100). Bir kurguyu oluşturan temel unsurlardan biri de karakterdir. Karakter kelimesi Almancada figür ve Latincede figura (şekil veya biçim) kavramının kökeni fingere den (yanıltmak, uydurmak) gelmesine karşılık İngilizceye Yunanca kharacter (işaret) ve kharaksein (kazımak, şekillendirmek) kelimelerinden gelmiştir ve anlamı hem kurmacayı hem de yazarak bir şeyi şekillendirmeyi içerir (Tepebaşılı,2012: 45). Kurgu yapısında yer alan diğer bütün öğeler gibi karakterler de yapma dır. Bütün kurgu öğeleri, bu karakterler için vardır ve karakterin etrafında döner. Kurmaca dünya onunla bir anlam ve işlev kazanır. Kurguda geçen olayları yapan, onları gerçekleştiren, olduran karakterdir. O yüzden roman yazarı oluşturacağı kurgusunda karakterleri belirler, nasıl kullanacağını planlar ve onları bir kurgu dünyasında canlandırır. Dolayısıyla karakterlerin kurgusallıklarına dair metin içi veriler de elde etmek mümkündür. Kurguda anlatılanlar da kurgusal bir gerçekliktir. Gerçek hayatta yaşadığımız olaylar düz bir zaman çizgisi izler ama bir kurguda olaylar hayattaki sıra takip edilerek anlatılmaz. Kurguda olaylar, kendine özgü bir biçimde düzenlenir: bazen özetlenir, bazen olduğu gibi verilir, bezen sıraları değiştirilir ve tüm bu kurgu hammaddeleri olay örgüsüne dönüşürken sanatın gereklerine göre hayatta rastlayamayacağımız bir yapaylıkla düzenlenir (Moran, 2010: 183). Kurgunun mekân, zaman, karakter gibi olaylar da kurgusal bir biçime sokulur. Böylelikle parçalar arası bir bütün oluşturulur. Dolayısıyla parçaların/yapay parçaların bir araya getirilmesi/yapay bütünleme, aslında kurgunun iskeletini, bağlantı yerlerini ve nasıl bir bütünlük kurduğunu belli eder. Kurgu, kendi içindeki kurgu yapısını oluşturan yapıları açık veya gizli gösterir. Çünkü kurgu gerçekliğe karşı doğal bir bağdaşmazlık refleksi gösterir. Kurgu, her parçası ve bütünü ile farklı bir gerçekliktir, bir yapıntıdır. Bu inorganik durum kurguya her anlamda ve her şekilde siner. Gerçeklik kurgusallaşır ve kurgusal bir gerçekliğe dönüşür. Bu, fiktif bir dünyanın kabulleriyle oluşan bir gerçekliktir. Müdahale ve yönlendirmeye açıktır. Yazar, bu dünyanın tanrısı gibidir. Aynı anda çok yerde olabilme yazarın bir ayrıcalığıdır. Çünkü kurgu yazarının dünyalar arası, gerçeklikten kurguya ve kurgudan gerçekliğe geçişler yapabilme özelliği vardır. Ama okurun bu gerçekliği nasıl algılayacağına müdahale edemez. Kurgusal gerçeklik okurla beraber farklı boyutlar kazanır. Her yazınsal metnin temel anlatım örgüsünü o metnin içinde yoğrulduğu ortamın gerçek ya da düşünsel olguları belirler ve burada önemli olan bu örgü ile gerçek yaşam bağlamının birçok yönü arasındaki karşılıklı etkileşim ve ilişkidir çünkü ancak böylelikle metnin temel örgüsü, kimi yerde yaşam bağlamının değişik yönlerine kimi yerde yaşamın toplumsal, tarihsel, kültürel akışına ve metnin gizli anlam güçlüklerine ışık tutabilir (Göktürk, 2010: 53). Yazar, içinde yaşadığı dünyayı, kendi yaşamını edebiyatçı kimliği ve birikimi ile birleştirir ve

164 Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik 159 kurgu dünyasına yansıtır. Yazar aslında kendini ve dünyasını kurgulayarak yorumlamış ve gerçekliğin de birer kurgu olabileceği olasılığını göstermiştir. Gerçekten de kurgular yaratmak suretiyle gerçekliğin baskılarını bertaraf ederiz ve kurgular bizim gerçekliği biçim üzerinden daha iyi anlayabileceğimiz düşüncesini sağlar (Jusdanis, 2012: 57). Edebiyat bizi sahici bir yere elbette götürmez ama hayatla olan gerginliğimizi ortaya serer ve dünyayı bilmenin ve anlamanın yolunun kurgulama gerçekliğinde yattığını bize hatırlatır. Yapılı/yapıntı olanla gerçeklik arasında sürekli bir gerilim vardır ve kurgu/roman bu gerilimi bize açıkça gösterir. Sanat vasıtasıyla yaşadığımız gerçekliğin özünde olup biteni görür, yaşadığımızı daha derinden anlamlandırabilir ve gelip geçici olanın uğultusundan kurtulabiliriz (Cengiz, 2012: 54). Gerçek hayatta da bize bilgiler yazı/dil yoluyla ulaşır, daha doğrusu yazı ile kurgulanıp verilir. Sözle dünya arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığını bizim onu göstergelerle yeniden yarattığımızı ve kendimize göre yorumladığımızı, dilin keyfi ve gelişigüzel seçilmiş sembollerden oluştuğunu unuturuz (Antakyalıoğlu, 2013: 54). Kurgu dünyalar arasında geçiş yapabilen bir yapı olduğundan bize bunu hatırlatır. Bundan dolayı gerçekliği hem kurgusal ve hem de kurgusal olmayan anlamda şüpheye düşürür. Kurgunun gerçeklikle sınırlarının bazen belirli bazen belirsiz olması onun yapısından kaynaklanır. Kurgu, gerçeklerden beslenir ama farklı bir dünyada var olur. Kurgunun bu ikili yapısı üst/kurguyu, kurgunun üstü ile ilişkili oluşunu doğurur. Çünkü varın içinde değildir ama yok da değildir, gerçeğimsidir. Gerçeklikle bağlantısı vardır ancak gerçek değildir. Yazar, kurguyla ilişkimizi veya gerçeklikle ilişkimizi bu bağlamda şüpheye düşürür ve gerçekliğin ne olduğu bulanıklaşır. Çünkü kurgunun her zaman bir diğer tarafı vardır: üstkurgu yani kurgunun üstü. Kurgu dış dünya nın roman dünyasına girmesine sağlayarak kurgu ile gerçeklik arasındaki ayırımı bozar ve böyle olunca üst-kurgu, kurgunun diğer tarafının da var olduğunu, yani kurgusal dünyanın da gerçek dünyaya izinsiz girdiğini daha ustaca ortaya çıkarır (Nicol, 2009: 39). Gerçeklik kurguya sokulurken kurgu da gerçekliğe geçmektedir. İşte bu yüzden kurgusal sınırlar bulanıktır. Kurgusal gerçeklik dilsel bir gerçekliktir. Başlangıçta kullandığımız/okuduğumuz sözcükleri yeniden açıklayamayız çünkü zaman geçmiştir, biz değişmişizdir, artık başlangıçtaki anlam yoktur. Sayfa üzerindeki sözcüklerin değişmeden kalması anlamların da değişmeden kalması demek değildir. Metin okuyucu ile oynarken okuyucu da metinle oynar. Karşılıklı şifreler, çözümler ve yeni şifreler ve çözümler vardır. Metni heyecanlı kılan ertelenen anlamlardır. Bütün anlam bir anda ele geçmez. Derrida nın belirttiği gibi, gösterenle gösterilen arasında birebir bir ilişki olmadığı, gösterilenin bir parçası her zaman bir başka yerde olduğu, anlamın apaçık olmadığı, anlamın ertelendiği ve dolayısıyla bir metinde anlamın inşa edilemeyeceği açık bir gerçektir (Uçan, 2008: ). Metinde anlamlar her adımda bir sonrakine kayar. Dolayısıyla edebiyat metinleri belirsizdir (Lodge, 1993: 274). Yazar, kasıtlı olarak kurgu yoluyla bizim dünyamızla bir bağ kurar ve okur olarak okuma nedenimizi ve metinle ilişkimizi bize sorgulatır: yaşadığımız gerçeklik kurgusal olabilir mi? Bir yapıntı oldukları ne kadar roman başında belirtilse ve kurgu içinde kurgusal olduklarını ortaya dökse de kurgunun gerçek dünya üzerine bir etkisi, sınır ihlaline bir eğilimi vardır. Ünlü İngiliz roman ve hikâye kahramanı Şerlok Holmes un yaşadığı varsayılan 221 Baker Caddesi, Londra adresine her gün yüzlerce mektubun gönderilmiş olduğu düşünülürse düş ürünü olsun olmasın edebi eserlerin ne derece etkili olduğu anlaşılır ve bundan ötürü gerçek insanlardan, gerçek ülkelerden bahseden romanlardan ve roman kahramanlarından kişilerin etkilendikleri inkâr edilemez (Küçükboyacı, 1994: 217). Yazar bu etkiyi hayal gücüyle yaratır. Ortaya gerçek görünümlü bir kurgu veya kurgu görünümlü bir gerçeklik çıkarır. Ama sözle kurgu arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığını, bizim onu göstergelerle yeniden yarattığımızı ve kendimize göre yorumladığımızı, dilin keyfi ve gelişigüzel seçilmiş sembollerden oluştuğunu, gerçekliğin kurgulanarak belleğimize girdiğini, tüm kültürü bu kurgunun üzerine kurduğumuzu unuturuz ve unutarak yolumuzu anlamlandırmaya, doğrular bulmaya devam ederiz (Antakyalıoğlu, 2013: 47). Yazar, kurgularını gerçekliğe bir yanaştırıp

165 Aytaç ÖREN 160 uzaklaştırarak bize aslında gerçek hayatın da bir kurgudan ibaret olduğunu hatırlatır. Dünyaların farklılığı ile aynılığı arasında zihinlerimizde bir tereddüt oluşur. Kurgu yazarı, bazen yazar anlatıcı olarak kurgu arasına girerek veya okura varlığını hissettirerek kurgu ile gerçek dünyanın sınırlarını yer yer çizer. Okur ile kurgu arasına sınır koyar ve dünyaların farklılığını hatırlatır. Aynı zamanda bir yazar olarak kendi varlığını da böylesi doğrudan ifadelerle kurgu içinde belli ederek okunanın bir kurgu olduğu ve bu kurgunun bir yazarı olduğu ve gerçekliklerin de ancak kurgu yoluyla yapılabildiği imasını iletir. Metnin yazıldığına ilişkin bir gönderme metnin gerisinde gerçek bir yazarın varlığına dikkat çeker ve kurgusal gerçekliğin görünümünü bozar (Lodge, 1993: 24). Ama kurgusallığın böylesi açıkça vurgulanması hem roman yazarı ve okurun anlatının temel yapılarını, onların işleyişlerini daha iyi anlamasına neden olur hem de yaşanılan dünyanın bir insan kurgusu, bir insan yaratısı olduğuna işaret eder. Bu yolla yazar, kurgunun da gerçeklik üzerine bir söz hakkı olduğunu ve sınırlarını aşabileceğini bizlere bildirir. Yazar kurgusunu oluştururken aslında okura ve gerçek dünyaya bir ses göndermektedir. Romanla gerçeklik arasındaki ilişki hayal dir, romanın yaşama benzemesi asla söz konusu olamaz çünkü roman bir yaratı, insan zihninin malzemesi dil olan bir ürünüdür ve bundan dolayı roman dilin belli kalıplar içinde kullanılışı, diğer edebi türler gibi yazılı bir metindir ve gerçeklikle ilişkisi herhangi bir metnin olduğu kadardır (Menteşe, 1996: 100). Çünkü kurgu çoklu dünyalar yaratır ve bu dünyalar metnin anlattığından daha büyük dünyalardır (Nicol, 2009: 171). Yani gerçekliği kırar ve sahte bir gerçeklik algısı yaratır. 3. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Kısaca söylemek gerekirse kurgunun kendisini oluşturan bütün yapıları, kurgu lehine işlerken, ona bir bütünlük ve anlamlılık katarken aynı zamanda kurgunun aleyhine bir işlevi olduğu anlaşılmaktadır. Bu yapılar, kurgu kurulurken onun bir yapma olduğunu da yansıtırlar. Yazarın kurgusunu kurma stratejisi, yöntemi, tekniği ve yaklaşımı aynı zamanda kurgu içinde takip edilir, görülür veya sezilir izler bırakır ve bu izler kurguyu üst-kurguya taşır. Kurgu dilsel bir gerçekliktir ve bu gerçeği kurguyu okurken nasıl gözümüz harflere takılıp onun kurgusal oluşunu hatırlamamız gibi kurgunun tüm öğeleriyle bir kurma oluşturduğu da kurgu içinde görülüp anlaşılabilir ve bu gerçeklikle bir kez daha yüz yüze kalınır. Böylelikle kurgunun ontolojik temelleri sorgulanır ve sarsıntıya uğratılır. Kurgu hem gerçekliğe yakındır hem de gerçeklikten çok uzaktır. Kurgunun sınırları bazen belli, bazen muğlaktır. Çünkü kurgusal gerçekliğin sınırlarının nerede başladığı ve bittiği belirsizdir. Bu sınırlar hem kurgu içindedir hem de kurgu dışına uzanır. Hem yazar hem de okur için dünyalar arası sık geçişler olduğu için gerçeklik sabitlenemez. Aslında kurgu, kurgusal gerçekliğin ötesindeki kabullere bir meydan okumadır. Bizim bildiğimiz ve kabul ettiğimiz gerçekliğin de kurgusal olabileceğine dair bir göndermedir. Dolayısıyla gerçekliğin sorgulanmasıdır. Çünkü yazar birçok şeyle beraber edebiyattan metin, teori, eleştiri gibi malzemelerle kurgu hikâyesini oluştururken aslında gerçek hayatta insanın kurgulama yaparak ve kurgulardan bir şeyler alarak kendi gerçekliğini- ki bu gerçeklik de kurgusaldır- oluşturduğu imasını verir. Kurgunun nerede başlayıp bittiği şüphesi aslında gerçekliğin nerede başlayıp nerede bittiği şüphesidir. Kurgu yazarı bu şüpheyi ayrıcalıklı kimliği ile oluşturur. Çünkü o, gerçek dünya ile kurgu dünyasının gerçekliğini kurguda birleştirebilen bir kişidir. Dolayısıyla okura da bu boz(dur)ulmuş, yapısı değiş(tiril)miş, doğası farklılaş(tırıl)mış gerçekliği verir. Bu gerçeklik hem gerçekmiş hem de değilmiş gibi görünür. Çünkü kurgu bir sahte-gerçek veya bir gerçek-sahte dir. Dolayısıyla edebiyatta gerçeklik gerçekliğin bir yansımasıdır, gerçeklikten izler taşır ama bunu kendi gerçekliği ile yoğurur ve ortaya kurgusal, kurgu dünyasının kabullerine bulanmış bir gerçeklik çıkar.

166 Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik 161 KAYNAKLAR Antakyalıoğlu, Zekiye (2013). Roman Kuramına Giriş. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Baldick, Chris (2001). The Concise Oxford Dictionary of LiteraryTerms (2. bs.), New York: Oxford University Press. Cengiz, Metin (2012). Platon ve Aristoteles te Şiir Düşüncesi. İstanbul: Şiirden Yayınevi. Childs, P.,ve Fowler, R. (2006), The Routledge Dictionary of Literary Terms (3. bs.). New York: Routledge. Çıkla, Selçuk (Mayıs 2002) Romanda Kurmaca ve Gerçeklik, Hece Dergisi, , Göktürk, Akşit (2010). Okuma Uğraşı (5. bs.). İstanbul:YKY. Jahn, Manfred (2012). Anlatıbilim: Anlatı Teorisi El Kitabı (2005). (Çev. Bahar Dervişcemaloğlu). İstanbul: Dergah Yayınları. Jusdanis, Gregory (2012). Kurgu Hedef Tahtasında (2010). (Çev. Çiçek Öztek). İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. Küçükboyacı, M. Reşit (1994). Çağdaş İngiliz Edebiyatında Türk İmajı, Ege İngiliz ve Amerikan İncelemeleri Dergisi, 10, Lodge, David (1993). A David Lodge Trilogy. London: Penguin Books. Lodge, David (1993). Art of Fiction. New York: Viking Penguin. Menteşe, Oya-Batum (1996). Romanda Kurumlaşmış Biçimin Yıkılışı ve Yenilikçi Avant-Garde Görüş, Bir Düşün Yolculuğu: Edebiyat-Sanat-Eleştiri Yazıları. Ankara: Bilkamat Yayınları, Mikics, David (2007). A New Handbook of LiteraryTerms. New Haven:Yale University Press. Moran, Berna (2010). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri (20. bs.). İstanbul: İletişim Yayınları. Nicol, Bran (2009). The Cambridge Introduction to Postmodern Fiction. New York: CambridgeUniversity Press. Nobokov, Vladimir (1988). Edebiyat Dersleri (1980). (Çev. F. Özgüven, N. Akbulut). İstanbul: Ada Yayınları. Scholes, R., Kellogg, R. (1988). Hayat ve Sanat, (Ed. Philip Stevick), Roman Teorisi, (Çev. S. Kantarcıoğlu), (ss ), Ankara: Gazi Üniversitesi Yayınları. Tekin, Mehmet (2004). Roman Sanatı 1 (4. bs.). İstanbul: Ötüken Yayınları. Tepebaşılı, Fatih (2012). Roman İncelemesine Giriş. Konya: Çizgi Yayınları. Uçan, Hilmi (Ocak 2008). J. Derrida ve Dil Bağlamında Postmodernizm, Hece Dergisi, , Waugh, Patricia (1988). Metafiction. New York: Routledge.

167 Aytaç ÖREN 162 Extended Abstract Reality is facts in the real world but fiction is different in that it creates a reality in a fictional world. Fiction is made up of invented, imaginary, representative facts. Both the whole structure of a fiction and all its parts are fictional. Its artificial characteristic reflects on everywhere in fiction. Because fiction is known beforehand to be fictional, it is at peace with itself and does not feel uncomfortable with this situation. On the contrary, it may use this within fiction on the behalf of itself. Shortly, fiction is a different reality composed of a language. Fiction is a multi-dimensional structure. It consists of many parts like time, space, character, story and plot. Every element of it carries this fictionality and reflects this to fiction. Time is not as we know. Space is not the same as what we perceive it. Characters are different from who we meet in the real world. It is normal that many unusual things and coincidences happen in an anachronic way in its story. Plot may seem absurd In fiction, imagination is combined with reality and distorts it. There is a reality in fiction as well but it is exposed to a structural alternation and turns into an illusion. Fictional reality has another important aspect. It shows us that reality is only understood by fictionalizing it. If it is so, all we know as a reality is, in fact, a fiction because what we call facts is what we fictionalize from the reality. It can be seen that fiction lies beyond its boundaries, so it opens a door to understanding what reality is like and raises doubt on reality : real but how real?. Fiction plays an important role in apprehending reality.

168 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : [201?] Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar: Kadınların Kariyer İlerlemelerinde Karşılaştıkları Engeller ve Etkili Liderlik Queen Bee in Glass Ceiling Shade: Obstacles Encountered By Women's Career Advancement And Effective Leadership Olcay ER *, Orhan ADIGÜZEL ** ÖZ: Günümüzde iş hayatında üst düzey yöneticilik pozisyonunda bulunan kadın sayısı erkeklere oranla çok azdır. Bu çalışmada, özellikle yurt dışı kaynaklardan yararlanmak suretiyle kadın üst düzey yönetici sayısının çok düşük olması altında yatan nedenlerle ilişkilendirilen birçok etkenden yalnızca kraliçe arı sendromu ve cam tavan sendromu üzerinde durulmaktadır. Bu çalışmaya göre, bu iki sendromdan ilki ile kadınların üst düzey yöneticilik pozisyonunda erkeklere oranla çok az bir paya sahip olması arasında anlamlı bir ilişki olduğu değerlendirilmemiş iken ikincisi arasında anlamlı bir ilişki olduğu çıkarımında bulunulmuştur. Ayrıca bu çalışmayla, bu iki sendrom da göz önünde tutulmak suretiyle liderlik bağlamında kadınların üst düzey yönetici olmalarının önündeki engelleri kaldırmada ne tür motive ve teşvik edici unsurların yararlı olabileceği hususu değerlendirilmiştir. Anahtar sözcükler: Cam Tavan, Kraliçe Arı, Yönetici, Liderlik ABSTRACT: Nowadays the number of women in senior management positions in business compared to men is very small. In this study, especially benefited from foreign sources, the underlying cause of several factors related to the low number of senior women managers in business associated with only the 'queen bee syndrome' and 'glass ceiling syndrome' are evaluated. According to this study, the first of these two syndromes with women in senior management positions than men to have a very small share is not considered a significant relationship; on the other hand, the second is concluded that a significant relationship. In addition, these two syndromes to be kept in mind in the context of 'leadership' what kind of factors motivating and encouraging women to be senior managers could be useful in removing the barriers that prevent are evaluated. Keywords: Glass Ceiling, Queen Bee, Manager, Leadership 1. GİRİŞ Dünya nüfusunun yarısını kadınların oluşturmasına karşın, her ne kadar son yıllarda kadınların lehine değişiklik olsa da iş hayatında kadınların bu oranda temsil edilmediği belirtilmektedir. Bundan da garip olanı ise iş hayatındaki üst düzey yöneticilik pozisyonunda bulunan kadınların erkeklere oranla çok az bir paya sahip olmasıdır yılı rakamlarına göre, dünya genelinde büyük şirketlerin yönetimle ilgili bölümlerinde çalışanların %44 ünü kadınların oluşturmasına rağmen, bu şirketlerin kıdemli yönetici pozisyonundaki kadınların sayısı %5 in altında kalmıştır (Alcom, 1995, s.3). Örneğin, bu konuda dünya ortalamasının üzerinde olan ABD de, 1995 yılında 3000 yüksekokul müdürünün yalnızca 364 ünü bayanlar oluşturmakta idi (Hurt, 1995, s.10) yılı rakamlarında da durum pek farklılık arz etmemektedir, şöyle ki ABD de iş hayatının % 46,5 ini bayanlar oluştururken, yalnızca % 8 i üst düzey yönetici pozisyonundadır (Mukherji, 2010, ss ). Yine 2012 yılı rakamlarına göre ABD de bulunan en çok kazanan 500 şirketin yalnızca 21 tanesinin en üst düzey yöneticisi kadındır (Grant Thornton International Business Report, 2013). * Doktora Öğrencisi, Süleyman Demirel Üniversitesi, S.B.E. İşletme Bölümü, Isparta, Türkiye, olcayer2000@yahoo.com ** Doç. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, İ.İ.B.F. Sağlık Yönetimi Bölümü, Isparta, Türkiye, orhanadiguzel@sdu.edu.tr

169 Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 164 Kadın üst düzey yönetici oranının çok düşük olmasının altında sosyolojik, psikolojik ve kültürel birçok etken yatmaktadır. Bu çalışmada, özellikle yurt dışı akademik kaynaklardan yararlanmak suretiyle söz konusu durumun altında yatan nedenlerle ilişkilendirilen birçok etkenden yalnızca kraliçe arı sendromu ve cam tavan sendromu üzerinde durulmaktadır. Bu çalışmaya göre, bu iki sendromdan kraliçe arı sendromu ile kadınların üst düzey yöneticilik pozisyonunda erkeklere oranla çok az bir paya sahip olması arasında anlamlı bir ilişki olduğu değerlendirilmemiş iken, cam tavan sendromu ile arasında anlamlı bir ilişki olduğu kanaatine varılmıştır. Ayrıca, bu çalışmada söz konusu sendromlar da göz önünde tutulmak suretiyle etkili liderlik becerileri de ele alınmıştır. Bu çalışmanın amacı liderlik bağlamında ne tür motive ve teşvik edici unsurların kadınların üst düzey yönetici olmalarının önündeki engelleri kaldırmada yararlı olabileceğini tespit etmektir. Bu noktada, görünmez engellerin aşılması ve cam tavanın kırılıp üst düzey yönetici pozisyonunda daha fazla kadının yer alması için etkili bir liderlik eğitiminin önemli olduğu çıkarımında bulunulmuştur. Bu çalışmanın ilk bölümünde kraliçe arı sendromu üzerinde durulmuş, bu sendromun kadınların kariyer ilerlemesinde karşılaşmış oldukları engelleri açıklamakta yetersiz olduğu hususlar değerlendirilmiştir. İkinci bölümde cam tavan sendromu değerlendirilmiş, bu sendromun hangi manada kullanıldığı üzerinde durulmuş ve kadınların üst mevkilere gelmesindeki engelleri açıklamada ne ölçüde yeterli olduğu açıklanmıştır. Üçüncü bölümde kadınlar üzerindeki cam tavanın kırılması için etkili bir liderlik anlayışının önemi gözler önüne serilmiştir. Son bölümde ise kadınların iş hayatında karşılaşmış oldukları engellerin nasıl ortadan kaldırılabileceği temelinde çalışmanın ne anlam ifade ettiği ve ileride yapılacak muhtemel çalışmalarla nasıl ilişkilendirilebileceği hususuna değinilmiştir. 2. KRALİÇE ARI SENDROMU Arı kovanlarındaki kraliçe arının iktidarını sürdürme mücadelesi herkesçe malumdur. Buna benzer olarak iş hayatında da kraliçe arı özelliklerini taşıyan kadınların bulunabileceği öngörülmektedir. Bickford a (2011) göre, eğer bir kadın idareci altında çalışan bir kadınsanız ve idareciniz sizin kuyunuzu kazıp, gereksiz yere hayatınızı zorlaştırıyorsa; sizin idarecinizin kraliçe arı sendromuna kapıldığı söylenebilir. Bu bağlamda kraliçe arı sendromu altındaki kadın kendini çevresinde bulunan diğer kadınlara karşı tehdit altında hissettiği için çevresindeki kadınların gelişimini engellemek, gücünü ve pozisyonunu kırmak için çabalar. George a (2002, s.16) göre her okulda birkaç etkili kız öğrencinin kendi popülerliklerini ve güç alanlarını artırmak için diğer sınıf arkadaşlarıyla alay ederek onlara eziyet ettikleri ve düşmanlığa dayanan bir sınıf atmosferi oluşturdukları da bilinen bir durumdur. Yine George, erkeklerin kavga ederek veya arabalarını sergileyerek cesaretlerini ve üstünlüklerini diğerlerine karşı gösterme eğiliminde olduklarının, kızların ise başkalarına karşı üstünlüklerini dedikodu veya alay ederek diğerlerini manipüle etme gibi daha dolaylı yöntemlerle gösterme eğiliminde oldukları düşüncesindedir. Ona göre, işte okuldaki bu etkili kızların iş hayatlarında kraliçe arı sendromuna kapılma olasılıkları kuvvetle muhtemeldir. İngiltere de yapılan bir araştırmaya göre, kadınların üçte ikisi erkeklerin daha açık konuşmaları sebebiyle erkek bir yönetici ile çalışmak istiyorlar. Almanya da yapılan bir araştırmaya göre kadın yönetici altında çalışan kadınların erkek yönetici altında çalışan kadınlara oranla daha çok sağlık problemlerinin olduğu görülmüştür. Yine ABD de bulunan Amerikan Yöneticiler Birliği ne göre, kadınların %95 i kariyerlerinin herhangi bir aşamasında başka bir kadın tarafından zarara uğramıştır (Bickford, 2011). İş hayatında gücü elinde bulunduranlar mevcut güçlerini başkaları ile paylaşmak istememektedirler. Kirwan-Taylor a (2013, s.14) göre güç sürekliliği olmayan ve geçici bir durumdur. Bu sebeple gücü elinde bulunduranlar, kendi pozisyonlarının sağlam olmadığının

170 Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar 165 farkındalardır ve bu sımsıkı sarılmış oldukları pozisyonlarının tehdit altında olduğunu düşünmektedirler. Mevcut iş hayatındaki gücü elinde bulunduranların büyük bir kısmının erkeklerden oluşması sebebiyle bu noktada kraliçe arı sendromunun tutarsız oluğu görülmektedir. Hollanda Leiden Üniversitesi nde profesor olan Belle Derks in yapmış olduğu bir araştırmaya göre, kadınların diğer kadınlara uygulamış olduğu kötü muamelelerin müsebbibinin kadın yöneticiler olmadığıdır, aksine bu kötü muamelelerin çoğunluğunun erkeklerin oluşturduğu cinsiyet ayrımı gözeten iş ortamının doğal bir sonucu olduğu, kadın yöneticilerin kendilerini bu erkek egemen iş ortamına adapte etmek niyetiyle bu tarz davranışlarda bulunduğu görülmüştür (Bickford, 2011). Örneğin, İngiltere seyahat ve turizm alanında iki milyonun üzerindeki çalışanın %60 ını kadınlar oluşturmasına rağmen, bu sektördeki üst düzey yöneticilerin yalnızca %6 sını kadınlar oluşturmaktadır. Kadın üst düzey yönetici oranının bu kadar düşük olmasını yalnızca kraliçe arı sendromu ile açıklamanın yetersiz görülmekte, üst düzey yöneticilikte daha çok belirgin olan esnek olmayan çalışma saatleri, rol model olabilecek kadın eksikliği ve etkin bir iletişim ağının olmaması bu düşük oranın asıl sebebi olarak değerlendirilmektedir (Bickford, 2011). Kadınların iş hayatında erkeklerden daha geride kalmasının bir diğer sebebi de kadınların erkeklere nazaran daha fazla ekip çalışmalarında yer almaları ve bireysel olarak ön plana çıkamamaları düşünülebilir. Örneğin Avrupa Birliği ülkelerinde faaliyet gösteren kar amacı gütmeyen kuruluşların yöneticilik pozisyonlarının büyük bir kısmını kadınlar oluşturmaktadır (Claus, Callahan & Sandlin, 2013, s.338). Yine, Rajan (2002, s.9) kadın akademisyen ve bilim adamlarının bağımsız çalışma yapmaktan daha ziyade grup çalışmasında bulunduklarını ifade etmektedir. Ona göre, her ne kadar grup çalışmasına katılan kadınlar en az erkekler kadar zeki olsalar ve en az erkekler kadar bilgi üretseler dahi, çalışma sonuçları toplantılarda genellikle erkekler tarafından sunum yapılmakta ve çalışmalar erkeklere atfedilmektedir. Rajan ın bu açıklamaları, kadın ve erkeklerin oluşturmuş oldukları çalışma gruplarının başarılı faaliyetlerinin, yalnızca erkeklerin kariyer ilerlemesine sebep olacağı düşüncesini doğurmuş, işte bu noktada da kraliçe arı sendromundan bahsedilemeyeceği çıkarımında bulunabilinir. Kraliçe arı sendromunun bir önyargıdan ibaret olduğunu gösteren Bickford (2011), yapmış olduğu araştırmada başarılı kadınların büyük bir kısmının ekipteki diğer üyeleri desteklemekte ve onların gelişimi için gayret göstermekte olduğunu görmüştür ve bu kadınlar ekip arkadaşlarının başarılarını kendilerine bir tehdit olarak algılamamakta ve bu başarılarla gurur duymaktadır. Bickford a (2011) göre, Kraliçe arı sendromu bayatlamış cinsiyet ayrımcılığına dayalı bir önyargıdan ibaret olup, kadınlara gerekli eğitimin verilmesi ve düzgün rol modellerle desteklenmesi ile kadınlar kariyerlerine yukarı doğru daha sağlam adımlarla ilerleyebileceklerdir. Bickford (2011), kıdemli kişilerin cinsiyet ayırımı gözetmeden oluşturmuş oldukları kadınların adil olarak temsil edildikleri ekiplerdeki kadınlar, erkek egemen davranış kalıpları taklit etme zorunluluğu hissetmemişler ve başarıyı yakalayarak kendilerini ispat etmişlerdir tespitinde bulunmaktadır. Hem bu tespit hem de buraya kadar değinilen hususlar temelinde kraliçe arı sendromu iş hayatındaki üst düzey yöneticilik pozisyonunda bulunan kadınların erkeklere oranla çok az bir paya sahip olmasına sebebiyet verecek bir durum olarak değerlendirilmemektedir. Bu sebeple çalışmanın ikinci bölümünde bu düşük orana sebep olması muhtemel diğer bir sendrom olarak karşımıza çıkan cam tavan sendromu ele alınacaktır.

171 Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL CAM TAVAN SENDROMU İş hayatındaki cinsiyet ayırımcılığının ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmaların hızla yapılmasına karşın, ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) raporlarına göre sonuçlar beklentilerin çok altında kalmaktadır. Örneğin, kadın ağırlıklı bir meslek grubu olan öğretmenlikte dahi yönetici konumundakilerin çoğunu erkekler oluşturmaktadır ve kadınlar diğer birçok meslek dalında da cam tavan sendromuna takılmaktadırlar. Cam tavan sendromu kadınların iş hayatında gelişimlerinin ve yükselmelerinin engellenmesi olarak tanımlanmaktadır (Kolade & Kehinde, 2013, ss.79-99). Wall Street Journal da türetilen Cam tavan sendromu bir organizasyonda çalışan kadınların önüne üstü kapalı ve zımni bir şekilde geçilemez engeller konularak kurumsal merdivenlerin üst basamaklarına erkeklere oranla daha az tırmanabilmeleri manasına gelmektedir. Yine Microsoft Encarta World Encyclopedia ya göre, cam tavan sendromu, kariyer ilerlemesinin önündeki engeller veya daha açık ifadesiyle herhangi bir kişinin cinsiyet, yaş, ırk veya cinsel tercihlerini göz önünde bulundurmak suretiyle üst yönetici pozisyonuna ulaşmasını engelleyen resmiyette olmayan fakat gerçekte var olan engellemeler olarak açıklanmıştır (Kolade & Kehinde, 2013, ss.79-99). Eğitim ve iş tecrübesi gibi usule uygun koşullara nazaran, cam tavan engelleri resmi olarak görünmeyen kültürel, sosyal ve psikolojik kodları olan temelde cinsiyet farklılığına dayanan bir olgu olarak düşünülmektedir. Mukherji (2010, ss ), ilk bakışta kadınların iş hayatında daha üst basamaklara çıkışının önünde engeller oluşturulması gibi görünen cam tavan, temelde bunun da ötesinde kadınların iş hayatlarında kendilerini iş ortamına adapte olamamış ve güçsüz bireyler olarak hissetmelerini sağlayan bir durum olduğu görüşündedir. Bu görüşünü, cam tavan yerine cam ev düşüncesiyle kuvvetlendirmektedir ki, ona göre, kadınların önündeki görünmez engellerin yalnızca dikey olarak düşünülmemesi, aynı zamanda yatay olarak da bir gerçeklik ifade ettiği anlaşılmaktadır. Yine kendi ifadesiyle, kadınlar yalnızca üst yöneticilik konumuna yükselirken görünmez engellerle karşılaşmıyorlar, aynı zamanda orta kademe yöneticilik pozisyonlarında ve hatta alt kademede dahi bir üst konuma yükseltilme dışında kalan diğer konularda da bu görünmez engellerle karşı karşıya kalıyorlar. Mukherji nin buradaki açıklamalarından, iş hayatındaki kadınların öğrenilmiş bir çaresizliğe itilmesini de cam tavanla açıklamak mümkün görünmektedir. İster cam tavan veya isterse de bunun ötesinde bir düşünce olan cam ev olarak düşünülsün, erkeklerden farklı olarak kadınların iş hayatında bir takım zorluklarla karşılaştıkları muhakkaktır. Bu konuda araştırma yapan Reardon (2014), bu dengesizliği açıklamada tek başına cinsiyet ayırımcılığının yetersiz olduğunu belirtir. Ona göre bu dengesizliğin altında yatan asıl sebep süregelen işlevsiz iletişim biçimleri ve kadınlara mal edilmiş kalıplaşmış yargılardır. O, işlevsiz iletişim biçimlerine örnek olarak kadınların giyinişleri veya bakışları ile ilgili uygunsuz sözler, onların sözlerinin toplantılarda uygunsuz olarak kesilmesi ve onların fikirlerinin önemli toplantılardan çıkarılmasını göstermektedir. Yine o, erkeklerin kadınlarla sosyal hayatta iş hayatından daha kolay iletişimde olabilmesini temel problem olarak görmekte ve bundan dolayı iş hayatındaki kadınlar erkeklerin kalıplaşmış etiketlemeleri doğrultusunda anne, kız kardeş veya müstakbel sevgili olarak görülme eğilimindedirler. Reardon bu davranış biçimini küçük ve şirin görme sendromu olarak adlandırmaktadır. Bu sendroma göre ne zaman ki kadınlar üst bir konuma yükselse onlar daha fazla küçük ve şirin olarak görülmekten çıkarak bir tehdit unsuru halini almaktadır. Reardon a (2014) göre kadınların büyük bir kısmı da kendilerini erkek egemen ortama kabul ettirmek maksadıyla bu sendromun mağduru olana dek gerekliliklerini yerine getirmektedirler. Reardon a (2014) göre kıdemli yönetici pozisyonundaki kadın sayısının artması için iş hayatında süregelen işlevsiz iletişim biçimlerinin farklı bir iletişim tarzı ile değişmesi gerekmektedir. Örnek olarak, bir gıda firmasının dört yöneticisinden biri olan 40 yaşındaki tek kadın yönetici Janet, kendisinden habersiz diğer üç yöneticinin resmi olmayan bir toplantıda ellerindeki proje ile ilgili önemli bir karar alındığını öğrenmesi üzerine yöneticilerden Fred ile karşılaşır. Janet Fred e duygusal bir tarzda sitem ederek kendisini bu proje dışında hissettiğini

172 Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar 167 belirtir, ancak Fred bu duygusallığı sezdiği için Janet e konuyu kişiselleştirmemesi telkininde bulunarak Janet i geçiştirir. İşte bu noktada Reardon, bu işlevsiz iletişim örneğinde Janet'in duygusal yaklaşımının Fred e konuyu geçiştirme imkanı sağladığı görüşündedir ve Janet in dolaylı ima yerine direk olarak bundan sonra kendisinden habersiz bir toplantı olmamasını söylemesi gerektiğini belirtmektedir. Reardon a (2014) göre, kadınların daha fazla üst yönetici olabilmeleri için, feminist olarak etiketlenme korkularını yenerek ve risk alarak dolaylı iletişim yerine doğrudan iletişim yollarını kullanmaları gerekmektedir. Kadınların iş hayatında üretken olmadıkları için erkeklerden geride kaldıkları iddiası da gerçekleri yansıtmamaktadır. Kadınlar çoğu tarafsız ölçümde imalat sanayiden tutun da ileri teknoloji pazarına kadar birçok alanda yöneticilik vasıfları ve kabiliyetleri yönünden erkekleri geride bıraktıkları halde cam tavanla karşı karşıya kalmaya devam etmektedirler (Kolade & Kehinde, 2013, ss.79-99). Yine Kaliforniya da 52 adet farklı yöneticilik vasıf ve kabiliyetleri göz önüne alınarak yapılan bir araştırmaya göre yüksek kaliteli çalışma, hedef koyma ve danışmanlık yapabilme gibi 42 adedinde kadın yöneticilerin erkek yöneticileri geride bıraktıkları görülmüştür (Kolade & Kehinde, 2013, ss.79-99). Fakat erkek egemen iş kültürü başarıyı elde edilen kazanç, statü ve etki alanının yüksekliği ile değerlendirirken, kadın egemen iş kültürü ise insanlar arası iletişim ve etkileşimi ön plana almakta ve kendileri gibi olabilme çabasında, bir yandan çalışma saatlerinin esnek olmasını talep ederken diğer yandan da işyerlerine anlamlı katkılarda bulunarak hem takımın bir parçası olmak hem de yaptıkları bu katkının takdir edilmesini istemektedirler (Mukherji, 2010, ss ). Kadınların çalışma prensipleri erkeklerden farklılıklar göstermektedir. Niederle nin 2005 de yapmış olduğu bir araştırmaya göre, kadınların yarışın hakim olduğu bir atmosfer içinde bulunmaktan hoşlanmadıkları, yarış ve rekabetten uzak durdukları görülmüştür. Ona göre, bu ruh hali de kadınların daha kazançlı olan üst düzey pozisyonlara ulaşmalarında erkeklere oranla daha az şanslarının olmalarına sebep olmaktadır. Yine ona göre, işyerindeki erkek egemen gayrı resmî network rahat ve aynı zamanda takdir toplayacak görevleri kendi aralarında taksim ederken, hiçbir taliplisi olmayan görevleri ise bu networkun dışında kalan bayanlara yönlendirmektedir ki, bu da kadınların üst düzey pozisyonlara ulaşmalarının önünde bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır (Mukherji, 2010, ss ). Özellikle kadınların geleneksel olarak erkek egemen yapıda kabul edilen mesleklere girmesi ile erkek egemen değerleri daha başlangıçta kabul etmiş olmaları kendilerinden beklenmektedir ki bu da onların daha kararlı, sert, hırslı, iddiacı yapıda olmalarını gerektirmektedir (Temel, Yakın ve Misci, 2006, s.31). Tarihsel olarak bakıldığında model olarak gösterilen iyi bir yönetici erkek bir kişi olarak algılanmaktadır. Mukherji ye (2010, ss ) göre, bu tarihsel yaklaşım işlevselliğini hala sürdürmekle birlikte kadınları fasit bir daireye sürüklemekte ve onları her şartta mağlup olmakla karşı karşıya bırakmaktadır. Ona göre, konu eğer tarihsel kalıplaşmış önyargı çerçevesinde değerlendirildiğinde kadının uygun bir yönetici olmayacağı karşımıza çıkmakta iken, eğer ki kadın gerçekten tutarlı bir yönetici ise uygun bir kadın olmadığı damgasını yemektedir. Cam tavanın gerçek bir olgu olduğu kanaati hem batıda hem de diğer toplumlarda yaygındır. Cam tavan ABD şirketlerinde yaygın olarak gözlenmektedir, şöyle ki yönetici konumundaki %92 oranındaki kadınlar böyle bir durumun var olduğunu düşünmektedirler. Cam tavan kadınların iş üretkenliğini düşürmekle ülke ekonomisine çok pahalıya mal olmaktadır. Ayrıca orta düzey kadın yöneticilerin %80 i de cam tavan sebebiyle mevcut kariyer hayatlarını sonlandırarak kendi işlerini kurmaya yönelmişlerdir (Belle, Townsend & Mattis, 1998, ss ). Batı dünyasında yapılan araştırmalar neticesinde cam tavanın olduğunun birinci göstergesi olarak kadın erkek arasındaki maaş farkı görülmektedir. İkincisi, erkek egemen yönetim kültürüdür. Üçüncüsü, bayanların erkeklere nazaran daha yüksek dozajda eleştiri ve tenkide uğramasıdır. Dördüncüsü, rol model olabilecek üst düzey bayan yönetici eksikliğidir (Mukherji, 2010, ss ).

173 Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 168 Nijerya da yapılan bir araştırmaya göre, Nijerya kadınlarının proje ve inşaat şirketlerinde çok az temsil edildiğini göstermiş ve bu temsil oranının çok düşük olmasının nedenlerini şöyle sıralamıştır. Birincisi, kadınların ailelerine karşı sorumluluklarını yerine getirememe endişesidir. İnşaat sektöründe çok sık şehir değiştirme ile karşılaşılması ve uzun çalışma saatleri gerektirmesi sebebiyle kadınların çocuklarının belirli bir yaşın üzerine gelmesine değin bu sektörden gelen teklifleri kabul etmedikleri görülmüştür. İkincisi, kadınlar tarafından inşaat sektörünün imajının olumsuz algılanmasıdır. Bu sektördeki erkek egemen alt kültür, argo dil kullanımı ve zor çalışma koşulları sektörün kadınlar tarafından çekici bulunmamasına yol açmaktadır. Üçüncüsü, inşaat mühendisliği, harita mühendisliği, mimarlık gibi inşaat sektörüne üst düzey eleman yetiştiren bölümlerdeki ana derslerin her ne kadar resmiyette olmasa da pratikte kadınlara eğitim imkanı tanımayacak şekilde tasarlanmasıdır. Dördüncüsü, bu sektörün uzun çalışma saatlerinin ve zor çalışma koşullarının bulunması sebebiyle işverenlerin erkeklere nazaran daha nazik olan kadınları işe almak ve eğitmekte isteksiz olmalarıdır. Beşincisi, erkek egemen olan bu sektörde, kadınların kendilerine danışmanlık yapacak ve yönlendirecek kişilere ulaşılabilecek gayrı resmî iletişim ağlarının bulunmamasıdır. Altıncısı, sektördeki erkeklere verilen ücretlerin kadınlardan fazla olması, kadınların performanslarının düşük görülmesine yönelik önyargı ve cinsel taciz gibi cinsiyet ayırımcılığına dayalı davranış ve düşünce kalıplarının yoğun olmasıdır. Kolade ve Kehinde ye (2013, ss.79-99) göre eğer burada sayılan altı faktör gözden geçirilerek iyileştirmeler yapılırsa inşaat sektöründe çalışan daha fazla kadın görebilme imkânı doğacaktır. Cam tavan sendromu ile ilgili olarak batı haricinde yapılan diğer bir araştırmada Hindistan da gerçekleşmiştir. Bu araştırmaya göre, Hindistan da her ne kadar sübjektif algılamalarda iş hayatında kadın ve erkek arasında fırsat eşitliği olduğu düşünülse de Cam tavan dünyanın diğer bölgelerinde hissedildiği kadar Hindistan da da hissedilmektedir. Geleneksel kadın için doğru ve uygun olan davranış kalıpları onları erkek aktivitelerinden uzak olmalarına yönlendiriyor. Ayrıca erkeklere kadınların iş hayatında ikincil olmaları gerekliliği direk olarak sorulduğunda hayır cevabı alınsa da, yine erkekler dolaylı olarak kadınların ekmek kazanma görevlerinin olmamasını sebep göstererek kadınların kariyer yapmalarının şart olmadığı düşüncesindedirler (Mukherji, 2010, ss ). Buraya kadar sayılanların yanında cam tavan sendromunun gerçek bir olgu olmadığı hususunda da bazı görüşler mevcuttur. Örneğin, Yousry (2006, ss ) kadınların hedeflerine ulaşmasının önündeki algılanamayan engeller olarak takdim edilen cam tavanın öfke ve kızgınlığı temel alan bazı feministler tarafından icat edilmiş bir metafor olduğunu iddia etmektedir. Yousry ye göre, cam tavan bir cam değil, camdan da güçlü olan bir inançtır. Eğer siz bazılarının sizin başarısız olmanız için çaba gösterdiğine inanmışsanız kaybedeceksinizdir, eğer siz yukarı kademelere ulaşmanızın cinsiyetiniz, yaşınız, dininiz veya herhangi bir sıfatınız sebebiyle engelleneceğine inanmışsanız kaybedeceksiniz, ve yine eğer siz başarılı olabilmeniz için yeni hükümet desteklerine ve yasal kurallara ihtiyacınız olduğuna inanmışsanız kaybedeceksiniz demektir. Fakat buraya kadar işaret edilen araştırmaları yorumlamak gerekirse, Yousry nin tamda aksi istikametinde bir çıkarımda bulunmak gerekmektedir, çünkü cam tavan sendromu Yousry nin psikolojik indirgemesinin çok daha ötesindedir. Bu sebeple, cam tavanı iş hayatında kadınların karşılaşmış oldukları engelleri ifade eden pratikte var olan bir olgu olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu sebeple çalışmanın üçüncü bölümünde söz konusu olguyu değiştirmeye katkı sağlayacak etkili liderlik teknikleri ele alınacaktır.

174 Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar ETKİLİ LİDERLİK TEKNİKLERİ İLE CAM TAVANI KIRMA Şüphesiz ki iş hayatında kadınlara yönelik bir cam tavan olgusunun varlığının kabul edilmesi önemlidir fakat yeterli değildir. Cam tavanın kırılması ve iş ortamındaki gerek açık ve gerekse de gizli engellerin ortadan kaybolması için köklü değişikliklere ihtiyaç vardır (Belle, Townsend & Mattis, 1998, ss ). Cam tavan olgusunun gerçek olduğu düşüncesindeki kadın, çalışma hayatında daha üst basamaklara tırmanmanın imkânsız olduğu inancında olup çalışma motivasyonundan yoksundur, çünkü sıkı çalışmanın ve azmin iş hayatında karşılığının olmadığı kanaatindedir (Dreher, 2003, s.542). Bu sebeple hangi faktörlerin kadınların iş hayatında üst düzey yönetici pozisyonuna gelmelerine katkı sağlayabileceğinin açığa çıkarılması cam tavanın kırılmasında etkili olacaktır. Koçel (2013, ss ) yöneticilik ve liderlik arasında birçok farkın olduğunu ifade etmektedir. Örneğin yönetici mevcut koşullar altında organizasyonun en iyi sonucu üretebilmesine çalışırken, liderlik ise işletmenin değişmelere uyabilmesi için gerekli yenilik ve düzenlemeleri yapmak, organizasyona yeni bir vizyon vermekle ilgilidir, yine yöneticilik tanımlanan hedeflere ulaşma, liderlik ise değişim ve dönüşüm yapabilme işidir. Ancak, etkili liderlik özelliklerine sahip olmak bir yönetici de olması gereken vasıfların başında gelmektedir. Kadın üst yönetici sayısını artırmanın yolunun bu durumun kadın veya erkeklerin ön yargısından kaynaklandığını iddia ederek değil, üst düzey yönetici olmaya aday olan kadınların kariyerlerinin yolunu açacak liderlik vasfını onlara kazandırmakla olacağı düşüncesindedir (Bickford, 2011). Bu bağlamda kadınların bireysel liderlik becerilerinin geliştirilmesinin cam tavanın kırılmasında en önemli faktör olduğu çıkarımında bulunmak mümkündür. Burada kadınların cam tavanı kırması için ne tür bir bilgi ve tecrübeye sahip olmaları gerektiği sorusu ve aynı zamanda nasıl bir liderlik programı ile bu bilgi ve tecrübenin desteklenebileceği durumu ortaya çıkmaktadır. Cam tavan sendromu ile ilgili yapılan önceki araştırmalar genellikle orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların erkek meslektaşları seviyesinde nitelik ve yetkinliklere sahip olduklarını iddia etmektedir. Fakat sahip olunan bu nitelik ve yetkinliklerin kadınların üst düzey yönetici olabilmelerinin önünü açmakta yetersiz olduğu gözlenmektedir. Bu bağlamda çeşitli araştırmalar tarafından orta kademe yönetici pozisyonundaki kadınların üst düzey yönetici pozisyonlarına geçmelerine yardımcı olabilecek bazı potansiyel başarı faktörleri belirlenmiştir. İşte bu potansiyel başarı faktörlerini McCarthy (2001, ss.35-38) şu şekilde özetlemektedir: tutarlı sonuç üretebilme kapasitesine sahip olmak, gizli veya açık kurumsallaşmış engellerin farkında olmak, informal kültür ve normların farkında olmak, deneyim-beceri yetkinliklerine sahip olmak, örgütsel politika ve güçler dengesinde kiminle ve nasıl bir stratejik ortaklığa girileceğini doğru tahmin eden örgütsel koalisyonlar oluşturmak, iletişim becerilerini iyi kullanabilmek, entelektüel, duygusal, fiziksel ve ruhsal olarak zorluklara tahammül edebilecek güçte olmak, mevcut işiyle ilgili özel bilgi ve beceriye sahip olmak ve çevresel düşünme yetenekleri ile büyük resmi görme yeteneğine sahip olmak. Yeterince kadın yönetici var olmamasından kaynaklı olarak kadınlar yöneticilik pozisyonlarının hayatın doğal akışı içerisinde yalnızca erkeklere ait olması gerektiği hususunda önyargı kalıplarına sahip olabilirler (Ibarra, Ely & Kolb, 2013, s.5). Bu önyargıların kırılması için kadınların liderlik becerilerin geliştirilmesinde onlara yardımcı olacak rehberlere ihtiyaç duyulmakta ve neticede kadınların çağdaş liderlik vasıflarına sahip olmaları gerekmektedir. McCarthy (2001, s.7) orta kademe yönetici pozisyonundaki kadınların liderlik gelişimi için yenilikçi eğitim programının yapılması gerekliliğini iddia etmektedir ki orta kademeden üst kademeye daha fazla kadın yönetici geçebilsin. Onlara göre, liderlik öğrenilebilen bir olgudur ve hem üst düzey yönetici pozisyonundaki kadın sayısının yetersizliği hem de üst düzey yönetici pozisyonundaki kadınlara yönelik eğitim faaliyetlerinin yetersizliği bu öğrenilebilen liderlik olgusundan kadınları yoksun bırakmaktadır.

175 Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 170 Kadınların liderlik vasıflarını kullanarak daha fazla üst düzey yönetici olabilmelerini anlamak için öncelikle eski ve yeni liderlik anlayışını irdelemek gerekmektedir. Tarihsel olarak, liderlerin seçkin bir aileden doğuştan gelen ve erkek olduğu düşünülürdü. Yine son on veya yirmi yıla kadar lider kadın düşünülemez bir olgu olarak görülmekte olup, erkek, teknokrat, hiyerarşik, kısa vadeli, pragmatik ve materyalist bir lider profili ön plana çıkmakta idi. Fakat 21. yüzyıla girerken liderlik kavramı üzerinde temelde bir değişiklik meydana gelmiş, iletişim ve motivasyon becerilerini ön plana alan, bireysellikten öte işbirliğine dayalı dönüşümcü bir liderlik kurumu ortaya çıkmıştır (Conger, 1999, ss ). İşbirliğine ve değişime odaklı bu liderlik anlayışında kadınlara yer açılmaktan ziyade onlara ihtiyaç hâsıl olmuştur, çünkü örgüt içerisinde mikro ve makro düzeydeki her türlü işbirliğine dayalı değişim faaliyetlerinde kadınlar daha etkili ve hızlı bir rol almaktadırlar (McCarthy, 2001, ss.11-12). Geleneksel liderlik anlayışı düşünce yapısına göre kadın lider adayları bir kaybetme kısır döngüsündedirler. Şöyle ki; eğer kadınların davranışları kalıplaşmış cinsiyet önyargılarına dayalı hareket tarzına uyuyorsa onlar iyi bir lider olarak düşünülmemektedir ve eğer kadınların davranışları iyi bir lider noktasında ise onlar normal bir kadın olarak düşünülmemektedir (Mukherji, 2010, ss ). Çağdaş liderlik anlayışında ise kadınların varlığı vazgeçilemezdir ve işte bu zaruretten dolayı bazı kadın liderlere göre, bir kadın olmak için daha iyi bir zaman var olmamıştı. (Ziegler, 2003). Çoğu araştırmacılar liderlik davranışlarının cinsiyete göre farklılık gösterdiğini düşünmektedir. Erkekler başarı odaklı, iddialı ve maddi ödüllerle motive olan liderlik davranışlarını ön plana çıkarmaktadır (Claus, Callahan & Sandlin, 2013, s.333). Kadınlar, erkekler tarafından pek de önemsenmeyen davranış ve nitelikleri bir liderlik biçimi olarak öne çıkarmaktadırlar. Bunların arasında özerk ve geleneksel liderlikten ziyade işbirliği ve takım ortamında çalışma önceliği, yöneticiler ve çalışanlar arasında işbirliği düşüncesi, daha az kontrol, sezgi, empati ve akılcılığı içeren problem çözme, sevecen, yardımsever, etkin dinleme becerileri, açık, eşitlikçi, daha iyi ve toplumsal gelişme için bir arzusu olan liderlik davranışları gelir. İlave olarak kadınlara göre liderlik hiyerarşik bir yapı değildir, bir değişiklik yapma ve bir yenilik oluşturmadır, etik kurallarla beslenir, çeşitliliklere önem verir, öz farkındalık ve cesaret gerektirir (McCarthy, 2001, ss ). Kadınların iş hayatında yükselmelerinin önündeki gizli engellerin ortadan kaldırılmasında orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların takip edebilecekleri rol modellerin ön plana çıkarılması gerekmektedir. ABD de bulunan en zengin 1000 şirkette bulunan yönetici veya yönetici yardımcısı konumundaki kadınlarla cam tavandan nasıl kurtuldukları hakkında yapılan araştırma neticesinde; gösterebilecekleri en iyi performansı sergiledikleri, çevredeki erkeklerin daha rahat davranış sergileyebilecekleri bir profesyonel çalışma stili benimsedikleri, iş hayatları boyunca yalnızca bir alanda değil farklı alanlardaki görevleri üstlendikleri, mutlaka bir rehber veya danışmanın fikir ve önerilerinden istifade ettikleri anlaşılmıştır (Belle, Townsend & Mattis, 1998, ss ). Erkeklerin kariyer ilerlemesi için gerekli olan kaçamak kurallar kümesi, bilgi, beceri ve davranış koduna karşı daha bilinçli oldukları söylenebilir. Orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların bu kodları öğrenip uygulaması onların üst düzey yöneticiliğe geçmesinde faydalı olacaktır. Kadınların cam tavanı kırıp yukarı basamağa çıkabilmeleri için yeterlilik, sonuç alabilme, güçlü ilişkiler geliştirebilme ve dayanıklılık olmak üzere dört kritik başarı faktörü belirlenmiştir (McCarthy, 2001, s.22). Bu faktörlerin elde edilebilmesi için kadınların benlik saygılarını olumlu yönde etkileyecek ve onların karşılaştıkları çevresel güçlülüklere karşı mücadele etmelerine katkıda bulunacak etkili bir liderlik gelişimi programlarına ihtiyaç vardır (McCarthy, 2001, s.144).

176 Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar 171 Bugün liderlik programlarına katılmak kadınların yüklenmesi gereken bir yük değil, bilakis iş hayatındaki kadınların hayatının bir parçası haline gelmesi gereken bir durumdur (Hacıfazlıoğlu, 2010, s. 2267). McCarthy e (2001, ss ) göre kadınlara yönelik liderlik programlarının etkili olabilmesi için programın yalnızca kadınlara yönelik özel hazırlanmış ve erkeklerden arındırılmış bir ortamda yapılması gerekir, çünkü kadınlar erkeklerin olmadığı ortamlarda daha dürüst ve içtendirler ki bu da gelişimi olumlu etkilemektedir. Programların davranış değişimlerine ve bilgi transferine yeteri kadar imkân sağlayacak bir süreye yayılması gerekir. Ona göre bu programlarda orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların üst düzeyde bulunanlarla iletişime ve etkileşime geçmelerinin yolu açılmalıdır. Etkili bir liderlik gelişimi programı alan kadının kendine ait bilgi birikiminin farkında olması, kendi güçlü ve zayıf yönlerini bilmesi ve aynı zamanda takım çalışmalarından rahatsızlık duymayan, doğacak olan başarı ve başarısızlıkları için sorumluluk kabul eden ve her türlü sonucu tecrübe olarak kabul eder pozisyonda olması gerekir. Bunlara ilaveten söz konusu programlarla başarılı liderlerde bulunan risk almaktan korkmamak, esnek ve değişime açık olmak, güvenilirlik, dürüstlük, etik kurallara bağlılık, sabır, adalet ve tutarlılık gibi özellikler de kadın yöneticilere kazandırılmış olacaktır. Liderlik daima değişimle ilgilidir, her değişim de liderlik gerektirir (Koçel, 2013, s. 573). İyi bir liderlik anlayış ve uygulaması eğitilebilen ve geliştirilebilen bir olgu olmakla birlikte değişen eğilimler ile güncel tutulması gerekmektedir. Görünmez engellerin aşılması ve cam tavanın kırılıp üst düzey yönetici pozisyonunda daha fazla kadının yer alması için de liderlik eğitiminin anahtar bir rol oynayacağı yadsınamaz bir gerçektir. 5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Günümüzde kadınlar üst düzey yöneticilik pozisyonunda erkeklere oranla çok az bir paya sahiptir. Fikirlerin derlenmesi neticesinde ortaya çıkan çalışmada bu olgu ile çevresindeki kadınların gelişimini engellemek, gücünü ve pozisyonunu kırmak için çabalayan kadın yöneticinin ruh halini yansıttığını varsayılan kraliçe arı sendromu arasında anlamlı bir ilişkinin olmadığı belirlenmiştir. Yine bu olgu ile iş hayatında kadınların önüne üstü kapalı geçilemez engeller konularak kurumsal merdivenlerin üst basamaklarına erkeklere oranla daha az tırmanabilmeleri manasına gelen cam tavan sendromu arasında anlamlı bir ilişki olduğu belirlenmiştir. Bu sebeple kadınların daha fazla üst düzey yönetici olabilmelerinin yolunu açmanın kraliçe arı sendromu üzerinde durup onu ortadan kaldıracak yöntemleri üretmekten daha ziyade cam tavan sendromu üzerinde yoğunlaşıp bu sendromu ortadan kaldıracak yöntemleri üretmekten geçtiği ve söz konusu yöntemlerin başında kadınlara etkili bir liderlik anlayışının kazandırılması geldiği yargısına varılmıştır. Kadınların yalnızca cinsiyetlerinden dolayı başarılarına ve liyakatlerine bakılmaksızın ilerlemelerinde karşılarına çıkan engelleri ifade eden ve pratikte var olan cam tavanı ortadan kaldırmak kadınların karşı karşıya kalmış oldukları gizli ve açık engelleri anlamak ve bu engelleri aşacak stratejileri geliştirmekle mümkün olabilir. Bu bağlamda kadınların kendilerine bakan bir sorumlulukları olduğu gibi hem topluma hem de yönetime ait bazı yükümlülüklerin olduğu da aşikârdır. Her ne kadar bu çalışma kadınların iş hayatında karşılaştıkları güçlükleri yalnızca psikolojik boyutuyla ele almanın doğru olmadığı kanaatinde olsa da cam tavan sendromunun dolaylı olarak kadınları mevcut durumu kanıksamaya itebileceği de imkân dâhilinde değerlendirilmektedir. Bu sebeple iş hayatındaki kadınların öncelikle etkili bir liderlik gelişimi programı almaları gerekmektedir ki kendilerini öğrenilmiş çaresizlik psikolojisinden kurtarabilsinler. Bu programın desteği ile kadınlar kendilerine ait bilgi birikiminin farkında olacak, kendi güçlü ve zayıf yönlerini bilecek, güçlü ilişkiler geliştirebilecek ve karşılaştıkları çevresel güçlülüklere karşı etkin mücadele edebilecek pozisyona geleceklerdir. İş hayatında

177 Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 172 kadınların üst düzey yönetici olma oranının çok düşük kalmasının değişmez bir durum olmadığının öncelikle kadınlar tarafından benimsenmesi gerekir ki kadınlar başarabilme özgüvenlerine sahip olsunlar ve üst düzey yönetici pozisyonlarına ulaşabilsinler. Kadınların iş hayatında yükselmelerinin önündeki gizli engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik bir takım çalışmalar yapılsa da, kadınlar bunların uygulanabilir olmadıklarını düşünmektedirler. Bu sebeple orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların takip edebilecekleri rol modellerin ön plana çıkarılması gerekmektedir. Söz konusu kadınların başarı öykülerinin ve uyguladıkları yöntemlerin ayrıntılarıyla paylaşılması diğer kadınlara da iş hayatındaki merdivenlere tırmanmanın yollarını açacak ve iş hayatındaki kadınlar için uygulanabilir ve rehber niteliğinde olacaktır. Kadınların içindeki yaşamış oldukları çevre ve toplum tarafından kabullenilip, üst düzey yönetici olarak görülmelerinde bir problemin bulunmaması gerekir. Üst düzey yöneticilerin daha fazla seyahat etme ve daha fazla çalışma durumları ortaya çıkması sebebiyle, üst düzey yönetici pozisyonundaki kadınların öncelikle ailelerinin bu konuda desteklerini almaları da çok önemli bir etken olarak değerlendirilmektedir. Ailesinin ve çevresindeki insanların desteğini alamamış çoğu başarılı kadın ya üst düzey yönetici pozisyonuna gelememiş ya da gelse dahi bu pozisyonunda uzun soluklu kalamamıştır. Kadınların iş hayatında daha etkin olabilmeleri için geliştirilecek bir takım strateji ve politikalara da ihtiyaç vardır. Eğer kadınlara daha öğrenciliklerinden itibaren uygun ortamlarda stajyerlik ve çıraklık yapma imkânı sağlamak gibi kadınları daha fazla gözeten plan ve stratejiler uygulamaya konulursa, kadınların kariyer merdivenlilerini tırmanmaları önündeki engeller hızlı bir şekilde ortadan kalkacaktır. Yine bu geliştirilecek plan ve stratejilere stratejik konumdaki yönetici pozisyonlarının en az %35 inin kadınlara tahsis edilmesi yönündeki Nijerya uygulaması örnek olarak gösterilebilir. Başlangıçta zorunluluk olarak görülen bu uygulama zamanla kendiliğinden gerçekleşecektir. Şöyle ki, bu çalışmada ifade edildiği üzere iş hayatında kadınların rol model olarak görebilecekleri kadın yönetici eksikliği bu tarz uygulamalarla son bulacak ve uygun rol modeller önderliğinde daha fazla yönetici konumunda kadın iş hayatında kendine yer bulacaktır. Yapılan bu çalışma dünya genelinde iş hayatında kadınların karşılaşmış oldukları engellerin nelerden kaynaklandığını ve bu engellerin aşılması için nelerin yapılması gerektiğini açıklığa kavuşturmuştur. Bu araştırma özellikle ülkemizde çalışma yapacak bilim adamlarına ve akademisyenlere bir ayna tutacaktır. Bu bağlamda bu konuda çalışma yapanların her ülkenin farklı bir tecrübeye sahip olduğu ve her toplumun kendine has bir değer yargısının bulunduğunu da göz ardı etmemesi gerekir. Geliştirilen stratejiler ve bu konuda atılacak adımlar farklı tecrübe ve değer yargıları ile taban tabana zıt olmamalıdır.

178 Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar 173 KAYNAKLAR Alcorn, B. (19 Haziran 1995). Commitments Cinderella and the Glass Ceiling Los Angeles Times (pre Fulltext) (Los Angeles, Kaliforniya), s.3. Belle, R.R., Townsend, B. & Mattis, M. (Şubat 1998). Gender gap in the executive suite: CEOs and Female executives report on breaking the glass ceiling The Academy of Management Executive,, ss Bickford, N. (11 Ekim 2011). Queen bees - an evolving species or an office myth?. financialtimes.com. Claus, A., Callahan V. & Sandlin J. (18 Jun 2013). Culture and leadership: women in nonprofit and forprofit leadershippositions within the European Union, Human Resource Development International, published online. Conger, J. A. (Summer 1999). Charismatic and transformational leadership in organizations: An insider's perspective on these developing streams of research. Leadership Quarterly. Dreher, G. F. (Mayıs 2003). Breaking the glass ceiling: The effects of sex ratios and work-life programs on female leadership at the top Human Relations. George, P. (Ekim 2002). Out with the "in crowd" the negative power of queen bees Leadership for Student Activities NASC Edition, s.16. Grant Thornton International Business Report, (2013). Women in senior management: Setting the stage for growth. Hacıfazlıoğlu, Ö. (Güz/Autumn 2010). Yükseköğretimde Lider Olarak Göreve Uyum Sağlama Süreci: Türkiye ve Amerika dan Kadın Liderlerin Deneyimleri, Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri/Educational Sciences: Theory&Practice, ss Hurt, J. (18 Ocak 1995). Glass ceiling cracking slowly Milwaukee Journal (Milwaukee, Wis), s.10. Ibarra, H., Ely, R. & Kolb, D. (September 2013). Spotlight on Women in Leadership, Women Rising: The Unseen Barriers, Harward Business Review. McCarthy, Siobhain A. (2001). Portals in the Glass Ceiling: The Role of Surreptitious Knowledge in the Leadership Advancement of High Potential Middle Management Women, A dissertation submitted in partial satisfaction of the requirements for the degree Doctor of Education University of California, Los Angeles. Mukherji, S. (Ocak-Mart 2010). The Perception of 'Glass Ceiling' in Indian Organizations: An Exploratory Study South Asian Journal of Management, ss Kirwan-Taylor, H. (2013). Suffering from... Queen bee syndrome? Management Today, Nisan, s.14. Koçel, T. (2013). İşletme Yöneticiliği, Beta Yayınları 14. Baskı. Kolade, Obamiro J. & Kehinde, O. (Ocak 2013). Glass Ceiling and Women Career Advancement: Evidence from Nigerian Construction Industry Iranian Journal of Management Studies, ss Rajan, T. V. (16 Ekim 2002). The queen bee syndrome The Scientist, s.9. Reardon, Kathleen Kelley (Text Copyright 2014) They don t get it, do they? Communication in the workplace_ Closing the gap between women and men. Temel, A., Yakın, M. ve Misci, S. (2006). Örgütsel Cinsiyetlerin Örgütsel Davranışsal Yansıması, Celal Bayar Üniversitesi Yönetim ve Ekonomi Dergisi, Cilt:13 Sayı:1,. Yousry, M. (İlkbahar 2006). The Glass Ceiling - Isn't Glass, Business Renaissance Quarterly, ss Ziegler, M., (25 Ağustos 2003). Picture Brightens for Women in Government Federal Times.

179 Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 174 Extended Abstract Nowadays the number of women in senior management positions in business compared to men is very small. In this study, especially benefited from foreign sources, the underlying cause of several factors related to the low number of senior women managers in business associated with only the 'queen bee syndrome' and 'glass ceiling syndrome' are evaluated. According to this study, the first of these two syndromes with women in senior management positions than men to have a very small share is not considered a significant relationship; on the other hand, the second is concluded that a significant relationship. In addition, these two syndromes to be kept in mind in the context of 'leadership' what kind of factors motivating and encouraging women to be senior managers could be useful in removing the barriers that prevent are evaluated. At this point, implications of effective leadership is very important in order to overcome the invisible barrier and break the glass ceiling in senior management positions for more women to take part. The first section of this study has focused on 'queen bee syndrome' and how this syndrome is insufficient to explain the obstacles women have faced in their career progression. The second section has evaluated 'glass ceiling syndrome' and how this syndrome is sufficient to explain the obstacles women have faced in their career progression. The third section has shown the importance of effective leadership approach to break the glass ceiling for women. The last part has addressed what the study expresses now ande how it can be associated with possible future studies on the basis of effective leadership approach removing the barriers from women s career progression. Queen bee in the hives struggles to maintain its power. Likewise, in business it can be found in women carrying the queen bee features. According to Bickford (2011), if a female boss undermines other women, shows little support and makes life difficult for them too, she is said to be suffering from Queen Bee Syndrome. Rather than wanting to advise, support or mentor them, she tries to suppress their contribution and development. However, since the majority of boss is men in business life 'queen bee syndrome' seems inconsistent. Women also take part in team work more than men. Bickford (2011) says that the majority of successful women support and develop all the members of their teams and they are not threatened by the success of colleagues, but take pride in it, particularly if they have taken an active role in supporting that individual s career. All these findings as well as the basic issues referred to here show that 'queen bee syndrome is insufficient to explain the obstacles women have faced in their career progression. Wall Street Journal derived 'glass ceiling syndrome' for the meaning of the apparently invisible barriers that prevent more than a few women from reaching the top levels of management. According to Mukherji (2010, ss ), compared to formal barriers to career advancement such as education or experience requirement, the glass ceiling barriers are less tangible hindrances- frequently anchored in culture, society and psychological factors - that impede women's advancement to upper management or other senior positions. Evidence of the glass ceiling has been described as invisible, covert and overt. Nevertheles, as a result of research conducted in the western world, there are also some indications that show glass ceiling such as, a salary difference between men and women, the dominant male management culture, the higher dosage of critism on women than men,, the lack of senior women managers to be role models (Mukherji, 2010, pp ). Thus, glass ceiling in business life should be evaluated in practice and the relationship between the scarcity of senior women manager in business and the glass ceiling syndrome is significant. Accepting the existence of a glass ceiling phenomenon for women in business is undoubtedly important but not sufficient. Fundemental changes are needed to break the glass ceiling. Effective leadership approach will be one of the most powerful changes that helps women removing the barriers from their career progression. The development of women s leadership skills are needed to break the prejudices that women encountered and consequently will help to guide them. An innovative training program for leadership development of women in middle management positions can provide them to climb senior executives positions. At the end of the 20. Century, the concept of leaderhip changed basically from indivisualism to cooperative theme (Conger, 1999, ss ). Cooperation and exchange-oriented leadership concept has become need women, rather than the place opened to women because the micro and change based on all sorts of cooperation on macro-level activity within the organization, women are getting a more efficient and rapid role (McCarthy, 2001, ss.11-12). Leadership program is also an important tool in today s business life for women in which it is

180 Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar 175 not a burden, it is a situation that should become part of the business life. According to Mc Carthy (2001, ss ), this kind of program should be done in a free environment for women where they are more honest and sincere, which positively affects the development. This program should be a wonderful place for women in middle-level managers to interact women in senior managers. This study find outs what kind of syndromes that women encountered in world-wide business life and how effective leadership may help to overcome obstacles comming from the syndrome of glass ceiling. This research will be helpful particularly for Turkish scientists and academics for holding a mirror. In this context, all countries have a different experience and a unique value which canshould not be ignored in evaluating the situation.

181 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : [201?] Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı Yaklaşıma Yönelik Tutumlarının İncelenmesi * Investigation of Attitudes of Pre-Service Social Studies Teachers The Constructivist Approach Yılmaz GEÇİT ** ÖZ: Bu çalışmada Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi ile Karadeniz Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültelerinin Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dallarında öğrenim gören 316 öğretmen adayının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik görüşleri çeşitli değişkenler açısından analiz edilmiştir. Veri toplama aracı olarak Evrekli ve diğ. (2009a) tarafından geliştirilen 19 maddelik ölçek sosyal bilgilere uyarlanmış ve ön uygulamada güvenirlik katsayısı ölçeğin geneli için.93 (Cronbach's Alpha) olarak belirlenmiştir. Cinsiyet, sınıf, mezun olunan lise türü ile anne-baba eğitim durumları ve ailenin aylık gelir değişkenleri SPSS 16 paket programında t testi, Anova ve kruskal wallis testleri ile analiz edilmiştir. Bu analizler sonucunda kızların erkeklere göre yapılandırmacı yaklaşıma yönelik daha pozitif tutuma sahip oldukları belirlenmiştir. Ayrıca genel ve meslek lisesi mezunlarının Anadolu Lisesi mezunlarına göre bu yaklaşıma daha pozitif baktıkları tespit edilmiştir. Son olarak babası üniversite mezunu olan öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşımı daha fazla benimsedikleri belirlenmiştir. Anahtar sözcükler: Sosyal bilgiler eğitimi, öğretmen adaylarının görüşleri, yapılandırmacı yaklaşım. ABSTRACT: This study was carried out to investigate prospective social studies teachers attitudes towards the constructivist approach against certain variables. The study was implemented with 316 students attending Social Studies Department in Faculty of Education at Recep Tayyip Erdoğan University and Karadeniz Technical University. For data collection, the scale developed by Evrekli et al. (2009) was used. The scale consisting of 19 items was adapted to social studies. A pilot study was implemented and overall reliability coefficient of the scale was found as.93 (Cronbach's Alpha). Study variables including gender, grade, type of high school graduated, parents education level and monthly income of families were analyzed with t test, ANOVA and Kruskal-Wallis tests on SPSS 16. It was found out that girls have a more positive attitude towards constructivist approach than boys. In addition, graduates of regular high schools and vocational high schools were found to have a more positive attitude towards this approach than graduates of Anatolian High Schools. Lastly, a higher attitude towards the constructivist approach was seen among participants whose fathers are university graduates. Keywords: Social studies education, prospective teachers views, constructivist approach. 1. GİRİŞ 2005 yılı sonrası, yapılandırmacı veya yapılandırmacı yaklaşım eğitim literatürümüzde sıklıkla kullanmaya başladığımız kavramlardandır. Öğrenme ortamlarında öğretmen merkezli anlayış yerine öğretmen rehberlik anlayışını getiren, çeşitli etkinliklerle öğretim sürecine öğrenciyi daha fazla çekmeye çalışan, öğrenenin ön bilgileriyle yeni bilgiler arasında bağ kuran ve bu şekilde öğrencinin anlamı yapısallaştırmasını hedefleyen bir anlayışı benimsemiştir. Aslında temeli oldukça eskilere dayanan bu yaklaşımının yeniden popüler olması biraz da günümüz dünyasının ortaya çıkardığı gereksinimlerle ilgilidir. Çünkü oldukça kaotik sorunlarla çevrili toplumsal ve kültürel çevrelerde kısmen daha rahat bir yaşam için bile olsa bireylerin daha sorgulayıcı, daha aktif ve daha sorumlu hareket etmeleri gerekmektedir. Bu bağlamda var olan ve hızla değişen-gelişen bilginin ezberlenmesi değil yeninden yapılandırılması, yorumlanması ve gerekli durumlarda transferi büyük önem taşımaya başlamıştır. Bu yaklaşımda öğrenen, öğrenilmiş bir bilgi ile yeni öğrenilen bilgiyi uyumlu hale getirerek yapılandırdığı bilgiyi, yaşam problemlerini çözmede uygulamaya koyar (Perkins, 1999). Piaget * Bu çalışmanın daha basit bir bölümü VII. Sosyal Bilimler Eğitimi Kongresinde bildiri olarak sunulmuştur. ** Doç.Dr., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Rize-Türkiye, yilmaz.gecit@erdogan.edu.tr

182 Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı 177 ve Vygotsky gibi bilim insanları yapılandırmacılığın gelişimine oldukça katkı sağlarken, Socrates in, "öğretmen ve öğrenenler, karşılıklı konuşup sorular sorarak ruhlarında gizli bulunan bilgiyi yorumlamalı ve oluşturmalıdırlar" fikrini savunması onun ilk büyük yapılandırmacı olarak kabul edilebilmesine de olanak sağlamıştır (Erdem ve Demirel, 2002: 82). Öte yandan yapılandırmacılığı benimseyen ilk eğitimcinin 18. yüzyılda İtalya da yaşayan Giambatista Vico olduğunu ileri süren görüşlerde bulunmaktadır. Ancak Vico nun yapılandırmacı yaklaşımla ilgili görüşleri, o yüzyılda eğitimcilerin fazla dikkatini çekmemiştir (Duffy ve Cunningham, 1996; Akt., Ünal ve Çelikkaya,2009 ). Yapılandırmacı yaklaşım, öğrenmenin gerçekleşmesinden önce her bireyin konuya ilişkin belirli ön bilgiye sahip olduğunu ve yeni bilgileri bu bilgi yapısıyla ilişkilendirerek öğrenmenin gerçekleştiğini belirtmektedir (Evrekli ve ark., 2009b: 134). Öğretim sürecinde ön bilgilerin önemi ve bu bilgilerle yeni bilgiler arasında etkin bir bağ kurma süreci büyük önem taşımaktadır. Bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı ve okul öncesi çağlarda bile bireylerin birçok bilgi edindiği günümüz dünyasında öğrenenlerin tümüyle boş bir levha olarak görülmesi anlayışı gerçekçi bir anlayış olamaz. Öte yandan uygulanan öğretim programları öğrenenlerin ön bilgileriyle ne kadar ilişkilendirilebilinirse başarı şansı o derece yüksek olabilecektir. Yapılandırmacı yaklaşımda bilginin dışarıdan insan zihnine aktarılamayacağı, tam tersine bilginin bireylerin zihinlerinde oluşup şekillendiği kabul etmektedir (Schunk, 2004; Akt., Dinç ve Doğan, 2010). Bu açıdan da bakıldığın yapılandırmacı yaklaşımının ön kabulleri oldukça önemli görülmektedir. Ancak her yaklaşımın olduğu gibi bu yaklaşımın da bazı sınırlılıklarının olduğu bir gerçektir. Eğitsel bir başarı da ancak bu sınırlılıkların farkına varılması ve dikkate alınmasıyla mümkün olabilmektedir. Felsefi yönü ağır basan bu yaklaşım nesnel bilgiyi tümüyle veya büyük oranda reddederken uzlaşmayı, işbirliğini, kültürü, bilginin değişkenlik, geçicilik ve durumsallığını temel almakta, öznellik ve göreceliği ise vazgeçilmez ilkeler olarak görmektedir (Şimşek, 2004: 115). Bu yaklaşım, 2005 yılı sonrasında genel anlamda eğitim sistemimize özelde de sosyal bilgiler öğretim anlayışına hâkim olmaya başlamış ve programlar bu bakış açısıyla hazırlanmıştır Amaç Araştıran, sorgulayan, bilgiyi yapılandıran bireyler yetiştirmeyi hedefleyen yapılandırmacı yaklaşım uygulamaları esasında çeşitli eleştirilere de maruz kalmıştır. Bazı eleştirilerin bizzat program uygulayıcıları olan öğretmenlerden gelmesi de dikkat çekicidir (Çiftçi ve diğ., 2013; Ataman ve diğ., 2009) Çünkü bu anlayışla yetişmeyen ve dolaysıyla öğrenci ve etkinlik merkezli yaklaşımlara mesafeli duran eğitimcilerin direnişleri, yapılandırmacı anlayışının tam olarak uygulanmasına ve zemin bulmasına da engel teşkil edebilmektedir (Geçit ve Bulut, 2012). Bu bağlamda öğretmenlerin, öğretmen adaylarının hatta öğrencilerin bu yaklaşıma yönelik görüşlerinin hangi değişkenler arasında ve ne ölçüde değişimler gösterdiğinin belirlenmesi eğitim programlarının uygulanma başarı açısından önemli görülmektedir. Özellikle sistemin içinde henüz birer çalışan olarak yer almamış aday öğretmenlerin çeşitli konulardaki gözlem, düşünce ve tutumlarının belirlenmesi ve bu tespitler ışığında gerekli revizelerin yapılması eğitim sisteminin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır (Beldağ ve Yaylacı, 2014: 92). Yapılan bazı çalışmalarda yapılandırmacı yaklaşım temelli uygulamaların öğrencilerin akademik başarılarını ve derslere yönelik tutumlarını artırdığı belirlenmiştir (Karaduman ve Gültekin, 2007; Akar, 2003; Gündoğdu, 2010). Yapılandırmacı yaklaşım uygulamalarına oldukça uygun olan sosyal bilgiler dersinin vizyonu ise; 21. yüzyılın çağdaş, Atatürk ilkeleri ve inkılâplarını benimsemiş, Türk tarihini ve kültürünü kavramış, temel demokratik değerlerle donanmış ve insan haklarına saygılı, yaşadığı çevreye duyarlı, bilgiyi deneyimlerine göre yorumlayıp sosyal ve kültürel bağlam içinde oluşturan, kullanan ve düzenleyen (eleştirel düşünen, yaratıcı, doğru karar veren), sosyal katılım becerileri gelişmiş, sosyal bilimcilerin bilimsel bilgiyi üretirken kullandıkları yöntemleri kazanmış, sosyal yaşamda etkin, üretken, haklarını ve sorumluluklarını bilen,

183 Yılmaz GEÇİT 178 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını yetiştirmektir (MEB, 2015). Bu derece önemli bir vizyona sahip olan sosyal bilgiler öğretim programının uygulama başarısı toplumsal gelişimler ve değişimler açısından da önem arz etmektedir. İşte bu çalışmada esas amaç, bu programı uygulayacak olan öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının tespiti, bu tutumların hangi değişkenler açısından farklılık gösterdiği ve çıkabilecek sonuçlar doğrultusunda çeşitli çözüm önerileri sunmaktır Araştırma Modeli 2. YÖNTEM Bu çalışma betimsel nitelikli tarama modelinde bir nicel çalışmadır. Tarama modeli geçmişte veya halen var olan bir durumu var olduğu şekliyle betimlemeyi amaçlayan bir araştırma yaklaşımıdır (Karasar, 2000) Evren ve Örneklem Çalışmanın evrenini Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dallarında öğrenim gören öğretmen adayları oluşturmaktadır. Bu fakültelerde öğrenim gören öğrencilerden tesadüfi örneklem yöntemiyle seçilen 176 kız ve 140 erkek olmak üzere toplam 316 öğretmen adayı araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. 2.3.Veri Toplama Aracı Veri toplama aracı olarak Evrekli ve diğ. (2009a) tarafından geliştirilen 19 maddelik ölçek sosyal bilgilere uyarlanmış ve bazı maddelerde küçük çaplı ifade değişiklikleri yapılmıştır. Sonrasında 98 öğretmen adayına ön uygulama yaptırılmıştır. Bu çalışma sonrasında güvenirlik katsayısı ölçeğin geneli için.93 (Cronbach's Alpha) olarak belirlenmiştir. Kaiser-Meyer katsayısı,94 ve Bartlett s Küresellik Testi,000 düzeyinde anlamlı bulunmuştur. Bu sonuçlar ölçeğin ön uygulamada yeterli büyüklükteki örnekleme uygulandığını göstermektedir. Faktör analizi yapıldığında ise tüm maddelerin faktör yük değerlerinin,431 ile,819 arasında değiştiği belirlenmiş ve değerlerin madde seçimi için kabul edilebilir olduğu söylenebilir. Faktör yük değerinin.63 ve yüksek olması madde seçimi için iyi bir tercihtir. Ancak bir uygulamada az sayıda madde için bu sınır değer.30 a kadar indirilebilir (Büyüköztürk, 2011). Buna göre ölçme aracındaki tüm maddelerin faktör yük değerlerinin uygulama açısından geçerli olduğu söylenebilir. Ölçek 5 li lilert tipli olup, 1 kesinlikle katılmıyorum, 2 katılmıyorum, 3 kararsızım, 4 katılıyorum, 5 kesinlikle katılıyorum şeklinde kodlanmıştır. 11 olumlu ve 9 olumsuz ifadeden ibaret olan ölçekteki olumsuz ifadeler ters yönde yeniden kodlanmıştır Verilerin Analizi Cinsiyet, sınıf, mezun olunan lise türü ile anne-baba eğitim durumları ve ailenin aylık gelir değişkenleri SPSS 16 paket programında t, anova, kruskal wallis ve scheffe testleri ile analiz edilmiştir. Nonparametrik testlerden kruskal wallisin tercih nedeni baba eğitim durumundaki verilerin homojenlik göstermemesidir. Bu test 3 ya da daha fazla değişkeni karşılaştırmak için kullanılır. Parametrik bir test olan kruskal wallis Anovanın parametrik olmayan (nonparametrik) karşılığı bir testtir. Bağımsız değişken düzeyi ikiden fazla olan değişkenlere ilişkin farkların önem kontrolü, varyansların homojenliği durumunda tek yönlü varyans analizi ile, varyansların homojen olmadığı durumlarda ise parametrik olmayan testlerden Kruskal Wallis Testi ile belirlenir (Büyüköztürk, 2002).

184 Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı BULGULAR Bu bölümde öğretmen adaylarının çeşitli özelliklerine göre (cinsiyet, mezun olunan lise türü ve baba eğitim durumları) yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının istatistiksel analizleri yapılmıştır. Öğretmen adaylarının cinsiyet değişkenleri açısından yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının istatistiksel analizi tablo 1 de gösterilmiştir. Tablo 1: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların Cinsiyet Durumlarına Göre t-testi Sonuçları Cinsiyet N Ortalama Standart Sapma t sd p Kız 176 3,818,650 Erkek 140 3,517,762 3, ,00* p<.05 anlamlılık düzeyi Tablo 1 de görüldüğü üzere öğretmen adaylarının cinsiyet durumlarına göre yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumları arasında anlamlı bir farklılık görülmektedir, t(314) = 3,792; p<.05). Kız öğretmen adaylarının tutum düzeyleri erkelere göre daha yüksektir (Kız =3,818, Erkek=3,517). Öğretmen adaylarının mezun oldukları lise türlerine göre ortalama tutum puan değerleri tablo 2 de gösterilmiştir. Tablo 2: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların mezun Oldukları Lise Türlerine Göre Ortalama Puanları Lise Türleri N Ortalama Puan Standart Sapma Genel Liseler 154 3,806,699 Anadolu Liseleri 135 3,504,730 Diğer Liseler 27 3,898,536 Toplam 316 3,685,716 Tablo 2 de görüldüğü üzere tüm lise türü mezunlarının ortalama tutum puanlarının 3 ün üstünde olduğu görülmektedir. Genel lise ile çoğunluğu meslek lisesi mezunu olan diğer liseler değişkenlerinde ortalama tutum puanı 3,8 civarındadır. En düşük ortalama tutum puan ise 3,5 ortalama ile Anadolu Lisesi mezunlarına aittir. Öğretmen adaylarının mezun oldukları lise türlerine göre yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının istatistiksel analizi tablo 3 te gösterilmiştir. Tablo 3: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların Mezun Oldukları Lise Türlerine Göre Anova Testi Sonuçları Kareler Kareler Anlamlı Farlılık Varyans kaynağı SD F p Toplamı Ortalaması (Scheffe) Gruplar arası 7, ,947 Genel >Anadolu Gruplar içi 153,97 313,492 8,024,00* Diğer >Anadolu Toplam 161, p<.05 anlamlılık düzeyi Tablo 3 te görüldüğü üzere Sosyal Bilgiler öğretmen adaylarının mezun oldukları lise türleri ile yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumları arasında anlamlı bir farklılık görülmektedir. Bu farklılık genel lise mezunları ile Anadolu lisesi mezunları ve diğer lise mezunları ile Anadolu lisesi mezunları arasında olmak üzere genel ve diğer lise mezunlarının lehine olarak ortaya çıkmaktadır, (F(2.313)=8,02; p<05). Baba eğitim durumu değişkeni açısından öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının istatistiksel analizi Tablo 4 te gösterilmiştir.

185 Yılmaz GEÇİT 180 Tablo 4: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların Baba Eğitim Durumlarına Göre Kruskal Wallis Testi Sonuçları Eğitim Durumu N Sıra Anlamlı Fark Sd χ2 p Ort. (Scheffe) Okuryazar değil ,45 İlkokul ,03 Ortaokul ,85 Üniversite>Diğer tüm değişkenler Lise , ,74,00* Lise>ortaokul ve okuryazar olmayan Üniversite ,59 Toplam 316 p<.05 anlamlılık düzeyi Baba eğitim durumları bağlamında yapılan 5 li tasnif (Okuryazar değil, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite mezun durumları) puan ortalamaları arasında anlamlı bir farklılık görülmektedir. χ2 (sd=4, n=316)=42,74; p<.05). Grupların sıra puanına bakıldığında üniversite mezunlarının en yüksek puana sahip oldukları, bunu lise mezunlarının takip ettiği görülmektedir. Scheffe testine göre gruplar arasında görünen anlamlı fark üniversite mezunları ile diğer tüm mezun gruplar arasında ayrıca lise mezunları ile okuryazar olmayan ve ortaokul mezunları arasında görülmektedir (tablo 4). 4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME 2005 yılı sonrası eğitim sistemimize ve eğitim felsefemize yeni bir bakış açısı ve uygulama durumu kazandırmayı hedefleyen yapılandırmacı öğretim yaklaşımı sağladığı birçok yarar yanında bazı sınırlılıklar da ihtiva etmektedir. Özellikle öğretmenlerin bu yeni programdaki alternatif ölçme ve değerlendirme yaklaşımları uygulamaları konusunda problemler yaşadıkları bilinmektedir (Akbaş ve Gençtürk, 2013). Öte yandan öğretmenlerin genel olarak yeni öğretim programını benimsemediğini ve yetersiz olarak gördüğünü gösteren çalışmalar da bulunmaktadır (İrez ve Yavuz, 2009). Bir programının başarısı öncelikle bu programı uygulayacakların sahip oldukları pozitif tutumla mümkün olabilmektedir. Bu bağlamda geleceğin program uygulayıcıları yani öğretmenleri olacak olan öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının bugünden belirlenmesi önem taşımaktadır. 316 öğretmen adayının bu yaklaşıma yönelik ortalama tutum puanlarının 3,685 olduğu belirlenmiştir. Bu ortalama puanın yüksek düzeye denk geldiği söylenebilir. Çünkü elde edilen bulguların aritmetik ortalaması ( X ) aşağıdaki aralıklar dikkate alınarak yorumlanır (Özdamar, 2003: 32): Çok düşük: , düşük: , orta: , yüksek: , çok yüksek: Bu çalışmada ayrıca cinsiyet, sınıf, mezun olunan lise türü, anne ve baba eğitim durumları ile yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutum arasındaki ilişki düzeyi ortaya konulmaya çalışılmıştır. Öğretmen adaylarının sınıf düzeyleri, anne eğitim durumları ve aile aylık gelir değişkenleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulgulanmamıştır. Ancak cinsiyet, mezun olunan lise türü ve baba eğitim değişkenleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık ortaya çıkmıştır. Cinsiyet değişkeni açısından bakıldığında kız öğretmen adaylarının daha yüksek bir tutum puanına sahip olduğu görülmektedir. Bu durum kızların, etkinlik ve oyun merkezli yaklaşımlara daha yatkın oluşlarıyla ilişkilendirilebilir. Evrekli ve diğ. (2009b) tarafından yapılan çalışmada da kız öğretmen adaylarının daha yüksek tutum puanına sahip olduğu belirlenmiş ancak bu durumun istatistiksel olarak anlamlı bir fark oluşturmadığı görülmüştür. Ancak kızların daha yüksek puana sahip olmasında onların öğretmenlik mesleğine yönelik

186 Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı 181 tutum ve bakış açılarının daha pozitif oluşunun da etkili olduğu belirtilmiştir. Öte yandan Tanrıögen (1997) ve Çapri ve Çelikkaleli ye (2008) ait çalışmalarda da tutumun cinsiyete göre farklılaşmasına öğretmenlik mesleğine toplumsal bakış açısının neden olabileceği belirtilmiştir. Mezun olunan lise türü açısından bakıldığında, özellikle Anadolu lisesi mezunlarının genel ve meslek lisesi mezunlarına göre bu yaklaşıma daha negatif baktıkları ortaya konulmuştur. Bu durum akademik başarısı daha yüksek ve sınav merkezli düşünen lise türlerindeki öğrencilerin etkinlik ve oyun tarzlı eğitsel yaklaşımlara daha mesafeli olmalarıyla ilişkilendirilebilir. Evrekli ve diğ. ne (2009b) ait çalışma sonucunda da Anadolu Lisesi mezunlarının daha düşük bir puan toplamına sahip oldukları ancak gruplar arasında anlamlı bir farklılığın oluşmadığı belirlenmiştir. Gruplararası anlamlı bir farklılığın oluştuğu diğer bir değişken ise baba eğitim durumudur. Burada özellikle eğitim seviyesi yükseldikçe yapılandırmacı yaklaşıma dönük pozitif algının yükseldiği görülmektedir. En yüksek tutum puanı üniversite mezunu veli çocuklarında görülürken en düşük puan ilk ve ortaokul mezunu veli çocuklarına aittir. Bu genel sonuçlardan sonra şu öneriler sunulabilir: Erkek öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının daha düşük düzeyde oluşu tespitinden hareketle onların da bu yaklaşımı daha fazla benimsemelerini sağlayıcı etkinlik merkezli çalışmalara katılımları sağlanmalıdır. Bu nedenle drama, özel öğretim yöntemleri ve okul uygulamaları derslerinde bu sonuçların dikkate alınması önemli görülmektedir. Anadolu Lisesi mezunlarının daha düşük bir tutum oranına sahip olmaları, onların okulu ve eğitim öğretim süreçlerini daha çok sınav merkezli düşünmeleriyle ilişkilendirilebilir. Öğrenci merkezli, etkinlikli ve oyunlu öğretimlerin zaman alıcı oluşu, sınavlara (KPSS, YGS, LGS gibi) hazırlık sürecinde bir sorun yarattığı algısını doğurabilmektedir. Bu durum esasında eğitim sistemimizin biraz da çelişkileriyle ilişkilidir. Çünkü öğretim programlarımız yapılandırmacı yaklaşım merkezli iken sınav sistemlerimiz bu yaklaşıma pek uygun değildir. Bu durum özellikle akademik kaygısı yüksek olan öğrenciler için önemli bir sorun teşkil edebilmekte ve yapılandırmacı yaklaşıma yönelik negatif tutumlar beslemelerine yol açabilmektedir. Bu sorunun en etkili çözümü, sınav sistemlerinin program anlayışları doğrultusunda yeniden revize edilmesidir.

187 Yılmaz GEÇİT 182 KAYNAKLAR Akbaş, Y. ve Gençtürk, E. (2013). Coğrafya öğretmenlerinin alternatif ölçme-değerlendirme teknikleri ile ilgili görüşleri: kullanma düzeyleri, sorunlar ve sınırlılıklar. Doğu Coğrafya Dergisi, 18(30), Ataman, G. ve Okay, H.H. (2009). İlköğretim müzik öğretmenlerinin yapılandıramacı yaklaşıma dayalı ilköğretim müzik dersi öğretim programına yönelik görüşleri (Balıkesir İli Örneği.). 8. Ulusal Müzik Eğitimi Sempozyumu, Eylül 2009, OMÜ. Akar, H. (2003). Impact of constructivist leariıng process on preservice teacher education students performance, retention, and attitudes. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ortadoğu Teknik Üniversitesi. Beldağ, A. ve Yaylacı, A.F. (2014). Sosyal bilgiler öğretmen adaylarının eğitim sistemi hakkındaki görüşleri. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 13(48), Büyüköztürk, Ş. (2002). Sosyal bilimler için veri analizi el kitabı. Ankara: Pegem A Yayıncılık. Büyüköztürk, Ş. (2011). Sosyal bilimler için veri analizi el kitabı: İstatistik, araştırma deseni, SPSS uygulamaları ve yorum (12. baskı). Ankara: Pegem Yayıncılık. Çapri, B. ve Çelikkaleli, Ö. (2008). Öğretmen adaylarının öğretmenliğe ilişkin tutum ve mesleki yeterlik inançlarının cinsiyet, program ve fakültelerine göre incelenmesi. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 9(15), Çiftçi, S., Sünbül, A.M. ve Köksal, O. (2013). Sınıf öğretmenlerinin yapılandırmacı yaklaşıma göre düzenlenmiş mevcut programa ilişkin yaklaşımlarının ve uygulamalarının eğitim müfettişlerinin görüşlerine göre değerlendirilmesi. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 9(1), Dinç, E. ve Doğan, Y. (2010). İlköğretim ikinci kademe sosyal bilgiler öğretim programı ve uygulanması hakkında öğretmen görüşleri. Sosyal Bilgiler Eğitimi Araştırmaları Dergisi, 1(1), Erdem, E. ve Demirel, Ö. (2002). Program geliştirmede yapılandırmacı yaklaşım. Hacettepe Eğitim Fakültesi Dergisi, 23, Evrekli, E., Didem İ., Balım, A.G.,Kesercioğlu, T. (2009a). Fen öğretmen adaylarına yönelik yapılandırmacı yaklaşım tutum ölçeği: geçerlilik ve güvenirlik çalışması. Türk Fen Eğitimi Dergisi, 2, Evrekli, E., Didem İ., Balım, A.G.,Kesercioğlu, T. (2009b). Fen öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının incelenmesi. Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, XXII (2), Geçit, Y. ve Bulut. N. (2012). Sınıf Öğretmenlerinin İlköğretim 4 ve 5. Sınıf Sosyal Bilgiler Programına Yönelik Görüşlerinin Bazı Değişkenler Açısından İncelenmesi. 11. Ulusal Sınıf Öğretmenliği Sempozyumu, Mayıs, Recep Tayip Erdoğan Üniversitesi, Rize. Gündoğdu, K. (2010). The effect of constructivist ınstruction on prospective teacher s attitudes toward human righs education. Electronic Journal of Resarch in Educational Psychology, 8(1), İrez, S. ve Yavuz, G. (2009). Biyoloji öğretmenlerinin yeni öğretim programlarının getirdiği değerlendirme yaklaşımları hakkındaki görüş ve uygulamaları. M.Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 30,

188 Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı 183 Karaduman, H. ve Gültekin, M. (2007). the effect of constructıvıst learnıng prıncıples based learnıng materıals to students attıtudes, success and retentıon ın socıal studıes. The Turkish Online Journal of Educational Technology, 6(3). Karasar, N. (2000). Bilimsel araştırma yöntemleri. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Meb, (2005). Sosyal Bilgiler Dersi 6 ve 7. Sınıflar Öğretim Programı ve Klavuzu. Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Ankara. Özdamar, K. (2003). Modern bilimsel araştırma yöntemleri. Eskişehir: Kaan Kitabevi. Perkins, D. N. (1999). The many faces of constructivism. Educational Leadership, 57(3), Şimşek, N. (2004). Yapılandırmacı öğrenme ve öğretime eleştirel bir yaklaşım. Eğitim Bilimleri ve Uygulama, 3(5), Tanrıogen, A. (1997). Buca Eğitim Fakültesi Öğrencilerinin Öğretmenlik Mesleğine Yönelik Tutumları. Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. 3, Ünal, Ç. ve Çelikkaya, T. (2009). Yapılandırmacı Yaklaşımın Sosyal Bilgiler Öğretiminde Başarı, Tutum ve Kalıcılığa Etkisi (5. Sınıf Örneği). Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 13 (2):

189 Yılmaz GEÇİT 184 Extended Abstract Since 2005, constructivism, also called constructivist approach, has been one of the concepts often used often in our educational literature. With this approach, the teacher-centred learning environment has been replaced with facilitating role of teachers. Also the understanding has evolved to attract learners more to the teaching process through various activities, establish a link between the new information and prior knowledge of learners and thus help learners structuralize the meaning of what is learnt. Constructive approach which aims to raise individuals researching, questioning and structuring the information has been exposed to many critics, in fact. It is quite remarkable that the harshest criticism is raised by some teachers, the exact actors in charge of implementing the instructional curriculum. It should be noted that the resistance of the educators not brought up with this understanding and thus distant to the student-centred and activity-centred approach has posed a considerable impediment to profound implementation and finding ground of the constructivist approach. In this context, it seems important for practical success of the instructional curriculum to determine views of teachers, prospective teachers and even students on this approach as well as which variables and at what extent their views vary. This study aims to identify directly attitudes of prospective teachers who will implement this curriculum, by which variables their attitude varies and lastly to provide recommendations in line with the results. For analyzing the views of prospective social studies teachers regarding the constructivist approach by certain variables, 316 students participated in this study. The participants were selected from students attending Social Studies Department in Faculty of Education at Recep Tayyip Erdoğan University and Karadeniz Technical University. An attitude scale was used for collecting data. A pretreatment was implemented and overall reliability coefficient of the scale was found as.93 (Cronbach's Alpha). Study variables included gender, grade, type of high school graduated, parents education level and monthly income of families. These variables were analyzed with t test, ANOVA, Kruskal-Wallis and Scheffe tests on SPSS 16. As a result of the data analysis, the average score of the 361 participants in the scale was found as 3.685, which can be regarded as a high level of attitude. As one of the aims of the study, the level of relationship between the attitude towards the constructivist approach and study variables such as gender, grade, high school of graduation and parents education status was also investigated. As a result, no significant relationship was found between prospective teachers grade levels and parents education level and their attitude towards the constructivist approach. On the other hand, the relationship was found significant between the attitude of participants and the variables such as gender, type of high school and parents education level. From the gender aspect, it was found out that female participants obtained higher scores than males. It can be explained with females being more apt to the game and activitycenteredness. In relation with the high school type, it was seen that graduates of Anatolian High Schools had a lower attitude towards the constructivist approach than graduates of regular and vocational high schools. This could be associated with the distance of high-performing, exam-oriented high schools to the educational approach based on activities and games. Another significant variance was found between the participants attitudes and parents education status. It was seen that the positive attitude towards the constructivist approach increased as education level increased. The highest attitude score was obtained by the children of university-educated parents, while the lowest scores were obtained by the students born to parents with elementary and secondary level of education.

190 Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı 185 In the light of the study findings, following recommendations might be offered: Taking into account the lower level of attitudes of male participants towards the constructivist approach, they should be involved in activity-based, in-service training so that they can internalize the approach better. As another finding, the lower attitude of graduates of Anatolian High Schools could be caused by their perception of schooling and instruction as an examination-oriented process. The fact that student-centred, activity and game-flourish instruction is time-consuming might lead to thinking among students that it constitutes a problem in the examination preparation stage; i.e. KPSS, YGS, LGS. This, in fact, is associated with contradictions of our education system to a certain extent because our instructional curriculum is constructivist-oriented, while the examination system does not align with this purpose. This might cause an important problem for students who suffer from high levels of academic concern. As a result, they might develop a negative attitude towards the constructivist approach. It is thought that revising soonest the examination systems in accordance with the curriculum would be the most effective solution to this problem.

191 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEU Journal of Social Sciences) 2 : [201?] Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin Çeşitli Değişkenler Bakımından İncelenmesi Investigation of Science Teacher Candidates Physics Self-Efficacy in terms of Different Variables Ayşe SERT ÇIBIK *, Hümeyra TURGUT **, Çiğdem Selvi AKKUŞ *** ÖZ: Bu araştırmada fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları; alt boyutlar, yerleşim yeri, cinsiyet, sosyo-ekonomik düzey, Genel Fizik-I başarısı ve Genel Fizik-I notu değişkenlerine göre incelenmiştir. Araştırmanın örneklemini; eğitim-öğretim dönemi bahar yarıyılında Ankara ve Adana da bulunan devlet üniversitelerinin Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Eğitimi Ana Bilim Dalında öğrenim gören, basit seçkisiz örnekleme yoluyla seçilen toplam 111 öğretmen adayı oluşturmuştur. Değişkenlerin değişiminin belirlenmesinde Fizik Öz-Yeterlik Ölçeği (FÖÖ), veri toplama aracı olarak kullanılmıştır. Araştırma sonunda; FÖÖ alt boyutlarının orta düzeyde olduğu, Fizik Bilgilerini Hatırlayabilme Öz-Yeterliliği alt başlığı minimum puanının diğer alt boyutlara göre düşük olduğu tespit edilmiştir. Fizik öz-yeterlik inançlarında, il bazında anlamlı farklılık olduğu ve bu farklılığın Ankara daki adaylar lehine olduğu tespit edilmiştir. Cinsiyet değişkeni için de il bazında anlamlı farklılık olduğu ve bu farkın hem kız hem de erkek öğrencilerde Ankara daki adaylar lehine olduğu görülmüştür. Adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik inançlarının değişiminde, ebeveynlerin öğrenim ve gelir düzeyi değişkenlerinin anlamlı bir fark yaratmadığı belirlenmiştir. Genel Fizik-I başarısı ve notu ile fizik özyeterliliği arasındaki ilişkide ise farklılığın, yüksek başarılı ve ders notu puan aralığında olan adaylar lehine olduğu görülmüştür. Anahtar sözcükler: Fen Bilgisi Öğretmen Adayı, Fizik Öz-Yeterlik, Yerleşim Yeri, Cinsiyet, Sosyo- Ekonomik Düzey, Genel Fizik-I Başarısı ve Notu ABSTRACT: In this study, self-efficacy beliefs of teacher candidates, who study in department of science education, towards physics course were investigated. This investigation was carried out according to the subdimensions and living location, gender, socio-economic level, General Physics-I course success and General Physics I course grade variables. The sample of the study was consisted of a total of 111 teacher candidates who study in state universities in Ankara and Adana in academic year spring semester who were selected by a simple randomized method. Physics Self-Efficacy Scale (PSS) was used as the data collection tool in order to define the change in variables. Considering the subsections of scale at the end of the study it could be conferred that PSS subdimensions are at mid-level and the minimum score of Self-Efficacy of Remembering Physics Knowledge subdimension is lower than the other sub-dimensions. In terms of living location, there is a meaningful difference and it s in favor of candidates from Ankara. In terms of gender, there was again a meaningful difference for living location; both females and males from Ankara got higher scores than candidates living in Adana. It was observed that there is no meaningful difference in self efficacy beliefs of teacher candidates in terms of parental education and income levels. For the relationship between candidates grades and success in General Physics-I course and selfefficacy, the difference was observed in favor of highly successful and grades between Keywords: Science Teacher Candidate, Physics Self-Efficacy, Location, Gender, Socio-Economic Level, General Physics-I Success And Grade * Yrd. Doç. Dr, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği Anabilim Dalı, sertcibik@gmail.com ** Yüksek Lisans Öğrencisi, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği Anabilim Dalı, humeyratrgt@gmail.com *** Yüksek Lisans Öğrencisi, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği Anabilim Dalı, cigdemselvi90@gmail.com

192 Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin GİRİŞ Eğitim, bütün öğrenimleri içine alan ve hayat boyu devam eden öğrenme faaliyetini ifade etmektedir (Kurtkan, 82). Eğitimde amaçların gerçekleştirilmesi, sistemin bütün parçalarının uygun şekilde çalışması ile mümkün olabilir. Çağdaş eğitim anlayışında öğretmen, öğrenci, yönetici, müfettiş, okul, çevre ve aile birbiri ile sıkı bir etkileşim içinde olan bir bütünün parçalarıdır. Bunların etkili ve verimli bir şekilde çalışmasını sağlayarak eğitimin hedeflerine ulaşılmasında kilit konumda öğretmen vardır (Kahyaoğlu ve Yangın, 2007). En genel tanımlama ile öğretmen; öğretme-öğrenme süreçlerini örgütleyen, iyi bir yönetici, iyi bir gözlemci ve nitelikli bir rehberdir (Küçükyılmaz ve Duban, 2006). Bu bağlamda, öğretmenlik mesleği günümüzde daha fazla yeterlik gerektiren bir meslek haline gelmiştir. Eğitimde, öğrencilerin istenilen eğitim düzeyine ulaşabilmeleri için, öğretmenlerin bazı yeterliklere sahip olmaları gerektiği düşünülmektedir. Yükseköğrenimini tamamlamış öğretmenler, becerilerini açıkça ortaya koymaları açısından yeterlik kavramını son zamanlarda sıkça kullanmakta ve duymaktadırlar (Yenilmez ve Kakmacı, 2008). Yapılan çalışmalar da gösteriyor ki, öz-yeterlik inancı yüksek olan öğretmenler; öğretim uygulamalarında farklı öğretim yöntemleri kullanmaya, kullandıkları öğretim yöntemlerini geliştirmek için araştırma yapmaya, öğrenci merkezli öğretim stratejileri kullanmaya ve yaptıkları uygulamalarda araç-gereç kullanmaya eğilimlidirler (Henson, 2001; Plourde, 2001). Öz-yeterlik inancı ilk defa Bandura nın sosyal öğrenme kuramıyla adını duyurmuştur. Bu kavram kişilerin karşılaşabilecekleri olası durumlar karşısında, gerekli olan eylemleri ne kadar iyi yapabileceklerini ifade eden duyuşsal bir faktördür. Diğer bir öz-yeterlik tanımı da: kişilerin yaşamlarındaki olaylarda, davranış ve becerilerini ortaya koyma kapasiteleri ile ilgili kendilerine olan inançları şeklindedir. Bu inançlar, kişilerin olaylar karşısındaki hislerinin, düşüncelerinin ve davranışlarının nasıl olacağını belirlemektedir (Bandura, 1994). Bu sebeplerden dolayı öz-yeterlik inancı; bireyin etkinlik seçimini, performansını, karşılaştığı zorlukları çözme çabasını, bu zorluklara karşı gösterdiği sabrı etkilemektedir (Ekici, 2006). Yani kısacası bireyde meydana gelebilecek değişikliklerde öz-yeterlik inancının önemli rolü olduğu, akademik başarı, tutum, ilgi gibi değişkenlerin değişiminde de etkisinin olabileceği söylenebilir. Enochs ve Rubeck (1990), yaptıkları araştırmada düşüncemizi destekler nitelikte olup çalışmalarında, alan bilgisi zayıf olan öğretmenlerin alan bilgisi güçlü olan öğretmenlere göre öz-yeterlik inançlarının daha düşük olduğunu belirtmişlerdir. Yani kısacası bireyde meydana gelebilecek değişikliklerde öz-yeterlik inancının önemli rolü olduğu, akademik başarı, tutum, ilgi gibi değişkenlerin değişiminde de etkisinin olabileceği söylenebilir. Öz-yeterliği yüksek ve düşük olan öğretmenler arasında sınıf düzeni, yeni yöntemler kullanma, öğrenme zorluğu çeken öğrencilere dönütler verme gibi konularda davranış farklılıklarının olduğu ve bunun da öğrenci motivasyonu ve başarısını etkilediği ortaya çıkmıştır (Yılmaz, Köseoğlu, Gerçek ve Soran, 2004). Olumlu öz-yeterlik algısının yeni ve zorlu görevlerle başa çıkabilmeyi sağladığı; olumsuz öz-yeterlik algısının ise kişinin yeterli çaba harcayabilmedeki güvenini kırdığı düşünülmektedir (Bıkmaz, 2004; Çapri ve Kan, 2006; Yılmaz ve diğerleri, 2004). Öz-yeterlik algısının günlük hayatta kişinin katılacağı her türlü faaliyette karşısına çıkan, sosyal ve akademik durumlarını etkileyen bir etmen olduğu göz önünde bulundurulduğunda öğretmenlerin öz yeterlik inançları üzerinde önemle durulması gerektiği belirtilmektedir (Akbaş ve Çelikkaleli, 2006). Bu kavram ve önemi göz önüne alındığında son yıllarda öz-yeterlikle ilgili yurt içi ve yurt dışında yapılan çalışmaların, üniversite öğrencileri ile öğretmenlerin öz-yeterlik inançları üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir (Akbaş ve Çelikkaleli, 2006; Arslan, 2012; Kahyaoğlu ve Yangın, 2007; Kurbanoğlu, 2004; Özerkan, 2007; Yenilmez ve Kakmacı, 2008; Yeşilyurt, 2013). Eğitimde öz-yeterliğin önemi düşünüldüğünde, öz-yeterlik kavramının farklı disiplinler açısından da değerlendirilebileceği ve bunlardan birinin de fizik öz-yeterlik olduğu söylenebilir. Fizik öz-yeterlik, bireyin fizik dersindeki olası durumların üstesinden gelmek için öğretim faaliyetlerini düzenlemesi ve gerçekleştirmesi ile ilgili yeteneklerine olan inancıdır

193 Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 188 (Abak, Eryılmaz ve Fakıoğlu, 2002). Ekici, Fettahlıoğlu ve Sert Çıbık (2009), yaptıkları araştırmada biyoloji öz-yeterlik inancı yüksek olan öğrencilerin derslerle ilgili her türlü etkinliklere daha istekli katıldıklarını ve bu etkinliklerden elde umdukları beklentilerin daha yüksek olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bu araştırmaların sonuçları fizik de dahil tüm dersler için öz-yeterliğin bireylerin ileriki öğrenmelerde önemli bir faktör olduğunun göstergesi sayılabilir. Literatürde fiziğe yönelik öz-yeterliğin; başarı, cinsiyet, sınıf düzeyi gibi değişkenlere olan etkisinin incelendiği çalışmaların yaygın olduğu görülmektedir (Azar, 2010; Yenilmez ve Kaymakçı, 2008; Çalışkan, Selçuk ve Özcan, 2010). Bu çalışmada ayrıca sosyoekonomik faktörler ve yerleşim yeri değişkenleri de incelenmiştir. Sosyo-ekonomik açıdan Türkiye nin 81 ili göz önüne alınacak olursa Ankara 2., Adana 8. sırada yer almaktadır (Özceylan ve Coşkun, 2012). Sosyo-ekonomik durumun yüksekliği, eğitim tablosunun da yüksek olması gerektiğini beraberinde düşündürmektedir. Nitekim, Ankara daki ebeveyn gelir düzeylerinin, dolayısıyla eğitim durumlarının, Adana daki ebeveynlerden yüksek olması beklenebilir. Gelir seviyesi, iş imkânları, devlet ve özel teşebbüsün istihdam programları bakımından Ankara dan daha geride olan Adana nın eğitim seviyesi olarak da Ankara dan daha geride olduğu belirtilmektedir (Özceylan ve Coşkun, 2012). TÜİK Nisan 2013 verilerine göre Ankara ili, Türkiye nin en fazla fakülte ve yüksekokul mezunu bireyini barındıran il olma unvanına sahiptir. Bu çalışmanın amacını en iyi şekilde ortaya koymak adına sosyo-ekonomik durumu birbirinden farklı iki şehir seçilmiştir. Ankara ve Adana illerinde öğrenim gören fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik özyeterliklerinin incelenmesi, literatürde var olan veri boşluğunu giderileceği düşünülmüştür. Tüm belirtilenler ışığında, bu araştırmada; cinsiyet, sosyo-ekonomik düzey, yaşanılan yer değişkenleri ile Genel Fizik-I başarısı ve Genel Fizik-I notu değişkenleri değerlendirilerek, öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterliklerinin tespit edilmesi amaçlanmıştır Amaç Bu araştırmada fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterliklerinin çeşitli değişkenlere göre incelenmesi amaçlanmıştır. Bu bağlamda araştırmada aşağıdaki problemlere cevap aranmıştır: 1. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları alt boyutlar açısından hangi düzeydedir? 2. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları yerleşim yerine göre nasıl değişmektedir? 3. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları cinsiyet değişkeni açısından yerleşim yerine göre nasıl değişmektedir? 4. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları sosyo-ekonomik düzeylere göre nasıl değişmektedir? 5. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları Genel Fizik-I başarısı ile Genel Fizik-I notuna göre nasıl değişmektedir?

194 Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin Çalışma Deseni 2. YÖNTEM Bu araştırmada tarama (survey) modeli kullanılmıştır. Tarama modeli; bir konuya ya da olaya ilişkin katılımcıların görüşlerinin alındığı veya ilgi, yetenek, tutum gibi özelliklerinin belirlendiği incelemelerin, genellikle büyük örneklemler üzerinde yapıldığı bir araştırma modelidir (Fraenkel ve Wallen, 2006) Çalışma Grubu Araştırmanın evrenini, Ankara il merkezindeki devlet üniversiteleri ile Adana il merkezindeki devlet üniversiteleri oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklemini ise eğitim-öğretim dönemi bahar yarıyılında Ankara ve Adana daki devlet üniversitelerinin Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Eğitimi Ana Bilim Dalı 1. sınıfta öğrenim gören ve basit seçkisiz örnekleme yoluyla seçilen toplam 111 öğretmen adayı oluşturmaktadır. Adaylar araştırmaya gönüllü olarak katılmıştır. Öğretmen adaylarının 57 si (%51.4) Ankara da, 54 ü (%48.6) ise Adana da öğrenim görmektedir. Ayrıca cinsiyete göre dağılım incelendiğinde; Ankara daki adayların 45 i (%78.9) kız, 12 si (%21.1) erkek iken Adana daki adayların 40 ı (%74.1) kız, 14 ü (%25.9) erkektir. Adayların cinsiyet açısından öğrenim gördükleri illere göre dağılımı Şekil 1 de gösterilmiştir kız erkek toplam 10 0 ankara adana Şekil 1: Öğretmen Adayların Cinsiyetlerinin Öğrenim Gördükleri İllere Göre Dağılımı 2.3. Veri Toplama Araçları Fizik Öz-Yeterlik Ölçeği (FÖÖ) Çalışkan, Selçuk ve Erol (2007) tarafından geliştirilen FÖÖ, 30 maddelik olup 5 alt boyuttan oluşmaktadır. Bunlar; Boyut 1: Fizik Problemlerini Çözme Öz-yeterliği (FPÇÖ): 10 madde, Boyut 2: Fizik Ders Başarısı Öz-yeterliği (FDBÖ): 4 madde, Boyut 3: Fizik Bilgilerini Kullanabilme Öz-yeterliği (FBKÖ): 6 madde, Boyut 4: Fizik Bilgilerini Hatırlayabilme Öz-yeterliği (FBHÖ): 3 madde, Boyut 5: Fizik Laboratuar Başarısı Öz-yeterliği (FLBÖ): 7 madde

SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES

SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES ISSN: 2149-2239 CİLT 1 SAYI 2 (TEMMUZ 2015) Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Adına Sahibi Owner on Behalf Of Recep Tayyip

Detaylı

T.C. ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik. Sayı : E /08/2018 Konu : Sempozyum Duyurusu DAĞITIM YERLERİNE

T.C. ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik. Sayı : E /08/2018 Konu : Sempozyum Duyurusu DAĞITIM YERLERİNE T.C. ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik Sayı : 26331761-000-E.1800021619 29/08/2018 Konu : Sempozyum Duyurusu DAĞITIM YERLERİNE Üniversitemiz İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ile Ekonomik

Detaylı

SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER DOKTORA PROGRAMI DERS İÇERİKLERİ ZORUNLU DERSLER. Modern Siyaset Teorisi

SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER DOKTORA PROGRAMI DERS İÇERİKLERİ ZORUNLU DERSLER. Modern Siyaset Teorisi SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER DOKTORA PROGRAMI DERS İÇERİKLERİ ZORUNLU DERSLER Modern Siyaset Teorisi Dersin Kodu SBU 601 Siyaset, iktidar, otorite, meşruiyet, siyaset sosyolojisi, modernizm,

Detaylı

BAŞVURU BASLANGIÇ BAŞVURU BİTİŞ ÜNİVERSİTE

BAŞVURU BASLANGIÇ BAŞVURU BİTİŞ ÜNİVERSİTE ÜNİVERSİTE YIL 2015_2016 YATAY GE BAŞVURU BASLANGIÇ BAŞVURU BİTİŞ ACIBADEM ÜNİVERSİTESİ 2015_2016 01.02.2016 ADIYAMAN ÜNİVERSİTESİ 2015_2016 18.01.2016 ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ 2015_2016 01.01.2016

Detaylı

T.C. FIRAT ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik

T.C. FIRAT ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik Sayı :11611387/824.02/ Konu :Dergi UŞAK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Üniversitemiz İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi bünyesinde 2017 yılında "Uluslararası İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi" yayın hayatına

Detaylı

KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ. Yıl: 5 Sayı: 10 Aralık 2015

KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ. Yıl: 5 Sayı: 10 Aralık 2015 155 KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ Yıl: 5 Sayı: 10 Aralık 2015 KARADENIZ TECHNICAL UNIVERSITY INSTITUTE of SOCIAL SCIENCES JOURNAL of SOCIAL SCIENCES Year:

Detaylı

T.C. FIRAT ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik

T.C. FIRAT ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik Sayı :11611387/051.04/ Konu :Sempozyum UŞAK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Üniversitemiz İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü tarafından Üniversitemizin ev sahipliğinde

Detaylı

T.C. MERSİN ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik Yazı İşleri Şube Müdürlüğü DAĞITIM

T.C. MERSİN ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik Yazı İşleri Şube Müdürlüğü DAĞITIM T.C. MERSİN ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik Yazı İşleri Şube Müdürlüğü Sayı : 15302574 Konu : Tuje Dergi Tanıtımı DAĞITIM İlgi : 12.06.2017 tarihli ve 42220545-441200 sayılı yazı. Üniversitemiz

Detaylı

T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği UŞAK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE

T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği UŞAK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE Sayı : 84093193-051.01- Konu : II. Uluslararası İnsan ve Toplum Bilimleri Kongresi UŞAK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE İlgi : 20/03/2018 tarihli ve 69392216-051.01-46290 sayılı yazı. Gazi Üniversitesi koordinatörlüğünde

Detaylı

e-imza Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ Dekan Vekili

e-imza Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ Dekan Vekili Evrak Tarih ve Sayısı: 14/06/2017-70696 T. C. Sayı :72754420-051.01- Konu :Kongre TRAKYA ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE Fakültemiz Kamu Yönetimi Bölüm Başkanlığı tarafından 26-27-28 Ekim 2017 tarihlerinde "18.Yüzyıldan

Detaylı

Bu yüzden de Akdeniz coğrafyasına günümüz dünya medeniyetinin doğduğu yer de denebilir.

Bu yüzden de Akdeniz coğrafyasına günümüz dünya medeniyetinin doğduğu yer de denebilir. Sevgili Meslektaşlarım, Kıymetli Katılımcılar, Bayanlar ve Baylar, Akdeniz bölgesi coğrafyası tarih boyunca insanlığın sosyal, ekonomik ve kültürel gelişimine en çok katkı sağlayan coğrafyalardan biri

Detaylı

DEVLET ÜNİVERSİTELERİ Öğretim Üyesi Sayıları

DEVLET ÜNİVERSİTELERİ Öğretim Üyesi Sayıları ÜNİVERSİTE ADI DEVLET ÜNİVERSİTELERİ Sayıları Tarihi PROFESÖR Dolu Kadro Yüzdelik ı Doçent DOÇENT DOKTOR ÖĞRETİM ÜYESİ Doktor ABDULLAH GÜL ÜNİVERSİTESİ 21.07.2010 11 13,41 15 18,29 56 68,29 ADANA ALPARSLAN

Detaylı

YÜKSEKÖĞRETİM TEMEL GÖSTERGELERİ

YÜKSEKÖĞRETİM TEMEL GÖSTERGELERİ YÜKSEKÖĞRETİM TEMEL GÖSTERGELERİ 1 Nisan 2014 Tablo 1. Yükseköğretim Temel Göstergeler Temel Göstergeler Devlet Üniversiteleri Vakıf Üniversiteleri Vakıf MYO TOPLAM / ORAN Sayı Yüzde Sayı Yüzde Sayı Yüzde

Detaylı

KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ. Yıl: 5 Sayı: 9 Haziran 2015

KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ. Yıl: 5 Sayı: 9 Haziran 2015 KTÜ SBE Sos. Bil. Derg. 2015, (9): 9-23 1 KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ Yıl: 5 Sayı: 9 Haziran 2015 KARADENIZ TECHNICAL UNIVERSITY INSTITUTE of SOCIAL

Detaylı

T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği KİLİS 7 ARALIK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE

T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği KİLİS 7 ARALIK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE Evrak Tarih ve Sayısı: 08/03/2018-E.10778 T.C. Sayı : 84093193-051.04- Konu : IV. Uluslararası Alevilik ve Bektaşilik Sempozyumu KİLİS 7 ARALIK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE İlgi : 28/02/2018 tarihli ve 22261011-010.07.02-35615

Detaylı

TIP FAKÜLTESİ - Tıp Lisans Programı Sıra No Üniversite Program Puan T. Kont. Taban Tavan 1 İstanbul Üniversitesi Tıp (İngilizce) Cerrahpaşa MF-3 77

TIP FAKÜLTESİ - Tıp Lisans Programı Sıra No Üniversite Program Puan T. Kont. Taban Tavan 1 İstanbul Üniversitesi Tıp (İngilizce) Cerrahpaşa MF-3 77 TIP FAKÜLTESİ - Tıp Lisans Programı Sıra No Üniversite Program Puan T. Kont. Taban Tavan 1 İstanbul Üniversitesi Tıp (İngilizce) Cerrahpaşa MF-3 77 526,60898 572,2366 2 Hacettepe Üniversitesi (Ankara)

Detaylı

PESA International Journal of Social Studies PESA ULUSLARARASI SOSYAL ARAŞTIRMALAR DERGİSİ

PESA International Journal of Social Studies PESA ULUSLARARASI SOSYAL ARAŞTIRMALAR DERGİSİ February / Şubat 2016, Volume / Cilt:2, Issue / Sayı:1 PESA International Journal of Social Studies PESA ULUSLARARASI SOSYAL ARAŞTIRMALAR DERGİSİ ISSN: www.sosyalarastirmalar.org Address: Arabacı Alanı

Detaylı

5 ADIYAMAN ÜNİVERSİTESİ http://www.adiyaman.edu.tr/ 6 ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ http://www.adu.edu.tr

5 ADIYAMAN ÜNİVERSİTESİ http://www.adiyaman.edu.tr/ 6 ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ http://www.adu.edu.tr LIST OF UNIVERSITIES IN TURKEY No University name Web addresses 1 ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ http://www.ibu.edu.tr 2 ABDULLAH GÜL ÜNİVERSİTESİ http://www.agu.edu.tr 3 ACIBADEM ÜNİVERSİTESİ http://www.acibadem.edu.tr

Detaylı

2015-2017 YATIRIMLARI VİZE TABLOSU KURULUŞ: ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BİN TL)

2015-2017 YATIRIMLARI VİZE TABLOSU KURULUŞ: ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BİN TL) KURULUŞ: ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BİN TL) 2015 2016 2017 800 0 800 884 0 884 975 0 975 A) DEVAM EDEN PROJELER I 800 0 800 a) 2015'den Sonraya Kalanlar 800 0 800 1998H050080 Açık ve Kapalı Spor

Detaylı

TÜRK DİLİ EDEBİYATI ve ÖĞRETMENLİĞİ BAŞARI SIRALARI genctercih.com tarafından 2017 ÖSYS tercihleri için hazırlanmıştır.

TÜRK DİLİ EDEBİYATI ve ÖĞRETMENLİĞİ BAŞARI SIRALARI genctercih.com tarafından 2017 ÖSYS tercihleri için hazırlanmıştır. TÜRK DİLİ EDEBİYATI ve ÖĞRETMENLİĞİ 2012-2016 BAŞARI SIRALARI genctercih.com tarafından 2017 ÖSYS tercihleri için hazırlanmıştır. Üni Adı TÜRÜ PROGRAM ADI 2017 kont 2016 kont 2012 2013 2014 2015 BOĞAZİÇİ

Detaylı

Sıra No. Yükseköğretim Kurumu Adı

Sıra No. Yükseköğretim Kurumu Adı Yükseköğretim Kurumları Staj Hareketliliği Faaliyeti Süre Hibe sine Talep 1 2015-1-TR01-KA103-019704 ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ 50 100 0 50.000,00 20.200,00 20.200,00 20.000,00 141,04 20.100,00 20

Detaylı

EN BÜYÜK PUAN PUAN TÜRÜ EN KÜÇÜK PUAN

EN BÜYÜK PUAN PUAN TÜRÜ EN KÜÇÜK PUAN KAMU YÖNETİMİ YEDİTEPE ÜNİV. (İST.) Kamu Yönetimi (Tam Burs) TM- 2 399.70925 405.83489 İSTANBUL ÜNİV. (İST.) Kamu Yönetimi TM- 2 393.22890 433.71128 GAZİ ÜNİV. (ANKARA) Kamu Yönetimi TM- 2 383.63500 429.91429

Detaylı

International Journal of Political Studies ULUSLARARASI POLİTİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ

International Journal of Political Studies ULUSLARARASI POLİTİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ Nisan/April 2016, Volume/ Cilt:2, Issue/Sayı:1 International Journal of Political Studies ULUSLARARASI POLİTİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ ISSN: 2149-8539 www.politikarastirmalar.org Address: Arabacı Alanı Mah.

Detaylı

ÜNİVERSİTE ADI 2012 BAŞARI SIRASI (0,12) 2011-ÖSYS 0,15BAŞA RI SIRASI (9) OKUL BİRİNCİSİ KONT (6) 2012-ÖSYS EN KÜÇÜK PUAN (11) PROGRAM KODU

ÜNİVERSİTE ADI 2012 BAŞARI SIRASI (0,12) 2011-ÖSYS 0,15BAŞA RI SIRASI (9) OKUL BİRİNCİSİ KONT (6) 2012-ÖSYS EN KÜÇÜK PUAN (11) PROGRAM KODU ÜNİVERSİTE ADI PROGRAM KODU PROGRAM AÇIKLAMASI GENEL KONT (5) OKUL BİRİNCİSİ KONT (6) YERLEŞEN 2011-ÖSYS 0,15BAŞA RI SIRASI (9) 2012 BAŞARI SIRASI (0,12) 2012-ÖSYS EN KÜÇÜK PUAN (11) Abant İzzet Baysal

Detaylı

SOSYAL VE BEŞERİ BİLİMLER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES AND HUMANITIES RESEARCHES

SOSYAL VE BEŞERİ BİLİMLER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES AND HUMANITIES RESEARCHES SOSYAL VE BEŞERİ BİLİMLER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES AND HUMANITIES RESEARCHES ISSN 2149-5858 Bu dergi 1302-7824 ISSN numaralı Sosyal Bilimler Enstitüsü dergisinin devamıdır. Dergi

Detaylı

2016-2018 YATIRIMLARI VİZE TABLOSU KURULUŞ: ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BİN TL)

2016-2018 YATIRIMLARI VİZE TABLOSU KURULUŞ: ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BİN TL) KURULUŞ: ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BİN TL) 2016 2017 884 0 884 999 0 999 1.110 0 1.110 2018 A) DEVAM EDEN PROJELER I 884 0 884 a) 2016'den Sonraya Kalanlar 884 0 884 1998H050080 Açık ve Kapalı Spor

Detaylı

28 Kasım 2016 Fırat Üniversitesi 26 Akademik Personel Alacak 11 Ocak Aralık 2016 Abant İzzet Baysal Üniversitesi 23 Akademik Personel Alacak

28 Kasım 2016 Fırat Üniversitesi 26 Akademik Personel Alacak 11 Ocak Aralık 2016 Abant İzzet Baysal Üniversitesi 23 Akademik Personel Alacak 28 Kasım 2016 Fırat Üniversitesi 26 Akademik Personel Alacak 11 Ocak 29 Aralık 2016 Abant İzzet Baysal Üniversitesi 23 Akademik Personel Alacak 12 Ocak 29 Aralık 2016 Abdullah Gül Üniversitesi 2 Akademik

Detaylı

1.7 BÜTÇE GİDERLERİNİN FONKSİYONEL SINIFLANDIRILMASI TABLOSU

1.7 BÜTÇE GİDERLERİNİN FONKSİYONEL SINIFLANDIRILMASI TABLOSU 26 GENEL KAMU HİZMETLERİ 53.19.275.439,60 Yasama ve Yürütme Organları, Finansal ve Mali İşler, Dışişleri Hizmetleri 2.212.20.612,74 Yasama ve yürütme organları hizmetleri 532.56,17 Yasama ve yürütme organları

Detaylı

TÜRKİYE - SUUDİ ARABİSTAN YUVARLAK MASA TOPLANTISI 1

TÜRKİYE - SUUDİ ARABİSTAN YUVARLAK MASA TOPLANTISI 1 ( STRATEJİK VİZYON BELGESİ ) TÜRKİYE - SUUDİ ARABİSTAN YUVARLAK MASA TOPLANTISI 1 Yeni Dönem Türkiye - Suudi Arabistan İlişkileri: Kapasite İnşası ( 2016, İstanbul - Riyad ) Türkiye 75 milyonluk nüfusu,

Detaylı

Abant Kültürel Araştırmalar Dergisi (AKAR) Abant Journal of Cultural Studies. Hakemli Elektronik Dergi

Abant Kültürel Araştırmalar Dergisi (AKAR) Abant Journal of Cultural Studies. Hakemli Elektronik Dergi ISSN: 2528-9403 Abant Kültürel Araştırmalar Dergisi (AKAR) Abant Journal of Cultural Studies Hakemli Elektronik Dergi Abant İzzet Baysal Üniversitesi İletişim Fakültesi University of Abant İzzet Baysal

Detaylı

Tercih yaparken mutlaka ÖSYM Kılavuzunu esas alınız.

Tercih yaparken mutlaka ÖSYM Kılavuzunu esas alınız. TABLO ÜNİVERSİTE Tür ŞEHİR FAKÜLTE/YÜKSOKUL PROGRAM ADI AÇIKLAMA DİL 4 BAKÜ DEVLET ÜNİVERSİTESİ YDevlet BAKU Filoloji Fak. Azerbaycan Dili ve Edebiyatı TS-2 273,082 232,896 10 301.000 4 BAKÜ SLAVYAN ÜNİVERSİTESİ

Detaylı

Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi ISSN 1302 6658

Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi ISSN 1302 6658 Kocaeli Üniversitesi ISSN 1302 6658 Yusuf Bayraktutan, Yüksel Bayraktar Yakınlaşma Kriterleri Bağlamında AB Genişlemesi ve Türkiye Tahir Büyükakın, Cemil Erarslan Enflasyon Hedeflemesi ve Türkiye de Uygulanabilirliğinin

Detaylı

2012 ÖSYS TAVAN VE TABAN PUANLARI

2012 ÖSYS TAVAN VE TABAN PUANLARI ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BOLU) Sınıf Öğretmenliği TM-2 113 113 371,81 391,92 348,99 353,41 ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BOLU) Kamu Yönetimi TM-2 82 82 332,89 366,36 284,58 284,58 ABANT İZZET

Detaylı

ÖZEL BÜTÇELİ İDARELERİN FİNANSAL SINIFLANDIRMAYA GÖRE ERTESİ YILA DEVREDİLEN ÖDENEKLER CETVELİ

ÖZEL BÜTÇELİ İDARELERİN FİNANSAL SINIFLANDIRMAYA GÖRE ERTESİ YILA DEVREDİLEN ÖDENEKLER CETVELİ BÜTÇELİ İN FİNANSAL SINIFLANDIRMAYA GÖRE ERTESİ YILA DEVREDİLEN CETVELİ BÜTÇELİ 3801 YÜKSEK ÖĞRETIM KURULU 3802 ANKARA ÜNIVERSITESI 3.002.149,28 624,05 3.002.773,33 3803 ORTADOĞU TEKNIK ÜNIVERSITESI 159.780,73

Detaylı

İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ

İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ DİN PSİKOLOJİSİ ÖZEL SAYISI Prof. Dr. Kerim Yavuz Armağanı Çukurova University Journal of Faculty of Divinity Cilt 12 Sayı 2 Temmuz-Aralık 2012 ÇUKUROVA

Detaylı

101110581 Ankara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Bilgisayar Mühendisliği MF-4 2 347,463 359,586 101411037 Atatürk Üniversitesi

101110581 Ankara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Bilgisayar Mühendisliği MF-4 2 347,463 359,586 101411037 Atatürk Üniversitesi Lisans_KODU UniversiteAdi FakulteYuksekOkulAdi ProgramAdi PuanTuru OkulBirincisiKontenjani OBKTabanPuan OBKTavanPuan 102710387 Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Çanakkale Sağlık Yüksekokulu Acil Yardım

Detaylı

Hemşirelik (MF-3) ÜNİVERSİTE

Hemşirelik (MF-3) ÜNİVERSİTE Hemşirelik (MF-3) ÜNİVERSİTE D/Ö 2015 2014 2015 2014 2015 2015 2014 2014 B.SIRA B.SIRA T.PUAN T.PUAN KON. YER. KON. YER. ACIBADEM Ünv. (İSTANBUL) (TB) Özel 40800 48700 389,6254 380,2946 6 6 6 6 ŞİFA Ünv.

Detaylı

1.7 BÜTÇE GİDERLERİNİN FONKSİYONEL SINIFLANDIRILMASI TABLOSU

1.7 BÜTÇE GİDERLERİNİN FONKSİYONEL SINIFLANDIRILMASI TABLOSU 25 GENEL KAMU HİZMETLERİ 42.0.624.09,5 Yasama ve Yürütme Organları, Finansal ve Mali İşler, Dışişleri Hizmetleri 2.249.56.920,6 Yasama ve yürütme organları hizmetleri 445.82,86 Yasama ve yürütme organları

Detaylı

T.C. FIRAT ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik

T.C. FIRAT ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Genel Sekreterlik Evrak Tarih ve Sayısı: 25/05/2017-15469 T.C. Sayı :11611387/051.01/ Konu :Kongre KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ 5. Ulusal Kimya Eğitimi Kongresi 7-9 Eylül 2017 tarihleri arasında Üniversitemiz Eğitim

Detaylı

T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği ANKARA ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE

T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği ANKARA ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE Sayı : 84093193-821.05- Konu : Gazi Siber Güç CFT Yarışması ANKARA ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE İlgi : 21/03/2018 tarihli ve 45844397-774.03-47247 sayılı yazı. Gazi Üniversitesi bünyesinde, sahip olduğu bilgi

Detaylı

genctercih.com tarafından 2017 ÖSYS tercihleri için hazırlanmıştır.

genctercih.com tarafından 2017 ÖSYS tercihleri için hazırlanmıştır. TARİH ve ÖĞRETMENLİĞİ 2012-2016 BAŞARI SIRALARI genctercih.com tarafından 2017 ÖSYS tercihleri için hazırlanmıştır. Üni Adı TÜRÜ PROG KODU PROGRAM ADI 2017 kont 2016 kont 2012 2013 2014 2015 2016 İSTANBUL

Detaylı

1.7 BÜTÇE GİDERLERİNİN FONKSİYONEL SINIFLANDIRILMASI TABLOSU

1.7 BÜTÇE GİDERLERİNİN FONKSİYONEL SINIFLANDIRILMASI TABLOSU 26 GENEL KAMU HİZMETLERİ 46.581.31.864,62 Yasama ve Yürütme Organları, Finansal ve Mali İşler, Dışişleri Hizmetleri 2.6.921.129,4 Yasama ve yürütme organları hizmetleri 45.3,18 Yasama ve yürütme organları

Detaylı

"Farabi Değişim Programı" olarak adlandırılan Yükseköğretim Kurumları Arasında Öğrenci ve Öğretim Üyesi Değişim Programı, üniversite ve yüksek

Farabi Değişim Programı olarak adlandırılan Yükseköğretim Kurumları Arasında Öğrenci ve Öğretim Üyesi Değişim Programı, üniversite ve yüksek 212 "Farabi Değişim Programı" olarak adlandırılan Yükseköğretim Kurumları Arasında Öğrenci ve Öğretim Üyesi Değişim Programı, üniversite ve yüksek teknoloji enstitüleri bünyesinde ön lisans, lisans, yüksek

Detaylı

2015 PROGRAM ADI ÜNİVERSİTE FAKÜLTE İL Türü Öğrenim Şekli Dili Burs KONT/YERLEŞEN

2015 PROGRAM ADI ÜNİVERSİTE FAKÜLTE İL Türü Öğrenim Şekli Dili Burs KONT/YERLEŞEN PROGRAM ADI ÜNİVERSİTE FAKÜLTE İL Öğrenim Şekli Dili Burs Büyük 102710387 Acil Yardım ve Afet Yönetimi Çanakkale Onsekiz Mart Ünv. Çanakkale Sağlık Yüksekokulu Çanakkale Devlet 6 6 SAY 27802316 29506409

Detaylı

20. ENSTİTÜLERE GÖRE LİSANSÜSTÜ ÖĞRENCİ SAYILARI NUMBER OF GRADUATE STUDENTS IN THE VARIOUS GRADUATE SCHOOLS

20. ENSTİTÜLERE GÖRE LİSANSÜSTÜ ÖĞRENCİ SAYILARI NUMBER OF GRADUATE STUDENTS IN THE VARIOUS GRADUATE SCHOOLS 124 TÜRKİYE TOPLAMI T 20971 16738 4233 71398 50986 20412 10693 8329 2364 TOTAL FOR TURKEY K 6856 5444 1412 24797 17661 7136 3981 3173 808 E 14115 11294 2821 46601 33325 13276 6712 5156 1556 ÜNİVERSİTELER

Detaylı

VİZYON BELGESİ (TASLAK) TÜRKİYE - MALEZYA STRATEJİK DİYALOG PROGRAMI Sivil Diplomasi Kapasite İnşası: Sektörel ve Finansal Derinleşme

VİZYON BELGESİ (TASLAK) TÜRKİYE - MALEZYA STRATEJİK DİYALOG PROGRAMI Sivil Diplomasi Kapasite İnşası: Sektörel ve Finansal Derinleşme VİZYON BELGESİ (TASLAK) TÜRKİYE - MALEZYA STRATEJİK DİYALOG PROGRAMI Sivil Diplomasi Kapasite İnşası: Sektörel ve Finansal Derinleşme ( 2017-2021 Türkiye - Malezya ) Türkiye; 80 milyonluk nüfusu, gelişerek

Detaylı

PINAR ÖZDEN CANKARA. İLETİŞİM BİLGİLERİ: Doğum Tarihi: 25.07.1980 E-Posta: pinar.cankara@bilecik.edu.tr. EĞİTİM BİLGİLERİ: Doktora/PhD 2008-2013

PINAR ÖZDEN CANKARA. İLETİŞİM BİLGİLERİ: Doğum Tarihi: 25.07.1980 E-Posta: pinar.cankara@bilecik.edu.tr. EĞİTİM BİLGİLERİ: Doktora/PhD 2008-2013 PINAR ÖZDEN CANKARA İLETİŞİM BİLGİLERİ: Doğum Tarihi: 25.07.1980 E-Posta: pinar.cankara@bilecik.edu.tr EĞİTİM BİLGİLERİ: Doktora/PhD Yüksek Lisans/MA Lisans/BA İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyaset

Detaylı

ÖZGEÇMİŞ. Derece Alan Üniversite Yıl Lisans Kamu Yönetimi Trakya Üniversitesi 2001

ÖZGEÇMİŞ. Derece Alan Üniversite Yıl Lisans Kamu Yönetimi Trakya Üniversitesi 2001 ÖZGEÇMİŞ 1. Adı Soyadı : Volkan TATAR 2. Doğum Tarihi : 08.04.1977 3. Unvanı : Yrd. Doç. Dr. 4. Öğrenim Durumu: Doktora Derece Alan Üniversite Lisans Kamu Yönetimi Trakya Üniversitesi 2001 Y.Lisans Uluslararası

Detaylı

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ YILLARI BAŞARI SIRASI VE TABAN PUAN KARŞILAŞTIRMASI.

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ YILLARI BAŞARI SIRASI VE TABAN PUAN KARŞILAŞTIRMASI. TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ 2012-2013 YILLARI VE TABAN PUAN KARŞILAŞTIRMASI. ÜNİVERSİTE ADI TÜRÜ PROGRAM Açıklaması Öğrenim T. OGR. SÜRE PUAN TÜRÜ 2012 2013-2013 T. Puan kont. yerleşen Boğaziçi Ü. İstanbul

Detaylı

Sahibi. Afyon Kocatepe Üniversitesi adına Rektör Prof. Dr. Ali ALTUNTAŞ. Editörler Prof. Dr. A.İrfan AYPAY Doç. Dr. Mehmet KARAKAŞ

Sahibi. Afyon Kocatepe Üniversitesi adına Rektör Prof. Dr. Ali ALTUNTAŞ. Editörler Prof. Dr. A.İrfan AYPAY Doç. Dr. Mehmet KARAKAŞ 1992 SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ Cilt IX, Sayı 2, Aralık 2007 Afyon Kocatepe University Journal of Social Sciences Vol. IX, Issue 2, December 2007 Sahibi adına Rektör Prof. Dr. Ali ALTUNTAŞ Editörler Prof.

Detaylı

ÖRNEK SORU: 1. Buna göre Millî Mücadele nin başlamasında hangi durumlar etkili olmuştur? Yazınız. ...

ÖRNEK SORU: 1. Buna göre Millî Mücadele nin başlamasında hangi durumlar etkili olmuştur? Yazınız. ... ÖRNEK SORU: 1 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti açısından, 30 Ekim 1918 de, yenilgiyi kabul ettiğinin tescili niteliğinde olan Mondros Ateşkes Anlaşması yla sona erdi. Ancak anlaşmanın,

Detaylı

T.C. ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Personel Daire Başkanlığı. Üniversite Rektörlüklerine

T.C. ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Personel Daire Başkanlığı. Üniversite Rektörlüklerine T.C. ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Personel Daire Başkanlığı *BEKAJSUM* Sayı : 94779461-900 Konu : Toplantı Üniversite Rektörlüklerine Üniversitemizin ev sahipliğinde Yükseköğretimde Yapılan Yenilikler,

Detaylı

TOPLAM 30 TOPLAM 30 TOPLAM 30

TOPLAM 30 TOPLAM 30 TOPLAM 30 1. YARIYIL ULS 101 Uluslararası İlişkiler I 6 Z 3 0 3 ULS 103 Siyasi Tarih I 5 Z 3 0 3 SKY 107 Siyaset Bilimi 4 Z 3 0 3 SKY 103 Hukuka Giriş 5 Z 3 0 3 TDİ 101 Türk Dili I 2 Z 2 0 2 YDİ 101 Yabancı Dil

Detaylı

İBRAHİM ARAP. e-posta: ibrahim.arap@deu.edu.tr Tel: +0. 232. 420 41 80 / 20620. 2004-2009 : Dokuz Eylül Üni. Sosyal Bilimler Enst.

İBRAHİM ARAP. e-posta: ibrahim.arap@deu.edu.tr Tel: +0. 232. 420 41 80 / 20620. 2004-2009 : Dokuz Eylül Üni. Sosyal Bilimler Enst. İBRAHİM ARAP e-posta: ibrahim.arap@deu.edu.tr Tel: +0. 232. 420 41 80 / 20620 KİŞİSEL BİLGİLER Uyruğu : T.C Doğum Tarihi : 01.02.1972 Doğum Yeri : Mersin Medeni Durumu : Evli ÖĞRENİM 2004-2009 : Dokuz

Detaylı

İŞTE TIP FAKÜLTELERİNİ 2017 TUS BAŞARI SIRALAMALARI

İŞTE TIP FAKÜLTELERİNİ 2017 TUS BAŞARI SIRALAMALARI İŞTE TIP FAKÜLTELERİNİ 2017 TUS BAŞARI SIRALAMALARI TIP FAKÜLTESİ TUS TEMEL PUAN TUS KLİNİK PUAN 49,23365 49,27767 ACIBADEM MEHMET ALİ AYDINLAR ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL) (İngilizce) (Tam Burslu) 51,79166

Detaylı

2012 ÖSYS TAVAN VE TABAN PUANLARI

2012 ÖSYS TAVAN VE TABAN PUANLARI ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BOLU) Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık TM-3 52 52 416,64 463,57 412,35 412,42 ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BOLU) Psikoloji TM-3 62 62 415,67 454,89 408,47 410,20

Detaylı

GENEL BÜTÇE KAPSAMINDAKİ KAMU İDARELERİ

GENEL BÜTÇE KAPSAMINDAKİ KAMU İDARELERİ 1) Türkiye Büyük Millet Meclisi 2) Cumhurbaşkanlığı 3) Başbakanlık 4) Anayasa Mahkemesi 5) Yargıtay 6) Danıştay 7) Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu 8) Sayıştay 9) Adalet Bakanlığı 10) Millî Savunma Bakanlığı

Detaylı

YÜKSEKÖĞRETİM KURULU YÜKSEKÖĞRETİM BİLGİ YÖNETİM SİSTEMİ. 17 Mart 2014 Afyon

YÜKSEKÖĞRETİM KURULU YÜKSEKÖĞRETİM BİLGİ YÖNETİM SİSTEMİ. 17 Mart 2014 Afyon YÜKSEKÖĞRETİM KURULU YÜKSEKÖĞRETİM BİLGİ YÖNETİM SİSTEMİ (Temel İstatistikler) 17 Mart 2014 Afyon Tablo 1. Yükseköğretim Temel Göstergeler Temel Göstergeler Devlet Vakıf Vakıf TOPLAM/OR Üniversiteleri

Detaylı

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL) Sosyoloji (İngilizce) 52 TM-3 454,

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL) Sosyoloji (İngilizce) 52 TM-3 454, GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL) Hukuk Fakültesi 26 TM-3 520,627 64 KOÇ ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL) Hukuk Fakültesi (Tam Burslu) 14 TM-3 508,646 125 BİLKENT ÜNİVERSİTESİ (ANKARA) Hukuk Fakültesi (Tam Burslu)

Detaylı

YÜKSEKÖĞRETİM TEMEL GÖSTERGELERİ

YÜKSEKÖĞRETİM TEMEL GÖSTERGELERİ YÜKSEKÖĞRETİM TEMEL GÖSTERGELERİ Nisan 2014 Tablo 1. Yükseköğretim Temel Göstergeler Temel Göstergeler Devlet Üniversiteleri Vakıf Üniversiteleri Vakıf MYO TOPLAM / ORAN Sayı Yüzde Sayı Yüzde Sayı Yüzde

Detaylı

INTERNATIONAL JOURNAL OF POLITICAL STUDIES

INTERNATIONAL JOURNAL OF POLITICAL STUDIES INTERNATIONAL JOURNAL OF POLITICAL STUDIES Uluslararası Politik Araştırmalar Dergisi Vol. 4 No.2 August/Ağustos 2018 www.politikarastirmalar.org ISSN: 2528-9969 International Journal Of Political Studies

Detaylı

DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI

DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Cilt: XII Sayı: 24 Yıl: 2012/Bahar Yayın No: ISSN NO: 1. Baskı Derginin Sahibi:

Detaylı

Tercih yaparken mutlaka ÖSYM Kılavuzunu esas alınız.

Tercih yaparken mutlaka ÖSYM Kılavuzunu esas alınız. TABLO ÜNİVERSİTE Tür ŞEHİR FAKÜLTE/YÜKSOKUL PROGRAM ADI AÇIKLAMA DİL 4 ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ Devlet ADANA Ziraat Fak. Bahçe Bitkileri MF-2 280,446 255,689 47 192.000 4 ANKARA ÜNİVERSİTESİ Devlet ANKARA

Detaylı

2012 ÖSYS TAVAN VE TABAN PUANLARI

2012 ÖSYS TAVAN VE TABAN PUANLARI ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ(BOLU) İlköğretim Matematik Öğretmenliği MF-1 62 62 382,96 457,21 259,14 305,59 ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ(BOLU) Matematik (İngilizce) MF-1 72 72 279,93 372,86 ABANT

Detaylı

KADİR HAS ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL) Radyo, Tv ve Sinema (Tam Burslu) 4 TS-1 483,980 423

KADİR HAS ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL) Radyo, Tv ve Sinema (Tam Burslu) 4 TS-1 483,980 423 KADİR HAS ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL) Radyo, Tv ve Sinema (Tam Burslu) 4 TS-1 483,980 423 KOÇ ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL) Medya ve Görsel Sanatlar (İng.) (Tam Burslu) 8 TS-1 465,251 1.030 KOÇ ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL)

Detaylı

DİKKAT! Tercih işlemlerinde ÖSYM nin kılavuzunu dikkate alınız. Bu çalışma sadece size bilgi vermek amaçlı hazırlanmıştır. www.dgsdoktoru.

DİKKAT! Tercih işlemlerinde ÖSYM nin kılavuzunu dikkate alınız. Bu çalışma sadece size bilgi vermek amaçlı hazırlanmıştır. www.dgsdoktoru. Devlet Kontenjanları 1189 Vakıf Kontenjanları 636 KKTC Kontenjanları 100 Toplam Kontenjan 1925 ADI ÜNİVERSİTE FAKÜLTE İL Küçük 100410633 Elektrik Müh. Afyon Kocatepe Ünv. Mühendislik Fakültesi Afyonkarahisar

Detaylı

Tıp Fakültesi Taban Puanları ve Başarı Sıralaması

Tıp Fakültesi Taban Puanları ve Başarı Sıralaması 2017 2018 Taban ları ve Başarı Sıralaması Üniversite Adı Fakülte Adı Bölüm Adı Taban Türü Kont. Yerl. Koç Üniversitesi İstanbul Medipol Üniversitesi (Bk. 789) Uluslararası (İngilizce) (Tam Burslu) MF-3

Detaylı

Evrak Tarih ve Sayısı : E Yazının Ekidir

Evrak Tarih ve Sayısı : E Yazının Ekidir YTÜ FAKÜLTE YTÜ BÖLÜM DERS ALMASI ÖNGÖRÜLEN ÜNİVERSİTE EĞİTİM FAKÜLTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ ELEKTRİK ELEKTRONİK FAKÜLTESİ YTÜ LİSANS ÖĞRENCİLERİNİN, YAZ OKULUNDA DERS ALABİLECEKLERİ YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI

Detaylı

T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ Genel Sekreterlik KİLİS 7 ARALIK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE

T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ Genel Sekreterlik KİLİS 7 ARALIK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE Evrak Tarih ve Sayısı: 03/05/2018-E.19545 T.C. Sayı : 82642947-051.04- Konu : ISVET2018 KİLİS 7 ARALIK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜNE İlgi : 02/05/2018 tarihli ve 38628632-051.04-69735 sayılı yazı. Üniversitemiz

Detaylı

Yükseköğretim Kurumu Adı. o Sayı

Yükseköğretim Kurumu Adı. o Sayı ANA EYLEM 1 - ROGRAM ÜLKELERİ il ÖĞRENCİ v ERSONEL (KA103) Yüksköğtim Kuumlaı sonl Eğitim Alma Haktliliği Faaliyti Asgai sin Asgai Kaşılama Sıa Gö Kaşılama Sonası o Yüksköğtim Kuumu Adı 2015 Dönmi Düznlnn

Detaylı

DİKKAT! Tercih işlemlerinde ÖSYM nin kılavuzunu dikkate alınız. Bu çalışma sadece size bilgi vermek amaçlı hazırlanmıştır. www.dgsdoktoru.

DİKKAT! Tercih işlemlerinde ÖSYM nin kılavuzunu dikkate alınız. Bu çalışma sadece size bilgi vermek amaçlı hazırlanmıştır. www.dgsdoktoru. Devlet Kontenjanları 845 Vakıf Kontenjanları 470 KKTC Kontenjanları 154 Toplam Kontenjan 1469 Küçük 103110636 Bilgisayar Bilimleri Dokuz Eylül Ünv. Fen Fakültesi İzmir Devlet 3 SAY 4 #YOK #YOK 101110581

Detaylı

2015BAŞARISIRALARIDEĞİŞİMİTAHMİNLERİ

2015BAŞARISIRALARIDEĞİŞİMİTAHMİNLERİ 2015BAŞARISIRALARIDEĞİŞİMİTAHMİNLERİ YÖNTEM Buçalışma,DoğruTercihAnalizEkibitarafındanhazırlanmışveKariyerPlanlamaDerneğiÜyelerilebirlikteyorumlanmıştır. Geçtiğimizyılardakontenjanartışveazalmalarınabakıldığında,çoğunluklaazalmanınbaşarısırasınınyükselmesine,artışlarındabaşarısırasındadüşüşe

Detaylı

ATATÜRK DERGİSİ (Journal of Atatürk)

ATATÜRK DERGİSİ (Journal of Atatürk) ISSN: 1302-7549 ATATÜRK DERGİSİ (Journal of Atatürk) ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ 2013 (TEMMUZ) CİLT: II SAYI: 1 ATATÜRK DERGİSİ (Journal of Atatürk) 2013 (TEMMUZ)

Detaylı

TÜRKİYE SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ KAMU YÖNETİMİ BÖLÜMLERİ SIRALAMASI 2017 SBKY / KY İNDEKSİ 2017

TÜRKİYE SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ KAMU YÖNETİMİ BÖLÜMLERİ SIRALAMASI 2017 SBKY / KY İNDEKSİ 2017 KAYFOR 15 02 KASIM 2017 ISPARTA TÜRKİYE SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ KAMU YÖNETİMİ BÖLÜMLERİ SIRALAMASI 2017 SBKY / KY İNDEKSİ 2017 HM KİRİŞ & H GÜL SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER

Detaylı

EĞİTİM- ÖĞRETİM YILI GİDEN ADAY ÖĞRENCİ BAŞVURULARI SONUÇLARI ÖĞRENCİNİN ADI SOYADI BAŞVURU YAPILAN KURUM FAKÜLTE/YÜKSEKOKUL/MYO BÖLÜM NOT

EĞİTİM- ÖĞRETİM YILI GİDEN ADAY ÖĞRENCİ BAŞVURULARI SONUÇLARI ÖĞRENCİNİN ADI SOYADI BAŞVURU YAPILAN KURUM FAKÜLTE/YÜKSEKOKUL/MYO BÖLÜM NOT 2018-2019 EĞİTİM- ÖĞRETİM YILI GİDEN ADAY ÖĞRENCİ BAŞVURULARI SONUÇLARI ÖĞRENCİNİN ADI SOYADI BAŞVURU YAPILAN KURUM FAKÜLTE/YÜKSEKOKUL/MYO BÖLÜM NOT ORTALASONUÇ 1 DİDEM ÇİNAR ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ

Detaylı

YL 17% DR 83% Dokuz Eylül Üniversitesi 33% Diğer Üniversiteler 67%

YL 17% DR 83% Dokuz Eylül Üniversitesi 33% Diğer Üniversiteler 67% DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ'NDE ÖYP KAPSAMINDA LİSANSÜSTÜ EĞİTİME DEVAM EDEN ÖYP ARAŞTIRMA GÖREVLİLERİ DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİNDE EĞİTİME DEVAM EDEN ÖYP ARAŞTIRMA GÖREVLİLERİ KADRO DAĞILIMI Kadrosununu Bulunduğu

Detaylı

MUĞLA SITKI KOÇMAN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ MUGLA SITKI KOÇMAN UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES

MUĞLA SITKI KOÇMAN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ MUGLA SITKI KOÇMAN UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES MUĞLA SITKI KOÇMAN ÜNİVERSİTESİ MUGLA SITKI KOÇMAN UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES ISSN 1302-7824 MUĞLA SITKI KOÇMAN ÜNİVERSİTESİ MUGLA SITKI KOÇMAN UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES MuğlaSıtkı

Detaylı

Üniversitesi İstanbul Teknik İnşaat Mühendisliği MF-4 442,42607 Üniversitesi Yıldız Teknik Üniversitesi

Üniversitesi İstanbul Teknik İnşaat Mühendisliği MF-4 442,42607 Üniversitesi Yıldız Teknik Üniversitesi 2013 2014 Taban Puanları ve Başarı Sıralaması Üniversite Adı Bölüm Adı Kon. Başarı Puan Taban Sırası Türü Puanı Boğaziçi 62 4.390 MF-4 486,42431 İstanbul Teknik 47 11.800 MF-4 456,21968 Orta Doğu Teknik

Detaylı

NO ADI SOYADI AİDATLAR GÖZGÖZ 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 1 SEFER GÖZGÖZ 60,00 60,00 60,00 60,00 2 ERCAN GÖZGÖZ 60,00 60,00 60,00 60,00

NO ADI SOYADI AİDATLAR GÖZGÖZ 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 1 SEFER GÖZGÖZ 60,00 60,00 60,00 60,00 2 ERCAN GÖZGÖZ 60,00 60,00 60,00 60,00 NO ADI SOYADI GÖZGÖZ 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 1 SEFER GÖZGÖZ 60,00 60,00 60,00 60,00 2 ERCAN GÖZGÖZ 60,00 60,00 60,00 60,00 60,00 60,00 60,00 3 SELMAN GÖZGÖZ 60,00 60,00 60,00 60,00 60,00

Detaylı

HAÇLI SEFERLERİ TARİHİ 3.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. HAÇLI SEFERLERİ Nedenleri ve Sonuçları

HAÇLI SEFERLERİ TARİHİ 3.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. HAÇLI SEFERLERİ Nedenleri ve Sonuçları HAÇLI SEFERLERİ TARİHİ 3.Ders Dr. İsmail BAYTAK HAÇLI SEFERLERİ Nedenleri ve Sonuçları Hristiyanlarca kutsal sayılan Hz. İsa nın doğum yeri Kudüs ve dolayları, VII. yüzyıldan beri Müslümanlar ın elinde

Detaylı

Yrd.Doç.Dr. UTKU YAPICI

Yrd.Doç.Dr. UTKU YAPICI Yrd.Doç.Dr. UTKU YAPICI Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Eğitim Bilgileri 1997-2001 2001-2003 2003-2009 İşletme Fakültesi Uluslararası İlişkiler Pr. (İngilizce) Yüksek LisansDokuz

Detaylı

2012 ÖSYS TAVAN VE TABAN PUANLARI

2012 ÖSYS TAVAN VE TABAN PUANLARI ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BOLU) Sosyal Bilgiler Öğretmenliği TS-1 72 72 371,81 385,86 335,47 342,30 ADIYAMAN ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilgiler Öğretmenliği TS-1 62 62 368,74 393,23 272,37 279,22 ADNAN

Detaylı

Tercih yaparken mutlaka ÖSYM Kılavuzunu esas alınız.

Tercih yaparken mutlaka ÖSYM Kılavuzunu esas alınız. 4 ANKARA ÜNİVERSİTESİ Devlet ANKARA Dil ve Tarih Coğrafya Fak. Antropoloji TM-3 325,416 283,745 57 218.000 4 MEHMET AKİF ERSOY ÜNİVERSİTESİ Devlet BURDUR Fen-Edebiyat Fak. Antropoloji TM-3 289,322 243,240

Detaylı

TABLO-1 Tercih Edilebilecek Pedagojik Formasyon Eğitimi Sertifika Programları

TABLO-1 Tercih Edilebilecek Pedagojik Formasyon Eğitimi Sertifika Programları 100150077 ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ 5007 Biyoloji 50 SAY 100150110 ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ 5011 Çocuk Gelişimi ve Eğitimi 10 EA 100150137 ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ 5013 Din Kültürü

Detaylı

TÜRKİYE ve IRAK. I I. TARİHSEL ARKA PLAN: ABD İŞGALİNE KADAR TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ İngiliz Ordusu, 30 Ekim 1918'de imzaladığı Mondros Mütarekesi'ne rağmen, kuzeye doğru yaptığı son bir hamle ile Musul

Detaylı

OKUL ÖNCESİ ÖĞRETMENLİĞİ SONUCU O.Ö.Ö 394,02348 ASİL MENDERES ÜNİ. AYŞE ARSLAN ADNAN MENDERS

OKUL ÖNCESİ ÖĞRETMENLİĞİ SONUCU O.Ö.Ö 394,02348 ASİL MENDERES ÜNİ. AYŞE ARSLAN ADNAN MENDERS ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ 2015-2016 EĞİTİM YILI TABAN PUANA GÖRE EK MADDE I YATAY GEÇİŞE HAK KAZANANAN ADAYLARIN LİSTESİ OKUL ÖNCESİ ÖĞRETMENLİĞİ Adı Soyadı ÖZGE ALÇI ADNAN O.Ö.Ö 394,02348

Detaylı

Yrd.Doç.Dr. BÜLENT ŞENER

Yrd.Doç.Dr. BÜLENT ŞENER Yrd.Doç.Dr. BÜLENT ŞENER ÖZGEÇMİŞ DOSYASI KİŞİSEL BİLGİLER Doğum Yılı : Doğum Yeri : Sabit Telefon : Faks : E-Posta Adresi : Web Adresi : Posta Adresi : 1976 DİYARBAKIR - MERKEZ T: 46237730003227 F: bulentsener@ktu.edu.tr

Detaylı

2011 - TABLO 7: TÜM ÜNİVERSİTELERİN GENEL PUAN TABLOSU

2011 - TABLO 7: TÜM ÜNİVERSİTELERİN GENEL PUAN TABLOSU 2011 - TABLO 7: TÜM ÜNİVERSİTELERİN GENEL PUAN TABLOSU Puanlarla ilgili açıklamalar tablonun sonunda verilmektedir. SIRA ÜNİVERSİTE 1 2 3 HACETTEPE ORTA DOĞU TEKNİK İSTANBUL 2010 Yılı Makale Puanı 1 Toplam

Detaylı

TÜRKİYE NİN JEOPOLİTİK GÜCÜ

TÜRKİYE NİN JEOPOLİTİK GÜCÜ Dr. Tuğrul BAYKENT Baykent Bilgisayar & Danışmanlık TÜRKİYE NİN JEOPOLİTİK GÜCÜ Düzenleyen: Dr.Tuğrul BAYKENT w.ekitapozeti.com 1 1. TÜRKİYE NİN JEOPOLİTİK KONUMU VE ÖNEMİ 2. TÜRKİYE YE YÖNELİK TEHDİTLER

Detaylı

PESA International Journal of Social Studies PESA ULUSLARARASI SOSYAL ARAŞTIRMALAR DERGİSİ

PESA International Journal of Social Studies PESA ULUSLARARASI SOSYAL ARAŞTIRMALAR DERGİSİ October / Ekim 2015, Volume / Cilt:1, Issue / Sayı:2 PESA International Journal of Social Studies PESA ULUSLARARASI SOSYAL ARAŞTIRMALAR DERGİSİ ISSN: www.sosyalarastirmalar.org Address: Arabacı Alanı Mah.

Detaylı

Cilt: 4 Yıl: 2017 Sayı: 7 I S S N ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ

Cilt: 4 Yıl: 2017 Sayı: 7 I S S N ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ Dergimiz İSAM Kütüphanesi tarafından taranmaktadır. www.isam.org.tr Sayfa Tasarımı Erşahin Ahmet AYHÜN Kapak Tasarımı Emin ALBAYRAK Baskı

Detaylı

SOSYAL VE BEŞERİ BİLİMLER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES AND HUMANITIES RESEARCHES

SOSYAL VE BEŞERİ BİLİMLER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES AND HUMANITIES RESEARCHES SOSYAL VE BEŞERİ BİLİMLER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES AND HUMANITIES RESEARCHES ISSN 2149-5858 Bu dergi 1302-7824 ISSN numaralı Sosyal Bilimler Enstitüsü dergisinin devamıdır. Dergi

Detaylı

2012 ÖSYS TAVAN VE TABAN PUANLARI

2012 ÖSYS TAVAN VE TABAN PUANLARI ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BOLU) Fen Bilgisi Öğretmenliği MF-2 67 67 267,57 293,61 ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ (BOLU) Biyoloji (İngilizce) MF-2 72 68 210,65 294,51 ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ

Detaylı

T.C. DİCLE ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Öğrenci İşleri Daire Başkanlığı DAĞITIM

T.C. DİCLE ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Öğrenci İşleri Daire Başkanlığı DAĞITIM Evrak Tarih ve Sayısı: 21/09/2017-18568 *BD2819668023* Sayı : 68508712-105.01.01.6- Konu : Yaz Okulu Notları DAĞITIM 2016-2017 eğitim-öğretim yılında Üniversitemizde yaz öğretimi döneminde ders alan Üniversiteniz

Detaylı

İÇİMİZDEKİ KOMŞU SURİYE

İÇİMİZDEKİ KOMŞU SURİYE İÇİMİZDEKİ KOMŞU SURİYE Yazar: Dr. A. Oğuz ÇELİKKOL İSTANBUL 2015 YAYINLARI Yazar: Dr. A. Oğuz ÇELİKKOL Kapak ve Dizgi: Sertaç DURMAZ ISBN: 978-605-9963-09-1 Mecidiyeköy Yolu Caddesi (Trump Towers Yanı)

Detaylı

International Journal of Political Studies ULUSLARARASI POLİTİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ

International Journal of Political Studies ULUSLARARASI POLİTİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ Ağustos/August 2016, Volume/ Cilt:2, Issue/Sayı:2 International Journal of Political Studies ULUSLARARASI POLİTİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ ISSN: 2149-8539 www.politikarastirmalar.org Address: Arabacı Alanı

Detaylı

BUCA ANADOLU LİSESİ REHBERLİK SERVİSİ 2015 ÖSYS'DE ELEKTRİK ELEKTRONİK MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMLERİNE YERLEŞENLERİN ORTALAMA NET SAYILARI

BUCA ANADOLU LİSESİ REHBERLİK SERVİSİ 2015 ÖSYS'DE ELEKTRİK ELEKTRONİK MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMLERİNE YERLEŞENLERİN ORTALAMA NET SAYILARI BUCA ANADOLU LİSESİ REHBERLİK SERVİSİ 2015 ÖSYS'DE ELEKTRİK ELEKTRONİK MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMLERİNE YERLEŞENLERİN ORTALAMA NET SAYILARI Üniversite Türü Diploma puanı Yerleşe n YGS Türkçe YGS Sosyal YGS Mat

Detaylı

Pua n Türü. Bölüm adı. Sosyoloji (İngilizce) (%50 Burslu) Sosyoloji (İngilizce) (Ücretli) Sosyoloji (İngilizce) (Ücretli) Sosyoloji (Ücretli)

Pua n Türü. Bölüm adı. Sosyoloji (İngilizce) (%50 Burslu) Sosyoloji (İngilizce) (Ücretli) Sosyoloji (İngilizce) (Ücretli) Sosyoloji (Ücretli) ÜNİVERSİTE ADI İSTANBUL KEMERBURGAZ İZMİR EKONOMİ GALATASARAY ANKARA BOĞAZİÇİ ORTA DOĞU TEKNİK HACETTEPE GAZİ NİŞANTAŞI İSTANBUL MARMARA BAHÇEŞEHİR YILDIRIM BEYAZIT İSTANBUL AREL EGE (İZMİR) Fakülte Dil

Detaylı

Kimya Mühendisliği. 2013 YGS - LYS Taban Puanları Kitapçığı (Başarı Sıralamalı) www.acidershaneleri.com.tr - www.acidergisi.com.tr

Kimya Mühendisliği. 2013 YGS - LYS Taban Puanları Kitapçığı (Başarı Sıralamalı) www.acidershaneleri.com.tr - www.acidergisi.com.tr 109710145 ULUDAĞ Üniv. Devlet BURSA MF-2 80 + 2 88 84 197,605 228000 218.000 109730052 ULUDAĞ Üniv. (İÖ) Devlet BURSA MF-2 80 + 2 88 5 199,186 299000 218.000 100410103 AFYON KOCATEPE Üniv. Devlet AFYONKARAHİSAR

Detaylı