A- ESERİN ASIL DİLİ, ADI VE YAZARI

Ebat: px
Şu sayfadan göstermeyi başlat:

Download "A- ESERİN ASIL DİLİ, ADI VE YAZARI"

Transkript

1 İÇİNDEKİLER Sunuş Giriş Kelile ve Dimne'de Okumuş-Sultan İlişkisi Mukaddime Berzeveyh'in, Bu Kitabı Elde Etmesi İçin Hindistan'a Gönderilmesi Babı Kitabı Çeviren Abdullah İbnü'l-Mukaffa'nın Takdimi Berzeveyh Babı Arslan ile Öküz Babı Dimne'nin Durumunun Araştırılması Babı Tasmalı Güvercin Babı Baykuş ve Kargalar Babı Maymun ile Kaplumbağa Babı Âbid ile Gelincik Babı Tarla Faresi ile Kedi Babı Hükümdar ile Kuş Fenze Babı Arslan ile Âbid Çakal Babı îlâz, Bilâz ve îraht Babı Dişi Arslan, Avcı ve Çakal Babı Zâhid ile Misafir Babı Seyyah ile Kuyumcu Babı Şehzade ile Arkadaşları Babı Güvercin, Tilki ve Balıkçıgil Babı Kitabın Sonu

2 SUNUŞ Kelile ve Dimne yüzyılların eskitemediği bir siyaset ahlâk kitabı. Her ne kadar sadece masal kitabı olarak telakki edildiği, zaman zaman yapılan ihtimamsız çevirilerle özünden çok şey kaybettiği ve sıradanlaştırıldığı gerçeği ile yüz yüze gelsek de eseri yeniden ele alma ve doyurucu bir girişle Türk okuruna sunma arzumuz asla pörsümemişti. Zira Kelile ve Dimne'nin mesajı hâlâ tartışılmakta olan bir mevzu ile ilgiliydi: Aydının otoriteyle ilişkisi nasıl olmalıdır? Otorite sırf öğütle doğruya yönlendirilir mi? Siyasette entrikanın yeri ne, ahlâkın yeri ne? İşte bu sorular elinizdeki kitabın derin yanına işaret ediyor. Oysa bugüne kadar Kelile ve Dimne'nin kıssa yönü öne çıkarıldı. İbnü'l-Mukaffa, çevirdiği ve yer yer eklemelerle mükemmel hale getirdiği kitabın akıbetini sezdiği için olsa gerek daha en başta okuma rehberi koymuş, okuyucuları kısımlara ayırmış. Biz de Kelile ve Dimne'yi bu defa farklı bir gözle okuyun diye Arapça aslından çevirttik ve geniş bir incelemeyle sunduk. Bu yönüyle Türkçedeki en itinalı çeviri ve inceleme budur diyoruz.

3 GİRİŞ Kelile ve Dimne tarih boyunca en çok okunan, çevrilen ve uyarlaması yapılan üç-beş kitap arasındadır. Temel konusu ahlak ve siyâsettir. Hükümdar ile aristokrat bir aydın arasında vuku bulması temenni edilen istişare sohbetleridir eserin özü. Otorite kaynağına yakınlık, uzaklık; otoritenin devamını sağlayan temel ilkeler; halk -hükümdar ilişkisi, hükümdar vüzerâ ilişkisi, siyâsî ihtiraslar, ehliyet, beceriklilik, ihanet; hile v.b. konular kitap boyunca uzayan sohbetin temel mevzûl arıdır. Bu kitapla ilgili araştırma yapanların en ünlüleri; Sil vestre de Sacy, Henry Zotenberg, J. Hertel, Th. Benfey, Theodor Nöldeke, Cari Brockelmann, Keith-Falconer, Wil liam Wright, Ignazio (büyük) Guidi, Papaz Luis Şeyho el Mardînî ve Ludwig Kosegarten'dır. 1 Luis Şeyho dışında Araplardan Kelile ve Dimne üzerine - oryantalistler kadar Bu saydıklarımız, Mardinli Papaz Luis Şeyho hâriç Avrupalı oryantalistlerdir. Geçen asırda ve bu asrın ilk yarısında yaşamışlardır. Ayrıntılı bilgi için şu kitaplara bkz.; Dr. Abdurrahman Bedevi, Mevsûatu'1-Müs teşrıkîn, Beyrut, Daru'1-Ilm 1993; Necib el-akikî, el- Müsteşrkûn, (3 cilt) Kahire, Dâru'l-Maârif, 1980; Luis Şeyho ve Arap kültürüne katkıları için bkz.; Hannâ el-fâhûrî, el-câmi fi Târihi'l-Edebi'l- Arabî, Beyrut, 1995, c. 2, s. 287.

4 muvaffakiyetli olmasa da - görüş serdedenler arasında şunları sayabiliriz: Mahmud Teymûr, Abdullah Mahmud İsmail, Dr. Muhammed Sabri, Tâhâ Hüseyin, Abdulvahhab Azzam, Muhammed Kürd Alî, Hannâ el- Fâhûrî ve Muhammed el-marsafî. 2 A- ESERİN ASIL DİLİ, ADI VE YAZARI Bu kitap ikibin sene önce -Berzeveyh'e göre- Beydebâ ya da Bidpâ isimli bir Hint bilgesi tarafından Debşelîm adlı Hint kralına Sanskritçe olarak sunuldu. Rivayetlere göre Makedonyalı İskender'in gidişinden sonra halkın başına geçen Debşelîm sınır tanımaz bir despot olmuştu. Beydebâ, bu azgını usûlüne uygun bir şekilde uyarmak, hatâlarından vazgeçirmek için bu kitabı yazdı. Eski çağların brahmanları gibi o da öğütlerini hayvanların dilinden verdi. Bilindiği gibi brahmanlar ruh göçüne inandıkları için hikmeti ve nükteyi hayvanların ağzından vermekteydiler. 3 İslam Ansiklopedisi'nin Cari Brockelmann tarafından hazırlanan Kelile ve Dimne maddesinde eserin Sanskritçe adının "Karataka ve Damanaka" olduğu belirtiliyor. Bunlar başkahraman olan iki çakalın isimleridir. Th. Benfey'in, Sanskritçe'den yaptığı çevirinin giriş kısmında uzun uzadıya değindiği gibi Avrupa, hatta dünya edebiyatında hayvanların konuşturulduğu masal motiflerinin kaynağı Hindistan'dır. 4 Eserin aslına dair ilk ciddi çalışma Hertel tarafından yürütülmüştür. İlk bulgular, bir giriş ile her biri "tantra" yani "insan zekasının kullanacağı hal" adını taşıyan beş kitaptan ibarettir. En eski düzenleme Tantrâkhyâyika adını taşır. Bunun ikinci bir şekli de Pançatantra adını taşımakta ve 2. Bkz.; Hannâ el-fâhûrî, a.g.e., c. l, s Bkz.; Kitâbu Kelile ve Dimne, (el-marsafî tarafından incelenen nüsha) Beyrut, 1994, s Bkz.; Th. Benfey, Pantschatantra (fünf Bücher Indischer Fabeln) Märchen und Erzâhlungen, 2 cilt, Leipzig, 1859

5 Hindistan'da yaygın bir halk kitabı olarak sayısız varyantı bulunmaktadır. 5 Berzeveyh ya da Burzöe ilk beş bölümü Pançatantra'dan çevirdikten sonra esere diğer Hint masallarını da kattı. Sonradan eklenen bu üçünün kaynağının Mahâbhârata olduğu anlaşılmıştır. 6 Daha sonra gelen iki bölüme ise Pançatantra'nın daha yeni bir şekli olan Hitopadesa'da tesadüf edilmiştir. 7 O halde elimizdeki Kelile ve Dirime kitabının geri kalan kısımları Berzeveyh ve İbnü'l-Mukaffa tarafından yazılmıştır. Bunlar, zamanın icabına göre bazı eklemeler ve tadilattan ibarettir. Konunun uzmanlarından olan Prof. J. Hertel'e göre kitabın tümünün yekpare halde Sanskritçe olarak bulunamaması akla iki ihtimali getirmektedir: ya bir bütün teşkil ediyordu, Berzeveyh çeviriyi bu bütünden yaptı ve o bütün sonradan parçalandı; yahut Berzeveyh konuya uygun bölümleri çeşitli kitaplardan derledi. Elimizdeki Kelile ve Dinine, İbnü'l-Mukaffa tarafından Berzeveyh'den çevrilen ve bazı değişiklikler yapılan nüshadır. Kitabın çevirileri kısmında bu mevzuyu işleyeceğiz. B- KİTABIN SANSKRİT DİLİNDE DAĞINIK HALDE BULUNAN BAB İSİMLERİ Bunlar, her biri kendi içinde başka hikayelere açılan 12 bölümdür. el-marsafî bunları şöyle sıralıyor: 1) Arslan ve Öküz 2) Gerdanlı Güvercin [Yahut Tasmalı Güvercin] 5. J. Hertel, Tantrakhyayıka, die alteste Fassung deş Pancatantra (Sanskritçe'den çeviri, giriş ve notlar ile) Leipzig ve Berlin 1909, ayrıca bkz.; Hertel, Pancatantra, Harvard Oriental Series, XI-XIV 6. Theodor Nöldeke, Burzöes Einleıtung zu dem Buche Kalila wa Dimna (Schriften der Wissensch. Gesellesh. Strassburg, bölüm: 12, Strassburg, 1912) 7. Bkz.; Kelile ve Dimne, el-marsafi neşri, s. 7

6 3) Baykuşlar ve Kargalar 4) Maymun ile Kaplumbağa 5) Âbid ile Gelincik 6) Tarla Faresi ile Gelincik 7) Hükümdar ile Fenze Adlı Kuş 8) Arslan, Âbid ve Çakal 9) Dişi Arslan, Avcı Süvari 8 ve Çakal 10) îlaz, Bilaz, îraht 11) Gezgin ile Kuyumcu 12) Şehzade ve Arkadaşları 9 C- ESERİN ÇEVİRİLERİ Kuşkusuz Kelile ve Dimne'yle ilgili araştırmalarda asıl çaba; hangi dillere çevrildiği, bu çevirilerde ne türden tadilat yapıldığı ve ilk çevirilerinin hangileri olduğu mevzularında yoğunlaşmıştır. 1- TİBETÇETE YAPILAN ÇEVİRİ En eski çeviri budur. Araştırmacılar bu çevirinin cüzî bir bölümüne ulaşabildiler. Anton Şefner, bulunan parçaların Kelile ve Dimne'ye benzediğini farketmiştir PEHLEVÎ DİLİNE (ESKİ İRAN DİLİ) YAPILAN ÇEVİRİ İran Kisrası Husrev Anûşirevan ( m.) Pançatantra'nın eski bir şeklini çevirtmek için özel doktoru Berzeveyh'i 8. Metinde "isvar" kelimesi vardır. Bu, bildiğimiz atlı anlamındaki süvarinin o dönemdeki Arapça'ya aktarımıdır. Fransızcadaki Chavalier (şövalye) de bu eski Hint-Avrupalı kökten geliyor olmalı... Bu arada "şikar"ın av, "şikarî"nin de avcı anlamına geldiği göz önüne alınmalıdır. Belki eski zamanlarda ikisinin kökü de aynıydı. Kitap içinde de bu sözcüğün kullanımına bakıldığında hem at üstünde seyyar olma, hem de avcı olma vasıflarının beraberce kastedildiği anlaşılır. Kâfin, gaf'a, gafın ise vav'a ve ye'ye dönüşmesi çok rastlanan bir lisânı fenomendir. 9 Bkz.; Kelile ve Dimne, el-marsafi neşri, s Bkz.; Kelile ve Dimne, el-marsafi neşri, s. 8

7 (=Burzoe'yi) Hindistan'a gönderdi. Burzoe eseri Sanskritçe'den çevirdi ve esere başka Hint masalları da kattı. Sonradan katılanların ilk üçü Mahâbhârata'nın 12. kitabından alınmıştır. Burzoe, Sanskritçe'den Pehlevîce'ye yaptığı bu çevirinin başına kendi hayat öyküsünü ekledi; bilge vezir Buzurkmihr de ona şeref vermek için bunun altına imzasını koymuştur. 11 Eserin dünya dillerine çevrilişinde birinci durak işte bu Berzeveyh çevirisidir. Bugün Kelile ve Dimne adlı derli toplu bir kitap varsa, bu durumu önce Berzeveyh'e sonra da İbnü'lMukaffa'ya borçluyuz. Bu Pehlevîce nüsha, önce Süryânîce'ye sonra da Arapça'ya çevrilecek ve hakettiği üne kavuşacaktır. 3- SÜRYÂNÎCE'YE İLK ÇEVİRİ Burzoe'nin Pehlevî diline yaptığı çeviri ele geçirilemedi; ama aşağı-yukarı 570 m. de "Bûd" adlı bir müellif tarafından Süryânî diline yapılan çeviri ile ilgili bir yazma bulunabilmiştir. Bu yazma önce Mardin'de bir manastırda sonra Musul patriğinin kütüphanesinde muhafaza edilmiştir. Daha sonra Paris'te Graffin'in eline geçti. Sacy'nin bulduğu eksik nüsha sayesinde Bickell, eserin ilk neşrini yapabildi. 12 Süryânî dilindeki çeviride kitabın ismi Kalilag ve Damnag idi. Bu okuyuş Pehlevî diline daha uygundur. Sachau'ın Musul'da yaptırdığı üç yeni kopyaya başvuran F. Schultess çok daha sağlam bir metin ortaya koymuştur ARAPÇA'YA YAPILAN ÇEVİRİSİ Süryânîce çeviriden aşağı-yukan üç asır sonra Abdullah İbnü'l-Mukaffa, Burzoe'nin Pehlevîce çevirisini Arapça'ya 11. Theodor Nöldeke, Burzoes Einletung zu dem Buche Kalila wa Dimna (Schriften der Wissensch. Gesellesh. Strassburg, bölüm 12, Strassburg, 1912) 12. G. Bickell, Kalilag und Damnag, alte syrische Übersetzung deş Indisc hen Fürstenspiegels, Leipzig Bu ilk neşirde 10 bab vardır. 13. F. Schultess, Kalila und Dimna, Berlin 1911, (Süryânîce metin ve AI manca'ya çevirisiyle)

8 çevirdi. Esere özgün bir giriş ekledi. Burzöe'nin daha önce yaptığı girişe, dinlerle ilgili fikirleri kendisinin (İbnü'1-Mu kaffa'nın) soktuğu ileri sürülmüş ise de artık bu fikirlerin asıl (Pehlevîce) metinde mevcut olduğu kabul edilmektedir. İbnü'l-Mukaffa Pançatantra diye de adlandırabileceğimiz ilk beş kitabın sonuna kendi ilhamından doğmuş olan Dimne'nin muhakemesiyle ilgili bölümü eklemiştir. Zâhid ile Misafir bölümünü de onun eklemesi ihtimal dahilindedir. İbnü'l-Mukaffa çevirisinin tesiri, çok kısa bir zamanda Arap Edebiyatına yansıdı. Hatta bu dilde yeni versiyonlar doğurdu. Hikem ve Emsal kitaplarında bazan bir cümle bazan koca bir bölüm halinde Kelile ve Dimne'den alıntılar yer etmeye başladı. Kelile ve Dimne, üslûbu ve içerdiği düşünceleri ile Arapça'nın malı oldu. İbnü'l-Mukaffa gibi bir dâhi mütercim, ana fikri zedelemeden gerekli ilavelerde bulunarak öyle güzel çevirmişti ki bu eseri, hem yüksek tabakanın hem de halkın en sevdiği kitaplardan olmuştu Kelile ve Dimne... Silvestre de Sacy tarafından neşredilen İbnü'l-Mukaffa nüshasında mütercim İbnü'l-Mukaffa'nın girişinden önce meçhul bir müellifin; Sahvanoğlu Behnûd'un ya da Şahoğlu Ali el-fârisî'nin bir mukaddimesi vardır. Başka neşirler yapılmış ve yeni yazmalar basılmışsa da de Sacy'nin metni tekrar edilmiştir. 14 İbnü'l-Mukaffa'nın çevirisi daha sonra üç defa Arapça nazma dökülmüştür. Bunların ilki Abban el-lâhıkî tarafından yapılmıştır. ( m.) İbnü'l-Habbâriye 1100'lere doğru bu manzum şekilden istifade etmekle birlikte İbnü'l-Mukaffa'nın metnine de dayanarak on gün içinde yeni bir nazım ortaya koymuştur. "Netâicü'l-Fıtna fî Nazmi Kelîle ve Dinine" adını alan bu eserin dili net ve hoştur. Daha sonra bu kitap, Abdülmü'min İbnü'l-Hasan b. el-hüseyin es-sıgânî tarafından tekrar nazma döküldü. "Dürrü'l-Hikem fî Emsâli'l- 14. İslam Ansiklopedisi, (Milli Eğitim'in Leiden baskısını esas alarak yaptığı eski ansiklopedi) 1967, c. 6, s. 554

9 Hünûdi ve'1-acem" adını taşıyan bu eser 1242 yılında tamamlanmıştır SÜRYÂNÎCE'YE İKİNCİ KEZ ÇEVRİLİŞİ Bir Süryânî papazı, 10. ya da 11. asırda Kelile ve Dimne'yi İbnü'l-Mukaffa'nın metninden, kendi kilisesinin dili olan Süryânîce'ye çevirdi. Kitaba Hristiyan rengi vermeye çalıştı. Metni genişletti. Bu çeviri, bazı kusurlarına rağmen metin tenkidi bakımından gerçekten kıymetlidir. Bu metni ilk neşreden William Wright'tır. 16 İngilizce'ye çeviren ise Keith-Falconer'dir. 6- FARSÇA'YA BİR KAÇ KEZ ÇEVRİLİŞİ Firdevsî'nin, Şehname adlı eserinde belirttiğine göre İbnü'l-Mukaffa'nın Kelile ve Dimne'si vezir Bal'amî'nin emri ile Sâmânî hükümdarı Nasr b. Ahmed ( ) zamanında Farsça'ya çevrildi; fakat görünüşe göre bu tercüme tamamlanamadı. Yine Nasr b. Ahmed'in emriyle eser, şair Rûdâki (v. 916 m.) tarafından Farsça nazma döküldü. Fakat bundan geriye sadece Esedî'nin zikrettiği 16 beyit kalmıştır. 17 Kâtip Çelebi Keşfu'z-Zunûn'da bundan bahseder. 18 Daha sonra Nizâmeddin Ebu'l-Meâli Nasrullah b. Muhammed, İbnü'l-Mukaffa'nın Kelile ve Dimne'sini 1140 civarında çevirdi, Gazne sultanı Behramşah'a takdim etti. Nasrullah, kendi yazdığı önsözde belagatın gösterişli bir nesre neler katabileceğine dair fikirlerim söyler. Ancak içeriği sâde ve ciddî olan Berzeveyh'in mukaddimesi sıradan bir düzyazıyla çevrilmiştir. Nasrullah'ın eseri hicrî 1282, 1304 ve 1305'te Tahran'da basılmıştır A. y. 16. William Wright, The Book of Kalilah and Dimnah, transl. from Arabıc into Syrıac, London İslam Ansiklopedisi 1967, c. 6, s ei-marsâfî, Kelile ve Dimne neşri, 1994, s E. G. Brown, A Literary History of Persia, Londan 1906, c. 2, s. 349

10 Nasrullah metninin manzum bir şekli, Sultan İzzeddin Keykavus ( ) için, Mevlânâ'nın çağdaşı olan Ahmed b. Mahmud et-tûsî Kani tarafından Konya'da yapıldı. Ahmed b. Mahmud Moğollardan kaçarak memleketi Tûs'u terketmiş ve Konya'ya gelmişti. 20 Ancak bu Farsça manzum çeviri, Herat'ta Hüseyin Baykara'nın veziri olan ünlü şair Ali Şir Nevâî'nin saray vaizi Hüseyin Kâşifi çevirisiyle gölgede kaldı. Hüseyin Kâşifi (v m.) Nasrullah çevirisini güzelce ıslah etmiş, eserine Hüseyin Baykara'nın başka bir veziri olan Süheylî'ye nisbetle "Envar-ı Süheylî" adını vermişti. Eserine başlarken önce Nasrullah'ın tumturaklı üslubunu eleştirmekte, kendisinin daha kolay bir nesirle kitabı anlaşılır hale getirdiğim iddia etmektedir. Oysa Kâşifî'nin üslûbu daha çetin, süslü, kapalı ve gariptir. 21 İşin enteresan yanı, bu tarz edebiyat son zamanlara kadar İran ve Hindistan'da popüler olduğu için eser büyük başarı kazandı, İngiltere'de basıldı; hatta Hint-İngiliz memurlarının Farsça imtihanları için örnek metin olarak kullanıldı! Kitabın ilk tam neşri Londra'da 1836'da yapılmıştır. Bu metin değişik Hint lehçelerine, Gürcüce'ye ve Avrupa'nın belli başlı tüm dillerine çevrildi. Hüseyin Vaiz Kâşifi, İbnü'l-Mukaffa'nın metnindeki dört mukaddime yerine yeni bir giriş kısmı koydu. Silvestre de Sacy, Turtûşî'nin Sirâcü'l-Mulûk adlı eserinde faydalandığı eski "Câvıdân-ı Hıred" karşısında olduğumuzu farzediyor. 22 Turtûşî'nin (1150 w) Câvidân-ı Hıred'den aldığı rivayet Hıdır b. Ali'ye dayanmaktadır. Ancak onun bir bütün olarak bu kitaptan faydalanmadığı gayet açıktır. Kâşifî'nin eserinde göze çarpan başlıklar tarafımızdan yapılan Turtûşî çevirisinin çeşitli bölümlerinde karşımıza çıkmaktadır. Yalnız içe- 20. E. G. Brown, A History of Pers. Literatüre under Tartar Dominion, Cambridge, 1920, s E. G. Brown, a. y, s Silvestre de Sacy, NE, X, l, 59

11 rikleri farklıdır. 23 Bizim görüşümüze göre Kâşifi, Envâr-ı Süheylî adlı eserinde Seâlibi gibi İran Kültürünü iyi bilen yazarlara dayanmış olmalıdır. Seâlibi bir çok eserinde hem Kelile ve Dimne'den alıntı yapar, hem de Kitâbü'1-Âyin gibi İb nü'1-mukaffa'nın Pehlevice'den çevirdiği eserleri kaynak olarak kullanır. Örnek olarak yine tarafımızdan çevirisi yapılan Âdâbu'l-Mulûk adlı eserinin çeşitli bölümlerine bakılabilir. 24 Envâr-ı Süheylî'nin süslü üslûbunu beğenmeyen Hindistan hükümdarı Ekber ( ) veziri Ebu'l-Fadl'ı, eseri ıslah edip yeniden yazma işiyle görevlendirdi. Ebu'l- Fadl'ın kitabı lyâr-ı Dâniş adını taşımaktadır, 1578 yılında tamamlanmıştır. Asıl örnek olan Envâr-ı Süheylî'nin bölümleri muhafaza edilmiş, İbnü'l-Mukaffa'nın mukaddimeleri ile Berzeveyh'in (=Burzoe'nin) giriş kısmı tekrar konmuştur. Bu eser neşredilmemiş olsa bile Hâfızuddin'in bu çeviriden Urduca'ya yaptığı "Hırad Afrûz" adlı çevirisi, üslubunun güzelliğinden ötürü Th. Roebuck ve Eastwıck tarafından neşredilmiştir YUNANCA'YA ÇEVRİLİŞİ 11. asrın sonuna doğru Şit ben Simon, o sıralar sonraki ilaveleri taşımayan ama fareler kralı ile vezirleri bahsini ihtiva eden bir elyazmasından yararlanarak İbnü'l- Mukaffa'nın Kelile ve Dimne'sini gayet serbest bir üslûpla Yunanca'ya çevirmiştir. Eserine "Stefanites Kay Ikhnelates" adını verdi. Çünkü "Kelile" sözcüğünü Arapça "iklil"e (=olimpos, zeytin dalı) "Dimne"yi de "iz" anlamında yine Arapça bir kelimeye benzetmişti. 26 Bu nakil daha sonra Latinceye, Almancaya ve Slav dillerine çevrilmiştir Turtûşî, Sirâcü'l-Mulûk, çeviri ve notlandırma: Said Aykut, İstanbul Ebu Mansur Seâlibî, Hükümdarlık Sanatı (Âdâbu'l-Mulûk) Çev. Said Aykut, İst İslam Ansiklopedisi (Milli Eğitim neşri) c. 6, s Vittario Puntani, Quattrö recensioni della versione greca del Kitâb Ka lilah va-dimnah, (Soc. Asiat. neşriyatı) İtalya Bkz.; el-marsafî, Kelile ve'dimne, 1994, s. 19

12 8- İBRANÎCE'YE ÇEVRİLİŞİ VE BURADAN AVRUPA DİLLERİNE YAPILAN ESKİ ÇEVİRİLER 12. yüzyılın başlarında Rabbi Yûîl adlı bir Yahudi din adamı daha o zamanlar Berzeveyh'in vazifesine dâir şüpheli hikaye ile "Balıkçıl Kuşu ve Ördek", "Tilki ile Balıkçıl Kuşu" hikayelerini ihtiva eden nisbeten sağlam bir yazmadan faydalanarak İbnü'l-Mukaffa'nın Kelile ve Dimne'sini İbranî diline çevirdi. J. Derenbourg bu çeviriyi, bize kadar gelen lakin baş tarafları oldukça bozulmuş bulunan yegâne yazmadan istifade ederek 13. asra ait Yakop ben el-âzer'in tercümesiyle beraber neşretmiştir. 28 Johannes de Capua 1263 ile 1278 arasında, Kardinal Ursinus'un ricası üzerine, Rabbi Yûîl'in eserini "Directorium vitae Humanae" adıyla Latince'ye çevirdi. 29 Rabbi Yûil'inkinin aynı olan bir metnin, ondan daha sadık bir üslûpla İspanyolca'ya çevirisi istisna edilirse batı Avrupa dillerine -yenileri hâriç- tüm çeviriler Johannes de Capua'nın Latince metnine dayanır. Bu metne istinaden kitap 1480 yılında Almanca'ya, 1493 yılında İspanyolca'ya, 1552 yılında İtalyanca'ya çevrilmiştir. Almanca çeviri esas alınarak kitap 1618 yılında Danimarka diline, 1623'te de Flemenkçe'ye çevrildi. 1552'de yapılan İtalyanca çeviriyi esas alan Sir Thomas North 1580 yılında eseri İngilizce'ye çevirdi. Bu versiyon, 1556 yılında da Fransızca'ya çevrildi LATİNCE'YE NAZIM OLARAK ÇEVRİLİŞİ Ortada 13. yüzyılda İbnü'l-Mukaffa'nın Kelile ve Dimne'sinden çevrildiği kabuledilen Latince manzum bir eser vardır. Bu kitap "Baldos Alter Aesopus" adını taşıyor J. Derenbourg, Deux versions hebrâiques du Livre de Kalilah et Dim nah, Paris, Johannes de Capua, Directorium vitae humanae, neşreden: J. Derenbo urg, Paris el-marsafi, Kelile ve Dimne 1994, s el-marsafi, a.g.y.

13 10- İSPANYOLCA'YA ESKİ ÇEVİRİ 13. yüzyıl ortalarında Arapça'dan yapılan bu çeviri daha sonra Latinceye çevrildi. Buna "Raimond Nüshası" denilmektedir. Silvestre de Sacy bundan bahseder İNGİLİZCE VE RUSÇA'YA YAPILAN SONRAKİ ÇEVİRİLER Arapça metinden ingilizce'ye yapılan çeviri 1819 yılında Oxford'da basıldı. Mihail Ataya tarafindan Arapça'dan Rusça'ya yapılan çeviri 1889'da Moskova'da basıldı MOĞOLCA'YA YAPILAN ÇEVİRİ Muhammed Bekri soyundan gelen İftihâruddin Muhammed b. Ebî Nasr'ın Kazvin'de yaptığı Moğolca tercüme bugüne kadar gelememiştir. Hamdullah Mustavfî buna işaret ediyor HABEŞÇE'YE ÇEVRİLİŞİ İbnü'l-Mukaffa'nın Kelile ve Dimne'sinin bir Mısır nüshasından yapılan ve 1583 tarihli bir tetkikte zikredilmiş bulunan Habeşçe çeviriye henüz ulaşılamamıştır ESKİ MALAY DİLİNE YAPILAN ÇEVİRİ Malay dilindeki "Hikâyât Kelile dan Damina" şekli, İbnü'l-Mukaffa'nın eseri ile "Pançatantra"nın Tamilce'deki metninin karışmasından oluşan bir derlemeye dayanır. 1876'da Leiden'de Gongrijp tarafından basılmıştır. Bu eser sonradan tekrar Cava ve Madura dillerine çevrilmiştir el-marsafi, a.g.e. s el-marsafî, a.g.e. s Hamdullah Mustavfî, Tarih-i Güzide, neşreden: Browne, G. M. S. XIV, 844 v.d; Browne, A History of Persian Literatüre under Tartar Domini on, s İslam Ansiklopedisi (M. E baskısı) c. 6, s İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 6, s. 557

14 15- TÜRKÇE'YE YAPILAN ÇEVİRİLERİ İbnü'l-Mukaffa'nın eseri iki defa Nasrullah'ın Farsça'ya çevirisinden Doğu Türkçesine aktarıldı. Brockelmann bununla ilgili yazmaların Munich ve Dresden'de bulunduğunu belirtmektedir. 37 Kelile ve Dimne, Anadolu Türkçesine (belki de Türkçe'ye) ilk defa Aydınoğlu Umur Bey zamanında 1360 m. yılında Kul Mesud tarafından çevrilmiştir. Brockelmann bu çevirinin bir nüshasının Bodleiana'da bulunduğunu söylüyor. Düzyazı olarak yapılan bu çeviri meçhul bir müellif tarafından nazma dökülerek l. Murad'a ( ) ithaf edildi. Brockelmann'ın bildirdiğine göre bu çevirinin aşağı yukarı yarısı olan bir yazma Gotha'da muhafaza edilmektedir. Daha sonra Ali Vâsi' ya da Ali Çelebi diye meşhur olan Sâlihoğlu Ali, Envâr-ı Süheylî'yi gayet süslü, cümle sonlan uyumlu bir nesirle Türkçe'ye çevirdi; "Hümâyunnâme" adını verdiği bu tercümesini, Kanunî Sultan Süleyman'a takdim etti. Bu kitap İstanbul'da ve Mısır-Bulak'ta defalarca basılmıştır. Bugün bile Beyazıt ve Kadıköy'deki sahaflarda rahatlıkla bulunabilir. Bir kitap kurdu olarak sizi temin edebilirim bu konuda... Hümâyunnâme çeşitli Avrupa dillerine çevrilmiştir. Devir Kanunî devridir ve Avrupalı, Türk zevkini, kültürünü, dilini öğrenmek için kıvranmaktadır. Hümâyunnâme çevirilerinin en ünlüsü Galland'ın Fransızca'ya yaptığıdır. Bu çeviri Gueulette tarafından 1724'te Paris'te basılmıştır. Ali Çelebi'nin dili ağır olduğu için meşhur Şeyhülislam Yahya Efendi, Hümâyunnâme'yi üçte bire indirerek sâde ve özet bir çeviri yapmıştır. 1726'da Kahire kadısıyken vefat eden Osmanizâde Sâib'de Hümâyunnâme'yi özetlemiştir. Keşfu'z-Zunûn'da Kâtip Çelebi'nin bildirdiğine göre bu çevirinin adı Zübdetü'l-Eshâr'dır. 37. İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 6, s. 555

15 Tanzimat devrinde Adanalı Ramazânizâde Abdünnâfi Efendi Hümâyunnâme'ye dayanarak "Nâfiu'1-Âsâr" adını verdiği manzum eserini oluşturmuştur. Bu eser 1266 h. (1849 m.) de yazılmıştır. Sonunda Ahmed Midhat Efendi bu işe de el atmış, Hümâyunnâme'yi hem özetlemiş hem de yeri geldikçe vaazlarla kitabı uzatmıştır. Ahmed Midhat Efendi'nin önsözünden anlaşıldığına göre Sultan 2. Abdülhamid Han, ona kendi kitaplığından gayet güzel bir nüsha vererek "bunu esas alıp sâde bir üslûpla özetle, sözü uzatma, kıssadan hisseyi çıkar" demiştir. Ahmed Midhat Efendi bu emre uyar, ama nasıl? Kitap, ne Kelile ve Dimne ne de Hümâyunnâme olarak kalır. Kitap, başlıbaşına değişik kaynaklardan toplanmış doğu ve Hint hikayeleriyle bunlardan çıkarılacak ibretleri ihtiva eden kalın bir derleme olmuştur h.'de Matbaa-i Âmire'de basılan bu kitabın Arapça Kelile ve Dimne'yle hiç bir ilgisi yoktur. Zaten Arapça metinden de kalındır bu! Tabî, işin güzel yanı Ahmed Midhat'ın dilindeki sadeliktir. Genç, ihtiyar, öğrenci, öğretmen; o devirde herkesin okuyabileceği, -okumaya olan sevgi ve ilgisini artırabileceği- bir kitaptır karşımızdaki... Envâr-ı Süheylî, Taşkentli Muhammed Musa Bay tarafından doğu Türkçesine çevrilmiştir. Taşkentli Muhammed, Hümâyunnâme'den de faydalanarak yaptığı bu çeviriyi, Hoçentli Hattat Mirza Hâşim'e yazdırarak 1888'de taş-basma olarak neşrettirmiştir. Bu arada İbnü'l- Mukaffa'nın Kelile ve Dimnesi, Abdülallâm Feyzhanoğlu tarafından Kazan Türkçesi'ne çevrilmiş ve 1889'da Kazan'da basılmıştır. 38 Eserin, Türkiye'de Cumhuriyet'ten sonra da çevirileri yapılmıştır. Bazan birkaç hikaye alınıp çocuk kitabı olarak basılmış bazan da tamamı çevrilmiştir. Bunlar arasında en dikkat çekenleri şu üç çalışmadır: 38. İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 6, s. 556; V. Chauvn, Bibliographie des ouvrages arabes ou relatifs aux Arabes. 2, Kalilah, Leipzig 1897

16 Bedir Yayınlan tarafından neşredilen Salahaddin Alpay çevirisi, önsözünde de belirtildiği gibi "Envâr-ı Süheylî" çevirisi olmalıdır. İbnü'l-Mukaffa'nın metniyle uyuşmaz. Hatta giriş kısmı ve bazı tavsiyeler tamamen farklıdır. Dolayısıyla başlıklar ve hikayelerin yerleştirilmesi de farklıdır. İbnü'l-Mukaffa'da olmayan eklemeler vardır. İkinci ve en mühim çeviri Ömer Rıza Doğrul tarafından yapılmıştır. Temiz ve asla uygun bir çeviridir. Türkçeye de özen gösterilmiştir bu çeviride. Ancak ciddi bir incelemeden mahrumdur ve zaman zaman bazı uzun cümleler çok kısa ve özet mahiyetinde çevrilmiştir. Üçüncü çeviri H. Karaman-B. Topaloğlu tarafından yapılan çeviridir. Bu çeviri, eğitim amaçlı yapılan çevirilerdendir. Metne sadık kalınmış fakat Türkçe'den taviz verilmiştir. Eğitim amaçlı çevirilerde bu doğaldır. D- İBNÜ'L-MUKAFFA Kelile ve Dimne kitabının bu günlere ulaşmasını sağlayan müellif, İbnü'l-Mukaffa'dır. Hatta ona, bu kitabın yeniden doğmasını sağlayan kişi diyebiliriz. Daha önce de belirtildiği gibi, elimizdeki kitabın cihanşümul bir eser haline gelişi, onun sayesinde mümkün olmuştur. 720'li yıllarda doğan ve bir ihtimal 759 da vefat eden bu büyük mütercim-müellif hakkındaki temel malumat, Mesûdî'nin Murûcu'z-Zeheb'inden, İbnü'n-Nedim'in Fihrist'inden, Câhız'ın risalelerinden, Cehşiyâri'nin Kitabü'l- Vüzerâ'sın dan, Bâkıllânî'nin I'câzu'l-Kur'an'ından, Isfahanî'nin Kita bu'1-egâni'sinden, Birûnî'nin Tahkîku Mâ li'1-hind kitabından ve İbnü'l-Mukaffa'nın kendi kitaplarından elde edilebilir. Çağımızda İbnü'l-Mukaffa ile ilgili olarak araştırma yapmış, makale yazmış kişiler olarak şunları sayabiliriz: Ahmed Emin, Tâhâ Hüseyin, Zeki Mübarek, Abdüllatif Hamza, Muhammed Selim el-cûndî, Muhammed Kürd Ali, Abdurrahman Bedevi, Hannâ el-fâhûrî, Halîl Merdem, Ahmed el-iskenderî, Şeyh Tâhir el-kiyâlî, Abdülvahhab Az-

17 zam, Mahmûd Teymûr, Muhammed Sabri, Abdullah Mahmud İsmail, Muhammed el-marsafî ve Şevki Dîf. Oryantalistler arasındaysa Silvestre de Sacy, Brockelmann, Clement Huart sayılabilir. İbnü'l-Mukaffa'yla ilgili olarak kaynaklarda yeterli bilgi olduğu ve bu bilgi Müslüman yazarlarca işlendiği için oryantalistlere fazla müracaat etmeye gerek yoktur. Ayrıca onların aklayıcı ifâdelerine aldanıp İbnü'l-Mukaffa'nın ilhadını görmezden gelmenin de mânâsı yoktur. Asıl adı Dâzoye oğlu Rozbeh'tir. Kaynaklarda Ebû Muhammed Abdullah Rûzbîh b. Dâzûyeh İbnü'l-Mukaffa olarak geçer. "Rozbeh" Farsça "Kutlu" demektir. İranlı olup Gör şehrinde doğmuştur. (106 h./723-4 m.) Babası, vali Haccac b. Yusuf a bağlı bir vergi tahsildarıydı. Devlet malına hıyanet ettiği için takibata uğramış, verilen cezalar sonucu eli kurumuştu. Bu yüzden oğluna İbnü'l- Mukaffa=Elikuruyanınoğlu dediler. Dâzoye kendi dini üzere öldü. Mecûsi-Maniheist olan baba, oğlunu da bu tarzda yetiştirdi. Ancak kendisi gibi oğlu da iyi bir Arapça eğitimi görmüş yüksek seviyede siyâsî yazışmalarda görev almıştır. Arap, Fars, Yunan ve Hint kültürlerine aşina olan İbnü'l- Mukaffa, Ümeyyeoğullarının son döneminde Irak divanlarında çalıştı. Abbasî Devleti kurulduğunda Mansur'un amcaları olan Süleyman b. Ali ile Isa b. Ali'ye mektup yazarak bağlılığını bildirdi, onların hizmetine girdi. Yine onların huzurunda Müslüman olduğunu ilan etti, "Ebû Muhammed" diye çağrılır oldu. Abdullah b. Ali, Şam valisiyken yeğeni Mansur'un hilâfetine başkaldırdı. Ancak Mansur onu yendi. Böylece Abdullah b. Ali, kardeşleri olan Süleyman ve İsa'nın yanına kaçtı. Halife Mansur, amcalarından Abdullah'ı istediyse de onlar "ancak emân şartıyla teslim ederiz" dediler. Mansur bu teklifi kabul etti. O zaman İsa, katibi İbnü'l-Mukaffa'ya "emân" yazma (=can güvenliği sözleşmesi) salâhiyeti verdi. Emân sözleşmesinin hiçbir iptali yoruma kapı aralamayacak açık

18 lıkta olmasını tembihlemişti. Isa b. Ali... Cehşiyâri'nin Kitâbü'1-Vüzerâ'sında bildirdiğine göre Mansur şu ibarelerin altına imza atacaktı: "Eğer Abdullah b. Ali'ye yahut onunla gelenlerden birine küçük-büyük bir zararım dokunur veya gizli-açık bir kötülük yaparsam, bu işi hangi yöntemle veya hileyle yaparsam yapayım zina dölü olayım! Abdullahoğlu Muhammed b. Ali ile de soybağım merdûd olsun! Bu durumda Ümmet-i Muhammed beni tahttan indirsin, bana harb-îlan etsin, hiçbir Müslüman bana el vermesin, ahd û zimmetiyle beni kayırmasın, canlı tutmasın..." 39 Mansur bu emâmı okuyunca kızdı, küplere bindi. O, amcası Abdullah'ı öldürmeye kesin niyetliydi. Oysa bu emânla arzusuna erişemeyecekti. Üstelik neredeyse kendisine küfrediliyordu! Hemen "Bu sözleşmeyi kim kaleme aldı?" diye hışımla sordu. Ona: "Amcan İsâ'nın katibi olan İbnü'I-Mukaffa!" dediler. Böylece Mansur, Süfyan b. Muâviye el-mühellebî'ye "İbnü'l-Mukaffa'nın işini bitir!" diye haber gönderdi. Basra valisi olan Süfyan, İbnü'l- Mukaffa'nın eski düşmanıydı.. Süfyan, İbnü'l-Mukaffa'yı tuzağa düşürdü, parça parça kesti ve tandıra attı. 40 Bazı kitaplarda onun Zındıklar taifesi'nden olduğu için öldürüldüğü söyleniyorsa da asıl sebep siyâsîdir. Bilindiği gibi Zındık, o dönemin Mecûsi ve Maniheist fikirlerini taşıyan insanlarına deniyordu. Bu tür kişiler, yeterli tahsili aldıkları ve devlet işlerine özellikle hükümdar ailesine burunlarını sokmadıkları sürece özel görev bile alabilmişler ve kitabet, mâliye gibi memuriyetlerde bulunmuşlardı. Dolayısıyla İbnü'l-Mukaffa'nın, sadece zındıklıktan ötürü öldürülmesi akla yatkın gözükmüyor. Daha sonraki dönemlerde zındıklara karşı savaş başlatıldığı da bilinen bir gerçektir; ama onun katli siyâsî idi. 39. Bu târihî metin için bkz.; el-cehşiyâri, Kitâbü'l-Vüzerâ ve'1-küttab, tahkik: Mustafa es-sakâ, Kahire 1980, s el-cehşiyâri, a. e; s. 105

19 İbnü'l-Mukaffa'nın hakikaten zındık olduğu neredeyse tüm kaynaklarda bahsi geçen bir husustur. O, önceki dinini unutmamış hatta islam olduktan sonra çağrıldığı ziyafette, Mecûsîler gibi dua mırıldanmıştı. 41 Mesûdî, ünlü eseri Murûcu'z-Zeheb'de şöyle diyor: "Abdullah İbnü'l-Mukaffa ve diğerlerinin Pehlevîce'den Arapça'ya çevirdikleri kitaplardan Mani, Daysanoğlu ve Markıyon'a ait olanlar etrafa iyice yayıldığı için Halife elmûhtedî, dinsizlere karşı savaş açtı." 42 Bakıllânî de şöyle demektedir: "İbnü'l-Mukaffa'nın, Kur'an'a denk ve karşılık olarak bir Muâraza yazdığını söylüyorlar." 43 Kasım b. İbrahim b. Tabataba'nın İbnü'l-Mukaffa'nın görüşlerini reddetmek amacıyla "er-reddü Alâ'z- Zındîk el-lain İbni'l- Mukaffa" adlı eseri yazdığı bilinmektedir. Bu kitap M. Guidi tarafından neşredilmiştir. 44 Bu eserin girişinde belirtildiğine göre İbnü'l-Mukaffa, peygamberleri küçük düşüren bir kitap yazmıştır. 45 Kısaca, İbnü'l-Mukaffa'nın zındık olduğu birçok müellif tarafından paylaşılan bir görüştür. 46 Bunu görmezden gelmenin ve bazı Ansiklopedi maddesi yazarların yaptığı gibi: "Aman efendim, o çok aydın biriydi; çevresindeki yobazlar onu anlamadı!" demenin hiçbir kıymeti ilmiyyesi yoktur. 41. Kelile ve Dimne, 1994, Beyrut (el-marsafi'nin takdimiyle) s Mesûdî, Mürûcu'z-Zeheb ve Meâdinü'l Cevher, (Charles Pellat neşri) Beyrut, el yazması c. 4, s el-bakıllânî, Îcâzu'l-Kur'an, s M. Guidi, la lotta tra L'İslam et il manicheismo, un libro di İbn al-mu qaffa' contro Corano confutato da al-qasım b. ibrahim, Roma, 1927 (İn celenen metnin Arapça başlığı: "Kitabu'r-Reddi Ale'z-Zındîk el-laîn") 45. Kasım b. İbrahim b. Tabataba, Kitabu'r-Reddi Ale'z-Zındîk el-laîn, (M. Guidi neşri) s Bkz.; Seyyid el-murtaza, el-emâlî, Kahire 1907, c. l, s. 93; Abdülkadir el-bağdadî, Hızânetü'l- Edeb, Kahire, c. 3, s. 409; el-birûnî, Tahkîk Mâ li'1-hind, (Sachau'ın neşri) London 1887, s. 132

20 Zındık olmasına rağmen bazı meziyetlere de sahipti. Kaynaklarda geçtiğine göre cömert, nüktedan, vefakâr ve azla yetinen bir adamdı. Onu hiç sevmeyenler dahi bu vasıflara sahip olduğunu reddetmiyor. Bu arada onun alay etmeyi seven ve zaman zaman hezeyanda da ileri giden bir şahsiyet olduğu belirtiliyor kaynaklarda. Dostuna karşı vefakârlığıyla ilgili hâdiselerden biri de şudur: İbnü'l-Mukaffa, Emevîler yıkılırken Mervân'ın kâtibi Abdülhamid'le aynı evde bulunmaktaydı. Askerler Abdülhamid'i fellik fellik arıyorlardı, öldürmek için... Nihayet geldiler ve ikisini buldular. Kâtibi tanımadıkları için sordular: "Hanginiz Abdülhamid?" Ancak her ikisi birden: "Benî" diye cevap verince şaşakaldılar. Nihayet Abdülhamid, kimliğini ispatlayabildi de İbnü'l-Mukaffa'nın fedakarlığına mani oldu. 47 İbnü'l-Mukaffa, sâhibolduğu geniş kültürle beraber, müthiş zekâsıyla da herkesi şaşırtıyordu. İbn Selam şöyle diyor: "Hocalarım söylüyor; Sahâbe'den sonra Araplar Halil b. Ahmed'den daha zeki ve geniş kültürlü birine sahip olmadı. İranlılar da İbnü'l-Mukaffa'dan daha zeki ve geniş kültürlü birine sahip olmadı." 48 E-İBNÜ'L-MUKAFFA'NIN ESERLERİ İbnü'l-Mukaffa, bıraktığı eserlerle çağını ve Arap nesrini etkilemiş biridir. Çok genç yaşta (36 yaşında) öldürülmesine rağmen fikirleri, muhakeme kudreti ve dil ustalığıyla Arap Edebiyatında çığır açmıştır. ÖNCE ÇEVİRİLERİNDEN BAŞLAYALIM: l) Kelile ve Dimne: Bundan bahsedildiği için geçiyoruz. 47. Kelile ve Dimne, (Muhammed el-marsafi'nin takdimiyle) 1994, Beyrut, s Ebu't-Tayyib el-lügavî, Merâtibü'n-Nahviyyîn, Mısır, (tarihsiz) s. 28

21 2) Siyeru'l-mülûk: Bu kitap "Siyeru'1-Mulûki'l-Acem" diye de bilinir. Sâsâni Devleti'nin resmî Salnamelerinden, 3. Yezdegerd zamanında bir ya da daha fazla müellif tarafında yazılmış olan "Hodaynâmag" adlı tarihin tam çevirisidir. Es ki İran târihi için îtimat edilen kaynaklardandır. 49 3) Kitâbu'r-Rusûm: bu eser Kitabu'1-Ayin olarak da bili nir. Sâsâniler döneminin devlet ve toplum düzeninden, saray protokollerinden bahseden "Âyinnâmag" adlı Pehlevice eserin çevirisidir. Bu gün nüshası mevcut değil. 50 Ancak Seâlibî vb. yazarlar bu kitaptan istifâde ettiklerini belirtiyorlar. 51 4) Risâle-i Tenser: Harbedân-ı Harbed olan Tenser'in Ta beristan hükümdarına yazdığı siyâsî ve ahlâkî meselelere da ir bir mektubun tercümesidir. Ne aslı ne de İbnü'l-Mukaffa tarafından yapılan çevirisi mevcut değildir. İbn İsfendiyar'ın Târih-i Taberistan adlı eserinde İbnü'l-Mukaffa'nın Arapça'ya yaptığı çevirinin Farsça'ya çevirisi bulunmaktadır. 52 5) Kitâbu't-Tac Fî Sîreti Anuşirevan: İbn Kuteybe'nin Uyûnu'l-Ahbar adlı eserinde bu kitaptan alıntılar yapılmış tır. 53 Seâlibî, çevirisini yaptığımız Âdâbü'l-Mülûk adlı eserin de İbnü'l-Mukaffa'ya ait Ahbâru Anuşirevan adlı bir kitap tan bahseder. Aynı kitap olsa gerek. 54 6) Kitâbu's-Sagısâsân: "Sistan başbuğları kitabı" anla mına geliyor. Mesûdî'nin bildirdiğine göre bu kitap Türkler ile İranlılar arasında geçen harplerden, Rüstem'den, Siya vuhs'tan, İsfendiyar'dan, Frasiyab'ın savaşlarından bahset mektedir Eski İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 5-11, s A. y. 51. Seâlibî, Hükümdarlık Sanatı, (Arapça adı: Âdâbu'l-Mulûk, Celîl el Atıyye tahkıkıyla) İst. 1997, Çev. Said Aykut s Eski İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 5-II, s Bkz.; İbn Kuteybe, Uyûnu'l-Ahbar, (4 cilt) Kahire 1930, (özellikle Kisra Hüsrev Perviz'le ilgili bölümler) 54. Seâlibî, A. g. e., s Mesûdî, Murûcu'z-Zeheb, (Charles Pellat neşri) Beyrut 1966, c. l, s. 276, paragraf no: 541

22 7) Kitâbü'l-Beykâr: Mesûdî tarafından anılan bu eserde İsfendiyar'ın Doğu Kafkasya'daki savaşlarından bahsedil mektedir. Murûcu'z-Zeheb'in bazı nüshalarında söz konusu eser Kitâbu's-Sakas olarak geçiyor. Bu durumda Sakalarla ilgili kitap anlamına gelebilir. 56 8) Kitâbu Mazdek: Sâsâniler devrinin ünlü düşünürü Mazdek'in hayatını ve 1. Kubad ile olan münasebetlerini anlatıyor. Daha sonraki kaynaklarda bu eserden alıntılar vardır. 57 İbn Ebî Usaybıa ve diğer müelliflerin bildirdiğine göre İbnü'l-Mukaffa, Aristo'nun Kategoryas'ını, Paremeneas'ını, ve Analutika'sını Yunanca'dan çevirmiştir. Ayrıca Porfiryus'un İsagoci'sini de Pehlevîce'den Arapça'ya çevirmiştir. 58 Telifleri de yine ahlak ve siyasetle ilgilidir. Siyaset İbnü'î-Mukaffa'nın tüm eserlerinin ana konusudur desek hiç abartmamış oluruz. Bunları şöyle sayabiliriz: 9) el-edebü's-sagîr: 30 sayfa civarında küçük bir risale dir. Sosyal, siyâsî ve ahlâkî nasîhatları içerir. Kısa tavsiyeler niteliğinde olan bu eser ruh ve beden arasındaki dengeyi ele alır. 59 Kitap Ahmed Zeki Paşa tarafından hicrî 1329'da İs kenderiye'de neşredilmiştir. Muhammed Kürd Ali'nin Resâ ilu'l-bülegâ'sında yer almaktadır ) el-edebü'l-kebir: Bu eser "ed-dürretü'1-yetîme" ola rak da bilinir. Ahmed Zeki Paşa, Muhammed el-marsafî ve Sekip Arslan tarafından ayrı ayrı neşredilmiştir. 56. Mesûdî, Murûcu'z-Zeheb, c. l, s. 229, paragraf: 480. İslam Ansiklopedi sinde verilen sayfa yanlıştır. II. 143 değil II. 44 olmalıydı. Bu numara lar elyazmanın cildini ve sayfasını göstermektedir; neşredilen nüshada belirtilmiştir. 57. Eski İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 5-II, s İbn Ebî Usaybia, Uyûnu'1-Enbâ Fi Tabakâti'l-Etıbbâ, Kahire, 1299 h. c. l, s Hannâ el-fâhûrî, el-câmi" Fî Târîhi'l-Edebi'l-Arabî, Beyrut 1995, (2. baskı) c. l, s Muhammed Kürd Ali, Resâilu'l-Bülega, Mısır 1908, (el-edebüs-sagîr bölümü) s. l

23 Bu eser yaklaşık yüz sayfadır. İki konuda yoğunlaşmaktadır: Hükümdar ve onunla ilgili olarak siyâset, dostluk ve iyi dostun nitelikleri ) Risâletü's-Sahâbe: Bu eser doğrudan siyasetle ilgilidir. Hükümdarın dostları, yardımcıları, halkına karşı takip edeceği sîret ile ilgilidir. Bu kitabı Halife Mansur'a yazmıştır. Önerileri arasında, "güçlü ve maslahatlı olan kavlin tercih olunarak" fıkhı kargaşaya son verilmesi vardır. Aynı dâvaya bakan iki kadının aynı şehir ve ortamda farklı kararlar vermeleri halk içinde şüphelere ve kargaşaya yol açmaktır. O halde Mansur, fıkhı eğilimleri ve mezhepleri farklı olan tüm kadıları bağlayan ortak bir "genel kanunlar mecmuası" oluşturmalıdır. Böylece devlet daha iyi idare edilecektir. Abbasî Devleti'nin bu konuda gerçekten muzdarip olduğunu gösteren husus da Halife Mansur'un, İmam Mâlik'ten fıkha dâir bir kitap yazma talebinde bulunmasıdır. Mansur bu kitabı büyük şehirlere gönderecek ve herkesin buna uymasını isteyecekti. Ancak İmam Mâlik bu teklifi kabul etmemiştir. Çünkü çeşitli şehirlere ve ülkelere dağılmış Müslümanlar, kendilerine yakın gelen ve artık iyice alıştıkları bir Sünnet ile amel ediyorlardı. Dolayısıyla bunları tek bir versiyona indirmek, bununla amel etmeyi mecbur kılmak, başka zorlukları doğuracaktı. İmam Mâlik daha sonra meşhur eseri el-muvatta'ı derlemiştir ki Hicaz, Mısır ve Kuzey Afrika'da zamanla kabul gördü bu kitap... İbnü'l-Mukaffa'nın Risâletü's-Sahâbe'sinde ordunun maaşı, terbiyesi ve şevki konularında da detaylı öğütler bulunmaktadır. Eski Sâsâni geleneğinden etkilendiği belli olmaktadır. Yönetimin kimler tarafından yürütüleceği konusunda son derece serttir. Aristokrat zümreye önem verir. Bu kitap aslında İbnü'l-Mukaffa'nın tüm eserlerinde vurguladığı temel fikirlerini toplayan ana mecmuadır. Onun Abbasî Devleti'ne nasıl baktığını gösterir, kendi toplumsal özlemini 61. Muhammed Kürd Ali, a.g.e, s. 39

24 ve İranı karakterini yansıtır. Detaylı bilgi için Şevkî Dîfin Asru'l-Ümevî el-ahîr kitabının İbnü'l-Mukaffa bölümüne bakılabilir. 62 Risâletü's-Sahâbe, Muhammed Kürd Ali tarafindan neşredilmiştir. 63 Bu eserler dışında Hikemü İbni'l-Mukaffa ve el-ede bü'1-vecîz li'1-veledi's-sagîr adlı telifleri de siyâset ve ahlakla ilgilidir. 62. Şevki Dîf, Asru'l-Ümevî el-ahîr, Dâru'l-Maârif Mısır, s Muhammed Kürd Ali, a.g.e, s. 118

25 KELİLE VE DİMNE'DE OKUMUŞ-SULTAN İLİŞKİSİ* Binbir gece masallarını ve Kelile ve Dimne'yi "Siyâsi muhteva" bakımından inceleyen Cebbur ed-düveyhi'nin de belirttiği gibi Kelile ve Dimne'nin hikayeleri görünürde vahşî hayvanların, kuşların ve haşerelerin ağzıyla anlatılmıştır. "Mesel" tabir edilen nasihat içerikli hikâyelerde hayvanları kullanmak, onların dilinden bir şeyler vermek kadim bir edebi gelenektir. Ancak "Mesel" in olmazsa olmaz şartı değildir bu. Yani hayvanların kullanılması özel sebebe binâendir aslında. Bir hikâyenin "Mesel"e dönüşebilmesi için dinleyenlerin kahramanlarla özdeşlik kurması, içeriğinin doğru yorumlanması ve "mucibince amel edilmesi" gerekmektedir. Bu itibarla Kelile ve Dimne kitabı niçin hayvanlar alemine müracaat edildiğini mukaddimede özlü bir şekilde izah eder: "... Sözün dış yüzü halka ve ileri gelenlere eğlence olsun; iç yüzü ise seçkinlerin zekâsına hitabetsin, onlara bir tür deneyim kazandırsın diye kitabı yırtıcı hayvanların, kuşların dilinden verdi!" Ardından şu satırlar geliyor: Bu makale, Cebbur ed-düveyhî'nin el-ictihad dergisinde neşredilen araştırmasının özetidir. Son iki paragrafı biz ekledik. Bkz. el-ictihad, 1989 (yaz) 4. sayı, s. 53

26 "Diyalog iki hayvanın ağzından olmalıydı. Hayvanların konuşması eğlence ve mizah gibi görülecek oysa söylenenlerin muhtevası tam anlamıyla 'hikmet' olacaktı. Hakimlikten nasibi olanlar hikmetlere kulak verecek, hayvanların ve mizahın sadece araç olduğunu anlayacaklardı. Câhiller ve sıradan insanlar ise iki hayvanın karşılıklı kelam eylemesine şaşırıp dikkat kesilecek, dinlediklerini eğlence sayarak 'asıl mazmunu' anlamaya gayret etmeyecek, eserin hedefini bilemeyeceklerdi." Demek ki Kelile ve Dinine, yazarının da açıkça belirttiği gibi "seçkinlerin asıl faydayı devşireceği" özel bir kitaptır. Yani sıradan insanlar da bir şeyler alır bu kitaptan lâkin işin künhüne vâkıf olamazlar... İndilerde mevcut çeşitli "Mesel"leri tetkik eden J. Starovinsky de benzer bir olguyla karşılaşıyor: "Öğreti burada sınırlı bir çerçeve içindedir ve kendim dışa karşı koruyucu bir karaktere sahiptir. Anlayacak kulağı olmayanlara kapalıdır, bu tiplere karşı özellikle kapatır kurtuluş kapılarını! O halde 'mesel' tarzı hikâyelere başvurulması, hakikatin sadece hikâyevâri bir üslupla anlatılıp 'didaktik gaye' güdülmesi demek değildir. Bilakis bir kasıt vardır burada: özel bir seçkinler grubu muhatap alınarak mesaj onlara yöneltilmektedir, kâfi derecede zekâya sahip olmayanların devre dışı bırakılması hedeflenmektedir." Aynı şekilde Kelile ve Dimne müellifi de mânâsı kendi ile hükümdar arasında anlaşılan, Beydebâ ile Debşelim, aydın ile sultana münhasır özel bir diyalog türünü vermek istemiştir. Burada bir çelişki varmış gibi gözükebilir. Hikâyeleri anlatan yazar hükümdarın yanlış anlamasından endişe etmekte, bu yüzden serd edilecek meselin özeti mahiyetinde bazı hususları açıkça belirtmektedir her hikâyenin başında. Açık bir tefsir ve yönlendirme tarzında cümleler ihtiva etmeyen kıssalar, birbiriyle çelişkili neticeler (= hisseler) çıkarılmasına müsaittir. Ancak hikâyenin maksadının ne olduğunu

27 en başta izah eden kısa açıklama sıradan insanlara da perdeyi açmakta ve "düzgün okumayı" kolaylaştırmaktadır. Zaten Kelile ve Dimne'nin babları daha ilk satırda maksadın ne olduğunu belirtmektedir. Kitabın metodu böyledir. Meselâ Maymun ile Kaplumbağa Babı şöyle başlar: "Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki: Bir ihtiyaç, bir amaç peşinde koşan ama tam eriştiğinde yine kaybeden adamın hikayesini anlat!" Böylece yanlış anlamaların önüne geçilmiş oluyor. İbnü'l-Mukaffa dinleyenleri de üç kısma ayırmıştır, hikayenin üç ayrı didaktik düzeyi olmasına binâen... a) Bazıları olayların akışına kendini kaptırır ve işin hi kâye tarafıyla tatmin olur. "Bu tipler maksadın ne olduğunu anlamazlar, devşirilecek meyveyi devşiremezler ve kitabın eriştirmek istediği hiçbir hedefe erişemezler." b) Bunlardan sonraki zümre ise "kitabı anlamış ve epey yüksek bir seviyede kavramışlardır." Bu tiplerin eksiği, hare kete geçmeyişleridir. Onlar "geceleyin evinde hırsızı görüp pusuya yatan ama pusuda uykuya dalarak hırsızın hırsızlığı na engel olamayanlardır!" c) En yüksek zümre ise örnek gösterilen zümredir ki hi kâyeyi okur, derinlemesine anlar ve gerektiği gibi amel eder. Kısaca: "Bilgi ancak amelle asıl yerini bulur, kemâle erer. Bilgi ağaçtır, amel ise meyvesidir bu ağacın!" Görüldüğü gibi dinleyici taifesi üç ayrı seviyedendir: 1) Hikâye dinleme seviyesinde kalanlar, 2) Verilen mesajı doğru yorumlamakla beraber gereğince amel edemeyenler, 3) Doğru okuyan, doğru anlayan ve gereğince amel ederek işi tatbik sahasına dökenler. Filozof Beydebâ önce açık nutuk yoluna başvuruyor, hükümdarın huzuruna çıkıyor ve vaaz veriyor. Lâkin bu tarz bir yaklaşım sadece hapsi boylamasına sebep oluyor! O halde "Meseller" yoluyla maksadı vermek en başarılı yöntem olacaktır...

28 Kelile ve Dimne kitabı on beş baba ayrılıyor. Uzunluk bakımından farklılık arzeden bu babların her biri müstakil bir didaktik amaca odaklanmıştır. Her babda yeni kahramanlar vardır, hayvanlardan... Kitaba ismini veren iki hayvan Kelile ve Dimne ise sadece ilk iki babın kahramanıdırlar. Bu ilk iki bab, birbirlerini tamamlarlar ve aydın sultan ilişkisinin nasıl olması gerektiğini ayrıntılarıyla gösterirler. Birinci bab olan "Arslan ve Öküz" de ana mevzu iki merhalede ele alınır: 1- Dimne öküzün arslana boyun eğmesini sağlayarak arslanın dostluğunu kazanır. 2- Sonra öküzün öldürülmesi gerektiği hususunda ars lanı ikna eder. Çünkü öküz, Dimne'nin nice zamandır tamah ettiği bir makama gelmiştir ve bir nevi rakibi olmuştur. Ama Dimne'nin sahtekârlığı ortaya çıkar. Dimne idam edilir. Hikâye "birbirini seven ve savunan siyâsîlerin araya çeşitli desise ve entrikaların girmesiyle nasıl birbirlerinden soğuduklarını" anlatır. Böylece mesel, cihanşümul bir insanî olguyu irdeler: Birbirini seven dostlar ve arabozucular. Demek ki okuyucular bu hakikati gözden kaçırmamalı, arabozuculara karşı tedbir almalıdırlar! Aslında Arslan ve Öküz hikayesi, bir aydının çeşitli meseller ve misallerle idareciyi etkileme arzusunun dışa vurumundan ibarettir. Abdullah İbnü'l-Mukaffa bir "aydın" olarak "ilgililere" yani genel kitle yahut Halife Mansur veya Ahvaz hâkimi îsâ b. Ali'ye hikayeler anlatmaktadır. Filozof Beydebâ aydını temsil eder, Debşelim ise güç sahibini. Birinci (=aydın) ikinciye (=hükümdara) Dimne ile Arslan arasında cereyan eden diyalogu aktarmaktadır. Evet, Dimne burada saraya yakın olmak isteyen aydın seçkindir; arslan ise erki elinde tutan hükümdardır. Burada, zaman zaman figüranlar çoğalsa da dört temel kahraman vardır:

29 1) Tüm kitabı aktaran dış râvi (=ibnü'l-mukaffa yahut iranlı yazar) 2) Tüm kitabın yöneldiği dış muhatap (=Kitabı okuyan: Halife mansûr) 3) Kitabın çeşitli hikâyelerini anlatan iç râvi (=Beyde bâ ve tecrübeli hayvanlar) 4) Kitabın hikâyelerine muhatap olan iç kahraman (=Debşelim veya arslan) Burada dışarıdan içeriye doğru şöyle bir temsil sözkonusudur: Halife Mansûr veya amcalarından biri Debşelim Arslan İbnü'l-Mukaffa Beydebâ Dimne Dimne "ancak diliyle mücâdele edebilir" oluşunun yanında kendini "akıllı ve belirli bir görüş sahibi" biri olarak tanıtıyor ve ekliyor: "... Bir söz ustası edebiyatçı ki bir doğruyu yanlış, bir yanlışı doğru gibi göstermek istese elbet becerir! Tıpkı duvara çeşitli suretler çizen mahir bir ressam gibi ki bu suretlerin bir kısmı dışarlak (=dışarda gibi) görünür ama dışarıya çıkıntılı değildir, bir kısmı da içerlek gözükür ama içerde değildir!" İşte size aydının yahut karşı aydının misali! İbnü'l Mukaffa -ondan evvel de Beydebâhükümdarı yazarlardan ve diğer filozoflardan sakındırıyor! Dış râvi dış muhataptan "bazılarına karşı kulağım tıkamasını ve ambargo koymasını" talep ediyor. Tam bu noktada meseller ve hikâyelerden ibâretmiş gibi gözüken oyun, hiç şakası olmayan bir tahrik silahı haline geliyor. Serdedilen tüm meseller, iki merhale boyunca Dimne'nin silahı olma fonksiyonunu üstleniyor ama neticede onun aleyhine dönüyorlar. Dimne, muhatabı olan arslâna öküz hususunda evvelâ olumlu sonra olumsuz kararlar aldırabiliyor. Bunu meseller yoluyla yapıyor. Nihâ-

30 yet suçlu olduğu anlaşılıp da henüz kesinleşmeden mahkemeye çıkarıldığında dahi kendi korunumu destekleyici meseller bulmakta zorluk çekmiyor. Hâkim bu sıkı savunma karşısında bir şey diyemiyor, onun suçlu olduğunu söyleyemiyor. Kısaca Dimne son noktaya kadar söz ve mesel serdetme ustalığını muhafaza ediyor... Ancak onun kaderinde ölüm vardır! Nihayet tanıklar ortaya çıkar, Dimne'nin cürüm işlediği kesinlik kazanır ve işi bitirilir. Peki râvi niçin Dimne'yi öldürüyor? Zira Dimne'nin temel problemi bilgisizlik değildir: gayet mahir konuşuyor, meseleleri iyi anlıyor lâkin bilgisiyle amel etmiyor! Ardarda misaller verirken dâima kendisini muaf tutuyor; sanki o "kurallara uyması gereken kişilerden biri değilmiş gibi" davranıyor. Ölümü hak oluyor böylece. Kelile'nin durumu nedir? Kelile temkinlidir, ihtirassızdır, akıllıdır ve olgundur. Daha ilk anda Dimne ona gelerek "Krala yakınlaşmak istediğini" belirtince hemen itiraz eder Kelile: "Marangozu taklit sevdasıyla başını belaya sokan ve kuyruğunu sıkıştıran maymunu düşün!" der. Sonra Dimne yine eski dostuna gelir, arslanla öküzü birbirine düşürmek niyetinde olduğunu söyler. Kelile derhal uyarır: "Sakın ha, böyle bir işe girişmeyesin! Abid ile hırsızın hikâyesini duymuşsundur!" der. Sanki duvara konuşmuştur, Dimne siyasi ihtirasları sebebiyle gözlerini perdelenmiş bir zavallıdır aslında. Ve kaçınılmaz bir şekilde kendi kuyusunu kendi kazar, o çok sevdiği "meseller"deki söz dinlemez kahramanlar gibi! Dimne'nin kaderi hikâyenin birinci cümlesinde yazılıdır: "Yalancı ve sözgezdiricilerin birbirinden ayırdığı sıkı dostlara dair..." Burada birbirini çok seven sıkı dostlar arslan ile öküzdür. Yalancı, arabozucu ise Dimne'dir. Hikâye bittiğinde temel amaç şöyle bir cümleyle belirtilir: "İşte bu meseli düşünecek adam iyi bilsin ki yalan dolan ile başkasına zarar vererek öz menfaatini ön plana çıkaran kişi daima kendi tuzağına düşer!"

31 Dimne "Her makamın bir makâli vardır" ilkesini ustaca uygulayarak her duruma müsait bir laf bulduysa da neticede "hilekâr davrandığı, ikiyüzlülük ettiği için" cezasını çeker. Aslında Dimne'yi öldüren de "dostunun intikamı peşindeki arslan" değildir, didaktik bir hedefle yazılan hikayenin kendisidir ölüm fermanı... Kelile ve Dimne kitabı siyâsî edebiyatta meselin ne kadar sık işlendiğini gösterdiği gibi okumuşlar tayfasına mensup birinin hükümdar (= iktidar) karşısında nerede kudretli, nerede âciz olduğunu da anlatır. Lâkin bu vadide hakikat şudur ki sâdece edebiyat ve yazı ne umum halkın ne de otorite sahiplerinin hayat tarzlarını değiştirebilir... Edebiyat ve nıakâlât döktürme işi, okumuşun tüm umutlarını bağladığı bir sihirli değnek mesabesinde ise de amel (= tatbik fikri ve hareket) olmadıkça tamamen boş bir kuruntu ve tatmin aracı haline gelmektedir. Doğrudur: Şehrazad masallarda paçayı kurtarmış, Filozof Beydebâ dâhiyane meselleriyle Debşelim'i irşad etmiştir. Ama ne geniş çaplı ıslahat hareketleri ne de ihtilaller sadece edebiyatla gerçekleşmiştir.

32

33 MUKADDİME Bu mukaddimeyi Şahoğlu Ali el-fârisî diye tanınan Sahvanoğlu Behnûd yazmıştır. Behnûd, Brahmanbaşı olan Hintli bilge Beydebâ'nın, Hindistan hükümdarı Debşelîm için kaleme alıp "Kelile ve Dimne" adını verdiği eserin temel amacını belirtmiştir. Beydebâ, asıl maksadım avamdan gizleyip korumak, kitabın içeriğini serseri, kaba-saba güruhtan esirgemek; bilgeliğin özünü, türlerini, güzelliklerini ve pınarlarım değer bilmezlerden uzak tutmak için hayvanların ve kuşların dilinden vermiştir vereceğim... Çünkü bilgelik ancak bilgeye ferahlık veren, onun zihnine açık olan, sadece sevenlerini süsleyen ve taliplerine şeref kazandıran bir şeydir. Behnûd, İranlılar'ın hükümdarı, Feyrûz soyundan Kubadoğlu Anûşirevan'ın; Fars doktorlarının reisi Berzeveyh'i Kelîle ve Dimne kitabı için Hindistan'a nasıl gönderdiğini ve Berzeveyh'in bu ülkeye giriş esnasında ne denli dikkatli davrandığını anlatmıştır. Geceleyin hükümdarın hazinesinden erişebildiği diğer kitaplarla beraber, bunlar Hint bilginlerine aitti- "Kelile ve Dimne"yi de gizlice istinsah eden o adam* gelmişti Berzeveyh'e... Tüm bunları Berzeveyh için yapıyordu o. Behnûd, kitabın çevrilmesi amacıyla Berzeveyh'in Hindistan'a gönderilişinden çıkan neticelere de değinmiştir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde ondan bahsedilecektir.

34 Behnûd'a göre bu eseri eline alan kişi, okuduğu şeyde yoğunlaşman, sözün özüne bakmalıdır. Aksi takdirde kitabın yazılış amacını anlayamaz. O, önsözünde Berzeveyh'in gelişine, kitabın yüksek sesle okunuşuna değinmiş ayrıca Buzurkmihr'in neden "Berzeveyh Bölümü" diye özel bir kısım yazdığım anlatmıştır. Burada, doğumundan ergenliğine ve bilgelik sevgisiyle yanıp ilmin çeşitli dallarında söz sahibi oluncaya kadar Berzeveyh'in yaşamı konu edilmiştir. Behnûd bu bölümü, asıl kitabın başı olan "Arslan ve Öküz" bölümünün önüne koymuştur. Şahoğlu Ali el-fârisî der ki: Bilge Beydebâ'nın, Hindistan hükümdarı Debşelîm'e Kelile ve Dimne kitabını yazmasının sebebi şudur: Makedonyalı İskender Zülkarneyn, batıdaki hükümdarların işini bitirince doğuda bulunan İran vesâir ülkelerin hâkimlerini yenmek amacıyla harekete geçti. İran hükümdarlarından, kendisine karşı koyanlarla dövüşmüş, ona meydan okuyanları yerin dibine geçirmiş, barış isteyenlerle barış yapmış; neticede tümünün başına geçerek hasımlarını bir bir mağlup etmişti. İskender'in karşılaştığı İran hükümdarları ilk tabakadandır. Onlar parçalandılar, perişan oldular. İskender daha sonra ordusunu Çin diyarına sürdü, yolu üstündeki Hint kralını hâkimiyeti altına almak onu da kendi dinine sokmak arzusundaydı. O esnada Hindistan'ın başında Fevr [For] adlı güçlü bir kral vardı. Fevr, İskender'in sefer edeceğini duyunca savaşa karar vermiş, mukavemet için hazırlıklar yaparak etraftaki kuvvetlerini toplamıştı; velhasıl iyice donanmıştı. O, savaşa alışkın filleri, düşmana saldırmak üzere eğitilmiş yırtıcı hayvanları, eyerli atlan, keskin kılıçlan ve göz alıcı kargılan çok kısa bir sürede tedarik etmişti. İskender, Hint Kralının ülkesine yanaşıp daha önce elde ettiği ülkelerde hiç rastlamadığı türden hazırlıklar yapıldığını duyunca; harbe atılmakta aceleci davrandığı takdirde

35 başına bir felâket geleceği endişesine kapıldı. Zülkarneyn, tecrübeli, tedbir almasını bilen, kurnaz bir hükümdardı; çare aradı ve karargâhının çevresine bir hendek kazdırıp beklemeye başladı. O, bu işi başarıyla bitirmek amacıyla temkinli davranıyor, düşmana yürüdüğünde kesin zafer elde etmek için nasıl hareket etmesi gerektiği hususunda kafa yoruyordu. Önce müneccimleri çağırdı, onlara Hint kralına karşı harb etmek ve zafer bulmak için uğurlu bir gün seçmelerim emretti. Onlar bu işle uğraştılar. İskender, uğradığı her şehirde mahir sanatkârları bulur, her cinsten hünerli insanı yanına alıp götürürdü. Bu kez de zekâ ve ileri görüşlülüğüyle onlardan yararlanmayı düşündü: üzerinde insan heykelleri bulunan içi boş bakır atlar yapmalarını, bunların itilip hızla gitmeleri için tekerlekler üzerine yerleştirilmelerini emrette onlara. Daha sonra içlerinin neft ve kibritle doldurulmasını; hepsinin [canlı gibi] giydirilerek; ordunun merkezine, ilk safa yerleştirilmesini buyurdu. Taraflar karşı karşıya gelince bunların içi tutuşturulacaktı. Düşmanın filleri, hortumlarını kızmış bakır atlara dolayınca can havliyle geri dönüp kaçacaklardı. İskender, ustalarından güçleri yettiğince süratli çalışıp bu işi halletmelerini istiyordu. Onlar da emre uydular: sıkı çalıştılar, çabuk bitirdiler. Müneccimlerin belirlediği gün yaklaşınca İskender, Fevr'e tekrar adam gönderdi; egemenliğini tanımasını istedi ondan... Ama Fevr, İskender'e karşı gelerek savaşta kararlı olduğunu söyledi. İskender onun ısrarlı olduğunu görünce tüm ağırlığıyla yüklendi. Fevr, filleri ön safa koymuştu; İskender'in adamları bakır atlan -üstündeki süvari heykelleriyle- sürdüler düşmana. Filler atlara yöneldiler, hırsla hortumlannı doladılar, korkunç ısıyı hisseder hissetmez sırtlarında taşıdıkları her şeyi etrafa attılar; onları ayaklarının altlarında ezdiler; sağa

36 İskender'le Hint Ordusu Karşıkarşıya

37 sola dikkat etmeden önlerine çıkanı mahvederek kaçtılar. Fevr, ordusuyla irtibatını kaybetti. İskender'in askeri onların ardına düştü, önüne geleni kırıp geçirdi... İskender şöyle bağırıyordu: Hint Hükümdarı! Sen çık karşımıza! Ordunu ve ha nedanını koru! Onları ölüme sürükleme! Bir kralın tüm as kerini tehlike uçurumuna atması elbette erkeklik değil! Bi lakis ordusunu, malı ve canı pahasına korumalıdır kral! Haydi, çık karşıma askeri bir kenara çek! Hangimiz yenerse baht onundur! Fevr, İskender'den bu meydan okumayı işitince onu mağlup edeceğini sandı; 'fırsat bu fırsattır' deyip onunla mücadele için öne çıktı. Böylece İskender de ileri atıldı, çatıştılar. At sırtında saatlerce kapıştılar ama yenişemediler. Mücâdele böyle devam ederken hasmını halledemeyeceğini anlayan İskender, ansızın yeri göğü inleten, ordugâhı titreten bir nâra attı. Fevr, bu çığlığı, ordusuna karşı hazırlanmış bir tuzak sanarak yüzünü çevirip geriye baktı. Birdenbire ileri atılan İskender göz açıp kapayıncaya kadar düşmanını atının eğerinden koparacak bir hamle yaptı; ardından bir kez daha vurdu ve fevr yere yuvarlandı. Hintliler başlarına gelen felaketi gördüler; hükümdarlarının akıbetine tanık oldular; ölümü yaşama tercih ettiler; dövüştüler, dövüştüler. Bu sefer İskender onlara çeşitli vaatlerde bulundu, Allah'ın fazlukeremiyle onların yurtlarını istilâ etti. İtimat ettiği adamlarından birini onların başına geçirdi. İşlerini halledinceye ve egemenliğini iyice sağlama alıncaya dek Hindistan'da kaldı. Sonra güvendiği adamı kendisini temsîlen- onların başında bırakarak Hint ülkesinden ayrıldı, hedefi neyse oraya gitti. İskender askeriyle oradan gidince Hintliler onun tayin ettiği adama boyun eğmekten vazgeçtiler ve şöyle söylendiler: Bu herif, ülkeyi yönetecek halde değil. Bu ülkenin ne halkı ne de asilleri, kendilerinden olmayan, hanedanla rına mensup bulunmayan birinin başlarında kral olmasına

38 asla razı olmazlar! Zira o [yabancı kral] onları hep küçük görecektir! Böylece kendi krallarının oğullarından birini başa geçirmek için anlaştılar: Debşelîm adlı birini kral yaptılar. Sonra İskender'in koyduğu adamı tahttan indirdiler. Debşelîm ise işleri yoluna koyup egemenliğini sağlama aldıktan sonra azdı, büyüktendi: çevresindeki hükümdarlarla savaşıyor, hep galip geliyordu. Halk ondan korkuyordu. Yönetimdeki gücü arttıkça ahâliyle alay etti, onları küçümsedi, en rezil işleri yaptı halkına... Kudreti çoğaldıkça şımarıklığı artıyordu. Bir zaman böyle devam etti. Debşelîm'in zamanında brahmanlardan bir bilge vardı: akıllı, ahlaklı biriydi. Bilgisiyle ünlenmişti, her konuda ona başvurulurdu: adı Beydebâ idi. Beydebâ, hükümdarın halini düşündü, halkına çektirdiği cefâyı düşündü; onu bu azgınlığından çevirmek, adalete yöneltmek için kafa yordu. Öğrencilerini topladı ve seslendi: Size ne danışacağım, biliyor musunuz? Bilmelisiniz ki Debşelîm'in durumunu, onun adaleti bir kenara atıp zulme dalışını, halkına cefâ edip rezil davranışlarda bulunuşunu düşündüm hep... Biz, böyle nahoş fiiller hükümdarlar tarafından işlendiğinde onları uyarmak, kıblelerini adalete ve iyiliği çevirmek için yetişmiş, kendimizi bu günler için hazırlamışızdır! Bu hallere göz yumar ve görevimizi yapmazsak câhillerin gözünde onlardan daha câhil ve aşağı vaziyete düşeriz! Bu yüzden başımıza hiç istemediğimiz belaların gelmesine engel olamayız! Şimdi, vatanı terkedip gitmek bana göre uygun bir karar değildir. Onu bu kötü gidişat içinde bırakmak ve işlerine hiç karışmamak da hikmetimize yakışmaz. Öte yandan dilimizden gayrı bir araçla ona karşı mücâdele edecek durumda da değiliz. Kendimizden başka kimseleri bulup yardım dilesek de ona karşı durmamız mümkün değil; tabiî ona karşı olduğumuzu ve siretinden surat ekşittiğimizi anlarsa sonumuz geldi demektir... Biliyorsunuz ki, bir vatanın güzelliği ve sağladığı hayat kolaylığı bahane edilerek ca-

39 navar, köpek yılan ve öküzle yanyana yaşamak cana kıymak [=şahsiyetsizlik] ten başka bir şey değildir. Bir bilgeye yakışan ise başa gelmesi muhtemel musibetlerden, bunların ağır neticelerinden korunmak; maksada ulaşmak için de korkulan şeyi bertaraf etmektir. Bilgelerden birinin, talebesine şöyle yazdığını işitmiştim: Hayırsızlarla beraber yaşayan, onlarla dost olan adam, riskli bir deniz yolculuğuna çıkan malum kimse gibi dir. Bu yolcu, neticede batmaktan kurtulsa bile korkulardan kurtulamaz. O, kendisim tehlike ve dehşete attıkça akılsız eşşeklere benzemektedir. Hatta daha da aşağı! Zîrâ hayvan ların tabiatında yaran zarardan ayırt etme özelliği vardır. Bu yüzden zarar görecekleri şeyden çekinir, tehlike kokusu aldıklarında korunmak için derhal uzaklaşırlar. İşte, sizi böyle bir durumdan ötürü topladım. Siz benim ailem, sırdaşım ve bilgi dağarcığımsınız. Size dayanır, size güvenirim. Kendi görüşüyle hareket eden ve tek başına kalan kimse zayi olur, yardımcı bulamaz. Akıllı adam ise bulduğu çarelerle, başkasının at ve askerle beceremediğini becerir. Bunun örneği de şudur: Bir tarla kuşu, filin geçip gittiği yerde bulunan deve kuşu yumurtasını yuva yapmış kendine; içine de yumurtlamış. Fil, su içmek için buradan geçermiş. Birgün her zamanki gibi suya, bu yoldan gitmiş. Tarla kuşunun yuvası paramparça! Yumurtalar ezilmiş, yavrular çiğnenmiş! Tarlakuşu felâketi görünce bu işin fil tarafından yapıldığını anlamış, çırpmış kanatlarını ve file gelmiş. Ağlayarak filin başına tünemiş ve seslenmiş: Ey Hünkâr! Ben senin komşunum! Benim yumurta larımı ezip yavrularımı öldürdün! Beni değersiz bulduğun, hor gördüğün için mi böyle yaptın? Fil de: Evet, bu yüzden! deyivermiş. Tarlakuşu filin yanından uçmuş, bir grup kuşa gelerek filin getirdiği felâketi onlara şikayet etmiş. Onlar da:

40 Bizim gibi kuşlar file ne yapabilir? diye cevap ver mişler. Tarlakuşu da saksağan ve kargalara şöyle demiş: Siz benimle gelir, filin gözlerini oyarsınız. Ben de sonrası için başka bir çâre bulurum. Kargalar ve saksağanlar bu teklin kabul ederek filin yanına gitmişler, gözlerini akıtıncaya kadar gagalamışlar. Koca fil, yeme içmeye gidemez duruma gelmiş; ancak bulunduğu yerde hortumuna geçirdiğiyle karnını doyurmaya çalışıyormuş. Tarla kuşu daha sonra civarda içi kurbağa dolu bir gölete varmış, onlara filin kendisine yaptığı kötülüğü anlatmış, yardım istemiş. Kurbağalar vıraklamışlar: Koskocaman filin karşısında biz ne çare üretebiliriz? Ona ne yapabiliriz ki? Tarlakuşu ötmüş: Sizden, benimle şuradaki yara kadar gelmenizi ve vı raklamanızı istiyorum. Fil sizin seslerinizi işitince orada ke sinlikle su bulunduğunu sanacak, yanaşıp yuvarlanacaktır! Kurbağalar tarlakuşunun teklifini evetlemişler, uçurumun kenarında kümelenip ötmeye başlamışlar. Susuzluktan cayır cayır yanan fil kurbağa seslerini duyunca can havliyle o tarafa koşmuş, yardan yuvarlanarak perişan olmuş. O zaman tarlakuşu filin başının üstünde kanat çırparak söylenmiş: Gücüyle övünen ve beni hor gören azgın! Koca göv den ve minik aklının yanında benim ufacıklığıma rağmen ne denli büyük düşündüğümü gördün değil mi? Şimdi, siz de bana teker teker söyleyin bakalım aklınızdan hangi tedbir geçiyor? Öğrenciler hep beraber bağrıştılar: Ey erdemli filozof, âdil bilge! Bizim kılavuzumuzsun sen, bizden üstünsün sen! Senin fikrin yanında bizimkinin, senin zekân yanında bizim zekâmızın ne kıymeti vardır? An cak şunu bilmekteyiz ki timsahla beraber yüzmek tehlikeye atılmak demektir. Suç, timsahın bulunduğu suya girende. Yılanın dişinden zehiri çıkanp kendisinde denemek için ağ-

41 zina atan adam, vebali yılana yükleyemez! Arslana ormanında yanaşan kişi hamlesinden nasıl emin olur ki? Bu hükümdar nice tecrübelerden akıllanmamış, musibetlerden korkmamıştır. Onun hoşuna gitmeyecek bir laf ettiğinde gazabına uğrayabilir, cefâsıyla karşılaşabilirsin; bundan yakayı sıyıracağından emin değiliz! Bilge Beydebâ cevap verdi: Allah için, doğru söylüyorsunuz! Ancak fikir sahibi olgun insan, kendinden aşağı veya yukarı diye biriyle istişa re etmeyi terketmez! Ne seçkinler nezdinde bir ferdin görü şüyle yetinilir, ne de halka faydalı olur tek kişinin görüşü. Ben Debşelîm'le yüzyüze gelmeye karar verdim gayrı... Sizin de sözünüzü dinledim; iyiliğimi düşündüğünüzü, beni ve ken dinizi korumak istediğinizi biliyorum. Ancak ben bir karara varmışım, bunu da uygulayacağım. Kral nezdindeki konuş mamı, ona verdiğim karşılıkları elbet öğreneceksiniz. Onun huzurundan çıktığımı duyar duymaz toplanın yanıma... Beydebâ bu sözlerinden sonra öğrencilerinin hayır dilekleriyle oradan ayrıldı. Böylece kralın huzuruna çıkmak için bir gün ayarladı. O gün, brahmanların giydikleri türden kıldan örülme giysilerine bürünerek büyük kapıya vardı; mabeyinciyi istedi. Ona götürülünce selam verdi, durumu anlattı. Şöyle dedi: Ben, öğüt vermek için hükümdara gelmiş biriyim. Mabeyinci hemen hükümdarın huzuruna çıkarak: "Kapıda Beydebâ adlı bir brahman var. Kendisinin krala öğüt vereceğini söylüyor!" dedi. Kral izin verince Beydebâ huzura girerek onun önünde durdu, eğildi, secdeye vardı. Sonra ayağa kalktı ve bekledi. Debşelîm, Beydebâ'nm gayet sakin bir şekilde duruşuna bakarak kendi kendine mırıldandı: "Bu adam bize ancak iki şeyden biri için gelmiş olmalı: ya durumunu düzeltmek için bir şeyler isteyecek yahut altından kalkmadığı bir sorunla karşılaştığı için yardım dileyecek bizden." Kendi kendine düşünmeye devam ediyordu: "Hükümdarların, ülkeleri üzerinde hakları varsa; bilgelerin de er-

42 demlerinden ötürü daha büyük haklan olmalı... Zira bilgeler, tecrübe ve bilgilerinden ötürü hükümdarlara muhtaç olmazlar. Ama hükümdarların mutlaka onlara ihtiyacı vardır. Bilgi ve kudreti birbiriyle sarmaş dolaş iki dost gibi görüyorum. İkisinden biri yitince diğeri de gidiyor; biri gidince diğeri yeme-içmeden kesilen, hayattan zevk almayan, hüzne boğulan iki can yoldaşı gibi... Bilge kişileri hürmetle karşılamayan, onların diğer insanlardan daha kıymetli olduğunu bilmeyen, onları küçük düşürmekten çekinmeyen adam akılsızdır; dünyasını karartmıştır. O, bilgelerin hakkını çiğnemiş ve kendini bilmez kara câhillerden olmuştur artık..." Sonra Beydebâ'ya doğru başını kaldıran Debşelîm şöyle seslendi: Sana baktım ey Beydebâ! Suskundun, ihtiyacını arz etmiyordun, dileğini söylemiyordun. İçimden: "Herhalde hey betimizden ürperdi, belki şaştı da susup kaldı," dedim. Bak tım uzun uzun bekledim, şöyle düşündüm bu sefer: "Geçerli bir sebep olmasaydı gelip kapımızı çalmazdı Beydebâ... O, za manının en iyilerindendir. Buraya gelmesinin sebebini sora lım mı ona? Ziyaretinin sebebi bir haksızlıksa onun elinden tutmak, onu yüceltmek ve ağırlayıp istediğini vermek önce benim boynuma borçtur. Eğer dünya malı talep ederse dile diği kadar yağdırarak onu memnun ederim. Hükümdarlara ait olup verilemeyecek bir şey isterse onun hakedeceği ceza yı düşünürüm; ama böyle birisi burnunu hükümdarlıkla ilgi li bir işe sokmaya cüret edemez. Onun muradı, halkın işleriy le ilgili olup benim onlara ehemmiyet vermem ise bakarım neymiş arzusu... Zira bilgeler ancak iyiliği, cahiller ise bunun aksini önerirler." Şimdi senin önünü açıyorum, dilediğin gibi konuşasın! Beydebâ hükümdardan bu sözleri işitince korkusu gitti, rahatladı. Onu selamlayarak secde etti, sonra dikilerek şöyle dedi: Önce hükümdara Allah'dan uzun ömür diler, hü kümranlığının -devletinin- ebedî olması için duacı olduğumu 48

43 belirtirim. Çünkü hükümdar, beni sonraki bilginlerden üstün kılacak, bilgeler tarafından yâd edilmeye layık bir mevki lütfetti bana! Bu sözlerinden sonra yüzünü sevinçle hükümdara çeviren Beydebâ, gördüğü güzel muameleden ötürü derin bir şükran hissiyle devam etti: Hükümdar lûtfunu ve keremini esirgemedi benden... Beni huzura çıkartan şey, sadece hükümdara vermek istedi ğim bir öğüttür; huzura çıkma cesaretini böyle buldum. Bu olaydan haberdar olanlar, bir hünkâra karşı yapılması gere ken şeyde kusur etmediğimi anlayacaklardır. Zât-ı âlîleri söz söylememe izin verir, beni dinlemek lûtfunda bulunurlarsa kendine yaraşanı yapmış olur. Lâkin sözlerimi dinlemezse ben görevimi yapmış ve yergiden kurtulmuş olurum. Hükümdar cevap verdi: Dilediğin gibi konuş Beydebâ! Can kulağı ile seni dinliyorum. Senin sözlerini anlamak, seni layık olduğun şe kilde mükâfaatlandırmak arzusundayım. Beydebâ konuştu: Gördüm ki insan, dört özelliğiyle hayvanlardan ay rılmış... Bu dört şey, dünyada ne varsa hepsini içine alır: hik met, iffet, akıl ve adaletten bahsediyorum. Bilgi, edep ve ka biliyet, hikmete girer. Benliğe hakim olma, sabır ve vakar akla girer. Haya, geniş gönüllülük ve şahsiyetlilik iffete gi rer. Doğruluk, iyilik, nefs murakabesi ve güzel ahlak ise ada lete girer. İşte bütün üstün nitelikler, bunlardan ibarettir; kötülükler bunların zıddıdır. Bu vasıflar tam olarak bir in sanda toplanınca o artık nîmet bakımından bir eksiklik yaşa sa bile dünyada hüsrana âhirette bedbahtlığa atmaz kendini. Talih ona gülmüyor diye üzülmez, saltanat ve devletiyle ilgi li kaderin cilveleri karşısında mahzun olmaz. İstemediği bir şeyle karşılaşınca şaşırıp korkmaz. Hikmet, dağıtmakla bit meyen bir, hazinedir; yoksulluğun uğramadığı bir ambardır; eskimeyen giysi, bitmeyen bir lezzettir. Ben zât-ı âlîlerinin huzuruna çıkınca söze önce başlamadım, kendimi tuttum.

44 Ama bunun sebebi, onun heybeti ve ona duyduğum saygıydı. Kuşkusuz krallar içinde sizin gibi seleflerine nisbetle kat kat üstün olanlara daha çok hürmet edilmelidir. Bilgili insanlar şöyle derler: Dilini tut, selamet dile hâkim olmadadır. Boş kelamdan çekin, zîrâ sonu pişmanlıktır. Anlatılanlara göre dört bilgili kişi bir hükümdarın meclisinde toplanmışlar. Hükümdar onlara: Her biriniz usûl ve âdab namına bir temel oluştura cak söz söylesin! demiş. İçlerinden birincisi: Bilginlerin en üstün niteliği susmaktır! der. İkincisi: Kuşkusuz insana en çok yarar sağlayacak şeylerden biri, haddini bilmesi, aklının neye yettiğinden haberdar ol masıdır! der. Üçüncü adam: İnsan için en faydalı şey, kendisini ilgilendirmeyen şey hakkında konuşmamasıdır! der. Dördüncü bilgin ise: İnsanı en çok rahatlatan şey, kadere teslim olmaktır! der. Bir zamanlar Çin, Hint, İran ve Rum ülkelerinin hükümdarları toplanıp: "her birimiz, dünya durdukça dillerden düşmeyecek bir söz söylesin" derler. Çin hükümdarı: Söylediğim bir sözü inkâr etmektense hiç bir şey söy lememek daha kolay geliyor bana! der. Hint hükümdarı: Şöyle konuşan adama şaşarım: konuştuğu kendi le hineyse ona fayda vermiyor, aleyhineyse onu mahvediyor! der. İran hükümdarı: Söz ağzımdan çıktı mı bana egemen olur, ağzımdan çıkmadıkça ben ona hakimim! der.' Rum hükümdarı da: Söylemediğim bir sözden ötürü asla pişman olma dım; oysa söylediğim nice sözler yüzünden defalarca pişman oldum! der.

45 Krallar nezdinde faydasız sözler söylemektense susmak daha iyidir. İnsanın en iyi yardımcısı dilidir. Hak Teâlâ ömrünü uzun etsin, hükümdarım bana söz söylemek için izin verdi, dilediğimi konuşma imkanı bahşetti. Öyleyse söylemek istediklerimden hâsıl olacak fayda ona yarasın, tüm iyilikler ve faydalar benden önce onun olsun! Neticede ben içimden geçirdiğimi söyleyeceğim, bunun menfaati de güzelliği de onun olacaktır. Kısaca, üzerime düşeni yerine getirmiş olacağım... Diyorum ki: Ey hükümdar! Sen kudretli atalarının, dedelerinin yerindesin. Onlar senden önce devlet kurmuş, kaleler ve surlar inşâ etmiş, şehirler yapmış, ordular yönetmiş, onları donatmış, yıllarca hükmederek sayısız silah ve bineğe sahip olmuşlardır. Onlar asırlarca gıpta edilecek bir halde, mutlu bir hayat sürdüler. Bu nîmet ve imkânlar onları, güzel nam bırakmaktan, şükranla anılmaktan, ahâliye iyilik etmekten, halka merhametli davranmaktan, yönetimleri esnasında iyi bir sîret sergilemekten alıkoymadı. Yaşadıkları saltanatın büyüklüğüne ve iktidar sarhoşluğuna rağmen böyleydiler. Ve sen, ey mutlu ve yıldızı parlak hükümdar! Onların malı olan yurtlarına, servetlerine ve saraylarına vâris oldun: onlardan aldığın mülkün üzerine oturdun, onların mallarına ve askerlerine kondun. Ama borcunu yerine getirmedin: azdın, sunardın, cevru cefâya daldın! Kendini halktan çok üstün gördün. Kötü bir gidişat sergiledin, getirdiğin felâket pek büyüktü. Halbuki sana yaraşan, seleflerinin yolunu takip etmen, senden önceki kralların izinden gitmen, sana vâris bıraktıkları güzel şeyleri uygulaman, çirkinliğiyle seni rezil edecek hallerden geri durmandı. Halkına iyi davranman, adını hayırla yâd ettirecek iyi şeyler yapman gerekirdi. Bu yol, en selâmetli, en kalıcı ve en doğru yoldu. Kuşku yok câhil kişi aldanır, şımarır ve nankörlük eder. Aklı başında tecrübeli kişiyse devleti ve mülkü ustaca ve esnek bir şekilde yönetir. Ey hükümdar! Sözlerimi düşün! Bunlara gocunma! Bir mükâfaat ve menfaat umarak söylemedim bu sözleri. Amacım sadece senin iyiliğindir, seni korumaktır...

46 Beydabâ kelimelerini bitirip öğütlerine son verince hükümdar kızdı, onu küçümseyerek ağır laflar etti: Öyle şeyler söyledin ki memleketim halkından hiç kimsenin bu sözlerle karşımda dikilebileceğini ve senin ce saretini gösterebileceğini aklımdan geçirmezdim. Bu kadar zayıf, küçük ve âciz biri olduğun halde nasıl oldu da bu laf lan ettin? Hangi cüretle? Bu cesaretin, burnunu sokmaman gereken konularda ileri geri konuşman hayretimi iyice artır mıştır. Başkalarına da hadlerini bildirmek için seni ibret ve rici bir şekilde cezalandırmaktan gayrı yol yok! Çünkü bu sayede senin gibi hükümdar meclislerinde yer bulan cüret kârların önüne set çekmek, onlarla ders vermek mümkün olacaktır! Hükümdar daha sonra Beydebâ'yı götürüp asmalarını emretti. Adanılan onu alıp gidince verdiği karar üstüne düşündü; vazgeçti ve onun hapiste zincire vurulmasını emretti. Beydebâ zindana girince hükümdar, onun öğrencilerinin peşine düştü. Onlar çeşitli kentlere dağıldılar, adalara sığındılar. Beydebâ günlerce kaldı hapiste... Kral onu arayıp sormuyor, başkaları da kralın huzurunda ondan bahsetmeye cesaret edemiyordu. Bir gece kralın uykusu kaçtı ve hiç uyuyamadı. Gözünü göğe dikerek yıldızların asıldığı boşluğun yaradılışını düşündü; zihnine hücum eden bir soruya cevap ararken Beydebâ'yı anımsadı, onun sözlerini yeniden kafasından geçirdi. Böylece kendine gelip içinden söyleniverdi: Bu bilgeye yaptıklarım hiç de doğru değildi. Ona ha kettiği gibi davranmadım. Çarçabuk kızdım da böyle oldu... Oysa bilgili insanlar şöyle der: "Dört nitelik, krallarda bulun mamalı! Öfke; çünkü insana en çok nefret kazandıracak şey dir. Cimrilik; varlıklı olduğu halde cimrilik yapanın hiçbir bahanesi yoktur. Yalan; hiçkimse yalancıya güvenmez. Ağır ve kaba söz; bu tür manasızlıklar hükümdara yaraşmaz. Ba na iyiliğimi isteyen biri geldi, kimse hakkında dedikodu yap-

47 madı, laf getirmedi. Ona layık olduğu muamelenin aksini yaptım. Benden göreceği karşılık bu olmamalıydı. Onu dinlemeli, tavsiyelerine uymalıydım... Kral bu kararından sonra hemen bir adam göndererek onu getirtti. Huzurunda bilgeye şöyle dedi: Daha önce söylediğin sözlerden maksadın, fikirleri min kusurlu olduğunu ve yanlış bir yol takip ettiğimi vurgu lamaktı değil mi? Beydebâ cevap verdi: Ey merhametli, doğru sözlü, altın kalpli iyiliksever hünkâr! Ben sadece senin ve halkının hayrına, hükümranlı ğının devamına yarayacak sözler söyledim! Kral: Beydebâ! Daha önceki sözlerini, bir sözcüğünü dahi eksik etmeden tekrarla! Beydebâ söze girdi. Hükümdar onu güzelce dinliyor, her söz başında elindeki asasını yere vuruyordu. Sonra gözünü Beydebâ'ya dikti, oturmasını buyurdu ve şöyle dedi: Beydebâ! Sözlerini beğendim, bunlar sadâsını bul muştur ruhumda! Tavsiyelerin üzerine düşünecek, onları pratiğe dökeceğim. Böylece, bilge adama vurulan zincirlerin çözülmesini emretti; ona kendi giydiği giysilerden verdi, güzel muamele gösterdi. Beydebâ: Hükümdar! Size yaptığım öğütlerin çok daha azı, si zin gibi birini doğruya çevirmeye kâfidir! dedi. Kral: Doğru söylüyorsun ey erdemli hakîm! Ben de seni şu andan itibaren ülkeme vezir yapıyorum! Hükümdar! Beni bu işte mazur gör! Bu işin hakkın dan gelecek durumda değilim. Ancak sizin lûtfunuzla yürür bu işler...

48 Hükümdar onu bu vazifeden muaf tuttu. Beydebâ huzurdan çıkınca hükümdar tekrar düşündü ve ona bu vazifeyi vermeyişini yanlış buldu. Hemen birini gönderdi peşinden... Onu geri çağırtarak şöyle dedi: Sana önerdiğim şeyden muaf kılışımı yeniden düşündüm. Anladım ki bu iş sadece seninle sağlıklı yürür. Bu vazifeyi senden gayrisi hakkıyla yüklenemez, boş yere bana karşı gelme! Beydebâ'da görevi kabul etti. O çağların geleneğince kral birini vezir yaptığı zaman onun başına taç koyardı. Böylece vezir bir merasim alayıyla şehir içinde at sırtında gezdirilirdi. Hükümdar, Beydebâ'ya da aynı şeyin yapılmasını emretti. Beydebâ'nın başına taç konduruldu, ata bindirilip şehirde dolaştırıldı; dönüp adalet ve insaf meclisine oturdu. Aşağıda kalmışın hakkını yukardakinden alıyor, güçlü ile zayıf arasında eşit davranıyor, zulme geçit vermiyor, adaleti sağlayacak ilkeleri koyuyor, etrafa bağış dağıtıyordu... Beydebâ'nın vazife aldığı haberi, öğrencilere ulaştığında onlar böyle parlak bir fikri hükümdara ilham eden Yüce Allah'a şükrettiler, sevindiler, her yandan toplanıp geldiler. Debşelîm'in uyguladığı kötü sîretin değişmesinde Beydebâ'yı vesile kıldığı için hep şükrettiler Hakk'a... O günü bayram kabul ettiler. Bu yüzden Hindistan'da hala bir bayram olarak kutlanır o gün... Beydebâ, Debşelîm'le ilgili düşüncelerim [uygulayıp] şöyle bir rahatlayınca siyâset kitapları yazma vakti buldu. Gece gündüz çalıştı, yönetimle ilgili en iyi tedbirleri içeren pek çok yazı yazdı. Bu arada kral, Beydebâ'nın çizdiği yolu takip ederek halkına iyi davranıyor; âdilce hareket ediyordu. Böylece çevre ülkelerin kralları ona yaklaştılar, bütün işleri yola girdi. Halkı ve devlet ricali bu yüzden sevindiler. Sonra Beydebâ öğrencilerini toplayarak onları güzelce ağırladı, hoş vaatlerde bulunup şöyle dedi:

49 Hiç kuşku duymadan söyleyeyim, hükümdarın huzuruna çıktığımda aklınızdan şunlar geçiyordu: "Beydebâ bu azgın despotun yanına gitme kararını vermekle bilgeliğini ayaklar altına aldı, zihni bozuldu!" Ancak görüşümün neticesini gördünüz, düşüncemin doğruluğunu anladınız; ben onu hiç tanımadan gitmemişimdir huzuruna! Bilge insanlardan işitirdim hep, krallar tıpkı şarap içmiş gibi başlan döner saltanattan... Onlar ancak bilginlerin öğütleri, bilgelerin eğitimi ile bu uykudan ayılırlar. Kralların vazifesi bilginlerin öğütlerim tutmak; bilginlerin vazifesi de kralları yetiştirmek, bilgileriyle onları ıslah etmek, adaleti terkettikleri zaman onlara kılavuzluk edecek ilkeleri bir bir ortaya koymaktır. Ben de bilginlerin sarhoşluktan uyarmak için krallara yaptıkları uyarıyı, bilgelerin de boynuna borç bildim. Tıpkı doktor gibi! Doktorlar bedeni ya sağlam tutmak ya da hastalıktan kurtarmak durumundadırlar, bu işte ustalaşmışlardır. Bu yüzden ben veya o ölür de geriye kalanlar "Azgın kral Debşelîm zamanında bilge Beydebâ yaşıyordu ama onu yanlış yoldan çevirmedi" desin istemem! Kaldı ki biri çıkıp "Hayatına malolacağından korktuğu için bir çift laf edemedi" dese ona "Öyleyse kraldan ve kralın çevresinden uzak durmalıydı" diyeceklerdir. Vatandan ayrılmak gerçekten de zordur. Ben hayatımı tehlikeye atmaya ve beni, ardımdan gelecek bilgeler huzurunda mazur gösterecek bir şey yapmaya karar verdim. Bu yüzden hayatımı ortaya koydum: ya hesabım tutmadığı için mahvolacaktım yahut zafer kazanacaktım. Sonuç sizin gördüğünüz gibi oldu. Bazı özdeyişlerde geçer: Üç şeyden birini göze almadıkça dileğine ulaşamaz insan; ya canından ya malından veya ilke ve inancından ödün vermedikçe bir yere gelemezsin! Tehlikeyi göze alamayan kişi amacına erişemez... Hükümdar Debşelîm her tür incelik ve bilgeliği içeren bir kitap yazayım diye izin verdi bana. Şimdi herbiriniz, seçtiği dalda bir şeyler ortaya koysun ve bana getirsin! Böylece herkesin akıl derecesini, anlayış derinliğini ve hikmet seviyesini bileyim!

50 Öğrenciler dediler ki: Ey erdemli, büyük insan! Ey akıllı, uyanık kişi! Sa na hikmet, akıl ve zarafet veren Allah'a and olsun böyle bir teklif aklımızdan geçmedi. Bizim başımız, büyüğümüz fâzılı mız sensin! Bizim değerimiz senin sayende var! Biz senin el lerinde yetiştik! Buyruğunu yerine getirmek için tüm çaba mızı sarfedeceğiz... Kral Debşelîm bu arada halkına iyi davranıyor, Beydebâ ona danışmanlık yapma vazifesine devam ediyordu. Daha sonra Beydebâ'nın yardım ve kılavuzluğuyla devleti istikrara kavuşturup düşmanlarının işini bitirince; Hint bilgelerinin, babaları ve dedeleri için yazdıkları kitapları incelemeye başladı. Bu esnada daha önce baba ve ataları adına yazıldığı gibi kendi adına da bir kitap yazılması fikri uyandı içinde! İçinde kendine ait olaylardan bahsedilen bir eser yazılmasına karar verince bu işin altından ancak Beydebâ'nın kalkabileceğine kani oldu. Onu çağırdı, başbaşa kalınca şöyle dedi: Beydebâ! Sen Hindistan'ın bilgesi, büyük filozofu sun! Ben önceki krallara ait hikmet hazînelerine baktım ve bunları düşündüm! Onların herbiri, kendi zamanının ve ha yat öyküsünün anlatıldığı bir kitap yazdırmış. Bu kitaplarda onların zarafetinden ve ülke halkından bahsedilmiş... Eserle rin bir kısmım, zâten yetenekli ve bilge olan kralların kendi leri yazmışlar. Bir kısmını ise onların filozofları kaleme al mışlar. Benden öncekiler gibi benim nâmıma yazılmış, vefa tımdan sonra beni hayırla yad ettirecek bir kitap benim ha zînelerimde yer almadan ölürsem gözüm açık gider! Ölüm onların da başına geldi, çâre yok öleceğiz... Tüm zekânı ve bilgeliğini konuşturarak bir kitap yaz adıma! Kitabın dışı, genel halkın yönetimi ve hükümdarlara boyun eğmesi gerek tiği konularını işlesin! içi ise hükümdarların ahlakını ve hal ka nasıl davranacağını anlatsın! Böylece devlet ve memleket idaresinde karşılaştığımız kamburları benim ve onların sır tından atacak bir eser ortaya konmuş olacaktır. Bu eserin

51 benden sonra çağlar boyunca diri kalacak bir yadigâr olmasını istiyorum! Beydebâ hükümdarın kelamını dinleyip secdeye kapandı, sonra başını kaldırıp şöyle dedi: Ey mutlu hükümdar! Yıldızın yükselsin, uğursuzluk senin semtine uğramasın, [güzel] günlerin devam etsin! Pâ dişâhımızın yaratılıştan gelme zekâsının keskinliği ve basi reti onu hep büyük amaçlara yöneltmiştir. Yüce ruhu ve gay reti sebebiyle dâima en yüksek basamağa, en erişilmez hede fe göz dikmiştir. Hak Teâlâ hükümdarın mutluluğunu dâim kılsın, aldığı kararlarda ona yardımcı olsun! Onun arzusunu yerine getirmem konusunda da bana yardım etsin! Zât-ı âlî leri dilediklerini emretsinler; ben onun belirttiği hedefe koşa cak, konuyla ilgili fikrimi gündeme getirerek kendimi tama men bu işe vereceğim. Hükümdar karşılık verdi: Beydebâ! Sen daima en sağlam görüşü ortaya koy dun, tüm işlerinde hükümdarlara itaat ettin; seni deneye rek anladım bu gerçeği! Artık senin tüm imkânlarını sefer ber etmeni, kafanı çalıştırıp bu kitabı yazmanı istiyorum! Eser hem ciddî ve bilgece olmalı hem de mizahî ve eğlendi rici olmalı! Beydebâ hükümdarın önünde eğilerek secdeye vardı ve konuştu: Yüce Tanrı hükümranlığınızı baki kılsın! Pâdişâhı mızın ferman buyurdukları husus başımız gözümüz üstüne! Süreyi de belirlemiş durumdayım! Hükümdar: Ne kadar zamanda halledersin? diye sordu. Bir yıl! diye cevapladı Beydebâ. Tamam, sana bu süreyi verdim gitti!, dedi hüküm dar ve Beydebâ'ya yüklü bir ihsan verilmesini buyurdu; böylece filozof daha rahat ve asude bir halde yazacaktı ki tabını...

52 Bilge Beydebâ uzun bir süre kitabı nasıl yazacağını düşündü. Nasıl başlamalıydı, ne tür bir üslûpla ele almalıydı konulan; işte bunlara kafa yordu. Daha sonra çevresine topladı talebelerini ve seslendi: Pâdişâh, benim sizin ve ülkenizin kıvanç duyacağı bir görev lütfetmiştir bendenize, bunun için çağırdım sizi! Böylece söze başladı ve hükümdarın arzu ettiği eseri, amacının ne olduğunu anlattı şakirtlerine. Lâkin onlarda aradığı türden [parlak] bir fikir bulamayınca aklını çalıştırdı ve şöyle düşündü: "Bir gemi ancak tayfalar sayesinde güzel yüzer deryada. Zira onlar gemi için gerekli ayan yapar, onu ustaca yüzdürürler. Fakat uçsuz bucaksız ummanlara sadece yetenekli ve tecrübeli olan kaptanla açılmak mümkündür. Gemi tıka basa yolcularla dolar, tayfalar da fazla olursa artık batmasından korkulacak hale gelmiştir." Sonra yine düşündü Beydebâ ve nihayet güvendiği bir çömezini yanına alarak eseri yazmaya karar verdi. Yanına Hintlilerin yazıda kullandığı türden bir tomar kağıt aldı, bu süre zarfında kendisine ve öğrencisine yetecek kadar azık ayırttı ve ikisi bir hücreye kapandılar; kapıyı da arkadan kapadılar. Böylece eseri yazmaya, [bölümlerim] düzenlemeye koyuldu. O söylüyor, çömezi kağıda geçiriyordu. Daha sonra o, yazılanları gözden geçiriyordu. Nihayet kitap, gayet mükemmel bir şekilde ortaya çıktı: Eseri onbeş bölüme ayırmıştı, her bölüm diğerlerinden bağımsızdı. Okuyanlar, öğütlerden kolayca nasiplensinler diye her bölüme bir soru ve onun cevabını koymuştu. Tüm bölümleri bir araya getirdi ve kitabına "Kelile ve Dimne" adını verdi. Sözün dış yüzü halka ve ileri gelenlere eğlence olsun; içyüzü ise seçkin kişilerin zekâlarına hitab etsin, onlara tecrübe kazandırsın diye kitabı hayvanların, yırtıcıların, kuşların diliyle konuşturdu. Böylece esere, insanın kendini, ailesini ve çevresini idare ederken muhtaç olduğu; dini, dünyası, yaşamı ve akıbeti için ihtiyaç duyduğu her şeyi koydu.

53 İnsanın, uzak durduğu takdirde kendi hayrına davranmış olacağı halleri bildirdi tek tek... Kişiyi, hükümdarlara boyun eğme konusunda teşvik edici ifadeler koydu kitaba... Böylece eserini, bilgeliği işleyen diğer kitaplar gibi çift manâlı kıldı; kaleme aldığı bu eserin bir içyüzü bir de dışyüzü vardı nitekim... Hayvan eğlencelikti, oysa sözler bilgeliğin ta kendisiydi. Beydebâ kitabın ilk bölümünü dosta ayırdı: İki arkadaş nasıl olmalıydılar, laf taşıyan birinin düzenbazlığı onları nasıl ayırırdı; işte bu konulan anlatmak istedi birinci kısımda. Ve emretti çömezine, kitap Beydebâ'nın kendi ağzından yazılsın da hükümdarın şart koştuğu gibi eğlence ve bilgelik içice olsun eserde. Ancak aklına geldi ki hikmetli söze, nakledicilerin cümlesi karışınca bu cümle onu bozmakta, inceliğini zedelemekte ve bayağı hale getirmektedir. Beydebâ, öğrencisiyle ha bire kafa yoruyordu hükümdarın talebini tam olarak karşılamak için... Nihayet akıllarına geldi: Onların diyalogu iki hayvanın diliyle olmalıydı. Böylece hayvanların konuşması eğlence ve mizah gibi görülecek söylenenlerin muhtevası ise hikmet olacaktı. Bilgelikten pay alanlar eserin hikmetlerine kulak verecek, hayvanların ve mizahın - bilgeler için yazılan bu kitapta- sadece araç olduğunu anlayacaklardı. Câhiller ve sıradan insanlar ise iki hayvanın karşılıklı kelam eylemesine şaşırıp dikkatlerini toplayacaklar, hiç şüphe etmeyecekler ve dinlediklerini sâde eğlence sayarak asıl mânâyı anlamaya gayret etmeyecek, eserin yazılış amacını bilemeyeceklerdi. Zîrâ filozof Beydebâ ilk bölümü yazarken dostların birbiriyle görüşmesi ve araya nefret sokan kimseden sakınma, kendisine menfaat sağlamak için laf getirip götürenden uzak durma ilkeleri sayesinde ahbaplığın pekiştirilmesi meselesini anlatmak istiyordu. Beydebâ ve çömezi hücrede çalışıp durdular, kitabı bir senede tamamlamak için,... Bir sene dolunca hükümdar, filozofa haber salarak:

54 Vakit geldi, ne yaptın? dedi. Beydebâ da cevabı iletti: Ben hükümdara verdiğim sözü tuttum! Bana ferman buyursunlar, kitabı getireyim ama önce halkı toplasınlar da eseri onların huzurunda okuyayım. Haberci döndü, hükümdar aldığı cevaba sevindi ve onun hatırına ahâliyi bir gün toplayacağına söz verdi. Ardından Hindistan'ın en ücra köşelerine haber saldı, eserin okunuşu esnasında hazır bulunsunlar diye... O gün geldi. Hükümdar, Beydebâ için bir taht kurulmasını emretti, kendi tahtına benzeyen. Ayrıca beyzadeler ve bilginler için de kürsüler konulmasını buyurdu. Sonra adam gönderip onu çağırttı. Ulak, Beydebâ'nın yanına geldiğinde o derhal kalktı, pâdişâh huzuruna çıkarken büründüğü siyah yünden yapılmış giysisini geçirdi üzerine; kitabı da öğrencisinin eline tutuşturdu. Pâdişâhın yanına vardığı zaman insanlar hep birden kalktılar, hünkâr da kalktı teşekkür ederek... Beydebâ hükümdara yanaşınca eğildi, secdeye vardı ve başını kaldırmadı. Hükümdar: Beydebâ! Kaldır başını! Bugün bayram günüdür, se vinç zamanıdır, dedi. Ve Beydebâ'ya oturmasını emretti. Ese rini okumak üzere oturan bilgeye, kitabın her bölümünün içeriğine ve amacına dâir sorular sordu Pâdişâh. Beydebâ ki tabın temel amacını ve tüm bölümlerin özünü anlattı. Şaş kınlığı ve sevinci artan Hünkâr: Beydebâ! Niyetimden öteye geçmedin, istediğim de tam buydu. Dile benden ne dilersen, arzuladığın her şeye eri şeceksin! dedi. Beydebâ efendisine uzun ömür ve mutluluk dileyerek cevap verdi: Ey Hükümdar! Servete gelince benim ihtiyacım yok tur buna, giysiye gelince kendi elbisemden gayrisini giymem! Ama hünkârdan bir talepte bulunacağım...

55 Beydebâ! Ne arzu edersin, söyle ve her dileğini ol muş bil! dedi hükümdar. Beydebâ ise ricasını sundu: Ben, zât-ı âlîlerinin bu eseri güzelce yazdırmalarım istiyorum, babalarının ve dedelerinin kendi kitaplarını yaz dırdıkları gibi! Ayrıca ferman buyursun da kitap korunsun diyorum. Çünkü bu eserin Hint ülkesinden dışarı çıkarılmasından endişe ediyorum. Eğer haberdar olurlarsa İranlılar ele geçirirler onu! İşte bu yüzden hünkâr emretsin, eser Bilgelik Evi'nden [=Büyük Kütüphane'den] dışarı çıkarılmasın diye! Hükümdar daha sonra Beydebâ'nın öğrencilerini çağırdı, onlara hediyeler yağdırdı. Gün döndü, zaman geçti. Kisra Anuşirevan Fars hükümdarı oldu. Kaliteli eserlere, edebiyata, geçmişlerin bıraktıklarına merak duyan Kisra sözkonusu kitaptan haberdar olunca içine bir ateş düştü, rahatı kaçtı. Sonunda dayanamadı, bilge-doktor Berzeveyh'i saldı Hint eline... Berzeveyh tecrübesini konuşturdu, kitabı o ülkeden çıkardı ve Fars'ın hazîneleri arasına kattı!

56

57 BERZEVEYH'İN, BU KİTABI ELDE ETMESİ İÇİN HİNDİSTAN'A GÖNDERİLMESİ BABI Tüm övgüler Allah'a. O ki gaybın anahtarları elindedir. Her bilgi ve amacın son durağı O'dur. Tüm erdemlerin ana sebebi olan hayrı O gösterir. Yüce zâtına yakınlaşsınlar diye kullarına nice iyilik kaynağı davranışı ilham eden O'dur. Böylece O, ilmi ve hikmeti kullarına emredince şükretmelerini de buyurdu. Ta ki bu meziyeti artırsınlar, Hakk'ın hoşnut olduğu şeylerde yarış etsinler! Bütün âlemlerin efendisi olan Allah çok yücedir! Hak Teâlâ her sonuç için bir sebep ve her sebep için de bir yol yaratmıştır ki bu yol vesilesiyle kullarından birinin elinde hayata geçirir o sebebi. Artık o kul hayatı süresince, hükümranlığı müddetince Allah'ın kendisi için takdir ettiği sebeple baş başadır. İşte, bu kitabın bir kopyasını çıkarılması, Hint elinden Fars diyarına götürülmesi de Allah'ın, Kisra Anuşirevan'a ilham ettiği bir bilgidir: tâ ki eseri nakletme ve benzerim yapma amacıyla adam salsın Hint eline... Zira Anuşirevan Fars hükümdarları arasında en büyük, en bilge, en tutarlı, en tedbirli, ilimlere en düşkün olan, ilmin ve edebiyatın gizli taraflarını en çok merak eden, iyilik ve Hakk'a yakınlıkta en gayretli olandır. O hayrı serden, yaran zarardan, dostu düşmandan ayırt etme bilgisi ve usûlü peşinde koşanların biricik sû-

58 sü "Hikmet"le bezenme hususunda da kisraların en titizidir. Anuşirevan ahâlisini, ülkesini ve devlet işlerini idare etmeyi, Tanrı vergisi olan [rehberlik] ışığı sayesinde beceriyor; yukarıda saydıklarımızı da bu yolla biliyordu. O, halkı tarafından sevilen, erdemli, basiretli mesut ve şerefli bir kisradır. Ondan öncekilerin hiçbiri ona denk olamamıştır. İleri görüşlüdür, kibardır; özünde varolan istidattan ötürü bilgeliğin tüm dallarını canu gönülden arzulamaktadır. Aklın ışığı ve fikrin soyluluğudur onun yardımcıları. Hak Teâlâ bu övgüye değer nitelikleri ona bahşetti, efendilik ziynetiyle onu bezedi; o da nimete gark olmuş bir halde ileriye yöneldi ve halk onun otoritesini kabullendi. Dünya onun olmuş, ülkeler ona yanaşmış, krallar ona başeğerek önünde diz çökmüş ve sözünü dinler olmuştur. İşte tüm bunlar, Yüceler Yücesi Yaratıcı'nın ona yaptığı bir lûtuftur; devletinin her yanında bu lütfün izleri görülür, memleketinin tüm şehirlerinde Kisra'yı süsleyen de budur. Kisra devletinin dipdiri olduğu, saltanatının zirvesinde bulunduğu esnada bir gün can dostlarından birini dinledi: Hint elinde hükümdarlık eden bir pâdişâhın hazînesinde bilgelerin yazdığı, âlimlerin dizdiği, iyilere ilham kaynağı olacak türden bir kitap varmış. Can dostu ona kitapla ilgili ayrıntılı bilgiler verdi: Hayvanlar, kuşlar, haşereler ve yerde kımıldayan nice böceğin ağzından enteresan konular anlatılırmış bu eserde. Padişahların halkı idare etmeleri ve devletin düzenini sağlamaları esnasında lâzım olacak enteresan bilgilermiş bunlar... Kisra o kitabı derhal ele geçirme, bir örneğine sahip olma derdine düştü böylece. Kesin kararını verince, bilgili, kibar, edebiyattan anlar, kâmil bir adam aramalarını istedi vezirlerinden. Bu adam tüm erdemleri kişiliğinde toplamış, bilginler ve edebiyatçılar nezdinde mükemmel görülmüş olmalıydı. Ya yazıda ustalaşmış bir kâtip yahut tecrübelerle pişmiş, olmalıydı o. Farsça'yı ve Hintçe'yi yazıda kullanabilmeli, ilme düşkün olmalı, ede-

59 biyatta yetenekli, tıp veya felsefe [konularında] sürekli araştırma yapan biri olmalıydı. İşte bu vasıflara sahip biri getirmeliydi kitabı... Böylece danışman ve vezirler huzurdan ayrılıp söz konusu nitelikleri taşıyan bir adam aradılar ve buldular... Bu adamın sıması hoş, kafası doluydu. Kibar ve soyluydu. Herkesin bildiği, kabul ettiği bir mesleği vardı: hekimdoktordu. Bu genç adam Farsça ve Hintçe'yi bilen filozof Ezheroğlu Berzeveyh'di. O, İran doktorlarının ileri gelenlerindendi. Berzeveyh Kisra'nın huzuruna çıkarılınca derhal secdeye kapandı, ona baş eğdiğini gösterdi, yüzünü yere sürdü. Kisra seslendi: Edemini, bilgini, aklım ve nerede olursa olsun ilim elde etmeye düşkün oluşunu bana anlattılar. İşte bu yüzden seni seçtim. Bana bahsettiklerine göre Hint ülkesinde, onla rın hazînesinde gizli bir kitap varmış... Hükümdar kitabın öyküsünü anlattı ve devam etti: Hazır ol! Seni Hindistan'a göndereceğim; onların ha zînelerinden bu eseri çıkarmak, mükemmel bir Farsça örne ğim oradaki bilgin ve hikmetli kişiler aracılığıyla elde etmek için aklını kullan! Yumuşak ve kibar davran, [onları] etkile fikrin ile! Böylece hem sen yararlanacaksın ondan hem de bi ze getirmiş olacaksın onu! Ayrıca bizim hazînelerimizde olmayan Hint kitapları görürsen, gücünün yettiği kadarını da yüklen getir! Biz ferman buyurduk, ihtiyaç duyduğun her şey verilecek sana servetimizden! Masraf ne denli büyük olursa olsun [oradaki] bilgileri ve o kitabı alman için varımız yoğumuz senin hizmetine amade kılınacaktır. İşte bu bakımdan endişelenme, içini ferah tut, çabuk ol... O bilgileri ele geçirmek için ne gerekiyorsa yap! Allah'ın izni ile düş yola!.. Berzeveyh konuştu: Pâdişâh! Çok yaşa, bahtiyar ol, Hakk'ın yardımıyla yedi iklimde muzaffer ol! Ben, zât-i âlînizin bendelerinden

60 bir bende, payınıza düşen kullardan biriyim sâdece! Hükümdarımıza nice nice uzun ve mesut yıllar versin Yüce Allah... Yola revan olmamdan önce seçkinlerin katıldığı bir cemiyet tertip eylesin bana ve yer yüzünün dilediği noktasına salsın beni. Ona itaat eden ülke halkı bilsin böylece zât-ı âlîlerinin beni neye lâyık gördüğünü, adımı nasıl yücelttiğim! Ona bağlı şu nâçiz bendesini sevindirmek için lütfedip istirhamlarımıza kulak versin Yüce hükümdarımız! Kisra konuştu: Berzeveyh! Seni bu işe ehil buldum ve istirhamını kabul ettim, istediğin şeyler için sana izin vardır! Nâmını ar tıracak türden -kendine münâsip gördüğün- her ne şey var sa yap! Sonra Berzeveyh huzurdan sevinçle ayrıldı. Kisra onun hatırına bir merasim düzenlenmesini istedi. O gün ahâli ve devletin ileri gelenleri Berzeveyh için toplansın diye ferman buyurdu. Ve toplandılar. Kisra, kürsü hazırlattı ona. O kürsüye çıkıp şöyle seslendi: İmdi, Hakk Teâlâ merhameti ve engin lûtfuyla ya ratmıştır kâinatı ve tüm kullarını. Onlara bitmeyen cömert liğiyle ikramlarda bulunmuş; dünyada düzgün yaşamaları, âhirette de ruhlarını azaptan kurtarmaları için anlayış aracı olarak akıl vermiştir. Yüce Allah'ın lütfettiği en değerli nî met akıldır. Her şeyin direğidir bu nîmet. Hiç kimse, eşsiz yaratıcı Allah'ın feyzi [akıl] olmadan doğru dürüst yaşaya maz, faydalıyı elde edip zarardan sakınamaz. Âhiret isteyip dünyaya yüz vermeyen, kendini ibadete adayıp sapkınlığın getirdiği körlükten kurtulmaya çalışan kişi de bu hükme dâhil. Saydıklarımızın hiçbiri akıl olmadan gerçekleşmez. Akıl tüm iyiliklere köprü, bütün mutlulukların anahtarıdır. Sonsuzluk yurduna akılla varılır. Ona ihtiyacı olmayan kişi yoktur. Onun yerine de başka bir şey konmaz. Akıl yaradılıştan verilen bir şeydir. Deneyimlerin artması, usûl ve erkânın öğrenilmesiyle gelişir. İnsanda potan-

61 siyel olarak varolan gizli bir güçtür o. Çakmak taşında ateşin potansiyel olarak varolduğu gibi akıl da insan ruhunda mevcuttur. Kişi çakmak taşını vurmadıkça ortaya çıkmaz kıvılcım! Bir çarpmaya görsün ortalık ışır, yakıcılığı beliriverir o taşın. Akıl da böyle usûl ve eğitimle ortaya çıkarılmaz, tecrübelerle de güçlendirilmezse gözükmez. Akıl berkitildikçe deneyim kazanmaya daha elverişli olur. Erdemli davranışı onaylayan ve kötülüğe set çeken odur. Hak Teâlâ'nın akıl nimeti verdiği kul, bilgi ve eğitim yollarını kateder ve bundan bıkmayarak şahsî gelişimine olumlu katkıda bulunursa elbet akıldan büyük hiçbir ihsan olmadığını [anlar]. Allah'ın akıl nasîbettiği ve iyi eğitim ile zekâsını sâdık kıldığı [=utandırmadığı] kişi, saadeti için iyi çalışır, dünyada arzusuna erişir, âhirette de sâlih kulların mükâfaatına kavuşur. Hükümdara, devlet ve saltanatını çekip çevirten güç akıldır. Zira çarşı pazar ahâlisi ve halk, akıldan fışkıran bir adalet kaynağı olmadan dirlik ve düzen bulmaz. Adalet devletin ana direğidir. Saâdetli hükümdarımız Kisra Anuşirevan'a Yüce Allah en nasipli ve bereketli aklı, en güzel ve yetkin ilmi, [siyâset] işleri konusunda da en doğru bilgiyi vermiştir. Hak Teâlâ onu en sağlam işe, en faydalı kök ve dalı araştırmaya yöneltmiştir. Ondan önce hiç bir hükümdarın erişemediği bilgelik basamağına ve ilim türüne eriştirmiştir onu. Çeşitli kalıplara girmeye elverişli mizacının kalitesinden ötürü o [hükümdar] istidatlı olmuştur tüm bu saydıklarımıza. Böylece kendisinden önceki hükümdarların üstüne çıkmış, erdemin en üst derecesine varmıştır. Nihayet araştırdığı ve bilmek tutkusuyla ruhunun yandığı haber geldi ona: Hint elinde krallar nezdinde gizlenmiş, âlim ve bilgelerce yazılmış bir kitap vardı. Kisra öğrenmişti ki bu eser tüm siyâset usûl ve erkânının temeli, tüm bilgilerin özü, tüm faydalı şeylerin kılavuzu; öte dünya korkularından kurtulmanın, bu yolda sergilenecek eylemlerin ve bu yolun bilgisinin anahtarıdır. Bu eser hükümdarlara her işte

62 yardımcıdır; devlet idaresinde, halkın hükümdarlara itaat edişi konusunda ve onların yaşamını düzene koymada gerçekten birebirdir. İsmi Kelile ve Dimne Kitabı'dır. Hükümdarımız, eser hakkında duyduklarının doğruluğuna kesin kanaat getirip içindeki akla ve zarafete dâir yararlı bilgilerden haberdar olunca beni bu işe lâyık buldu. Kitabı Hint elinden çıkarıp getirmek için beni görevlendirdi. Başarıya ulaştıran Allah'tır vesselam! İşte bu anda Kisra, Berzeveyh'in bilgisini, asaletini ve dehâsını farketti. Gözleri ışıdı. Sonra yıldız bakıcıların çağrılması emrini verdi, Berzeveyh'in Hint diyarına açılması için uğurlu gün ve kutlu anı belirlemeleri doğrultusunda buyruk verdi. Onlar da Berzeveyh'in yola düşmesi için uygun zamanı ve günü belirlediler. Berzeveyh, iyi bir günde yola revan oldu; her birinde onbin altın bulunan yirmi torba vardı yanında! Gece gündüz demedi, hedefine ilerledi, nihayet Hint yurduna kavuştu. Kralın kapısında [=başkentte] ve halkın öbek öbek biriktiği mekânlarda geziniyor, bilgelerle hemhal oluyor; sarayın has adamları, kralın can dostları, bilginler ve filozofları soruşturuyordu. Onların arasına girmeye, onlarla selamlaşmaya başladı. Kendisinin gurbet elde olduğunu, bu ülkeye bilgi ve eğitim amacıyla geldiğini, böylece yetkinleşeceğini; lâkin gayesine erişebilmek için onların yardımına gereksinim duyduğunu anlatıyordu. Oysa bu diyara gelişinin asıl nedenini saklıyor, sırrını içine gömüyor ve arzusuna kavuşmak için dualar ediyordu... Hep bildiği şeyleri hiç bilmiyormuş gibi yaptı, Hint bilginlerinden ayrılmadı, hiçbir zaman asıl ihtiyacını ve gayesini açığa vurmadı. Böylece pek çok samimi yârana kavuştu. Soylulardan, bilginlerden, filozoflardan esnaftan ve her sınıftan Hintliyle dostluk kurdu. Dostları arasında erdemi, kibarlığı, zekâsı, sır tutuşu ve yârenlikteki sadâkati sebebiyle seçip kendine sırdaş ve

63 danışman ettiği biri vardı. Her şeyi onunla görüşüyor, derdini ona açarak rahatlıyordu. Lakin buraya gelişinin asıl sebebini ondan saklıyor; iyice denemeden, sırra ehil olduğunu anlamadan bu konuda onunla halleşmek istemiyordu. Hep araştınyordu bu adamı, nasıl biriydi iyi bilmek istiyordu. Sonunda iki arkadaş arasında beliren güven hissi onu rahatlattı. Karşısındaki hintlinin sır verilmeye layık, emânete hıyanet etme hâlinden uzak bir can dost olduğunu anladı. Böylece ona daha fazla iltifat etmeye, onunla can ciğer olmaya başladı. Sohbetdaşına bol ikram etme yedirip içirme uğrunda büyük harcama yaptı; uzun bir süreden beri erişilemeyen arzuya erişilebileceği, aranılanın bulunacağı yolunda ümitlerinin depreştiği gün geldi. Berzeveyh bahsettiğimiz Hintli dostuna güvenip aklını denedikten ve sırrının faş olmayacağına ilişkin tam bir emniyet duygusuna eriştikten sonra birgün başbaşa kaldı onunla ve şöyle dedi: Kardeşim! Hâlimi senden daha fazla gizlemek iste miyorum. Sen bunu bilmeye ehilsin! Bilesin: ben yurdunuza bir iş için geldim, size gösterdiğim şeylerin dışında bir sebep var. Basiretli kişi, gözucu işaretlerinden çıkarır manayı. Bunlara bakar ve karşıdakinin kalbinde gizleneni anlar... Hintli cevap verdi: Her ne kadar önceden niçin geldiğini, ne istediğini, amacının ne olduğunu sana bildirmeyip asıl maksadını gizle diğini, başka bir sebep ileri sürdüğünü sana söylemediysem de hâlin hiç de meçhul değildi bana! Benden sakladığın şey gözümden kaçmadı. Ancak ben seni ve dostluğunu kazanmak peşindeydim. Bundan dolayı bildiğimi yüzüne vurmak, çatır çatır söylemek istemedim. Örttüğün şeyi anlamış, sakladığı nı farketmiştim aslında... Fakat sen sırrım açığa vurduğun ve kendiliğinden konuştuğun için şimdi ben konuşayım senden önce; açayım seni, gizli yönlerini bildireyim sana... Ne için buralara geldiğini, neden bunca zaman buralarda kaldığım anlatayım artık...

64 Sen bizim paha biçilmez hazînelerimizi bizden almak için geldin. Onları kendi yurduna götürmek, böylece hükümdarım sevindirmek amacıyla vatanımıza ayak bastın, topraklarımıza sefer eyledin. Düzenin vardı kafanda. Bizimle dostluğun da bir kurnazlık içindi. Ama ben senin ısrarım, arzunu elde etmede gösterdiğin azmi; uzun zaman aramızda kalmana rağmen kendini gizleyişini, sırrınla ilgili bir çift laf etmeyişini gördüm. Sana kanım kaynadı, güvenim arttı, candostun olayım istedim... Ben halk arasında senden daha basiretli, daha kibar, bilgi uğrunda daha sabırlı, sırrını örtmede daha usta birini görmedim. Sen ki gurbettesin, vatanında değilsin, hiçbir töresini, huyunu suyunu bilmediğin bir millet arasındasın... Kuşku yok, insan sekiz şeyle aklını belli eder: 1. Ölçülü bir yumuşaklık, 2. Kendini bilmek ve korumak, 3. Pâdişâha itaat ve onu hoşnut edecek şeyi bulmaya çalışmak, 4. Sırrı hangi dosta nasıl açacağım bilmek, 5. Hükümdarların kapılarında zarif ve tatlı dilli olmak, 6. Kendi sırrını koruduğu gibi başkalarının da sırlarını koruyabilmek, 7. Dile hakim olmak, mesuliyetinin kaldıramayacağı lafı etmemek, sadece güvenilir kişiye gizli konuşmak, 8. Toplantılarda sorulmayan şeyi söylememek, boşboğazlık etmemek. Kim bu niteliklere sahip olursa o tüm güzellikleri çağırmıştır zâtına. Bunların hepsi sende mevcut. Bunu anladığım için [diyorum ki] Hak Teâlâ seni koruyacak, amacına uygun yardımlarda bulunacak sana ve arzuna kavuşacaksın O'nun izniyle! Zira sen, bilgimi; iftihar ettiğim şeyi benden almak için dost oldun bana. Sen, arzusu yerine getirilmeye lâyıksın. Senin talebin elbet karşılanmalı! Lâkin beni kaygıya boğmuştur senin talebin! İçim ayaklandı şimdi! Berzeveyh bildi ki Hintli arkadaşı onun niyetine vâkıf olmuş, kurnazlığını sezmiştir. İhtiyacını bildirdiği halde onu reddetmemiş, azarlayıp sert konuşmamıştır. Aksine sıcak bir dost tavrı takınarak uygun cevaplar vermiştir. Artık Berzeveyh'in yüreciği huzura kavuşup ağzından şu sözler dökülüverdi:

65 Ben nice nice kelamlar dizmeyi tasarlamış, içimde lafı dallandırıp budaklandırmış, usûl ve yollar kurmuş idim. Lâkin sen tez davrandın. Her şeyi bildiğini, derûnundakileri döktüğünü, sözlerime de alâka duyduğunu gördüm. Böylece kararsızlık içinde bocaladığım konuşmayı kesmeye niyetlen dim. Zira sen, Yüce Allah'ın bahşettiği basiret ve zarafet sa yesinde az sözle işimin çoğunu bildin. Beni kelam külfetin den kurtardın. Bu yüzden kısa kestim. Arzumu yerine getirmeye söz verişin, soyluluğunu ve vefakârlığını kanıtladı bana. Zira söz, bilgeye söylenip sır da basiretli ve örtmeyi bilen kişiye emânet edilirse nefis bir incinin berkitilmiş sağlam burçlarda korunması gibi korunur bunlar... Bunların sahibi de amacına erişmiş olur. Hintli cevap verdi: Dostluktan üstün bir şey yok! Eğer arkadaş içtense, onunla sağlam bir yârenlik kurmalı. Ondan hiçbir şey esirge memeli, sır saklamamalı. İmkânı varsa onun talebini karşı lamalı, dileğini gerçekleştirmeli. Tüm kibarlıkların, erdemle rin başı sır tutmadır! Sır güvenilir birinde olursa zayi olmaz. Böyle mutemet bir insana yakışan da hiç kimseye açmamak tır o sırrı. İki insan arasında bilinen ve dile getirilen sır, sır olmaktan çıkmıştır. İki dilden geçmiştir gayrı. Onlar o sırdan bahsederken ya biri ya diğeri başka birine, üçüncü kişiye sız dırabilir. Üç kişinin ağzına pelesenk olan sır yayılmış ve iyi ce dağılmıştır. Artık asıl sahibi de yadsıyamaz bu sırrı, eğip bükemez, geçiştiremez. Tıpkı gökyüzünde lime lime asılı bu lutlar gibi, biri çıkıp da "bulut parça parçadır" dese kimse onu yalanlamaz... Seninle sadece gurbetimi yenmedim, dostluğun ve yakınlığından dolayı ruhum öyle kanatlandı ki hiçbir mutluluk denk olamaz bu hâle. Benden istediğin şeyin gizlenemeyeceğini, bir söyleyiversem ahâlinin ağzına düşeceğini, yayıldığı zaman da -ne denli zengin olursam olayım- kendimi ölüm tehlikesinden kurtaramayacağımı iyi biliyorum. Zira kralımız kabadır, katı kalplidir; ufacık suça en sert cezaları

66 verir. Böyle ağır bir cürmün akıbetini düşün gayrı... Aramızdaki dostluğun teşvik ve heyecanıyla senin arzunu yerine getirmeye kalksam kralın vereceği cezayı hiçbir şey engellemeyecektir. Berzeveyh: Bilginler, dostunun sırrını örten ve başarısına yar dım eden dostu övmüşlerdir. Bu gurbet ele geliş gayemi se nin gibi birine sakladım ve senin lûtfunla ona erişmek isti yorum. Senin kumaşın sağlamdır, aklın doruktadır; buna güveniyorum. Benim için bu takozun altına gireceksen se ve seve yap bu işi! Bu sırrı açacağımdan kaygılanma, çe kinme! Sen, hükümdara ve sana ziyaretçi olarak gelen, et rafta dolaşanlardan kork! Onlar seni ispiyonlayabilir, sen den aldığını krala götürebilir! Bense bu işin su yüzüne çık mayacağını umuyorum. Zira ben gidiciyim, sen kalıcısın. Burada bulunduğum sürece de aramıza üçüncü bir kişi gir meyecektir. Böylece sözleştiler. Hintli zâten hükümdarın hazinedarıydı, anahtarlar onun elindeydi. Berzeveyh'in dileğini yerine getirdi, sözkonusu kitapla beraber diğer eserleri de ona verdi. Berzeveyh bu kitapları izah etmek, Hintçe'den Farsça'ya çevirmek için kapandı üzerlerine. Gece demedi, gündüz demedi, kendini bu işte bitirdi. O bir yandan da hükümdarın ansızın kitabı hatırlayıp, hazînede bulamamasından kaygılanıyordu. Sonunda bu eseri ve hoşuna giden diğer kitapları kendi defterlerine geçirdi. Anuşirevan'a bir mektup yazarak durumu bildirdi. Hükümdar, mektubu alınca sevince gark oldu lâkin kaderin erken davranıp sürürü kedere çevirmesinden endişe etti. Berzeveyh'e haber salarak tez gelmesini emretti. Berzeveyh, Kisra'ya doğru yola revan oldu. Kisra nihayet onu karşısında yorgun argın bulunca: Ey diktiği filizin meyvesini yiyen iyi kul! Gözün ay dın! Müjdeler olsun sana! Seni onurlandıracağım, en üst mertebeye çıkaracağım! dedi.

67 Kisra bu sözleri söyledikten sonra yedi gün istirahat verdi bilge Berzeveyh'e. Sekizinci gün emretti hükümdar memleketin soyluları, ayan takımı ve [baş] kentin tüm bilgin, şâir ve hatip tayfası toplanıversin diye. Herkes geldiğinde Berzeveyh çağrıldı. O, hükümdarın huzuruna çıkınca önünde secdeye vardı, kendisi için hazırlanmış bir kürsüye kuruldu ve başından geçenleri anlatmaya başladı. Oradaki devlet ricali, komutanlar ve bilginler şaştılar bu işe! Birbirlerini tanımadıkları halde Hintli nasıl da vefakâr davranmıştı Berzeveyh'e? Berzeveyh nasıl da sabretmiş, uzun ince bir yoldan geçmişti öyle? Hele hele din farkına, ritüellerin karşıtlığına, doktrinlerin ihtilâfına rağmen nasıl sırrını açmıştı ona? İşte, sonucun elde edilmesi için iki dostun ne denli ağır bir işin altına girdiklerini oradakiler de bildiler, Berzeveyh'i yücelttiler gönüllerinde. O, Kisra'nın katında da büyüdü. Sonra hükümdar, o meclisi dağıttı; Berzeveyh de huzurdan çıktı ve hatipler [yeni] bir meclis için mukaddimeler düzenlemeye koyuldular. Bu işe iyice hazırlandılar. Hükümdar da onlara bir meclis tertip etti. Devletin hatipleri, vezirler, ülkenin söz ustaları Berzeveyh'in de katıldığı bu toplantıya geldiler. Bu eser ve diğerleri getirildi orta yere. Kitaplar okunulup taşıdıkları bilgiler, incelikler ve güzellikler bir bir serildikçe dinleyenleri sevinç dalgası sarıyordu. Hükümdar da arzusuna erişmişti. Herkes Berzeveyh'i övüyor, onun için iyi şeyler söylüyordu. Çektiği bunca zahmet ve külfetten dolayı teşekkürü teşekküre eklediler. Böylece Kisra buyruk verdi: inci, mücevher, altın ve gümüş getirilsin diye. Giysiler hazînesi açıldı. Bu nefis takılar ona takıldı, her şey önüne taşındı. Sonra hükümdar taç giydirip yüceltmek ve duyduğu saygıyı izhar etmek amacıyla tahtına oturttu Berzeveyh'i! Bu merasim tamamlandıkta bilge Berzeveyh, Kisra'nın önüne kapaklandı ve şöyle dedi: Allah bu dünyada ve öte dünyada nimetlerini artırsın hükümdarımıza! Ona en büyük lûtfunu versin! Devlet ve saltanatım dâim, sânını yüce eylesin! Tüm övgülere lâyık

68 olan Allah Teâlâ, beni mala muhtaç olmaktan kurtardı, nasîbettiği yüce mertebe sayesinde. Bu zavallıyı, pâdişâhlar pâdişâhının onurlandırması sayesinde diğer tüm emellerden azat etti. Ancak hünkârımız ille de bir şey arzulamamı istiyor ve bu işten zevk alıyorsa sâdece onun buyruğuna uymak, rızasına erişmek için ferman buyurduğu şeylerden bir iki parça alacağım. Bu sözleri söyleyen Berzeveyh ayağa kalktı, Horasan işi bir giysi sandığını aldı. Bu eşya tam da krallara özgü bir tarzda yapılmıştır. Ve devam etti konuşmasına: Hak Teâlâ insana yetkin bir akıl, yüce bir bilgi, gü zel huy, sağlam inanç, tüm serlerden ırak bir gönül nasîbet mişse bu nimetten ötürü ezelî yaratıcıya hep teşekkür etme lidir. Çünkü kul kendi çabası olmadan, geçmiş gayreti bulun madan erişti bunlara. Kaldı ki nice külfet ve zahmet ile ha ketmiş olsa da yapılan ikramın şükrünü eda etmesi gerekir elbet! Bense ey bu hanedandan olanlar, size onur verecek bir şeyi elde etmek için ne denli güçlüklere katlansam da şimdiye kadar sâdece sizin rızânızın peşinde oldum. Bu yolda zoru kolay, meşakketliyi basit sayarım. Bitkinlik ve eziyeti, sevinç ve lezzet bilirim. Zira bu işte sizin rızânız olduğunu, bu sayede size yaklaşacağımı biliyorum. Lâkin ey pâdişâh, kabul edeceğiniz ve lütfedip yerine getireceğiniz ihtiyacımı söylüyorum size. Basit bir talep ve çok da yararlı! Kisra: - Buyur! Senin bize bildirdiğin her hacet mutlaka yerine getirilecektir. Zira nezdimizde yerin büyüktür senin! İstersen tahtımızı paylaşmak dile, bunu bile yaparız! Bundan daha aşağısını zâten kabul ederiz! Aç gönlünü bize ve kaygılanma! Her şey senin emrine amade! Berzeveyh: Hükümdar! Öyle gözünüzde büyütmeyin sizin gönül hoşnutluğunuz ve emriniz için çektiğim zahmeti! Ben, zât-ı

69 âlîlerinizin bir bendesiyim. Beni hiç ödüllendirmeseniz de sizi razı etmem için hayatımı versem yeridir! Bu yaptıklarım benim nazarımda büyük sayılmaz, hükümdarımızı da minnet ve borç altında bırakmaz. Fakat o, asil ruhu ve ulu makamı sebebiyle beni ödüllendirmek istemiş, beni ve ailemi övmüş, en yüksek mertebeye çıkarmıştı. Elinden gelse dünya ve âhiretin tüm onurunu ve mükâfaatını bir araya getirip bize yağdıracaktı. Yüce Allah onu bizim nâmımıza en iyi şekilde mükafaatlandırsın! Anuşirevan konuştu: Söyle dileğini, seni sürura boğacak şeyi yapmak boy numun borcudur. Berzeveyh: Tüm arzum: hükümdarımızın, erdemli, yüksek ma kam sahibi bilge veziri Bahtigânoğlu Büzürkmihr'e benim yaptıklarımı bir forma halinde yazması, eseri bölümlere ayır ması ayrıca kitaba, benden ve yaptıklarımdan gayet geniş bir şekilde bahsedeceği özel bir şeref bölümü eklemesi için emir vermesidir! Yüce Allah, hükümdarımızın emirlerim boşa çı karmasın, etkisini derhal göstersin! Vezir Büzürkmihr bu işi bitirince benle ilgili şeref bölümünü "Arslan ve Öküz Bölü mü"nden önceye koysun... Hükümdarımız, bunu yaptırırlar sa bana ve sülâleme en büyük şerefi, en üst rütbeyi bahşet miş olur. Kitabın okunduğu her yerde ebediyyen nâmımız ya yılır bu sayede! Kisra Anuşirevan ve oradaki devlet ricali Berzeveyh'i dinlediler, ondaki 'nâmı ebedileştirme' tutkusuna tanık oldular. Böylece Berzeveyh'in asaleti, yetkin aklı ve yüce ruhu karşısında şaşırdılar. Onun talebini takdir etmişlerdi. Kisra konuştu: Berzeveyh! Dileğini seve seve hattâ bir şeref saya rak yerine getireceğim! Zîrâ sen arzusu yerine getirilmeye lâyık bir insansın. Talep ettiğin şeyin önemi çok büyük se nin nezdinde, lâkin bir bilsen bu şey ne kadar kolaydır bi zim nezdimizde!

70 Bu sözlerden sonra Anuşirevan yüzünü vezir Büzürkmihr'e çevirdi ve şöyle dedi: Biliyorsun ki Berzeveyh bize karşı sevgiyle doludur. Bize yakın olmak için nice badireler atlatmış, nice büyük korkulara girmiştir. Bizi memnun etmek için nasıl da yorulmuştur o! Biz de onun yaptığı iyiliği bildik. Şerefi ebediyyen bizi kuşatacak olan bir hikmeti Allah'ın lûtfuyla sundu bize! Ve biz de ona hazînelerimizden hediyeler sunduk. Berzeveyh ise hiçbirine iltifat etmedi. O "en büyük armağan" diyerek bir şey istiyor bizden. Ve çok da basittir bu. Onunla konuşmanı, ihtiyacı neyse yerine getirmeni istiyorum. Yorulsan da elinden geleni yapmalısın. Görevin, kitabın bölümlerine benzer bir kısım kaleme almandır. Bu kısımda Bârzeveyh'in üstünlüğünü, soyunu, sülâlesini, mesleğini, zarafetini, başlangıçtaki hâlini anlatmalısın. Bunları kaydettikten sonra bizim arzumuz üzere Hindistan'a yolculuk ettiğini; onun sayesinde şeref duyacağımız, başkalarına üstün geleceğimiz hikmetleri kazandığımızı belirtmelisin! Berzeveyh'in, Hindistan'dan dönünce takdim ettiğimiz serveti kabul etmediğini bildireceksin. Onu övmek için sözü iyice uzat! Tüm sanatını kullan, hatta aşırı davran! Berzeveyh'i ve ahâliyi sevindirecek hiçbir şeyi esirgeme burada! Zira Berzeveyh benim nazarımda bu övgülere layıktır, memleket halkının gözünde iftihar edilesi biridir. Bilgiye aşık olduğun için senin nazarında da övgüye layıktır o. Onun adına yazacağın bu kısımda güdülen maksat ve mânâ, diğer bölümlerdekinden daha yüce olmalı halk ve seçkinler nezdinde! Yazdıkların, bu ilmin sânına yaraşır olmalıdır. Bu işi ancak sen becerebileceğin için en mesut insan sensin! Söz konusu kısmı kitabın ilk bölümü yap! Sana izah ettiğim şekilde yazıp bitirince bana haber sal ki halka okuyasın diye ferman çıkarayım. Böylece senin ustalığın da bilinsin ve bize muhabbetin sebebiyle gösterdiğin gayret anlaşılsın. Bu da sana şeref olsun! Büzürkmihr, hükümdarın konuşmasını dinledikten sonra secdeye kapandı ve şöyle dedi:

71 Hükümdar! Allah senin ömrünü uzun etsin! Dünyâ da ve âhirette seni iyi kulların varabileceği derecelerin en üs tününe eriştirsin! Bu görevi lütfederek, ebediyyen yaşayacak bir nâma kavuşturdunuz onu! Böylece Büzürkmihr, Kisra'nın yanından ayrıldı. O, Berzeveyh'in ana-babası tarafından bir eğiticiye teslim edilişinden, tedavi yöntemlerim ve ilaçları öğrenmek için Hindistan'a gidişinden, onların yazısını söküp dillerine âşinâ oluşundan bahsetti. Anuşirevan'ın kitap için onu Hindistan'a göndermesi de dahil her şeyi anlattı. Berzeveyh'in erdemleri, hikmeti, ahlakı, görüşleri, eğilimleri konusunda bildiği her şeyi yazıya döktü; açıkladı. Daha sonra Kisra'ya haber saldı, "o bölümü bitirdim" diye. Anuşirevan da memleketinin ileri gelenlerini ve halkı toplayıp Büzürkmihr'i onların önüne dikti. Ona yazdıklarını okumasını emretti. Berzeveyh'de oracıkta, vezirin yanıbaşındaydı. Büzürkmihr, bilge Berzeveyh'i anlattıkça anlattı. Hükümdar vezirin ustalığına ve bilgisine sevindi; orada bulunanlar veziri övdüler, ona takdirlerini sundular. Ayrıca Kisra ona büyük bir servet, hilat [şeref giysisi] nice nefis ziynet ve değerli kadeh tas vs. verilmesi için emir çıkardı. Ama Büzürkmihr krallara özgü bu müthiş elbiseden başkasını almadı. Daha sonra Berzeveyh de vezire teşekkür etti, başını ve elini öptü. Sonra Kisraya dönerek şöyle dedi: Allah senin mülkünü ve saadetini daim eylesin! Be nim nâmımı ebedileştirmek ve halimi izah için Büzürkmihr'e bu faslı yazdırdınız! Beni ve sülalemi en yüksek dereceye eriştirdiniz!

72 KİTABI ÇEVİREN ABDULLAH İBNÜ'L-MUKAFFA'NIN TAKDİMİ [Kelile ve Dimne'yi Okuma Kılavuzu] Bu eser, Kelile ve Dimne kitabıdır. Hint bilginleri bu kitabı "mesel" ve anlatılardan meydana getirdiler. Bulabildikleri en etkili sözleri, canlarının istediği gibi bu mesel ve anlatıların arasına sokma fikri ilham olundu onlara... Her ulusun bilginleri, kendilerinden akıl danışılmasını istemişlerdir dâima. Bu iş için çeşitli yollara başvurarak kendi kendilerine sebepler îcat etmeye çalışmışlardır. Bu eserin de hayvanların, kuşların ağzından dökülüşü söz konusu sebep ve vesilelerdendir. Böylece bazı avantajlar bir araya gelmiş oldu onlar için... Bilginler sözü çekip çevirme imkanına ve yararlanacakları kaynaklara kavuştular. Kitap ise bilgelikle oyunu bir araya getirmiş oldu: Aklı uz olanlar eseri içindeki hikmetten ötürü tercih etti; aklı az olanlarsa eğlenceli geldiği için seçti bunu. Yeni yetme öğrenciler gönüllerinin meylettiği kısımları ezberlemede pek hevesli davranmışlarsa da "ne idüğünü" anlayamamışlardı! Hattâ tek bildikleri, bu eserden "şöyle yaldızlı bir makale" elde ettikleridir. Bu durumda onlar, ergenlik dönemini tamamladığında ebeveyninin kendisine hazineler yığdığını, gelir getiren binalar bağladığını gören ve bu sayede geçimini temin için çalışmaya ihtiyacı kalmadığını düşünen adama benzemektedirler, işte böyle alelade göz

73 gezdirdikleri hikmet, edebiyatın diğer türlerinden alıkoymuştur o çömezleri! Bu kitabı okuyan, hangi sebeplerden ötürü kaleme alındığım bilmeli okuduğunun... Yazar sözü hayvanlara, dilsiz varlıklara isnad ederek çeşitli örnekler getirirken neyi amaçlıyordu acaba? Okuyucu böyle davranmazsa hiç ama hiç anlayamaz bunca kavramdan neyin kastedildiğini ve hangi meyvelerin devşirileceğini! Kitabın içerdiği başlıklardan nasıl bir semere elde edeceğini de bilmez. Zaten onun amacı, ne dediğini anlamadan kitabı sonuna kadar okumaksa kitap hiçbir yarar sağlayamayacaktır kendisine. Okuduğu şeylere dâir görüş üretmeden ve kafasını çalıştırmadan ilimleri yığan, kitapları yutan kişi ancak şu adamın durumuna düşer: Bilginler onun çöller aştığını, sonunda hazine izlerine rastladığını, kazıp araştırdığında da altın ve gümüş sikke bulduğunu; kendi kendine "Bu malı azar azar taşırsam uzun sürer; nakil ve elde tutma işiyle uğraşırsam, kavuştuğumun tadına varamam... En iyisi onu evime taşıyacak gruplar kiralayayım, ben de onların ardından geleyim. Hem geride kafamı kurcalayacak bir şey kalmaz, hem de onlara ödeyeceğim azıcık bir ücretle kendimi yorulmaktan kurtarırım!" dediğini anlatmaktadırlar. İşte bu adam hamallar tutuyor, herbirine taşıyabileceği kadar yük veriyordu ama hamal tayfası aldığını kendi evine götürerek bir köşeye yığıyordu! Nihayet hazînede bir şey kalmayınca adam, en sonuncu hamalın peşinden gitti ve kendi evine geldi. Fakat orada ne az, ne çok hiçbir şey bulamadı! Hamalların her biri taşıdığını kendi evine almıştı çünkü. Hazîne bulucuya da zahmet ve yorgunluktan gayrı bir şey kalmadı, tedbirsiz davranıp neticeyi düşünmediği için! Bu kitabı okuyup muhtevasını anlamayan, dış ve iç yüzündeki maksattan habersiz kalan kişi de böyledir: ilk anda gözüne çarpan yazı ve nakıştan bir yarar temin edemez, hiç-

74 bir şey sezemez. Kendisine gayet sert bir ceviz verilen adamın, onu kırmadıkça istifâde imkânı elde edememesi gibi! Mevzu ile ilgili bir örnek de insanların nasıl etkili konuştuğunu merak edip güzel kelâmın yöntemim bilen bir dostuna gelerek bu işi öğrenmeye muhtaç olduğunu duyuran adamdır. Dostu ona san bir kağıt üzerine etkili sözün kurallarını, yöntemini, çeşitlerini yazmış; o da kağıdı evine getirerek anlamını bilmeden tekrarlamış ve ezberlemiş yazılanları... Sonra bir ilim ve sohbet meclisinde söze katılınca hatalı bir kelime çıkmış ağzından. Biri seslenivermiş: Yanlış yaptın! Doğrusu senin söylediğin gibi değil! Adam: Sarı sayfayı okudum, evimdedir o; nasıl yanlış yapa rım ki? demiş. Özrü kabahatinden büyük olmuş bu lafıyla. Ve bu olaydan sonra kara cahilliğe biraz daha yaklaşmış, edebiyat ve zarafetten uzaklaşmış. Akıllı kişi bu kitabı idrak edip sonuna kadar okuyunca, kendisine yarar getirmesi için bildiğini uygulaması, bilgisi doğrultusunda iyi bir numune haline gelmesi gerekir. Bunu beceremezse şu adam gibi olur: Anlatılanlara göre adamın biri uyurken hırsız duvardan atlayıp onun evine girmiş. Ev sahibi bundan haberdar olmuşsa da kendi kendine: Vallahi herifin ne yapacağını görmek için sesimi ke secek, onu tedirgin etmeyecek ve haberim olduğunu hisset tirmeyeceğim. Tam arzusuna kavuştuğunda ansızın dikilip hevesini kursağında bırakacağım! demiş. Adam böyle eydinip dururken hırsız da boş durmuyor, sıkı çalışıyordu. Bulduklarını bir yerde toplamak için ileri geri turlar atıyordu. O işi uzatınca ev sahibi de uyuya kaldı. Hırsız emeline ulaşarak gönül huzuru içinde çekip gittikten sonra beriki uykusundan uyandı. Baktı ki herif ne bulduysa çuvalına doldurmuş gitmiş, kendini kınadı. Hırsızın evde olduğunu bilmesinin, ona hiçbir fayda sağlamadığı kafasına

75 dank etmişti ama geçen geçmişti artık ve o bilgisini gereği gibi kullanamamıştı... Bilginin ancak uygulama ile tamamlandığını söylerler. Bilgi ağaç, onu pratiğe dökmek ise meyve devşirmek gibidir. Gerçekten bilgiyi elde eden, yararını görmek için bildiğim kullanandır. Bilgisini kullanmazsa ona bilgin denmez. Ayrıca bir kimsenin tehlikeli yolu tanıyıp bile bile oradan yürümesi, onun kara cahilliğini, aymazlığını gösterir! Kim bilir o adam kendini sorgulasa hiç bilmeden korkulu yola giren kişiden -zarar ve eziyeti- daha iyi bildiğini ama arzulan yüzünden basiretinin köreldiğini anlar.* Kim, arzularına boyun eğer de kendi denemediği veya başkasının gösterdiği [doğru] işi yapmaktan yüz çevirirse şu hastaya benzer: Bu hasta yiyeceğin ve içeceğin kalitelisini kötüsünden, hafifini ağırından ayırabiliyordu ama oburluk onu kötü yemekler atıştırmaya sevk etmiş, derdini izâle edecek taamları da bir kenara atıvermişti. İşin iyisini bırakıp kötüsünü seçerek hiç bir mazerete sığmamayacak adam, kaliteliyi kalitesizden ayırt etme yeteneğine sahip olandır. Tut ki biri kör diğeri sağlam iki adam kazara çukura düştüler. Eh, çukurun dibinde olma bakımından ikisi de aynı konumdadırlar lâkin millet onları seyrettiğinde körü mazeretli sayar, sağlamı o kadar kayırmaz! Birinin herşeyi ayan beyan göreceği iki gözü var, diğeri ise hangi tehlikeye doğru yürüdüğünü bilmiyor... Bilgin adam işe kendinden başlamalı ve ilmiyle amel etmeli, yetiştirmelidir kendini. Bilginin amacı olmalıdır: kendisinden su içildiğinin bilincinde olmayan bir göl ya da sanatını olağanüstü güzel bir şekilde, lâkin şuursuzca icra eden ipekböceği gibi olmamalıdır kişi. Bu durumda başkasına yardım ediyordur, kendine değil. Bazı nüshalarda ikinci kişi için de bilmek fiili kullanılmıştır. O zaman yanlış mana çıkar ve mukayese imkânı kalmaz, lâkin bu tür nüshalara uyularak yapılan yanlış çeviriler de vardır.

76 Bilgi peşinde koşan önce kendine öğüt vermeli, sonra kitaplara dalmalıdır. Bu dünyada yaşayan insan güzel olan her şeyi bulduğu yerde kapmalıdır: Bilgi, servet ve iyi davranış bunlardandır. Bilgin insan kendinde bulunan kusurun aynısını taşıyan muhatabım, bu kusur yüzünden ayıplayamaz... Körü, "görmüyor" deyip ayıplayan köre benzer! Bir işin ardına düşen, mutlaka bir hedef ve sınır tayin etmelidir kendine. Bu minval üzere çalışmalı, sınıra varınca durmalıdır. Daha [başka şeylere] dalmamalı, daha fazla istememelidir. Çünkü eskilerin sözüdür: menzil belirlemeksizin giden kişinin bineği er geç yorulup çöker. İnsan, kendinden önce kimsenin elde edemediği sınırsız gölgenin peşinde koşmamak, bu yüzden üzülmemeli ve dünyasını âhiretine tercih etmemelidir. Zîrâ ruhunu ihtiras ve boş gayelerden azat eden kimse, ayrılık hâlinde fazla yazıklanmaz. Derler ki iki şey vardır herkese yakışan: Allah'a kul olmak ve helal servet. Bir de hiç kimseye hayır getirmeyen diğer iki nitelikten bahsedelim: Hükümdarın otoritesine ortak olmak, bir erkeğin karısını paylaşmak. İlk iki nitelik, içine atılan her odunu yiyip bitiren sıcacık ateş gibidir. Diğer iki şey ise ebediyen birleşmeyecek olan ateş ve su gibidir. Akıllı insan kaderi ve kudreti dahilinde olmayan bir şeyi kaçırdığı için yanıp yakılmaz, kendini yermez. Kim bilir Allah Teâlâ ona hiç hesap etmediği bir yerden çok hoş bir ikramda bulunacaktır. İşte bunun örneği: Bir adam yokluk, açlık ve çıplaklığın pençesine düşmüştü. Akraba ve arkadaşlarından dilenmeye mecbur olduysa da hiç kimsede ona verecek fazladan bir eşya çıkmadı. İşte bu adamın evine hırsız girdi geceleyin... Evimde bir şey yok ki korkayım, hırsız kendini yorsun! diyordu. Hırsız ise evde dolaşırken buğday dolu bir heybe buldu ve kendi kendine:

77 Vallahi bu geceki mesâimin boşa gitmesine gönlüm razı olmaz! Belki ikinci bir işe de çıkamam... İyisi mi şu buğday torbasını kapıp gideyim! dedi. Öte yandan ev sahibi de kendi kendine: Bu herif buğdayı götürüyor! Geride başka bir şey de kalmadı zaten! Eh, çıplaklığımız yetmiyormuş gibi kursağı mıza idareyle indirdiğimiz üç beş deneden de mahrum olaca ğız herhal! Vallahi bir yanda açlık öbür yanda açıklık; bu iki belâ, defterini dürer insanın! diyordu. Böyle böyle söylendik ten sonra başucundaki bastonu kaptığı gibi: Hırsız var, hırsız var! diye bağırmaya başladı. Beriki apar topar koştu, başka çaresi yoktu çünkü. Gömleğim bile oracıkta terkederek gitti. Ev sahibi de gömlek kazanmış oldu bu tecrübeden! Ancak kişi bu tür örneklere dayanıp da geçimini düzeltmesi için gerekli olan tedbir ve çabayı bir kenara atmamalıdır. Kaderin yardım ettiği, talihli kişiye de bakmamalı... Böyleleri gayet azdır insanların arasında. Genel çoğunluk, işini halletmek için habire çalışan; binbir zahmet ile kendini yoran kimselerden oluşur. İnsan, gözünü temiz kazanca ve faydalı olana dikmeli; yorgunluktan gayrı hiçbir şey getirmeyen boş heveslere düşmemelidir. Böyle yaparsa şu güvercine benzemiş olur: Bir güvercin cücük çıkarmış lâkin biri gelip onun yavrusunu almış ve kesmiştir. Bu böyle devam etmiş: güvercin tünemiş, cücük etmiş; öteki gelip kaçırmıştır. Nihayet adam güvercini de bir çırpıda yakalayıncaya kadar sürmüştür bu. Derler ki Hak Teâlâ her şeyin sınırım belirlemiştir. Bu sınırı aşanlar emellerine ulaşamazlar. Derler ki hem dünya hem de âhiret için çaba gösteren kişinin yaşamı, onun lehine ve aleyhine neticelerle doludur. Lâkin sadece dünyası için gayret eden ise neticede kendi aleyhine sonuçlar doğuracak bir yaşam sürmüş olur. Derler ki dünyada yaşayan insanın mutlaka düzene sokması ve uğrunda yoğun çaba göstermesi gereken üç şey vardır:

78 Birincisi geçimi, ikincisi insanlarla ilişkisi, üçüncüsü ölümden sonra onu hayırla yâd ettirecek güzel işler yapmasıdır. Derler ki üç özellik kim de varsa onun işleri rast gitmez: Birincisi tembellik ve ihmal, ikincisi fırsatları kaçırmak, üçüncüsü her habere inanmak. Öyle duyurucular var ki getirdiği haberi anlamış, lâkin doğru olup olmadığını bilmeden inanıvermiştir ona! Halk içinde böyle davranan üç zümre vardır: Başkasının tecrübe yoluyla inandığı şeye kendisi de o tecrübeyi yaşamış gibi inanan, inanmaya devam eden. Aslı nedir, hiç bilmeden tecrübe ettiği şeylere tamamen inanan. Çözemediği, karmaşık bulduğu şeylere inanan. Akıllı insan öz meyillerini dahi kuşkuyla karşılamalı, herkesin dediğini kabul etmemelidir. Çözemediği mesele aydınlanıp hakikat ortaya çıktığında o artık hatalı görüşte ısrar etmemelidir. Doğruyu bırakıp yanlışta ilerleyen ve her adımında biraz daha boşa yorulup hedefinden uzaklaşan kişi gibi olmamalıdır akıllı insan. Kör olma ihtimali bile olsa gözüne kaçan şeyi oğuştura oğuştura çıkarmaya çalışan kişi gibi de olmamalıdır. Akıllı insan kaza ve kadere inanmalı, olgun ve soğukkanlı davranmalı, kendisi için istediğini başkaları için de istemeli; kendi düzeninin yürümesi için başkalarının işlerini bozmamalıdır. Başkalarının düzensizliği sayesinde kendi dirlik ve düzenini sağlayan adam; şu tüccarın, arkadaşından dolayı uğradığı musibete uğrar: Anlatılanlara göre bir tacir ortağıyla beraber dükkan kiralamış ve ikisi de mallarını oraya koymuşlar. Birinin evi dükkana gayet yakın olduğu için arkadaşının yüklerinden bir kısmını yürütmeye karar vermiş ve çeşitli kurnazlıklar düşünerek şöyle demiş kendi kendine: Bu iş için geceleyin sızarsam farkına varmadan kendi yükümü veya torbamı alırım; boş yere zahmete katlanmış olurum...

79 Böyle düşünerek cübbesini, gözüne kestirdiği yükün üstüne bırakıvermiş ve eve dönmüş o gün... O gittikten sonra yüklerini düzeltmek için dükkana gelen öteki ortak, arkadaşının giysisini kendi eşyası üstünde görünce: Vallahi bu elbise bizim ortağın... Galiba burada unutmuş. Hele alayım şunu da onun torbalarından birinin üzerine koyayım. Belki benden önce gelir dükkana elbisesini istediği yerde bulur! deyivermiş. Sonra giysiyi arkadaşının yükünün üstüne bırakvermiş, dükkanı kapatıp evine dönmüş. Hava karardığında beriki kendi niyetiyle ilgili olarak anlaşma yaptığı ve taşıma ücretini verdiği bir adamla girmiş dükkana. Elbiseyi yoklayınca bir torbanın üzerinde buluvermiş. Hemen torbayı sırtlamış, yanındakinin yardımıyla işyerinden çıkarmış; eve kadar sırayla taşımışlar... Herif yorulup yatağa atmış kendini ve sızmış... Gün ağarırken getirdiği yüke bakınca kendi eşyasıyla karşılaşmasın mı? Derin bir pişmanlık hissiyle yanarak dükkana yürümüş. Öte yanda ortağı meğer daha erkenden gelivermiş dükkana. Arkadaşının yükünün kaybolduğunu görünce üzülmüş adamcağız: Vay benim kara bahtım! Şimdi ne cevap vereceğim o altın kalpli dostuma? Malını bana emânet etmişti. Onun nez dinde kaç paralık oldum ben! Biliyorum, beni suçlayacak mutlaka. Ama söz veriyorum kendime, zararını ödeyeceğim! diye söylenip durmuş. Öteki gelince berikini melûl mahzun bularak merakla sormuş sebebini. Ve cevap gelmiş: Yükleri yokladım. Senin bir yükün kayıptı. Kuşku suz beni suçlayacaksın! Tamam, zaran kesinlikle karşılaya cağım. Malı götüren konuşmuş:

80 Dostum! Üzülme! İnsanın yapabileceği en kötü şey hıyanettir. Tuzak ve hile asla iyiliğe ulaştırmaz insanı. Kim yaparsa bunları, asıl aldanan o olmuştur dâima! Haksızlık neticede sahibine döner. Kandıran, kazık atan, hile yapan benim! Arkadaşı irkilerek sormuş: Nasıl oldu yani? Öteki durumu açıklamış, hikâyesini anlatmış. Masum arkadaş biraz duraksayarak: Senin durumun, hırsızla tacirin öyküsüne benziyor! demiş. Nasıl o hikâye? diye sormuş öteki. Beriki başlamış söze: Anlatılanlara göre bir tacirin evinde biri buğday, di ğeri altın dolu iki heybe varmış. Yankesicilerden biri gözle meye başlamış adamı. Nihayet tacirin işi çıkmış ve evinden ayrılmış. Hırsız, fırsat bu fırsat deyip adamın yokluğundan yararlanarak dalmış eve, saklanıvermiş bir köşeye. Ortalığı kollayıp altın dolu heybeyi almaya niyetlenince yanlışlıkla buğdaylı heybeyi kapmış, içinde çil çil altın var sanıyormuş! Uflaya puflaya binbir zahmetle heybeyi eve getirip açınca an lamış gerçeği ve içi gitmiş... Bu hikâyeyi dinleyen hıyânetçi adam: Hiç de uzak bir örnek vermedin, kıyası da doğru yap tın! Sana karşı işlediğim suçu itiraf ediyorum. Bu, öyle ağır geliyor ki bana! Ah şu nefis, ne kadar da alçak şeylere sevke der insanı! Böylece iyi ortak, ötekinin özrünü kabul ederek onu kınamayı bırakmış ama ona güvenmemiş bir daha. Hâin ortaksa ne denli çirkin davrandığını, nasıl câhilce bir işin peşine düştüğünü ayan beyan anladığında sadece nedamet kalmış avucunda... Bu kitabımıza bakar., resim ve süsleri görmek için art arda sayfaları çevirme gayesinde olmamalıdır. Tam aksine,

81 eserin bitimine değin içerdiği tüm örnek ve hikâyeleri iyi görmeli, her kelime ve örneğin üzerinde durarak fikir üretebilmeli, hulâsa şu üç kardeş gibi olmalıdır: Babalarından hayli yüklü bir servet alan üç kardeş varmış. Malı aralarında bölüştükten sonra iki büyük kardeş kendi hisselerini hızla tüketmeye başlamışlar. Saçma sapan harcamalarla sıfıra gelmişler. En ufak ise ağabeylerinin harvurup harman savurarak tüm mallarını bitirdiklerini görünce öğüt vermiş benliğine: insanoğlu, serveti iyi halde olmak, geçimini düzgünce yürütmek, dünyâsını doğrultmak, insanların gözünde iyi bir statü kazanmak, onlara muhtaç olmamak, akrabayı gözetmek, evlâdu lyâli doyurmak, dostlara ikram etmek gibi münâsip yollarda harcamak için mal toplar. Bu iş için elinden geleni yapar, her çareye başvurur. Mala sahip olduğu halde sağduyuya göre harcama yapmayan adam, zengin olduğu halde fakir hükmünde olan kişi gibidir. Gerçekten malını güzelce tutan ve iyi yönlendiren kişi iki şeyden mahrum olmaz asla: Hep elinde tuttuğu bir dünyâ ve buna ilâveten övgüler... Bahsi geçen uygun yollar dışında para harcayan adam çok geçmeden bitirir elindekileri. Hüsran, ziyan ve yıkılmışlık hissiyle durur ortada. Benim yapmam gereken, bu serveti elimde iyi tutmamdır. Zira ben malımın hem bana hem de kardeşlerime yarar sağlayacağını umuyorum. Neticede şu servet, benim ve onların babasının malı değil midir? Uzak bile olsalar akrabayı gözetmek cömertliğin en güzelidir, bu adamlar da benim ağabeylerim olduğuna göre elbette en layık olanlardır ihsana! İşte, küçük kardeş kendi kendine bu uzun konuşmayı yaptıktan sonra hemen haber saldı, kardeşlerini çağırdı ve onlarla bölüştü servetini. Bu kitabı okuyan hiç bıkmadan, sıkılmadan ince ince düşünmeli; zengin mânâları bulmaya çalışmalıdır. Sanmasın ki iki hayvanın kurnazlığının ya da bir arslanla öküzün

82 konuşmalarının aktarılması, elinizdeki eserin gayesidir! Böyle davranırsa asıl maksadı anlamamış olur. Bunun örneği şu avcıdır: Körfezde balık tutan avcı bir gün suyun dibinde parıl parıl parlayan güzel bir sedef görmüş ve değerli bir mücevher sanmış onu. Daha önce ağıyla denizden yakaladığı günlük rızkı olan balığı fırlatıvermiş kenara. Ve sedefi almak için atlayıvermiş deryaya. Nihayet sedefle beraber sudan çıkınca bir de bakmışki bomboş, yaldızlı şeydir elindeki. İçinde varsaydığı [inci] de yok! Hırsı ve açgözlülüğü yüzünden daha önce elde ettiğini de kaybetmiş ya; hakîkaten pişman olmuş, üzülmüş. İkinci gün oradan daha uzakta bir yere ağ atmış ve küçük bir balık yakalamış. Bu arada yine parlak ama kıymetli bir sedef gördüyse de hiç aldırmamış "değersizdir" diyerek bakmamış... Oradan geçen diğer bir balıkçı o sedefi almış ve hazine değerinde muhteşem bir inci bulmuş içinde! İşte, kitabımızın muhtevasını ince düşünmeden, mânâların taşıdığı sırları ve içyüzü değil dış kabuğu alan karacâhiller de böyledir. Eserimizin sadece eğlendirici yönlerim arayan kişi şu adama benzer: Eline verimli ve temiz bir arazi, sağlam bir tohum geçen adam derhal ekmiş ve sulamış toprağını. Ürün alma zamanı yaklaşınca sadece çiçek toplamak ve diken kesmekle harcamış [değerli] vaktini. Bu yüzden daha yararlı olanı bırakmış, esas ürünü çürütmüş... Bu kitabı ince ince süzen kişi, dört amacın güdüldüğü nü bilmelidir: Evvelâ, eğlence oyun arayan gençler seve seve okuyabilsin diye aslında düşünceden yoksun olan hayvanların diliyle yazılmıştır. Bu yolla gençlerin gönülleri kitaba meyletmiş olacaktır. Hayvanların onca kurnazlığı yapmaları da bu hedef içindir... İkinci olarak, hükümdarların gönüllerinde bir dost ve yoldaş gibi telakki edilmesi için hayvanların fikirleri rengâ-

83 renk, çeşit çeşit ortaya konmuştur. Hükümdarlar, bu şekillere bakarak eğlenecek ve kitabı daha çok seveceklerdir. Üçüncü olarak, saydığımız nitelikleri sayesinde hükümdarlar ve sıradan insanlar nezdinde sevilen bir eser haline gelen kitabımızın nüshalarının çoğaltılması hedeflenmiştir. Günlerin art arda akmasına rağmen eserimizin hep dinç ve okunuk kalmasını sağlayacaktır bu özellik! Ayrıca hem resimleyiciler hem de nüsha çıkartanlar daimî bir ekmek parasına kavuşmuş olacaklardır... Dördüncü ve en mühim hedef, filozoflarla ilgilidir. Özellikle onların işidir [bunu anlamak]. Baktık ki İranlılar bu kitabı Hintçe'den Farsça'ya [=pehleviceye] çevirmişler, ayrıca Tabib Berzeveyh bölümünü eklemişler ama bizim şu bölümde anlattıklarımızı anlatmamışlar; hemen kaleme sarılıp bu bölümü koyduk kitaba, onu doğru okumak ve içindeki bilgileri en iyi biçimde anlamak isteyenler için... Bunu iyi düşünürsen doğruyu bulursun inşallah.

84 BERZEVEYH BABI Bahtigânoğlu Büzürkmihr Tarafından Yazılmıştır* Daha önce bahsedildiği gibi, Hint eserlerinden elinizdeki kitabı kopya edip çeviren Fars doktorlarının başı Berzeveyh Ezheroğlu diyor ki: Babam savaşçılar [zümresin] dendi. Annem ise Zemâzime ile meşgul olan büyük ailelerden geliyordu.** Bolluk içinde yetiştim. Ebeveynim en çok bana değer veriyordu, diğer kardeşlerimden daha fazla îtinâ gösterdiler bana. Yedi yaşıma geldiğimde özel öğretmene verdiler beni. Yazıyı becerdiğimde ebeveynime karşı şükran [hisleriyle] doldum, ilimle meşgul olmaya başladım. İlk gözağrım tıp ilmidir. Kendimi iyice verdiğim bu ilmin ne denli gerekli ve üstün bir ilim olduğunu biliyordum. Yedi sene emek verdim buna. İşin güzeli, tıbba ilişkin bilgim [ve tecrübem] arttıkça sevgim ve peşinde koşma isteğim de artıyordu! Berzeveyh malum, kitabı Hindistan'dan getiren adam. Bu bölüm de onun hayatı anlatılıyor. Büzürkmihr ise Kisra Anuşirevan'ın veziridir. Klasik siyâsetnâmelerde pekçok özdeyiş Büzürkmihr'e isnad edilir. Savaşçılar ve Zemzeme Kitabını okuyan rahipler, Mecûsî toplumunun iki önemli sınıfıdırlar. Zemâzime, zemzemenin çoğuludur. Zemzeme, Zerdüşt'ün kitabıdır. Üç kısımdan oluşan kitabın ilk bölümünde tarih, ikinci bölümünde gelecek, üçüncü bölümdeyse hukuk kuralları ve ibâdetler yer alır.

85 "Artık hastaları tedavi etmeliyim!" diye karar verdiğimde bir iç söyleşi yaptım ve kendimi serbest bıraktım, herkesin arzu ettiği dört şeyden birini seçeyim diye. Dedim ki: Bilgimi bu dört şeyden hangisi için kullanayım? Hangisi lâyıktır bana? İhtiyacımı hangisinden gidereyim? Para mı, ün mü, lezzetler mi, âhiret mi? Tıp eserlerinde en iyi doktorun, "âhiretten gayrı arzusu olmadan mesleğini icra eden hekim" şeklinde tanımlandığını öğrendim. Böylece sâde âhireti elde etmek, öte dünyanın mutluluğuna erişmek için tıbba adadım kendimi... Ben bu kararı vererek dünyânın tüm zenginliğine eş nefis bir yakutu beş para etmez bir katır boncuğuna değişen tacir gibi olmadım. Tabiî, eski kitaplarda okuduğum bir hakîkat vardı: Öte dünya saadetini gözeterek tip mesleğim yürüten kişi, dünya zevklerinden yoksun da olmayacaktır. Bir çiftçi düşünün: tarlaya tohum ekiyor, toprağın bakımını yapıyor. Amacı güzel bir ürün almaktır, yararsız otlar bulmak değil. Ama hoş bir mahsul yanında ayrık otları da büyüyüverir tarlada... Ben âhiret sevgisiyle, öte dünyanın mükâfaatına erişme isteğiyle koyuldum işe; hastaları tedavi ettim. Tamamen iyileşebileceğini yahut biraz olsun toparlanabileceğim ümit ettiğim hiç bir hastayı alâkamdan mahrum etmedim. Kendim ilgilenebildiğim kadarıyla ilgilendim. Erişemediğim, kendisiyle tam meşgul olamadığım hastalara da acılarını hafifletecek şeyleri tavsiye ettim, ilaç verdim. Hekimlik hizmeti yaptığım bu insanlardan hiç bir karşılık ve armağan beklemedim. Bilgide benim altımda olup statü ve servette benden üstte olan emsallerime gıpta etmedim. Zaten mal, mevki vs. ne söz, ne de amel bakımından kendi başlarına güzel bir davranış veya gidişat sayılmazlar! Benliğimde onların arasında, onların mevkilerinde bulunmak arzusu depreştikçe şöyle diyordum kendime: - Ey Benlik! Menfaatini zararından ayıramıyor musun? Kavuşanlara gayet külfetli bir yarar sağlayan ve elden

86 gittikten sonra da acısı ve derdi büyük olan zahmetli şeylerin peşinde koşmaktan vazgeçmeyecek misin? Ey Benlik! Bu dünyâdan sonrasını bir düşünsen iştahlı iştahlı sarılmak istediğin dünyalıkları unutursun! Utanmaz mısın hiç, göz açıp kapayınca geçiveren dünyaya tutkun sebebiyle âdi kişilere yârenlik etmekten? Dünyâdan azıcık bir şey koparıveren adam aslında o parçaya da sahip değildir. Elindeki ebedî değildir ki! Ancak kendini kandırmış avanaklar alışır, sevgi duyar su dünyâya! Ey Benlik! Kendine gel, bu yararsız boş davranışları bırak! Tüm gücünü iyilik yolunda harca! Kötülük yapmaktan kaçın! Unutma! Şu beden bazı kusurlara hâzır bir vaziyette yaratılmıştır. İçinde birbiriyle dövüşen bozuk unsurlar vardır. Bunlar hayat iksiri ile birbirine bağlanmıştırlar. Hayatın sonu ise yokluk... Bir heykeli düşün, bir araya getirilirken uzuvlar tek tektir. Çivilerle ve tellerle birbirine bağlanmaktadırlar. Çivi söküldüğünde parçalar dağılıverir, bir şey kalmaz geriye! Ey Benlik! Sevdiklerinin ve dostlarının da sohbetine aldanma! Kendini tamamen bununla tatmin etme! Yarenlerin sohbetinde neşe ve gülüş vardır, lâkin külfeti de çoktur ve sonu ayrılıktır tüm dostlukların. Bir kepçe düşün! Henüz yeniyken çorbanın sıcaklığına dayanır, bu iş için kullanılır. Ama gün gelip kırılınca bir odun olarak yakılır! Ey Benlik! Ne ailen ne de akrabaların, "onları gözetmen gerektiğini" düşündüğün için sevk etmesin seni servet yığmaya! Böyle yaparsan güzel güzel kokan, başkalarını ferahlatıp kendini yakan tütsü gibi olursun! Ey Benlik! Şu geçici dünyâya yaslanma! Dünyâ ehlinin değerli saydığı mevkîye ve [yalancı] bakaya tamah ederek aldanma dünyâya! Niceleri var ki gözünde devleştirdiği şeyden kopmadıkça anlayamaz o şeyin ne denli küçük olduğunu! Tıpkı saç gibi, baştayken sahibi ona kıymet verir ve hizmet eder. Ayrıldığında onu pislik sayar ve bir kenara atıverir!

87 Ey Benlik! Hastaları gözetip tedavi etmekten bıkma! Musibete uğramışın derdine derman olmak için çırpınan ve sadece sevap kazanmak için koşturup duran adama bak; bak da ders al! Onun yaptığı iyiliği çok daha fazla insana yapabilen bir doktorun durumunu düşün! Hakîkaten sevaplı bir davranış olurdu bu! Ey Benlik! Âhireti unutup dünyâya bağlanma! Ve "az olsun peşin olsun" diyen tacir gibi olma! Adamın bir ambar dolusu baharatı varmış, lâkin "Bunu yavaş yavaş tartarak satarsam bayağı vakit alır" diyerek gayet düşük bir fiyata bir komisyoncuya vermiş hepsini! Ben herkesin birbirinden farklı düşündüğünü, farklı arzularla yandığını gördüm. Herkes birbirini yadsıyor, herkes birbirine düşman, birbirinin ardından konuşuyor; birbirinin sözüne aykırı herkes... Bu duruma tanık olunca, hiçbirinin yolundan gitmemeyi doğru buldum. Anladım ki onlar arasında ne idüğünü bilmediğim birinin ardından gidersem şu aldanmış tasdikçi gibi olurum: Anlatılanlara göre hırsızın biri kendi avânesini yanına alarak bir zengin konağının çatısına çıkmış. Ev sahibi tavandaki çıtırtılardan uyanarak hanımını da uyandırmış. Ona durumu bildirmiş ve demiş ki: Sessiz ol! Galiba hırsızlar evin üstüne çıkmışlar. Şimdi sen beni onların duyacağı bir sesle uyandıracak ve "Söyler misin, bunca malı nerden elde ettin?" diye soracak sın. Ben cık-mık yapsam da sen ısrar et, "Allah aşkına!" diye rek yemin içip beni konuştur sonunda! Hâtûn kişi kocasına uymuş ve dediklerini yapmış. Hırsızlar karı-kocanın sözlerine kulak kesilmişler... Adam diyormuş ki: Be kadın! Takdir-i ilâhi sana büyük nimet vermiş, bun ca servet nasîb etmiş! Üzümü ye bağını sorma! Sonra sana söy leyiveririm de ikimizin canını sıkan şeyler olur, sözlerim başka sının da kulağına gideceğinden ötürü! Kadın diretiyormuş:

88 N'olur anlat bana! Hayatım hakkı için, şu anda etra fımızda bize kulak kabartacak kimse yok! Adam: Peki, açık konuşayım öyleyse: bu malı hırsızlıktan elde ettim? Kadın: Ne? Nasıl oldu, ne yaptın? Adam: Hırsızken bir şey öğrendim, iş gayet kolay geliyordu. Bu bilgim sayesinde herhangi birinin beni suçlamasından ya da benden kuşkulanmasından kurtuluyordum. Kadın: Söyle bana neymiş bu! Adam: Dolunaylı gecelerde arkadaşlarımla işe çıkardım. Bi zim gibi zengin birinin damına tırmanırdım. Nihayet ışığın süzüldüğü deliğe varır, yedi defa "Şevlem, Şevlem" derdim tılsım olarak. Böylece yarıktan süzülen ışık huzmesine sım sıkı sarılır, aşağı inerdim de kimsecikler anlayamazdı. Ne var ne yok her şeyi götürürdüm evden. Sonra aynı tılsımı yi ne yedi defa okur, ışığa sarılırdım. Işık beni çekerdi, dostla rımın yanına yükselirdim. Sağ salim dönerdik... Yukardaki hırsızlar bu hikâyeyi dinleyince: Bu gece dilediğimiz kadar mala kavuşacağız! dediler. Sonra uzun bir bekleyişe geçtiler. Nihayet ev sahibinin, hâtunuyla uyuduğuna kanâat getirdiklerinde çete başı kalkarak ışık yarığının yanına geldi, yedi defa "Şevlem, Şevlem" deyip ışığı kucakladı evin içine inmek niyetiyle! Tepetaklak orta yere düştüğünde ev sahibi koca bir sopayla dikiliverdi başına: Kimsin sen? diye sordu. Hırsız başı cevap verdi: Ben hırsızım, ebediyyen olmayacak bir şeye inanan aldanmış herif! İşte akıbet! İşte ben de gerçekleşmeyecek hususa inanmaktan kaçınıp böyle bir şeye inandığım takdirde tehlikeye düşeceğimi

89 iyice anladıktan sonra dinleri araştırmaya ve en doğru olanı bulmaya koyuldum. Lâkin konuyla ilgili olarak soru yönelttiğim hiç kimse ikna edici bir yanıt vermedi bana. Zaten verilen cevaplarda akla uyup inanılacak bir şey yoktu. O zaman içimden dedim ki: "Kendisinden [doğru bilgi] alacağım güvenilir birini bulamadım. Öyleyse babalarımın, dedelerimin sarıldığını gördüğüm dine inanayım" Ve inandım da. Daha sonra içimde bir çözüm ürettim ve dedim ki: "Eğer bu tavrı takınan kişi mazur olacaksa babasının sihirbazlık yaptığını gören ve onun izinden giden adamı kınamamalı! Hatta aklın hiç kabul etmeyeceği bu tür hallerin tümünü yergiden azat etmeli! Aklıma çok yemek yediği için kötülenen adamın sözü geldi: "Babam ve dedem de böyle iştahlıydılar!" demişti o. Sonunda hiçbir geçerli sebep bulamadım, babalarımın ve dedelerimin dininde kalmak konusunda. Oysa bayağı gayret sarf etmiş, kendimi zorlamıştım. Atalar dininde sabit kalma konusunda kendimi kandıramadığım gibi dinleri araştırma, soruşturma ve derin derin düşünmeye meyyal buldum ruhumu. Birden kafama dank etti, gönlüme çöreklendi ki dünya hayatı çabuk bitecektir; ecel yakındır, burada yaşayanlar siliniverecektir, zaman onların yaşamım kemirip eritecektir... Şöyle düşündüm: Belki de ecelim yaklaştı, dünyadan göçme zamanım geldi. Evvelce en iyi olmasını ümit ettiğim övülen işleri yapardım; bu durumda tereddütle kalışım, daha önce yapmakta olduğum iyi işlerden alıkoydu beni! Gönlümün arzusuna kavuşmadan ecelim buluverir beni ve şu adamın uğradığı belâya duçar olurum: Anlatılanlara göre bir adam, zenginlerden birinin evindeki hizmetçi ile anlaşmış. Ev halkının dışarı çıktığı bir gece eve gelecek, hizmetçi de ona tüm eşyaları verecekmiş. Beriki eşyaları pazarda satacak, parasını da ötekiyle pay edecekmiş.

90 Ev halkı toptan evden çıkıvermiş bir gece... Hizmetçi evde yalnız kalınca verdiği sözü tutarak arkadaşını haberdar etmiş. O da gelince ikisi beraber eşyaları toparlamaya başlamışlar ki kapı çalınmış! Evde berikinin bilmediği bir diğer kapı varmış su kuyusunun yanında. Hizmetçi telaş ve endişeyle: Hemen kuyunun yanındaki kapıdan çık! demiş adama. Eliyle de kapıyı gösteriyormuş. Adam heyecanla o yöne ilerlemiş, kapıyı bulmuş ama su kuyusu yok! Dönüp seslenmiş: Kapıyı buldum ama su kuyusunu bulamadım! Hizmetçi: Dangalak herif! Ne edeceksin kuyuyu? Zâten kapıyı bulabilmen için kuyudan bahsetmiştim sana! Kapıyı bulduy san çabuk sıvış! Adam cevap yetiştiriyormuş: İyi de kuyu yoksa ne diye bahsettin kuyudan? Hizmetçi: Yazıklar olsun sana ahmak adam! Şimdi aptallığı ve tereddüdü bir kenara at da kendini kurtar! demiş. Adam söy lenmeye devam ediyormuş: Nasıl gideyim ben? İşi karışık gösterdin bana! Kuyu dan bahsettin ama kuyu yok... O böyle söylenirken ev sahibi dalıvermiş içeriye, onu yakalayıp dövmüş ve kadıya teslim etmiş... Ben de korktum böyle bir tereddüde düşmekten! Endişe ettiğim nahoş bir duruma mâruz kalmamalı, tüm din ve inançlara uygunluğu hususunda herkesin tanıklık edeceği bir iş ve davranışta bulunmalıydım. Bu yüzden vurmak, öldürmek ve çalmaktan korudum kendimi. Kalbime nefret, kızgınlık ve ihanet sokmadım. Dilimi yalan, iftira, gıybet, dedikodu ve kötülük için kımıldatmadım. İçimden inandım ve karar verdim: Hiç kimsenin hakkını çiğnemeyeceğim; kıyamet, yeniden diriliş, mükâfaat ve cezayı inkâr etmeyeceğim, kendinden başka ilah bulunmayan Allah'a iman edeceğim...

91 Böylece kötülerden ırak oldum, iyilere yaklaştım gücüm yettiğince. Bildim ki doğruluk hiçbir dostun yerini tutamayacağı bir rehberdir. Allah'ın yardımıyla doğruluğu kolayca elde ettim. Gördüm ki doğruluk sadece hayrı gösterir, dost dosta nasıl iyilik gösterirse öyle. Doğruluk harcamakla eksilmeyen hatta güzelliği artan bir şeydir. Anladım ki hep bir korku vardır: sultan gasp eder, su boğar, ateş yakar, hırsız çalar, canavar ve yırtıcı kuşlar parçalar diye. Oysa bu tür korkulara yer yoktur doğruluğun nezdinde. Kısa vâdede elde edeceği azıcık malı, nimeti dâim olan büyük bir servete tercih eden adam şu tacire benzer diye düşündüm: Rivayete göre paha biçilmez bir inciye sahip olan tacir, bunu deldirmek için günlüğü yüz dinara bir adam kiralamış, evine getirmiş. Evin bir köşesinde ceng varmış. Tacir, mücevherat işi yapan adam sormuş: Ceng çalmayı bilir misin? Evet! diyen kuyumcu meğer ceng ustasıymış aynı za manda. Mücevheratçı cengi eline alıp tacire göstermiş maharetini, en temiz ve tiz sesleri çıkarmış aletten... Tâcirse dört köşe vaziyetlerinde elini ve başını sallıyormuş. Böylece gün akşam olup güneş devrilirken adam seslenivermiş: Hadi söyle de versinler paramı! Sen ücrete değer bir şey mi yaptın ki? diye çıkışmış tacir. Ben, senin emrettiğini yaptım! İşçiyim ve söylediğini yaptım! diye cevap vermiş mücevheratçı. Bu sözle de kalmamış lafı uzattıkça uzatmış ve tacirden yüz dinarı koparmış! Öte yandan inci de delinmemiş... * * * Dünyaya ve dünyevî tutkulara baktıkça değersizliğine ilişkin inancım arttı ve kaçtım ondan, ibâdet ve zabitliğin öte dünyâ için yolu düzelttiğini gördüm, babanın öz evladını ha-

92 Köpeğin suya bakıp atlayarak kendini telef etmesi yata hazırlaması gibi. Kesin olarak bildim ki ebedî nimete açılan kapı zabitliktir. Dünyâya tutkuyla bağlanmayan insan, her işini huzur ve sükûnetle yapar, şükreder, alçakgönüllü davranır; kanaatkar olduğu için ihtiyacın tuzağına düşmez, başa gelene razı olur, gam ve kedere boğulmaz... Zahit insan elinin tersiyle bir kenara itmiştir dünyâyı, kötülüklerden arınmıştır, ihtirasları terketmiştir, yersiz kıskançlığı bırakıp muhabbet ehli olmuştur. Onun gönlü cömertçe dağıtır, onun aklı akıbeti görür, o pişmanlıktan azat olmuş insanlardan uzakta kalmış, onların [şerrinden] kurtulmuştur. Ama "dünyayı bir kenara bırakıp zâhitlik yolunu tutarsam beceremem" diye endişelendim. Daha önce faydalı olduğuna inandığım ve dünyâdayken olumlu sonuçlarını gördüğüm işleri de bırakabilirim diye korktum. O zaman hâlim şu köpeğinki gibi olurdu: Bir köpek ki kemiği dişleyip nehrin hizasında seğirtiyor ve kemiğin aksini suda görünce dalıyor ırmağa! Neticede hem kemiğini kaybediyor, hem de suda hiçbir şey bulamıyor. İşte bu yüzden çekindim zühdden. Öyle ya, usanabilir ve sabırsız davranabilirdim. Daha sonra mukayese yaptım: bir yanda zabitlikten ötürü başıma gelen bela, eziyet, ve kötü vaziyetler diğer yanda dünyaya pençeleriyle sarılan ada-

93 mm uğrayacağı musibetler... Kesin olarak karara vardım ki dünya tutkularının hiçbiri neticede eziyetsiz ve kedersiz kalmıyordu... Dünyâ acı su gibidir, içenin sadece susuzluğu artar. Dünyâ, itin dişleri arasındaki kemik gibidir: it, et kokusunun verdiği iştahla habire ısırır ve yalar kemiği. Neticede ağzı kanar. Dünyâ, bir didim et bulan çaylak kuşunun hâlini anımsatır. Kuşlar cümleten üşüşüverir onun başına. Çaylak zıplar, döner, direnir. Nihayet yorulur ve eti bırakır. Dünyâ, dibine zehir çökmüş bal kadehi gibidir. İlk yudumda tadı hoş gelir. Lâkin sonu korkunç bir ölümdür. Dünyâ, bir anda ışıyan ve aydınlık ümidi veren sonra da ansızın silinen şimşek gibidir. Ardından yine karanlık gelir. * * * Bunların düşündüm işte. Sonra zühde yöneldim, içimdeki güçlü arzu iletti beni zâhitliğe. Artık öz benliğimle savaş ediyordum. Nefsim, ancak yol açtığı kötülükler içinde rahatça yüzer! O, bazan karar verir de derhal çiğner kararını ve şu kadıya benzer: O karşısına çıkan davacıyı dinlemiş ve derhal haklı olduğunu belirtmiş! Ardından dâvâlıya kulak verince ilkinin aleyhine hüküm vermiş! İşte böyle... Zabitlik yoluna girdiğim zaman başıma gelecek sıkıntıları düşündüm ve kendi kendime söylendim: "Sonsuz bir huzur ve güvenliğin yanında bu sıkıntıların ne önemi var ki!" Nefsimin tutkuyla bağlandığı dünyâ zevklerini aklıma getirdiğimdeyse: "Sonsuz bir musibet ve azaba götürecek olan bu zevkler ne kadar da ağır ve acı!" diyordum. İnsanoğlu upuzun bir mutluluktan önce gelen kısa bir zorluk dönemini nasıl da büyütür ve kerih görür! Öte yandan bir anlık lezzet ve

94 mutluluğu tadar da peşinden sonsuz acılara, musibetlere maruz kalır. Yine kendi kendime şöyle diyordum: İnsana dense ki hergün bedeninden bir parça et koparılmak koşuluyla yüz sene yaşayacak ve tüm elemlerden kurtulup sonsuz huzura ve sevince ereceksin... Bunca yılı, ayı ve günü çok görmemesi gerekirdi her halde! İnsan dünyâya değer vermeden kanaatkarca yaşayacağı birkaç güne niçin sabretmez? Değil mi ki o eziyetli günlerden sonra büyük iyiliklere ve saadete kavuşacaktır! Kaldı ki dünyâ tümüyle sıkıntı, belâ ve azaptır hakikatte... İnsan anasının karnında meydana geldiği andan hayatını noktaladığı ana kadar bir sıkıntıdan diğerine koşturup durur. Tıp kitaplarından okuduğumuza göre eli yüzü düzgün bir çocuğun ham maddesi olan nutfe rahme düşünce, annenin kanı ve suyuyla karışır. Böylece pekişir ve kalınlaşır. Sonra hava girer devreye ve o su-kanı olgunlaştırır da peynir kıvamında bırakır. Daha sonra gayet pek, katı bir yoğurt kıvamına gelir. Bu cismin daha ilk zamanlarında bazı organları oluşur. Çocuk kızsa yüzü annesinin yüzüne doğrudur, erkekse annesinin sırtına doğrudur. Mini mini elceğizleri, iki yanağındaki elmacık kemiklerinin üstünde, çenesi de diz kapaklarına bitişiktir. O, dölyatağında dört bir yanı sımsıkı bağlı bir bohça gibi durur. Dar bir soluma yeri vasıtasıyla nefes alıp verir. Onun her organında mutlaka bir bağ vardır, sıkıca saran... Düşünün, üstte sıcak mı sıcak bir karın; altta o köşeye özgü bir darlık ve karanlık... Çocuk, göbeğinden çıkan bir kordonla anasının bağırsağına bağlıdır, tüm besinini bu yolla alır. Doğum vaktine kadar böyle daracık ve ışıksız bir yerde bekler durur çocuk... Doğum anı gelince rahme bir rüzgar gönderilir, cenin kıpraşır, kımıl kımıl kurtulmak ister o daracık zorlu mekândan. Ve başını çıkışa doğru uzatır. Yere düşüp havayla ya da bir insan eliyle temas etti mi teni, kıvranır acılar içinde bebek tıpkı derisi soyulan yetişkin gibi.

95 Çocuk yine çeşitli sıkıntılar içindedir. Acıkınca yemek, susayınca su, bir organı acıdığında merhem isteyemez. Doğarken acı çeker, taşınıp kundağa sarılırken acı çeker, tenine yağ sürülüp ovalanırken azap içindedir. Sırt üstü bırakılınca bir tarafa dönemez. Süt emer, ıstırap hisseder. Süte alışır ama bu sefer de eğitim eziyetleri başlar. Öğretmen sıkıntı verir ona; ders ve yazı da ayrı bıkkınlıklardır onun için. Bu da yetmez. İlaç içme, yemekte perhize girme, hastalıklarla uğraşma gibi dertler de vardır kaderinde. Yetişip erginleşince geçim derdi, mal yığma ve çocuk eğitimi onun tüm vaktini alır; bunlarla uğraşırken iyice yorulur. Bir de içinde düşmanları vardır. Bunlar kendisinden hiç ayrılmayan safra, sevda, yel, balgam, kan, öldürücü zehir, ısıran yılandır.* Yırtıcı hayvanları ve haşerat korkusunu da ekle buna! Mevsimlerin art arda gelmesiyle sıcak, soğuk, yağmur ve fırtınalar da yorar insanı. Eh, ihtiyarlayabilecek kadar yaşarsa yaşlılığın getirdiği dertleri de eklemeli buna... İnsanoğlu bu saydıklarımızdan endişe etmese, hepsinden kurtulup huzurlu bir yaşam süreceğini düşünse de asla aklından çıkarmaması gereken gerçekler vardır: Ölüm gelecek, o dünyadan bir gün elbet geçecektir. İşte o an, dostlardan, akrabadan, servetten ve cümle alemden esirgediği, gözü gibi baktığı dünyalıklardan ayrılış vaktidir. Ve ölümden sonra da nice korkular vardır. İnsan bunları düşünmüyorsa ihmalkârdır, âcizdir, bayağılaşmıştır aslında! Bu huylarından ötürü yerilmeye de lâyıktır. Gerçeği gözleriyle gördüğü, hakikati bildiği halde elinden gelen son bir gayretle yarın için hazırlık yapmayan, dünyânın yaldızım ve boş tutkularını bir kenara atmayan [ahmak] kimdir acaba? Hele hele belirsiz ve boz bulanık iken berrak gibi sanılan şu zaman içinde [ne kadar da çoktur aldatıcılar!] Zîrâ her ne kadar hükümdar tedbirli, dirayetli, ileri görüşlü, büyük gayeli, adaletli, ümitvar, dürüst, vefakâr- * Eski tıbbın kavramlarındandır.

96 iyiliksever, dâima hayırla meşgul, halkı bilen, tebasının işleriyle ilgilenen, onların ne yapıp ettiklerine bakan, bilgiye âşık, iyileri ve iyiliği seven, zâlimlere göz açtırmayan, cesur, idarede otoriter, yönetilenlerin taleplerine karşı ölçülü bir tarzda müsamahakâr, şikayetleri dinleyip istenilmeyen nahoş durumları halletmede mahir ise de biz görmekteyiz ki zaman her yerde sırtını dönmüştür [insanlara]! Sıtkı sıyrılmıştır şu güruhların! Kaybedilmemesi gereken kıymetler kaybedilmiş, tek başına varlığı dahi kötülük getiren şeyler varolmuştur! İyiliğin çehresi sararmış, kötülüğün suratı parlayıvermiş! Anlayış tüm usulleriyle kayıptır. Hak mahzun ve kırıktır; bâtıl onun yerine geçmiştir şimdi. Yöneticiler keyiflerince hükümler vererek doğruyu silmişlerdir. Mazlumlar, uğradıkları zulmü bas bas bağırdıkları, her yana duyurdukları halde zâlim sadece nefsini dinler, onu yüceltir olmuştur. Hırs dört bir yana ağzını açmış, yakında ve ırakta ne bulursa yutar olmuştur. Gönüldaşlık ve sevgi bilinmez olmuştur. Kötüler göğe yöneliyor yükselmek amacıyla ve iyiler yerin altını istiyor sanki! Mertlik zirvelerden çukurlara yuvarlanmış, alçaklık "yükselen değer" olmuş, otorite erdemlilerden çıkıp seviyesizlere geçmiştir. Sanki dünya hep bir ağızdan azgın azgın bağırıyor: "İyilikler kayboldu, kötülükler sivrildi!" deyip seviniyor. İşte böyle dünyâyı ve dünya işlerini düşünüp insanın buradaki en değerli yaratık olmasına rağmen dâima kötülük ve keder içinde kararsız ve bedbaht kaldığını anlayınca dedim ki: Aklı başında tüm insanlar kanmış bu dünyaya! Ve kendi için güzel işler yapmamış, azatlığı için çare aramamıştır burada! Böyle dedim ve şaştım! Baktım ki insanı kendi azatlığı için çare aramaktan alıkoyan husus, basit bir zevktir: Görmek, işitmek, koklamak, tatmak, dokunmak... Bunlar aracılığıyla değersiz şeylere kavuşma, "sahip olma" duygusundan bahsediyorum. Bildim ki insanı uğraştıran, kendini bilmek ve kurtarmaktan alıkoyan bu histi. Bir misal aradım buna ve şu adamı buldum:

97 Kişinin kuyuya düşmesi ile ilgili istiare: Dünya kuyu, kuyudaki dört hayvan ise bedendeki dört karışım Kudurmuş bir filden kurtulmak isteyen adam kendini kuyuya salmış, elleriyle iki dala tutunuyormuş, ayakları içerde bir şeylere değiyormuş... Bir de ne görsün, dört yılan başlarını deliklerinden çıkarıyor! Biraz daha dikkatli bakınca en dipte bir ejderha ağzını yay gibi açmış, adamın düşmesini bekliyor. Gözlerini umutsuzca iki dala diken bedbaht, iki fare görmez mi! Biri siyah diğeri beyaz, elbirliğiyle kemiriyorlar dal köklerini. İşte böyle derdiyle yandığı, çare aradığı bir anda oracıkta bir peteğe ilişmiş gözü! Hemen bala sulanmış, lezzetiyle aldanmış; kötü halini unutup çâre aramayı bırakmış. Hiç aklına gelmiyormuş: ayakları dört yılanın üstüne doğru sallanıyor, kendi de ne zaman düşeceğini bilmiyor! Fareler kemiriyor, dal kaparsa ejderhanın ağzına girecek! Böyle oyalanıp aymaz aymaz sallanarak balın tadıyla mest olmuşken küt diye düşüvermiş canavarın ağzına ve işi bitmiş... Burada neyi neye benzettim? Kuyu: afetler, kötülükler, korkular ve felaketlerle dolu dünyâdır. Dört yılan, bedendeki dört karışımdır. Zira bunlar ya da bunlardan biri azdığında yılanların zehirli dişi ve öldürücü ağzı gibi olur! İki dal, bir gün mutlaka bitecek olan hayat süresidir. Siyah ve beyaz fareler eceli getiren gece ve gündüzdür. Bal, insanın elde edebildiği fâni lezzetlerdir, insan bu lezzetleri tadar, işitir, koklar,

98 görür ve eline alır da kendi öz benliğiyle ilgilenecek vakit bulamaz! O âhireti unutmuş asıl yolundan sapmıştır artık. Sonuçta kendime hoşça bakmaya başladım. Gücüm yettiğince davranışlarımı güzelleştirdim. Kim bilir doğruya erişeceğim, kendime egemen olacağım, işlerimi kıvamına getireceğim bir zaman gelir hayatımın akışında. Böylece devam ettim, pek çok eserin örneğini çıkardım ve bu kitabın da bir örneğini çıkarıp döndüm Hint elinden.

99

100 Hükümdar Debşelîm, brahmanlerin başı olan filozof Beydebâ'ya dedi ki:* Bana, birbirlerini sevdikleri halde yalancı ve hilekâr birinin ilişkilerine karışmasından sonra birbirine düşman kesilen iki insana dâir bir örnek getir... Beydebâ dedi ki: Bazan iki dost, aralarına yalancı ve hilekâr birinin girmesi [gibi bir imtihanla] sınandıkta yüzçevirirler birbirlerinden... İşte örneği: Destâvend diyarında üç yiğit evlada sahip bir ihtiyar baba vardı.** Çocuklar sorumsuzca tüketiyorlardı babalarının servetini; sermâyelerini çoğaltacak bir zanaata yanaşmıyorlardı. Baba onları avareliklerinden ötürü kınadı ve uyardı. Söylediklerinin bir kısmı şöyledir: * Pehlevice aslı Debşelem'dir. Bazı elyazmalarda Dîselem ve Dîşelem olarak da kaydedilmiştir. Bu kralın, milattan önce 226 yılında Hindistan'a giren İskender tarafından mağlup edilen bir Hint hanedanından geldiği sanılmaktadır. Beydebâ: Hintçedeki adının Vişnugermen olduğu sanılıyor. Brahmanlar: Hindu dininde ilahların en büyüğü Brahma'dır. İşte bu sistem içinde Brahma'ya tapanların en yüksek rütbeli din adamına Brahman denilir. ** Bazı elyazmalarında Destâbâd ve Desnâ şeklinde kaydedilmiştir. Hintçede Dekkeşinabata diye bilinir. Bugünkü adıyla Dekken yöresi.

101 Evlatlarım! Dünya adamı üç şey peşinde koşar; bunları da dört şeyle elde eder. Peşinde koştuğu üç şey: geniş rızık, halk için muteber bir mevkî ve âhiret azığıdır. Bunlara kavuşmak için ihtiyaç duyduğu şeyler ise en güzel yoldan para kazanmak, kazanılanı iyi korumak, onu arttırabilmek sonra da aileyi ve dostlar sevindirecek şekilde harcama yapmak... Böylece âhirette mükâfaata dönüşecek olan gerçek menfaati elde etmiş olur. Bunlardan birini yapmayan, elbette erişemeyecektir arzusuna. Zira çalışıp kazanmazsa geçimini sağlayacak malı olmaz. Malı ve kazancı olur da güzelce muhafaza etmezse derhal tüketir her şeyini; cıscıbıldak kalır ortada! Servetini bir kenara koyar da nasıl arttıracağını bilemezse; hazıra dağ dayanmaz derler, azıcık azıcık bile harcasa bitirir birgün malını! Sürme bile her göze sürülüşte çöpün ucuyla azıcık alındığı halde tükenmiyor mu hızla? İnsan, servetini usûlüne uygun bir şekilde gerektiği gibi harcamazsa beş parasız kalmış fakir durumuna düşecektir! Kaldı ki şu [malını bir yere koyup hiç dokunmama] halinde bile hesapta olmayan bazı olaylar neticesinde servet, heba olmaktan kurtulamayabilir. Bir depo düşün: su habire içine doluyor ama onun bir çıkışı, hava alacağı deliği yok; bu durumda depo kenarında oluşan bir çatlak sebebiyle su sızdırmayacak mıdır? Hatta büyük bir patlamayla biriktirdiği tüm suyu salıvermeyecek midir? İhtiyarın oğullan, baba nasîhatına kulak vermişler, "bu sözlerde hayır var" diyerekten ona güvenmişler. Çocukların en büyüğü Meyyûn denilen diyara doğru yola revan olmuş.* Yol üzerinde batak mı batak bir yere gelmiş. Arabasını çeken Şetrebe ve Nendebe adlı öküzlerden birincisi çamura batınca bir yandan sahibi, diğer taraftan arkadaşları gayret etmişler, hayvancağızı kurtarmaya çalışmışlar.** Ne yazık * Meyyûn: Hintçe aslında Pançatantra deniliyor. ** Şetrebe Hintçesinde Şantsaba olarak geçiyor. Nendebe ise Nanda olarak kaydedilmiş. Ancak Arapça elyazmalarda bu kelimenin sonuna "ba" eklenerek iki kelime arasında uyum sağlanmıştır: Şetrebe, Nendebe

102 Öküz Şetrebe böğürüyor.

103 ki güçleri yetmemiş buna... Adam oradan çekip gitmeye karar vermiş; belki çamur kuruyuverir de öküzü çıkarma imkânı doğar diye birini bırakmış. Öküzü alıp getirmesi gereken adam güneş batarken -çevrenin ıssızlığından olacak- can sıkıntısıyla kalkmış yerinden, öküzü dert etmeyerek yola düşmüş ve yetişmiş arkadaşına. Ona öküzün canverdiğini söyleyerek lafını bağlamış: Ecel insana gelmeye görsün; helâkâ yol açacak se beplerden ne denli korkup kaçsa da hiçbir şey fayda etmez, düşüverir kucağına ölümün... Çoğu kez didinip durması ve korunma çabası ayrıca yük olur ona! Hikâyesi dillerde ge zen şu adam gibi: Herif yırtıcıların şerrinden kurtulmak için sarp mı sarp, zorlu bir yerden geçiyor ve buranın gayet tehlikeli olduğunun da farkında... Henüz yolun başların dayken karşısına canavar bir kurt çıkıvermesin mi? Kurdun iştahla kendisine seğirttiğini gören biçâre can haliyle kaç maya başlıyor, iyi bir korunak bulma ümidiyle sağa sola ba kmıyor. Tâ ötelerde, nehrin öte yüzünde bir köy görerek ko şuyor... Nehire erişip de karşıya geçecek bir köprü bulama yınca atlıyor suya korkuyla. Yüzme bilmiyor ama arkada kurt var, ne yapsın... Neyse ki birkaç köylünün gözünden kaçmıyor bu hâdise ve adamı boğulmak üzereyken çekip çı karıyorlar ırmaktan. Adam köylülerin yanında, suyun öte gecesinde derdinden emin olunca rahatlıyor ve ilerde tek başına inşa edilmiş bir eve yönelerek kendi kendine "şura ya sığınayım da biraz dinleneyim" diyor. Eve adımım attı ğında [yöredeki] bir tacire tuzak kurarak malını gaspedip bölüşen ve adamcağızı da öldürmek niyetinde olan bir eşkı ya grubuyla karşılaşmasın mı? Derin bir dehşet duygusuy la gerisin geri kaçıyor ve canını kurtarmak için köye doğru koşuyor. Yüreği ağzından fırlayan ve dizleri yorgunluktan titreyen zavallı adam, biraz nefes almak için köyün sınırın da yaslanıyor bir duvara. Ve duvar gümbür gümbür yıkılı yor, adam da ruhunu teslim ediyor! Öküzün sahibi: Haklısın... Bu hikâyeyi ben de işitmiştim demiş.

104 Gelelim öküze... Hayvan, bataktan kurtulup suyu bol ve yemyeşil bir otlağa gelerek bir güzel karnını doyurur ve keyifle böğürmeye başlar. Huzurludur çünkü. O civardaki ormanda da oraların kralı sayılan büyük bir arslan yaşamaktadır. Kralın huzurunda kurt, çakal, pars, kaplan gibi çeşit çeşit yırtıcı hayvan bulunmaktadır. Arslan kral kendi bildiğini okuyan, kimsenin görüşünü almayan, çevresindekilere danışmayan bir zorbadır. Öküz böğürtüsünü işitince korkuya düşer. Zîrâ evvelce ne öküz görmüş ne de sesini duymuştur; daima kendi ormanında oturmakta, hiç iş görmemekte, yiyeceği de askerleri tarafından getirilmektedir ona! Huzurundaki hayvanlar arasında zeki, bilgili ve usul erkân sahibi iki çakal bulunmaktadır; Kelile ve Dimne adlarını taşıyan.* Dimne, kardeşi Kelile'ye der ki: Kardeşim, ne oluyor arslana? Yerinde duramıyor [huylanmış bir şeylerden]. Gerçi yerinden ayrıldığı, bir iş yaptığı da yok ya! Kelile cevap verir: Sana ne bu işten! Otur oturduğun yerde! Biz hüküm darımızın kapısında onun istediğini yapan, hoşlanmadığın dan uzak duran bendeler değil miyiz? Yoksa hükümdar taife sinin sözlerini değerlendiren, işlerine [iyi mi kötü mü diye] bakan yüksek mevkiden kişiler mi olduk sanıyorsun? Şimdi bu meseleye burnunu sokma ve bil ki her kim kendisini ilgi- * Hintçe aslında Kelile, "Karataka" şeklindedir. Pehlevi dilinde "L" ve "R" harfleri aynı işaretle gösterilmektedir. Belki de "R" idi de "L" olarak algılandı Arapça'ya çeviride. T ve Y harfleri Arapça'da üste (T) ve alta (Y) iki nokta konularak yazılır. Hele hele ilk elyazmalarda -zaman zaman da noktalar hiç konmadığı için- birbirleriyle karışma ihtimalleri yüksektir. Dolayısıyla Kelile deki "İ" böyle ortaya çıkmış olmalı. Sondaki "K"nın "E"ye dönüşmesi ise hem Pehlevice'de, hem de Farsça'da yaygın bir durumdur; sondaki sert konsanantların zamanla yumuşaması hatta yokolması pek çok dilde vuku bulan bir gelişimdir. Dimne ise Hintçe aslında Domanaka olarak geçiyor. Bu iki kelime daha eski Süryanice çeviride Kalîlak ve Damanak şeklindedir.

105 lendirmeyen bir lafa veya işe karışırsa başına tıpkı maymuna dülgerden gelen belâlar gibi nice felaketler gelecektir! Dimne: Nasıl, hangi belâ? deyince Kelile anlatır öyküyü: Anlatırlar ki maymun, bir dülgerin ağaca çıkıp [dal ları] biçtiğini, bir arşınlık budamadan sonra gövdeye kama soktuğunu görür. Bu garip iş, maymunun hoşuna gider. Ke nara gizlenir ve dülgeri seyreder. Adam oradan ayrılınca maymun kalkar, kendisini ilgilendirmeyen işe burnunu so kar. Tahtanın üstüne zıplayarak sırtını kamaya verir, yüzü nü de tahtaya çevirir. Bu esnada kuyruğu yarığın içine gire rek kamayı zorlar ve çıkarır! Böylece kuyruğu sıkışır, may mun acıdan bayılacak hale gelir. Bir süre sonra dülger geri dönüp maymunu o vaziyette bulunca yer misin yemez misin deyip girişir hayvancağıza! Zavallının dülgerden yediği sopa, tahtadaki yarıktan çektiği acıyı ikiye katlar! Dimne der ki: Söylediğine kulak verdim. Ancak şunu bilmelisin ki krallara yaklaşan herkes ille de karnını doyurmak [bir men faat elde etmek] için yapmaz bu işi. Hatta dostu sevindir mek, düşmanı mahvetmek için de yanaşabilir. Evet, insan lar arasında öyleleri var ki azıcık bir menfaatla bayram eder; kupkuru bir kemiği ele geçirip onunla sevinen it gibi! Erdem ve kişilik sahibi olanlar ise azıcık bir menfaatla tat min olmazlar. Benliklerini yüceltip rahatlatacak ve "işte biz buna layığız" dedirtecek hedeflere erişmedikçe memnun ol mazlar. Önce tavşanı parçalayan ama deveyi görünce de elindekini bırakıp deveye saldıran arslan gibi! Görmüyor musun; köpek önüne üç beş kırıntı bırakılsın diye kuyruğu nu sallar ama gücü ve üstünlüğü herkesçe kabul edilen fil kendisine yem verildikçe suratı okşanmadan ve nice sevgi alâmeti gösterilmeden asla tenezzül etmez, yemez yemini! Kim ki servetle yaşar, erdemli davranır, ailesine ve kardeş lerine ikram etmeyi bilirse ömrü kısa da olsa upuzun bir ha-

106 yatın sahibidir o! Oysa kendine ve yakınlarına karşı cimri davranan ve yaşam tarzı dar, sıkıcı olan var ya... İnan mezardaki bile ondan daha diridir. Sâdece karnını doyurmak için çalışan, bununla yetinen; başka bir iş yapmayan kişi ise hayvanlardan sayılır. Kelile der ki: Ne demek istediğini anladım. Sen yine aklına danış ve şunu bil: Her insanın bir mevkii ve değeri vardır. Kendim o konumda tutabiliyorsa tamam; kanaatkar olması gerekir artık. Bizim konumumuz asla duruşumuzu [=tavrımızı] kötü gösterecek, küçültecek bir konum değildir. Dimne karşılık verir: Mevkiler, üzerinde kavga edilen ve mertlik derecesi ne göre müşterek olan şeylerdir. Niceleri var ki kişiliği, mert liği sayesinde alt mevkiden üst mevkîye yükselir; niceleri de kişiliksiz davrandığı için yüksek bir mertebeden düşüverir tâ altlara... Ulu makama, iyi bir konuma tırmanmak çok zordur oysa oradan aşağı düşmek kolaydır. Ağır taşı düşün; yerden kaldırıp omuza koymak ne denli güç değil mi? Ama o taşı ye re bırakmak öyle kolay ki! Öyleyse bize yakışan, bizden yu karda olan mevkilere göz dikmek ve olanca gayretimizle, ar zumuzla bu mevkileri elde etmeye çalışmaktır. Biz madem bulunduğumuz konumdan kalkıp bir diğerine geçebiliyoruz; ne diye şu mevkîmizle kanaat edelim ki? Kelile sorar: O halde neye karar verdin? Dimne cevap verir: Ben bu fırsattan yararlanarak kendimi arslana ta nıtmak istiyorum. [Ona marifetlerimi göstermeliyim] Sanı yorum, zayıf görüşlü biridir o... Kimbilir, ona yaklaşır yanı başında bir makama kurulurum! Kelile der ki: Arslanın endişeli olduğunu, kafasının karıştığını nerden biliyorsun?

107 Dimne cevap verir: Gayet açık bir şekilde bunu görüyorum, fikrimle bu kanıya varıyorum! Zira kafası çalışan kişi, arkadaşının hal ve harekâtından çıkarıverir onun ruhî halini! Kelile: İyi ama, ne kralın arkadaşısın, ne de krallara nasıl hizmet edileceğini bilirsin! Nasıl bu kadar ümitvar oluyorsun onun yanında bir makam elde edeceğin konusunda? Dimne: Kuvvetli adam her zaman yük taşımasa bile ağırlık kaldırmaktan korkmaz. Zayıfa gelince; asıl işi hamallık olsa dahi ağır yükü kaldıramaz. Kelile: Bir kral, ikram etmek isteyince asla huzurundaki erdemlileri araştırmaz! Sadece yakınında oturanı, kendisi ne sokulanı tercih eder. Hükümdarın lütuf konusunda üzüm asmasına benzediğini söylerler; asma, ağaçların en kıymetlisine değil en yakınında olanına sarılır! Sen arslana yakın değilsin, onun nezdinde mevki sahibi olmayı nasıl dü şünebiliyorsun? Dimne: Ne demek istediğim iyice anladım, düşündüm; doğru söylüyorsun. Lâkin şunu bilmelisin ki daha önce asaleti ve mevkii olmadan krala yaklaşan adam ile bu özelliklere evvel ce sahip olup bir süre kraldan uzak kaldıktan sonra saygılı bir şekilde ona yaklaşan adam aynı değildir. Ben kendi ça bamla onların derecesine varmak niyetindeyim. Derler ki: Hükümdar kapısında sürekli kalabilmek için kibri bir kena ra atmalı, eziyete dayanmalı, öfkesini yenmeli, halka karşı mülayim davranmalı ve sır saklamayı bilmelidir kişi! Bu ko numa gelince amacına erişmiş olur. Kelile: Tut ki arslana vardın... Onun katında seni makam ve mertebe sahibi yapacak başarın nedir?

108 Dimne: Onun yanına varıp huyunu öğrenince ona nasıl ita at edileceğini, hangi konularda aykırı söz söylenmeyeceğini belirlerim ve tam bir uyum gösteririm. O, kendine göre doğ ru olan bir şeyi isteyince ben derhal öne çıkar, isteğinin ye rinde olduğunu, bundan asla vazgeçmemesini söyler, nice menfaat ve iyiliğin bu istekte düğümlendiğini anlatırım. Hatta amacına erişsin diye onu teşvik eder ve o memnun oluncaya kadar devam ederim bu komplimanlara! Eğer so nunda utanç ve zarar gelecek bir şeyin peşine düşerse he men işin kötü yanlarını nazik bir şekilde ona bildirir, işi ter kettiği takdirde elde edeceği faydalan dilim döndüğünce an latırım. İşte ben bu tavırlarım sayesinde arslan nezdinde değer kazanacağımı ve onun başkasında bulamadığı şeyleri bende bulacağını umuyorum. Çünkü iyi eğitim almış, terbi yeli ve yumuşak davranan kişi, bir doğruyu yanlış, bir yan lışı doğru göstermek isterse elbet becerebilir bunu! Duvara resim yapan usta ressamı düşün; o motifler, o manzaralar ne içeriye doğru çukurdur, ne de dışarıya doğru çıkıntılıdır, fakat seyredenin gözünde böyle [derinlikli] gözükür! Kral da benim maharetlerimi görüp düşüncelerimin tutarlılığını farkedince mutlaka bana ikramda bulunacak, beni kendine yaklaştıracaktır. Kelile: Ha böyle, ha şöyle; ne dersen de kralın [arslanın] sa na zarar vermesinden endişe ediyorum! Hükümdarın dostlu ğu her zaman riskli olmuştur. Bilginler derler ki üç şey var dır, ancak aptallar peşine düşer bu üç şeyin ve az kişi paçayı kurtarır getireceği tehlikelerden: hükümdara yâren olmak, sır tutacağı hususunda kadınlara güvenmek ve deneme ama cıyla zehir içmekten bahsediyorum. Bilginlerin benzetmesine göre kral, eteklerinde güzel meyveler, sırtında yakut ve züm rütler ve nice yararlı gıdalar bulunan bir dağdır; zirvesine varmak çok zordur. Öyle bir dağ ki canavarlar, kaplanlar, kurtlar ve nice bilinmezin getirdiği korkular mesken tutmuş-

109 Hayvanlar kralı arslan, tebâsı arasında tur orayı! Bu dağa tırmanmak zor, orada kalmak ise zorun da zoru! Dinme: Sözlerin doğru! Ama tehikelere göğüs germeyen asla erişemez arzusuna! Kendini koruma güdüsüyle korkuya kapıldığı için amaca ulaştıran yöntemi terkederse kişi, asla büyük işler başaramayacaktır! Derler ki üç kişi, ancak olağanüstü bir çaba-arzu ve korkunç tehlikelerin gölgesinde erişebilir şu üç amaca: kralla yâren olma, deniz ticaretine çıkma ve düşmanla mücadele etmeden bahsediyorum. Bilginler, erdemli ve olgun bir kişinin ancak iki yerde görünmesi gerektiğini, başka bir hal ve makamın ona yakışmayacağını söylemişlerdir: Adam dediğin ya ikrama boğulmuş bir halde hükümdar nezdinde olmalı, yahut ibadete dalmış bir halde zâhidler yanında yerini almalıdır. Güzelliği ve kıymeti iki yön-

110 BEYDEBÂ-İBNÜ'L-MUKAFFA / KELİLE VE DİMNE den beliren fili düşün; onu ya vahşi doğada yahut hükümdar altında görmelisin! Kelile, konuşmaya son noktayı koydu: Allah yardımcın olsun, hedefim senin için hayırlı kıl sın! Dinine kalkıp arslanın huzuruna varır. Yüzünü yerlere sürerek selam verir. Arslan yanındakilerden birine sorar: Kim bu? Falanoğlu falan... diye anlatırlar. Arslan: Babasını tanırdım onun! der ve Dimne'ye yönelir: Nerelerdesin? Dimne cevap verir: Bir iş çıkar da hükümdara bedenim ve fikrimle hiz met ederim diye zât-ı âlîlerinin kapısında beklemekteyim. Zi ra hükümdarların kapılarında öyle çok iş olur ki önemsiz sa yılan zavallılara bile ihtiyaç duyulabilir bâzan... [Bu kapıya gelen] hiç kimse basit ve küçük görülmemelidir; kendi çapın da onun da faydaları vardır. Hattâ yere atılan bir çöp bile ya rarlı olabilir; birisi onu alır da ihtiyaç anında işe yarayan bir alet olur o. Arslan, Dimne'ye kulak verince sözlerinden hoşlanır, onun sağlam bir bakışa sahip olduğunu, iyi öğütler verdiğini düşünür. Yanındakilere dönerek: Zekî ve asil biri şöhretsiz ve mevkisiz olabilir. Ona yakışan hal, ateşten çıkan kıvılcım gibi ansızın parlamak ve yükselmek olur. Ateşin başındaki adam bu kıvılcımın sıçra yışını engellemek ister âmâ o kabul etmez; ille de fırlar. Dimne, arslan tarafından beğenildiğini hissedince der ki: Ey Hükümdar! Halk kısmı, saray kapısında niye bek ler? Sahip olduğu bilgi ve becerinin farkına varılsın diye bek ler. Üstünlüğün iki konuda olduğu söylenmiştir. Savaşçının savaşçıya, bilginin bilgine olan üstünlüğü. Kuşku yok; bilgili ve usta olmayan danışmanların çokluğu genellikle zarar ve-

111 Arslan. ile Dimne rir. Zira bir işin başarıyla tamamlanma ihtimali, o işe yardım edenlerin çokluğuyla değil elverişli ve donanımlı olmalarıyla doğru orantılıdır. Örnek şu: Adam sırtına ağır mı ağır bir taşı almış gidiyor; neredeyse çatlayıp mort olacak ama kimseye satamıyor! Aynı şekilde, oduna ve ağaç gövdesine ihtiyaç duyan adama yükler dolusu kamış getirsen fayda etmez! Ey Hükümdar! Sen asla konumu ve derecesi aşağıda olan birinin meziyetini küçümseyecek değilsin! Küçük şey, büyük bir iş görebilir. Ölüden alman kirişi düşün; bundan yay yapıldı mı ne kadar değerli olur değil mi? Krallar bile o yaya sarılır da kuvvetlerini kanıtlamada ona muhtaç olurlar... Dimne oradakilere, hükümdar nezdinde iltifat görmesinin tamamen kendi tutarlılığı, meziyeti ve aklı sayesinde gerçekleştiğini anlatmak ister ve der ki: Hükümdar, babalan yakın yahut uzak diye birilerini kendine ne yaklaştırır ne de uzak tutar. Ona yakışan, herkese meziyeti ve kıymetine göre bakmaktır. Çünkü insana kendi bedeninden daha yakın bir şey olmadığı gibi ona eziyet veren onu hasta eden şey de vücudundan, olabilir. Bu hastalığı ancak dışardan gelen bir ilaçla yenebilir.

112 Dimne sözlerim bitirdiğinde arslan onu çok beğenir, ona güzel sözlerle mukabele eder, iltifat yağdırır ve meclisindekilere yönelerek der ki: Hükümdar, [becerikli] ve haklı kişinin [becerisini] ve hakkını yememelidir. Bu konuda insanlar ikiye ayrılır: Bazı ları huyca bozuk ve tıynetsizdirler, yılana benzerler. Onun üstüne basan, "beni sokmadı" diyerek sevinmemelidir. ikinci defa ayak basarsa onun zehrini tadar. Bazıları da yumuşak ve uysal tabiatlıdır. Böylesi adam soğuk sandal ağacı gibidir; biraz sürtünse yakıcı, zarar verici bir ısı peyda eder! Böylece Dimne arslanla dost olur, onunla başbaşa kalır. Bir gün ona der ki: Bakıyorum da zât-ı âlileri hep aynı yerde oturuyor, yerinden ayrılmıyor... Sebebi ne ola? Tam bu konuşma esnasında Şetrebe müthiş bir ses tonuyla böğürür ve arslanı korkutur. Lâkin arslan endişesini Dimne'ye çaktırmamaya gayret eder... Oysa Dimne o sayhanın, arslanın yüreciğinde ne denli ürküntü uyandırdığını farkeder ve sorar: Bu sesi işitmek âlî cenaplarını endişeye sevketmiş midir acaba? Arslan: Bundan başka hiç bir şey beni korkutmadı! der. Dimne: Hükümdar, bir sesten ürkerek yerinden kalkmama lıdır. Bilginler "Her sesten ürkmek gerekmez" derler. Arslan: Bunun örneği nedir? Dimne: Anlattıklarına göre tilki bir ormana girmiş. Orada bir ağaca asılı bir davul varmış ve rüzgâr dalları salladıkça davul ötermiş. Davulun korkunç gümbürtüsünden dehşete kapılan tilki yaklaşmış ve davulu gayet iri bulmuş. Hatta

113 "bu, epey yağlı ve etlidir" diyerek dokunuvermiş. Derken davulun gönünü yarınca bakmış ki içi tamtakır! O zaman demiş ki: "Galiba en kof şey, sesi en çok çıkan ve gövdesi en iri olandır" Bu örneği şunun için anlatıyorum; bizi korkutan sese ulaştığımızda onu sandığımızdan daha basit bulacağız. Hükümdar hazretleri dilerse yerinde durur, beni gönderir; gider, sesle ilgili tutarlı bir açıklamayla dönerim... Arslan, Dimne'yi dinler ve sesin geldiği yere doğru gitmesi için ona izin verir. Dinine, Şetrebe'nin bulunduğu yere yönelir. Bu arada arslan, yaptığı şeyi düşünmektedir. Dimne'yi gönderdiğine pişman olmuştur. Kendi kendine: "Dimne'ye güvenip sırrımı vermekle iyi etmedim! O benim kapımda sıradan, değersiz biriydi. Hükümdar kapısında duran adam; suç işlemediği halde uzun bir mahrumiyet ve ilgisizlik problemi yaşasa, Hükümdar nezdinde kıymetli biri olsa, Açgözlülük ve ihtirasıyla tanınsa, Ciddî bir sıkıntı geçirdiği halde hükümdarından fayda görmese, Bir suç işlediği için ceza gelecek diye korksa, Kendi menfaatine hükümdar aleyhine bir işin gerçekleşmesini umsa, Kendine yarar getirecek bir şeyden "zararlı da olabilir" gerekçesiyle endişe etse, Hükümdarın düşmanına dost, dostuna düşman olsa... İşte bu hallerden birini yaşayan adamla yakınlık peyda etme hususunda aceleci davranmamalıdır hükümdar! Bu tiplere hemen güvenmemelidir. Dimne bir dâhi ve edip olmasına rağmen daha önce benim kapımda iltifat görmeyen yüz bulamayan biriydi. Kim bilir bu sebepten bana kin besledi ve ihanet düşünerek düşmanıma yardım etmeye koştu; acizliğimi ona anlatma niyetindeydi kim bilir! Olur ya o sesin sahibini

114 otorite bakımından benden üstün görür, ona yaslanarak benden vazgeçer, onunla bir olup bana karşı çıkar... Kim bilir!" Daha sonra yerinden kalkan arslan fazla uzak olmayan bir noktaya kadar yürür. O anda Dimne'nin kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce rahatlayıp yerine döner. Dimne arslanın yanına varınca arslan ona sorar: Ne yaptın, neler gördün? Dimne: Bir öküz gördüm! O gür homurtunun, duyduğun o sesin sahibi bu öküz! Arslan: Peki, gücü ne? Dimne: Gücü yok öyle... Yaklaştım, akranların sohbeti gibi bir konuşma geçti aramızda. Bana bir şey yapmadı. Arslan: Ama bu durumu seni aldatmasın! Onun hâlini kü çümseme! Kasırgalar çelimsiz atlara zarar veremez ama en uzun palmiyeleri, en güçlü ağaçları kökünden söker. Dimne: Ey hükümdar! Öküzden asla korkma! Onun duru munu gözünde büyütme! Onu sana getireceğim; seni dinle yen, sana boyun eğen bir bende yapacağım onu! Arslan: Tamam, kafandakini yap! Böylece Dimne öküzün yanına gider, gayet cesur ve aldırmaz bir tavırla der ki: Arslan seni onun huzuruna çıkarayım diye beni gön derdi! Muhalefet etmez de gelirsen şimdiye dek gecikmen ve onunla görüşmeyi ihmâl etmenden ötürü kusurlu olsan da bu konuda sana eman [can güvenliği sözü] vermemi emretmiş-

115 tir. Eğer ona varmaya yanaşmazsan derhal dönmemi, durumu haber vermemi emretmiştir! Şetrebe sorar: Seni bana gönderen arslan kim? Nerede oturur? Na sıl biridir? Dimne cevap verir: Yırtıcı hayvanların hükümdarıdır. Şurada oturur. Emrinde kendi gibi yırtıcı bir çok askeri vardır. Şetrebe arslanla yırtıcıların yanyana anılmasından ötürü korkar. Der ki: Eğer can güvenliğime ilişkin garanti verirsen arsla nın yanına giderim seninle! Dimne öküzü ikna edecek tarzda garanti verir. Sonra beraberce arslanın huzuruna çıkarlar. Arslan öküze iltifat yağdırır, kendisine yakın kılar onu ve der ki: Bu ülkeye ne zaman geldin? Seni buraya çeken ney di? Öküz kendi hikâyesini anlatır. Arslan der ki: Benimle dost ol! Benden ayrılma! Sana her zaman ikram edeceğim... Öküz arslana hayır dualar eder, onu över. Arslan artık öküzü hiç yanından ayırmamaktadır. Ona her dâim ihsan yağdırmakta, kurulan sıcak dostluk sebebiyle nice sırrını ona açmaktadır. Artık yönetimle ilgili konularda ona danışmaktadır. Her geçen gün arslanın öküze karşı hayranlığı artar. Onu iyice yakın eder kendine, mevkîce en seçkin arkadaşlarından biri yapar... Öbür tarafta Dimne öküzün başarılarını haset içinde seyretmektedir. Öküz ondan ve onun arkadaşlarından daha kıymetli daha özel biri olmuştur arslan nezdinde. Arslanın akıl hocası odur, yalnızlığında ve eğlencesinde yâreni odur. Çok kıskanır onu. Kini depreştikçe depreşir. Bir gün bu durumu kardeşi Kelüe'ye açar dertli dertli ve der ki:

116 Tedbirsizliğime, kendime neler ettiğime bakıp da öz menfaatimi ihmal ederek sadece arslana fayda sağlayacak bir işi gerçekleştirmeme şaşıyorsun değil mi, ey kardeşim? Tuttum, arslanın yanına bir öküz getirdim; kendi mevkîmi elimden alan bir öküz! Kelile cevap verir: Şu zahidin başına gelendir senin musibetin... Zahide ne olmuş ki? Anlatırlar ki zâhid bir adam hükümdardan görkem li bir elbise alırken hırsız onu görür. Elbiseye sahip olmak ih tirasıyla yanarak zahide gelir ve der ki: Sana dost olmak; senden bir şeyler öğrenmek, feyiz almak istiyorum! Zahit hırsızın yanında kalmasına izin verir. Hırsız zahidin yanında ona benzemeye çalışır ve gayet kibar bir şekilde hizmet eder. Nihayet fırsatını bulur ve elbiseyi kapıp gider! Zahit giysiyi arar. Bulamayınca hırsız dostunun çaldığını anlar. Onu aramak amacıyla bir şehre yönelir. Yolda başbaşa tokuşan iki dağ keçisinin yanından geçer. Keçilerin kanı akmaktadır ve bir tilki gelip akan kanları yalamaya başlamıştır bile. Bu halde bile keçiler pür hiddet döğüşmekte tilkiye doğru yaklaşmaktadırlar. Ansızın tilkiyi öldürürler! Zahit yola devam eder. Şehre varır. Sadece bir ev vardır geceleyebileceği; orası da bir kadına aittir. O eve gider, konuk edilmesini ister. O kadının ücretli çalıştırdığı bir yosması vardır. Yosma hizmetçi aslında bir adamı sevmekte, onunla evlenmeyi istemektedir. Ama bu evlilik, onun da patronu olan ev sahibi kadının zararınadır elbet! İşte ev sahibi kadın, tam da zahidin misafir olduğu gece çalıştırdığı yosmanın belâlısını öldürmeye niyetlenir. Belâlı gelir, kadın ona içki sunar. Herif sarhoş olup sızınca sevdiği yosma da uyuyuverir yanıbaşında. Bu sırada ev sahibi kadın evvelce bir kamışa döktüğü zehiri adamın arkasından vermek üzere dikkatlice

117 eğilir. İşte o anda adam yelleniverir ve tüm zehir kadının boğazına kaçar! Oracıkta ruhu teslim eder kadın... Bu olaylar zahidin gözü önünde, kulağı dibinde meydana gelmektedir. Derhal oradan çıkan zâhid başka bir ev aramaya başlar. Nihayet bir ayakkabıcıya varır, kendini konuk etmesini ister. Ayakkabıcı, zahidi karısına göstererek: Bu zahide iyi bak, onu ağırla, gereken hizmeti yap mada kusur etme! Şimdi işim var; bir dostum içki masasına çağırdı beni... der. Ayakkabıcı gider. Meğer kadın da dost tutan cinsten biriymiş! Onun da bir sevgilisi varmış ve hacamatçı birinin karısı bu ikisi arasında muhabbet tellallığı yaparmış. Ayakkabıcı karısı, hacamatçı karısına haber salar, evine gelmesini bildirir. O geldiğinde hemen durumu açar; dostuna kocasının evde olmadığını bildirmesini ister. Şöyle anlatır: Kocam dostlarından birinin yanına içmeye gitti. El bet zil zurna sarhoş olacak! Benimkine söyle elini çabuk tut sun, damlayıversin yanıma! Hakîkaten bir süre sonra kadının dostu gelir, kapının önünde oturarak işaret bekler. İşte bu esnada ayakkabıcı sarhoş bir vaziyette gelip adamı görmesin mi?! Derin kuşkulara kapılan koca, boynuzlanma derdiyle karısının yanına gider, hışımla saldırır, önce döver sonra da evdeki bir direğe bağlar. Aklı başından gitmiştir zaten, hemen sızıp kalır. Bu arada hacamatçının karısı gelir telaşla fısıldar bağlı kadına: Adam dışarda bekleye bekleye kazık oldu! Ne emre dersin? diye kararını sorar. Bağlı kadın cevap verir: Bana iyilik yapmak istiyorsan hemen çöz! Seni be nim yerime bağlar, dostuma giderim. Merak etme, çabuk dö nerim. Hacamatçının karısı berikinin teklifini kabul eder, onu hemen çözer. Çözülen kadın dostunun kollarına koşarken muhabbet tellalı iple bağlanmıştır bile. Karısı dönmeden uyanan ayakkabıcı, karısını çağırır adıyla! Hacamatçınınki

118 cevap vermez, herifin kendi sesini yadırgayıp rezalet çıkmasından endişe etmektedir. Ama ayakkabıcı ikinci defa seslenir ve kadından yine ses çıkmayınca öfkeyle kalkar elinde bıçak saldırır bağlı kadına ve burnunu koparır! Bununla da kalmaz şöyle der: Al şunu, dostuna hediye et! Adam, onun kendi karısı olduğundan şüphe etmemektedir. Neden sonra içeri giren asıl kadın kocasının, hacamatçının karısına yaptığını görünce çok üzülür, kocasını kötüler ve zavallı kadının iplerini çözer. Yaralı kadın o halde kendi evine gider. Bu olayların tümü zahidin gözü önünde kulağı dibinde gerçekleşmektedir. Ayakkabıcının karısı, kendisini döven kocasına karşı beddua etmekte, sesini yükseltmekte ve bağırmaktadır: Ey günahkâr zâlim! Kalk da bir bak sen bana ne yap tın, Allah da nasıl karşılık verdi! Rabbim bana acıdı da bur numu eskisi gibi sapasağlam hale getirdi! Adam heyecanla kalkar. Kandili yakıp bakınca karısının burnunun sapasağlam yerinde olduğunu görür! Karısının eteklerine yapışır, af diler, günahından tevbe eder, Rabbine istiğfar eder. Hacamatçının hatunu ise evine vardığında burnunun niçin kesildiğine dair kuşkuların ortadan kalkması için bir çare arar, kocasına ve ailesine karşı ne bahane bulacağını düşünür. Neyse, seher vaktinde hacamatçı uyanır ve karısına dönerek: Bütün alet-edevatımı getir! Eşraftan birine gidece ğim, işim çıktı!., der. Ama kadın sadece usturayı getirir. Adam yine: Tüm aletleri getir! dese de kadın yine usturayı gös terir. Öfkeden kuduran adam bir kaç defa aynı emri verse de kadın emirlere uymaz ve herif usturayı kaptığı gibi kadına fırlatır. Kendini yere atıp çığlığı basan kadın:

119 Burnum, burnum gitti! der. Bunca gürültüye koşu veren kadın tarafı bir de bakarlar ki burun kesik! Kocayı yaka paça tutarlar, kadıya teslim ederler. Kadı sorar: Niçin karının burnunu kestin? Olay neydi? Adam hık-mık eder ama geçerli bir sebep söyleyemez. Kadı kısas emrini verince zahit ortaya çıkar ve kadıya der ki: Kadı efendi, bu konu seni kuşku ve karmaşaya dü şürmesin [böylece yanlış bir yargıda bulunmayasın]! Hırsız benden çalan değil; tilkinin katili iki yaban keçisi değil, fahi şe zehirden ölmedi; hacamatçı koca karısının burnunu kes medi! Bilakis biz hepimiz, kendimize ettik edeceğimizi! Kadı, zâhidden açıklama ister; o da olanları güzelce anlatır. Böylece kadı hacamatçının serbest bırakılmasını emreder... İşte böyle. Dimne konuşur: Ben bu örnekleri dinlemiştim. Burada anlatılanlar benim hâlime benziyor. Gerçekten de bana benden başka za rar veren olmadı. Ama çâre ne? Kelile: Sen şimdi düşünceni ve bu hususta ne yapmak iste diğini anlat bana! Dimne: Artık arslan nezdindeki konumumun eskisinden da ha güçlü olacağını sanmıyorum... Ama yine de eski hâlime dönme arzusu var içimde. Akıllı adam üç konuda dikkatli davranmaya, elinden geldiğince titiz olmaya mecbur: Ne kay bedip ne kazandığına bakmalı, daha önce düştüğü çukura tekrar düşmemek için tetikte durmalı ve geçmişte elde ettiği menfaata tekrar kavuşmak için çaba göstermeli. Bu bir! Şu anda onun yararına ve zararına olan şeylere dikkat etmeli, yararlı olanı pekiştirmeli, zarar verenden uzak durmalıdır. Bu iki! İlerde menfaat getirecek şeyle zarar getirecek şeyi iyi

120 tesbit etmeli. Böylece umduğu yararı tamamen elde edecek, endişe ettiği zarardan da paçayı kurtaracaktır kendi çabasıyla. Bu da üç! Yenilgiye uğrayışımı düşünüp eski mevkîme nasıl kavuşacağım hakkında kafa patlatırken aklıma gelen tek çâre şu ot yiyen öküzü gebertmektir! Ancak onun arslandan kopmasıyla ben eski konumuma gelebilirim! Böylesi, arslan için de iyi olur belki... Öküzü, kendi iç işlerine bu kadar yaklaştırması neticede onun da kınanmasına ve otoritesine halel gelmesine yol açacaktır. Kelile: Ne arslanın öküze ilişkin tavrında ne de öküzün onun nezdindeki prestij ve derecesinde asla -arslan açısın dan- bir tehlike yok bence! Dimne: Hükümdarın etki altına girerek otoritesini kaybetme si altı şeyle olur: mahrumiyet, kargaşa, nefse kapılış, sert ve kaba davranış, zaman ve budalalık. Mahrumiyet; hükümdarın ileri düşünceli, cesur, güvenilir yardımcılardan, danışmanlardan ve devlet ricalinden yoksun olması demektir. Hükümdar böyle sorumlu siyasetçiyi arar da bulamaz. Fitne yani kargaşa; halkın birbirini yemesi, kendi içinde savaşlara girmesi, anlaşmazlığa düşmesidir. Nefse kapılış; kadınlara aşırı düşkünlük, eğlenceye, içkiye, ava ve sohbete kapılıp [dizgini elden kaçırmaktır]. Kabalık; idarecinin çok sert davranması, hiç gerekmediği halde söverek ve döverek azgınlaşmasıdır. Zaman; meyvenin ve hasadın eksilmesi, savaşların çıkması gibi afetlerle halkın zarar görmesidir. Budalalık ise, idarecinin yumuşak ve esnek davranması gereken yerde şiddete başvurması; şiddet göstereceği yerde yumuşak davranmasıdır. İşte böyle...

121 Arslan, kendini iyice kaptırdı öküze. Ben bu yüzden ona zarar gelecek, otoritesi yaralanacak diyorum. Kelile: Tamam ama öküz senden daha güçlü, arslan nezdin de senden daha itibarlı! Hem onun dostları ve yardımcıları seninkilerden daha çok... Bu durum da onu nasıl yeneceksin? Dinine: Küçüklüğüme, çelimsizliğime bakma! Bu işler ne za fiyet veya kudretle ne de bedence küçüklük yahut irilikle doğrudan alâkalıdır. Nice ufak tefek zayıf kimse var ki kur nazlığı, kıvraklığı ve fikriyle pek çok güçlünün aciz kaldığı iş leri başarmıştır. Zayıf bir karganın devâsâ bir yılanın işini nasıl bitirdiğiyle ilgili hikâyeyi duymadın mı? Nasıl olmuş bu hadise? Anlatılanlara göre karganın yuvası dağ tepesindeki bir ağaçtaymış. Karga ne zaman cücük etse yılan yuvaya süzülür, küçücük yavruları yutarmış. Bu durum kargayı çok üzermiş. Bir gün hâl-i pür melalini anlatıvermiş çakal dostuna: Bir konuda kesin kararımı verdim, ama sana da da nışmak istiyorum! Neyden bahsediyorsun? Yılan uykuya dalınca yaklaşıp gözlerini gagalaya cak, onu kör edeceğim. Belki böyle kurtulurum ondan. Tilki itiraz etmiş: Düşündüğün yol, kötü! Öyle bir hile düşün ki kendi ni mahvetmeden, tehlikeye düşürmeden amacına ulaşasın! Ha, bir de şu yengeci öldürmek isteyip kendim mahveden ba lıkçıla benzemeyesin! Balıkçıla ne olmuş? Anlatırlar ki bir balıkçıl, balık bakımından zengin bir kamışlı bataklığa yuva kurmuş. Bir süre huzur içinde ya şamış orada. Nihayet ihtiyarlayıp avlanamaz duruma düş-

122 muş. Böyle aç, bitkin, kederli bir halde çözüm ararken yengeç yanaşıvermiş ona yan yan... Ondaki üzüntüyü farkederek demiş ki: Neden seni böyle melûl-mahzun görüyorum? Nasıl üzülmeyim? Buradaki balıklan avlayarak ha yatımı sürdürüyordum. Bir gün şuradan geçen iki avcının aralarındaki konuşmaya kulak misafiri oldum: "Burada balık çok! Önce bunları avlasak iyi olmaz mı?" dedi biri. Öteki karşılık verdi: "Ben falan yerde daha çok balık gördüm. Ava oradan başlayalım. Oradakileri bitirince buraya gelir, buradakileri de bitiririz..." O anda anladım ki bu iki avcı dedikleri yeri bitirince bu sazlığa gelecek, buranın balıklarını avlayacaklar. Eğer bunu yaparlarsa ben bittim, mahvoldum demektir... Yengeç bu haberi alınca doğruca balık sürüsüne gitmiş, duyduklannı anlatmış. Onlar da balıkçıl kuşuna gelerek istişare etmişler ve demişler ki: Bize bir yol gösteresin diye geldik sana! Zira akıllı kişi gerektiğinde düşmanıyla dahi istişare yapmaktan çe kinmez. Balıkçıl cevap vermiş: Avcılarla boğuşacak değilim. Buna gücüm yetmez. Tek çare, buranın yakınındaki suyu bol, sazı çok olan göle gitmektir. Oraya gitmeye gücünüz yeterse sizin açınızdan iyi olur, çoğalırsınız... Balıklar: Bu iyiliği senden başkası yapmaz bize! demişler. Böylece balıkçıl her gün iki balığı rahatça alıyor, onları bir tepenin üzerine götürüp afiyetle yiyormuş! Yine bir gün iki balık almaya gelmiş, bu sefer yengeç yaklaşarak demiş ki: Ben de burada korktum. Yalnızlıktan ürktüm. Beni de o göle götür.

123 Balıkçıl, yengeci aldığı gibi havalanmış, nihayet balıkları yediği tepeye varınca yengeç bakmış ki aşağıda bir sürü balık kılçığı! Kendi kendine: "Kişi mahvolacağını hesap ettiği yerde düşmanıyla karşılaştı mı derhal canını ve onurunu kurtarmak için mücadele etmeli! İster dövüşen isterse dövüş bilmeyen olsun, ona yakışan budur!" deyip balıkçıya vargücüyle asılmış. Çengelle riyle sıkarak öldürmüş onu. Balık sürüsüne dönerek durumu anlatmış. Bu örneği sana hatırlatıyorum zira bazı hileler hile yapanı öldürebilir. Şimdi sana öyle bir yol göstereceğim ki becerebilirsen kendini hiç riske atmadan yılanın işini bitirebilir ve selamete kavuşursun! Karga: Neden bahsediyorsun? Çakal: Şöyle bir açılırsın... Uçuş esnasında yerdekilere dik kat edersin. Bir kadının değerli taşlarını görünce hedefini belirleyip kaparsın bir mücevher. Sonra kadının gözlerin den kaybolmadan bir uçarsın bir konarsın, bir uçarsın bir konarsın... Böyle gide gide büyük yılanın yarığına gelir, mü cevherleri oraya bırakırsın. İnsanlar bunu gördükleri anda mücevheri alır, [yılanı öldürür] seni de ondan kurtarmış olurlar. Böylece karga gökte halkalar çizerek uçar. Nüfuzlu adamlardan birinin kızını görür. Kızcağız elbiselerini ve takılarım bir kenara bırakmış, yıkanmaktadır damda. Hemen dalışa geçen karga takıların arasından bir gerdanlık kapar ve havalanır, Millet karganın peşine düşer. O herkesin görebileceği bir şekilde uçmaktadır. Sonunda koca yılanın yangına varır, gerdanlığı herkesin gözü önünde oraya bırakır. Yarığın yanına çıkan kalabalık yılanı öldürüp gerdanlığı alır... Bu örneği veriyorum; kuvvetle başarılamayacak bir şeyin hileyle halledebileceğini göstermek için.

124 Kelile: Öküzde sâde kuvvet olsa ve isabetli fikirler bulun masa tamam; senin çözümün geçerli olurdu! Ama o hem güç lü hem de isabetli bir görüşe ve akla sahip. Bu halde sen ne yapabilirsin? Dimne: Doğru! Öküz, güç ve akıl konusunda belirttiğim gi bi. Ama o benim üstünlüğüme boyun eğen biridir. Dolayı sıyla tavşanın arslanı mahvetmesi gibi ben de onun işini bi tirebilirim. Nasıl olmuş bu iş? Anlatırlar ki sulak mı sulak, yeşil mi yeşil bir yerde bir arslan yaşarmış. O civardaki pek çok hayvan gezermiş lâ kin arslandan korktukları için ne suyundan ne merasından faydalanabilirlermiş. Nihayet biraraya gelen hayvanlar, ars lana gelerek demişler ki: Sen epey gayret ettikten sonra bizden birini ele geçi rebiliyorsun. Bu meselede senin menfaatine bizim de güven liğimize uygun bir çözüm bulduk. Eğer bizim huzur içinde yaşamamızı garanti eder, bizi korkutmazsan hergün önüne bir hayvan bırakmak boynumuzun borcu olsun! Bunu kabul eden arslan, yabani hayvanlarla anlaşmaya oturmuş. Onlar da sözlerini tutmuşlar. Gün gelmiş, kur'a bir tavşana çıkmış; arslanın ağzına lokma olacak hayvan şöyle seslenmiş ötekilere: Size asla zararı dokunmayacak bir iş var! Bu konu da bana izin verin, kurtarayım sizi arslandan! Hayvanlar merakla: Ne teklif ediyorsun bize? diye sormuşlar. Tavşan: Beni arslana götürecek olana söyleyin, bana müsa ade etsin; biraz gecikerek varayım canavarın yanına! Hayvanlar:

125 Tamam, dediğin gibi olacak! demişler. Böylece tavşan yavaş yavaş yürümeye başlamış. Arslanın yanına vardığında yemek vaktim çoktan geçirmiş. Canavar hayvan öfkeden kudurmuş bir halde yerinden kalkıp demiş ki: Sen nereden geliyorsun? Tavşan başlamış konuşmaya: Ben vahşi hayvanların sana gönderdiği elçiyim. Ya nımda bir tavşan vardı. Ama yolda yanımıza yaklaşan bir arslan onu kaptı ve şöyle dedi: "Ben, elbette daha layığım bu civarın ve buradaki hayvanların kralı olmaya!" Ben ona dedim ki: "Şu aldığın tavşan, bizim kralımızın gıdasıdır. Hayvanlar beni görevlendirerek onu gönderdiler kralımıza! Sakın gasbetmeyesin o tavşanı!" Ama yoldaki arslan sana sövdü ve bildiğin okudu! Ben de bunu haber vermeye geldim sana... Tavşanı dinleyen arslan: Haydi beraber çıkalım, göster bakalım nerede şu ka badayı! der. Tavşan onu yanına alarak suyu derin ve berrak bir kuyunun başına getirir. Kuyunun içini işaret ederek: İşte burada! der. Arslan kuyuya bakınca hem kendisinin hem de tavşanın yansımasını görür aşağıda... Tavşanın doğru söylediğine kanaat getirerek hışımla atlar, öteki arslanla dövüşmek niyetindedir zira! Derhal boğulur ve tavşan hayvanların yanına dönerek başından geçenleri anlatır. Bu hikâye bitince Kelile konuşmuş: Arslana hiç zararı dokunmayacak şekilde öküzü yok edebileceksen hemen yap! Öküz, bana, sana ve diğerlerine zarar getirmiştir. Ama arslanı yok ederek bu işi başaracak san hiç teşebbüs etme! Zira bu hareket hem senin hem de be nim açımdan kalleşlik olur...

126 Günler geçer. Dimne uzun bir süre hiç uğramaz arslanın yanına. Nihayet arslanı yalnız olduğu bir sırada ziyaret eder. Arslan: Uzun bir zaman geçti, bana uğramadın. Niçin? Seni hiç göremedim, hayırdır inşaallah bu kopma niye? Hayır, efendim hayır olsun... Bir şey mi oldu? Ne hükümdarın ne de ordudan birinin razı olacağı bir şey... Nedir o? Kötü, çok kötü bir kelam... Anlat hele, neymiş bakayım. Ve Dimne anlatmaya başlar: Öyle bir söz ki ne dinleyen hazzeder ne de anlatan anlatma cesareti bulur kendinde. Hükümdarım! Siz erdemli birisiniz. Basiretiniz sayesinde anlarsınız ki hoşnut olmaya cağınız şeyleri anlatmak bana acı vermektedir. Ben inanıyor ve biliyorum ki siz benim iyi niyetimin farkındasınız, sizi kendime tercih ettiğimi biliyorsunuz. Size anlatacağım şeyde bana inanmayabileceğiniz ihtimalini kabul ediyorum. Ama biz hayvanlar camiasının gönülleri size bağlıdır; bunu hatır ladıkça üzerime düşen görevi yerine getirmekten de geri dur mamalıyım diyorum. Hatta benden bunu istemesen, söyle diklerimi kabul etmeyeceğinden endişe etsem dahi bu vazife yi yapmalıyım. Derler ki: "Öğüdünü hükümdardan, görüşünü kardeşlerinden esirgeyen kişi, aslında kendine ihanet etmiş olur." Arslan: Nedir bu? Dimne: Doğru sözlü, güvenilir biri bana anlattı ki Şetrebe or dunuzun subaylarıyla başbaşa kalıp şöyle demiş onlara: "Ben arslan konusunda deneyim sahibi oldum. Aklını,

127 kurnazlığını ve gücünü tarttım... Onu sınadım. Neticede zayıf ve âciz biri olduğu anlaşıldı. Yakında ikimiz arasında ciddî bir niza çıkacak!" Bu sözler kulağıma geldiğinde Şetrebe'nin hâin ve kalleş biri olduğunu anladım. Siz ona nice iltifatlarda bulundunuz, onu kendinize yâren saydınız; ama o kendisini sizden farksız görüyor. Siz yerinizden ayrıldığınızda gücünüz, kudretiniz ona kalacak. Sizin, otoriteyi elinizden kaçırmanız için her şeyi yapacaktır o! Derler ki: "Hükümdar, bir adamın ululuk ve derece bakımından kendisiyle yarıştığını, hatta kendisine denk olduğunu görürse derhal mahvetmelidir onu! Eğer bu karan veremezse kendi başı ezilecektir!" Şetrebe, idare ve otorite konusunu en iyi bilendir kuşkusuz. Siz bilemezsiniz, bu iş belki de asla önünü alamayacağınız, bir daha telafi edemeyeceğiniz hale gelecek, kim bilir... Derler ki, insanlar üç kısımdır: biri ileri görüşlü, diğeri basiretli, öbürü ise âciz! İleri görüşlü kişi; başına bir felâket geldiğinde soğukkanlı davranır, korkmaz, çıkış yolunu aramaya başlar, asla çözümden ümidini kesmez. Basiretli kişi; evvelce tedbirini alan, hazırlığını yapmış olandır. Daha problem ve felâket gelmeden bilir ne olacağını... Probleme gereken ehemmiyeti verir, çözümü bulur sanki şimdi karşı karşıyadır musibetle. Böylece hastalık ve zafiyet gelmeden önlemini alır ve kökünden halleder meseleyi. Kısaca "belâyı vukuundan önce def eder" başından... Aciz kişi ise tereddüt içinde olur, temenni ve kuruntuyla, pansuman çözüm ve eğlenceyle problemi başından savacağını zanneder. Nihayet mahvolur! Bu konuda güzel örneklerden biri de üç balığın hikâyesidir. Arslan: O hikâye nedir, anlat! deyince Dinine başlamış tekrar söze: İçinde üç balığın yaşadığı bir göletten bahsederler... Balıklardan biri akıllı, diğeri daha akıllı, öteki ise âciz imiş. O gölet, kimseciklerin erişemeyeceği gayet yüksek bir

128 nehrin civarından iki avcı geçmiş. Yanlarında ağlarıyla gölete dönme ve balık avlama konusunda anlaşmışlar. Bizim balıklar da onları işitmişler. En akıllı olan, bu sözlerden ötürü endişeye düşmüş; önüne, ardına, sağına, soluna bakmadan doğruca nehrin gölete döküldüğü ağıza varmış ve çıkmış... Akıllı olan ise avcılar damlayıncaya dek kalmış gölette. Nihayet onları görüp ne niyetle geldiklerini anlayınca yüzüvermiş alelacele nehir ağzına... Bir de ne görsün! Avcılar elbirlik edip tutmuşlar suyu. Bu durumda şöyle demiş kendi kendine: "İhmalkâr davrandım; işte sonucu. Şimdi bu dertten kurtulmanın yolu var mı bakmalı... Aslında aceleyle alınmış tedbirin faydası azdır. Ama akıllı olan, hiçbir zaman ümidini kesmez kafa çalıştırmanın sağladığı imkanlardan. Akıllıya ümitsizlik yaraşmaz, akıllı gayreti elden bırakmaz..." Derken akıllı balık ölü taklidi yaparak suyun üstüne çıkmış. Bazan sırtüstü bazan yüzüstü çevrilip duruyormuş suda. Avcılar onu tutup nehirle göl arasına koymuşlar. Balık "fırsat bu fırsat" deyip atlayıvermiş nehire ve kurtulmuş. Âciz, budala balığa gelince şu köşeye yüzmüş, bu köşeye kaçmış ama kurtulamamış ağdan... Arslan söze başlar: Bu hikâyeyi anladım. Ama öküzün bana kalleşlik edeceğini sanmıyorum. O asla benim için kötü şeyler iste mez! Bunu nasıl istesin ki? O benden hiç kötülük görmedi. Ona her iyiliği yaptım, her dilediğini verdim... Dimne: Alçak ruhlu kişi hiç lâyık olmadığı yüksek makamla ra gelinceye dek iyi gözükür. Lâkin bir de amacına ulaştı mı ihtirası artar, daha büyüğünü ister; hele hele hıyanet ve suç iyice yerleşmişse onun tıynetine! Alçaklar ve hâinler ancak korktukları için hükümdarın önünde eğilir, övgüler yağdınr, hayır dualar eder. Artık buna ihtiyacı kalmayıp palazlandı mı tüm korkusu gider, tıynetine döner! Köpeğin kuyruğunu düzelsin diye bir güzel bağlasan düz kalır. Ama çözülür çö zülmez kangal kangal eğrilir o kuyruk! Ey hükümdar, bilme-

129 lisin ki kendisine öğüt verenlerin öğüdünü, "ağır bulduğu için" kabul etmeyen kişinin tavrı hiç bir zaman alâka görmeyecek; beğenilmeyecektir. Doktorun verdiği ilacı almayıp kendi bildiğini okuyan hastaya benzer o! Vezir, hükümdarını kudret ve saltanatı artıracak hususlara teşvik etmeli; zarar verecek ve yerilmesine sebep olacak şeylerden sakındırmalıdır onu! En iyi dost, en iyi yardımcı öğüt verirken en az pohpohlayandır. İşlerin en hayırlısı, neticesi en iyi olandır. Kadınların en iyisi, kocasına muvafık davranandır. En güzel övgü, hakîkaten iyi ve kaliteli insanların dilinden dökülendir. En güzel hükümdarlık şımarıklık ve azgınlıktan uzak olan hükümdarlıktır. En güzel huy, kişiyi takvaya hazırlayan huydur. Derler ki: İnsan ateşi yastık, yılanları yatak edinirse elbette uyuyamayacaktır! İnsan, dostundan hıyanet bekliyorsa huzurlu olabilir mi? Hükümdarların en zavallısı işi ağırdan alan, neticeyi düşünmeyendir. Bu adam, sağa sola bakmayan kudurmuş ite benzer! Böyle biri kendini üzmesi gereken bir durumla karşılaşsa gevşek davranır aldırış etmez; ipin ucunu kaçırıp, fırsatları değerlendiremediğinde ise adamlarına kızına çıkışır! Arslan: Ağır konuştun! Lâkin nasihat edenin sözü makbul dür; ona tahammül edilmeli... Dediğin gibi Şetrebe bana düş mansa asla zarar veremez, kılıma dokunamaz! O ot yer, ben se et! Nasıl gücü yetecek bana? Ancak bir öğün yemektir o benim için! Ondan korkmuyorum... Hem onun hayatını ga ranti altına almış biriyim ben. Onu övdüm, ikramlara boğ dum, nasıl ihanet edeceğim (dostluğuma)? Eğer tavrımı de ğiştirirsem câhil, mantıksız, kadir kıymet bilmez biri olmaz mıyım? Onun canına kıymayacağıma dâir verdiğim sözü boz muş olmaz mıyım? Dimne: Ha, sakın "O benim yemeğimdir, ondan korkmam" deme! Aldanma böyle! Şetrebe kendi başına yenemezse se-

130 ni, elbet bulur çaresini ve başkasından yardım alır. Derler ki: huyunu bilmediğin bir yolcu gün içinde sende konaklama talebinde bulunursa hemen izin verme, onu emin sanma. Olur ya pire yüzünden bitin uğradığı musibete uğrarsın... Arslan: Nasıl? Anlatırlar işte: Bitin biri bulmuş zengin yatağını, uzun bir zaman işleri yaver gitmiş. Herif uykuya dalınca ya naşırmış, emermiş usul usul kanını! Keyifli keyifli gezinir miş sırtında. Her neyse, pire gelmiş misafirliğe ve izin iste miş. Bit açmış kollarını misafirperverce, "gel bu gece, leziz kanın tadına bak, yumuşak yatakta gecele!" demiş. Pire ko nuk olmuş bite böylece. Geceleyin adam yatağına girdikte usûl bilmez pire atlayıvermiş pattadanak! Sokmuş, sokmuş, sokmuş; uykusunu delik deşik etmiş herifin. Huylanan adam küt diye doğrulmuş yumuşak yataktan ve emretmiş "tez bu lun şu hergele asalağı" diye. Bir de bakmışlar ki ortada bit var! Öldürmüşler "çıt!" diye. Misafir pire tabana kuvvet ka yıplara karışmış tabii... Bunu niye anlattım sana? Bilmelisin ki kötünün kötülüğünden kimse kurtulamaz! Kötü, kötülük yapmaktan âciz de olsa inan mıknatıs gibi çeker bir musibeti yanına; durup dururken mahveder dostunu! Sen Şetrebe'den korkmuyorsan onun sana karşı tahrik ettiği askerlerinden kork! Dimne'nin lafları arslanın yüreğine iner ve şöyle der: Peki ne yapmalıyım sence? Çürük diş, ağızdan sökülmedikçe rahat edemez kişi! Mideyi bozan yemeği kusmadıkça huzur bulmaz hasta! Kor ku salan düşmanı temizlemedikçe için rahat etmez! Arslan: Sen beni Şetrebe'ye karşı iyice soğuttun! Ona adam gönderecek, içimden geçenleri bildireceğim. Sonra nereye gi derse gitsin, yol vereceğim!

131 Dimne bu tavırdan hazzetmemektedir. Zîrâ bilir ki arslan Şetrebe'yle iki çift laf etse kalbi yumuşayacak, getirdiği söylentilerin asılsız olduğu ortaya çıkacak... Hemen arslana yaraşır: Aman ha! Ne Şetrebe'ye adanı gönder, ne de onu yanına çağır! Bu, hiç de isabetli değil... Zîrâ Şetrebe meseleyi anlarsa korkarım zât-ı âlîlerine savaş açacaktır. O senle savaş etmeye geldiğinde de elbet hazırlıklı gelecektir. Yok, onu kendi yoluna bırakırsan, senin şanına leke düşer! Ancak kesin bir gerçektir ki tedbirli hükümdarlar açıktan suç işlemeye açıktan ceza vermezler. Her suçun kendine özgü cezası vardır onlar nezdinde. Alenî suça alenî ceza, gizli suça gizli ceza... Arslan: Ama hükümdar, birini "suçunu hiç araştırmadan" cezalandırırsa zulmetmiş olmaz mı? Hem de kendim alçalt mış sayılmaz mı? Dimme: Madem hükümdarımız böyle düşünür; iyice donan madan, hazırlıklarını yapmadan huzuruna çıkarmasın Şetre be'yi! Sakın ha Şetrebe'ye karşı gafil davranmayasınız! Gerçi ben hükümdarımızın meseleyi anladığını, Şetrebe'nin huzura çıkarken hainlik yapacağını sezdiğini tahmin ediyorum... Eh, onun ihanet peşinde oluşunun alâmetlerim bildireyim sana: Mafsalları titreyecek, sağa sola bakacaktır. Döğüşmeye ni yetli biri gibi boynuzlarını sallayacaktır, göreceksiniz... Arslan: Tamam, tamam. Ona karşı tedbirimi alacağım. Eğer senin gözettiğin alâmetleri onda görürsem hiç şüphem kal mayacaktır! Dimne arslanı öküze karşı tahrik edip gönlüne şüphe tohumları ekince anlar ki o öküze karşı hazırlıklarını yapacak... Şimdi öküzü harekete geçirmenin zamanıdır arslana karşı. Ama ya öküze gittiğini anlarsa arslan kral? İşte bu fe-

132 nâ! "O halde öküze gitme işine arslanı âlet etmeli" diye düşünür ve şöyle der: Saâdetli hünkârım! Şetrebe'ye gidip hâlini araştır sam söylediklerini dinlesem fena olmaz değil mi? Böylece (ne planladığı) hususunda haberdar olurum, hünkârımızı uyarı rım. Arslan, Dimne'ye izin verir. Dinme kederli biri gibi yanaşır Şetrebe'ye. Öküz eski dostunu görünce; Hoşgeldin! Nerelerde kaldın? Epeydir göremiyorum seni! der. Dimne cevap verir: Can emniyeti olmayan, hayata yabancıların iki duda ğı arasından çıkacak kelimelere bağlı olduğu için dâima endi şe içinde bekleyen kişi ne zaman huzurlu ve mutmain olur ki? Ne var, ne oldu? Olacak oldu! Kim yener kaderi? Dünyada güç sahi bi olup da şımarmayan mı var? Amacına erişip de gururlan mayan, azmayan biri mi var? Arzularına kapılıp da zarar görmeyen mi var? Alçak ve cimri birinden iyilik bekleyen sonunda mahrum olmayacak mıdır? Kötülere karışıp da se lâmet bulan var mı? Evet, hükümdarla dost olup da can em niyeti ve huzuru uzun süren bir şanslı var mıdır sanıyor sun? Ne doğru bir söz: Kralların, dostlarına karşı vefasız davranıp erişemedikleri (yahut kaybettikleri) birine karşı neredeyse canlarım vermeleri yok mu; tuttuğu dostu kaybe dince zevk ve iştahla ikincisini bekleyen fahişeye benzerler bu durumda! Şetrebe: Bu nasıl söz böyle?! Neler işitiyorum senden?! Ars landan kuşkulanıyorsun! Onun bir tavrı seni endişeye şev ketti herhalde? Evet. Ondan kuşkulanıyorum. Ama kendimle ilgili bir durum değil bu! Peki kiminle ilgili?

133 Aramızdaki arkadaşlığı biliyorsun. Senin, benim üzerimde hakkın var. Arslan beni sana gönderdikte sana ver diğim sözü hatırlarsın! İşte bu yüzden seni korumak istiyo rum, senin için endişelendiğim bir husus var; bu yüzden sa na duyurmak niyetindeyim. Ne duydun hakkımda? Sözüne sâdık, kulağı delik, her şeyi bilen bir dost anlattı: Arslan, meclisindekilere diyesiymiş ki; "Öküzün se mizliği iştahımı artırıyor. Zâten ona ihtiyacım da yok, ne di ye yaşıyor... Afiyetle yemeliyim onu ve adamlarıma da ikram etmeliyim" Ben bu haberi alıp arslanın kalleşliğini ve can emniyetinle ilgili verdiği sözden cayışını görünce koşuverdim sana! Böylece senin hakkını ödemiş olurum, sen de bir çâre bulursun durumuna... Şetrebe Dimne'yi sessizce dinledi. Vaktiyle onun verdiği teminâtı hatırlayıp arslanın azgınlığını düşündü ciddî ciddî. Dimne'ye hak verdi, onun nasihatte bulunduğunu sandı. Durumu onun anlattığı gibi görünce kederlendi, söylendi: Ben, dost olduğumuzdan beri ne arslana ne de her hangi bir askerine karşı suç işlemedim! Nasıl vefasızlık ya pıp zulmedecek bana! Sanıyorum ki arslana benim hak kımda ileri geri konuşan biri var. Tahrike kapılmış ve ka fası karışmıştır mutlaka. Zîrâ arslanla hayırsız, şerli kişi ler de düşüp kalkıyor. Onlardan yalan şeyler duymaya alış mış olmalı. Bir de bu yalanları doğru gösterecek uydurma şeyleri işitmişse tamam! Kötülerle dost olmak, iyiler hak kında suizan etmeye götürür kişiyi. Böylece ördek hikaye sindeki durum aynen cereyan eder. Anlatırlar ki ördek su da yıldız parıltısı görmüş ve balık sanmış onu. Avlamaya çalışmış; defalarca tecrübeden sonra yıldız parıltısının av olmadığını anlamış ve vazgeçmiş... Ertesi gün bir balık gör müş ama onu da yıldız ışığı sanmış ve avlamaya teşebbüs etmemiş! Artık arslana benimle ilgili yalan yanlış bilgiler ulaşmış o da bunları doğru saymışsa başkasının başına gelen be-

134 nim de başıma gelir. Şayet hakkımda hiçbir şey söylenmediği halde sebepsiz yere "keyfi için" kötülük yapmak niyetindeyse hakîkaten şaşılacak bir haldir bu! Denilir ki: Kişinin, onu memnun etmeye çalıştığı halde dostun memnun olmaması gariptir. Bundan daha garibi ise onun rızâsına uygun davranmaya çalıştıkça berikinin düşmanlığının artmasıdır. Hoşnutsuzluk belli bir sebepten kaynaklanıyorsa problem çözülebilir, affa kapı aralanabilir. Lâkin sebepsiz ise ümit yok demektir. Sebebe bağlı dargınlık, elbet ortadan kaldırılacaktır, sebebin ortadan kalkmasıyla! Düşünüyorum da arslanla aramda nahoş bir durum cereyan etmediği gibi ona karşı küçük veya büyük bir hatâ da işlemiş değilim, hatırladığım kadarıyla. Hayâtıma andolsun, dostluğu kalıcı olan herkes her an dikkatli olmaya, dostunu incitmemeye çalışsa da hiçbir hatâ işlemeyecek değildir elbet... Ama akıllı, vefakâr insan, arkadaşı sürçtüğünde hemen menfi hüküm vermez. Kasten işlenip işlenmediğine bakar bu suçun; derecesine bakar, sakince ölçer biçer... Sonra affettiği takdirde zararlı çıkacak diye düşünür ve bir muhasebeden sonra affeder elbet... Arslan benim bir suçumu biliyorsa ben farkında bile değilim bunun. Doğru, onun bazı sözlerine karşı nazettim, çekimser davrandım; hayırlısını dileyerek muhalefet ettiğim de oldu. Kim bilir davranışlarımı bu yüzden cüretkâr buluyor, fakat suçlu değilim ki. Zira nadiren muhalefet ettiğim hususlar zâten sağduyuya, inanca ve genel menfaata aykırı hususlardı. Karşı çıkışlarımı da kumandanların yahut arkadaşlarının huzurunda yapmış değilim. Bilakis onunla başbaşa, saygılı bir şekilde gizlice açtım itirazlarımızı. Zira iyi bilirim ki dostlarına iş danışırken, doktordan şifâ beklerken ve şüpheli bir durumu fakihe sorarken müsamaha bekleyen adam isabetli bir görüş bulamaz; hastalığın tehlikesini atlatamaz ve dînî konularda günaha batar. Mesele böyle değilse muhtemeldir ki hükümdar bir sarhoşluk anında bu karara varmıştır. Çünkü aradaki dost-

135 luk güven, gönül hoşluğu ve can emniyeti üzerine bîna edilse de zor ve tehlikelidir hükümdarla beraber olmak. Bu saydığım sebeplerin hiçbiri sözkonusu değilse eğer karşı gelinmez hükmün; kaderin tecellîsidir bu. Kader değil mi arşlarım kuvvetini çekip alan ve onu toprağa sokan? Kader değil mi çelimsiz kişiyi koskoca azgın bir filin sırtında taşıtan? Zehirli yılana, zehrini çekip alacak ve onunla oynayacak adamı musallat eden de kader değil mi? Âciz ve ahmak olanı akıllı ve basiretli hale getiren kader değil mi? Cesaretli ve zekî kişiyi zavallılaştıran kader değil mi? Fakiri zengin, ödleği cesur, cesuru korkak yapan da kader değil mi? Evet hepsi de kaderin planıyla ardarda gelir başa... Dinme: Arslan, hayırsızların kışkırtması, sarhoşluk nöbeti yahut başka bir sebepten ötürü değil zâlim ve vefasız oluşun dan ötürü sana karşı niyetini bozdu! Onun kalbi kara, içi kin doludur. Sofrası tatlı ama neticede zehirlidir! Galiba ben de o yemeğin tadından haşlandım, ölü me yaklaştım. Ölüm vaktim gelmese, benim gibi ot yiyen bir öküz niçin yaraşsın et yiyen arslanla? Tehlikenin ortasında, tadı hoşuna gittiği için nilüferin göbeğine kurulmuş arı gibi yim. Tattığı lezzetle eğleşen arı akşamleyin nilüferin kapanı şıyla içerde kalır; nice uğraşıp didinse de fayda etmez, can verir. Şetrebe: Dünyada ihtiyacı kadarıyla yetinmeyerek başka şeylere göz dikip akıbetinden endişe etmeyen kimse, güzelim ağaç ve çiçeklerle yetinmeyerek filin kulağındaki salgıya sulanıp bir kulak darbesiyle geberen sinek gibidir! Sevgisini ve öğüdünü şükür bilmez bir hayırsıza yönelten adam kıraç toprağa tohum ekmektedir! Kendini beğenmiş salağa akıl veren adam, ölüyle müşavere edene yahut sağıra sır verene benzer. Dimne: Bırak edebiyatı da kendine çare bul!

136 Şetrebe: Arslan beni mideye indirmeye niyetlenmişe nasıl kurtulacağım ki? Sen söylüyorsun zâten onun kötü niyetli ol duğunu. Ben şunu da biliyorum: O hakkımda hayır düşünse adamları hilekârca davranıp helakimi istediklerinde elbet amaçlarına ulaşacaklardır. Zîrâ kötüler bir masumu mahvet mek istediklerinde zayıf da olsalar erişirler hedeflerine; o suçsuz adam güçlü olsa ne yazar... Kurt, karga ve çakal dü zenbazlıkla mahvetmediler mi koca bir deveyi! Nasıl oldu? İnsanların sürekli kullandığı bir güzergâh kenarın daki ormanda kurt, karga ve çakalla beraber bir arslan ya şarmış. Deve güden çobanlar dâima o yolu kullanırmış. Bir gün sürünün ardında kalan bir deve ormanlığa dalar, arsla nın yanına varır. Arslan: Neredensin? diye sorunca Falan yerdenim! der bizimki. Arslan: Ne istiyorsun? Kralımızın buyurduğu şeyi! Öyleyse memnun, mesut ve huzur dolu bir gönülle kal yanımızda. Arslanla deve epey dostluk ederler. Sonra arslan av bulmak amacıyla yola düşer. Karşılaştığı fille şiddetli bir mücâdeleye girişir ve dev hayvandan aldığı darbeyle yara bere içinde geri döner. Filin etkili diş darbeleri arslanın her yanında kanlı izler bırakmıştır. Bir daha ava çıkamayacak kadar yorgundur, yerinden kımıldayamamaktadır. Öte yanda kurt, karga ve çakal da aç kalırlar günlerce; zîrâ arslanın artıklarından nasiplenmektedirler. Açlıktan kıvranan asalakların durumunu farkeden arslan: Siz de pek zayıf düştünüz, size de yemek lazım... Yo, Yo! Efendimiz, biz kendimizi değil zât-ı âlîlerini düşünüyoruz. Keşke biraz yiyecek bulsak da durumunuzun düzelmesine vesîle olsak!

137 Sizin samimî dileklerinizden kuşku duymuyorum. Etrafı bir kolaçan edin, av bulabilirsiniz. Hem siz hem de ben doymuş oluruz. Kurt, karga ve çakal arslanın yanından ayrılarak bir köşeye çekilirken. Aralarında fısıldaşırlar; "Şu ot yiyenle hiç bir münâsebetimiz yok. Hâlî hâlimize benzemez, fikri fikrimize uymaz! Arslanın kafasını karıştırsak da onu yese, bize de birşeyler kalır elbet..." Çakal: Bunu böylece söyleyemeyiz arslana! O, deveye can emniyeti verdi. Karga: Ben bu meselemizi çözerim! deyivermiş ve arslanın huzuruna çıkmış. Arslan: Hayrola bir şey mi buldun? diye sorar. Karga cevap verir: Çalışabilen ve görebilen kimse elbet bir çözüm bu lur. Biz açız; bu karın gurultusuyla çalışmak ve av görmek ne mümkün! Ama aramızda bir karara vardık. Hükümdarımız da uygun görürse tamam deyip gerekeni yapacağız. Ne karara vardınız? Şu deve... Aramızdaki otobur. Onun bize faydası yok! Arslan kargayı tersler: Ne kötü bir fikir! Nasıl da gaddar ve merhametsiz bir niyet! Biliyorsun ki ben deveye can emniyeti verdim; ah dettim ona bir şey olmayacak diye! Sen bundan haberdar ol duğun halde hangi cüretle bu laflan söyleyebiliyorsun? Kor ku ve endişeyle kıvranan bir garibi huzura kavuşturan, bir adamın kazandığı sevaptan daha büyüğü var mı? Ben deve ye aman verdim; cayamam vadimden! Karga: Hükümdarımızı anlıyorum... Ama bir ailenin kurtul-

138 ması için bir can, bir kabilenin kurtulması için bir aile, bir şehrin kurtulması için bir kabile ve bir hükümdarın kurtulması için bir şehir feda edilse yeridir! Şimdi hükümdarımızın ihtiyacı vardır... Ben onu, verdiği sözün ağırlığından kurtaracağım. O meşakkat altına girmeyecek, kendisi bu işi takip etmediği gibi kimseye de bu hususta emir göndermeyecek. Biz, evet biz, hükümdarımız için zafer getirecek bir çare bulacağız. Arslan, karganın konuşuğuna cevap vermez; düşüncelere dalmıştır. Karga arslanın tasvibini hissedince arkadaşlarının yanına varır ve şöyle der: Deveyi yeme hususunda arslanla konuştum. Şimdi hep beraber deveyi de yanımıza alarak onun huzuruna çıka lım. Ona düşkün olduğumuza, başına gelen açlık belasını gi derme hususunda gayretli olduğumuza dâir imada buluna lım, üzgün gözükelim. Herbirimiz kendini arslana sunsun, kurban olarak. Öte yandan diğer ikimiz itiraz ederek bu tek lifi eleştirsin. Arslanın o arkadaşımızı kurban olarak yemesi nin yanlış olduğunu izah etsin. Bu tuzağı başarıyla uygular sak hepimiz kurtuluruz, arslan da bizden razı olur. Böylece arslanın yanına varırlar. Karga başlar söze: Hükümdarımız! Seni güzelce yaşatacak ve semirte cek bir kurban lâzım sana. Senin sayende yiyen içen, yaşayan bendelerin olarak biz, kendimizi sana sunuyoruz. Sen ölürsen hiçbirimiz yaşamayız senin ardından. Hayat acı gelir bize. Ben öne çıkıyor ve hükümdarımın beni yemesini istiyorum! Kurtla çakal hemen itiraz ettiler: Sus! Hükümdar seni yese ne olur, yemese ne olur! Sen onun dişinin kovuğunu bile dolduramazsın! Çakal: Ama ben hükümdarımı doyururum! Beni afiyetle mideye indirsin, razıyım! Hemen kurtla karga itiraz ettiler:

139 Sen kokmuş, çirkef bir şeysin... Kurt: Ben öyle değilim! Hükümdarımız beni yesin! Kendi mi sunuyorum, yürekten razıyım bu hükme! Bu sefer de karga ile çakal müdâhale ederler: Doktorlar der ki: "Hayatına susayan kurt eti yesin!" Bu konuşmalar bittiğinde deve şöyle bir sonuca var mış: Kendisini kurban ederse ötekiler hemen atılacak, birbir lerini korudukları gibi onu da koruyacaklar bir bahane bula rak... Böylece hem selâmete kavuşacak hem de arslanı razı edecek. Muhtemel tehlikelerden bertaraf olmak da işin caba sı... Hemen söze girer deve: Hükümdarımız lütfedip beni yesinler! Karnı doyar, etim hoş ve lezizdir, içim tertemizdir! Buyursun bana! Arka daşları ve bendelerine de ikram etsin benim etimden! Razı yım bu hükme! Ansızın kurt, çakal ve karga ağız birliği ederek: Deve doğru söylüyor! Gayet cömert davrandı, doğ ru bildiğini haykırdı! derler ve üzerine çullanırlar saf deve nin... İşte (ey Dimne), bu hikâyeyi sana anlattım, bilmelisin ki arslanın çevresindekiler benim işimi bitirmeye niyetliyseler onlardan korunamam asla! Arslan onlar gibi düşünmese de böyledir bu. Faydası olmaz bana onun iyi niyetinin. Derler ki: Hükümdarların en iyisi, halkı arasında adaletli davranandır. Arslanın kalbi bana karşı güzel ve dostça hislerle dolu olsa ne yazar? Dedikodular onu bozacaktır elbet! Zîrâ dedikodu, kendisi arttıkça acıma ve şefkati azaltan bir haldir. Suyun söz gibi olmadığını mutlaka farketmişsindir! Taş ise insandan da sert... Ama su, taşın üzerine aka aka delik açar onda! Sözün de insana olan tesiri böyledir... Dimne sordu:

140 Öyleyse ne yapmayı düşünüyorsun? Kavga için hazırlık! Başka çârem yok. Zira ne dua eden kişi duâsıyla, ne sadaka veren sadakasıyla, ne de takvâ lı kişi takvâsıyla kazanabilir, dâvası haklı bir temele oturan adamın savaş esnasında kazandığı sevabı! Dimne: Aslında başka bir yolu yordamı varsa tehlikeye atıl mak hiç doğru değil! Tedbirli kişi, savaşı son çâre sayan, ön ce elinden gelen manevra ve hileyi uygulamaya koyandır. Derler ki: Düşman, zayıf ve zavallı diye küçümseme; özellik le de başının çaresine bakacak ve yardımcı bulabilecek du rumdaysa! Var sen hesâb et, cesur ve güçlü arslana karşı ne yapmak lâzım geldiğini! Zayıf gördüğü düşmanı hafife alan kişi, deniz perisinin Taytava kuşu sebebiyle düşürüldüğü tu zağa düşer. Nasıl oldu bu? Anlatırlar ki Taytava adlı bir deniz kuşu sahilde ya şarmış, karısıyla birlikte. Yumurtlama zamanı gelince dişi erkeğine bir teklif sunmuş: Şöyle etrafı korunaklı bir yer bulsak da orada yavru etsek.. Zîrâ ben deniz perisinin suyu kabartıp yavrularımızı götürmesinden korkuyorum. Erkek: Bulunduğun yer uygun. Orada yumurtla! Hem su ve çiçekler bize yakın, ne güzel! Dişi: Ahmak! Ben deniz perisinin yavrularımızı alıp gö türmesinden endişe ediyorum. Aman sen de! Oracıkta yumurtla işte; deniz perisi böyle bir şey yapmaz. Ne kadar da inatçısın! Onun seni nasıl tehdit ettiği ni hatırlamıyorsun, değil mi?! Gücün ne senin? Kendini bil miyor musun?

141 Ama erkek karısının sözlerim dinlememiş. Dişi epey ısrar ettiği halde kocasına lafını dinletemeyince demiş ki: Öğüt vereni dinlemeyen, ördeklerin sözüne kulak vermeyenin akıbetine uğrar! Erkek merakla sormuş: Nasıl olmuş ki? Dişi kuş: Anlatırlar: Kenarı otlak bir gölde iki ördek yaşar mış. Bir de onlarla gül gibi geçinen bir kaplumbağa. Gün gel miş, gölün suyu çekilmiş. Ördekler kaplumbağaya veda et meye gelip demişler ki: Sana selam.. Buradan çekip gidiyoruz biz, suyu ku ruduğu için. Suyun kuruması benim gibilerine de zarar verir. Ben gemiye benzerim, suyla yaşarım. Oysa siz nerede olsanız yaşarsınız, beni de yanınıza alsanıza! Ördekler: Olur! deyince kaplumbağa: Beni nasıl taşıyacaksınız? diye sormuş. Bir çubuğun iki tarafını tutarız. Sen de ortasını yaka larsın ağzınla. Böylece seni havada götürürüz. Yalnız sakın ha ağzını açmayasın, insanlar (sana bakıp da) konuştuklarında! Ördekler bu açıklamayı yaptıktan sonra kaplumbağayı takmışlar çubuğa, havalanmışlar. İnsanlar bu manzarayı görünce: Ne garip, iki ördek bir kaplumbağayı aralarına alıp götürüyorlar! demişler. Kaplumbağa dayanamayıp: Allah gözlerinizi çıkarsın e mi! deyivermiş ve ağzı açıldığı için yere çakılıp ölmüş. Erkek kuş hikayeyi dinledikten sonra: Tamam seni dinledim ama sen yine de deniz perisin den korkma! demiş. Ve su kabarıp yavrular dalgalarla gidince dişi: Ben en baştan bunu biliyordum! demiş. Erkek ise:

142 İntikam alacağım! diye söz vermiş. Bu hisle kuş ca miasını toplayan erkek: Siz benim kardeşlerim, güvenilir dostlarımsınız. Lütfen bana yardım ediniz! demiş. Ne yapmamızı istersin? diyen kuşlara cevap vermiş Taytava: Toplanırız, hep beraber öteki kuşlara gideriz. Deniz perisinin bana yağdırdığı felaketi anlatırız, derdimi bildiri riz. Sonra deriz ki onlara: "Siz de bizim gibi kuşsunuz. Bize yardım etsenize!" Kuşlar: Tamam, Anka bizim efendimiz, kraliçemizdir. Bi zimle beraber oraya gel! Seslenelim, çıksın karşımıza. Deniz perisinin sana neler yaptığını anlatalım. Onun hükümdarlığını kullanarak intikam almasını isteyelim! Kuşlar Taytava'yla giderler Anka'ya. Huzurunda yalvarıp yardım isterler. Anka onların karşısına çıkar. Kuşlar durumu izah edip deniz perisiyle savaşmak için gelmesini isterler. Anka kabul eder. Deniz perisi, Anka'nın göğü dolduran bir kuş ordusuyla yanaştığını görünce teslim bayrağını çeker. Böyle azametli bir hükümdarla savaşamayacağını anlar, Taytava'nın yavrularını iade eder, barış yapar ve Anka döner geriye. Dimne sözünü tamamlayınca Şetrebe'ye dönerek; Bu hikayeyi sana doğrudan arslanla savaşmanı uy gun görmediğim için anlattım... Şetrebe: Ben arslanla savaşacak, ona karşı gizli yahut açık bir düşmanlık besleyecek değilim. Eski vaziyetimi değiştir meyeceğim. Ancak korktuğum başıma gelir, beklediğim ha reketi yaparsa savaşacağım onunla sonuna kadar!

143 Dimne Şetrebe'nin bu açıklamalarından hoşlanmaz. İyice anlar ki bu öküzün savaşmaya niyeti yoktur ve ona karşı sayıp döktüğü belirtileri arslanda göremezse iş sarpa saracak, suçlu duruma düşecektir. Dimne Şetrebe gözünde hâin olacaktır. Durumu kurtarmak için yine oyun yapar: Sen var hele arslana!.. Suratına baktığında pek ha yırlı düşünmediğini anlayacaksın. Nasıl yani? der Şetrebe. Dimne devam eder: Huzuruna çıktığında onun kuyruğu üzere oturup göğsünü sana çevirdiğini, gözünü sana sâbitleyip kulaklarını diktiğini hattâ ağzını açtığını göreceksin! Kısaca sana saldır mak için hazırlandığına tanık olacaksın! Bu alâmetleri arslanda görürsen senin doğru sözlü olduğunu anlarım. Dimne arslanı öküze, öküzü de arslana kışkırttıktan sonra rahat eder ve derhal varır Kelile'nin yanına. İkisi karşılaştıkta Kelile sorar: Senin işin ne oldu, nereye vardı? Tam istediğim gibi oldu. İkimizin dilediği gibi so nuçlanacak! Sonra her ikisi de arslanla öküzün kavgasını seyretmek, olayın neticesini anlamak için yola düştüler... Şetrebe huzura girer. Arslanı tıpkı Dimne'nin izah ettiği gibi bulur. Kendi kendine: "Doğruymuş! Hükümdarla dostluk kuran koynunda yılan besleyen gibidir. Ne zaman saldıracağı belli olmaz!" der. Arslan da öküzü seyretmekte ve Dimne'nin bahsettiği belirtileri görmektedir onda. Şimdi hiç kuşkusu kalmamıştır öküzün döğüşmeye geldiği hususunda! Ansızın yerinden fırlayarak hücum eder öküze. İkisi arasında korkunç bir kavga başlar. İkisinden de kanlar akar. Kelile arslanın başına gelenleri görünce Dimne'ye şöyle der: Hükümdar, yârânıyla hükümdar, deniz de dalgala rıyla deniz. Sana öğüt verdim, seni terbiye etmeye çalıştım;

144 ama yaptıklarım, o malum adamın kuşa dediklerine benzemiş; "Doğrulmayacak şeyi düzeltmeye çalışma! Terbiye edilmeyecek kişiyi terbiye etmekle uğraşma!" Dinine sorar: Nedir bunun hikayesi: Kelile anlatır: Bir maymun sürüsü yaşarmış bir dağda. Rüzgârla rın uluduğu, yağmurun kurşun gibi indiği soğuk bir gecede ateş aramış ama bulamamışlar. Derken kıvılcım gibi uçan bir ateşböceği görmüşler, onu ısınacak ateş sanarak üzerine odun yığmışlar! Bir de üflemezler mi?! Güya üsttekiler tutu şacak da hep beraber ısınacaklar.. Hemen yakınlarındaki ağaçta bir kuş varmış; o onlara bakıyor, onlar da ona bakı yor... Kuş, maymunlarını işine artık dayanamamış ve sesleni vermiş: Boşuna uğraşmayın! O gördüğünüz ateş değildir. Kuş bu şekilde bir kaç uyan daha yapsa da fayda etmez. Bu sefer onlara yaklaşmak ister, yaptıklarından vazgeçirmek için. O sırada civardan biri geçmektedir. Kuşun çabasını görür ve der ki: Doğrulmayacak şeyi düzeltmeye çalışma! Zira kesil meyecek taşa tecrübe için kılıç vurulmaz. Eğilmeyecek daldan da yay yapılmaz. Ama kuş bu öğüdü dinlemez. Ateş böceğinin yakmadığını, ısıtmadığını anlatmak için maymunlara doğru ilerler. Ansızın bir maymun onu yakalayıp yere çalar; canverir oracıkta kuş... İşte aramızda geçen öğüt verme hâdisesi de böyle! Sen yalanın, hilenin kötülüğün cazibesine kapılmışsın. Yalancılık ve kötü kalplilik iğrenç huylardandır. Hele yalan... Akıbeti hiç hayır olmaz! Bunun da bir örneği vardır. Dinme: Bunun örneği ne? deyince Kelile anlatır:

145 Anlatırlar ki bir düzenbaz, bir budalayla ticaret or tağı olarak yola koyulmuş. Güzergâhta budala ihtiyaç için geride kalmış. Şansı açık... İçinde bin altın bulunan bir kese bulmasın mı?! Düzenbaz da bu işten haberdar oluyor tabîi... Neyse memlekete dönmüşler, şehre girmeden evvel altım paylaşmak için oturmuşlar. Budala: Yarısını sen al, yansını bana ayır, demiş. Ama dü zenbaz yoldaş bin altının tümünü götürme sevdasıyla ya nık... Demiş ki: Yo, yo, bölüşmeyelim. Ortak olmak, dostluğa yakı şandır. Ben bir miktarını harcırah alayım. Sen de öyle al, azı cık.. Geri kalanı da şu ağacın köküne gömelim. Burası emni yetli bir nokta. İhtiyacımız olunca ben ve sen gelir gerektiği kadarını alırız. Yerimizi de kimse bilemez. İkisi de altından biraz almışlar, geri kalanı büyük bir ağacın dibine gömerek şehre girmişler. Bir süre sonra düzenbaz, budalaya çaktırmadan altınların yanına gidip, hepsini cebe indirir ve gömü yerini eskisi gibi düzler. Birkaç ay sonra budala düzenbazın yanına gelir ve der ki: Paraya ihtiyacım var. Gidelim de gerektiği kadar alalım. Düzenbaz dost kalkar oraya gider. Kazdıklarında hiçbir şey bulamazlar. Düzenbaz güya üzüntü içinde kendi suratım tokatlamakta ve söylenmektedir: Ah, ah... Hiç kimsenin dostluğuna güvenmemek la zım. Sen benden gizli sızdın buraya, altınları aldın! Ahmak herif yüzüne daha çok vurmakta ve yaygaraya devam etmektedir: Altınları senden başkası alamaz! Senden başka kimse bilemez onların yerini! Aralarındaki niza uzar. Nihayet Kadı efendiye başvururlar, olayı anlatırlar. Düzenbaz yoldaş altınları budalanın aldığını iddia etmektedir. Budala reddeder durur. Kadı düzenbaza sorar:

146 İddianı güçlendirecek bir kanıtın var mı? Elbette! Altınların başındaki ağaç en büyük tanıktır onları budalanın çaldığına! Meğer düzenbaz herif babasına gidip ağacın kovuğunda gizlenmesini tenbih etmiş... Soru sorulduğu zaman konuşacakmış ağaç böylece! Kadı, düzenbazın iddiasını olmayacak işlerden saysa da adamlarıyla beraber yola çıkmış; budala ve düzenbaz da o gruptaymış. Nihayet oraya vardıklarında kadı ağaca durumu sormuş. Kovuktaki ihtiyar: Evet! Altınları o budala aldı! demiş. Kadı bu sözleri işitince hayreti artmış ve çalı çırpı getirilip ağacın tutuşturulmasını emretmiş! Ağacın dört bir yanı alev alev yanarken düzenbazın babası basmış çığlığı! Yanarak ölmek üzereyken kovuktan çıkarılmış. Kadı güzel bir sorguya çekmiş onu. İhtiyar olayın aslını anlatınca kadı onu tokatlatmış, oğlunu da dövdürmüş. Sonra el âleme ibret olsun diye eşeğe bindirmiş suçluyu. Hilekârdan tek tek almış altınları ve budalaya vermiş. Sana bu örneği yalan ve hile peşinde koşanın çoğu kez aldanıp tuzağa düştüğünü bilmen için anlattım. Oysa sen ey Dimne yalanı, hileyi ve şerri toplamışsın kendinde! Ben senin adına endişeliyim! Bakalım yaptığın hıyanet nereye varacak?! Sanma ki ağır cezalardan kurtulacaksın! Sen iki renkli, çatal dillisin! Nehrin suyu, denize varmadıkça tatlıdır. İçlerinde bir fesatçı çıkmadıkça ev halkı dirlik ve nizâmını korur. Sen çatal 'dilli, zehirli yılana benziyorsun. Ben eskiden beri senin dilinden damlayan zehirden korkmakta ve başına gelecek belâyı beklemekteydim. Korku ve dostları birbirinden ayıran kişi şu yılana benzer: İnsan onu eğitir, besler okşar, nice iyilikten sonra yılan onu sokar. Budur onun karşılığı. Denilir ki: Akıllı, asil ve cömert insanlarla beraber ol; onlara yanaş; onlardan ayrılma. Adam akıllı ve yüce ruhlu

147 ise onunla dost olmalısın; yüce ruhlu değil ama akıllıysa yine dost olmalısın; akılsız ama saf, iyi kalpli ve cömert ise yine bırakmamalısın onu! Çünkü akıllı ve asil ruhlu olan kişi mükemmeldir. Akıllı ama yüce ruhlu olmayana gelince ahlak beğenilmese de sen onunla dostluk kur! Kötü ahlakından uzak durup aklından faydalanırsın! Pek akıllı olmasa da saf, cömert ve temiz insanla da dostluk kurmalısın (demiştik). Onunla alâkanı kesme! Aklını beğenmesen de asaletinden, temiz kalpliliğinden, cömertliğinden faydalanabilirsen kendi aklını kullanarak güzel neticeler elde edebilirsin! Hem aptal hem de kötü yürekli olana gelince: böylesin den kaçabildiğin kadar kaç! Aslında benim de senden kaçmam lazım!... Sen ki velinimetin olan, sana onur veren, iltifatlar yağdıran hükümdarına yapmışsın yapacağını! Artık senden nasıl asalet ve altın kalplilik beklesin ki dostların? Sen şu sözü söyleyen adamı andırıyorsun; "Fareleri yüz batman demiri kemiren bir ülkenin doğanları fil kapıp kaçırsa yeridir, hiç yadırganmaz!" Dimne: "Bu hikâyenin aslı ne?" Kelile: "Anlatırlar işte, bir memleketle bir tacir yaşarmış. Para kazanmak için bir tarafa açılmış; tabi yanındaki yüz batman demiri bir arkadaşına emânet ederek çıkmış yola... Her neyse bizim tacir, bir gün döner evine. Ve dostunu ziyaret edip demiri ister. Ama beriki oralı bile olmaz: "Demir mi? Fareler kemirdi, bir şey kalmadı!" der. Bizim tacir de şöyle der: "He ya! Hakîkaten demiri fareden daha iyi kemiren bir şey yok diye duymuştum evvelce" Adam, tacirin fare hikayesine kandığım sanmış.

148 Tacir ise yolda berikinin oğluna rastlar. Onu alıp evine götürür. Ertesi gün ona gelen adanı; "Oğlum hakkında bir malumatın var mı?" diye sorar. Tacir cevap verir: "Ha, dün senin yanından çıktığımda bir de ne göreyim! Bir alıcı kuş, bir çocuğu kapıp kaçırıyor! Belki de senin velet, kim bilir!" Adam saçını başını yolarak söylenmiş: "Hey, millet! Doğan çocuk kaparmıymış hiç? Duyanınız yahut göreniniz var mı bunu?" Adamın feryâdu figânına karşı tacir yapıştırmış lafı: "Eh yâni, bir ülkede fareler yüz batman demiri kemirirse doğanlar da filleri götürür! Hayret edilecek bir iş değil!" Adam hemen yalvarır o anda: "Etme, eyleme! Senin demirini ben iç ettim! İşte parası! Haydi ver oğlumu!" Bu misâli şunun için anlattım: Sen dostuna ve yandaşına karşı kalleşlik yaparsan başkalarının da sana kalleşlik yapması kaçınılmaz olur. Bil ki bir adam dostluk kurduğu kişinin yanında başka birine hâin davranırsa beriki de ondan kopar; onun nezdinde dostluğun pek bir şey ifâde etmediğini anlar. Vefa ve liyâkat derdi olmayan adama gösterilen alâka; teşekkür bilmez bir nanköre verilen hediye; öğüt ve eğitim kabul etmez bir kütüğe verilen eğitim; sır tutmaz bir boşboğaza emanet edilen sır gibi zayi olmuş hiçbir şey olamaz dünyâda! Kuşkusuz iyilerle kurulan dostluk iyilik getirir. Kötülerle kurulan dostluk kötülük getirir; tıpkı rüzgar gibi ki çürümüş pis bir nesnenin kıyısından geçse onun kokusunu, mis gibi (bir çiçeğin) yanından geçse onun ıtrim taşır! Her neyse, sözü uzattım; başını ağrıttım. Kelile sözünü bitirirken arslan da öküzün işini bitirmiştir. Ama bir vakit sonra öfkesi dinen arslan yaptığı işi düşünür ve şöyle der:

149 "Şetrebe'nin ölümüyle yıkıldım! O aklı başında güzel ahlaklı, sağlam görüşlü biriydi. Kim bilir masumdu, hatta iftiraya uğramış bile olabilir!" Arslan nedamet hisleriyle perişan olmuş, suratı kederle bulutlanmıştı. Dimne bu duruma tanık olunca Kelile'nin yanından ayrılarak arslana doğru yaklaştı; Zaferin mübarek olsun! Allah Teâlâ senin düşmanı nın helak etmiştir, daha neye üzülürsünüz hünkârım? dedi. Hükümdar hüzünle cevapladı bu soruyu: Şetrebe... Akıllı, nâzik, terbiyeli ve tutarlı görüşlere sahip biriydi. Ona üzülüyorum. Kelile: Bırakınız, merhamet etmeyiniz ona efendimiz! Akıl lı adam, endişe ve korkuyla (takip ettiği düşmanı) na acımaz. Tedbirli adam tabii olarak birine kızabilir, huylarından huy lanabilir. Sonra faydalı olacağını düşünerek onu kendisine yakın kılar; tıpkı menfaatini görmek amacıyla acı ilaç içme ye zorlanan hasta gibi! Bazen de birini sever, değer verir ama zarar göreceği endişesiyle yanından uzaklaştırır onu ve öldü rebilir de! Tıpkı şu adam gibi; yılan onun parmağım sokar da o, zehrin tüm bedene yayılmasını önlemek amacıyla parma ğını keser ve kurtulur! Arslan, o anlık Dimne'nin sözleriyle rahatlar Ama daha sonra Dimne'nin nasıl yalanlar attığını; iftiracı ve kalleş olduğunu öğrenir. Ve en fecî şekilde öldürür onu! (Şimdi anlatacağız.)

150 DİMNE'NİN DURUMUNUN ARAŞTIRILMASI BABI Kral Debşelim bilge Beydebâ'ya dedi ki: Hilede uzmanlaşmış bir ispiyoncunun koğuculuk ederek iki dost arasındaki köklü sevgiyi nasıl bozduğunu an lattın. Şimdi söyle bakalım, Şetrebe'nin ölümünden sonra Dimne'nin akıbeti ne oldu? Arslan ona öküz hakkında ne düşündüğüne ve ispiyonculuk günahını niçin yüklendiğine dâir sorular yöneltince Dimne ne mazeret ileri sürdü? Arslan ve adamlarının yanında dile getirdiği delil neydi Dimne'nin? Bilge Beydebâ: Dimne hâdisesinde şu neticeyi gördüm: Arslan Şet rebe'yi öldürdükten sonra yaptığı işe pişman olmuş, bir za manlar onunla kurduğu güzel dostluğu hasretle yadetmiş; ahbapları içinde onun gibisinin bulunmadığını hattâ en ya kın ve sıcak dostunun o olduğunu hissetmiş. Hakîkaten de arslan, çevresinde dört dönen en yakın danışmanlarıyla değil dâima onunla istişare edermiş. Arslanın öküzden sonra en yakın arkadaşı kaplandı. Tesadüf bu ya, bir gece arslanın meclisinde geç vakte kadar kalmış, gece yansı oradan ayrılmıştı. Yolu Kelile ve Dimne'nin evinin kenarından geçiyordu. Kapını yanına varınca Kelile'nin sert bir şekilde Dimne'yi eleştirdiğim işitti. Kelile,

151 Dimne'yi attığı yalanlardan ötürü suçluyor, ispiyonlarından ötürü kıyasıya tenkit ediyordu. Kaplan, Dimne'nin suçlu ve âsi olduğunu, (evvelce de) Kelile'ye hiç kulak vermediğini anlamıştı. Böylece Kelile ile Dimne arasında cereyan eden diyalogu tüm ayrıntılarıyla dinlemek için kenara çömeldi, kulaklarını kabarttı. Kelile, Dimne'ye şunları da söylüyordu: Sen belâlı bir gemiye binmiş, dar bir sokağa girmiş sin! Kendini mahvedecek bir iş yapmışsın! Bunun sonu va himdir! Arslan senin işini anlayıp hilekâr davrandığını far kedince düşüşün fecî olacaktır! Hiç bir yardımcın olmayacak etrafında! Şerrinden korkulacağı, fitnelerinden endişe edile ceği için aşağılanma ve öldürülme tehlikesi seni bulacaktır. Artık senin dostun değilim. Ama sırrını da ifşa etmeyeceğim. Zîrâ bilge kişiler şöyle derler: "Artık sevemediğin kişiyi bı rak..." Ben senden uzaklaşmalı ve bu (Şetrebe) komplosun dan ötürü arslanda vuku bulacak infialden kendimi kurtar malıyım! Kaplan, Kelile ile Dimne arasındaki diyalogdan kulağına arta kalan bu sözlerle döner, arslanın annesinin yanına varır. Ona bir sır vereceğini belirtir; ama asla ifşa etmemesi gerektiğine dâir and ister ondan. Kadın, kimseye ağzım açmayacağına dâir söz verir. Böylece kaplan, Kelile ile Dimne arasında geçen konuşması aktarır... Arslanın annesi sabahleyin oğlunun huzuruna çıkar. Arslan, Şetrebe gibi iyi bir dostu öldürmekten ötürü gam ve kasvet içinde perişandır. Anne der ki: Seni kıskıvrak yakalayan bu hüznün sebebi ne ola? Arslan: Şetrebe'nin ölümü! Onun iyi dostluğunu, öğütlerini, bir zamanlar dâima can yoldaşım olduğunu, verdiği nasihat leri yerine getirişimi hatırladıkça üzülüyorum. Anne: İşte, kişinin kendi aleyhine yapacağı tanıklığın en

152 keskin ve şiddetlisi bu olmalı! Hakîkaten büyük hatâ! Açık bir bilgi, sağlam bir kanaat olmadan nasıl canına kıydın o öküzün? Bilge kişinin, sır ifşa etmemenin gerekliliğine ve ifşa edişteki ayba dâir vecizeleri olmasa derhal anlatırdım sana bildiklerimi! Arslan: Bilgelerin sözleri muhtelif şekillerde yorumlanır ve bir çok mânâya gelebilir. Evet senin doğru söylediğini biliyo rum. Ama sende (benimle) ilgili bir görüş (ve bilgi) varsa giz lememelisin... Biri sana (benimle ilgili) sır emânet etmişse lütfen bildir bana.. Anlayayım işin aslım, gidişattan haber dar olayım! Böylece anne, kaplanın adım vermeden duyduğu her şeyi oğluna anlattı ve ekledi: Ben, sır ifşa etmenin ağır cezası, boşboğaz bir ifşâcı nın ne denli ayıplandığına dâir bilgeler tarafından söylenen sözleri bilmiyor değilim! Ama sana gerekli ve yararlı olacak şeyi haber vermek istedim... Bir işin zararı halka dokunuyorsa (bunu söylememek suretiyle) hükümdara ihanette direnmek kötülük damgasını kaldırmaz o sırrı saklayanlardan! Zâten bu yüzden bazı âdi, aşağılık kişiler kendilerine mazeret uydurmakta, yanlış işlerine kulp bulmaktadırlar. Apaçık bir suçu gölgeleyebilmektedirler. Aşağılık kişilerin en büyük suçu akıllı ve tedbirli kişiye cüret göstermeleri, handiyse kabarmalarıdır! Anne sözlerini bitirince arslan hemen dostlarını, müşavirlerini, askerlerini çağırdı. Herkes huzura geldi. Dimne'de karşıya geçip hükümdarın kederle bulutlu yüzünü görünce çevreden birine sordu: Ne var? Kral niye üzgün? Arslanın annesi: Arslanı üzen senin hayatta kalınandır! Göz yumu lup açılıncaya kadar kısa da olsa... Bundan böyle sen ölüsün! Arslan mahvedecek seni!

153 Dimne aldı sözü: Eskiler (söylenmedik) bir şey bırakmamışlardır son radan gelenlere... Denilir ki: "Belâ, kucak açıp teslimiyetle bekleyenden önce, endişeyle kaçan ve korunana gelirmiş." Kral, özel adamları ve askerleriyle kötü örnek olmasın... Şöy le bir söz duymuştum: "Kötünün kötülüğünü bildiği halde dostluğunu bırakmayan, elbet kendine etmiştir eziyeti!" İşte bu yüzden zahitler halkla hemhal olmaktan vazgeçerek yal nızlığı tercih etmişler; Allah rızası için ibâdet aşkını dünya hevesine ve dünya tutkunlarıyla dostluğa tercih etmişlerdir. İyiliğe tam iyilikle, güzelliğe tam güzellikle karşılık veren kim var Allah'tan gayrı? İyiliğin mükâfaatını kullardan bekleyen, mahrum kalacaktır! Zîrâ Allah'tan başkası için gönlünü vere vere çabalamak, kuldan karşılık beklemek suretiyle hakîkaten sapıtmıştır. Hükümdarın halkı güzel huya, doğru tavıra, dürüst hayata önem vermelidir. Bilgeler şöyle der: "İnanılmayacak şeye inanan;, inanılması gerekli şeye inanmayan kişi kendini kölesine sunan ve bu kölenin oyunuyla rezil rüsva olan hâtûn gibidir ki aynı belâ gelecektir başına." Arslanın annesi: Nasıl olmuş bu? Dimne: Bir şehirde bir tacir yaşarmış. Güzel mi güzel nâzik mi nâzik bir hâtûnu varmış onun... Adamın komşusu olan mahir bir ressam o kadının dostuymuş. Kadın bir gün ressama der ki: Hiç ses-sâdâ olmadan, îmâ etmeden ve ikimizin dav ranışından şüphe uyandırmayacak cinsten bir "yanaşma ve gelişme işareti" bulursan iyi olur! Ressam: Tamam, böyle bir çözüm buldum; sevineceksin, göz lerin parlayacak! Söyleyeyim: bende bir harmani var, sanat-

154 kârâne suret ve işlemelerle bezeli. Sana niyetlendiğim zaman bunu giyer öyle görünürüm! Ressam bu harmaniyi giyinmiş ve kadına zuhûretmiş, kadın da onun bulunduğu yeri tespit ederek varmış yanına. Kadın, memnun ve dostuna kendini hazırlamakla meşgul iken kölesi onu görür; ondan hoşlanır ve hayran hayran seyreder.. Meğer bu köle, ressamın cariyesinin dostu imiş... Her neyse, birgün köle, cariyeden "malum harmani" yi ister. Câriye, sebebini sorunca; - Bir dostuma göstermek ve böylece memnun etmek istiyorum onu! Merak etme, efendinin haberi olmadan elbiseyi sana geri getirmek için elimi çabuk tutacağım! der köle... Ressamın cariyesi harmaniyi köleye verir. Köle, elbiseyi giyer ve ressamın gelişi gibi zuhur eder hanımefendisine. Kadın onun siluetini görünce dostu olup olmadığı hususunda hiç tereddüt etmeden yanaşıverir ve koynuna girer... Böylece köle döner, harmaniyi cariyeye verir, o da yerine koyar. O esnada ressam evde yoktur. Geceleyin evine döner. Âdeti veçhile elbiseyi sırtına geçirir ve kadına görünür. Kadın şaşırır, adama yanaştıktan şöyle der: Ne çabuk döndün? Az önce yanımda değil miydin? Bu tekrar niye? Ressam kadının sözlerini işitince derhal evine döner, cariyesini çağırır, gerçeği anlatmasını ister. Aksi halde onu öldürecektir. Câriye çarnaçar durumu anlatır, ressam da harmaniyi ateşe atar. (Dimne sözlerine devamla) Benim bu misâli getirişim, hükümdarımızın bendesi hakkında bazı şüphelere dayanarak hüküm vermesini engellemek kastıyladır. Hayır, hayır; bu hikâyeyi ölümden korktuğum için anlatmış değilim. Zîrâ sevilmeyen bir şey de olsa ölüm her canlıyı yakalayacaktır bir gün! Kaldı ki yüz canım olsa kralımızın arzusuyla bunların hepsini feda etmekten çekinmem, seve seve koşarım ölüme!

155 O esnada askerlerden biri ileri atıldı, itiraz etti: Dimne bu sözleri, kralımızı sevdiği için söylemiyor. Paçayı kurtarmak istiyor, bahaneler buluyor! Dimne cevap verdi: Yazık sana! Kendime bir özür bulmaya çalışıyorsam ayıp bunun neresinde? İnsana kendi benliğinden daha yakın kim vardır? İnsan kendine mâzaret aramazsa kime arar? Evet, evet; şu bir türlü gizleyemediğin kin ve kıskançlık su yüzüne çıktı! Seni dinleyen şuna kani olmuştur ki sen hiç kimsenin iyiliğim istemezsin! Hatta sen, kendinin bile düş manısın! Başkasına haydi haydi buğz edersin! Senin gibileri nin hayvanlarla beraber olması bile doğru değildir! Nerde kaldı krallarla yâren olmak, onların kapısında beklemek!.. Hiçbiri senin lâyığın değil, bu değerli makamların! Dimne'nin bu sözlü atağı karşısında utanan asker başını eğerek sıkıntılı bir hal ile dışarı çıkar Arslanın annesi Dimne'ye çıkışır: Doğrusu utanmazlığına, küstahlığına, seninle konu şana karşı dâvayı kendi lehine çevirerek yaptığın hilebazlığa şaştım! Dimne ona da cevap verir: Sen bana tek gözle bakıyor, laflarıma karşı tek ku lağını kabartıyorsun! Üstelik bedbahtlık yakamı bırakma mış, hakkımda ileri geri laflar etmişler hükümdarımızın huzurunda! Evet çevremde herşeyin değiştiğini görüyorum. Millet, hakikati söylemez olmuştur. Hükümdarın kapı kul ları, onu hafife aldıkları, onun da bu zavallılara bol bol da ğıtması yüzünden lüks ve eğlenceye gömülmüşler; ne za man konuşup ne zaman susacaklarına dâir ölçüyü kaybet mişlerdir! Kralın annesi iyice kızar: Bak şu şirret küstaha! Cürmünün büyüklüğüne rağ men nasıl da masum gibi laf yetiştiriyor, hiç hatâsı yokmuş gibi konuşuyor!

156 Dimne cevabı yapıştırır: Üzerlerine vazife olmayan işlere burunlarım sokan lar hiçbir kıymet ifade etmezler! Kum. dolduracağı yere kül ve gübre dolduran; karı elbisesi giyen erkek; erkek elbisesi giyen karı; "Ben ev sahibiyim" diyen misafir ve mecliste kendisine sorulmayan şeylere cevap veren işgüzar gibi! Talihsiz kişi, iş ten anlamayan, milletin derdini bilmeyen ve kendisine değe cek kötülüğü bertaraf edemeyecek denli zayıf olandır. Arslanın annesi: Hâin seni! Âdi düzenbaz! Bu laflarınla hükümdarın gözünü boyayacağını ve onun seni zindana tıkmayacağını mı sanıyorsun? Dimne cevap verdi: Hâin odur ki düşmanı asla onun hilesinden emin olamaz. Ve o, hasmını ele geçirdi mi suçsuz da olsa öldürür! Arslanın annesi: Bre yalancı hâin! Sen yalanının getireceği âfetler den paçayı kurtaracağını mı sanıyorsun? Suçun dağ gibiyken hileyle işin içinden sağsâlim çıkacağını mı sanıyorsun? Dimne cevap verdi: Yalancı o kimsedir ki olmayanı olmuş gibi anlatır, yapılmayanı yapılmış gösterir. Benim sözüm doğrudur! Ger çeği gösterir. Arslanın annesi, "İçinizde bilge olanlar bu konuda göreceğini görmüştür!" dedi ve kalkıp gitti. Arslan Dimne'yi kadıya teslim etti. Kadı onun hapsedilmesini istedi. Böylece boynuna bir ip takılan Dimne zindana götürüldü. Gece yarısı Kelile, Dimne'nin hapse atıldığını duyar ve gizlice ziyaret eder onu. Eski dostu Dimne'yi, her yandan sımsıkı saran ve acıtan bukağılar, prangalar ve zincirler içinde görünce ağlar ve şöyle der: Hile yoluna saparak onu bunu aldatman ve dost öğüdüne kulak asmaman sebebiyle düştün zindana! Ben sa-

157 na öğüt vermekten geri durmadım. Sana hep içten davrandım, yardımına koştum. Zîrâ her hâle uygun kâlin ve her makama uygun cevâbın vardı. Sen felâkete uğramadan önce sana nasihat vermeseydim elbet suçuna ortak olurdum. Havalara girdin, gururlandın; aklın karıştı, sana nice misâller getirerek uyanlarda bulunduğum halde beni dinlemedin. Sana bilge kişilerin vecizelerini hatırlatıyordum. Nitekim onların sözlerindendir: "Hilekâr, ecelinden önce gider!" Dimne aldı sözü: Sözünün doğru olduğunu bildim. Bilgeler şöyle der ler: "Bir suç işlediğinde cezadan şikâyetçi olma, karamsarlı ğa kapılma! Kuşku yok ki suçunun cezasını dünyada çekmen, günah yüküyle âhirete varıp ateşe atılmandan daha iyidir." Kelile: Demek istediğin şeyi bildim... Ama senin suçun bü yük, arslanın cezalandırma tarzı ise ağırdır! Zindanda Kelile ile Dimne'nin yakınlarında bu sözleri dinleyen ama onlara görünmeyen bir pars varmış. Mahkûm pars, Kelile'nin Dimne'yi işlediği suçtan ötürü eleştirdiğini; berikinin de bu kötü işi, büyük suçu itiraf ettiğini anlamış. Arada cereyan eden konuşmayı hafızasına nakşetmiş, sorulduğu takdirde tanıklık etmek üzere... Sonra Kelile evine gider. Sabahleyin arslanın annesi oğlunun huzuruna varır ve şöyle der: Ey vahşî (hayvanların) efendisi! Dün söylediklerini unutmuş biri olmaktan uzaksın elbet! Sen enirini tam vak tinde verdin, böylece kullan yaratan Rabb'ı razı ettin. Bilge ler şöyle der: "Mühim konularda çekimserlik ve merhamet doğru değildir. Hele suçlunun günahını müdâfaa etmek asla doğru değildir" Arslan annesini sözlerinin dinledikten sonra yargı makamında bulunan kaplanın huzura gelmesini emreder. Kap-

158 lan gelince ona ve Âdil Cevvas'a (adlî müfettiş arslana) şöyle emreder hükümdar: Yargı makamına kurulunuz, küçük-büyük tüm ordu mensuplarını çağırınız! Herkes gelsin, Dimne'nin hâline baksın, durumunu incelesin, suçunu araştırsın! Sözleri ve savunması mahkeme zabıtlarına kaydedilsin! Siz her gün vaziyeti bana arzediniz! Kaplan ve arslanın amcası olan Âdil Cevvas: Hükümdarımızın emrettiklerini işittik ve itaat ettik! diyerek huzurdan ayrıldılar. Emredilenin gereğini yapmak için harekete geçtiler. Nihayet mahkemeyi kurarlar, üç saat (belirli bir vakit )ten sonra hâkim Dimne'nin getirilmesini emreder. Dimne getirilir, hâkimin karşısına konulur. Jüri de oradadır. Mahkeme yerinde eksikler tamamlanınca Jüri heyetinin başı yüksek sesle çağrıda bulunur: Ey Jüri heyeti! Biliyorsunuz ki yırtıcıların hükümdarı, Şetrebe'yi öldürdükten beri sıkıntı içinde kıvranmaktadır. Şetrebe'yi suçsuz yere öldürdüğü, Dimne'nin yalanı ve arabozuculuğu sebebiyle onu cezalandırdığı kanaatindedir. İşte şu hâkim, mahkeme kurma ve Dimne'nin durumunu araştırma emriyle buraya gelmiştir, içinizden kim Dimne hakkında iyi kötü bir şeyler biliyorsa söylesin, jüri önünde ve tanıkların huzurunda bildiğim açığa vursun, tâ ki Dimne'yle ilgili hüküm buna muvafık olsun! Eğer iş, onun îdama mahkum edilmesini gerektirecek denli ciddî ise soğukkanlı ve yavaş davranmak münâsiptir. Acele, hevâdan (nefisten, şahsî meyilden) gelir. Ama yanlışı savunan dostların peşinden gitmek alçaklıktır, ayıptır! Hâkim alır sözü: Ey heyet! Başkanımızın sözünü dinleyiniz. Dimne hakkında bildiğiniz bir şey varsa gizlemeyiniz. Onunla ilgili bir hususu örtbas etme gayreti içinde (iseniz) şu üç meseleyi sakın ha ırak tutmayınız aklınızdan:

159 Evvelâ onun yaptığı bir şeyi küçümsemeyiniz! En önemli uyarı bu! Zîrâ masum bir kişiyi yalan dolanla karalamak ve katline sebep olmak da büyük suçlardandır. O halde yalan ve fitne ile bir masumu idam ettiren yalancı konumundaki bu kişi hakkında kim bir şey bilir de gizlerse o, hem cezada hem de işlenen suçta suçlunun ortağı olmuş demektir. ikinci mesele şu: Suçlu suçunu itiraf ederse kendisi için iyi olur. Hükümdara ve askere yakışan da böyle olanı affetmek ve cezalandırmamaktır. Üçüncü mesele: Suçluları ve sapkınları kayırmamak, onların halkla ve seçkinlerle dostluk tesis etmelerini engellemek, kurulacak muhtemel bir yakınlığın tüm vesilelerini ortadan kaldırmakla ilgili... Şimdi bu düzenbaz hakkında kim bir şey biliyorsa şurada, tanıklar huzurunda, bildiğini açığa vursun! Böylece suçlu aleyhine kesin bir delil varsa ortaya çıksın! Denilir ki: "Kim bir maktul hakkında bildiği şeyleri gizlerse kıyamet günü ateşten bir gem vurulur ona!" O halde (suçlu ölmeden) herbiriniz söylesin bildiklerini! Heyet, hâkimin sözlerini dinledi, sustu. Dimne aldı sözü: Sizi susturan nedir? Söyleyiniz bildiklerinizi ve biliniz ki her kelimenin bir cevâbı vardır. Şöyle der bilgeler: Görmediğine tanıklık eden ve bilmediği şeyi söyleyen adam, şu doktorun uğradığı belâya müstehak olur ki; hiç anlamadığı hususlara dahi 'biliyorum' derdi o... Nasıl olmuş bu? Dimne anlattı: Anlatırlar ki bir kentte (işinde) uzman mı uzman bir doktor varmış. Sahasıyla ilgili ilaçlan tanıma ve anlama kabiliyeti pek yüksekmiş. Yaşı ilerlemiş ve gözleri zayıflamış bu hazık doktorun... O kentin hükümdarı, kızını yeğeni ile evlendirmiş. Kız

160 hâmile kalmış ve genelde hamilelerin çektiği dertler ve hastalıklar onu da yakalamış. Böylece bizim mahir doktor saraya gelmiş, kadıncağıza ağrısını ve neler hissettiğim sormuş. Kadın elinden geldiğince anlatmış derdini. Doktor, hastalığın teşhisini yapmış, ilacını tesbit etmiş ve şöyle demiş: Eskisi gibi görebilsem köklerini, nevilerini bildiğim şeylerle karışımlar hazırlar; ilaçları sunardım size. Ama bu hususta başkasına güvenemem... Kentte cahil mi cahil bir adam varmış. Kadının hastalığıyla ilgili haberi duyunca varmış saraya, kendisinin "tıp âlimi" olduğunu iddia etmiş karşısına çıkanlara! Güya çeşitli ilaçların karışımdan ve hammaddelerinden haberdar imiş! Hatta mürekkep (belirli maddelerin belirli dozlarda karıştırılmasıyla üretilen) ilaçları bildiği gibi müfred (tek maddeden üretilen) ilaçlan da biliyormuş! Hükümdar adam ilaç deposuna gitsin, ihtiyaç duyduğu her türden ilaç ve maddeyi alsın diye emir çıkarmış. Cahil kütük, depoya dalıp çeşitli ilaçlarla karşılaşınca -ki devadan, terkipten anlamaz biri olduğunu söylemiştik- paldır küldür sarılmış gördüklerine. Eline aldıkları arasında derhal öldüren türden zehirle dolu bir çıkın da varmış! Adam bu zehrin ne zehir olduğundan, ne de cinsinden haberdar değil ya; katmış karıştırmış, ilaçların içine ondan!.. Her neyse, ilacın karışım ve hazırlanış (!) işi son buldukta hasta kadın içivermiş hemen. Ve anında ruhunu teslim etmiş. Haberi alan hükümdar câhil kütüğü çağırmış, aynı ilaçtan ona da içirmiş ve herif oracıkta mort olmuş! (Dinine devam eder sözüne) Bu hikâyeyi şu amaçla anlattım: haddin aşılması, suç işlenmesi gibi ciddî bir hususta şüpheyle iş gören adamın her an ayağını sürçebileceği, fecî bir hata yapabileceğini bilmeniz lazım. O halde aranızdan kim ortaya atılır da haddini aşarsa o câhil herifin akıbetine uğrar, kınanacak kişi de bizzat kendisi olacaktır. Bilgeler derler ki: "Nice konuşan var ki konuş-

161 tuğu sizin önünüzde (ve dilinizde) dönüp dolaşırken cezalandırılan o olur"* Haydi şimdi bir bakın kendinize, düşünün! Domuzların başı arslan nezdindeki itibarı ve yüksek mevkiine güvenerek gururlu bir edayla söz aldı: Muhterem bilginler! Sözümü dinleyiniz, kalbinize nakşediniz! Bilge kişiler, iyiler için şöyle der: "Onlar sîmâla rıyla tanınır!" Siz ey Allah'ın lütfü ve inâyetiyle kudret ve di rayet sahibi olan cemaat! Elbette iyi ve sâlih kulları sîmâla rıyla, sûretleriyle tanıyabilir; küçük bir alâmetle büyük hâdi seyi keşfedebilirsiniz! Şu eşkıya Dimne'nin ne idügünü gösteren, onun hainliğini anlatan nice delil vardır meydanda! Haydi bu delilleri onun müşahhas varlığında, zahirinde arayın!** Böylece meselenin künhüne vâkıf olur, tam anlamıyla tatmine erersiniz! Hâkim, domuzların başına dönerek dedi ki: Ben de buradakiler de iyi biliriz ki sen suretteki kö tülük emarelerini hemen görebilirsin! Haydi söylediğin hu susu açık et bize ve şu bedbahtın suratında gördüğün şeyleri anlat! Domuzların başı söz alır, Dimne'yi kötüleyerek der ki: Büyük bilginlerin yazdıkları ve anlata geldikleri (fizyoloji) prensiplerine göre kişinin burnu sağa meyyal olup sol gözü sağ gözünden ufak olsa ve devamlı seğrese tüm adi liği, hilekârlığı ve caniliği kendinde toplamış sayılır o! Dimne bu tarifi işitince şöyle der: Sen bu halinle kocasından azar işiten kadını hatır latıyorsun. Adamın biri söyle demiş karısına: "Önce kendi çıplaklığım gör de başkalarının çıplaklığına bakarsın sonra!" Şöyle de çevrilebilir: (Bilginler derler ki: "Nice konuşan var ki sözüyle derhal ceza alır" Söz sırası sizde şimdi bakın kendinize ve düşünün!) Ancak bizim yukardaki tercihimiz en uygun çeviridir. "Zahirinde arayın": Bu özel bir tabirdir. Yani, "zannî hükümler vermeyin, suçun delillerini en açık bir şekilde bulun onun üzerinde" demektir.

162 Çevredekiler Dimne'nin bu misâline dikkat kesilip: Nasıl olmuş hâdise? Diye sorunca Dimne sözün de vamını getirir: Anlatırlar işte: bir kente düşman girer, epey cana kı yar, hayli esir alır, ganimette de yükünü tuttuktan sonra döner kendi yurduna. Bu savaşta bir askerin payına düşenler arasın da bir çiftçi de bulunmaktadır, iki hanımıyla beraber! Asker esirlerini doğru dürüst doyurmaz, onlara giysi vermezmiş. Çiftçi hanımlarım yanına alarak asker için odun toplamaya çıkar. Üçü de çıplaktır. Kadınlardan biri yolda bulduğu bir çaputla avretini örterek kocasına dönmüş ve eliyle kumasına işaret edip söylenmiş: Şu arsız karıya bak, nasıl da rahat! Hiç utanmadan çıplak geziyor, avretini örtmüyor! Kocası cevap vermiş: Sen kendine bakıp anadan doğma üryan olduğunu görebilsen, senin durumunda olan arkadaşını kınamazdın böyle! (Dimne, domuza dönerek devam eder:) Hayret edilecek birisin seni gidi âdi, iğrenç domuz! Aşağılık herif, rezalet senin harcında var! Yine şaşılacak bir durum ki bedenindeki pisliğe ve çarpıklığa, başkaları gibi kendince de bildiğin onca kötülüklerine rağmen hükümdarın yemeğinde hazır bulunuyor, onun önünde dikilme cüretini gösteriyorsun. Benim gibi vücudu pak ve alnı ak bir muhterem hakkında ileri geri laflar edersin ha? Senin iğrençliklerim sâde ben değil, burada hazır olan tüm cemaat biliyor! Evet, aramızda bir zamanlar mevcut olan dostluk senin aybını ona buna söylemekten beni alıkoyuyordu... Ama değil mi ki sen yüzüme karşı iftiralar attın herkesin huzurunda; kinini ortaya döktün, hiç bir bilgin ve delilin olmadan ağzına geleni söyledin; artık benden günah gitti! Herkesin bildiği kusur ve günahlarını söyleyeceğim sadece!

163 Seni bilen ve tanıyanın yapması gereken şey, hükümdarın sofrasını hazırlama görevini senden almasıdır! Hükümdarı uyarmalı ki bir daha bu şerefli işte çalışmayasın! Çiftçilik yapmaya kalksan daha çabuk hüsrana uğrarsın, ona bile lâyık değilsin! Sana düşen, hiçbir işe burnunu sokmaman, hiç bir şey yapmamandır! Bırak haşmetmeâbın baş hizmetkârı olmak, halktan biri gibi deri tabaklayıcısı veya hacamatçı bile olamazsın, olmamalısın sen! Domuzların başı öfkeyle kükredir Bu ağır sözleri bana mı söylüyorsun? Dinine küstahça cevapladı: Evet, aynen öyle! Sana lâyık olanı, hakikati konuş tum! Seni kastediyorum behey aksak, yamuk bacak, şiş gö bek, sarkık taşak, yanık dudak, içi de dışı da kazurat yaratık seni! Dimne'nin bu ağza alınmaz küfürleri karşısında afallayan domuz başını eğer, yüzünü ekşitir; gözlerinden yaş gelir... Kekeler, ezilir, büzülür, neşesini tamamen kaybeder... Dimne onun sersemlediğini görünce şöyle der: Hükümdar senin pisliğini görüp çirkin yanlarına vâkıf olunca yemek hizmetinden alıkoyacak seni, huzurun dan uzaklaştıracak! İşte o zaman ağlayacaksın alabildiğine! Arslanın, dürüstlük konusunda evvelce denediği ve hizmetine aldığı bir çakal vardı. Ona "mahkemede hazır olmasını, taraflar arasında cereyan eden konuşmaları belleyip kendisine haber vermesini" emretmişti. Bu çakal mahkemeden kalkıp hükümdarın huzuruna gider ve neler konuşulduğunu bir bir anlatır ona. Olan bitenden haberdar olan arslan derhal domuzların başını sofra hizmetinden alır, onun bir daha huzûr-ı âlîye çıkmamasını emreder, bir daha asla yüzünü görmek istemediğim söyler!

164 Gün devrilmiş, mahkemede cereyan eden hâdiseler ve diyaloglar zabıtlara geçmiş, kaplan da mührünü basmıştı kayıt defterine. Herkes evine dönmüştü. Arslanın özel hizmetkârı çakal Ruzbe (Revzebe) ile Kelile arasında öteden beri dostluk varmış. Ruzbe arslan nezdinde kabul gören biriymiş... Zaman gelmiş; Kelile, kendisinin ve arkadaşı Dimne'nin başına gelecek musibetlerden endişe ederek ölmüş. Özel hizmetkâr Ruzbe, Dimne'nin yanına gitmiş ve Kelile'nin derin bir üzüntüye gark olarak vefat ettiğini haber vermiş. Dimne epey ağlamış, yas tutmaya başlamış. Bu arada Ruzbe'ye şöyle demiş: Can dostumun firakından sonra neyleyim dünyayı! Ama Yüce Allah'a şükürler olsun ki Kelile ölmeden senin gi bi hayırlı bir akrabayı bana miras bıraktı. Senin bana olan ihtiramını, ihtimam ve muhafaza hislerini Allah'ın lütfü ola rak görüyorum. Artık kesin inandım ki şu zor durumunda sen benim ümidim ve dayanağımsın! Senin engin lûtfuna sığınarak şuraya gitmeni, kardeşimle beraber binbir emekle yığdığımız ve Allah'ın izniyle bu günlere getirdiğimiz serveti bana ulaştırmanı istiyorum! Çakal Ruzbe, Dimne'nin dilediğini yerine getirir; mal geldikte Dimne hemen önündeki servetin yansını ona verir ve şöyle der: Sen, hükümdarımız arslanın huzuruna girip çık mada başkalarından daha şanslısın. Haydi benim için ça lış, benimle hasımların arasında vuku bulan konuşmalar hükümdarımıza arzolundukta onun beni nasıl andığına dikkat et! Bak bakalım, arslanın annesi benim hakkımda ne diyor; arslan onu dinliyor mu; yoksa ona kulak asmıyor mu; neler olup bittiğini bir bir belle ve bunları bana ilet!

165 Çakal Ruzbe, Dimne'nin sunduğu serveti kabul eder, onunla akitleşir ve kendi evine gidip malı oraya buraya yerleştirir... Ertesi gün arslan erkenden makamına kurulur. Kısa bir süre sonra adanılan huzura çıkmak için izin isterler. O izin verince mahkeme zabıtlarını getirip önüne koyarlar. Arslan, görevlilerin ve Dimne'nin sözlerinden haberdar olunca annesini çağırıp onu da haberdar eder. Anne, mahkeme zabıtlarını dinleyince öfkeyle bağırır: Bu laflan dinlemekten menetmemiş miydim seni? İşte bizim kuyumuzu kazan ve bizimle yaptığı dostluk, doğ ruluk ve sadakat ahdini bozan âdi herifin sözleri bunlar! Anne bu laflan ettikten sonra kızgın bir şekilde çıkıp gider. Bu çıkışmalar Dimne'yle anlaşmalı hareket eden çakal Ruzbe'nin gözü önünde meydana gelmiştir. Ruzbe derhal Dimne'nin yanına gider, olan biteni anlatır. Bu arada mahkeme kollukçusu gelir. Dimne'yi alıp mahkemeye götürür. Dimne hâkim huzuruna çıkarıldıkta reis celseyi açarak söze başlar: Aslında dürüst, güvenilir biri senin durumunu an lattı; iç yüzünü bize açtı! Ve daha fazla araştırmaya da gerek yok... Bilge kişiler derler ki: "Allah Teâlâ dünyayı Âhiretin yolu ve delili yaptı. Zîrâ dünya. Allah'tan gelen peygamberlerin yurdudur. Onlar in sanları iyiliğe ve cennet'e çağırır, Allah'ı bilme ve emirlerine uyma doğrultusunda tebliğ yaparlar." Senin durumun bizim için açıktır. Hakikatte nasıl olduğunu bize anlatan kişi, gayet güvenilir biridir. Durumun bizim nezdimizde ayan beyan ise de hükümdarımız seni iyiden iyiye araştırmamızı emretmiştir. Dimne alır sözü: Ey hâkim! Öyle görüyorum ki henüz âdil bir muha keme tarzına alışmamışsın! Suçsuz ve mağdurları, adaletten

166 nasipsiz hâkimlere teslim etmek yakışmaz ulu hükümdarlara! Bilakis masumların kayırılması ve âdilce muhakeme edilmesi gereklidir! Nasıl olur da tutuklanışımdan bu yana üç gün geçmeden ve iyi bir sorgulama yapılmadan, sadece keyfin için ölüm fermanı imzalıyorsun hakkımda? Ne doğru söylemiş şu vecizeyi söyleyen: "İyiliğe, hayır işlerine alışan kişi, yaptığı işten zarar görse de hiç önem vermez; devam eder âdetine!" Kadı alır sözü: Eskilerin kitaplarında şu hikmeti bulduk: Âdil hâ kim iyinin işiyle kötünün işini birbirinden ayıracak firâsette olmalıdır! Ancak bu yolla iyiyi iyiliği sebebiyle korur, mükâ faatlandırır; kötülüğü kötülük sebebiyle cezalandırır! Hâkim bu doğru yolu takıp edince iyiler iyilik yapmaya arzulu olur, kötüler kötülükten geri durur! Ey mücrim Dimne! İmdi sana yakışan suçunu itiraf etmen, hakikati bütün çıplaklığıyla dile getirmen ve tevbe etmendir! Dimne cevap vermede gecikmez: Dürüst hâkimler zan ile kestirip atmazlar! Ne seç kinler ne de avam tabakası için zanla hüküm vermezler. Zî râ onlar kesin bilir ki zan, hiçbir hakikat ifade etmez; mev cut hakikati zedeleyemez! Eğer beni, yaptığımı zannettiğiniz şeylerden ötürü suçluyorsanız bilmelisiniz ki ben sizden daha iyi tanıyorum kendimi! Benim kendim hakkımdaki bilgim kuşku götürmez bir kesinlik ifade eder! Oysa sizin benim hakkımdaki bilginiz şüphenin en uç noktasındadır. Sizin demenize göre ben, "başkalarını ihbar ettiğim için" suçluyum. Peki suçsuz olmama ve itham edildiğim şeyden uzak olduğumu bilmeme rağmen kendim hakkımda yalan söylesem, kendimi ihbar etsem, ölüme mahkûm kılsam kendimi, bana ne mazeret bulacaktınız? Kuşkusuz be-

167 nim öz varlığım en çok hürmet edilecek ve hukuku en çok korunacak varlıktır nezdimde! O halde böyle (yalan ihbarı) sizin en aşağınıza da yapsam, en yukarınıza da yapsam asla doğru olmaz; ne dindarlığıma ne de karakterime yakışır bu! Başkalarına asla yapamayacağım bir şeyi kendime hiç yapmam! Öyleyse kendim hakkımdaki tanıklığıma inanmalısınız! Hâkim Bey, bu iddianızdan vazgeçiniz! Eğer bana iyilik yapma, nasihat verme sadedinde bu laflan etmişseniz yanlış adama konuştunuz demektir. Eğer bana bir tuzak kurma kastıyla böyle konuştuysanız bilmelisiniz ki en kötü düzenbazlık; hiç yapmaması gereken kişiden, umulmayan birinden gelen düzenbazlıktır! Şu kesin bir hakikattir ki hile ve tuzak âdil hâkimlerin ve güvenilir idarecilerin işi değildir! Şunu iyi biliniz ki ağzınızdan dökülenler ancak câhillerin, şerli kişilerin ahlakına ve âdetine yaraşır cinstendir; onlar bu yoldan yürür! Hâkimlerin doğru davranışları ve doğru kararlan, doğru kişiler tarafından benimsenir! Yanlış karar ve davranışları ise Allah'tan korkmaz kuldan utanmaz yüzsüzler tarafından kullanılır, onların ekmeğine yağ sürer! Hâkim Bey! Ağzınızdan dökülen sözlerden ötürü başınıza epey bir musibet gelecek diye endişe etmekteyim. Şu anda hâlâ hükümdar nezdinde; onun askerleri, seçkinler ve avam nezdinde âdil ve makbul görünmeniz hatta iffetli faziletli ve adaletli sayılmanız belâ sayılmaz! Asıl musibet bu saydığım güzel hasletleri bana karşı uygulamıyor oluşundur! Benim dâvamı görürken unutuverdin adaleti, erdemi, dengeliliği ve hikmeti!* Hâkim, Dimne'nin sözlerini uzun uzun dinledikten sonra durumu arslana arzetti, sonunda bir karara varsın diye! Arslan epey bir düşündükten sonra annesini çağırdı ve Bazı nüshalarda buradan itibaren yalan yere şahitlikle ilgili papağan hikayesi vardır.

168 ona anlattı her şeyi. Anne, Dimne'nin sözlerini ince ince düşündü ve şöyle dedi oğluna: Ben masum olan bir dostunun ölümüne vesile olacak kadar seni aldatan yalancı muhbir Dimne'nin geçmişte sana karşı işlediği cürümleri, yediği haltları düşünmüyorum şimdi... Asıl endişem sana tuzak kurarak her şeyini altüst etmesi ve senin canına kıymasıdır! Anasının bu uyarısı arslanı kara kara düşündürür ve şöyle der: Dimne'nin aşağılık bir mücrim olduğunu sana anla tan kişiyi bana bildir ki kesin bir delile dayanarak Dimne'nin işini bitireyim! Arslanın annesi: Benden sırrını gizlememi isteyen kişinin samîmice anlatıverdiklerini sana ifşa edecek değilim! Yıllar sonra Dim ne'yi bu yolla, bilgelerin pek de hoş bulmadığı sır ifşa etme yoluyla altedişim aklıma gelirse asla sevinmem! Ama dur ba kalım; bana sır emânet edene bir danışayım, serbestlik iste yeyim; ifşa etmeye razı olursa bırakayım kendi anlatsın sana tüm bildiklerini! Böylece arslanın annesi, kaplana adam gönderir. Kaplan, annenin yanına gelir. Anne arslan kaplana "hakkın ve adaletin ortaya çıkması için" elinden geleni yapmasını rica eder. Ve kendisi gibi muhterem birinin asla gizlememesi gereken bir şahitlik yüküyle vicdanını karartmasını doğru bulmadığını belirtir. Mazlumlara yardım etmenin hem hayatta hem de öldükten sonra mesut olmak ve hakikati ayakta tutmak bakımından pek mühim bir vazife olduğunu vurgular. Zîrâ bilgeler şöyle demiştir: "Kim, (suçsuz) bir maktul ile ilgili tanıklığın gizler, açık bir delili ortaya koymaktan kaçınırsa Kıyamet günü kendini kurtaracak delil diline dolanır da hiç bir şey söyleyemez, mahvolur!" Arslanın annesi bu yoldaki telkinleri artırır, kaplana ruhî baskı yapar... Nihayet kaplan kalkar, hükümdar arşla-

169 na gider, Dimne'nin itiraflarım duyduğu şekliyle aynen anlatır! Kaplanın ifşaatta bulunduğunu duyan pars da haber gönderir hükümdara: "Benim de bildiklerim var!" der. Böylece hapisten çıkarılan pars, Dimne'den duyduklarını bir bir anlatır... Arslan nihayet kaplan ile parsa der ki: Madem meselenin iç yüzünü bilip bizim hani hani tahkikat yaptığımızdan haberdar oluyordunuz, niye evvelce söylemediniz herşeyi? Şöyle derler cevap olarak: Tek kişinin yapacağı tanıklık hukuken hiç bir an lam ifâde etmezdi, bunu biliyorduk. Bu yüzden karan nihâî olarak etkilemeyecek bir davranışa tevessül etmek isteme dik. Ama ikimizden biri bildiklerini anlatınca öbürünün şa hitliği de bir mânâ ifâde eder oldu. Bu yüzden geciktik. Arslan biraz düşünür, kaplanla parsın sözlerini mâkul bulur ve emreder: "Dimne'nin zindanda boynu vurula!" İşte bu anlattığımız hâdiselere ibret gözüyle bakan şunu anlar: kişi başkası için kazdığı kuyuya er veya geç düşecektir!

170 TASMALI GÜVERCİN BABI Pâdişâh Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki: Bir yalancının iki eski dostu birbirinden nasıl ko parttığına ve ettiğinin yanına kâr kalmadığına dâir anlattık larını dinledim... Şimdi uygun görürsen "birbirlerine gönülden bağlı arkadaşların" (*) nasıl tanıştıklarını ve aralarında ne tür bir yarar ilişkisinin zuhur ettiğini anlat... Aldı sözü Beydebâ: Akıllı kişi hiçbir şeyi dostlara denk tutmaz! Zîrâ dostlar, iyilik ve güzelliklerin devamı için gayret eden, bir musibet geldiğinde teselli eden kaliteli kişilerdir. Bu mevzûya en iyi misâl, tasmalı güvercin, fare, ceylan ve karga arasında kurulan dostluktur. Hükümdar merakla sordu: Nasıl oldu bu? Beydebâ anlattı: Söylerler işte: Sekâvendecin eyaletine bağlı Dâher kenti civarında avı bol bir mıntıka varmış. Avcıların sık sık *Metindeki ifade ihvân-ı Safâ'dır: saf, temiz sevgiye dayanan bir dostlukla birbirlerine bağlananlar demektir.

171 geldiği bir uğrak yeri... Orada bol yapraklı bir ağaçta (hikâyemizin kahramanlarından) karganın yuvası varmış. Karga bir gün ağaca doğru yaklaşan bir avcı görür, bed suratlı kaba saba bir herif; üstelik omzunda ağ, elinde değnek vardır. Avcının gelişiyle endişelenen karga kendi kendine söylenir: Adam durup dururken buraya gelmedi elbet! Ya be nim canıma kıyacak ya başkasının... Bakayım hele ne yapa cak hayırsız! Avcı ağını açar, üzerine hububat saçar, kıyıda bir kuytuya kayar... Çok geçmeden tasmalı güvercin çıkar sahneye... O, güvercinlerin ve yanında bir sürü güvercin vardır. Hepsi de üşüşürler tanelerin üstüne, tek tek kursaklarına indirirlerken ağa takılırlar! Avcı ellerini ovuşturarak gelir, keyfi gıcır adam yaklaşır güvercinlere. Hayvancıklar tuzakta çırpınmakta, kurtuluş çaresi aramaktadır. Tasmalı güvercin der ki: Derdinize çare ararken aranızdaki dayanışmayı bozmayın! Hiçbirinizin canı, yanıbaşındaki arkadaşının ca nından tatlı gelmemeli size! Şimdi hepimiz birbirimize yardım etmeli, ansızın tek kuş gibi kanatlarımızı çırparak havalanmalıyız. Böylece her fert, yekdiğeri sayesinde kurtuluş olacaktır! Güvercinler toparlanırlar, bir sıçrayış yaparlar; toplu dayanışma sayesinde ağı kaldırıp havaya yükselirler... Ama avcı ümidini kesmez, biraz sonra onların düşeceğini sanır. Bu esnada karga kendi kendine: "güvercinleri tâkibetmeli ve işin nereye varacağını görmeliyim" der. Güvercinlerin başı etrafına bakınır ve avcının arkadan geldiğini farkeder, arkadaşlarına dönerek der ki: Şu kurnaz avcı bizi tâkibetmekte kararlı gözüküyor! Eğer açıkta uçmaya devam edersek hep bizi tâkibedecektir, gizli kalamayız ona! Ama insanların oturduğu şenlikli yerle- 178,

172 BEYDEBÂ-İBNÜ'L-MUKAFFA / KELİLE VE DİMNE re yönelirsek ondan gizlenmiş oluruz, çekip gider ve bize ilişmez. Daha sonra falan yerdeki fare dostuma gideriz. O bizim ağı parçalar dişleriyle... Güvercinler söyleneni yapar, avcı onlardan ümidini keser, hevesi kursağında kalır, geri döner. Karga ise takibe devam eder. Tasmalı güvercin diğerlerini ardına takarak farenin yanına gelir; herkese emreder, yere konsunlar diye. Fare çeşitli tehlikeler zuhur ettiğinde rahatça kaçabilmek için zamanında delik kazmış tedbirli bir hayvanmış. Bizim güvercin başı onu kendi adıyla "Zeyrek, Zeyrek!" diye çağırır. Fare, derhal deliğinden çıkar ve Sen kimsin? diye sorar. Ben dostun Tasmalı güvercin! diye cevap verir beri ki. Fare koşarak gelir; Vay, sen bu tehlikeli duruma nasıl düştün? diye so rar. Güvercin alır sözü: Sen de iyi bilirsin ki, insanın başına gelen iyi kötü her hâdise evvelce yazılmış bir kaderin mahsûlüdür. İşte ba şıma gelen musibetin temel sebebi budur aslında. Ve şu ke sin bir hakikattir ki benden daha iyi imkanlarla donatılmış güçlü biri de alınyazısından kurtulamaz. Güneş ve ay bile takdir edilen günde "tutulur", kaçamazlar kaderden... Fare bu kısa vaazı dinledikten sonra ağın ilmeklerini kesmeye başlar. Güvercin başı: Önce diğer güvercinlerin düğümlerini kes, sonra ba na gel! der. Ama güvercin defaatla bu uyarıyı yapsa da fare onu dinlemez, önce ondan başlar; bir yandan da çıkışır: Amma tekrar ettin şu sözü! Sanki senin kurtulma ya ihtiyacın yok! Kendine acımıyor, özbenliğinin hukukunu ihmal ediyorsun! 179

173 180 Fare, kuşların ağını kemiriyor.

174 Güvercin başı endişeyle konuşur: Korkum şu: Benim düğümümü kemirmekle işe baş larsan buradaki işin bitince bıkarsın ve diğer arkadaşlara bakmazsın! Yani tembellik etmenden korkuyorum! Ama iyi bilirim ki sen önce arkadaşlarımın işini halletmeye çalışır san, ben sonuncu da olsam hiç durmadan çalışır, bıkmadan usanmadan kemirir ve nihayet beni de kurtarırsın! Fare heyecanla bağırır: İşte, bu yüzden seviyorum ya seni! Sana olan mu habbetim nasıl artmasın şimdi! Ve fare, koca ağı ilmek ilmek dişlemeye koyulur, işin sonuna gelir, güvercin başını da kurtarır. Karga farenin yaptıklarına şahit olunca onunla dost olmak istedi. Yaklaştı, adıyla seslendi. Fare, deliğinden başını çıkardı ve sordu: Ne istiyorsun? Karga: Seninle dost olmak! Aramızda bir münâsebet mi kuruldu ki dostluk tek lifinde bulunuyorsun? Akıllı kişi yolunu yordamını bildiği işin peşine düşer, bilmediği işe burnunu sokmaz. Hakikatte sen bir avcısın, ben ise senin mezenim! Karga: Evet sen benim için bir av konumundasın; ama seni mideye indirmem bana ahım şahım bir fayda sağlamaz, ihti yaçlarımı gidermez. Oysa senin dostluğunu kazanmak, senin zannettiğinden çok daha önemlidir benim için. Senden arka daşlık istirham ettiğimde beni eli boş çevirmek sana asla ya kışmaz. Beni sana çeken güzel huyun, yüksek karakterin gün gibi aşikâr ve kesin bir hakikattir. Evet sen bu üstün ya nını açığa vurmak istemedin ama akıllı kişi faziletini ne den li gizlemeye çalışsa da ortaya çıkar, ışık gibi aydın olur her kese! Nitekim güzelim misk de bir yere hapsedilir, gözlerden

175 ırak tutulur; ama bu perdeleniş, ortalığın şahane bir râihayla şenlenmesine mâni olmaz.! Bu uzun iltifatlar üzerine fare alır sözü: Bak, husûmetin en katısı, karakter sebebiyle zuhur edendir; bu da iki türlüdür. Biri, fil ile arslan arasında vuku bulduğu üzere dengi dengine bir düşmanlıktır ki bâzan ars lan fili, bazan da fil arslanı öldürür. Diğeri de hasımlardan birinin ötekine başlan çıktığı, mutlak galip olduğu düşman lıktır: kediyle yahut senle benim aramdaki düşmanlık gibi! Bilirsin ki bu tür husûmette zarar hep bana olur, sana bir şey olmaz. Böyle durumlarda doğacak bir arkadaşlığa gelince: kesin bir gerçektir ki su uzun uzun kaynatılıp iyice ısınsa da ateşe döküldükte yine kül eder yine kül eder! Zîrâ tabiatı bu! İşte böyle, düşmanıyla dost olan kişi koynunda yılan besleyen ahmak gibidir. Aklı olan, elbet arkadaş olamaz kurnaz bir düşmanla! Karga aldı sözü: Ne demek istediğini anladım. Ancak sen erdemin sayesinde doğru kararlar verecek birisin, sözümün hakikat olduğunu anlarsın: "Aramızda dostluğa imkan yok!" deme yecek birisin sen! Akıllı ve asil kişiler yaptıkları iyiliğe kar şılık beklemezler, iyiler arasında arkadaşlık çabuk kurulur, kolay kolay kesilmez! Bir misal verecek olursak altın sürahi den bahsedebiliriz. Bu sürahi kolay kolay yarılmaz ve çatla maz... Diyelim ki kırıldı, çatladı; derhal tamir edilebilir, le himlenebilir. Oysa kötüler arasındaki dostluk ansızın bitebilir, tekrar kurulması ise yıllar alabilir. Buna örnek, toprak testidir. Çok küçük bir baskıyla hemen kırılabilir ama bir araya getirip onarılması ve eski halini alması asla mümkün değildir. Şahsiyetli kişi, kendi gibi şahsiyetli olanı sever. Âdi ve seviyesiz kişi ise ancak bir yarar umudu veya tehlike kaygısıyla arkadaşlık kurar...

176 Ben senin dostluğuna, iyiliğine muhtacım! Sen asil birisin! Benle dost olmadıkça yemek yemeyecek, kapından ayrılmayacağım! Fare aldı sözü: Tamam, teklifini kabul ediyorum: artık dostuz. Ben sebepsiz yere hiç kimsenin talebini reddetmiş değilim... Seninle ilk anda yaptığım konuşma, emniyet ve îtimad hususunda titiz biri olduğumu göstermek istediğim için biraz tedirgin geçti. Sen bana vefasızlık etme niyetindeysen, en başta "fare kolay bir lokma, hemen aldanıyor; tav oluyor" demiyesin diye bu üslûbu seçtim... Bu açıklamayı yapan fare delikten çıktı, kapının kenarında durdu. Karga usulca seslendi: Niçin yanıma gelmiyor, canciğer dostum olmuyor sun? Hâlâ mütereddit misin bana karşı? Fare cevap verdi: Dünya ehli, iki şeyi birbirlerine takdim ederek dost luk peyda ederler aralarında: Can ve mal! Birbirlerine canla rını sunabilenler hakîkî, samîmî dostlardır. Mallarını sunan lar ise birbirleriyle yardımlaşan, karşılıklı istifâde imkanıy la mesrur olan kişilerdir. Dünya menfaati için iyilik yapan, eli açık davranan kişi, kuşlara tane atan avcıya benzer. Avcı hububatı kuş sürüsüne atarken elbet kuşların menfaatini düşünmez, amaç "avlamak"tır. Kişinin can sunması, elbette daha mühimdir mal sunmasından. Ben de senden can garantisi aldım, sana canımı sundum. Senin yanına gelememişsen, asla sana suizan besliyor oluşumdan değildir. Ama bilirim ki senin pek çok arkadaşın var ve onların sureti seninki gibi olsa da fikri ve görüşü seninki gibi değil.

177 Fareler zahidin yemeğini aşırıyorlar Karga aldı sözü: Dostluğun alâmetlerinden biri de dostun dostuna dost, düşmanına düşman olmaktır. Benim hiç bir dostum yoktur sana düşmanlık edecek, seni sevmeyecek... Şu da var ki benim türümden olup da sana düşmanlık edecek biri çıkarsa onunla tüm ilişkimi kesmek, inan çok kolaydır bana! Böylece fare karganın yanına geldi, kucaklaştılar. Samîmî bir dostluk havası esti. Birbirleriyle huzur buldular Aradan bir kaç gün geçtikten sonra karga şöyle der fareye: Senin deliğin insanların gelip geçtiği, sürekli kul landığı yola epey yakın. Bazı afacanların seni taşlayacağın dan endişe ediyorum. Benim cümle âleme ırak bir mekanım var, o civarda bir kaplumbağa dostum ikamet ediyor; balığı bol, bereketli bir yer orası, yiyecekleri rahatça temin edebili riz orada... Evet, huzur içinde hayat sürmemiz için seni oraya davet ediyorum. Fare aldı sözü: Tamam, arzuladığın yere vardığımızda sana entere

178 san hikâyeler anlatacağım. Şimdi nasıl istersen öyle çıkalım yola! Böylece karga fareyi kuyruğundan tutar, havalanır. Nihayet bahsettiği yere gelir. Kaplumbağanın bulunduğu gözeye yaklaştıkları zaman fareyle yanyana bir karga gören kaplumbağa irkilir, gelenin eski dostu olduğunu ilk anda anlayamaz. Karga kaplumbağaya seslenir, o da yanına çıkıp sorar: Nereden böyle? Karga, güvercinleri takibinden itibaren o âna kadar cereyan eden tüm hikâyeyi anlatır kaplumbağaya. Kaplumbağa farenin ahvâlini dinleyince onun zekâsına ve vefasına hayran olur, "hoş geldin!" diye iltifatlar yağdırır ve sorar: Hangi rüzgâr attı seni buralara? Bu arada karga, fareye eğilerek mırıldanır: Hadi bana anlatacağını söylediğin hikâyelerle bera ber kaplumbağa kardeşimin sorusuna cevap ver. (Aramızda geçenleri anlat) O, benimle aynı mevkide sayılır senin için... Fare alır sözü: Hayâtımın ilk yıllan Mârût kentinde âbid bir ada mın yanında geçti. Onun ailesi, çoluğu çocuğu yoktu. Her gün kendisine getirilen bir sepet yiyecekten ihtiyacı kadarım yer, geri kalanı bir köşeye asardı. Ben âbidi seyreder, o evden çı kar çıkmaz sepete sıçrar, ne bulursam mideye indirir yahut diğer farelere atardım. Âbid kişi sepeti benim ulaşamayaca ğım bir noktaya asmak için epey deneme yapmışsa da başa rılı olamadı. Bir gece misafir geldi ona. Yemek yediler, sohbete başladılar. Âbid misafire soruverdi; Nereden geldin, nereye gitme niyetindesin? Adamın gezmediği ülke, görmediği enteresan hadise kalmamış. Uzun uzadıya anlattı gezdiği şehirleri, gördüğü acayiplikleri...

179 Bu esnada âbid beni sepetten uzak tutmak için iki de bir elini kaldırıyor, hamle ediyordu benim tarafıma! Gezgin misafir buna içerledi ve sertçe bağırdı: Ben sana laf anlatıyorum, sen ise hiç takmıyorsun beni! Tamam; madem öyle, niye soru sordun bana? Âbid özür diledi ve mırıldandı: Fare kovalamak için elimi çırpıyorum. Şu meret hayvancık beni acze düşürdü. Eve ne bıraksam tırtıklıyor, hemen iç ediyor! Misafir sordu: Bir tek fare mi yoksa birden fazla fare mi var ortada? Âbid cevap verdi: Evin faresi çok... Ama içlerinden biri var ki beni res men aldattı, çare bulamıyorum ona karşı! Misafir: Senin halin şu sözü hatırlattı: adamın biri bir kadın hakkında demiş ki; "Bu kadın, ayıklanmış susam verip ayık lanmamış olanı satın alıyorsa elbet bir sebebi var!" Âbid sordu: Nedir işin aslı? Misafir anlattı: Bir kez falan şehirde oturan bir adamın misafiri ol muştum. Beraber akşam yemeği yedik. Sonra adam yatağımı hazırladı, kendisi de eşiyle beraber kendi yatağına çekildi. Benimle onların arasında saz bir perde vardı. Sabaha doğru bir aralık erkeğin karısına şöyle söylediğini işittim: Yarın yemeğe birkaç arkadaş çağıracağım, onlara yemek hazırlarsan iyi olur. Kadın cevap verdi: Bu da nereden çıktı? Evinde çoluk çocuğuna ancak yetecek yiyeceğin var! Bir de kalkmış misafir çağırıyorsun!

180 Sen değil misin yarına azık ayırmayan, iki şeyi üst üste koyup biriktirmeyen? Adam cevap verdi: Yemek olarak ikram ettiğimiz veya insanların yara rına sunduğumuz hiç bir şeye pişman olma! Zîrâ toplayan ve yığan kişi, kurdun akıbetine uğrar! Kadın: Bu nasıl olmuş? Adam: Hikayeye göre avcının biri yayını, okunu hazır edip çıkar; fazla ilerlemeden bir ceylan vurur. Ceylan sırtında evi ne dönerken karşısına bir yaban domuzu çıkar, ona attığı ok isabet ettiyse de hayvan can havliyle hamle yapar, avcıya ye tişir sivri dişleriyle vurduğu anda avcının yayı uçar elinden ve ikisi de ölür! O civardan geçen bir kurt ceylan, adam ve domuzdan oluşan cesetleri görünce: "Bak sen! Adam, ceylan ve domuz bana günlerce yeter... Ben ziyafetime şu yay kirişiyle başlayayım!" der. Kurt kirişi kemirmeye başlayınca kiriş ansızın kopar, yayın eğri ucu fırlar kurdun boğazına ve hayvan ölür! Bunu sana toplayıp yığmanın nihayette hiç bir fayda sağlamayacağını anlayasın diye anlattım. Öğüt ve hikâyeden epey etkilenen kadın şöyle der: Ne güzel söyledin! Yanımızda altı yedi kişiye yete cek kadar pirinç ve susam var. Sabahleyin erkenden yemek yapmaya başlayacağım! İstediğini davet et! Kadın sabahleyin susamı alır, kabuğundan ayıklar, koruması için güneşe yayar. Çocuklarından birine der ki: Aman ha! Dikkat et, kuşlar ve köpekler susama da danmasın! Böylece kadın kendi işine koyulur. Ama çocuk bekçiliği yapamaz. Derken bir köpek gelir susamı bozar. Ka dın susamdan iğrenir, ondan yemek yapılmasını istemez, dosdoğru çarşıya götürür, bir satıcıya teslim eder, aynı ölçek

181 te ayıklanmamış susam karşılığında! İşte ben de o sırada çarşıdaydım, adamın biri şöyle diyordu: "Muhakkak bir sebebi var, bu kadının ayıklanmışı teslim edip ayıklanmamışı almasında!" (Misafir konuşmaya devam etti:) İşte, aynı söz şu fare için geçerlidir ki herhangi bir sebep zikretmeden onun seni yendiğini, şikâyet ettiğin hu susta daima seni acze düşürdüğünü söyleyip durdun ya! Haydi bana bir kazma bul! Onun deliğim kazabilir, nereden gelip nereye gittiğini, neler yaptığım anlayabilirim belki! Âbid ev sahibi hemen harekete geçti, komşusundan bir kazma aldı emânet... Benim deliğimde tâ ne zaman ve kim tarafından konduğunu bilmediğim bir kese vardı, içinde de yüz altın! Misafir kazdı, kazdı, altınlara ulaştı; âbide dönüp dedi ki: Bu farenin, bulunduğu yerden rahatça sıçrayabil mesinin sebebi şu altınlardır! Zîrâ para ona kuvvet veriyor, kendine îtimad ve fikir telkin ediyordu. Bundan böyle, onun oradan, her zamanki yerinden sıçramadığını göreceksin! (Fare anlatmaya devam ediyor): Ertesi gün beraberimdeki fareler toplanıp. "Acıktık, ümidimiz sensin!" dediler bana. Yanımdaki farelerle birlikte sepete her zaman sıçradığım yere gittim, bir kaç hamle ettim ama yapamadım... Böylece acziyetim gün gibi ortaya çıktı fa reler cemaatının huzurunda, onların aralarında şöyle söylen diğini duyuyordum: Bırakın şu beceriksizi, ondan ümidinizi kesin! Kim seye hayrı dokunmaz artık! Öyle görülüyor ki kendisine ba kacak kişiye muhtaç gibi! Fareler cemaatı beni bir kenarda bıraktılar, hasımlarımın safına geçtiler, tam bir vefasızlık misali oldular. Öteden beri bana kin güden, beni kıskananların yanında çekiştirmeye başladılar beni...

182 İşte o zaman kendi kendime dedim ki: Arkadaşlar, yardımcılar ve dostlar meğer mal, menfaat ve para ile var.. Artık kesin biliyorum ki parası ve gücü olmayan kişi bir şey yapmak istedikte mahrumiyet onu alıkoyacaktır muradından... Tıpkı kış yağmurlarından arta kalan hiç bir nehre ulaşamadan olduğu yerde toprak tarafından emilen su gibi! Anladım ki iyi dostları olmayan kişi, kimsesiz gibidir. Evladı olmayanın, ünü ve hâtırası olmayacaktır. Serveti olmayanın ise aklı da yok, dünyası ve âhireti de tehlikede! Zîrâ insan fakirliğin pençesine düşmeyegörsün, yakınları ve ahbapları da ondan ilişiğini keser... Ancak çorak arazide yetişen ve her tarafından kemirilip cılızlaşan ağaçtır; milletin malına muhtaç, ellere el açan fakiri en iyi anlatan misal. Ve gördüm ki fakirlik belâların başıdır, kişiyi dedikodu nesnesi haline getirir. Herkesin nefretini ve istihza dolu bakışlarını çeker fakirlik.. İnsan fakirleşti mi evvelce onu emin sayan kişi suçlamaya başlayacaktır onu! Zamanında ona karşı müsbet düşünenlerin rengi değişecek, hakkında kötü zan beslemeye başlayacaklardır. Biri suç işler, kabahat fakirin başına yıkılır. Zengin için övünç vesilesi olan her huy ve davranış, fakir için sadece yerilme vesilesidir. Fakir cesur ise ona deli derler; cömert olsa müsrif derler; uysal olsa âciz derler; vakur davransa ahmak derler. Bu durumda hiç kuşku yok ki ölüm, insanı dilenciliğe; özellikle de cimri, alçak, karaktersiz kişilerden istemeye iten yoksulluktan ehvendir! Yine hiç kuşku duyulmaz ki asil ruhlu birine: "elini yılanın ağzına sokup oradan zehir çıkararak yutmak mı kolay, cimri ve habis ruhlu birinden bir hacet istemek mi?" diye sorulsa elbet ilk şıkkı tercih ederdi. (Fare devam ediyor):

183 Misafir paralan alınca âbidle paylaştı, bunu gördüm. Âbid kendi payını bir keseye yerleştirip gece çöktüğünde yanı başına bıraktı. Ben o altınlara göz dikmiştim, bir kısmını ele geçirip yuvama götürmeliydim. İnanıyordum ki bu altınlar sayesinde gücüm artacak, bazı dostlarım yine bana dönecek... Bu amaçla, uyuyan âbide yöneldim; ama herifin başucuna vardığımda karşımda ötekim, yani misafiri buldum! Adamın elinde koca bir değnek vardı, feci bir darbe indirdi başıma! Can havliyle sıçradım, yuvama koştum. Ama yaramın ağrısı dinince aç gözlülüğün ateşi beni yine kavurdu; heveslendim paraya ve vardım oraya; misafir elinde değneğiyle beni gözlüyor! Bu sefer öyle müthiş vurdu ki kan çıktı! Takla attım, olduğun yerde döndüm... Yuvama düştüğümde baygındım... Mal ve servetten tiksindim. Paranın adı anıldıkta ürperiyor, endişeyle titriyordum. Sonra kesin anladım ki kişiyi dünyada musibete duçar eden şey, sonu gelmez ihtiraslar ve aç gözlülüktür. Dünyaya âşık olan dâima musibet, meşakkat ve koşuşturma içinde olacaktır. Ancak şunu da bildim ki rızık uğruna uzun ve yorucu yolculuklara çıkmak, malını minnet altında bırakmadan cömertçe veren kişiye el açmaktan daha kolaydır! Kanaat gibi güzel bir huy yoktur. Bilge kişiler derler ki: "Akıllılık dersen tedbir gibisi; takva dersen zulme başvurmama gibisi; asalet dersen güzel huy gibisi ve zenginlik dersen kanaat gibisi yok. İnsanı azimli, dayanıklı ve tahammüllü kılan şey, özbenliğindendir. En üstün huy, merhametli olmaktır. Sevginin başı sevilene güvenmektir. İleri görüşlülüğün temel ilkesi, olacağı olmayacaktan ayırmaktır. Derler ki: dilsizlik, yalan söylemekten iyidir. Fakirlik el malı yiyerek hava atmaktan iyidir." (Fare devam ediyor) "İşte budur maceram. Artık hâlimden memnunum. Kanaatkar biriyim şimdi... Âbitin evinden çıkıp kıra taşındığım

184 da bir güvercinle dost olmuştum. Onun sayesinde kargayla da ahbap oldum. Sonra karga geldi, seninle onun arasındaki güzel ilişkiden bahsetti; sana gelmek istediğini söyledi. Ben de onunla yanyana sana gelmeyi arzu ettim, yalnız olmak hoş değildi... Zâten hangi eğlence, hangi neşe ahbablarla beraber olmaktan doğan sevince denktir ki? Ve hangi acı dostlardan ayrılığa denktir? Epey tecrübe edindikten sonra kesin olarak bildim ki aklı başında olan kişi, ihtiyacından fazlasını istememeli şu dünyadan! İhtiyacı ne mi? Sağlıklı kalabilmesine ve geçimini sağlayabilmesine vesile olacak kadar yiyecek, içecek... Bir kişiye tüm dünya her şeyiyle verilse o ancak ihtiyacı kadar faydalanabilir bu fırsattan. Bu fikirlerle geldim sana, kargayı da yanıma alarak... Ben senin kardeşinim, sen de bana öyle bakmalısın..." Fare sözlerini bitirdikten kaplumbağa nezâketle söz aldı: Gözümü bile kırpmadan dinledim sözlerini! Ne güzel şeyler söylüyorsun. Ancak seni dinlerken şunu hissettim ki fakirliğin, gurbet elde kalışın ve ekonomik durumunun bozulması benliğinin derinliklerinde yaralar açmıştır. Sen bunlarla alâkalı konuştun. Artık rahatla! At bunlan içinden! Gönlünü ferah tut! Bilmelisin ki söz güzelliği, davranış güzelliği ve dürüstlükle kemâle erer. Hasta derdinin devasını biliyorsa kendini hemen tedavi ettirmelidir; yoksa bu bilgi ona bir fayda sağlamaz, hastalığını hafifletmez, acısını dindirmez. Sen aklını kullan, malının yokluğuna üzülme! Zîrâ şahsiyetli, kaliteli kişi servet sahibi olmasa da saygı görür! İninde çömelip otursa da kendisinden korkulan arslan gibi... Şahsiyetsiz zengin ise ne denli geniş bir servete sahip olursa olsun aşağılanacak ve alay mevzuu olacaktır, altın tasmalar ve halhallar takılmış değersiz köpek gibi! Vatanından ırak kalırsan bunu büyütme gözünde! Zira

185 akıllı kişi için gurbet yoktur, nereye giderse gitsin gücünü ve heybetini muhafaza eden arslan gibidir o! Sen meziyetlerini koru, kendini muhafaza et; su nasıl yatağını bulursa iyilik ve güzellik de bulur seni! İyilik ve yücelik, azimli ve basiretli kişiler için vardır; onlar için yaratılmıştır. Tembel ve kararsızlara gelince, iyilik ve güzel hal onlara yâr olmaz! İçi göçmüş kocamış adamla genç ve delişmen bir kadın ne kadar dost olabilir ki? Uymaz onun zevkine! Bazı şeyler vardır ki devamsız, kararsızdır: yaz bulutunun gölgesi, kötülerin dostluğu, temeli atılmadan dikilen bina, yalan haber ve fazla para... Aklı başında olan kişi "param az" diye üzülmez. Zîrâ akıllı kişinin sermâyesi aklıdır, bir de evvelce yaptığı iyi işlerdir. O, yaptığı işin elinden çıkmayacağına, yapmadığı bir şeyden ötürü de cezalandırılmayacağına, fırça yemeyeceğine emindir. Böyle üstün ve çalışkan kişiler, âhireti asla bir kenara atmamalıdırlar. Zîrâ ölüm ansızın gelir, vakitsiz yakalar. Dostum! Hakikatte sen bu ilminle benim öğütlerime ihtiyaç duyacak biri değilsin. Ama dostluğun hakkı öğüttür, bunu yerine getirdim. Sen bizim kardeşimizsin! Yanımızdaki herşey aynı zamanda senindir, sana bağışlanmıştır! Karga kaplumbağanın fareye söylediklerini dinler; onun verdiği cevaba, yağdırdığı iltifatlara memnun olur ve der ki: Hakîkaten beni sevindirdin, asil davrandın! Sen bu özelliğinden ötürü elbette lâyıksın sevindirilmeye! Dünyada en sevinçli, en huzurlu kimdir dersen: evi iyi dostlarla şenlenen kişidir derim! Böyle bir kişi, dâima yanıbaşında yüksek ruhlu dostlardan müteşekkil bir tayfa bulundurur. O onlarla mesut, onlar da onunla mesut! Böyle bir ev sahibi, aziz dostlarının arzularını yerine getirme hususunda pusuda

186 bekleyen bir avcı gibi davranır. Mert kişinin ayağı sürçtükte onun elinden tutacak kişi de elbet mert biri olacaktır. Dev bir fil çamura battıkta kendisi gibi filler tarafından kurtarılır nitekim... Karganın bu güzel sözleriyle üç dost arasındaki sohbet koyulaşırken bir ceylan koşa koşa oraya geldi. Kaplumbağa korkuyla suya daldı, fare oracıktaki deliğe girdi, karga da ağaca kondu. Daha sonra ceylanın çevresinde dâireler çizerek uçan karga etrafı bakınır, bu telaşlı hayvanın arkasında bir takipçi var mı diye. Fakat bir şey göremez. Böylece fareye ve kaplumbağaya seslenir, onlar da ortaya çıkarlar. Kaplumbağa ceylanın suya baktığını görünce: İç, susuzluğunu gider! Korkmana gerek yok! der. Ceylan yaklaşır, kaplumbağa ona dönerek: Merhaba, hoş geldin! der ve biraz duraklayıp devam eder: Nereden böyle telaşlı telaşlı? Ceylan cevap verir: Şu karşıki merada otlardım. Ama hâin avcılar beni hep oradan oraya kovalayıp takip ediyor. Bu gün de uzaktan bir adam silueti gördüm, avcı olmasından endişe ettim... Kaplumbağa: Artık rahatla, korkma! Biz buralarda hiç avcı gör medik. Sana güzel bir mekan, kalıcı bir dostluk sunuyoruz; yerimizde su bol, ot çoktur. Gel bizimle ahbap ol! Böylece ceylan onlarla beraber kalmaya başladı. Onların hoş bir gölgelikleri vardı. Orada toplanır, sohbete dalar, mazideki hâdiselerden bahsederlerdi. Yine bir gün karga, fare ve kaplumbağa gölgeliğe geldi lakin ceylan gelmedi. Bir süre beklediler onu. Başına bir şey mi geldi diye endişelendiler. Fare ve kaplumbağa, kargaya dönerek:

187 Etrafımızda bir tehlike görüyor musun? dediler. Karga havalandı, dâireler çizdi, etrafı süzdü. Bir de ne gör sün?! Ceylan tuzağa düşmüş çırpınıyor! Süratle dostlarının yanına vardı, durumu anlattı. Kaplumbağa ile karga, fareye dönerek: Bu meseleyi ancak sen halledebilirsin! Haydi dostu muza yardım et! Fare "tamam!" deyip seğirtti, ceylanın yanına vardı. Hemen soru verdi: Sen gayet dikkatli, ürkek ve akıllı biriydin! Nasıl düştün bu belaya? Akıl, kaderi yenebilir mi ki? diye cevapladı ceylan. Bu arada kaplumbağa da yanaştı oraya. Ceylan kaygıyla döndü sevgili dostuna: Buraya gelmen hiç de iyi olmadı! Fare şu anda iple ri kesmiş olsa ve avcı buraya damlasa tabana kuvvet kaçabi lirim ben, fare de giriverir bir çatlağa! Karga desen hemen uçar! Ama sen ağırsın, öyle hadi deyince kalkıp koşamazsın! Avcının sana bir iş etmesinden korkuyorum! Kaplumbağa cevap verdi: Dostlardan ayrı yaşamak ne mümkün! Dostun dost tan kopması ne demektir? Neşeden mahrumiyet, gönle acı düşmesi ve göze perde çekilmesi demektir! Kaplumbağanın bu içten gelen sözleri henüz bitmemişti ki avcı yanaştı ve az ilerde belirdi. Tam o anda fare, tuzağın ipini halletmişti! Ceylan can havliyle ileri atılıp koştu, karga halkalar çizerek uçtu, fare de bir deliğe girdi. Ortada kaplumbağadan başkası kalmadı. Avcı ağın iplerini parçalanmış görünce sağa bakar, sola bakar; yerinde yavaş yavaş kımıldamaya çalışan kaplumbağadan başkasını göremez oracıkta. Tutar kaplumbağayı, bağlar bir yere. Karga, fare ve ceylan derhal bir araya gelirler; kaplumbağanın bağlandığını görüp, üzülürler. Fare der ki:

188 Yağmurdan çıkıyoruz, doluya tutuluyoruz! Bir mu sibetten kurtulduk, daha zorlusu geldi. Ne kadar doğru bir söz: "Kişinin ayağı sürçmedikçe talihi yaver gider. Bir de sürçmeye görsün, düz arazide takla atar ve düşmeye devam eder" Ben en iyi arkadaşımız olan kaplumbağa için kaygılanıyorum. O herhangi bir karşılık için dostluk kurmadı bizimle. Asil ve yüce ruhlu olduğu için arkadaş oldu bize! Bu dostluk, baba ile oğul arasındaki yakınlıktan da yüksektir; ancak ölüm ayırır böyle arkadaşları birbirinden! Ah yazık o bedene ki dâim musibet yağar üstüne! Halden hâle geçiliyor ve hiç bir neşe daimî olmuyor! Doğan yıldızın dâima batması, batan yıldızın yeniden doğması gibi! Yara kabuk bağladıktan sonra deşilir ve cerahat akar ya hani, işte o anki eleme benzer bir arada geçen bunca güzel andan sonra can dostlardan kopuş acısı! Yüreğim yanıyor dostlarım! Ceylan ile karga fareye dediler ki: Evet biz de seninle aynı kederi paylaşıyoruz. Ama bu sözlerin bir fayda sağlamaz kaplumbağaya. Durumumuzu ne güzel anlatıyor şu söz: "İnsanlar belâ ile; güvenilir kişi alış-verişle; kadın ve çocuklar fakirlikle; dostlar da ansızın gelen felâketlerle imtihan olur. Kaliteli, kalitesizden böyle an larda ayrılır." Fare dedi ki: Şöyle bir çâre buldum: Ceylan dostumuz, sen ortaya çıkmalı ve avcının görebileceği bir yerde yaralıymış gibi düş melisin. Karga da senin etinden yiyormuş gibi üzerine kon malı! Ben de koşup avcıya yakın bir noktada, onu gözleyece ğim. Belki o yanındaki âlet-edevâtı bir kenara atar da kap lumbağayı bırakıp sana heveslenir. Şimdi bak ceylan kardeş, avcı sana yaklaştı mı onun ümidini kursağında bırakmayacak şekilde yavaşça uzaklaş. Aniden sıçrama ki senden ümidini kesmesin! Sen peyderpey

189 ondan kaçtıkça o da bizden uzaklaşmış olacak. İmkan bulduğunca bu işe devam et... Bu arada ben, avcı geri gelmeden kaplumbağanın iplerini kemirip onu kurtaracağım... Umarım işler yolunda gider. Ceylan ile karga, farenin salık verdiği gibi hareket ederler. Avcı da onları merak eder, yanlarına varmak için harekete geçer. Ceylan avcıyı yavaş yavaş peşinden sürükler, fare ile kaplumbağadan uzaklaştırmış olur! Fare ipi kemirmeye başlar, nihayet dostunu kurtarır. Avcı, ceylanı da yakalayamadan yorgun argın geriye döndükte bir de bakar ki kaplumbağanın ipleri kopmuş! Ansızın benzi sararan, kafası allak bullak olan adam ceylanla karganın yaptıklarını düşünür. Aklı gider! Öyle ya bir yandan yaralı gibi gözüken bir ceylan, onun sırtında leşe konmuş gibi bir kuzgun; beri yanda ipleri parçalanan bir kaplumbağa! Avcı bu bölgenin büyülü olduğunu sanarak çok korkar: "Burası cinlerin, sihirbazların yatağı herhal!" deyip hiçbir şey aramadan, ardına bile bakmadan çekip gider. Karga, ceylan, fare ve kaplumbağa yine evvelki gibi huzur içinde toplanırlar gölgelikte. Ve eskisinden daha mesut anları paylaşıp sıcak sohbetlere dalarlar yeniden. Bu hayvancıklar, küçük ve zayıf olmalarına rağmen aralarındaki dostluk, samimiyet ve sadâkatten ötürü birbirlerinden en güzel şekilde istifâde etmişler ve tehlikelerden defalarca kurtulmuşlardır. O halde akıl nîmetiyle yücelmiş, iyiyi kötüden ayırdetme niteliğiyle seçkinleşmiş insanoğulları elbet birbirleriyle güzel dostluklar kurmaya ve işbirliği yapmaya daha ehildirler! İşte samîmi dostların ve uyumlu arkadaşlığın hikayesi!

190 BAYKUŞ VE KARGALAR BABI Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki: Camı gönülden dost olup el birliği yapanların hikâ yesini dinledim. Haydi anlat bana yalvarıp yakarsa da ken disine inanılmayacak, hilesine kanılmayacak düşmanın hi kâyesini. Filozof Beydebâ aldı sözü Kin ve adavetten vazgeçmeyen düşmana kananlar baykuşların kargalardan çektiğini çeker! Debşelim merakla sordu: Nedir bu işin aslı? Beydebâ anlatmaya koyuldu: Anlatırlar işte: bir dağda gayet iri, heybetli bir ağaçta bin karga gül gibi yaşarmış bir reisin buyruğu altın da. Ağacın civarında ise'bin baykuşun barındığı bir mağara varmış. Bir gece baykuşların reisi geziye çıkıyor Tabîi, onunla kargaların reisi arasında epeydir süregelen bir düşmanlık var ve her biri yek diğerini mahvetmek istiyor. Baykuş reis, "Fırsat bu fırsat!" deyip adamlarını yanına alarak kargalara ansızın baskın düzenliyor; yuvalarını başlarına yıkıp bir hayli esir alıyor.

191 Sabahleyin kargalar perişan bir halde toplanıyor, reislerinin yanına giderek dert yanıyorlar: Dün gece başımıza gelenler malumunuzdur... Kaza sız belâsız atlatanımız yok bu baskını! Kimimizin kanadı kı rık, kimimizin tüyleri yoluk, kimimizin kopuktur kuyruğu! Ölenler ve ağır yaralılar var aramızda... Ama bize asıl koyan, içimize oturan baykuşların küstahlığı ve yerimizi elleriyle koymuş gibi bulmalarıdır. Geldiler ve canevimizden vurdu lar. Artık kuşku götürmeyen bir hakikattir ki yine gelecek ler, aynı küstahlıkla bize saldıracak; durmadan çapul yapa caklar. Zira yerimizi biliyorlar. Biz senin emrindeyiz! Söz senindir ey Reis! Durumumuzu düşün, münâsip bir çözüm bul! Kargalar arasında beş bilge vardı. Önemli meseleler her zaman onlara sorulurdu. İsabetli fikirleriyle tanınmışlardı. Reis de onların fikrini sorar; önemli problemler, mühim hâdiseler çıktıkta onların aklıyla hareket ederdi. Bu defa da söz konusu beş bilgeden birincisine sordu: Bu meseleyi nasıl halletmeliyiz sence? Bilge karga cevap verdi: Benim sözüm bizden önceki bilgelerin söylediğidir! Onlar derler ki: "güç yetirilemeyecek azılı düşmana karşı en iyi çare firardır!" Reis, ikinci bilge kargaya döndü: Sen ne dersin? O da ilkinin görüşünü onayladı, o da "firar" dedi. Ama reis razı olmadı ve söylendi: Ben düşmanın bir baskınından ötürü vatanımızı terketmeyi ve bu güzel mekanı ona bırakmayı asla doğru bul muyorum. Bu bize yakışmaz! Bize düşen derlenip toparlan mak, bir güzel hazırlanmaktır! Harp ateşini yakacağız. Ama onlar üzerimize yürüdükte gafil avlanmamalı; korkmadan, yılmadan arslanlar gibi savaşmalıyız; her türlü hazırlığımızı yaparak!

192 Bizim kuvvetlerimiz her yönden onları karşılayabilmeli! Kalelerimizde korunabilmeli; kâh taaruza geçmeli, kâh savunmada kalmalı; fırsatını bulunca da nihâ-î darbeyi indirmeliyiz. Düşmanı ancak bu yolla mahvedebiliriz! Reis bu heyecanlı nutuktan sonra üçüncü bilgeye döndü: Sen ne-dersin? O da cevap verdi: Ben elbet firar taraftan değilim! Biz her noktaya gözcü7lerimizi yerleştirmeli, casuslar göndermeliyiz. Düş manla aramızda bizim öncü kuvvetlerimiz olmalı. Onlar bize karşı tam bir savaş yanlısı mıdırlar, yoksa bir şeyler koparıp barış mı yapacaklar; fidyeyle işi bitirecekler mi; bu bilgileri öğrenebiliriz öncü kuvvetlerle! Düşmanın malla doyacağını anlarsak, onların teklifini kabul eder; şerlerinden azat olmak ve vatanımızda emniyet içinde yaşamak gayesiyle istedikleri haracı veririz. Zîrâ siyâset ehli nezdinde genel geçer bir fikirdir: bir düşman güçlendikte ondan can, mal ve vatan hesabına korkuluyorsa hükümdarlar servetlerini feda etmekten çekinmez ve ellerindeki parayı, yurdu, tahtı ve halkı için hemen kalkan gibi kullanırlar! Reis bu sefer dördüncü bilge kargaya sordu: Sen ne diyorsun barış hakkında? Dördüncü aldı sözü: Ben barışı doğru bulmuyorum! Vatanımızdan ayrıl mak, sürgün açılarıyla yanmak, geçim sıkıntılarıyla uğraş mak; herhalde kendisinden üstün olduğumuz bin kıçı kırık düşmana boyun eğmekten daha hayırlıdır! Kaldı ki bu gün baykuşlardan barış istesek ancak şımara şımara, ağır şartları bir bir dizerek teklifimizi kabul edeceklerdir! Oysa atalarımız diyor ki:

193 "Düşmandan istediğini almak için biraz yanaş ona ama büsbütün yaltaklanma ki küstahlaşmasın! Sonra seni büsbütün âciz ve zayıf sayarak hakaretâmiz davranır." Bunun misâli güneşe karşı dikilen tahta parçasıdır. Biraz eğsen gölgesi uzar, ama çok fazla eğersen gölge diye birşey kalmaz! Aslında düşmanımız bizim ona yaklaşmamızı istemiyor... Hiç kanmayalım Bu yüzden harp taraftarıyım ben! Reis bu sefer beşinci bilge kargaya döndü: Sen ne diyorsun? Savaş mı barış mı? Yoksa vatan dan ayrılık mı? Doğru karar ne olmalı sence? Aldı sözü beşinci: Savaştan dem vuruluyor... Oysa kişinin hakkından gelemeyeceği bir şeyle mücâdele etmesinin yolu yoktur! Der ler ki: "Kim ki kendi gücünü ve düşmanın performansını bil meden harekete geçer, hakkından gelemeyeceği düşmanla savaşa tutuşursa kendi eliyle helak eder kendini." Kaldı ki aklı başında olan hiç kimse düşmanını küçümsemez. Zîrâ düşmanını hor gören aldanır ve kurtulamaz düşmanından... Samîmi söylüyorum: baykuşların şerrinden korkuyorum, onlar bizimle dövüşmese bile asla güvenecek değilim onlara! Ama şu bir gerçek ki düşmanın kötülüğünü aklından çıkarmaz sağduyulu kişi! Düşman uzaksa, hışımla saldırmasından; yakın ise ansızın baskın yapmasından; tek başına ise tuzağından emin olunmaz! En akıllı millet, savaştan ve savaş masrafından çekinen; bu konuyu uzun uzadıya masaya yatırandır. Zîrâ savaş dışında yapılan harcamalar servetten, sözden ve emektendir. Ama can gider, kan akar savaşta! Bu ağır bedeli göze almaktansa daha basit bir masrafla, yumuşak sözle idare etmeliyiz durumu! Kazanamayacağı bir savaşa giren, ancak kendini aldatmış olur. Başkan sır saklamasını bilen, iyi yardımcıları etrafına

194 Turnalar baykuşun hükümdarlığını istiyor toplayan, halk nezdindeki itibârını muhafaza eden biriyse her halde elindeki nimeti kaybedecek biri değildir. Sen bu meziyetlere sahipsin hükümdarım! Hükümdar danışmanlarının ve vezirlerinin fikriyle daha basiretli hareket eder, denizin kendisine akan ırmaklarla kuvvetlenmesi gibi. Bana sorduğunuz sorunun açıkça cevaplandırılması gereken kısmını cevaplandırdım! Bir kısmını ise gizli söylemek gerekir. Gizli sözün de mertebeleri vardır. Bazı sırlar koca bir topluluğa söylenebilir, bazıları ise yalnız iki kişi arasında kalmalıdır. Benim size açacağım sır ancak dört kulağın iki gözün iştirak edeceği cinsten ve mertebedendir! Böylece reis meclisten ayrılarak beşinci kargayla başbaşa kalacağı bir köşeye çekilmiş. İkisi konuşmuşlar. Reisin ilk sorduğu soru şuymuş: Bizimle baykuşların arası ilk defa nasıl bozuldu, biliyor musun?

195 Bilge karga cevap vermiş: Evet. Bir karganın söylediği bir laf yüzünden başla dı kavga! Nasıl oldu? diye sormuş Reis. Öteki cevap vermiş: Anlatılanlara göre bir grup turna varmış hüküm darsız yaşayan. Bir araya gelip baykuşlar kralının yöneti minde yaşamayı kabuletmişler. Onlar bu meseleyi konuşur ken oradan bir karga geçiyormuş. Turnalar; "Şu karga bize uğrasa da fikrini alsak..." demişler. Hakîkaten de karga bun lara uğramış, onlarda soruvermişler: "ne yapalım?" diye. Karga demiş ki: İnanın, şu kocaman dünyada hiç kuş kalmasa; ta vuslar, kazlar, ördekler, deve kuşları güvercinler büsbütün tükense yine de sûreten en çirkin, ahlaken en kötü, akıl ba kımından en kıt; üstelik hınç bakımından en kuvvetli, şef kat bakımından en zayıf; gündüz körü olan iğrenç kuşu ya ni baykuşu seçmemeniz gerekirdi. Baykuş kısmının salak lığı ve terbiyesizliği de ayrı dava. Ancak tutar da bir bayku şu başınıza sultan ederseniz, kendi işlerinizi kendiniz gör melisiniz! Netekim gökteki ayın kendi hükümdarı olduğunu savunan bir tavşan neticede kendi görüşüyle hareket ederek paçayı kurtarmıştır. Turnalar heyecanla soruvermiş: Nasıl oldu bu? Karga anlatmış: Fillerin vatanının bir bölümü kuraklaşmış, yıllarca sürmüş kuraklık. Gözeler kurumuş, bitkiler solmuş, ağaçlar ölmüş, su tükenmiş... Bu dehşetli derdi krallarına açmışlar. Fil kral elçilerim ve rehberlerini dört bir yana salmış su bul sunlar diye. Nihayet gönderilenlerden biri hükümdarın yanı na dönerek demiş ki: Falan yerde bir pınar buldum, "Ay Pınarı" diyorlar oraya. Suyu gür!

196 Fil Kral, avânesiyle beraber oraya doğru hareket etmiş, herkesin kana kana su içmesini isteyerek... Ama orası tavşanların arazisindeymiş ve kocaman filler, yuvalarında habersiz duran tavşanları çiğneyip öldürmüşler çoğunu... Tavşanlar alelacele içtimâ edip kendi hükümdarlarına dert yanmışlar: "Fillerin başımıza bela olduğu malumunuzdur!" demişler. Tavşanların kralı: Bu hususta bir görüşü olan varsa aranızda, derli toplu bir şekilde takdim etsin! demiş. Fîruz adlı bir tavşan öne atılmış. Kral onu isabetli düşünceleri ve güzel ahlakıyla tanıyormuş. Bu akıllı tavşan demiş ki: Hükümdarımızın beni fillere göndermesi, yanıma da emin birini katması münâsiptir. Tâ ki söyleyeceklerimi işitip krala arz etsin! Hükümdar: Sen güvenilir birisin! Teklifini elbette kabul ediyo ruz. Şimdi fillere git ve benim adıma dilediğini söyle onlara! Şunu iyi bil: elçilik vazifesini üstlenen kişi basireti, aklı, es nekliği ve erdemiyle onu gönderenin ileri görüşlü olup olma dığını belli eder. O halde, yumuşak, yavaş ve nâzik davran! Elçi nezaketli davranırsa kalpleri yumuşatır, kabalık ederse muhataplarım sertleştirir... Bu öğütleri dinleyen tavşan Fîruz, fillerin yanına gider; ama fazla yaklaşmaz, kocaman hayvanlar bilmeden ona basabilirler diye... Böylece tepeye tırmanan tavşan fillerinin hükümdarına seslenir: Ay, beni sizce elçi olarak gönderdi. Elçiye zeval yok tur, sözü sert de olsa mesajını rahatça iletmelidir" Fillerin kralı: Nedir mesaj? deyince tavşan başlar anlatmaya:

197 Tavşan ve Fil

198 Sana diyor ki: "Kim kuvvetine aldanarak zayıfları hor görürse onun kuvveti basına belâ olur. Sen de diğer hayvanlara karşı kuvvetli olduğunu anladın ve aldandın! Evet, benim adımı taşıyan pınardan su içtin, suyumu bulandırdın!" Ay hazretleri beni sana elçi göndermiştir, uyarayım diye! Bir daha böyle bir densizlik etmeyesin! Şayet aynı hatâyı tekrarlarsan gözlerin kör olur, kendini helak etmiş olursun! Ha, bir de su var! Benim elçiliğimden şüphe ediyorsan gel pınara! Ay orada sana zuhur edecektir! Fillerin kralı tavşanı hayretle dinler. Elçi Fîruz'la beraber suya yaklaşır. Gözenin ışıldayan yüzüne dikkatli bakınca ayın şavkı vurur suratına! Elçi Fîruz durur mu, hemen değerlendirir firsatı: Haydi, hortumunla su al, yüzünü yıka ve aya secde et! Fil de hortumunu suya salar. Yüzey dalgalanır hafiften... Fil, ayın hareket ettiğini zannederek; Ne oldu Aya? Niye kımıldıyor? Hortumumu suyuna soktuğum için kızmış olmasın? der. Tavşan Fîruz yapıştırır cevabı: Evet, elbette dediğin gibi! Fil aya tekrar secde eder, yaptıklarından ötürü tövbe eder. Ne kendisi ne de avânesinden herhangi bir fil böyle bir günah işlemeyecektir artık (İç içe örnekler veren karga) sözlerine devam etmiş: Baykuşun durumuyla alakalı epey kelam ettik... Bir de şu var ki o aldatır, tuzak kurar ve hile yapar; tıyneti böy le! Oysa en kötü hükümdar halkına karşı hilekâr davranan dır. Böyle dalavereci bir liderin hizmetine giren kişi, tavşan ve toygar kuşunun kediden çektiğini çeker! Turnalar hep bir ağızdan merakla bağrıştılar: Ne olmuş, ne olmuş?

199 Karga anlatmış: Bir toygar komşum vardı. Yuvama yakın bir ağacın kovuğunda oturur, sık sık ziyaretime gelirdi. Derken onu es kisi gibi göremez oldum, nereye gittiğini bilmiyordum. Epey bir süre onu göremedim. Bir gün baktım ki toygarın yerinde bir tavşan bulunuyor. Onunla mücâdele etmeyi doğru bulmadım. Epey orada kaldı. Sonra ansızın toygar döndü! Tavşanı yuvasında görünce: Burası bana aittir! Çek git! dedi. Ama tavşan cevabı yapıştırdı: Yuva şu anda benimdir. Ben varım burada! Sen ise davacısın, buranın sana ait olduğunu iddia ediyorsun! Eğer haklıysan bana karşı hakkını ara, yardım iste! Toygar atıldı: Tamam, hâkim bize yakındır. Gel ona gidelim! Tavşan: Kimmiş hâkim? Toygar cevap verdi: Deniz kıyısında bir tecrübeli kedi var. Gündüzlerini oruçla gecelerini namazla ihya eder. O hiç bir hayvana eziyet etmez, asla kan akıtmaz... Hayatını otlarla ve dalgaların sa hile attığı şeylerle sürdürür... Gel, razı olursan ona başvura lım; baksın bizim davamıza. Tavşan: Eğer dediğin gibi iyi biriyse niçin razı olmayayım ki? dedi. Beraberce kediye gittiler. Ben de devamlı oruçlu gözüken kedinin hâkimliğini merak ediyordum, peşlerine takıldım. Kedi, tavşanla toygarın yaklaştığım görünce ayağa kalkarak namaza başladı; ibâdetinde samîmi bir âbid havası veriyordu bakanlara. Bizimkiler kedinin bu hâlinden etkilen-

200 diler. Hürmetle yanaştılar, selam verdiler, aralarındaki meseleyi bir sonuca bağlamasını rica ettiler. Kedi hikâyeyi anlatmalarını istedi, onlar da anlattılar. Kedi: Yaşlılık beni güçsüzleştirdi, kulaklarım ağır işiti yor. Bana biraz daha yaklaşın da söylediklerinizi daha rahat duyayım. Tavşanla toygar samîmi bir havayla kediye sokularak meseleyi yeni baştan anlattılar, hüküm istediler. Kedi aldı sözü: Tamam, neyden bahsettiğinizi anladım. Aranızda hüküm vermeden önce bir çift kelam edeceğim, tavsiyelerde bulunacağım. Sadece Allah'tan korkun ve hakkı isteyin, doğ rudan sapmayın! Hakkı arayan kişi, nihâyetinde aleyhine gelişen bir yargıyla karşılaşsa da huzurlu ve özgür olacaktır. Bâtılı, yalanı, göz boyamayı isteyerek yola çıkan ise lehine hüküm bulsa da hüsrana uğrayacaktır. Dünyada yaşayan için dünyada kalan hiçbir şey yoktur. Ne servet, ne arkadaş! Ancak yaşarken yaptığı güzel işler yoldaş olur ona! Akıllı adam tüm gücüyle kalıcı olana yönelir, âhirette faydası olan işleri yapar, dünya tutkusuyla kendini kaybedip boş işlere dalmaz! Akıllı kişi için paranın ve servetin zatî değeri kerpiç mesabesindedir. Basiretli kişi, diğer insanları da kendisi gibi değerlendirir; kendisi için nasıl iyilik istiyorsa onlar için de iyilik ister; kendi nâmına bir zarara uğramamayı nasıl istiyorsa diğer insanların da zarardan uzak olmasını ister... Hâkim rolündeki 'kedi bu tip öğütlere devam etti, tavşanla toygar ona iyice yanaştılar; derken kedi ansızın hamle edip ikisini de öldürdü! (Karganın turnalara çektiği nutuk devam etmiş): İşte böyle sevgili turnalar... Baykuş kısmı, size an lattığım misalde olduğu gibi nice uğursuzluk ve kusuru mi zacında toplar. O halde sakın ha baykuşu başınıza bay yap-

201 mayın! Böyle tehlikeli bir fikre meyletmeyin! Turnalar, karganın sözlerinden ve hikâyelerinden etkilenerek baykuşa uymaktan vazgeçerler; onu hükümdar edinmeyeceklerdir artık... İşe bakın ki; o civarda bir baykuş, olan bitene tanık olmuş; turnaların nihâî kararını işitmiş! Hışımla kargaya dönüp demiş ki: Sen beni ta derunumdan yaraladın! Ben evvelce sa na bir kötülük ettim mi ki böyle pervasız konuşuyorsun? Şu nu iyi bil: Ağacı baltayla yaralarsın ama yeniden sürgün ve rir; kılıçla adamı deşersin ama yarası iyileşir; dil yarasına gelince asla kapanmaz, tedavi kabul etmez! Ok yaydan fırla dıkta ete saplanır lâkin çıkartabilirsin, oysa ok gibi kalbe saplanan bir kelamı yerinden sökmek ne mümkün! Her ateşin bir söndürücüsü var... Aleve su at, zehire panzehirle karşı koy, kedere sabırla cevap ver, tutkuya gurbet ve gözden ırak oluşla set çek! Ama nefret ateşini hangi ilaç söndürebilir? Ey kargalar cemâati! Artık aramızda adavet, husûmet, öfke ve kin filizleri dikilidir! Bunu başlatan da sizsiniz! Bu infial dolu nutkunu bitiren baykuş hızla dönüp gider; kendi reisine herşeyi anlatır, karganın laflarını aynen aktarır. Bu arada karga ölçüsüz konuştuğu için pişman olmuş ve kendi kendine söylenmeye başlamıştır: Ben hem kendime hem de soydaşlarıma karşı büyük bir husûmetin başlamasına vesile olan sözlerimle hatâ ettim! Keşke turnalara böyle konuşmasaydım, hikâyeler anlatma saydım, bildiğimi söylemeseydim! Ne boşboğaz ve ahmak biriyim ben!.. Nice kus benim tanık olduğumdan kat kat fazlasına tanık olmuş, benim bildiğimden daha çok şey bilmiştir de kendilerini koruyarak soğukkanlı davranmışlar, benim hiç düşünmediğim kötü neticelerden sakınmak için çenelerini tutmuşlardır. Kaldı ki çirkinin çirkini, kışkırtıcı mı kışkırtıcı bir laf

202 edildikte elbette kin ve düşmanlık doğacaktır, o lafı eden patavatsıza karşı! Bu tür sözlere kelam değil "kargı" dense yeridir! Akıllı adam ne denli kendine güvense de asla küstahlaşmamalı, kendi sonuna vesile olacak işlere girişmemelidir! Yanında panzehir bulunsa da zehir içmemesi gerektiği gibi! Güzel davranan kişi, tumturaklı laf edemediği için âciz gibi gözükse de neticede başarıya ulaşacaktır. Tumturaklı konuşana gelince süslü laflan dinleyicileri cezbetse de işinin akıbeti meçhuldür. Ben asla beğenilmeyecek bir kelam ettim. Ne kadar beyinsiz biriyim ki hiç kimseye danışmadan, üzerinde enine boyuna düşünmeden böyle büyük meselelerde ileri geri konuşuyorum! Nasihat vermesini bilen kaliteli dostlara sormadan, tekrar tekrar düşünmeden kendi kafasına göre hareket eden elbet memnun olmayacaktır verdiği kararlardan! Bugün işlediğim hatâdan, saplandığım kaygıdan kim kurtaracak beni? (Bilge karga tüm bu nakilleri yaptıktan sonra tekrar ana mevzûya gelir:) İşte o karga bu tür sözlerle kendini kınamış ve sahneden çekilmiştir. Bizimle baykuşlar arasında düşmanlığın nasıl başladığına dâir sorduğunuz sorunun cevabını anlattım böylece... Şimdi gelelim onlarla savaşıp savaşmayacağımız mevzuuna... Biliyorsunuz ki ben savaşı tercih etmiyorum ama başka bir çâre de bulmadım değil... İnşallah kurtuluşumuza vesile olurum. Nice gruplar var ki iyi bir fikir sayesinde meselelerini halledebilmişler ve amaçlarına erişmişler... Hani şu âbidi bulan ve elindekini kapan grubun hikâyesi tam da bu konuya misaldir! Karga hükümdar merakla sordu: Nasıl olmuş bu? Bilge karga anlatmaya başladı: Anlatırlar ki âbid bir adam semiz mi semiz bir keçi satın almış, peşinden çeke çeke götürüyormuş. Kapkaççı tay-

203 fasından birkaç bitirim de arkadan onu gözlüyormuş. Berikiler keçiyi âbidden almak için aralarında anlaşmışlar. Nihayet biri âbidin karşısına çıkarak demiş ki: Efendi, yanındaki köpek neyin nesi? Ardından diğer dolandırıcı çıkmış ortaya ve arkadaşına dönerek: Bu bir âbid olamaz! Âbid dediğin peşinden it sürük lemez! Bir iki kapkaççı daha aralarında anlaştıkları gibi doluşmuşlar âbidin çevresine... Benzeri laflar etmişler ve âbidi inandırmışlar satın aldığı hayvanın köpek olduğuna! Adam kendisinin büyülendiğini, bu yüzden keçi yerine köpek aldığını sanmaya başlamış! Ve elinden bırakıvermiş keçiyi... Kapkaçıçı tayfası da hemen atılmışlar. Yakalayıp götürmüşler hayvanı... Bu hikâyeyi anlatırken, esnek ve hilekâr davranarak hedefimize erişebileceğimizi îzah etmek istedim. Şimdi zât-ı âlîlerinizden istirham ediyorum: şu cemâatin huzurunda beni dövüp, azarlayın; tüylerimi yolun, kuyruğumu cascavlak edin! Sonra şu ağacın dibine atınız beni ve askerlerinizle filan mıntıkaya gidiniz sevgili hükümdarımız! Bu muameleye tahammül edeceğimi umuyorum. Zîrâ bu sayede baykuşların durumu hakkında bilgi sahibi olacağım; nerede korunduklarını, hangi kapıdan girdiklerini öğreneceğim. Sonra onları aldatıp sizin yanınıza gelirim, nihayet hazırlıklı ve planlı bir şekilde onlara baskın yapar ve Allah'ın izniyle amacımıza erişiriz! Kargaların hükümdarı: Bu muameleye ve bu plâna gönülden razı mısın? di ye sordu. Bilge karga: Elbette! Niçin razı olmayayım ki? Hem hükümdar hem de askerleri bu sayede zafer ve huzur bulmayacak mı? Hükümdar, bilge karganın söylediğini yaptı ve çekip gitti. Bilge karga inliyor, acıyla mırıldanıyordu. Baykuşlar

204 onu işittiler, inleyişine yakından tanık oldular ve durumu kendi hükümdarlarına bildirdiler. Hükümdar baykuş, kargaların ahvalini öğrenmek amacıyla bizim karganın yanına gelir. İyice yanaştıkta hizmetkârı olan (mütercim?) baykuşa emreder, kargaya bazı sorular yöneltsin diye. Ve baykuş başlar sormaya: Sen kimsin? Öteki kargalar nerede? Karga cevap verir: Ben filan kargayım... Sorunun devamına gelince sa nıyorum beni sıradan bir karga gibi görüyorsun, gizli ve (önemli) bilgilerden habersiz bir kel karga gibi! Böylece baykuşların kralına şu mealde bir izahat yapılır: "Bu karga, hükümdarının veziri ve danışmanıdır. Aslında ona bu muamelelerin niçin reva görüldüğünü sormalıyız!" Kargaya meselenin içyüzü sorulur. Karga da başlar uzun uzun anlatmaya: Kralımız, size karşı ne gibi bir tedbir alınacağı hu susunda meclis kurdu; bize danıştı. Ben de orada hazır bulu nanlar arasında arasındaydım: "Kargalar cemâati! Bu konu da neyi uygun görürsünüz?" dedi. Ben de cevap verdim: "Hü kümdar! Bizim baykuşlarla savaşacak gücümüz yoktur. On lar bizden daha kuvvetli, daha katı kalpli ve cesurdurlar. Ben barış yollarını aramayı, mümkünse fidye vermeyi doğru buluyorum! Eğer baykuş tayfası bu teklifi kabul ederse ne âlâ, etmezse kaçarız başka diyarlara! Eğer baykuşlarla sava şa kalkarsak bizim aleyhimize, onların lehine olur bu karar... Elbette barış yolu husûmetten iyidir." Ben onlara savaş ka rarından vazgeçmelerini salık verdim, bir sürü hikâye anlat tım, misaller sundum. Dedim ki: "Güçlü bir düşmanın satvet ve gazabından kurtuluş ancak itaatle mümkündür! Çimenle re bakın, esnekliği ve esme yönüne meyli ile nasıl kurtuluyor dehşetli kasırgalardan?" Ama onlar bana muhalefet ettiler, sözümü dinlemediler hattâ savaş aşkıyla yanarak beni töh met altında bıraktılar: "Sen bizim değil baykuşların tarafın-

205 dasın!" dediler. Öğüdümü tutmadıkları yetmiyormuş gibi beni paçavraya çevirdiler. Kral ve avânesi bana epey işkence ettikten sonra çekip gittiler yanımdan... Sonra ne yaptıkları bilmiyorum... (Karga susar). Baykuşların hükümdarı bu uzun hikâyeyi dinledikten sonra vezirlerden birine şöyle sordu: Karga hakkında ne diyorsun? O vezir cevap verdi: Hemen öldürülsün derim! Bu karga muhakkak öte ki kargaların bir tezgâhı! Bunu temizlersek tuzağından emin oluruz! Ayrıca öteki kargaları da tam bir hüsrana uğratmış oluruz. Derler ya: "Kim işin başarıya ulaşacağı ânı yakalar da derhal harekete geçmezse onda hayır yok, hikmet ve zekâ dan bînasiptir o! Kim büyük bir zafere kavuşmak ister de im kan bulduğunda savsaklarsa fırsatı elinden kaçırır! Böyle bi rine talih bir daha gülmese yeridir! Kim düşmanının zayıf ânını yakalar da işini bitirmezse elbet dizini dövecektir, düş manı palazlanıp azman kesildiği günler geldikte!" Hükümdar baykuş diğer vezire sordu: Sen ne diyorsun bu karga için? Vezir cevap verdi: Bence onu öldürmemelisin! Zîrâ yaranı olmayan ba şı eğik düşman, merhamete ve affa layıktır. Ona ilişilmeme li! Hele hele bize sığınmış, korkudan tir tir titreyen bir zaval lıya el kaldırmak mı? Asla! Bilakis onu kanatlarımız altına almalıyız! Düşman dediğin kişi, kendi kastı olmasa da bizim işimize yarayacaksa elbet es geçilmeli ondan; hattâ korunma lıdır ol Tıpkı karısının hatırına hırsıza ses çıkarmayan tacir gibi hareket etmeli burada... Hükümdar baykuş merakla sordu: O da neyin nesi? Vezir anlattı:

206 Anlatırlar... Zengin mi zengin bir tacirin dünya gü zeli bir hanımı varmış. Bir gün eve hırsız girmiş. Tacir horul horul uyuyor, kadın ayakta... Ansızın irkilen kadıncağız taci rin yanına hoplamış, kucaklamış eşini sımsıkı! Meğer tacir, hâtûnun bir gün böyle şevk ile yaklaşmasını ümit edermiş dâim. Kadın sarmaş dolaş oldukta adam uyanıvermiş ve ken di kendine: "Oh! Bu nimet nerede vâki oldu bana?" diye söy lenmiş sevinçle. Bir de bakmış ki hırsız! Ama tacirin neşesi o biçim, seslenivermiş hırsıza: Efendi, rahat rahat doldur torbana servetimden. Hâtûnumun kalbi sayende bana meyletti ya bu yeter! En de rin şükran hislerimle selamlıyorum seni! Hikâyeyi dinleyen hükümdar baykuş diğer vezire dönüyor: Sen ne diyorsun karga için? Öteki vezir aldı sözü: Onu öldürme, bırak yaşasın; hattâ iyilik et, ihsanda bulun ona. O sana karşı samîmi davranacak biridir. Akıllı ki şi düşmanlarının kendi aralarında anlaşamayıp kavga ediş lerini iyi bir firsat sayar, durumu değerlendirir. Hasımları nın birbirleriyle uğraşması akıllı kişi için kurtuluş ve zafer vesilesidir. Tıpkı âbidin hem hırsızdan hem de şeytandan pa çayı kurtarması gibi, tabii âbide ne yapacakları hususunda ihtilafa düştüklerinde oluyor bu! Hükümdar merakla sordu: Bu nasıl oldu? Vezir: Anlatırlar.. Âbid bol süt veren semiz mi semiz bir inek satın alıyor, peşinden çeke çeke evine götürüyor. Hemen oracıkta ineği çalmak isteyen bir hırsız takılıyor arkadan. Bu da yetmezmiş gibi âbidi çarpmak ve aklını başından almak isteyen bir şeytan da ötede bekliyor! Bu şeytan, hırsızı gördükte hışımla soruyor:

207 Sen kimsin? Hırsız: Ben mi? Kederli bir yankesiciyim! Âbid uykuya da lınca ineği kapıp götüreceğim! Ya sen kimsin? Ben mi? Ben bir şeytanım! Âbid uyudukta onu çar pacağım, aklını başından alacağım! Hırsızla şeytan bu şekilde eve kadar gidiyorlar. Âbid içeri girdikte onlar da giriyorlar. Âbid peşindeki hayvanı da içeri alıyor ve hayatın bir köşesine bağlıyor. Sonra yatıp uyuyor. Hırsızla şeytan ise gizli gizli iş üzerinde konuşuyorlar. Ama hangisi önce başlayacak, bir türlü anlaşamıyorlar. Şeytan hırsıza der ki: Bak arkadaş, sen önce davranıp ineği almaya kal karsan âbid uyanır; bağıra çağıra milleti uyandırır. O zaman ben onu çarpamam, aklını başından alamam. Sen bana önce lik tanı! Onu delirteyim, aklı gitsin! Sonra sen dilediğini ya parsın! Ancak hırsız, şeytanı dinlemez. "Âbid evvela çarpılırsa uyanacak ve ben ineği çarpamayacağım!"* diye düşünür ve itiraz eder: Hayır, hayır! Sen bana ver önceliği, ineği kapıp gö türeyim! Sonra ne yaparsan yap sen! Hırsızla şeytan böylece münâkaşaya tutuşurlar. Sonunda hırsız başbaş bağırır: Âbid, âbid! Uyan artık! Şu şeytan seni çarpmak istiyor! Şeytan da bağırır: Uyan âbid uyan! Hırsız senin ineği çalacak! Şeytan için kullanılan ihtitaf fiili hem çalmak hem de aklını başından almak anlamına gelir. Türkçedeki "carpmak"ın hakiki ve macazi manası aynen mevcuttur, "ihtifaf fiilinde (çev.)

208 ikisinin feryadıyla yerinden doğrulur âbid, komşular da uyanırlar. İki habis çarnaçar, kaçarlar oradan... (Müzâkere devam ediyor) En başta karganın öldürülmesini teklif eden vezir aldı sözü: Artık iyice kanaat getirdim karganın sizi aldattığı na! Aranızda ahmak olanın tam da hoşuna gidecek bir kelam etti o! Bu yüzden yanlış kararlar alıyor, hatalı fikirler ileri sürüyorsunuz! Hükümdarım! Hemen karar vermeyin bu konuda acele etmeyin! Gözleriyle gördüğüne "görmedim" diyen ama kulaklarına sızana hemen inanan, boş işlerle uğraşan adam gibi olmayın! Ama hükümdar ilk vezirin bu itirazına pek iltifat etmez. Emir verir: karga baykuşların evlerine götürülsün, orada ağırlansın ve en güzel muameleye layık olsun, diye. Zaman geçer. Bir gün misafir karga hükümdar baykuşun huzuruna çıkar, çevrede epey bir baykuş cemâati ile karganın ölümünü isteyen vezir de vardır. Söze şöyle başlar karga: Hükümdar, hemcinslerimden neler çektiğimi bili yorsunuz! Öç almazsam içim rahat etmeyecek! Bu mevzuda epey kafa yordum ama tek başıma amacıma ulaşamayacağı mı anladım. Zavallı bir kargayım ben... Bilgelerden gelen bir söz var: "Kim kendini feda etmeyi göze alırsa Allah'a en bü yük kurbanı takdim etmiş sayılır! Böyle bir fıdâinin her du ası kabul olur!" Eğer zât-ı âlîleri uygun görürlerse yakayım kendimi ve Tanrımdan istekte bulunayım, beni baykuşa çe virsin diye. Böylece kargaların en zorlu hasmı ve bilgim sayesinde onların karşısında en kuvvetli düşman olurum. Ancak böyle alabilirim intikamımı! Ama karganın imha edilmesi teklifini sunan vezir cevap verir bu söze:

209 Sen iyi biriymişsin gibi bir intiba uyandırıp en feci kötülüğü gizlemekle içimi ve râihası nefis, lâkin özü zehir do lu, pis bir şaraba benziyorsun! Ne dersin, vücudunu ateşle yaksak özün ve karakterin değişir mi acaba? Senin huyların, nerede olursan ol senle beraber değil mi? Ne olursan ol, neye çevrilirsen çevril; huyların yine sana, öz mayana dönecektir! Can çıkar, huy çıkmaz! Hani şu dişi fare misali geldi aklıma: Cins cins kocalardan birini seçmesi söylenmiş. Ya güneş, ya rüzgâr, ya bulut yahut dağla evlenecekmiş ama sonunda bir erkek fareyi tercih etmiş! Vezire merakla sordular: Bu nasıl oldu? Vezir anlattı: Anlatırlar işte... Duası kabul kapısından hiç çevril meyen bir âbid varmış. Bir gün deniz kıyısında otururken pençesinde fare eniğiyle uçan bir deli dölengeç kuşu geçiver miş oradan. Farecik kuşun pençesinden kaymış, âbidin yanı na düşmüş. Âbidin kalbi burkulmuş, alıp bir kağıda sarıver miş hayvancağızı ve evine götürmüş. Ama böyle bir hayvanı beslemenin ailesine ağır geleceğini düşündüğü için niyazda bulunmuş Rabbine, fareyi kıza çevirsin diye. Derken fare hoş endamlı dal gibi bir tazeye dönüşmüş! Kızı aldığı gibi hanımına götüren âbid sıkı sıkı öğütlemiş: Bu benim kızım demektir! Evladıma nasıl davranı yorsan buna da öyle davran! Neyse kız büyüyüp kadınlık çağına girdikte âbid demiş ki: Kızım sen büyüdün serpildin. Sana bir koca bulma lı! Haydi beğen birini, evereyim seni! Kız: Tercih hakkını bana bırakırsan ben mahlûkatın en iri ve kuvvetli olanını isterim! Âbid:

210 Ha, galiba güneşi istiyorsun! demiş ve güneşe varıp dileğin sunmuş: Ey muhteşem varlık! Bir kızım var, en güçlü yara tıkla evlenmek isteyen! Sen damadım olur musun? Güneş cevap vermiş: Sana benden daha kuvvetlisini göstereyim: Beni ör ten, ışıktan oklarımı geri gönderen ve nur buketimi sarıp sarmalayan bulut! Âbid buluta varmış, ona da aynı teklifi yapmış. Bulut cevap vermiş: Ben benden daha güçlü olanı söyleyeyim sana: Beni çoban gibi önüne katan, doğuya ve batıya sürükleyen rüzgâ ra git! Âbid rüzgâra varmış, ona da açmış mevzûyu. Rüzgâr demiş ki: Ben de sana en güçlü olanı söyleyeyim: yerinden bir milim kaydıramadığım dağ, benden elbet daha güçlü! Âbid bu sefer dağa yanaşır ve evlilik konusunu açar. Ama dağ da cevap verir diğerleri gibi: Ha, ben sana benden daha güçlü olanı göstereyim is tersen! Beni delik deşik eden farenin şerrinden kendimi kur taramıyorum. Böylece âbid fareye gider ve mûtad veçhile konuya girer: Şu hâtûnla evlenir misin? Fare cevap verir: Nasıl gerdeğe girerim onunla? Yuvam minicik! Hem erkek fare ancak soydaşı olan bir dişi fare ile evlenir! Neticede bizim âbid yalvarır Alah'a o güzel kızı tekrar fare yapsın diye. Tabi bu duayı yapmadan evvel kızın rızâsını almıştır. Hak Teâlâ onu ilk hâline çevirir, dişi fare erkek fare ile muradına erer ve çekilip giderler... Senin hakikatin

211 Baykuşlar ateşte, Kargalar ateşte

212 de bu be hey hilekar karga! (Vezirin sözleri biter) Baykuşların hükümdarı vezirin sözlerine itibar etmedi; bilakis kargaya karşı daha ihsankâr davrandı, sevgisini artırdı. Bizim keleş karganın hayâtı düzelir, tüyleri yeniden biter ve gürbüzleşir. O artık alacağı bilgiyi de almış bir görevli olarak havalanır, dosdoğru avânesinin yanına gelir. Gördüğü ve işittiği malumat ile Karga kralına der ki: Ben yapacağım dediğim şeyi yaptım! Sana düşen, tavsiyelerimi dinlemek ve uygulamaktır! Hükümdar karga memnun memnun: Elbette! Ben ordumla senin emrindeyim! Nasıl is tersen öyle hareket et! Casus karga der ki: Baykuşlar şu mıntıkada odunu bol bir dağda yaşı yor. Orada koyunlarının başında bekleyen bir çoban var. Do layısıyla çevrede ateş, köz vs. bulabilir baykuşların kovukla rına atabiliriz. Üzerlerine kuru odun, çalı çırpı atar; kanatla rımızla alevi besleriz, ateşi harlarız! Kovuklarda yaşayan baykuşlardan kaçabileni kaçar, kaçamayanlar ise dumanla boğulur! Kargalar bu planı uygularlar. Bütün baykuşları öldürürler, emniyet ve zafer sevinciyle yurtlarına dönerler. Hükümdar karga bir gün tecrübeli casus kargaya sorar: Baykuşlarla onca zaman nasıl yaşadın yan yana! İyiler kötülerle arkadaş olamaz, bu azaba sabredemez! Karga cevap verir: Doğru söylüyorsunuz pâdişâhım! Ama akıllı kişi, za manında tahammül etmediği takdirde müthiş bir felâkete se bep olacak bir işi, sabırla karşılamayı bilir; feryad etmez. Zî râ o "sabrın sonu selâmettir" diyerek güzel bir netice umar

213 yaptığı işten, kedere garkolup bırakmaz işin ucunu. Hakikatte o, alçak birine boyun eğmekten zevk alıyor değildir. Arzusuna ulaşınca öyle sevinir ki! Hükümdar sorar tekrar: Anlat bana baykuşları, ne dedi sana akıllıları? Bilge casus karga: Aralarında derhal benim imha edilmemi isteyen ve zir hâriç akıllı birine rastlamadım! O defalarca benim öldü rülmemi istedi ama baykuş kısmı dirayet ve ileri görüşlülük bakımından nasipsiz yaratıklardır. Benim kargalar arasında mevkî sahibi tecrübeli bir kişi olduğumu pek önemsemediler, hile yapacağımdan endişe etmediler. Kendi içlerinden çıkan aklı başında bir nasîhatçinin sevgi ve firâset dolu öğüdünü kabul etmediler! En mahrem sırlarını benden gizlemediler. Oysa bilgelerden gelen bir vecize vardır: "Hükümdar işlerini asla söz gezdiren ahmaklara açmamalı, kimseyi sırrına mut tali etmemeli!" Hükümdar karga: Öyleyse bana göre baykuşların helaki, liderlerinin dirayetsiz olması, vezirlerinin yanlış fikirlerine uyması ve toptan câhil olmalarından kaynaklanmıştır. Casus karga aldı sözü: Evet pâdişâhımız, doğru söylüyorsunuz! Hiç yadsı namayacak bir hakikattir: zenginlik nimetine kavuşup az mayan, kadınlara aşın düşkünlük gösterip sonunda rezil ol mayan öyle azdır ki! Eh bu meseleyi siyâsî açıdan ele alırsak kötü danışman ve vezirlere güvenip de felâkete düşmeyen kral hiç yok gibidir. Eskilerden gelen bir söz var: "Kendini beğenen kişi, sürekli övülmek için çaba göstermesin; yalancı adam başına fazla arkadaş toplamasın; terbiyesiz kişi şeref iddia etmesin; cimriliği huy edinmiş hayırsız adam cömertlik taslamasın; arzularına köle olmuş adam

214 günahsızmış gibi göstermesin kendini; olayların gidişatını doğru tahlil etmeyen ve salak danışmanlarla siyâset yürütmeye kalkan mağrur kral da saltanatının baki kalacağım sanmasın, halkının refah ve huzura kavuşacağı kuruntusuyla sevinmesin!" Hükümdar karga tekrar aynı konuya eğilir: Baykuşlarla sun'î bir dostluk kurmak ve onların hizmetkârı gibi görünmekle hakîkaten büyük acılar çekmiş olmalısın! Bilge karga: Gerçek şu ki akıbetinde fayda devşireceği bir zorlu ğa tahammül eden, gurur ve hamaset duygularını dizginle mesini bilen kişi elbet memnun olacaktır zafere eriştiğinde! Tıpkı kurbağa şahını sırtında taşıyan ama kurbağalan afi yetle mideye indiren yılan gibi sabretmeli! Karga kral: Bu hikâyenin tafsilatı nedir? Bilge karga anlattı: Büyük bir yılan varmış. Yılanlar arasında saygın ve güçlü imiş ama zamanla ihtiyarlamış, gözü göremez olmuş, avı tutamaz olmuş... Bir gün yiyecek aramak için etrafa ya yıldıkta bol kurbağalı şirin gölcüğe gelmiş. Eskiden de oraya gelir kurbağaları rızık edinirmiş. Bu sefer zayıf ve çaresiz bir kocamış yılan olarak keder içinde kendim bırakır kurbağala rın yanına. Oradaki bir kurbağa der ki: Bak, bak.. Yılan efendiyi pek tasalı görüyoruz... Ne den acaba? Yılan: Kim benden daha çok üzülebilir ki? Hayâtımı kur bağalarla sürdürüyordum. Şimdi öyle bir hastalık var ki ba şımda, kurbağalar haram oldu bana! Bazan yaklaşıyorum, karşılaşıyorum ama tutmak ne mümkün! Kurbağa derhal oradan zıplar, kurbağalar kralına gi-

215 derek duyduğunu anlatır, müjdeli haber verircesine. Kurbağalar kralı ihtiyar yılanın yanına gelir ve sorar: Anlat bakalım hikâyeni, nasıl kocadın böyle? Yılan alır sözü: Bir kaç gün önce bir kurbağanın peşindeydim. Vakit akşam idi. Takip esnasında bir âbidin evine girmeye mecbur oldum. Kurbağanın peşinden içeri daldığımda karanlık or tamda farkedemedim, âbidin oğlu evdeymiş. Çocuğun par mağını yakaladım. Kurbağa niyetine soktum! Çocukcağız öl dü! Evden apar topar firar ettim lâkin âbid peşime düştü, yakalayamadıysa da beddua etti, lanetler okudu. Diyordu ki: "Masum oğulcağızımı öldürdün ya! Sana beddualar yağdırıyorum: paçavraya dönesin, zillet içinde bir eşek olasın kurbağalar kralına! Hiç bir kurbağayı ağız tadıyla ve hevesle yakalayamayasın, kralın köpeğe sadaka verir gibi senin önüne attıkları hariç!" İşte, zaman geçti; âbidin bu lanetine duçar vaziyette sana geldim. Gönlüm razıdır, sırtıma binmene! Beni eşek niyetine kullan! Kurbağalar kralı devâsâ bir yılanın sırtında gezinme hevesiyle yandı! "İşte, hakîkî bir övünç kaynağı!" dedi kendi kendine. Yılanın sırtına atladı ve hoşlandı bu işten... Yılan dedi ki ona: Ey şahlar şahı ulu Kurbağa! Benim âciz mi âciz, yoksul mu yoksul biri olduğumu anladın gayrı! Haydi lütfet de bir geçimlik akıt bana! Ben de yaşayayım herkes gibi şu fâni dünyada! Kurbağalar hükümdarı gerine gerine cevap verdi: Elbette! Elbette bu meseleyi halledeceğim, sana rı zık bağlamak vacip oldu! Sen benim bineğimsin... Böylece Kurbağa kral emir verir, hergün yaşlı yılana iki kurbağa verilsin diye. Pîr-i fâni tecrübeli yılan rahat eder,

216 geçimini sürdürür. Alçak bir düşmana boyun eğmek ona zerrece zarar vermez, hattâ kalıcı faydalar doğar bu ilişkiden. Bal gibi bir maîşet vesilesi olur bu tedbir!... İşte ey hükümdarım! Benim de şu zaferimizi kazanabilmemiz için acıya ve zillete gösterdiğim tahammül böyledir... Bakınız ne güzel emniyete kavuştuk, düşmanı mahvettik! Kesin olarak gördüm ki esnek muamele, merhamet dilenme ve kibarlık, ahmak düşmanı çok daha kısa bir zamanda kökünden mahvetmemizi sağladı. Meydan okumaya kalksaydık bunu böyle başaramazdık. Ateş ağaca değdiğinde tüm gücüne, zorbalığına ve hararetine rağmen ancak toprak üstündeki kısmım yakar. Su ise onca soğukluğuna ve yumuşaklığına rağmen ağacı kökünden götürür! Derler ki: "Dört şey var ki azına az denmez: ateş, hastalık, düşman ve borç" (Karga devam eder): Bütün bu zafer ve basanlar hükümdarımızın ileri görüşlülüğü, talihi ve tedbiri sayesinde gerçekleşmiştir. Der ler ki: "İki kişi bir şeyi elde etmek istediğinde hangisi daha akıllı ve şahsiyetli davranırsa o erişir hedefe. Eğer şahsiyet ve akılda eşit iseler daha sabırlı ve azimli olan erişir hedefe. Azimde de eşit iseler bahtı açık olan kazanır mücâdeleyi" Yine kadim bilgelerin sözlerindendir: "Kim tedbirli becerikli ama yine de başarı ve saadetin şımartmadığı, musibetlerin korkutmadığı bir hükümdara savaş açarsa ölüme davetiye vermiş demektir." hükümdarım! Hele hele zât-ı âlîleri gibi gerekeni gerektiği yerde yapan; sertlik ve esnekliğin sınırlarını bilen; öfke ve hoşnutluk göstereceği ânı iyi hesaplayan; sürat ve ağırdan alma pozisyonlarını doğru tâyin eden; bugünü, yarını kısaca davranışlarının tüm sonuçlarını düşünen biri olursa elbet ona savaş açılmaz! Hükümdar cevap verdi bilge kargaya: Hayır, hayır! Senin firâsetin, aklın, öğüdün ve bah tının açıklığı sayesinde gerçekleşti bu zafer. Zîrâ akıllı ve he-

217 saplı davranan bir kişinin fikri düşmanı mahvetmede elbet daha üstündür; kuvvetli, hazırlıklı ve kalabalık ordulardan! Bence senin hayretengiz işlerinden biri de baykuşların arasında uzun süre kalarak onca kaba sözü işitmen ama yine de dil sürçmesinden kurtulabilmendir! Bilge Karga: Ben devamlı sizin üslûbunuza, ahlâkınıza özene rek yürüttüm siyâsetimi! En yakın dostumdan en uzak kişi ye dek; herkesle aramı iyi tuttum, nâzik davrandım, esnek oldum. Hükümdar: Bence sen tuttuğunu koparan akıllı bir vezirsin. Di ğerleri akıbeti hayırlı olmayacak kuru laflar eden sıradan gö revlilerdir. Rab Teâlâ senin sayende bize zafer lütfetmiştir. Biz evvelce yemek yiyemiyor, su içemiyor, huzur içinde uyuya mıyorduk... Derler ki: "Hasta deva bulmadıkça; efendisinden servet, mükâfaat uman hizmetkar umduğuna kavuşmadıkça; boğazına düşman oturmuş kaygılı kişi de bu belâdan kurtul madıkça ne yeme içmeden ne de uykudan tat alabilirler..." Öyledir, elindeki ağır yükü bir kenara bırakan kişi dinlenir ve rahat bir nefes alır; düşmanını halleden adam 'Oh be!' diyebilir. Bilge karga aldı sözü: Düşmanınızı helak eden Yüce Allah'a niyazım var dır: size saltanatı hayırlı kılsın, krallığın nimetlerinden en güzel şekilde faydalanma fırsatı versin, halkınızın dirlik ve düzeni dâim olsun, elinizdeki iktidar sayesinde onlar da mut lu olsun! Zîrâ hükümdar gücünü ve servetini halkının saade ti ve refahı için harcamazsa keçinin boğazından sarkan ya lancı memeye benzer. Oğlak bu gıdığı emer, meme ucu sana rak! Ama hiç hayrını görmez. Hükümdar aldı sözü: Ey dürüst ve kaliteli vezir! Baykuşların ve başların daki kralın savaş ve benzeri, önemli hâdiselerde takip ettik-

218 leri siyâset tarzı neydi? Karga: Nasıl olacak? Gurur, kibir, şımarıklık... Üstelik âcizdiler pek çok yönden. Daha bir sürü kötü vasfı var ya neyse.. Adamları ve danışmanları da ona benziyor! Sadece benim öldürülmemi isteyen tecrübeli vezir, müstesna. Bu baykuş, ileri görüşlü, kurnaz, zekî, tedbirli, filozof biriydi. İşlerini yerli yerinde yapmak, yüksek akıllı olmak ve isabetli fikir serdetmek gibi hususlarda onun gibisi hakîkaten azdır. Hükümdar merakla sordu: Onun akıllı olduğunu en iyi gösteren özellik neydi? Bilge karga cevap verdi. İki hâli! Biri malum, benim derhal öldürülmemi iste mesi; diğeri doğru sözü ve öğüdü arkadaşlarından esirgememe sidir. Velev bir iki kelime olsun, mutlaka öğüt verirdi. Kaldı ki sözleri sert ve kinci değildi. Nâzik ve yumuşak konuşurdu. O, baykuşlar kralına bazı hatâlarını söyler ama bunu gözüne soka soka açıklamazdı. Çeşitli örnekler ve hikâyelerle konuyu îzah eder, başkasının kusurunu dile getirerek kıssadan hisse çıkarılmasını sağlardı. Hükümdar hatâsını anlar ama vezire kızmazdı. Bu vezirin hükümdarına verdiği öğütlerden bazıları aklımdadır. Bir keresinde şöyle demişti: "Hükümdar asla işini savsaklamamalı, siyâsetten bîhaber siyâset yapmaya kalkmamalıdır. Zîrâ idare zor bir sanattır. İnsanlardan pek azı hükümdar olur; ancak tedbir, ileri görüşlülük ve zekâ ile elde tutulur taht! Hükümdarlık kıymetli bir makamdır! Buraya çıkan, mevkiini korumayı bilmeli ve müdâfaasını yapabilmelidir. Derler ki: "Hükümdarlık nilüfer yaprağının gölgesi kadar kısa, rüzgâr gibi bir o yana bir bu yana meyilli, alçaklarla dolu bir grupta tek samimî ve akıllı kişi gibi yalnız, yağmur taşıyan damlaların göle değdiği anda beliren hava kabarcıkları gibi sevimli ve fânidir."

219 (Hikâye içinde hikâyeyle dolu bu sohbeti Beydebâ şu sözlerle bitirir): İşte ey Hükümdarım! Dostluk gösterseler de tevazu satsalar da asla aldanmamanız gereken hâin düşmanın hikâyesi bu!

220 MAYMUN İLE KAPLUMBAĞA BABI Hükümdar Debşelim filozof Beydebâ'ya dedi ki: Bu hikâyeyi dinledim... Şimdi anlat bakalım, dileği peşinde epey koştuktan sonra tam kavuştuğu anda kaybeden kişinin hikâyesini. Filozof: İnanın hükümdarım, bir amaç peşinde sürekli koş mak onu elde ettikten sonra korumaktan daha kolaydır. İs teğine kavuştuktan sonra elinden kaçıran adam, kaplumba ğanın başına gelen musibete mübtelâ olur. Hükümdar sordu: Bu nasıl olmuş? Beydebâ başlar anlatmaya: Anlatırlar ki maymunların başında Mahir diye bir kral varmış. Yıllar geçip Mahir ihtiyarlayınca hanedandan genç ve kuvvetli bir maymun çıkmış siyâset sahnesine, Mâ hir'in üzerine yürüyüp yenmiş onu ve tahta oturmuş. Mahir bölgeden kaçıyor ve kendi başına atılıyor yollara. Nihayet deniz kenarında elverişli bir mıntıka buluyor, incir ağaçlarından birine yerleşiyor. Mahir bir gün ağaçta karnını doyururken bir incir düşüyor suya; tatlı ve ahenkli bir cup sesi çıkıyor...'böylece Mahir yemek yerken her zaman suya incir bırakmaya başlamış. Neşeyle incir fırlatıyormuş suya.

221 Civarda yaşayan bir kaplumbağa da ağaçtan düşen incirle besleniyormuş. Maymunun suya incir atma âdeti kökleşince kaplumbağa yukardakinin özellikle bu işi yaptığını, arada dostluk bağı tesis etmek için böyle davrandığını zannetmeye başlamış! Böylece kaplumbağa maymunla arkadaş olmak istiyor, ona açıyor meseleyi ve hakîkaten iki komşu arasında sıkı bir dostluk kuruluyor. Bu arada kaplumbağanın evinde yolunu gözleyen bir hâtûnu vardır. Beyefendi, maymunla ünsiyet peyda edince evi ocağı unutuyor ve kadın endişelenmeye başlıyor. Bu adam nerede kaldı diye komşu kadına dert yanıyor: Korkuyorum, ya bir felâkete uğradıysa? Ya bir tuza ğa düşmüşse? Komşu kadın, bilmiş bilmiş cevap yetiştiriyor: Senin bey deniz kenarında. Bir maymunu dost tut muş... Maymun da onu seviyor hani, onunla yiyip içiyor. Ko canı senden ayıran şıllık odur! Şimdi sen maymunu mahvet mezsen kocanı getiremezsin yanına! Dertli eş soruvermiş: Bunu nasıl becereceğim? Bilgiç kaplumbağa komşu akıl vermiş: Kocan nihayet gelecek... O kapıdan adımım attıkta sen ahlayıp vahlayacaksın... O seni gamlı gussalı görünce so racak "ne oldu?" diye. Sen de "Doktorlar derdimin çâresinin maymun yüreği olduğunu söylediler" diyeceksin! Hakîkaten âvâre kaplumbağa bir müddet sonra evine döner, karısını üzüntülü bulur: "Seni mahzun görüyorum, neden?" diye sorar. Kaplumbağa komşu cevap verir oracıkta: Karın hasta! Doktorların demesi o ki ancak bir may mun yüreği onu iyileştirebilirmiş... Başka devası yokmuş bu ölümcül hastalığın!

222 Kaplumbağa cevap vermiş: Zor, hakîkaten zor bir iş... Suda rızkımızı ararken maymun yüreğini nasıl bulacağız? Ama dostumu tuzağa dü şürerek problemi halledeceğim... Böylece su kenarına giden kaplumbağa orada maymunla karşılaşır. Maymun, bu ani kayboluştan şüphelenmiştir; merakla sorar: Can dostum, nerelerdeydin? Kaplumbağa: Endişelenme, dostluğumuza gölge düşmedi. Senin yağdırdığın ihsan beni utandırmıştır. Bunca iyiliğe nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum doğrusu... Lütfedip evime gelirsen herhalde telâfi ederim bunu. Benim mekanım mey vesi bol, cennet gibi bir adadadır. Gel sırtıma bin, seni oraya taşıyayım. Maymun sevinir. Ağaçtan sıçraya sıçraya inip kaplumbağanın sırtına konar. O da onu suda taşımaya başlar. Epey ilerleyip suya dalmayı düşündüğü sırada kaplumbağa birden pişmanlık hisseder kalbinde, çirkin niyetinden hicap duyarak başını önüne eğer. Maymun merakla sorar: Can dostum! Seni sessiz ve gamlı görünüyorum, ne den? Kaplumbağa acıyla cevap verir: Kederimin sebebi şu: Eşim ağır hastadır. Bu mese leyi hatırlayınca evimde- sana yeterince ikram edemeyeceği mi düşündüm ve üzüldüm... Maymun cevap verir: Boş ver! Ben biliyorum ya senin beni misafir etmek istediğini! Bu samîmi arzun yeter bana, tekellüf etmen ge rekmez... Kaplumbağa Evet, haklısın! Der ama ikinci defa durur...

223 Bu sefer maymun kuşkulanır. Kendi kendine derin tahlillere dalar: "Kaplumbağanın şu garip duruşu ve gecikişi mutlaka mühim bir amaç için... Onun gönlü bana karşı değişti herhalde... Bana bir hainlik etmesinden korkuyorum. Zîrâ kalpten daha hızlı inkılab eden, hemen dönüveren ne var dünyada? Derler ya: Akıllı adam her sözde her bakışta, her oturup kalkışta hem ailesinin hem de kardeş ve dostlarının ruhunda vuku bulan değişimden bihaber kalmamaya çalışmalı. Zîrâ dışa vuran alâmetlerdir bu davranışlar, kalplerde gizlenen asıl niyeti teşhis etmeye yardımcı olurlar. Bilginler diyor ki: Bir adam dostundan şüphelendi mi ondan korunmayı bilmeli, ihtiyatlı davranmalı; dostunun tavırlarından, bakışlarından anlamalı niyetini. Eğer tahmini doğru çıkarsa atik davranır, kurtulur. Boş asılsız bir kuşkuysa içindeki, zarar gelmez ihtiyattan..." Bu iç hesaplaşmayı yaşayan maymun, kaplumbağaya dedi ki: Seni durduran ne? Bakıyorum yine kendi kendine mırıldanıyor gibisin! Ziyadesiyle kederli görünüyorsun! Kaplumbağa: Seni evime davet ettim ama eşim hasta olduğu için beklediğin karşılamayı yapamayacağım... Bu yüzden mahzu num. Maymun: Üzülme! Keder sana çâre sağlamaz! Derhal eşini iyi leştirecek ilaçlan araştır. Kadim bilgelerden gelen bir söz vardır: "Zengin adam servetini üç yerde rahatça harcayabil meli: Allah için yardımda, ciddî bir ihtiyacını karşılarken ve kadınlar uğruna!" Kaplumbağa: Doğru söylüyorsun! Şimdi gelelim asıl meseleye! Doktorlar eşimin ancak maymun yüreği ile şifâ bulacağını bildirdiler.

224 Maymun bunu duyar duymaz kendi kendine demiş ki: "Eyvah! Yaşım ilerledi, epey tecrübe kazandım ama ihtiras ve açgözlülük belâsından kurtulabilmiş değilim. Ne büyük bir tehlike ile karşı karşıya kaldım şimdi. Şu söz ne kadar da doğru: kanaatkar kişi elindeki ile idare etmesini bilir. Huzur içinde yaşar. İhtiraslı, açgözlü kişi ise her zaman yorgundur, her zaman güçlüklerle karşılaşır. Bu belâyı atlatmak için aklımı kullanmalıyım..." Maymun, kaplumbağaya der ki: Benim evimdeyken niye açmadın bu konuyu? Yüre ğimi yanıma alırdım hemen. Belki senin malumun değildir: maymun halkında kesin bir töredir, birimiz dostunu ziyaret ettiğinde kalbini ailesinin yanında veya evinde bırakır. Tâ ki ziyaret edilen kişinin ailesine, harimine baktığımızda kalple rimiz yokmuş gibi davranalım, ona meyletmekten kurtulalım. Kaplumbağa: Peki, şu anda nerede kalbin? Maymun: Ağaçta bıraktım... Beni ağaca geri götürürsen he men veririm onu sana. Kaplumbağa için için sevinir. Kendi kendine der ki: "Ona hıyanet etmeme, tuzak kurmama gerek kalmadan mesele halloldu; dostum talebimi kabul etti!" Bu hislerle maymunu alır, gerisini geri sahile götürür. Karaya iyice yaklaştığında maymun hemen sıçrar, ağacın dalına atlar... Kaplumbağa aşağıda epey bir zaman bekler; ne gelen var, ne de kalp getiren! Dayanamayıp seslenir: Hey dostum! Yüreğini yanına al da in artık! Beni çok beklettin! Maymun ağaçtan cevap verir: Geçti artık, geçti!... Beni şu meşhur eşek mi sandın: çakal onun kalbi ve kulakları olmadığını sanmış hani...

225 Kaplumbağa: Bu hikâye de neyin nesi? diye sorar. Maymun aldı sözü: Anlatırlar ki ormanda av peşinde koşan arslanın ya nında her zaman onun artıklarıyla beslenen bir çakal bulu nurmuş. Arslan şiddetli bir uyuz hastalığına yakalanınca ta kati kesilmiş, ava filan çıkamaz olmuş... Çakal demiş ki ona: Ne oldu ey yırtıcılar şahı! Eskisi gibi değilsin... Arslan: Beni bitiren, uyuz hastalığıdır! Ancak eşek yüreği ve kulakları çâre olur bana. Çakal: Kolay! Falan yerde bir çamaşırcı var. Onun elbisele ri taşırken kullandığı eşeği getiririm sana. Bu sözlerden sonra yola koyulan çakal o eşeğe yanaşır, selam verir ve der ki: Bakıyorum da pek zayıfsın eşek kardeş! Efendim bana doğru dürüst bir şey yedirmiyor ki! Peki, hala nasıl kalıyorsun onun yanında? Nasıl kaçayım ondan? Çaresizim. Nereye gitsem adamın biri yakalıyor beni, canımı yakıyor ve aç bırakıyor! Çakal: Ben seni cennet gibi bir yere götürebilirim: insanlar dan uzak mı uzak, ot desen ganî... Ha unutmadan söyleye yim, orada bir dişi eşek var ki dilberlik, şen-şakraklık ve se mizlik bakımında onun gibisi yoktur; hiçbir göz görmemiştir onu; hiç bir el değememiştir ona! Eşek cevap verdi: Vay be! Niye oraya gitmeyelim ki? Çakal eşeği aldığı gibi arslanın bölgesine götürdü. Kendisi önde yürüdü, ormanı geçerek arslanın huzuruna çık-

226 tı ve eşeğin beklediği yeri haber verdi ona! Arslan iştahla ilerledi, eşeğin üzerine atıldı ama zayıf ve yavaş davrandığı için beceremedi. Eşek can havliyle fırlayıp kaçtı. Çakal, arslanın eşeği halledemediğini görünce dedi ki: Ey yırtıcılar şahı! Bu kadar da âciz misin yâni? Arslan iştahla konuştu: İnan bana, bir kere daha getirsen onu buraya asla kurtulamayacak elimden! Böylece çakal eşeğin yanına vardı ve dedi ki: Ne oldu sana? Galiba karşına çıkan dişi eşek, epey dir azdığı için birden istek ve heyecanla sana atıldı... Biraz durabilseydin elbet yumuşayacak, kıvamına gelecekti. Böyle korkmanın da yersiz olduğu anlaşılacaktı. Eşek bu lafa kandı. İsteği arttı, yüksek sesle anırdı ve arslana doğru heyecanla koşmaya başladı. Çakal zaten hemen yola çıkmış, önceden arslanın yanına varmış ve şöyle demişti: Ona kendini hazırla, tedbirini al! Bu sefer zayıf dav ranma! Zîrâ kurtulursa elinden bir daha asla kanmaz bana! Çakalın uyarısı ve tahrikiyle arslan coştu, eşeğin yanına koşmaya başladı. Karşı karşıya geldiklerinde arslan ansızın atladı eşeğe, onu parçaladı ve şöyle dedi çakala: Tabipler derler ki eşek etini yiyecek olan evvelâ yı kanmalı, temizlenmelidir. Ancak böyle faydası dokunur eşe ğin! Şimdi sen eşeğin başında bekçi ol! Ben (yıkanıp) dönün ce onun kalbini ve kulaklarını yerim, geri kalanı da sana bı rakırım... Arslan yıkanıp temizlenmek amacıyla gidince çakal eşeğin başına geçti, kalbini ve kulaklarını yedi hayvanın. Arslanın bu hayvanı uğursuz sayarak etine hiç dokunmayacağını sanıyordu... Arslan geri dönüp çakala merakla sordu: Eşeğin kalbi ve kulakları nerede?

227 Bilmiyor musun, onun yüreği ve kulakları olsaydı bir kez ölümden kurtulduktan sonra tekrar aynı hataya düş mez, sana yaklaşmazdı! (Maymun devam etti sözüne): İşte bu misâli veriyorum sana; çakalın kalpsiz ve kulaksız olduğunu îzah ettiği şu eşek gibi olmadığımı bilesin diye! Ben o kalpsiz (akılsız) eşek gibi değilim: Sen bana hile yaptın, ben de benzeri bir hileyle karşılık vererek durumu dengeledim! Derler ya: "Yumuşak söz ile yoldan çıkan kişi ancak bilgiyle telâfi eder kaybettiğini." Kaplumbağa aldı sözü: Doğru söylüyorsun... Şu da var ki iyi kişi hatâsını görür, bir suç işlediği zaman terbiye edilmekten utanmaz. Zî râ o sözünde ve eyleminde samîmidir. Bir vartaya düştükte kendini toparlamasını bilir, tıpkı ayağı sürçüp yere kapakla nan sonra da hemen toparlanıp kalkan soğukkanlı kişi gibi dir o! (Beydebâ aldı sözü): İşte hükümdarım, ihtiyacı peşinde koşan ve tam elde ettiği anda tekrar onu elden kaçıran kişinin hikâyesidir bu.

228 ABİD İLE GELİNCİK BABI Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki: Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi neticeyi düşünmeden işe atılan aceleci adamın hikâyesini anlat. Filozof: İşini sağlama almadan, etraflıca düşünmeden hare kete geçen kişi mutlaka pişman olur! Böyle davranan kişi ge linciği sevdiği halde öldüren âbid gibidir. Hükümdar: Anlat hele, nasıl olmuş bu? Filozof aldı sözü: Anlatırlar ki Gürcan bölgesinde bir âbid yaşarmış. Âbidin güzel mi güzel bir hâtûnu varmış. Ama epey bir za man çocukları olmamış. Tam ümit kestikleri bir anda kadın hâmile kalmış. Kadın sevinçli, adam sevinçli... Âbid hamd et miş Allah'a, çocuğunun erkek olması için dua etmiş ve karı sına demiş ki: Müjdeler olsun sana! Ben senin gayet vefakâr ve muradımıza uygun bir oğlan doğuracağını umuyorum. Ona en güzel ismi vereceğim, çeşit çeşit mürebbîler tutacağım... Kadın cevap vermiş: Be adam! Ne olacağını asla bilmediğin bir konuda seni gevezeliğe sevkeden nedir? Böyle boş konuşan kişi, başı na yağ bal döken âbide benzer!

229 Kocası merakla: T Nasıl olmuş, anlat hele! Kadın anlatmış: Eskilerden gelen bir kıssa işte... Bir zengin tacir, semtindeki âbide her gün bal yağ gönderirmiş. Âbid ihtiyacı kadarını alır, afiyetle yer; artanı bir çömleğe koyarak evin bir köşesindeki direğe asarmış... Gel zaman git zaman bizim âbid bir gün elinde değneği, başucunda asılı çömleği; sırt üstü yatarken derin düşüncelere dalmış: "Yağ ve bal pahalı yiyecekler... Bu çömlektekini bir altına satarım... O parayla on dişi keçi alırım, derken bunlar gebe kalır; her beş ayda bir defa yavrular. Çok geçmeden koca bir sürüm olur." Böyle kurgulamalar üzerinde epey kafa yoran âbid sürünün çoğalma devresiyle ilgili olarak bir kaç yılın hesabım yaptı, dört yüzü aşan muhteşem bir keçi sürüsü çıktı neticede. Artık iyice heyecanlanan âbid kendi kendine der ki: "Bu sürüyü satar yüz sığır alırım, her dört keçiye bir boğa veya inek gelir herhalde. Eh, artık epey bir arazi ve tohum almanın da vakti gelmiş demektir. Rençberler çalıştırırım, boğaları ziraatte, saban işinde kullanırım; ineklerin sütlerini sağar, düvelerimden de istifâde ederim. Bu gidişle beş yıl geçmeden müthiş bir servet elde ederim ziraat işinden... Artık şahane lüks bir köşk yapmanın vakti gelmiştir; en güzel cinsinden cariyeler, en çalışkan ve vefakâr cinsten köleler satın alırım. Asil mi asil, güzel mi güzel sıcak bir hâtûnla evlendim mi tamam demektir. Oğlum da asil olur, en güzel ismi koyaram ona. Biraz büyüsün, hemen eğitimi için harekete geçerim. Terbiye disiplin ister, olacak canım biraz sıkılık! Eğer bu disiplini kaldırabilirse ne âla, yok işi cıvıtırsa değnekle şöyle vururum ona..." Âbid böyle heyecanlı hayallerde elindeki değneği havaya kaldırınca direğe asılı çömlek kırılmış ve sermâye(!) şıpır şıpır dökülmüş yüzüne!... (Kadın devam eder.)

230 Bu hikâyeyi akıbeti hayır mı şer mi hiç bilmediğin bir konuda gereksiz laflar ettiğin için anlattım... Âbid hanımının anlattığı kıssadan hissesine düşeni almış. Kadın hakîkaten sevimli bir oğlan doğurmuş, baba çok sevinmiş bu işe... Bir kaç gün sonra kadın güzelce temizlenmek için hamama gitmeye niyetlenerek beyine demiş ki "Çocuğun yanında kal; ben yıkanıp geleceğim." Kadın hamama gidince çocukla baba başbaşa kalmışlar. Bu sırada hükümdardan gelen bir elçi tıklatmış kapıyı. Âbid evden çıkarken, küçücük bir yavru iken alıp yetiştirdiği gelinciğe emânet etmiş çocuğunu. Gelincik akıllı mı akıllı bir hayvanmış. Âbid evi kitleyip çıktıktan kısa bir süre sonra taşlıkta bir kara yılan zuhur etmiş. Oğlancığa yaklaşmış ve son anda gelincik farketmiş onu, üzerine atlayıp boğmuş. Yılan paramparça olmuş, gelinciğin ağzıburnu kan içinde kalmış... Sonra âbid dönmüş, kapıyı açıp içeri girdikte sevinçli bir eda ile ağzı burnu kan içinde yanına gelen gelinciği görmüş karşısında. O anki heyecan âbidin aklını başından almış. Hele hele eline yüzüne bulaşmış kanları görünce iyice zıvanadan çıkan âbid ansızın değnekle vurmuş gelinciğin kafasına! Ağırdan almamış, durumu incelememiş, birden saldırmış zavallı hayvancığa... Gelincik oracıkta can vermiş... Âbid iç odalara bakınca çocuğu neşeli ve sağsâlim bulmuş, yanı başında da paramparça bir kara yılan! Meseleyi anlamış, acele davranıp büyük bir hatâ yaptığı için çıldırasıya üzülmüş, başını duvarlara vurmuş... Diyormuş ki kendi kendine: "N'olaydı da bu çocuk doğmasaydı! Ben de bu zalimliği yapmasaydım sevimli dostuma!" O böyle dövünürken karısı girmiş içeriye ve merakla soruvermiş: Ne oldu, ne bu hal?

231 Âbid, gelinciğin vefakârlığını, kendisinin tehevvüre kapılarak hiç tahkik etmeden nasıl bir fecaat işlediğini ağlaya ağlaya anlatmış. Kadın: İşte! Acelenin meyvesi böyle acı olur! Demiş... (Beydebâ sohbetini şöyle bağladı). İşte, ölçüp tartmadan davranan; istediğini hiç dü şünmeden alelacele yapan pişmankârın öyküsüdür bu!

232 TARLA FARESİ İLE KEDİ BABI Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki: Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi anlat bana, yığın yığın hasım tarafindan kuşatılarak mutlak bir helakle karşı karşı ya olduğunu anlayınca bir kısım düşmanını kendine dost edip çıkış yolu arayan adamın hikâyesini... Bu adam kaygı lardan kurtulmuş, canını kurtarmış ve evvelce anlaştığı bazı düşmanlara vefakâr davranmıştır... Beydebâ aldı sözü: Ne dostluk ne düşmanlık, asla sabit kalmaz; aynı hal üzere dâim değildir. An gelir dostluk nefrete, husûmet sevgiyi dönüşür... Bu mevzuda öyle çok misal var ki! Akıllı ve basiretli kişi derhal tedbirini alır. Duruma göre nasıl hareket edeceğini bilir. Düşmandan gelene metanetle karşı koyar, dosttan gelene nezâket ve ihsanla mukabele eder. Akıllı adam gerektiğinde eski düşmanından yardım isteyebilir. Evvelce ona karşı beslediği itimatsızlık hissi, asla basiretini kapamaz. Uyanık kişi korktuğu bir felâketi defetmek için düşmanından da faydalanmasını bilendir. Yeter ki ihtiyatlı, soğukkanlı davransın. Mutlaka amacına erişir. Bunun misâli ortak bir tehlike karşısında birbirleriyle anlaşarak parçayı kurtaran fare ile kedi hikâyesidir.

233 Hükümdar sordu: Bu hikâye nasıl? Beydebâ başladı anlatmaya: Anlatırlar ki muazzam bir ağaç kovuğunda Rûmi adlı bir kedi yaşarmış. Yakında bir fare yuvası varmış Feri dun adlı fareye ait... Avcılar o mıntıkaya sık sık gelir vahşî hayvan ve kuş avlarlarmış... Bir gün bir avcı mûtad veçhile oraya geliyor, Rûmi'nin yuvasına yakın bir yere kuruyor tuzağını! Rûmi düşüyor tuzağa. Fare Feridun o sırada her zamanki korkusuyla; "Rûmi beni yakalayabilir," diyerek yiyecek aramaya çıkmış. Orada gezinirken kediyi tuzakta görünce sevinmiş, "Oh be, hasmımdan kurtuldum!" demiş ama arkasına dönüp ortalığı kolaçan edince geride onu kapmaya hazır bir gelincik ve ağacın tepesinde gözleriyle onu takip eden bir baykuş görmüş. Şaşırıp kalmış farecik: geriye kaçsa gelincik, ileriye gitse kedi, sağa sola hareket etse baykuş kapacak onu! Kendi kendine mırıldanmış: "İşte her yanımdan felâketlerle kuşatıldım. Üzerimde ağır bir yük var, hayâtımı sürdürecek gıdayı bulmalıyım. Ama belâlarla çevriliyim... Şükür Rabbime, aklımı kaybetmiş değilim. Şimdi soğukkanlı davranmalı, dehşete düşüp yanlış işler yapmamalıyım; elim-ayağım birbirine dolaşmadan bir çözüm bulmalıyım. Basiretli kişi doğru düşündüğü, etraflıca plan yaptığı zaman fazla kaygılanmaz, asla zekâsını kullanmazlık edemez. Akıl, dibine ulaşılmaz bir umman gibidir. Belâ, basiretli adamın tüm çabalarını yok edemez, dolayısıyla onu mahvedemez! Ancak şu da bilinmeli: Ümidin gerçekleşeceğine dâir özgüven ve inanç, asla onu şımartmamak, sarhoş etmemelidir. Etrafımı süzüyorum ve görüyorum ki bu vartayı ancak kediyle anlaşarak atlatabilirim. Zîrâ onun başına gelmiş musibet, aynen veya benzeri bir şekilde benim başıma gelebilir. O benim sözlerimi dinler, tâ içimden gelen ifâdelerime kulak verir ve ona yardım edebileceğime inanırsa beraber kurtul

234 ma şansımız vardır." Bu uzun süren iç hesaplaşmadan sonra fare kediye yaklaşarak dedi ki: Nasılsın? Kedi: Nasıl olacak! Tam senin arzu ettiğin gibi boğazıma kadar belâya gömülmüşüm! Fare: Hayır, hayır öyle konuşma. Ben de senin gibi darda yım şu an! Kafamda bulduğum çâre ikimizi birden kurtara cak, başka yol bulamıyorum! Sözlerimde yalan yok: hile yok; işte gelincik senin ardında pusu kurmuş bana, yukarda bay kuş iştahla murakabe ediyor beni! Her ikisi de bizim düş manlarımız değil mi? Eğer bana söz verirsen tuzağının iplerini dişlerimle kemirir ve seni kurtarırım. Böylece ikimiz birbirimizi kurtarmış oluruz. Denizdeki gemi ile yolcular arasındaki ilişki de buna benzer. Onlar gemiyle kurtulur, gemi de onların tedbiri sayesinde batmaktan kurtulur... Kedi fareyi dinledi, doğru ve samîmi davrandığına inanınca dedi ki: Doğru söylüyorsun! Ben de ikimizin yardımlaşarak beraber kurtulacağı bir plan üzerinde kafa yoruyordum. Eğer hedefe erişirsen yaşadıkça müteşekkir kalacağım sana. Fare cevap verdi: Ben sana yaklaşarak bir ip hâriç tüm ağı kemirece ğim. Eh, ne olur ne olmaz, senden gelecek tehlikeye karşı tek ipi bırakmam normaldir... Hayâtımı sağlama almalıyım. Böylece fare ipleri kemirmeye başladı. Baykuş ve gelincik ise farenin kediye yaklaştığım görünce ümitlerini kestiler, çekip gittiler. Fare ip kemirme işini ağırdan alınca kedi dedi ki: Niçin ipleri gayretli bir şekilde kesmiyorsun? Eğer kendi amacına eriştiğin için sözünden caymış ve benim işimi

235 askıya almışsan, iyi ve kaliteli kişilerin tavrı değildir bu! İyi olan, asla dostunun işini savsaklamaz. Dostluğumuzun faydasını açıkça gördün, sana yaradı yâni... Şimdi beni mükâfaatlandırmalı ve eski düşmanlığı tamamen kafandan atabilmelisin! Yaptığımız anlaşma eski husûmeti unutturmalıdır. Kaldı ki vefakârlığın meyvesi fazilettir, hıyanetin akıbeti ise pek elim bir azaptır! İyi kişi, gördüğü iyiliğe teşekkür etmeyi bilir; kin tutmaz. Gördüğü bir güzel davranış bir çok kötülüğü unutturur ona! Eskiler derler ki: "En kısa zamanda gelen ceza, hainliğe verilen cezadır. Kim kendisine yalvaranı affetmezse haksızlık etmiş olur." Fare cevap verdi: Dost iki türlüdür: Bir hedef peşinde olan ve mecbur kalan... Her ikisi de belirli bir faydanın temini için o konumdadırlar ve kendilerine bir zarara dokunmaması için azamî gayret sarfederler. Bir hedefi olan, dâima istekli davranan kişiye güvenilir. Mecburen dostluk makamını işgal edene gelince ona bâzan güvenilir. Bâzan da mesafeli bakılır, geri durulur ondan... Akıllı kişi endişelendiği şeyleri gidermek için ondan faydalanır: ihtiyaçlarım "rehin" alır. Burada kurulan dostluk bağı, peşin menfaat ve umulana kavuşmak içindir. Ben elbet verdiğim sözü tutacağım sana karşı! Ama senden sakındığım da bir gerçektir. Zîrâ seninle ittifak etmemize yolaçan "ölüm korkusu," seni serbest bırakırken de beni sımsıkı sarmaktadır! Tehlikenin bu sefer senden gelmeyeceği ne malum? Kuşkusuz her işin bir zamanı var. Zamanında olmayan işten tat alınmaz! Evet ben senin tüm iplerini kemireceğim ancak bir tek düğüm bırakacağım, onunla rehin tutacağım seni... Artık benimle uğraşacak vaktin olmadığını gördüğüm zaman kopartacağım onu! Ve fare kedinin iplerini kesmeye devam etti. Birden avcı geldi, kedi bağırdı: İşte, şimdi evet şimdi iplerimi tamamen kesme konusundaki samimiyetin ortaya çıkmalı! Kopar hepsini!

236 Fare de zaten kemirme işinin sonuna gelmişti. Son ipi de kopardıkta avcıyla burun buruna kalan kedi ağaca ancak tırmanabilmişti. Fare hemen bir yarığa sinmişti. Avcı hüsrana uğramış, paramparça tuzağını alarak melul mahzun çekip gitmişti. Sonra fare ortaya çıktı, kediyi uzaktan uzaktan süzdü, ona pek de yaklaşmak istemedi. Kedi durur mu sesleniverdi fareye: Ey Yüce dost! Sen benim nezdimde imtihanı kazan mış mûtemed birisin! Yaptığın iyiliği, daha güzeli ile karşıla yacağım; niye benden sakınıyorsun? Haydi, bitirme dostluğu muzu! Kardeşliğe son veren elbet mahrum kalır dostluğun en güzel meyvelerinden! Muhatabı da ondan ümit keser, tüm dostlar dağılır çevresinden! Senin iyiliğini asla unutmayaca ğım. Sen, benden de benim dostlarımdan da mükâfaat iste meye lâyıksın! Korkma, zararım dokunmaz! Neyim varsa esirgemen senden, yağmur gibi yağdırırım sana! Kedi bu samimî sözlerinden sonra fareyi inandırmak için çeşitli kanıtlar ileri sürdü, yeminler etti. Fare aldı sözü: Nice arkadaşlıklar vardır sımsıkı gözükür uzaktan bakana. Ama içyüzü kindir, düşmanlıktır. Ve böylesi inan, açık düşmanlıktan daha beter! Bundan kaçınmayan kişi, az gın filin dişinde uyuya kalmış iken ansızın kendini yerde bu lan ve ayaklar altında ezilen adama benzer. Dosta niçin "dost" denilir? Faydası umulur da ondan! Düşmana'da zararından endişe edildiği için düşman denilir. Akıllı kişi düşmandan yararlanacağı zaman dost olur ona! Dostunun zarar vermesinden endişe ediyorsa sert davranır, düşman kesilir ona! İyi bak, buzağılar sütten faydalanmak için nasıl dört dönerler analarının çevresinde; oysa sütten kesildiklerinde hiçbirini göremezsin analarının yanında.

237 Bazen kişi dostuyla alış verişini keser ve kendisine zarar vereceğinden endişe etmez. Zîrâ aralarında evvelce de köklü bir düşmanlık yoktur. Ama iki kişi arasına ciddî bir husûmet var iken bir ihtiyaçtan, menfaaten ötürü dostluk oluşmuşsa ihtiyaç yerine getirildiği andan itibaren o dostluğun anlamı kalmaz. İki taraf da aslına döner: suyun ateşte ısındığını görürüsün, lâkin ateşten ayrıldıktan sonra soğur en kaynar su bile! Hiç bir düşmanım senin kadar zarar veremez bana! Bir hacetimizi görmek için ittifak etmiştik ve ikimizi birbirine bağlayan problem halloldu. Şimdi ben niye endişe etmiyeyim aslî husûmetin geri dönmesinden? Zayıf, güçlü düşmanının yakınında birşey yokmuş gibi gezemez. Sıradan biri, azametli ve şerefli bir hasmı karşısında rahatça duruyorsa bu işin sonu pek iyi olmayacaktır. Bilmiyorum, beni "midene indirmen" dışında nasıl bir ihtiyaç için geleceksin yanıma? Ben sana tam güvenmiyorum ve şunu kesin biliyorum ki zayıfın güçlü düşmanından uzak durması, güçlünün zayıfa güvenip kanmasından daha sağlıklı, daha doğru bir tutumdur. Akıllı kişi, çaresiz kalınca düşmanla da anlaşmayı bilir: ona güler, yağ çeker; ona itimat ediyormuş gibi gösterir kendini. Sonra işi halloldukta fırsatım bulur bulmaz sıvışır oradan! Kısa zamanda inanan ve itimat eden kişi bir daha asla telafi edilemeyecek hatâlar işleyebilir. Menfaat karşılığı bir anlaşma yapabilir kurnaz kişi. Ama karşıdakine asla tam itimat etmez. Onun her dediğine inanmaz. Yanında olsa da tetikte bekler, araya mesafe koyar. Ben de sana uzaktan dost olacağım. Sana fazla yanaşmayacağım. Evvelce istemiyordum ama senin daha güzel ve daha uzun yaşamam istiyorum şimdi. Sen de benim hakkımda ancak bu cinsten bir dostluk kurabilir, bu kabil duygular besleyebilirsin... Zîrâ bizim biraraya gelmemize imkan yoktur gerçek hayâtta! Haydi kal sağlıcakla... Sen kendi yoluna, ben kendi yoluma!

238 HÜKÜMDAR İLE KUŞ FENZE BABI Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki: Bu hikâyeyi de dinledim. Şimdi, birbirlerinden uzak durmaları gereken azılı düşmanları anlat! Beydebâ aldı sözü: Anlatırlar: Hint hükümdarlarından Feridun (Feri dun) adlı pâdişâhın bir kuşu varmış Fenze adında. Fenze ile cücüğü pek güzel öterlermiş. Pâdişâh bu kuşları çok sevdiği için hanımının yanına konulmalarını emretmiş, hanımına da sıkı sıkı tenbihlemiş: "Aman ha, dikkat et bu kuşlara; iyi ko ru onları!" diye. Olacağa dur denmez: hanım bir erkek çocuk doğuruyor, çocukla cücük birbirlerine ısınıyorlar, ikisi de kendi aralarında tatlı tatlı eğleniyorlar... Anne Fenze ise hergün dağa uçuyor hiç kimsenin bilmediği garip bir meyve getiriyor. Yarısını hükümdarın oğluna yansını da kendi cücüğüne yediriyor. Bu hârika meyve iki yavrucağın sağlık büyümelerine ve kısa zamanda gencelmelerine yol açıyor. Hükümdar da açıkça tanık olduğu bu enteresan hâdiseden ötürü Fenze'ye daha çok hürmet gösteriyor, daha fazla ihsan ediyor gün geçtikçe... Fenze yine bir gün meyve devşirmek için dışarı çıkıyor. Bu arada cücük, şehzade ile oynamakta iken duramıyor, ar-

239 kadaşının kucağına pisliyor. Çocuk ansızın hiddetleniyor, cücüğü tuttuğu gibi yere çalıyor, zavallı oracıkta can veriyor... Bir süre sonra Fenze saraya geliyor, yavrusunu kanlar içinde yerde cansız bulunca çığlığı basıyor. Ağlıyor, ağlıyor... Habire de söyleniyor: Yazıklar olsun ahdini tutmayan hükümdarlara! Hu kuka riâyet etmeyen, dostunu korumayan, edepten bînasip hükümdarlarla dostluk kuranların vay haline! Hakikatte on lar hiçkimseyi sevemezler, hiç kimsenin kıymeti yok onlar nezdinde. Ancak birinden bir fayda umdukları zaman yana şırlar, bilgisinden istifâa etmek için adam tutarlar. Lâkin amaçlarına erişince ne dostluk kalır ne saygı! Ne ihsan ne de hukuka riâyet! Böyle hükümdardan işlerini dâima cürm ü ce fâ ve ikiyüzlülükle götürürler. İşledikleri nice büyük hatayı küçümserler ama istedikleri en hafif, önemsiz bir şey engel lenmeye görsün... Birden azılı bir canavar kesilir, zâlimlerin zalimi olurlar! İşte bu hükümdar da öyle, dostuna zulmeden merhametsiz bir nankör olduğu için! Kuş zehir zemberek bu laflan ettikten sonra hınçla şehzadeye atılmış, gözünü çıkarmış ve havalanıp sarayın saçağına konmuş. Hâdise kendisine aktarılınca çok üzülen hükümdar, kuş Fenze'yi tuzağa düşürme arzusuyla yaklaşmış ve demiş ki: Senin canın emniyette olacaktır! Sana bir şey yap mayacağım, in artık Fenze kardeş! Kuş cevap vermiş: Ey Pâdişâh! Elbette zâlime hesap sorulacak! Şu an da kurtulsa cezadan ilerde asla kurtulamayacak. Hattâ ne silden nesile devam edecek bu ceza! Senin oğlun benim biri cik yavrumu mahvetti, ben de cezasını derhal verdim! Hükümdar: Hayâtım hakkı için ey dost, (ne olursun dur dinle) Biz senin yavruna zulmettik. Sen de bizden öcünü aldın! Ar tık senin bizden, bizim senden alıp veremediğimiz bir şey

240 kalmadı. Haydi sakin ol ve can güvenliğinin sağlanacağına inanarak gel yanımıza! Fenze itiraz etti: Asla sana dönmeyeceğim. Zîrâ dirayetli kişiler "in tikam alacak adama yaklaşma!" derler. Gizli bir kini olan ki şi, sana lûtfedermiş gibi davranıyorsa sende bir kuşku uya nır da ondan kaçma ihtiyacı hissedersin tabîi olarak! Böyle birine karşı en iyi tedbir, uzak durmak ve dâima "bir şeyler yapacağından" endişe etmektir. Derler ya: "Akıllı adam ana babayı dost, kardeşleri arkadaş, eşleri refik, oğulları iyi nam, kızları hasım, akrabayı borçlu ve kendisini yapayalnız görür! Ben de bir yalnızım, yabancıyım ve kovulmuşum artık... Benim payıma ağır bir hüzün düştü sizin saltanatınızdan; hiç kimse taşıyamaz onu, derdime kimse ortak olamaz. Ben gidiyorum. Sana benden bol selam... Hükümdar aldı hemen sözü: Eğer sen bizim yaptığımıza karşılık vermeseydin yahut biz zulmetmeden sen bu işi yapsaydın durum senin de diğin gibi olurdu. Ama önce biz sana yapacağımızı yaptık... Senin suçun ne ki bizden kaçıyorsun? Niye bize güvenmiyor sun? Gel, dön artık evine! Sana eman veriyorum... Kuş Fenze cevap yetiştirdi: Şunu bilmelisin ki kin ve husûmet kalbe yerleşir ve daimî bir acı kaynağı olur. Dil her zaman kalptekini olduğu gibi söylemez. Kalbin dile şahitliği, dilin kalp adına avukat lık yapmasından daha sağlam, daha gerçekçidir. İyi biliyo rum ki senin kalbin benim dilime, benim kalbim senin diline güvenmiyor! Hükümdar itiraz etti: Bilmiyor musun, pek çok insan arasında derin kin ler ve düşmanlıklar vardır ama aklı başında olan, uzun uzadıya kin beslemez (bu his ile kendini bitireceğine meseleyi kökten halleder) düşmanının işini bitirir!

241 Kuş Fenze: Doğru söylüyorsun bu konuda! Ama basiretli kişi asla inanmaz, intikam hissiyle yanan adamın asıl hâdiseyi unutup kalbini her türlü kin ve nefretten temizleyeceğine! Akıllı adam tuzak, hile ve komplodan dâima endişe eder böy le durumlarda! O iyi bilir ki düşmanların bir kısmı dikine di kine gitmekle bertaraf edilmez, vahşî filin ehlî fille avlandı ğı gibi yağ çekmek ve yumuşak davranmak gerekir bu gibi hallerde... Hükümdar cevap verdi: Akıllı adam dostunu asla terketmez, arkadaşları ile bağını koparmaz. Canından endişe etse bile onlardan ayrıl maya yanaşmaz. Bu huy hayvanların en aşağısında bile var dır. Bilirsin niceleri köpek oynatır sonra onu keser ve etini yer ama sahibine ünsiyet peyda etmiş köpek asla ayrılmaz ondan! Fenze aldı sözü: Kin ve nefret her yerde, her keşte dehşetlidir: sahi bini alev alev yakar. En dehşetli olan ise hükümdarın kalbin de yeşerendir. Zîrâ hükümdar tayfası intikam almayı din gi bi görürler! Onlar öç almak için çaba göstermeyi şeref sayar lar. Akıllı kişi, kindar adamın sakinleşmesine aldanmaz. On daki kinin, için için yandığını bilir. Tahrik ettirici bir sebep zuhur etmedikçe kül altında ödünsüz bekleyen köze benzer kin. Kor ateş nasıl iştahla çıtır çıtır yakacağı odunu ararsa kin hissi de kendini zuhur ettirici sebepler arar, bahaneler bulur! Bulduğu anda parlar, sarı dilli dev alevler gibi! Artık kindara ne yumuşak söz, ne alttan alma, ne yalvarıp yakarma ne de "haklısın!" demek fayda eder. Ancak hasmının canı kindarın içindeki ateşi söndürebilir. Evet, bazı kindarlar özel yararlar temin etmek ve bazı zararlı şeylerden de kurtulmak için hasmına yaklaşır, bir süre onunla kalabilirler. Ama ben içindeki nefret ateşini kısamayacak kadar âcizim, kendime hâkim değilim...

242 Senin kalbin dilinle aynı olsa da bana faydası yok artık bunun! Ben dâima korku, endişe keder ve öç hisleriyle yanacağım seninle yanyana olduğumuz sürece. Bizim için en uygun karar ayrılmaktır vesselam! Hükümdar aldı sözü: Ben kesin olarak bildim ki kimse kimseye bir şey ya pamaz: kaderde yazılandan gayrı ve küçük büyük ne gelmiş se başa, ancak bir malum kader ve kaza ile olmuştur. Nasıl ki mahlûkatın yaratılışı, çocuğun doğuşu ve canlının yaşayı şında yaratıkların hakîkî bir müdâhelesi söz konusu değilse fâni olanın gidişi ve canlının ölümü de böyledir. O halde sen benim oğluma yaptığın eza konusunda nasıl mesul değilsen benim oğlum da senin yavruna yaptığı şeyde mesul değil... Öyle değil mi ya, bunların hepsi önceden takdir edilmiş bir kaderdir ve her birimizin kendine özgü bir mazereti var; do layısıyla kaderin getirdiklerinden sorumlu olamayız. Fenze cevap verdi: Evet kader elbette senin dediğin gibi (bir takdir işi dir.) Ancak bu durum, sağduyulu kişinin tehlikeden uzaklaş ma ve zarardan kaçınma hususunda bir şey yapmayacağı an lamına gelmez. Bilakis akıllı adam tedbirini alır, gücünü sarfeder ve bununla beraber kadere inanır! Hakîkî kader inancı böyledir... Ben biliyorum ki sen içinden geçeni söylemiyorsun bana. Aramızda öyle basit bir hâdise vuku bulmadı, senin oğlun benim yavrumu öldürdü, ben de senin oğlunun gözünü çıkardım... Sen aslında beni tuzağa düşürüp işimi bitirerek içinde alev alev yanan öç ateşini söndürmek istiyorsun. Oysa ben şimdi ölmek istemiyorum... Eskiler derler ki: "Yoksulluk belâdır, tasa belâdır, düşmanın civarında bulunmak belâdır, dostlardan ırak olmak belâdır, hastalık belâdır, ihtiyarlık belâdır lâkin tüm belâların büyüğü elbette ölümdür!" Ruhu acıyla kıvranan kişiyi, ancak aynı acıya mübtelâ olan anları.. Bende de sendeki dayanılmaz elemin bir benzeri var, içim yanıyor ve seni anlıyorum.

243 Seninle olmak, beraber gezmek bana hayır getirmez. Zîrâ sen ne zaman benim senin oğluna yaptığımı hatırlasan, ben de ne zaman seninkinin benim yavruma yaptığını hatırlasam kalplerimiz nefretle kararacaktır... Hükümdar cevap verdi: Kalbinde iz bırakan dostun dostluğunu unutturacak denli kara bir kin dalgasına kapılan kimsede hayır yoktur! Fenze aldı sözü: Tabanı yaralı adam ite kakıla yürümeye mecbur kal sa veya kendi arzusuyla yürümek istese muhakkak açılacak tır yarası ve müthiş bir ızdırap verecektir ona! Gözü yanan adam yüzünü rüzgâra çevirirse acıyla kıvranacaktır... intika ma kurban gidecek kişi de intikam alacak adama yaklaştı ğında hayâtının kumarını oynamış olur. Bu dünyada yaşa yan kişi, tehlikeden kaçınmalı; belâ gelecek yere sokulmama lı; ölçüp tartarak işe başlamalı, kabadayı edalarıyla gücüne güvenmemeli; îtimad etmediği adamlarla yola çıkmamalıdır. Zîrâ kim kaba kuvvete güvenir de tehlikeye atılırsa kendini ölüme teslim etmiş demektir. Yaşaması için gerekli olan yi yecek ve içeceğini hazırlamadan yola düşen ve asla takat ge tiremeyeceği işlerin peşinde koşan adam kendini helak eder. Boğazına tıkanacak kadar büyük lokmayı yutan ölçüsüz adam elbet debelene debelene boğulacaktır! Düşmanın lafına aldanarak ihtiyatı terkeden kişi herkesten çok düşmandır kendine karşı! Ne getirip ne götüreceği, hangi sırlara gebe olduğu hu susunda bilgi elde edilemeyecek kader mevzuu hakkında fi kir beyân etmek kimsenin haddine düşmez! Kişiye düşen ih tiyata sarılmak, tedbiri almak, özgücünü sonuna kadar sefer ber etmek ve kendini mesul tutmaktır. Akıllı kişi, imkanı nisbetinde kimseye dayanmamaya çalışır; kaçış ve kurtuluş yolu varken kendini endişeye sürükleyen mıntıkada bekle mez. Benim de gideceğim pek çok yol var. Nereye gitsem gi deyim kendime yeterim, işimi bulurum...

244 Beş nitelik vardır; kim bunlara her zaman sahip olursa asla muhtaç durumuna düşmez, gurbet ilde mahzun olmaz, uzak yakın gibi olur ona ve nice dostlar kazanır o! Şöyle sayabiliriz: 1- Hiç kimseyi kırmamak 2- İyi terbiye görmüş olmak 3- Kuşkulu işler yapmamak: itham altında kalmamak 4- Düzgün bir sîret: iyi ahlak 5- Olgun davranmak: asil ve seçici olmak. Kişi hayâtından endişe ediyorsa kendini kurtarmak için malını, karısını, çocuğunu feda edebilir; yerini yurdunu terkedebilir. Zîrâ bu saydıklarımız helak olsa kişi yine birini bulur, bir şeyler kazanır; yenilerinin geleceğine dâir ümit besler. Oysa can bedeni terkettikte yenisi gelmez... En kötü para, gerektiğinde harcanmayandır; en kötü hanım, kocasına karşı serkeş davranandır; en kötü evlat, ana babaya eziyet edip âsi davranandır; en kötü dost, zor zamanda sırtını çevirip gidendir... Ve en kötü hükümdar, masumları korkutan, haydutları ve çeteleri kollayan, kısaca halkını koruyamayandır. En kötü ülke anarşinin kol gezdiği, ekonomik sıkıntıların had safhaya vardığı ülkedir. Şüphesiz benim can güvenliğim yoktur senin yanında... Sana yakın olursam bana huzur yok!... Kuş Fenze bu sözlerden sonra hükümdara veda etti, uçup gitti. İşte birbirlerine asla güvenmemeleri gereken kin dolu düşmanların hikâyesi budur!

245 ARSLAN İLE ÂBİD ÇAKAL BABI Hükümdar Debşelim, Filozof Beydebâ'ya dedi ki: Bu hikâyeyi de dinledim. Şimdi suçsuz yere cezalan dırdığı, sebebsiz yere huzurundan uzaklaştırdığı adamın gönlünü almak isteyen hükümdarın hikâyesini anlat. Filozof Beydebâ aldı sözü: Hükümdar, suçlu yahut suçsuz, mazlum yahut müs tehak; kime ceza vermişse gerektiğinde mutlaka çağırabil meli onu! Evvelce cezalandırdığı bir adama yeri geldikte mü racaat edemiyorsa o hükümdarın işi zor demektir. Siyâset işini çıkmaza sokar bu tavrıyla... Kaliteli hükümdar, ceza vukuatı geçirmiş tecrübeli adamların durumunu araştırır ve onlardan istifâde etmeyi bilir. Dirayetli ve mûtemed hükümdar onlara niye başvurmasın ki? Devlet dediğin sistem sağlam fikirli, kaliteli adamlarla idare edilir. Vezirler ve müsteşarlarla kurulacak ilişki sevgi ve iyi niyet temelleri üzerine inşâ edilir; lâkin sevgi ve iyi niyeti ancak görüş sahibi, asil ruhlu kaliteli insanlar hakeder! Hükümdarın işleri çoktur; bir sürü yardımcıya, tahsildara, memura ihtiyacı vardır. Oysa bu tür görevleri yüklenecek adaylar arasında samimiyet, iffet ve hak yemekten sa Abid çakal arkadaşlarıyla kınma ölçülerini taşıyanlar öyle azdır ki! Bu mevzuda en iyi misal arslan ile çakalın hikâyesidir. Hükümdar merakla sordu: Anlat bakalım, neymiş bu hikâye? Filozof anlatmaya başladı: Bir mağarada yaşayan çakal gayet zâhidâne bir ha yat sürermiş. Dişi çakallar, kurtlar, ve tilkilerle beraber gez

246 mesine rağmen, onların yaptıklarını yapmaz, kan dökmez, et yemez, hiç kimseye saldırmaz ve asla zulme yanaşmazmış. Çevresindeki yırtıcılar ona muhalefet ederek demişler ki: Senin takip ettiğin bu usûlden, yaşadığın zühd ha linden memnun değiliz. Kaldı ki zabitlik sana zerrece fayda vermedi! Senin tabiatına yaraşan bizimle beraber koşmak, içimizden biri gibi davranmaktır; başka biri olmaya gücün yetmez senin... Söylesene kan içmek ve et yemekten alıkoyan nedir seni? Çakal cevap verdi: Ben kendim günah işlemedikçe sizinle beraber ol mak günaha sokmaz beni! Zîrâ günah mekana ve arkadaşa bağlı değildir: keyfiyet ve yapılan işle bağlantılıdır. İyi yer de oturanın işi iyi, kötü yerde bulunanın işi de kötü olsaydı

247 zahidi inziva köşesinde, mihrabında öldüren adam günahkâr olmaz, onu ancak savaş meydanında öldüren günahkâr olurdu. Ben ancak maddî varlığımla sizin yanınızdayım. Kalbim ve amellerim size arkadaşlık etmiyor. Zîrâ amellerin neticelerini düşünen biriyim ben, bu yüzden zahitçe yaşıyorum ya! Bu açıklamayı yapan çakal zâhitliğinden tâviz vermedi. İbâdet, dünyaya değer vermezlik ve efendilikle ün saldı. Onun şöhreti bölge hükümdarı olan arslana erişti. Arslan bu çakalın hak yemekten sakınırlık, ruh asaleti, ve güvenirlik gibi yüksek vasıflara sahip olduğunu duyunca derhal bir adam saldı, gelsin, çıksın diye huzuruna. Çakal geldikte uzun ve tatlı bir sohbet oldu aralarında. Çakalı seven arslan bir kaç gün sonra ona sarayında ikamet etme teklifinde bulundu. Arslan diyordu ki: Senin de bildiğin gibi memurlarım çoktur benim, epey yardımcım vardır ama yine de adama ihtiyacım oluyor. Senin dürüst ve hak yemez biri olduğuna dâir haber ulaştı bana. Bu yüzden seni beğendim... Seni mühim bir vazifeye tâyin edeceğim: yüksek bir mevkî sahibi olacak, asil adamla rı arasında yerini alacaksın... Çakal dedi ki: Hükümdarların mühim vazifeler ve memuriyetler için özel yardımcılar seçmesi gayet tabidir. Ancak hiç kimse yi zorlamamalıdırlar bu tür tâyinler için... Zîrâ zorla vazife ye getirilen adam kendini işine veremez. Ben hükümdarımı zın lütfettiği vazifeyi deruhde etmenin ağırlığı altında ezil mek istemiyorum... Kaldı ki bu tür işlerde hiç tecrübem yok tur, sultanla ve saltanat işleriyle münâsebetim olmadı şimdi ye değin. Siz güçlü kuvvetli yırtıcı hayvanların sultanısınız; nezdinizde asalet, kudret ve ihtiras vasıflarına sahip nice vahşî hayvan vardır. Onlar sultanımızı iyi bilirler ve bahset tiğiniz türden vazifeler alma ihtirasıyla yanarlar. İşte bunla rı görevlendirirseniz size yetecekler ve sahip oldukları ma kamlardan ötürü de saadete garkolacaklardır...

248 Hükümdar derhal itiraz etti: Bırak bu laflan! Sana mutlaka vazife vereceğim, mesuliyetten kaçamazsın! Çakal cevap verdi: Sultana iki tip hizmet eder: ben ne o ne de bu tipten olabilirim! Ya iki yüzlü yağcı, aşağılık bir herif ki emellerine ulaşır ve yağcılık yaparak suçlarını örter; yahut kimsenin haset etmeyeceği bir ahmak ki "başüstüne!" der sultanın her enirine... Gelelim dosdoğru, namuslu bir şeklide hükümdara hizmet etmek isteyen; ikiyüzlülük yapmayan adama... Eğer bu hal üzere devam ederse hayâtını kurtarması zordur. Hükümdarın azılı düşmanı da cephe alır ona, can dostu da! Hükümdarın yakın dostları bu yeni görevliyi kıskanır, onun yerine geçmek ister. Sultanını düşmanı ise böyle kaliteli ve iyi ahlaklı bir görevlinin sultana yardım edeceğini ve saltanatının devamına vesîle olacağını bildiği için dişlerini gıcırdatır... Eh dostuyla düşmanıyla bu iki zümre, iyi ahlaklı görevliye cephe alınca elbet kendim boğazına kadar belâya gömülmüş bulur o! Hükümdar arslan itiraz etti: Seninle beraber vazife yapanların haksızlığı ve kıs kançlığı mevzuunu dert etme! Sen benim yanımdasın: Senin yapacaklarına ben kefil olur, onları engellerim! Ayrıca sami miyetinden ve hizmetinden ötürü mükâfaatlandırım seni, gayretinin karşılığı olarak makamını yükseltirim... Çakal aldı sözü: Eğer zât-ı âlileri bana hakîkaten iyilik yapmak isti yorsa halk arasında huzurlu, gayet sakin, kederden uzak ha yâtımı yaşayayım diye serbest bıraksın beni; su ve ottan mü teşekkil gıdama razı olurum! Zîrâ iyi bilirim ki sıradan biri nin ömrü boyunca göremeyeceği eza ve endişe sultanın civa rında görev alan adama bir anda gelir! Huzur dolu az rızık,

249 kısa hayat elbet daha iyidir korku ve ıstırapla dolu bol rızık, uzun hayattan! Hükümdar arslan: Tamam, ne demek istediğini anladım! Ama senin suratında ve kelimelerinde gördüğüm kuşku ve korkuya son ver! Bu siyâset işimde mutlaka senden faydalanmalıyım, başka yolu yok bunun! Çakal cevap verdi: Eğer hükümdar hazretleri ille de beni yanına almak istiyorsa şu konuda kesin söz istiyorum: benim üstümde gö rev yapan biri, mevkiinin gitmesinden endişe ederek hüküm darı bana kışkırtsa yahut benden aşağıda olan biri makamı mı elimden almak için iftiralar atarsa hükümdarım asla ace le etmemeli, kendisine arzolunan iddiaları araştırmalıdır. İşte zât-ı âlîlerinden taleb ettiğim ahit budur, sonra dilediğini yapsın... Eğer ona kalbim mutmain olarak îtimâd edersem, paçaları sıvar tüm gücümle ona yardım ederim; bana verdiği görevi samimiyet ve gayretim sayesinde en güzel şekilde deruhde ederim. O benim aleyhimde bir intiba edinmesin diye kılı kırk yarar, çok çalışırım! Hükümdar sözün burasında hemen atıldı: Tamamdır! Senin için bu buyruğum ahittir! Daha da ilerisi var... Böylece hükümdar, çakalı hazînelerin baş görevlisi yaptı. Diğer dost ve yakınlarından çok ona ilgi gösterdi, onun maaşını artırdı. Lâkin arslanın çevresindekiler çakalın yükselişini hazmedemediler; bu işe canları sıkıldı, sinirli sinirli konuştular onun hakkında. Nihayet birleştiler tuzak kurmak için, arslanı çakala karşı kışkırtmak hususunda anlaştılar... Bir gün arslan çakala beğendiği cinsten et vermiş: o parçayı mutlaka muhafaza etmesini, sonradan huzuruna çıkarılmak s üzere ambarın en mutena ve korunaklı kısmına kaldırılmasını emretmişti...

250 Bu haberi alan komplocular derhal harekete geçtiler, eti oradan aldılar, çakalın odasına taşıyıp bir kenara sakladılar. Anlaşmalarına göre huzurda et mevzu edilirse çakalı yalanlayacaklardı! Ertesi gün arslan eti isteyince çakal ambara indi ve eti yerinde bulamayınca epey aradı. Çakal, kendisine komplo hazırlayanlardan habersizdi. Ötekiler geldiler, huzurda yerlerini aldılar. Hükümdar eti sordu çakala ve sesini yükselterek baskı yaptı. Divandakiler bakıştılar, içlerinden biri gayet efendi ve samîmi bir hizmetkâr edasıyla söze girdi: Biliyoruz, bazdan zarar görse de biz hükümdarımı za faydalı ve zararlı şeyleri bildirmek zorundayız... Bize ula şan istihbarata göre et, çakalın evindeymiş! Bir diğeri şöyle dedi: Vallahi kişinin kalbini bilmek imkansızdır! Ancak siz bunu araştırırsanız sonuca ulaşır, çakalın evinde bulur sunuz! Onun beceriksizliği ve hıyaneti ile ilgili hususları biz herkesten evvel doğrulamak durumundayız! Başka biri aldı sözü: Eğer bu iddia doğru ise yalnız hıyanetle karşı karşı değiliz demektir, ortada nankörlük ve hükümdara karşı apa çık cüret var! Bir diğeri: Bakınız iddia sahiplerine diyorum: siz âdil ve fazilet sahibi memurlarsınız. Sizleri yalanlayacak değilim. Lâkin durumun açıklık kazanması, hükümdarımızın derhal bir tahkikat komisyonu kurması ve çakalın evine göndermesiyle mümkündür. Başka biri ekledi: Hükümdarımız onun evini aratacaksa acele etmeli dir. Zîrâ onun özel adanılan ve câsusları dört dönüyor saray da ve sokaklarda! Divanda bu tür konuşmalar olmuş; nihayet arslan, te

251 siri altına girmiş bu iddiaların... Çakalın getirilmesini emretmiş ve çakal huzura çıktıkta derhal sorguya çekmiş onu: Korumanı emrettiğim et nerede? Efendimiz, inanın o eti size hazırlasın diye aşçıbaşı na verdim! Hükümdar aşçıbaşım çağırıp sormuş eti... Ama bu herif de çakala komplo hazırlayanlardanmış, arslana demiş ki: Bu adam bana bir şey vermedi! Hükümdar güvenilir bir adam göndermiş çakalın evine. Adam evde bulduğu eti arslana getirmiş. Bu komplonun son kısmında kurt söz almış; gerçek kesin olarak belirinceye dek konuşmayan vakur, ağır başlı biri gibi göstermiş kendim ve demiş ki: Hükümdarımız! Sizin nezdinizde de çakalın hâin ol duğu gün gibi açık oldu herhalde! Onu affetmeyiniz! Zât-ı âlî leri onu affederlerse hiç bir hâinin hıyanetini, hiçbir suçlu nun suçunu öğrenemeyecektir bir daha! Böylece hükümdar emretti, çakal huzurdan çıkarılsın ve gözlem altına alınsın diye. Daha sonra mecliste bulunanlardan biri dedi ki: Hükümdarımız aslında basiretli ve işbilir bir pâdi şâhtır. Nasıl oldu da yanıbaşında görev yapan çakalın yalanı ve hıyanetini bu kadar zaman anlayamadı? Ben bu hâinin kesin kanıtlardan sonra dahi hükümdarımız tarafında affe dilmesine şaşarım doğrusu! Bunca yönlendirme ve karalama kampanyasına rağmen arslan çakala elçi gönderdi, özür diliyordu ondan... Lâkin elçi kendi yazdığı düzmece bir mektupla geri döndü; "bu, çakalın cevabı!" diyerek. Mektupta yazılanlar arslanı yine kızdırdı ve çakalın öldürülmesini istedi arslan... Bu arada hâdiseleri başından beri takibeden anne arslan, oğlunun acele ettiğini düşünerek derhal adam soktu araya; infaz memurları îdâmı geciktirdiler!

252 Anne arslan oğluna dedi ki: Yavrum! Çakalı neye dayanarak öldürüyorsun? Arslan bildik hikâyeyi anlatınca annesi cevap verdi: Yavrum! Acele ettin... Akıllı ve basiretli kişi kendi ni acelenin yularına teslim etmeyip tedbirli davranarak piş manlıktan kurtulur. Aceleci adam, dirayetsizliğinden ötürü dâima pişmanlık meyveleri devşirir. Hele hele hükümdarlar tedbir ve teenni mevzuunda herkesten daha hassas olmalı dırlar, en çok onlara lâzım tedbir ve teenni ile hareket etmek! Kadın kocasıyla, çocuk ebeveyni ile, öğrenci kocasıyla, asker kumandanıyla, âbid diniyle, halk hükümdarıyla, hükümdar Allah korkusuyla, takva akılla, akıl tedbirle kıvamını bulur; bir bütün oluşturur. Bu saydığımız şeylerin başında basiret vardır. Hükümdarın basiretli olması, hizmetine aldığı adamları iyi tanıyarak herbirine hakettiği mevkîyi vermesi ve bunların birbirleri hakkındaki ithamlarını dikkatli tâkibetmesi demektir. Zira vüzerâ ve müsteşar tayfası birbirlerini yemek isteyenlerle doludur! Sen evvelce çakalı gördün, denedin: onun akıllı güvenilir ve şahsiyet sahibini olduğunu anladın. Onu övüyordun dâima, ondan razıydın. Bir hükümdar, görevlendirdiği memuru bu kadar övdükten ve iyi tanıdıktan sonra asla hâin gibi görmemeli onu! Böyle davranmak hükümdara yakışmaz. Kaldı ki şu saraya geldiği günden beri çakalın hıyanetine değil namus ve samimiyetine tanık oldun! Bir tabak et için böyle değerli bir memuru helak etmek, hükümdar kısmının yapacağı işlerden değildir. Şimdi çakalın durumunu yeniden araştırmalısın! Hiçbir zaman et yememiş zâhid bir çakal, nasıl oluyor da senin emânetini yiyor? Bunları iyi düşün, belki çakalın hasımları çevirdi bu entrikayı: eti onlar götürüp sakladı çakalın evine! Kuşku yok, çaylağın pençesinde bir tutam et olsa diğer kuşlar onun başına üşüşür; bir köpekte kemik varsa diğer köpekler onun başına toplanırlar...

253 Çakal bu güne kadar dâima sana yardım etmiş, sana dokunması muhtemel zararları defetmek için çok çaba göstermiş, bu hususta eziyet çekmiş ve senden hiç bir sırrım saklamamıştır. Arslanın annesi bu öğütleri vermekteyken güvenilir adamlarından biri çıktı huzura ve çakalın suçsuzluğunun kesinleştiğini bildirdi... Bu habere çok sevinen anne tekrar oğluna dönerek dedi ki: Madem ki çakal suçsuz bulundu hükümdar derhal ispiyoncuların önünü kesmeli, hattâ bir daha böyle bir iftiraya başvurmamaları için suçluları cezâlandırmalıdır. Akıllı adam, iyiliğe karşı nankörlük eden; zulme teşebbüs eden; hayırdan yüz çeviren ve âhirete iman etme(diği içi münafıklığa başvuran) hâinlere yüz vermez. Böyle aşağılık adamlar, suçlarının cezalarını hemen görmelidirler. Sen şimdi çabuk kızmanın, tehevvür ile hatâya düşmenin ne olduğunu öğrendin. Azıcık şeyden ötürü kızıp küplere binen adam, kırdığı kalbi -ne kadar şey feda ederse etsin-bir daha onaramaz! Senin çakala gidip, gönlünü alman lazım. Ona yaptığın haksızlık, derinlere inerek nefrete dönüşmemeli ve eski dostluğunuzun yerine kaim olmamalıdır! Ne olursa olsun, hiç bir zaman terkedilmemeleri gereken kişiler vardır: iyi ahlaklılık, asil ruhluluk, ahde vefa göstermek, kadir kıymet bilirlik, halka karşı sevgiyle davranmak, kıskançlıktan uzak olmak, eziyete ve zulme yanaşmamak, ne denli ağır bir yükün altına girseler de dostların külfetlerine ortak olmak gibi vasıflarla tanınan kişiler asla terkedilmez! Hemen terkedilmesi gerekene gelince: saldırganlık, huysuzluk, ahde vefa göstermemek nankörlük, merhamet ve Allah korkusundan ıraklık gibi vasıflara sahip olan kişi; işte böyle bir adamı hemen terketmelidir! Sen çakalı tanıdın, denedin, onunla yeniden dost olmak yakışır sana! Bu faydalı öğütlerden sonra arslan çakalı yanına davet etti, yaptığı haksızlıktan dolayı özür diledi, ihsanlar vâdetti ona ve dedi ki:

254 Özür diliyorum ve seni tekrar eski makamına geti riyorum. Çakal cevap verdi: En hayırsız dost kendi menfaati için arkadaşına za rar vermekten çekinmeyen, onu kendisi gibi görmeyen yahut başkalarına haksızlık yaparak onu hoşnut etmeye çalışandır. Böyle hayırsız, kalitesiz adamlar her yerde bol bol mevcut tur. Evet, hükümdarımız bana karşı malum hikâyede menfî bir tavır aldı. Artık kendisine eskisi gibi îtimad etmediğimi söylersem bana içerlemesin... Onunla beraber olmak, yanında çalışmak doğru değil benim için. Zîrâ hükümdarlar ağır ceza verdikleri birini ne yanlarına almalı, ne de tamamen koymalıdırlar! Zîrâ devlete hizmet etmiş makam sahibi biri azledildikte, bir daha görev almasa bile hürmet görmeli, ikramdan mahrum bırakılmamalıdır. Arslan onun infial halinde kırgın bir kalple mırıldandığı sözlere kulak asmadı ve îtiraz etti: Senin ahlâkını gördüm, şahsiyetinle ilgili nice tecrü beden sonra! Emin, vefakâr ve dürüst biri olduğunu anladım. Beni sana karşı kışkırtmak isteyenlerin tuzaklarını gördüm, yalanlarına tanık oldum. Sen benim asil ruhlu yüce dostla rımdansın! Bir tek iyilik dahi yüce insanın kalbinde derin bir tesir bırakır, pek çok kötülüğü unutmasına yol açar. Biz yine eskisi gibi sana güveniyoruz, sen de bize güven artık... Bu bi zim için de senin için de hayırlı olur, hep beraber seviniriz! Hükümdarı sakince dinleyen çakal, kısa bir aradan sonra eski vazifesine dönmeyi kabul etti. Hükümdar ona daha fazla ihsan yaptı, hürmette kusur etmedi. Günler onun lehine işledi, hükümdarın en sevdiği adamlardan biri oldu.

255 ÎLÂZ, BİLÂZ VE ÎRAHT BABI Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki: Bu hikâyeyi de dinledim. Şimdi hükümdarın salta nat ve devletini neyle koruyacağına dâir bir misal ver... İşin kıvamının esneklik, mertlik, cesaret yahut efendilikle sağ landığını anlat! Beydebâ aldı sözü: Hükümdarın devlet ve saltanatım koruması için ge rekli olan en mühim nitelik, esnek ve soğukkanlı davran maktır (Hilm). Bu nitelik tüm işlerin temelinde, herşeyin ba şında sahip olunacak bir prensiptir. Hükümdarın siyâsetini düzgün yürütmesi için gerekli olan en önemli özelliktir bu... Anlatırlar ki Bilâz adlı hükümdarın îlaz adında âbid bir veziri varmış. Bir gece hükümdar epey korkutucu misallerle dolu sekiz rüya görmüş, kan ter içinde uyanınca tabir etsinler diye zahitçe hayât süren brahmanları çağırmış yanına. Onlar huzura çıktıkta rüyalarım anlatıvermiş. Brahmanlar hep bir ağızdan demişler ki: Hükümdarımız garip, esrarengiz şeyler görmüş! Bi ze yedi gün mühlet verirse yorumunu sunarız... Hükümdar demiş ki: Tamam, istediğiniz mühleti verdim gitti! Böylece brahman grubu huzurdan çıkıyor, içlerinden birinin evinde

256 Hükümdar Brahmanlara rüyasını anlatıyor toplanarak durum değerlendirmesi yapıyorlar ve şöyle diyorlar: İşte görüyorsunuz! Düşmandan intikam almanıza vesile olacak bir hâdise! Biliyorsunuz ki bu adam daha dün bizden (Brahman taifesinden) on ikibin kişinin canına kıydı! Şimdi bize sırrını açtı, rüyasının tâbirini soruyor... Gelin ona taş gibi konuşalım, beti benzi atsın kalbi endişeyle dolsun! İçini dolduran korku, bizim taleplerimizi yerine getirmeye zorlasın onu! Ona açıkça şunları telkin edelim: "Bize kurban olarak sevdiklerini ve en yakınlarını teslim etmelisin! Zîrâ biz kadim kitaplarımıza baktık, içinde bulunduğun kötü durumdan sıyrılman için isimlerini verdiğimiz kimseleri öldürmekten başka çâre yok!" Hükümdar kimleri öldürmek istediğimizi sorarsa şöyle diyelim: "Senin en sevdiğin hâtûnu, Cüveyr'in anası îraht'ı istiyoruz! Oğulların arasında en sevdiğin çocuğu, Cüveyr'i istiyoruz! O çok değer verdiğin aziz yeğenini istiyoruz! Can dostun ve vezirin îlaz'ı istiyoruz! Sır kâtibin Kâl'i istiyoruz! O

257 muhteşem, o eşsiz kılıcını; atların dahi yetişemediği beyaz filini; savaşlarda bindiğin küheylanı; büyük erkek fille dolaşan iki muhteşem fili ve süratli hareket eden iri gövdeli hecin devesini istiyoruz! Ayrıca bize yaptıklarının öcünü almak için şu meşhur bilgin, büyük filozof Kebariyon'u istiyoruz..." Bu teklifi yaptıktan sonra da şöyle deriz: "Hükümdar! Evvelâ bu saydıklarımızı tek tek öldürmeli, sonra onların kanlarını büyücek bir havuza akıtmalısın! Daha sonra sen oturacaksın havuzun ortasına ve biz brahmanlar cemaati ülkenin dört yanından koşup geleceğiz sana; etrafında halka oluşturup dönmeye başlayacağız; okuyup üfleyeceğiz sana ve bedeninden kıpkızıl akan kanlan ellerimizle sileceğiz. Ve seni güzel kokulu yağlarla, esanslarla ovacağız, yıkayacağız! Böylece siz o muhteşem tahtınıza kurulursunuz, Tanrı endişe ettiğiniz korkunç musibeti defeder başınızdan! Hükümdar! Eğer buna dayanır, isimlerini tek tek verdiğimiz o çok sevdiğin kişileri ve hayvanları bize teslim eder ve onları kendi maslahatınız için kurban ederseniz bu belâdan kurtulursunuz! Devletiniz ve saltanatınız aradığınız düzene kavuşur ve daha sonra dilediğinizi geçirirsiniz gidenlerin yerlerine! Eğer taleplerimizi yerine getirmezseniz devletinizin elinizden çıkmasından yahut tamamen mahvolmanızdan endişe ediyoruz!" Böyle konuşan brahmanlar şunu eklemişler sohbetlerinin sonuna: "Zâten emirlerimizi yerine getirirse onu istediğimiz gibi mahvederiz!" Konuştukları meyzûda kesin karara varıp birleşince yedinci gün hükümdarın huzuruna çıkıp demişler ki: Hükümdar! Biz kitaplarımızda senin gördüğün rüyanın tâbirini aradık, sonra birbirimizle istişare yaptık ve şu neticeye vardık: Bizimle başbaşa kalmadıkça herşeyi anlatmamız mümkün değildir ey ulu ve muhterem Pâdişâh! Hükümdar brahman olmayan diğer meclis üyelerini huzurundan çıkarmış ve onlarla başbaşa kalmış. Brahmanlar aynen aralarında kurdukları gibi meş'um tekliflerini sun

258 muşlar hükümdara. Hükümdar binbir tasa ve keder içinde şöyle cevaplamış: Onlar benim canlarım! Hayâtıma denk olan bu isim leri öldürürsem yaşamanın tadı kalır mı bende? Öldüreyim kendimi daha iyi! Nasıl olsa bir gün zâten göçeceğim bu fâni âlemden, ilelebet hükümdar olacak değilim ya... Ha ölüm, ha sevgililerden ayrılık: ikisi de aynı şey! Brahmanlar hemen itiraz etmişler: Eğer gazaba gelmezseniz bazı şeyler anlatacağız! Hükümdar onlara izin verince şöyle demişler: Hükümdar! Sen başkasının hayâtını kendi hayâtın dan daha değerli bulurken doğru söylemiyorsun! Bırak onu, bunu: kendi hayâtını mahvetme, devletim ve saltanatını ko ru! Sen sana faydası dokunacak şeyi yap! Sana şeref ve kud ret kazandıran halkındır: onlar nezdinde hürmet gör, salta natını koru ki muradına kavuşasın! Büyük ve mühim işi bı rakıp zayıfı tercih etme ki mahvolmayasın, sevdiğini öne çı karıp kendini geriye attığın için helake uğramayasın! Kesinlikle bilmelisin ki insan kendisine âşık olduğu için hayâtı sever, etrafındaki dostları da onlardan faydalandığı için sever! Senin Tanrı'dan sonra tek dayanağın mülkündür, devletindir. Yıllar süren nice zahmet ve elemden sonra kavuştun bu saltanata, şimdi kalkıp da onu önemsememen hiç de akıl kân değildir! Sen hayâtın içini gerekli olanı yap! Gerisine aldırma, boş ver; sana zararı dokunmayacak ki bu saydıklarımızın!" Hükümdar, brahmanların pervasız, kaba ve müstehzi bir eda ile yaptıkları bu konuşmadan rahatsız olmuş; ziyadesiyle kederlenmiş ve ansızın kalkıp odasına girmiş... Kendini yüzü koyun yere bırakarak sudan çıkmış balık gibi debelenmiş ve acıyla ağlamış... Kendi kendine diyormuş ki: "Hangisi daha fecî bilmiyorum! Ölüm mü yoksa sev diklerimi öldürmek mi? Eğer onları öldürürsem bir daha as la sevinemeyeceğim. Devletim ve saltanatımı öne sürüyorlar,

259 oysa mülk dediğin ilelebet baki değildir. Sevgili îraht'ı görmezsem yaşamak benim neyime? Beyaz filim ve cins atım ölürse (bunların temsil ettiği ordu ve şahsî caka kaybolduğu için) mülkümü nasıl korurum ki? Brahmanların öldür dediklerini öldürürsem hükümdarlık mı kalır bende? Sonra dünya tümüyle benim olsa ne yazar?" Hükümdarın derin bir keder içinde çırpındığı haberi etrafa yayılmış. Vezir îlaz, efendisinin pek mahzun olduğunu duydukta derhal sebeplerini düşünmüş ve şöyle demiş kendi kendine: "Hükümdarımız beni çağırmadan onun huzura çıkmam ve başına gelen işi sormam asla münâsip olmaz!..." Böylece îraht'ın yanına veren îlâz ona demiş ki: Hükümdarımız bu güne kadar bana danışmadan hiç bir şey yapmadı! Ne olduğunu bilmediğim bir hususu benden gizliyor. Lâkin bana herhangi bir mevzu açacağını da sanmı yorum. Herhalde bir iki gece evveldi, onu brahmanlarla baş başa gördüm. Bizden ırak gizli gizli onlarla konuşuyordu, herhalde sırrını açtı onlara. Endişeliyim aslında... Brahman lar onu kendisi için zararlı bir yola sürükleyebilirler... Haydi kalk, hükümdarımızın huzuruna çık, hal-hatır sor, niçin ke derlendiğini öğren ve bana anlat! Ben huzuruna çıkamam şimdi... Belki brahmanlar onun kafasını karıştırdılar, kötü bir işe teşvik ettiler onu! Hükümdarı iyi tanırım, kızdığı za man kimseye birşey danışmaz; o zaman önemli önemsiz kü çük büyük her şey eşit olur onun nezdinde! Iraht demişti: Hükümdarla aramıza kara kedi girdi, birbirimize si tem ettik. Ben onun huzuruna çıkamam şimdi! îlâz îtiraz etmiş: Böyle şeylerden ötürü ona kızma! Aklının ucundan dahi geçirme bunu! Senden başka hiç kimse onun huzuruna rahatça giremez, çok defa şöyle dediğini işittim ben: "Ne ka dar kederli olursam olayım îraht yanıma gelince hemen siy-

260 rılıyorum kederimden!" Şimdi ona git, onu affettiğim bildir. Sen iyi bilirsin onun neyden hoşlandığını, neyle rahatlayıp gamdan arındığını; durma, onu sevindirecek şeyleri söyle! Öğrendiğin şeyleri derhal bana bildir ki hem biz huzura kavuşalım hem de devlet erkânı rahatlasın! îraht kalktı, hükümdarın huzuruna çıktı, başucuna oturdu ve dedi ki Ey dâima övülen, herkesçe sevilen ulu hükümdar! Nedir bu gam, nedir boğazına düğümlenen gussa? Brahman lar ne dedi sana? Seni mahzun görüyorum, anlat bana derdi ni! Biz senin için varız, seninle sevinir, seninle düşeriz tasa ya! Gerekirse kendimizi feda ederiz senin uğrunda, yâr olma nın mânâsı budur! Hükümdar konuştu: Hanım, hanım; derdimi sorup da hüznümü artırma! Zîrâ senin sormaman gereken bir durum söz konusu! Kadın aldı sözü: Demek öyle! Senin nezdinde bu hallere mi düşecek tim ben? Akıl bakımından en çok takdir toplayan kişi başına bir belâ geldiğinde soğukkanlı davranır, kendisine öğüt ve renlerden kaçmaz, onları güzelce dinler. Zîrâ araştırma, isti şare ve tedbirle bu musibetten kurtulmak ister. Büyük gü nah sahibi bile rahmetten ümidini kesmez! Kendini kedere kaptırma! Zîrâ ziyan olmuşluk hissi ve hüzün asla geri çeviremez kaderin hükmettiği şeyi! Keder ancak bedeni inceltir, benzi sarartır ve düşmanın yüreğine su serper! Hükümdar konuştu: Bana sorma birşey... Beni zor durumda bırakıyor sun, zaten senin sorunda da hayır yok! Cevap benim helâ kimdir, senin ölümündür, canım gibi sevdiğim nicelerinin ve devlet erkânımın mahvolmasıdır. Mesele şu: Brahmanlar se ni ve sevdiklerimin büyük bir kısmını öldürmem gerektiğini söylüyorlar! Oysa ben ne yaparım sizden sonra? Böyle haya-

261 tın mânâsı olur mu? Kim bu kara haberi duyar da derin derin ah çekmez, dert deryasına salmaz kendini! îraht bu sözlerle heyecanlandı ama akıllı bir kadın olduğu için soğukkanlı davrandı, heyecanım belli etmedi hükümdara ve dedi ki: Hükümdarımız! Kaygılanmamalısınız: biz size feda ederiz canımızı! Benden başka senin sevdiğin nice cariyeler vardır, seni mes'ûd edeceklerdir elbet! Ancak ey ulu şahımız, sizden bir istirhamı vardır bu yaralı kuşunuzun; size olan aş kından ötürü böyle bir talepte bulunuyor... Gayesi size nasi hat etmektir. Hükümdar: Nedir nasihatin? Kadın konuştu: Bundan sonra güvendiğin, sevdiğin kimselere defa larca danışıp belli bir karara varmadıkça brahman taifesine başvurma! Onlara güvenme! Zira onlar öldürme peşindeler, oysa öldürmek pek mesûliyetli bir iştir. Öldürdüğün adamı asla diriltemezsin. Veciz sözlerdendir: "Değersiz gibi gözüken bir inciye rastlarsan asla bir kenara atma onu, uzmanına göstermeden!" Sen ey hükümdarım, düşmanlarını tanımıyor sun! İyi bilmelisin ki brahmanlar seni sevmez: daha dün oni kibin brahman öldürmedin mi? Bu yanına gelenleri onlardan ayrı sanma! Hayâtım hakkı için, tüm kalbimle diyorum: on lara rüyanı anlatmamalı, sırrını açmamalıydın! Size bu lafla rı etmişlerse inanınız zâtınıza karşı kin ve öfkeyle kaynadık ları içindir. Galiba sizi, sevdiklerinizi ve vezirinizi öldürerek hedeflerine ulaşacaklar. Ve siz onların taleplerini kabul ede rek öldürülmesini işaret ettikleri kimseleri öldürürseniz bu nunla kalmayacaklar, saltanatınıza ve mülkünüze konacak lar! Şimdi filozof Kebariyon'a gidiniz, o zeki bilgine rüyanızı anlatınız, tâbirini ondan alınız! Hükümdar bu sözlerle rahatladı, onu her yandan saran kasavetli havadan sıyrıldı, atını hazırlatıp yola çıktı ve

262 filozof Kebariyon'a vardı. Onun huzuruna geldikte yere kapandı, uysal bir koyun gibi başı eğik bekledi. Filozof Kebariyon: Hayırdır... Nedir bu hal ey Pâdişâh? Bakıyorum ren giniz solmuş, yüzünüz bulutlanmış... Hükümdar: Ben yedi rüya gördüm ve brahmanlara anlattım. Onlar tâbir ettiler ve beni derin bir kedere saldılar... Başıma çetin bir iş gelmesinden korkuyorum. Mülk ve saltanatımın gasbedilmesinden, başkalarına esir olmaktan korkuyorum... Kebariyon: İster anlat rüyanı istersen anlatma! Ben sana bütün tafsilatıyla gördüklerini anlatabilirim. Hükümdar: Hayır hayır, senin ağzında daha güzeldir... Kebariyon aldı sözü: Bu rüyalar seni üzmesin ey hükümdar! Asla endişe ye kapılma! Kuyrukları üzerine dikilen iki balık gördün! Mânâsı şudur: Nihâvend hükümdarından gelen bir elçi sana dört bin batman altın değerinde kırmızı yakut ve inciden mamul bir gerdanlık sunacak kutu içinde ve huzurunda dikilecek... Arkadan uçarak gelip önüne konan iki ördek şu mânâya gelir: Belh hükümdarından iki muhteşem küheylan hediye edilecek sana ve bunlarda huzurunda dikilecekler. Sol ayağında kıpraşan yılanın mânâsı şudur: Sıncîn hükümdarından gelen elçi hâlis çelikten mamul eşsiz bir kılıç takdim edecek sana ve huzurunda duracak. Vücûduna sürülmüş gibi gördüğün kanın mânâsı şudur: Kâzerun hükümdarından gelen elçi karanlıkta parlayan Erguvanı ipekten mamul enteresan bir elbise sunacak sana ve huzurunda dikilecek. Su ile yıkanmanın mânâsı şudur: Rihzîn hükümdarın-

263 dan gelen elçi kralların giydiği cinsten keten bir elbise sunacak sana ve karşında dikilecek. Kendini bembeyaz bir dağ üzerinde görmen şu mânâya gelir: Keydur hükümdarından gelen elçi atların yetişemediği cinsten muhteşem bir beyaz fil sunacak sana ve huzurunda dikilecek. Başında ateşvârî yanıp sönen bir şey görmen şu mânâya gelir: Erzen hükümdarından gelen elçi yakut ve inci ile bezenmiş bir taç sunacak sana ve huzurunda dikilecek. Gagasını senin başına vuran kuşa gelince bunu şimdiden tâbir edecek değilim. Korkma sana zararı yok... Ancak sevdiğin birine öfkelenip ondan yüz çevireceğine dâir işaretler var bu son rüyada. İşte ey hükümdar, gördüğün rüyaların yorumu böyle! Bu saydığım elçi ve posta memurları yedi gün sonra huzuruna çıkacaklar... Hükümdar bu tâbirleri dinledikten sonra Kebariyon'un huzurunda tekrar yere kapanmış ve sarayına dönmüş. Hakîkaten de yedi gün sonra elçilerin gelişiyle ilgili müjde verilmiş ona. Hemen tahta kurulan hükümdar eşrafın saraya gelmesine izin vermiş ve filozof Kebariyon'un tâbir ettiği hediyelerin gelişine tanık olmuş. Filozofun bunca şeyi nasıl bildiğine hayret etmiş ve çok sevinerek demiş ki: Rüyalarımı brahmanlara anlatmam, onların da ba na malum cinsten laflar etmeleri hiç de isabetli değildi. Eğer Allah Teâlâ'nın rahmeti ve uyarısı olmasaydı hem kendimi hem de çevremi mahvetmiş olacaktım. Kimse akıllı ve basi retli dostlarından gayrısına kulak asmamalı! Kuşku yok ki bana doğru yolu gösteren îraht'tır. Onun dileğini kabul ettim, muvaffak oldum. Gelen hediyeleri onun önüne koyun, ne istiyorsa alsın!. Sonra îlâz'a dönen hükümdar: Tacı ve elbiseleri yüklen peşimden ve kadınlar dâ iresine gel!

264 Hükümdar, hâtûnları arasında en sevdiği iki hâtûnu, Iraht ile Horaknah'ı huzuruna çağırarak îlaz'a demiş ki: Elbiseyi ve tacı Iraht'ın önüne koy: dilediğini alsın! Hediyeler îraht'ın önüne kondukta kadın taç almış, Horaknah da son derece kıymetli bir elbise almış. Hükümdarın âdeti bir gece îraht'la bir gece de Horaknah'la beraber olmakmış. Bir diğer âdeti de geceyi geçirdiği kadının zerdeli pilav hazırlaması ve hükümdara kendi elceğiziyle yedirmesiynıiş. Hükümdar îraht'a gelmiş, îraht ona pilav yapmış: tacı başında, pilav tabağı elinde huzuruna çıkmış... Bu manzarayı gören Horaknah kıskançlık krizine tutularak derhal elbisesini giyinmiş; aydan aydın çehresi, güneşi andıran libası ile hükümdarın önünden süzülüvermiş... Hükümdar, kadının letafeti karşısında hayran hayran bakmış ve îraht'a demiş ki: Galiba tacı alıp hazînelerimizde bir benzeri bulun mayan şu elbiseyi bırakmakla cahillik ettin! Iraht, sevgili hükümdarının Horaknah'ı övdüğünü, kendisini câhil bulup reyini kınadığını işitince kıskançlıktan çıldırmış! Elindeki tabağı hükümdarın başına dallamış! Zerdeli pilav hükümdarın suratına akınca gördüğü son rüyanın Kebariyon nezdinde yapılan tâbiri vuku bulmuş. Hükümdar hemen yerinden kalkmış, Ilâz'ı çağırarak demişki: Görüyor musun? Ben cihan sultanıyım: bu kendim bilmez câhil kadın bana nasıl hakaret etti! Onu götür ve öl dür! Sakın acıma! Huzurdan çıkan îlâz kendi kendine şöyle diyormuş: "Hükümdarın hiddeti dininceye kadar bu kadını öldürmeyeyim! Bu kadın basiretli, ileri görüşlü, hanımlar arasında eşi menendi bulunmaz bir hâtûndur! Hükümdarı ölümden kurtaran, nice iyi işler yapan müthiş bir kadındır bu.

265 Kaldı ki hükümdarımızın bir gün yanıma gelip bana başvurabilir, af dileyebilir! Neden infazı geciktirmedin diye sormayacağından da emin değilim. O halde hükümdar ikinci defa onun hakkında menfî görüş izhar etmedikçe öldürmemeliyim. Eğer hükümdarı pişman görürsem kadını sağsâlim getiririm huzuruna. Böylece mühim bir iş yapmış olurum: îraht'ı ölümden kurtarmış, hükümdarın gönlünü tasadan arındırmış, ve herkesin kalbinde mutena bir yer edinmiş olurum. Lâkin hükümdarı gayet neşeli ve verdiği îdânı emri konusunda mutmain bulursam bu kadını öldürmenin zamanı gelmiş demektir." Bu tür düşüncelerle kadım evine götürmüş. Güvendiği bir hizmetçiyi başına dikerek hükümdarın durumunun neye varacağı belli oluncaya dek hizmet etmesini emretmiş. Sonra kılıcını kana bulayan îlaz hükümdarın huzuruna gayet mahzun biri gibi girmiş ve demiş ki: Hükümdarım! Iraht Hâtun'la ilgili emrinizi yerine getirdim! Çok geçmeden hükümdarın kızgınlığı azalmış; îraht'ın güzelliğini, vefakârlığını ve sevecenliğini hatırlamış. Müthiş bir melale garkolmuş, işlediği hatâdan ötürü. Hükümdar kendini teselli etmeye çalışıyormuş ama bir yandan da îlaz'a sormak istiyormuş, verdiği kararı ha kîkaten uyguladı mı diye. Tabîi açıkça soramamış bunu: bilge îlâz'dan konuyu açmasını ve müjdeli haberi beklemiş hep.... îlâz zeki mi zeki bir vezir... Meseleyi anlamış ve demiş ki: Düşünme ve kederlenme ey hükümdar! Zîrâ keder ve tasa fayda vermez gidene... Ancak vücudun zayıflar, sıh hatin bozulur... Problem asla gücünün yetmeyeceği bir şey se sabretmelisin! İsterseniz sizi teselli edecek bir hikâye anlatırım.

266 Hükümdar: Tabii! Haydi anlat bana! îlaz başlamış anlatmaya: Anlatırlar işte. Bir çift güvercin, yuvalarını arpayla doldurmuşlar. Erkek dişiye demiş ki: Ortalıkta geçimimizi sağlayacak rızık buldukça bu radan bir şey yemeyelim. Kış gelip de hiç bir şey bulamazsak yuvamızdakileri yeriz. Dişi güvercin bu fikri beğenmiş ve kabul etmiş. Kuşların topladıkları taneler yuvaya bırakıldığı zaman yaş imişler... Erkek güvercin gitmiş uzaklara. Yaz gelince güneş ışığı, taneleri kurutmuş ve büzüştürmüş. Erkek güvercin geriye dönünce taneleri eksik sanmış ve dişiye sormuş: Hani birbirimizle anlaşmıştık buradaki tanelerden hiç yemeyeceğiz diye? Ne oldu, niçin yedin? Dişi güvercin hiç yemediğine yemin etmiş, erkekten özür dilemiş ama erkek ona inanmamış ve gagalamaya başlamış! Nihayet can vermiş zavallı dişi. Ve yağmurlar günlerce yağıp kış mevsimi girince taneler yine ıslanmış şişmiş ve yuvayı doldurur hale gelmiş... Erkek bu manzara karşısında bin pişman... Yürümüş dişisinin cesedinin yanıbaşına uzanmış ve demiş ki: Madem seni arzulayınca bulamayacağım, madem sana elim değmeyecek neme gerek yaşamak, neme gerek ta neler! Sana haksızlık ettiğimi anladım, gideni geri getirmeye gücüm yetmiyor. Ne fayda taneden bana! Erkek güvercin öyle derin bir kedere garkolmuş ki yemeden içmeden kesilmiş ve dişisinin yanında can vermiş. İşte böyle hünkârım, basiretli insan ceza verirken acele etmez. Özellikle erkek güvercin gibi pişman olmaktan korkan kişi bu hususa dikkat eder. Yine işittiğim hikâyelerdendir: adam bir torba mercimeği başına koyarak dağa tırmanmış, nihayet dinlenmek

267 için yere koymuş torbayı. Bu esnada ağaçtan inen bir maymun, mercimekten avuç dolusu çalıp ağaca çıkmış. Elinden bir tane mercimek düşünce aramak için tekrar aşağı inmiş. Fakat o taneyi bulamadığı için elindeki tüm mercimeği düşürmüş, etrafa dağıtmış... Siz de ey hükümdarımız, yanıbaşınızda nice sevdikleriniz var; onları bırakıyor, asla bulamayacağınızı birini istiyorsunuz. Hükümdar bu sözleri işitince îraht Hâtun'un hakîkaten ölmesinden korkmuş. Ve iki kişi arasında şöyle devam etmiş diyalog: Sus îlâz sus! Bir tek kelimem ile harekete mi geçtin yoksa? Niçin ağzımdan çıkıveren bir söze bağlandın ve ihti yatlı davranmadın? îlaz: Sözü asla değişmeyen ve tek kalan sadece Allah'tır. Onun kelimelerinde değişme yoktur. Sözünde tutarsızlık bu lunmaz. Hükümdar: Durumumu mahvettin! îraht'ı öldürmekle kederimi kat kat artırdın! îlaz: İki kişi mutlak üzülmeli: 1) Her gün fütursuzca günah işleyen, 2) İyilikten nasibi olmayan bedhah. Bu iki tip insanın dünyada saadete erişmesi nâdirdir. Cezalarını çekecekleri zaman da müthiş bir pişmanlık hissiyle yanarlar. Hükümdar: îraht Hâtun'u sağ bulsam hiç bir şeye yanmam! îlaz: İki kişi asla üzülmemeli:

268 1) Her gün gücü yettiğince iyilik yapan 2) Hiç günaha yanaşmayan Hükümdar: Ah, ah... îraht'ı artık hiç göremeyeceğim, îlaz: İki tip insan asla göremez: 1) Kör olan 2) Akılsız olan. Kör, göğe yere, yıldızlara, uzağa ve yakına bakar ama asla göremez. Akılsız adam da güzeli çirkinden, iyiyi kötüden ayıramaz. Hükümdar: Şimdi Iraht'ı görsem ne kadar sevinirdim! îlaz: İki tip insan dâima mesuttur: 1) Basiretli kişi 2) Bilgili kişi Basiretli insan dünya işlerini nasıl biliyor, uzağı ve yakını farkediyor, artan ve eksileni görebiliyorsa Bilgili insan da günahı ve sevabı görür, âhirete yarayan amelleri bilir ve doğru yola girer. Hükümdar: îlaz! Senden sakınmamız lazım, kendimizi koruma lıyız senden! îlaz: İki tipten uzak durmak gerekir: 1) Ahlâkî değerlere inanmayan: "iyilik, kötülük, mükâ faat, ceza yoktur; yaşadığım hiç bir şeyden mesul değilim!" diyenden, 2) Gözünü haramdan, kulağını gıybetten, nefsini baş kasına ait şeyden, kalbini günah ve dünya hırsından arındı ramayan kişiden uzak durmak lazım!

269 Hükümdar: Artık iyice düştüm, Iraht konusunda hiç bir ümidim kalmadı. Ben onu asla haketmemişim! îlaz: Üç şey bomboştur, sıfirdır: 1) Suyu olmayan nehir yatağı 2) Hükümdarı olmayan arazi 3) Kocası olmayan kadın. Hükümdar: îlaz efendi! Ne kadar hızlı ve akıllıca cevaplar veri yorsun! îlaz: Üç çeşit insan hazır cevap olur, her zaman "karşılık" verir: 1) Hazînelerini rahatça dağıtabilen sultan 2) Sevdiği asil birine varan kadın 3) Hayra ulaşmış, mutlak iyiliğe ermiş bilge Bu sözlerinin ardından îlaz baktı ki hükümdar pek sıkışık, hemen verdi müjdeyi: îraht Hâtûn hayattadır hükümdarımız! Hükümdar ansızın sevindi, gözleri parladı ve şöyle dedi: Ey îlaz! Senin doğru sözlülüğün ve samimiyetin be ni öfkelenmekten alıkoymuştur! Biliyordum ki sen bilginsin, îraht'ı öldürmeyeceğini umuyordum. Evet o büyük bir suç işledi ama bunu kıskançlık yüzünden yaptı. Aldırış etmemeli ve sabırlı olmalıydım. Ama sen de az değilsin ey îlaz! Beni denemek ve îraht hakkında endişeye düşürmek istedin! Sen benim nezdimde en büyük iyiliği yaptın. Ben sana müteşekkirim. Haydi git, onu getir! îlaz hükümdarın huzurundan çıkmış, îrahtın yanına gelmiş, ona süslenmesini söylemiş. Kadın derhal emirlere uymuş. Ve îlaz, îraht Hâtun'la hükümdarın huzuruna çıkmış.

270 Prenses İraht hükümdar önünde şükür için eğiliyor Kadın tahta yaklaştıkta derhal ayaklarına kapanmış hükümdarın ve ayağa kalkarak demiş ki: Evvelâ yüce Allah'a hamd ederim sonra bana acıyan ve inayetini eksik etmeyen hükümdara teşekkür ederim. Bü yük, çok büyük bir suç işledim, ondan sonra yaşama hakkım bile yoktu. Ama hükümdarım, engin tahammülü, temiz mi zacı ve sınırsız merhameti ile suçumu örttü. Son olarak da benim infazımı geciktiren, böylece hükümdarımın asaletini, keremini, merhametini dürüstlüğünü bildiği için beni mutlak bir ölümden kurtaran îlaz'a teşekkür ederim. Hükümdar da şöyle demiş îlaz'a: Bana, îraht'a ve tüm devlet erkânıma ne büyük iyi likler yaptın sen! Zîrâ ölüm emri ağzımdan çıktıktan sonra onu sağ-sâlim saklayan, bugün bana bağışlayan sensin! Bun dan böyle senin öğüdüne güveneceğim. Nezdimde iyice büyü dün, sana olan saygım arttı. Devlet ve saltanatımda sana hükmetme yetkisi veriyorum. Dilediğin gibi davran, diledi-

271 ğin gibi idare et. Bu yetkiyi verirken sana tüm kalbimle güveniyorum. îlaz: Ey hükümdar! Allah Teâlâ senin mülkünü ve saade tini dâim kılsın. Ben bu yaptığımdan ötürü övgüyle lâyık de ğilim. Ben senin kölenim. Lâkin bir dileğim vardır: hüküm darımız kendini asla gam ve kasavet dolu bir pişmanlığa sü rükleyecek kararlar almamalı, mühim işlerde teenni ile ha reket etmeli, aceleden sakınmalıdır. Hele hele böyle merha metli, şefkatli, dünyada eşi menendi olmayan muhteşem bir hâtûn hakkında asla acele etmemelidir! Hükümdar: îlâz, doğru söylüyorsun! Sözünü kabul ediyorum! Akıllı, dirayetli insanlarla istişare ederek paçayı kurtardı ğım bu rüya işi ve infaz hâdisesinden sonra bir daha asla bü yük yahut küçük hiç bir işte acele etmeyeceğim. Hükümdar daha sonra îlaz'a ihsanlar yağdırmış, sevdiklerinin ölümünü isteyen Brahman taifesini İlâz'a teslim etmiş, îlâz onların topunu kılıçtan geçirmiş! Hükümdar ve devlet erkânı memnun olmuşlar, Allah'a hamd etmişler, bilgisinin genişliği ve asaletinden ötürü Kebariyon'u övmüşler. Zîrâ onun ilmi sayesinde hükümdar, iyi veziri ve sevgili eşi ölümden kurtulmuşlar.

272 Dişi ARSLAN, Avcı VE ÇAKAL BABI Melik Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki: Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi başkasından zarar gör düğünde gücü yettiği halde karşılık vermekten kaçınan ada mın misâlini anlat, böyleleri zulmetmekten ve kin duymak tan kaçınan vaize benzerler. Filozof Beydebâ aldı sözü: Kimse kimseye zarar vermek istemez, kimse kimse hakkında kötü düşünmez; câhil, basiretsiz, dünya ve âhiret işlerinde neticeyi düşünmeyen, başına gelecek felâketten ve yaptığı akıl almaz fenalıkların ağır mesuliyetinden habersiz olanlar hâriç! Bâzıları yaptığının cezasını çekmeden ölse ve zarar verdiği (zavallı) adam ancak o zaman rahatlasa da ke sin bir gerçektir ki işin sonunu düşünmeyenler belâya uğra maktan emin olamaz, hattâ böyle düşüncesiz biri felâketler den başını kurtarmasa yeridir! Bazan câhil kişi dahi uğradı ğı zarardan ibret alır da başkasına zarar vermekten kaçınır ve bu davranışının faydasını görür. Buna en iyi misâl dişi arslan avcı ve çakalın hikâyesidir. Hükümdar: Bu nasıl oldu? Filozof anlattı: Anlatırlar ki bir ormanda yaşayan dişi arslanın iki

273 yavrusu varmış. Arslan yavrularını inde bırakarak ava çıkmış. Bu sırada avcı yavrulara rastlıyor, ok çekerek ikisini de öldürüyor, derilerini yüzüp evine götürüyor. Ana arslan avdan döndükte yavrularının fecî hâlini görüyor, üzüntüden saçını başını yoluyor, korkunç çığlıklar atıyor. Yanıbaşındaki çakal bu müthiş feryatları işitince soruyor: Ne bu hal? Başına ne geldi? Anlat bana! Ana arslan: Yavrularım bir avcının eline düşmüş! Hâin avcı on ları öldürüp derisini yüzmüş, cesedleri de ortalığa bırakmış! Çakal: Ağlama! Kendine acı, metin ol! Bilmelisin ki bu av cı senin her zaman başkasına yaptığının aynısı sana yapmış tır. Senin yavrularına karşı hissettiğin sevgi, şu iri pençeleri ne düşen nice yavrunun annesinde de mevcuttur! Artık başka ları senden gelene sabrettiği gibi sen de başkalarından gelen ezaya dayanacaksın! Zira "ne ettiysen bulursun" derler. Her işin mükâfaatı veya cezası vardır, hem de tam miktarınca! Tıpkı hububat gibi ki hasat vakti geldikte tohumuna göre ürün verir. Arslan: Sözlerini iyice netleştir, işaretlerin anlamım açıkça belirt! Çakal: Yaşın kaç? Arslan: Yüz yaşındayım Dâima ne yerdin? Yabani hayvan eti Kim verirdi bu eti? Ne olacak, hayvan avlar ve yerdim!

274 Söyle bakalım, o yediğin hayvanların anne babalan var mıydı? Elbette vardı! O ana ve babaların senin gibi ağlayıp sızladıklarını niye işitmiyorum ben? İyi bil ki senin başına gelen, akıbeti dü şünmemenden ötürüdür. Zarar geleceğini düşünmedin, başına ne işler açılacağını anlamadın ve devam ettin yaptıklarına! Dişi arslan çakalın sözlerinden şunu çıkarmış ki başına ne geldiyse, kendi zulüm, cinayet ve gasp eylemlerinin bir karşılığı olmuştur! Böylece avlanmaya son vermiş, et yemeyi terkedip meyvelere dadanmış ve kendini zühde bırakmış. Dibine kurulduğu ağacın başında hayâtını meyveyle idâme ettiren kumru dişi arslana demiş ki: Bu yıl su olmadığı için ağaçlar meyve vermedi sanı yordum. Oysa ağaçlar meyve vermiş de senin buraya dadan mandan ötürü ortalıkta meyve kalmamış! Sen et yiyicisin, Allah'ın sana taksim ettiği rızkı terkettin, başkalarının payı na düşene dadandın! Onların yemeğini azalttın! Bu meyvele re yazık değil mi? Bu ağaçlara yazık değil mi? Bunlardan beslenen hayvanlara yazık değil mi? Sen dengeyi bozar da onların payına düşen rızka dadanırsan kısa zamanda açlık tan helak olmazlar mı bu zavallılar? Dişi arslan kumrunun sözlerinden müteessir olarak meyve yemeyi de bırakmış, ot yemeye başlamış... Bu hikâyeyi şunun için anlattım sana: bilgisiz körkütük câhil adam dahi gördüğü zarardan ibret alır da başkasına zarar vermekten kaçınır. Tıpkı dişi arslan gibi, yavrularına gelen musibet sebebiyle evvelâ et yemekten vazgeçti sonra kumrunun sözüyle meyve yemekten vazgeçti ve kendini zühde verdi. İnsanlar bu hikâyeyi iyi düşünsün! Zîrâ derler ya: "Kendin için istemediğini başkasına da yapma!" Adalet burada! Allah'ın rızası ve insanların memnuniyeti de adalettedir.

275 ZÂHİD İLE MİSAFİR BABI Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki: Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi kendisine yakışan ve karakterine uygun düşen işi bırakıp başka bir şeyin peşine düşen: bunu da doğru dürüst anlamayarak beceriksiz ve şaş kın bir şekilde ortada kalan adamın hikâyesini anlat bana. Filozof aldı sözü: Anlatırlar ki Kerh bölgesinde ibâdete düşkün, zahit mi zahit bir adam yaşarmış. Bir gün kendisine misafir geli yor. Zahit derhal hurma çağırtıyor (dışardan) ve ikram edi yor misafirine. Misafir diyor ki: Bu hurma ne kadar da lezzetli! Benim oturduğum taraflarda böyle hurma yok, keşke oralarda da olsaydı! Ve sözlerine şöyle devam ediyor misafir: Bizim taraflara götüreceğim bu hurma nevinden bir fidan satın almak istiyorum; yardım edersen sevinirim, zira buraların ne meyvesini, ne de nerede yetiştiklerini bilmiyorum. Zahit: Bu talebin senin için uygun değil aslında... Zîrâ sa na düşecek şey, sadece yorgunluk, sadece zahmet! Kaldı ki toprağınıza da uygun olmayabilir istediğiniz hurma. Hem si-

276 zin memleketin meyvesi bol değil mi? Bunca güzel meyveye sahip bir bölgenin böyle besin değeri az bir hurmaya ihtiyaç yoktur herhalde... Zahit sözlerine devamla: Bulamayacağı şeyin peşine düşen adam olgun, se rinkanlı ve akıllı davranamaz. Sen de öyle: bulduğunla yeti nir, bulamadığının da peşine düşmezsen mutlu olursun! Meğer bu zahit İbrânice konuşurmuş. Bizim gurbetçi misafir, adamın konuştuğu dile hayran kalmış, özenmiş de özenmiş; günlerce uğraşıp durmuş bu dili konuşmak için... Bunu gören Zahit yine mim koymuş: Sen böyle kendi dilini bırakıp İbrânice öğrenmek için didinip durursan, karganın düştüğü duruma düşmeyi hakedersin! Özenti budalası misafir: Nasıl yâni? Zahit cevap vermiş: Anlatırlar ki: karga seke seke yürüyen tombul bir kekliğe özenmiş. Onun gibi yürümek için idman yapmış, epey uğraşmış ama beceremeyince ümidi kırılmış ve eski tarzına dönmek istemiş. Ne yazık ki eski tarzını da beceremez olmuş! Üstelik öz tarzına dönemediği için kuşlar arasında kırıta kırı ta yürüyen ve ne idüğü belli olmayan garip biri haline gelmiş! İşte alıştığın öz dilini terkedip sana asla uymayan İbrânice'ye heveslendiğini görünce bu örneği verdim. Üstelik inan korkuyorum, İbranice'yi beceremediğin gibi eski ana dilini de unutacaksın ve vatanına döndüğünde başını gözünü kıra kıra konuşacaksın en iyi bildiğin dili! Derler ya: kendi karakterine uymayan, mûtad veçhile yıllar boyu öğrendiği tarza aykırı olan; kısaca atalarının nesiller boyu yürüdüğü temel şekle aykırı bir yolu zoraki denemek isteyen kişi câhil kalır!

277 SEYYAH İLE KUYUMCU BABI Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki: Bu hikâyeyi de dinledim. Şimdi lâyık olmayan ada ma iyilik yapan sonra da ondan teşekkür uman kişinin hikâ yesini anlat! Filozof aldı sözü: Hükümdar! Tüm mahlukların karakterleri birbirle rinden farklıdır. Allah'ın mahlukatı arasında dört ayak veya iki ayak üzerinden tut da iki kanatla uçan kuşlara kadar in sandan daha yüce, daha üstün bir tür yoktur. Lâkin insanın da iyisi var, kötüsü var. Bazan hayvanlar; yırtıcılar ve kuşlar arasında insandan daha vefakâr, kadir kıymet bilici, namusuna ve ailesine düşkün, iyiliği anlayan ve altında kalmayanlara rastlarsın. Eh, hayvanlar arasında bile böyleleri mevcut olduğuna göre Hükümdar kısmı olsun, aristokrat taifesi olsun, aklı başında olanlar iyiliği mutlaka lâyık olana yapmalıdırlar! Hele haketmeyene yapılan iyilik yarar değil zarar getirir! Yapılan iş de ziyan olur... Akıllı adam, karşısındakini tanımadan vefakârlığını, sevgisini ve hak bilirliğini tecrübe etmeden ihsan yağdırmaya kalkmaz! Hattâ iyiliği haketmediği sürece akrabaya dahi sırf kanbağı var diye iyilik yapılmaz! Canıyla, bedeniyle seni koruyan, sana yardımcı olan birini "benim akra-

278 bam değil!" diyerek boşveremez, ihsansız bırakamazsın! Zîrâ böyle adamlar kendisine yapılan iyiliğe teşekkür etmeyi bilirler, samîmîyetlerini korurlar, hayırla yad edilirler, sözün ve davranışın en iyisini tercih ederek kendisine yapılan ihsanın hakkım verirler. Yâni, güzel huylara sahip olduğu herkesçe bilinen, hakîkaten güvenilir kişiler kim olursa olsun ihsana layıktır. Bunlara yakın olmalı ve armağan yağdırmalıdır hükümdar... Yumuşak kalpli ve işinin ehlî olan akıllı doktor da hastayı yakından görüp nabzım yoklayarak hastalığım teşhis etmedikçe onu tedâvî edemez. Bu teşhis vs. mevzularında bir kanaat sahibi olduktan sonra tedaviye başlar. Aynı bu misalde olduğu gibi akıllı kişi de ancak denedikten sonra birini yakın dost eder kendine. Hiç tecrübe etmeden "iyi adamdır" diye bilinen birini hemen dost edinen kişi kendisini tehlikeye atmış, ölümün kenarına gelmiştir. Ama zaman zaman da insan, karakterini bilmediği, kadirşinaslığını tecrübe etmediği zayıf birine iyilik eder de beriki bunun altında kalmaz, en güzel şekilde mukabele eder. Akıllı insan bâzan hiç kimseye güvenemezken gelincik gibi (yırtıcı ve yerinde duramaz) bir hayvanı tutar da bir kolunun yeninden sokar, öbüründen çıkarır. Elinde yırtıcı kuş taşıyan adam da böyledir: o kuşla ava çıkarsa hem kendisi istifâde eder hem ona yedirir. Derler ya: akıllı adam küçük büyük hiç kimseyi hattâ hayvanları dahi küçümsemez. Bilakis dener, onlardan gördüğü muameleye göre hareket eder; gerekirse iyilik yapar. Bu konuda filozoflardan birinin verdiği örnek çok meşhurdur: Hükümdar sordu: Bu örnek neydi? Filozof anlattı; Anlatırlar ki bir grup adam kuyu kazıyor. O kuyuya pars, yılan, kuyumcu ve maymun düşüyor. Bir gezgin oradan geçerken aşağı bakıyor ve adamı, yılanı, maymunu ve parsı görüyor. Kendi kendine "Ahirette işe yarayacak bir amelim

279 Yolcu kuyudan adamı çıkarıyor ve diğer hayvanlar onu uyarıyor olsun istiyorsam, şu adamcağızı bu düşmanların arasından kurtarmalıyım. Bundan sevaplı iş olmaz!" diyor. Böyle konuşup kuyuya ip sarkıtarak bekliyor. Tabu maymun çevik olduğu için evvela o kurtuluyor, sonra yılan çıkıyor sonra pars çıkıyor dışarıya... Neyse, hayvanlar kuyu başında bekleyene diyorlar ki: "Sakın ha, bu adamı dışarıya salma, zîrâ insan nevinde şu meymenetsiz heriften daha nankörü yoktur dünyada!" Bu uyandan sonra hayvanlar tek tek şükranda bulunmuşlar. Maymun demiş ki: Benim evim, Nevâdıraht şehrinin yakınındaki dağ dadır. Pars: Ben de o şehre yakın bir ormandayım, Yılan; Ben o şehrin surundayım. Ve eklemişler hep bir ağızdan:

280 Eğer bir gün bize uğrar ve ihtiyaç duyarsan seslen yeter, derhal yanına gelir ve iyiliğinin karşılığını öderiz. Böylece seyyah, insanın nankörlüğü hakkında hayvanların uyanlarına kulak asmamış ve ipi tekrar sarkıtarak kuyumcuyu çıkarmış dışarıya. Kuyumcu kuyudan kurtulunca adamın ayağına kapanmış ve demiş ki: Bana büyük iyilik yaptın! Eğer bir gün Nevâdıraht kentine gelirsen evimi sor! Ben kuyumcuyum, adım da falan dır; sana iyiliğinin karşılığını veririm belki... Bizim gezgin tekrar yollara düşmüş. Hakîkaten de bir gün Nevâdıraht şehrinde işi çıkmış. Oraya yaklaştığında evvelce kurtardığı maymunla karşılaşmış. Maymunla konuşmuşlar. Maymun ona saygılı davranmış, ayaklarını öpmüş, ondan özür dileyerek demiş ki: Şu anda maymunların elinde birşey yok. Ama biraz bekle, ben gelinceye kadar şurada otur! Maymun gitmiş güzel bir meyve getirip misafirin önüne koymuş, o da yemiş. Tekrar yola çıkan gezgin şehrin kapısına vardıkta parsla karşılaşmış. Pars onu yere kapaklanarak selamlamış ve demiş ki: Bana büyük iyiliğin dokundu! Biraz dinlen şuracık ta, hemen gelirim... Pars gitmiş, bir bahçe kenarında dinlenen hükümdar kızını öldürmüş, kendisine yapılan iyiliğin karşılığım vermek amacıyla kızın altın ve mücevherlerini alıp gezgine getirmiş. Gezgin altın ve mücevherlerin nereden geldiğini bilmemiş tabî... Şöyle demiş kendi kendine: Bunlar hayvan olmalarına rağmen iyiliğe böyle kar şılık veriyorlar. Ya kuyumcuya gidersem kimbilir ne güzel bir muameleyle karşılaşırım! Zîrâ o hiç bir şeye sahip olma yan fakir biri de olsa bu zînetlerin fiyatına dâir bilgisi vardır.

281 Bunları satar, parasının bir kısmını kendi alır, bir kısmını bana verir. Yoluna devam eden gezgin nihayet kuyumcuya gelmiş. Kuyumcu onu görünce "hoş geldin" diye karşılamış, evine almış. Gezgin zînetleri ona gösterince kuyumcu hemen tanımış bu parçaları! Zîrâ bizzat o hazırlamış evvelce bunları hükümdar kızına... Ama şöyle demiş: Ben yemek getirinceye kadar otur, istirahat et! Ev dekilerle yetinecek değilim. Daha zengin bir sofra çıkarmak istiyorum! Kuyumcu içinden diyormuş ki: "Fırsatımı buldum işte! Hükümdara gider, ona bu adamı gösteririm! Böylece gözüne girerim onun!" Hükümdarın kapısına gelen kuyumcu: Kızının canına kıyan ve zînetlerini çalan adam be nim evimdedir! Hükümdar derhal kolluk kuvvetlerini salmış oraya. Gezgini yakalatmış, zînetleri onun yanında bulunca hiç konuşmasına firsat vermeden ona işkence edilmesini, şehirde rezil rüsvay gezdirilmesini ve nihayet îdâm edilmesini emretmiş! Kendisi hakkında böyle korkunç bir ferman çıkan gezgin bağıra bağıra ağlamış ve şöyle demiş: Ah keşke, insanın nankörlüğünü vurgulayan ve ba na doğru öğüdü veren maymun, yılan ve parsın dediklerini yapsaydım da bu belâya uğramasaydım. Gezgin durmadan bu sözü tekrarlamış; yılan da oralardaymış, bu kelimeleri işitince deliğinden çıkmış, adamı tanımış... Can dostunu bu halde görünce çok üzülmüş yılan ve onu kurtarmanın yollarını aramış. Nihayet bir plan kurmuş... Evvela hükümdarın oğlunu sokmuş. Hükümdar bilginleri çağırmış lâkin onlar ne kadar okuyup üfleseler de iyileştirememişler onu...

282 Sonra bir peri dostuna giden yılan, gezginin iyiliğinden ve şimdiki perişan halinden bahsetmiş ona. Peri kızı ona acımış, hükümdarın oğluna giderek ona görünmüş saydam bir hayalet gibi! Ve demiş ki: Haksız yere cezalandırdığınız o zavallı seni tedavi etmedikçe asla iyileşmeyeceksin! Bu arada yılan zindana girerek gezginle görüşmüş, önce paylamış onu: Ben seni o âdi herife iyilik yapmaman için uyarmış tım. Ama sözümü dinlemedin, işte netice! Sonra kendi zehirine panzehir olacak bir yaprak getirmiş ve demiş ki: Hükümdarın oğlunu tedavi edesin diye seni bura dan alacaklar. Sen bu yaprağın suyunu içir ona. Bu onu te davi edecektir. Hükümdar sana kim olduğunu sorarsa en baştan beri hikâyeyi anlatırsın... Haydi bakalım, inşallah kurtulursun! Bu sıralarda şehzade, babasına demiş ki: Birisi bana dedi ki: "Zindana haksız yere atılan o mazlum gezgin seni tedavi etmedikçe asla iyileşmeyeceksin!" Hükümdar gezgini çağırmış, oğlunu tedavi etmesini emretmiş ona. Gezgin demiş ki: Ben de bir marifet yok! Ancak şu yaprağın suyun dan içirirseniz Allah'ın izniyle şifa bulur! Hükümdar içirmiş onu ve çocuk iyileşmiş. Ziyadesiyle sevinen hükümdar gezgini huzuruna almış ve hikâyesini sormuş... O da herşeyi anlatmış. Onu ihsanla sevindiren hükümdar kuyumcunun îdam edilmesini emretmiş. Elbette, yalan söylediği, şükretmediği ve kadir kıymet bilmediği için onu îdam etmişler. Bu misâli dinleyen hükümdara filozof Beydebâ şunları da eklemiş:

283 Bu hikâyenin her bölümünde ibret var... Kuyumcunun seyyaha karşı tavrında, onun tarafından kurtarıldığı halde nankörlük etmesinde, hayvanların hakbilir davranışında, içlerinden birinin gezgini kurtarışından düşünenler için pek çok ibret vardır. Ayrıca ister yakın ister uzak, asil ve vefakâr davranan herkese iyilik yapmak lazımdır bu hikâye fehvasınca... Doğru fikir, faydanın temini ve zararın defedilmesi de ancak böyle olur çünkü.

284 ŞEHZADE İLE ARKADAŞLARI BABI Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki: Bu hikâyeyi dinledim. Dedikleri gibi kişi iyiyi ancak aklı, basireti ve tedbiri sayesinde elde ediyorsa ulu makam lara gelen körkütük câhil ile belâya uğrayan akıllı ve bilgili kişinin hâli nicedir? Beydebâ cevap verdi: İnsan nasıl gözüyle görür, kulağı ile işitirse aynı şe kilde soğukkanlılık, akıl ve tedbir ile yürür. Lâkin kaza ve kader bâzan üstün gelir. Buna misal şehzade ile arkadaşları nın hikâyesidir. Hükümdar: Bu nasıl olmuş? Filozof: Anlatırlar ki; dört kişi arkadaş oldular bir yolda: bi ri şehzade, ikincisi tacir oğlu, üçüncüsü yakışıklı bir asilzade dördüncüsü bir çiftçi oğluydu. Hepsi de ihtiyaç halindeydiler, gurbet elin sıkıntısı bunları sarmış, büyük zarara uğramış lar, elbiselerinden başka bir şey kalmamıştı üzerlerinde... Yolda yürürken durumlarım düşünüyorlardı. Herkes kendi bildiğince düşünüyor, kendi karakterine uygun bir çözüm su nuyordu. Şehzade dedi ki:

285 Şehzade ve arkadaşları Dünyanın her işi kaza ve kader iledir. İnsana ne takdir edilmişse o gelir başına kaza ve kadere sabretmek ve neticeyi beklemek en hayırlısıdır. Tacir oğlu: Akıl herşeyden üstündür!. Asilzade: Güzellik, söylenen şeylerden de üstündür. Çiftçi oğlu: Bir işte çalışmaktan daha üstün bir şey yoktur dün yada! Neyse, bu dört arkadaş Mıtrûn kentine yaklaşınca bir kenara oturup istişare ettiler ve çiftçinin oğluna: Haydi git, çalış da bu günümüzün rızkını getir yanı mıza! dediler. Çiftçi oğlu kalkıp gitti; bir araştırma yaptı, tek başına dört kişinin yiyeceğini sağlayacağı bir iş var mı diye. Herkes ona "bu şehirde en kıymetli iş odunculuktur!" dedi. Odun şehirden üç mil ötedeydi. Çiftçi oğlu gitti bir yük odun yaptı, şehre getirip sattı bir dirheme; onunla yiyecek satınaldı ve şehrin kapısına şöyle yazdı: "insanın bir gün boyunca durma-

Şule Yayınları Doğu Klasikleri Dizisi Orijinal İsmi: Kelile ve Dimne Editör, A. Ali Ural

Şule Yayınları Doğu Klasikleri Dizisi Orijinal İsmi: Kelile ve Dimne Editör, A. Ali Ural Şule Yayınları Doğu Klasikleri Dizisi Orijinal İsmi: Kelile ve Dimne Editör, A. Ali Ural Son Okuma: Elif Eda Tartar Ofset Hazırlık: Çiftçi Kardeşler Kapak: Ramazan Erkut Baskı-Cilt: İstanbul Matbaa ve

Detaylı

Kelile ve Dimne nin tercüme serüveni. Ahlâk ve siyaset

Kelile ve Dimne nin tercüme serüveni. Ahlâk ve siyaset ARAŞTIRMA NOTU Kelile ve Dimne nin tercüme serüveni Abuzer KALYON Ahlâk ve siyaset gibi çok önemli konuları içeren Kelile ve Dimne, yüzyıllardır çok tanınan ve çok okunan bir eserdir. Bu eserin yüzyıllar

Detaylı

KELĐLE VE DĐMNE BEYDEBÂ. Beydebâ -Đbnü'l-Mukaffa. Çeviri-inceleme. Said Aykut Baskı - ŞULE YAYINLARI

KELĐLE VE DĐMNE BEYDEBÂ. Beydebâ -Đbnü'l-Mukaffa. Çeviri-inceleme. Said Aykut Baskı - ŞULE YAYINLARI KELĐLE VE DĐMNE BEYDEBÂ Beydebâ -Đbnü'l-Mukaffa Çeviri-inceleme Said Aykut - 2. Baskı - ŞULE YAYINLARI Temmuz 2003 Đçindekiler : SUNUŞ GĐRĐŞ ESERĐN ASIL DĐLĐ, ADI VE YAZARI KĐTABIN ASLINDAKĐ BÖLÜM ĐSĐMLERĐ

Detaylı

İSLAM UYGARLIĞI ÇEVRESINDE GELIŞEN TÜRK EDEBIYATI. XIII - XIV yy. Olay Çevresinde Gelişen Metinler

İSLAM UYGARLIĞI ÇEVRESINDE GELIŞEN TÜRK EDEBIYATI. XIII - XIV yy. Olay Çevresinde Gelişen Metinler İSLAM UYGARLIĞI ÇEVRESINDE GELIŞEN TÜRK EDEBIYATI XIII - XIV yy. Olay Çevresinde Gelişen Metinler OLAY ÇEVRESINDE GELIŞEN EDEBI METINLER Oğuz Türkçesinin Anadolu daki ilk ürünleri Anadolu Selçuklu Devleti

Detaylı

ESKİ TÜRK EDEBİYATI TARİHİ- 14.YÜZYIL TEMSİLCİLERİ

ESKİ TÜRK EDEBİYATI TARİHİ- 14.YÜZYIL TEMSİLCİLERİ ESKİ TÜRK EDEBİYATI TARİHİ- 14.YÜZYIL TEMSİLCİLERİ a. 14.Yüzyıl Orta Asya Sahası Türk Edebiyatı ( Harezm Sahası ve Kıpçak Sahası ) b. 14.Yüzyılda Doğu Türkçesi ile Yazılmış Yazarı Bilinmeyen Eserler c.

Detaylı

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...7 KISALTMALAR GİRİŞ İran ve Türk Edebiyatlarında Husrev ü Şirin Hikâyesi BİRİNCİ BÖLÜM Âzerî nin Biyografisi...

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...7 KISALTMALAR GİRİŞ İran ve Türk Edebiyatlarında Husrev ü Şirin Hikâyesi BİRİNCİ BÖLÜM Âzerî nin Biyografisi... İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...7 KISALTMALAR...11 GİRİŞ İran ve Türk Edebiyatlarında Husrev ü Şirin Hikâyesi...13 BİRİNCİ BÖLÜM Âzerî nin Biyografisi...27 5 İKİNCİ BÖLÜM Husrev ü Şirin Mesnevisinin İncelenmesi...57

Detaylı

O, hiçbir sözü kendi arzularına göre söylememektedir. Aksine onun bütün dedikleri Allah ın vahyine dayanmaktadır.

O, hiçbir sözü kendi arzularına göre söylememektedir. Aksine onun bütün dedikleri Allah ın vahyine dayanmaktadır. İslam çok yüce bir dindir. Onun yüceliği ve büyüklüğü Kur an-ı Kerim in tam ve mükemmel talimatları ile Hazret-i Resûlüllah (S.A.V.) in bu talimatları kendi yaşamında bizzat uygulamasından kaynaklanmaktadır.

Detaylı

Dünyayı Değiştiren İnsanlar

Dünyayı Değiştiren İnsanlar Dünyayı Değiştiren İnsanlar Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim,

Detaylı

Kur ân ve iman hakikatlerine ulaşmanın adresi

Kur ân ve iman hakikatlerine ulaşmanın adresi Kur ân ve iman hakikatlerine ulaşmanın adresi Adres: İ.O.S.B. Turgut Özal Cad. B-Blok No: 126 K: 3 Başakşehir/İSTANBUL Tel: +9 0212 696 13 70 - Fax: +9 0212 696 13 71 www.altinbasaknesriyat.com R İ S Â

Detaylı

Divan Edebiyatının Önemli Şair ve Yazarları. HOCA DEHHANİ: 13. yüzyılda yaşamıştır. Din dışı konularda şiir yazan ilk divan şairidir. Divanı vardır.

Divan Edebiyatının Önemli Şair ve Yazarları. HOCA DEHHANİ: 13. yüzyılda yaşamıştır. Din dışı konularda şiir yazan ilk divan şairidir. Divanı vardır. Edebiyatı Sanatçıları Edebiyatının Önemli Şair ve Yazarları HOCA DEHHANİ: 13. yüzyılda yaşamıştır. Din dışı konularda şiir yazan ilk divan şairidir. ı vardır. MEVLANA: XIII.yüzyılda yaşamıştır. Birkaç

Detaylı

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000) Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000) 14.08.2014 SIRA SIKLIK SÖZCÜK TÜR AÇIKLAMA 1 1209785 bir DT Belirleyici 2 1004455 ve CJ Bağlaç 3 625335 bu PN Adıl 4 361061 da AV Belirteç 5 352249 de

Detaylı

Kur'an-ı Kerimde tevafuk mucizesi Kainatta tesadüf yok, tevafuk vardır

Kur'an-ı Kerimde tevafuk mucizesi Kainatta tesadüf yok, tevafuk vardır Kur'an-ı Kerimde tevafuk mucizesi Kainatta tesadüf yok, tevafuk vardır Tevafuk birbirine denk gelmek, birbiriyle uygun vaziyet almak demektir. Tevafuklu Kur anda tam 2806 Allah lafzı pek az müstesnalar

Detaylı

İnci. Hoca GEÇİŞ DÖNEMİ ESERLERİ (İLK İSLAMİ ESERLER)

İnci. Hoca GEÇİŞ DÖNEMİ ESERLERİ (İLK İSLAMİ ESERLER) İnci GEÇİŞ DÖNEMİ ESERLERİ (İLK İSLAMİ ESERLER) Hoca ESERLERİN ORTAK ÖZELİKLERİ Hem İslâmiyet öncesi kültürü hem de İslâmî kültür iç içedir. Aruzla hece, beyitler dörtlük birlikte kullanılmıştır. Eserler

Detaylı

İLİM ÖĞRETMENİN FAZİLETİ. Bu Beldede İlim Ölmüştür

İLİM ÖĞRETMENİN FAZİLETİ. Bu Beldede İlim Ölmüştür İLİM ÖĞRETMENİN FAZİLETİ Bu Beldede İlim Ölmüştür Rivayet edildiğine göre Süfyan es-sevrî (k.s) Askalan şehrine gelir, orada üç gün ikamet ettiği halde, kendisine hiç kimse gelip de ilmî bir mesele hakkında

Detaylı

EHL-İ SÜNNET'İN ÜSTÜNLÜĞÜ.

EHL-İ SÜNNET'İN ÜSTÜNLÜĞÜ. EHL-İ SÜNNET'İN ÜSTÜNLÜĞÜ www.almuwahhid.com 1 Müellif: Şeyhu'l-İslam İbni Teymiyye (661/728) Eser: Mecmua el-feteva, cilt 4 بسم هللا الرحمن الرحيم Selefin, kendilerinden sonra gelenlerden daha alim, daha

Detaylı

Tıbb-ı Nebevi İSLAM TIBBI

Tıbb-ı Nebevi İSLAM TIBBI Tıbb-ı Nebevi İSLAM TIBBI Tıbb-ı Nebevi İslam coğrafyasında gelişen tıp tarihi üzerine çalışan bilim adamlarının bir kısmı İslam Tıbbı adını verdikleri., ayetler ve hadisler ışığında oluşan bir yapı olarak

Detaylı

Ebû Dâvûd un Sünen i (Kaynakları ve Tasnif Metodu) Mehmet Dinçoğlu

Ebû Dâvûd un Sünen i (Kaynakları ve Tasnif Metodu) Mehmet Dinçoğlu Ebû Dâvûd un Sünen i (Kaynakları ve Tasnif Metodu) Mehmet Dinçoğlu Cilt/Volume: II Sayı/Number: 1 Yıl/Year 2016 Meridyen Derneği hadisvesiyer.info Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 2012, 472 sayfa.

Detaylı

Sultan Abdülhamid Han hakkında 7 itiraf

Sultan Abdülhamid Han hakkında 7 itiraf Sultan Abdülhamid Han hakkında 7 itiraf Osmanlı Devleti'nin en kritik bir devrinde otuz üç yıl hükümdarlık yapmış İkinci Abdülhamid Han için ağır ithamlarda bulunanların sayısı gittikçe azalmakla birlikte,

Detaylı

2. Enver Paşa. 3. Rıza Tevfik Bölükbaşı

2. Enver Paşa. 3. Rıza Tevfik Bölükbaşı Osmanlı Devleti nin en kritik devrinde otuz üç sene hükümdarlık yapmış İkinci Abdülhamid Han için ağır ithamlarda bulunanların sayısı gittikçe azalmakla beraber, yapılan iftiralar ve hakaretlerin kötü

Detaylı

Birinci İtiraz: Cevap:

Birinci İtiraz: Cevap: Bazı din bilginleri tutulmalarla ilgili bazı itirazlarda bulunarak bu konuda şüpheler uyandırmaya çalışmışlardır. Ulemaların itirazlarından bazıları cevaplarıyla birlikte aşağıya sıralanmıştır. Birinci

Detaylı

GÜNLÜK (GÜNCE) www.dosyabak.com

GÜNLÜK (GÜNCE) www.dosyabak.com GÜNLÜK (GÜNCE) 1 GÜNLÜK Öğretmeye bağlı, gerçekçi anlatım türlerinden biri olan günlükler, bir kişinin önemli ve kayda değer bulduğu olayları, gözlem, izlenim duygu düşünce ve hayallerini günü gününe tarih

Detaylı

KURAN I KERİMİN İÇ DÜZENİ

KURAN I KERİMİN İÇ DÜZENİ KURAN I KERİMİN İÇ DÜZENİ Kur an-ı Kerim : Allah tarafından vahiy meleği Cebrail aracılığıyla, son Peygamber Hz. Muhammed e indirilen ilahi bir mesajdır. Kur an kelime olarak okumak, toplamak, bir araya

Detaylı

İSLAM TARİHİ II DR. HALİDE ASLAN

İSLAM TARİHİ II DR. HALİDE ASLAN İSLAM TARİHİ II DR. HALİDE ASLAN Dönemi İdari, Mali, Sosyal ve Kültürel Durum Konular *Emeviler Dönemi İdari, Mali, Sosyal ve Kültürel Durum. Dönemi İdari, Mali, Sosyal ve Kültürel Durum Kaynaklar *İrfan

Detaylı

MANASTIR TIBBI (Monastic Medicine)

MANASTIR TIBBI (Monastic Medicine) MANASTIR TIBBI (Monastic Medicine) Hipokratik-Galenik Tıp ekolunun devamı Cerrahi teknikler bilinmesine rağmen, yüksek enfeksiyon riski nedeniyle zorunlu haller dışında pek uygulanmıyor Tam olarak hangi

Detaylı

KİTABİYAT. Mevlānā Celāleddin-i Rumî, Mesnevî 1-2/3-4/5-6, Nazmen Tercüme: Ahmet Metin Şahin, Kaynak Yayınları, İstanbul 2006.

KİTABİYAT. Mevlānā Celāleddin-i Rumî, Mesnevî 1-2/3-4/5-6, Nazmen Tercüme: Ahmet Metin Şahin, Kaynak Yayınları, İstanbul 2006. KİTABİYAT Mevlānā Celāleddin-i Rumî, Mesnevî 1-2/3-4/5-6, Nazmen Tercüme: Ahmet Metin Şahin, Kaynak Yayınları, İstanbul 2006. Yayınlanalı yedi yıl olmuş. İlk yayınlandığını bir gazetede mütercim ile yapılmış

Detaylı

İSLAMİYETİN KABÜLÜNDEN SONRAKİ EĞİTİMİN TEMEL ÖZELLİKLERİ İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ / FIRAT ÜNİVERSİTESİ / ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ SEFA SEZER / İNGİLİZCE

İSLAMİYETİN KABÜLÜNDEN SONRAKİ EĞİTİMİN TEMEL ÖZELLİKLERİ İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ / FIRAT ÜNİVERSİTESİ / ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ SEFA SEZER / İNGİLİZCE İSLAMİYETİN KABÜLÜNDEN SONRAKİ EĞİTİMİN TEMEL ÖZELLİKLERİ İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ / FIRAT ÜNİVERSİTESİ / ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ SEFA SEZER / İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ Türk toplumlarında ilk kez medrese denen eğitim

Detaylı

İçindekiler. Giriş Konu ve Kaynaklar 13 I. Konu 15 II. Kaynaklar 19

İçindekiler. Giriş Konu ve Kaynaklar 13 I. Konu 15 II. Kaynaklar 19 Önsöz Kur an tefsirleri üzerine yapılan araştırmalar bir hayli zenginleşmesine karşın, yüzlerce örneğiyle sekiz-dokuz asırlık bir gelenek olan tefsir hâşiyeciliği, çok az incelenmiştir. Tefsir hâşiye literatürü;

Detaylı

Tokat Plevne İmam Hatip Ortaokulu Öğrencilerinin Sorularına cevaplarımız

Tokat Plevne İmam Hatip Ortaokulu Öğrencilerinin Sorularına cevaplarımız Tokat Plevne İmam Hatip Ortaokulu Öğrencilerinin Sorularına cevaplarımız 51. Kütüphane Haftası dolayısı ile 1. Nisan.2015 tarihinde Tokat Plevne İmam Hatip Ortaokulunda Kitap Okumanın Kişisel Gelişim deki

Detaylı

ŞİÎ-SÜNNÎ POLEMİĞİNDE EBÛ TÂLİB VE DİNÎ KONUMU. Habib KARTALOĞLU

ŞİÎ-SÜNNÎ POLEMİĞİNDE EBÛ TÂLİB VE DİNÎ KONUMU. Habib KARTALOĞLU e-makâlât Mezhep Araştırmaları, IV/2 (Güz 2011), ss. 179-183. ISSN 1309-5803 www.emakalat.com ŞİÎ-SÜNNÎ POLEMİĞİNDE EBÛ TÂLİB VE DİNÎ KONUMU Halil İbrahim Bulut, Araştırma Yayınları, Ankara, Nisan 2011,

Detaylı

Tarihin Gölgesinde Me ahir-i Meçhûleden Birkaç Zât Türk Kültürü Dergisi, .A.,

Tarihin Gölgesinde Me ahir-i Meçhûleden Birkaç Zât Türk Kültürü Dergisi, .A., Ali Emirî, Yemen Hatırâtı, Çev: Yusuf Turan Günaydın, Hece Yayınları, Ankara 2007, 119 S. Yemen Memories, Trans: Yusuf Turan Gunaydin, Hece Puslishing, Ankara 2007, 119 P. Yahya YEŞĐLYURT Ali Emirî Efendi

Detaylı

5. SINIF 4.ÜNİTE: KURAN DA KISSALAR. 1. Geçmiş peygamberlerden ve olaylardan bahseden haberlere ne denir? a) Olay b) Haber c) Hadis d) Kıssa

5. SINIF 4.ÜNİTE: KURAN DA KISSALAR. 1. Geçmiş peygamberlerden ve olaylardan bahseden haberlere ne denir? a) Olay b) Haber c) Hadis d) Kıssa 1. Kıssa nedir? 5. SINIF 4.ÜNİTE: KURAN DA KISSALAR 1. Geçmiş peygamberlerden ve olaylardan bahseden haberlere ne denir? a) Olay b) Haber c) Hadis d) Kıssa 2. Kıssa nedir? a) Mucizedir b) Efsanedir c)

Detaylı

Hz. Ali nin şehit edilmesinin ardından Hz. Hasan halife olur. Ancak babası zamanından kalma ihtilaf yüzünden Muaviye ile iç savaş başlamak üzereyken

Hz. Ali nin şehit edilmesinin ardından Hz. Hasan halife olur. Ancak babası zamanından kalma ihtilaf yüzünden Muaviye ile iç savaş başlamak üzereyken Kerbela Hz. Ali nin şehit edilmesinin ardından Hz. Hasan halife olur. Ancak babası zamanından kalma ihtilaf yüzünden Muaviye ile iç savaş başlamak üzereyken ve dış tehlike belirtileri de baş gösterince

Detaylı

ARAPÇA YAZMA ESERLERİN DİZGİSİNDE TAKİP EDİLECEK YAZIM KURALLARI

ARAPÇA YAZMA ESERLERİN DİZGİSİNDE TAKİP EDİLECEK YAZIM KURALLARI ARAPÇA YAZMA ESERLERİN DİZGİSİNDE TAKİP EDİLECEK YAZIM KURALLARI 1. Âyetlerin yazımında Resm-i Osmânî esas alınacaktır. Diğer metinlerde ise güncel Arapça imlâ kurallarına riâyet edilecek, ancak özel imlâsını

Detaylı

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci; Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : İSLAM FELSEFE TARİHİ I Ders No : 0070040158 Teorik : 2 Pratik : 0 Kredi : 2 ECTS : 3 Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim Dili

Detaylı

Ünite 1. Celâleyn Tefsiri. İlahiyat Lisans Tamamlama Programı TEFSİR METİNLERİ -I. Doç. Dr. Recep DEMİR

Ünite 1. Celâleyn Tefsiri. İlahiyat Lisans Tamamlama Programı TEFSİR METİNLERİ -I. Doç. Dr. Recep DEMİR Celâleyn Tefsiri Ünite 1 İlahiyat Lisans Tamamlama Programı TEFSİR METİNLERİ -I Doç. Dr. Recep DEMİR 1 Ünite 1 CELÂLEYN TEFSİRİ Doç. Dr. Recep DEMİR İçindekiler 1.1. CELÂLEYN TEFSİRİ... 3 1.2. CELALÜDDİN

Detaylı

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Yayın No. 756 İSAM Yayınları 202 İlmî Araştırmalar Dizisi 90 Her hakkı mahfuzdur.

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Yayın No. 756 İSAM Yayınları 202 İlmî Araştırmalar Dizisi 90 Her hakkı mahfuzdur. Mustafa Bülent Dadaş, Dr. 1979 da Adana da doğdu. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ni bitirdi (2002). Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü nde Mecelle de Bulunan Hukuk-Dil İlişkisine Yönelik

Detaylı

İçindekiler. Önsöz 11 Kısaltmalar 15

İçindekiler. Önsöz 11 Kısaltmalar 15 İçindekiler Önsöz 11 Kısaltmalar 15 EBÛ MANSÛR EL-MÂTÜRÎDÎ 17 Hayatı 17 Siyasî ve İlmî Çevresi 20 İlmî Şahsiyeti 22 Eserleri 25 a. Kelâm ve Mezhepler Tarihi 25 b. Usûl-i Fıkıh 29 c. Tefsir ve Kur an İlimleri

Detaylı

ALEXANDER RUSSEL WEBB-MUHAMMED

ALEXANDER RUSSEL WEBB-MUHAMMED ALEXANDER RUSSEL WEBB-MUHAMMED Benim araştırıcı, meraklı bir ahlâkım vardı. Her şeyin sebebini ve maksadını arıyordum. Bunlar için mantıkî cevaplar bekliyordum. Hâlbuki râhiplerin ve diğer Hıristiyan din

Detaylı

ŞATRANC-I UREFA (Arifler Satrancı) Satranç Hindistan da yaklaşık 1500 yıl önce bulunmuş klasik bir strateji oyunudur. Satranç Sanskritçe de

ŞATRANC-I UREFA (Arifler Satrancı) Satranç Hindistan da yaklaşık 1500 yıl önce bulunmuş klasik bir strateji oyunudur. Satranç Sanskritçe de ŞATRANC-I UREFA (Arifler Satrancı) Satranç Hindistan da yaklaşık 1500 yıl önce bulunmuş klasik bir strateji oyunudur. Satranç Sanskritçe de Çaturanga, dört çatu yol ranga anlamlarına gelir. Şatranc-ı Urefa,

Detaylı

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...9 GİRİŞ...11

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...9 GİRİŞ...11 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...9 GİRİŞ...11 BİRİNCİ BÖLÜM İLK TÜRK DEVLETLERİNDE EĞİTİM 1.1. HUNLARDA EĞİTİM...19 1.2. GÖKTÜRKLERDE EĞİTİM...23 1.2.1. Eğitim Amaçlı Göktürk Belgeleri: Anıtlar...24 1.3. UYGURLARDA

Detaylı

AHMEDÎ ve DÂSİTÂN-İ TEVÂRİH-İ MÜLÛK-İ ÂL-İ OSMAN

AHMEDÎ ve DÂSİTÂN-İ TEVÂRİH-İ MÜLÛK-İ ÂL-İ OSMAN 71 AHMEDÎ ve DÂSİTÂN-İ TEVÂRİH-İ MÜLÛK-İ ÂL-İ OSMAN Nihat ŞEMİN Muş Alparslan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, III. Sınıf, I. Öğretim Öğrencisi. AHMEDÎ ve DÂSİTÂN-İ TEVÂ- RİH-İ MÜLÛK-İ

Detaylı

İçindekiler. Kısaltmalar 13 GİRİŞ I. ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI 15 II. İÇERİK VE YÖNTEM 16 III. LİTERATÜR 17

İçindekiler. Kısaltmalar 13 GİRİŞ I. ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI 15 II. İÇERİK VE YÖNTEM 16 III. LİTERATÜR 17 İçindekiler Kısaltmalar 13 GİRİŞ I. ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI 15 II. İÇERİK VE YÖNTEM 16 III. LİTERATÜR 17 BİRİNCİ BÖLÜM MUHAMMED EBÛ ZEHRE NİN HAYATI, İLMÎ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ I. MUHAMMED EBÛ ZEHRE

Detaylı

Tefsir, Kıraat (İlahiyat ve İslâmî ilimler fakülteleri)

Tefsir, Kıraat (İlahiyat ve İslâmî ilimler fakülteleri) ARAŞTIRMA ALANLARI 1 Kur an İlimleri ve Tefsir Kur an ilimleri, Kur an tarihi, tefsir gibi Kur an araştırmalarının farklı alanlarına dair araştırmaları kapsar. 1. Kur an tarihi 2. Kıraat 3. Memlükler ve

Detaylı

İSMAİL DURMUŞ PROFESÖR

İSMAİL DURMUŞ PROFESÖR İSMAİL DURMUŞ PROFESÖR ÖZGEÇMİŞ YÜKSEKÖĞRETİM KURULU 26.05.2014 Adres : İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İcadiye-Bağlarbaşı Caddesi, No: 40 34662 Üsküdar/İstanbul Telefon E-posta : : 2164740860-1226 Doğum

Detaylı

Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı. Yayın Kataloğu

Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı. Yayın Kataloğu Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayın Kataloğu 2013 2 TAHRÎRU USÛLİ L-HENDESE VE L-HİSÂB EUKLEIDES İN ELEMANLAR KİTABININ TAHRİRİ Nasîruddin Tûsî (ö. 1274) Meşhur Matematikçi Eukleides in (m.ö.

Detaylı

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bundan önceki mektuplar gibi. bunu da büyük şeyhi Bakibillah'a yazmıştır.

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bundan önceki mektuplar gibi. bunu da büyük şeyhi Bakibillah'a yazmıştır. 4.MEKTUP MEVZUU : a) Mübarek ramazan ayının faziletleri. b) Hakikat-ı Muhammediye'nin (kabiliyet-i ulâ) beyanı.. Ona ve âline salât, selâm ve saygılar.. c) Kutbiyet makamı, ferdiyet mertebesi.. NOT : İMAM-I

Detaylı

İçindekiler. Kısaltmalar 11 Yeni Baskı Vesilesiyle 13 Önsöz 15

İçindekiler. Kısaltmalar 11 Yeni Baskı Vesilesiyle 13 Önsöz 15 İçindekiler Kısaltmalar 11 Yeni Baskı Vesilesiyle 13 Önsöz 15 Ebû Mansûr el-mâtürîdî 1. Hayatı 21 2. Siyasî ve İlmî Çevresi 25 3. İlmî Şahsiyeti 28 4. Eserleri 31 4.1. Kelâm ve Mezhepler Tarihi 31 4.2.

Detaylı

Çocuklar için Kutsal Kitap. sunar. Kral Davut (Bölüm 2)

Çocuklar için Kutsal Kitap. sunar. Kral Davut (Bölüm 2) Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Kral Davut (Bölüm 2) Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: Lazarus Uyarlayan: Ruth Klassen Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org 2007 Bible for

Detaylı

İSLAM TARİHİ II DR. HALİDE ASLAN

İSLAM TARİHİ II DR. HALİDE ASLAN İSLAM TARİHİ II DR. HALİDE ASLAN Konular *Abbasiler *Me mun döneminden Mu temid dönemine kadar Mu temid Döneminden İtibaren Kaynaklar: *Hakkı Dursun Yıldız, Şerare Yetkin, Abbasiler, DİA, I, 1-56. * Philip

Detaylı

MehMet Kaan Çalen, 07.04.1981 tarihinde Edirne nin Keşan ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Keşan da tamamladı. 2004 yılında Trakya

MehMet Kaan Çalen, 07.04.1981 tarihinde Edirne nin Keşan ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Keşan da tamamladı. 2004 yılında Trakya ÖTÜKEN MehMet Kaan Çalen, 07.04.1981 tarihinde Edirne nin Keşan ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Keşan da tamamladı. 2004 yılında Trakya Üniversitesi, Tarih Bölümü nden mezun oldu. 2008 yılında

Detaylı

Fikret BABAYEV * * Azerbaycan Anayasa Mahkemesi Başkanı

Fikret BABAYEV * * Azerbaycan Anayasa Mahkemesi Başkanı Fikret BABAYEV * Sayın Başkan, değerli katılımcılar! Öncelikle belirtmek isterim ki, bugün bu faaliyete iştirak etmek ve sizlerle bir arada bulunmak benim için büyük bir mutluluktur. Bu toplantıya ve şahsıma

Detaylı

stratejik saiklerle bu ülkeyi çok daha yakından tanımak durumundadır. Bu çalışmanın, söz konusu ihtiyaca hizmet etmesi umulmaktadır.

stratejik saiklerle bu ülkeyi çok daha yakından tanımak durumundadır. Bu çalışmanın, söz konusu ihtiyaca hizmet etmesi umulmaktadır. ÖNSÖZ Bu çalışma, Karadeniz Teknik Üniversitesi nin BAP06 kapsamında verdiği yurtdışı araştırma bursu ile yapılmıştır. Çalışma metni, 2013 yılı Temmuz-Eylül aylarında, misafir araştırmacı olarak gidilmiş

Detaylı

AKADEMİK ÖZGEÇMİŞ YAYIN LİSTESİ. : Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Telefon : (0212) 521 81 00 : abulut@fsm.edu.tr

AKADEMİK ÖZGEÇMİŞ YAYIN LİSTESİ. : Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Telefon : (0212) 521 81 00 : abulut@fsm.edu.tr AKADEMİK ÖZGEÇMİŞ VE YAYIN LİSTESİ 1. Adı Soyadı : Ali Bulut İletişim Bilgileri Adres : Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Telefon : (01) 51 81 00 Mail : abulut@fsm.edu.tr. Doğum - Tarihi : 1.0.1973

Detaylı

İletişim Yayınları SERTİFİKA NO Κρατύλος

İletişim Yayınları SERTİFİKA NO Κρατύλος PLATON Kratylos PLATON (Atina, MÖ 427/428 - MÖ 347), antik Yunan filozofu ve Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olarak kabul edilen Atina Akademisi nin kurucusudur. Hocası Sokrates, en ünlü öğrencileri

Detaylı

MUHAMMED BAKIR EL-MECLİSÎ NİN VE BAZI ŞİÎ ÂLİMLERİN HZ. AİŞE HAKKINDAKİ BAZI SÖZLERİ

MUHAMMED BAKIR EL-MECLİSÎ NİN VE BAZI ŞİÎ ÂLİMLERİN HZ. AİŞE HAKKINDAKİ BAZI SÖZLERİ MUHAMMED BAKIR EL-MECLİSÎ NİN VE BAZI ŞİÎ ÂLİMLERİN HZ. AİŞE HAKKINDAKİ BAZI SÖZLERİ BU KISA VESİKALAR BUNDAN BİR KAÇ GÜN ÖNCE, ŞİA NIN RASULULLAH IN ASHABINI ÖZELİKLE EBU BEKR VE ÖMERİ, SONRA OSMAN I

Detaylı

OSMANLICA öğrenmek isteyenlere kaynaklar

OSMANLICA öğrenmek isteyenlere kaynaklar OSMANLICA öğrenmek isteyenlere kaynaklar Eda Yeşilpınar Hemen her bölümün kuşkusuz zorlayıcı bir dersi vardır. Öğrencilerin genellikle bu derse karşı tepkileri olumlu olmaz. Bu olumsuz tepkilerin nedeni;

Detaylı

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

Güzel Bir Bahar ve İstanbul Güzel Bir Bahar ve İstanbul Bundan iki yıl önce 2013 Mayıs ayında yolculuğum böyle başladı. Dostlarım, sınıf arkadaşlarım ve birkaç öğretmenim ile bildiğimiz İstanbul, bizim İstanbul a doğru yol aldık.

Detaylı

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. Eziyet Eden Birinden Vaaz Eden Birine

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. Eziyet Eden Birinden Vaaz Eden Birine Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Eziyet Eden Birinden Vaaz Eden Birine Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: Janie Forest Uyarlayan: Ruth Klassen Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org

Detaylı

1- el-kavaidul- esasiyye lil- Lugatil-arabiyye (Arapça), Seyyid Ahmet el-haşimi.

1- el-kavaidul- esasiyye lil- Lugatil-arabiyye (Arapça), Seyyid Ahmet el-haşimi. القواعد كتب A-GRAMER KİTAPLAR 1- el-kavaidul- esasiyye lil- Lugatil-arabiyye (Arapça), Seyyid Ahmet el-haşimi. 2- Mebâdiul-arabiyye (I-IV Cüz ) Arapça, Muallim REŞİT, eş-şartuni. 3- Câmiud-durûsil-arabiyye

Detaylı

TOKAT IN YETİŞTİRDİĞİ İLİM VE FİKİR ÖNDERLERİNDEN ŞEYHÜLİSLAM MOLLA HÜSREV. (Panel Tanıtımı)

TOKAT IN YETİŞTİRDİĞİ İLİM VE FİKİR ÖNDERLERİNDEN ŞEYHÜLİSLAM MOLLA HÜSREV. (Panel Tanıtımı) TOKAT IN YETİŞTİRDİĞİ İLİM VE FİKİR ÖNDERLERİNDEN ŞEYHÜLİSLAM MOLLA HÜSREV (Panel Tanıtımı) Mehmet DEMİRTAŞ * Bir şehri kendisi yapan, ona şehir bilinci katan unsurların başında o şehrin tarihî ve kültürel

Detaylı

Risale-i Nurun kerametini gördüm.inayet altında olduğumuzu anladım.

Risale-i Nurun kerametini gördüm.inayet altında olduğumuzu anladım. MEHMET GÜNEŞ Risale-i Nurun kerametini gördüm.inayet altında olduğumuzu anladım. *Kendinizi tanıtır mısınız? 1956 doğumlu,kuyulu köyündenim. Kur an Kurslarına giderek Kur an-ı öğrendim.çok şükür daha sonra

Detaylı

Hz. Mehdinin (A.S.) geleceği ile ilgili olarak üzerinde durmamız gereken bir konu daha vardır.

Hz. Mehdinin (A.S.) geleceği ile ilgili olarak üzerinde durmamız gereken bir konu daha vardır. Hz. Mehdinin (A.S.) geleceği ile ilgili olarak üzerinde durmamız gereken bir konu daha vardır. Bilindiği gibi bugün Müslümanların çoğu Hazret-i İsa nın (A.S.) hâla yaşamakta olduğuna ve gökte bulunduğuna

Detaylı

Bir başka ifadeyle sadece Allah ın(cc) rızasına uygun düşmek için savaşmış ve fedayı can yiğitlerin harman olduğu yerin ismidir Çanakkale!..

Bir başka ifadeyle sadece Allah ın(cc) rızasına uygun düşmek için savaşmış ve fedayı can yiğitlerin harman olduğu yerin ismidir Çanakkale!.. BABAN GELİRSE ÇAĞIR BENİ OĞUL.. Çanakkale destanının 99. yıl dönümünü yaşadığımız günlere saatler kala yine bir Çanakkale k ahramanının hikayesiyle karşınızdayım.. Değerli okuyucular; Hak için, Hakikat

Detaylı

İÇİNDEKİLER. Takdim...7 Önsöz...9 Kısaltmalar I. DEVLET...13 Adâletnâme...15 Kanun...19 Kanunnâme...29 Padişah...43

İÇİNDEKİLER. Takdim...7 Önsöz...9 Kısaltmalar I. DEVLET...13 Adâletnâme...15 Kanun...19 Kanunnâme...29 Padişah...43 İÇİNDEKİLER Takdim...7 Önsöz...9 Kısaltmalar...11 I. DEVLET...13 Adâletnâme...15 Kanun...19 Kanunnâme...29 Padişah...43 II. EYALET İDARESİ...53 Cizye...55 Çiftlik...65 Eyalet...69 İspence...77 Kırım Hanlığı...79

Detaylı

DEÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ BAHAR DÖNEMİ MAZERET SINAV TAKVİMİ

DEÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ BAHAR DÖNEMİ MAZERET SINAV TAKVİMİ I. SINIFLAR 02.05.2017 10:00-11:00 İLA 1124-Arap Dili ve Edebiyatı II (ARP) ALİ EJDER DERTLİOĞLUGİL 02.05.2017 10:00-11:00 İLA 1124-Arap Dili ve Edebiyatı II (ARP) MUHAMMED MURTAZA CAVUS 02.05.2017 13:00-14:00

Detaylı

İmam-ı Muhammed Terkine ruhsat olmayan sünnettir der. Sünnet-i müekkededir.[6]

İmam-ı Muhammed Terkine ruhsat olmayan sünnettir der. Sünnet-i müekkededir.[6] K U R B A N Şartlarını hâiz olub,allah a yaklaşmak amacıyla kesilen kurban;hz. Âdem in çocuklarıyla başlayıp [1],Hz. İbrahim-in oğlu İsmail-in kurban edilmesinin emredilmesi[2],daha sonra onun yerine koç

Detaylı

ORTA ASYA (ANONİM) KURAN TERCÜMESİ ÜZERİNDE ÖZBEKİSTAN DA YAPILMIŞ BİR İNCELEME. ТУРКИЙ ТAФСИР (XII-XII acp) *

ORTA ASYA (ANONİM) KURAN TERCÜMESİ ÜZERİNDE ÖZBEKİSTAN DA YAPILMIŞ BİR İNCELEME. ТУРКИЙ ТAФСИР (XII-XII acp) * - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, p.981-986, TURKEY ORTA ASYA (ANONİM) KURAN TERCÜMESİ ÜZERİNDE ÖZBEKİSTAN DA YAPILMIŞ BİR İNCELEME ТУРКИЙ ТAФСИР

Detaylı

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS KURÂN A ÇAĞDAŞ YAKLAŞIMLAR ILH333 5 2+0 2 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü Türkçe Lisans Yüz Yüze / Seçmeli

Detaylı

İslamî bilimler : Kur'an-ı Kerim'in ve İslam dininin doğru biçimde anlaşılması için yapılan çalışmalar sonucunda İslami bilimler doğdu.

İslamî bilimler : Kur'an-ı Kerim'in ve İslam dininin doğru biçimde anlaşılması için yapılan çalışmalar sonucunda İslami bilimler doğdu. Türk İslam Bilginleri: İslam dini insanların sadece inanç dünyalarını etkilemekle kalmamış, siyaset, ekonomi, sanat, bilim ve düşünce gibi hayatın tüm alanlarını da etkilemiş ve geliştirmiştir Tabiatı

Detaylı

TEDU EPE. B. Yazma 25% C. Dil Kullanımı 25%

TEDU EPE. B. Yazma 25% C. Dil Kullanımı 25% TEDU İNGİLİZCE YETERLİLİK SINAVI İÇERİK ŞEMASI VE TABLOLAR TEDU EPE 1. Oturum 10.00-12.00 2. Oturum 14.00-16.00 A. Dinleme 25% B. Yazma 25% C. Dil Kullanımı 25% D. Okuma 25% Dinlerken Cevaplama Kompozisyon

Detaylı

20 Derste Eski Türkçe

20 Derste Eski Türkçe !! 20 Derste Eski Türkçe Ders Notları!!!!!! Cüneyt Ölçer! !!! ÖNSÖZ Türk Nümismatik Derneği olarak Osmanlı ve İslam paraları koleksiyoncularına faydalı olmak arzu ve isteği île bu özel sayımızı çıkartmış

Detaylı

İktisat Tarihi I Ekim II. Hafta

İktisat Tarihi I Ekim II. Hafta İktisat Tarihi I 13-14 Ekim II. Hafta Osmanlı Kurumlarının Kökenleri İstanbul un fethinden sonra Osm. İmp nun çeşitli kurumları üzerinde Bizans ın etkileri olduğu kabul edilmektedir. Rambaud, Osm. Dev.

Detaylı

PROF. DR. İRFAN AYCAN ÖZGEÇMİŞ

PROF. DR. İRFAN AYCAN ÖZGEÇMİŞ PROF. DR. İRFAN AYCAN ÖZGEÇMİŞ Doğum Yeri ve Tarihi : Bolu/Gerede 1961 Lisans : 1982 Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yüksek Lisans : 1985 Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora :

Detaylı

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. İsa nın Doğuşu

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. İsa nın Doğuşu Çocuklar için Kutsal Kitap sunar İsa nın Doğuşu Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: M. Maillot Uyarlayan: E. Frischbutter ve Sarah S. Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org 2010

Detaylı

11. HAFTA 2.ARAŞTIRMA İNCELEME YAZILARI

11. HAFTA 2.ARAŞTIRMA İNCELEME YAZILARI 11. HAFTA 2.ARAŞTIRMA İNCELEME YAZILARI A. RAPOR: Herhangi bir konuyu, olayı veya incelenmekle görevlendirilen kişi veya kişilerin, yaptıkları araştırmanın sonuçlarını ilgili yere bildirmek üzere yazdıkları

Detaylı

Çocuklar için Kutsal Kitap. sunar. İsa nın Doğuşu

Çocuklar için Kutsal Kitap. sunar. İsa nın Doğuşu Çocuklar için Kutsal Kitap sunar İsa nın Doğuşu Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: M. Maillot Uyarlayan: E. Frischbutter ve Sarah S. Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org 2010

Detaylı

Çocuklar için Kutsal Kitap. sunar. Akıllı Kral Süleyman

Çocuklar için Kutsal Kitap. sunar. Akıllı Kral Süleyman Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Akıllı Kral Süleyman Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: Lazarus Uyarlayan: Ruth Klassen Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org 2007 Bible for

Detaylı

HALİDE EDİB ADIVAR VURUN KAHPEYE ROMAN

HALİDE EDİB ADIVAR VURUN KAHPEYE ROMAN HALİDE EDİB ADIVAR VURUN KAHPEYE ROMAN 2 Halide Edib Adıvar ın Can Yayınları ndaki diğer kitapları: Sinekli Bakkal, 2007 Ateşten Gömlek, 2007 Handan, 2007 Mor Salkımlı Ev, 2007 Türk ün Ateşle İmtihanı,

Detaylı

Atatürk ün Kişisel Özellikleri. Elif Naz Fidancı

Atatürk ün Kişisel Özellikleri. Elif Naz Fidancı Atatürk ün Kişisel Özellikleri Atatürk cesur ve iyi bir liderdir Atatürk iyi bir lider olmak için gerekli bütün özelliklere sahiptir. Dürüstlüğü ve davranışları ile her zaman örnek olmuştur. Gerek devlet

Detaylı

TEMEİ, ESER II II II

TEMEİ, ESER II II II 1000 TEMEİ, ESER II II II v r 6n ıztj BEHÇET K E M A L Ç A Ğ L A R MALAZGİRT ZAFERİNDEN İSTANBUL FETHİNE (Dört destan) BİRİNCİ BASILIŞ DEVLET KİTAPLARI MİLLİ EĞİTİM BASIMEVİ _ İSTANBUL 1971 1000 TEM EL

Detaylı

İSLAM FELSEFESİ: Tarih ve Problemler Editör: M. Cüneyt Kaya. ISBN sayfa, 45 TL.

İSLAM FELSEFESİ: Tarih ve Problemler Editör: M. Cüneyt Kaya. ISBN sayfa, 45 TL. İSLAM FELSEFESİ: Tarih ve Problemler Editör: M. Cüneyt Kaya ISBN 978-605-4829-05-7 869 sayfa, 45 TL. VII. yüzyılın başlarında kadim medeniyet havzalarında canlılığını neredeyse kaybetmiş olan felsefe,

Detaylı

Çocuklar için Kutsal Kitap. sunar. Güzel Kraliçe Ester

Çocuklar için Kutsal Kitap. sunar. Güzel Kraliçe Ester Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Güzel Kraliçe Ester Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: Janie Forest Uyarlayan: Ruth Klassen Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org 2010 Bible

Detaylı

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. Güzel Kraliçe Ester

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. Güzel Kraliçe Ester Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Güzel Kraliçe Ester Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: Janie Forest Uyarlayan: Ruth Klassen Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org 2010 Bible

Detaylı

Ana Stratejimiz Milletimizle Gönül Bağımızdır BÜLTEN İSTANBUL B İ L G. İ NOTU FİLİSTİN MESELESİ 12 de. 2014 İÇİN 3 HEDEFİMİZ, 3 DE ÖDEVİMİZ VAR 3 te

Ana Stratejimiz Milletimizle Gönül Bağımızdır BÜLTEN İSTANBUL B İ L G. İ NOTU FİLİSTİN MESELESİ 12 de. 2014 İÇİN 3 HEDEFİMİZ, 3 DE ÖDEVİMİZ VAR 3 te 9 da AK YIL: 2012 SAYI : 164 26 KASIM 01- ARALIK 2012 BÜLTEN İL SİYASİ VE HUKUKİ İŞLER BAŞKANLIĞI T E Ş K İ L A T İ Ç İ H A F T A L I K B Ü L T E N İ 4 te Ana Stratejimiz Milletimizle Gönül Bağımızdır

Detaylı

Takvim-i Vekayi Gazetesi (1831)

Takvim-i Vekayi Gazetesi (1831) Takvim-i Vekayi Gazetesi (1831) Osmanlı Devleti sınırları dâhilinde 1831 de yayınlanmaya başlanan ilk Osmanlı Türk gazetesidir. Haftalık olarak yayınlanan ve Osmanlı Türkçesi dışında Arapça, Ermenice,

Detaylı

International Journal of Languages Education and Teaching

International Journal of Languages Education and Teaching , p. 978-995 Received Reviewed Published Doi Number 30.11.2017 10.12.2017 25.12.2017 10.18298/ijlet.2411 Formation and Pass of Kelîle and Dimne Stories: From Pança Tantra to Hümâyûn-Nâme Tuncay BÜLBÜL

Detaylı

Kâşif Hamdi OKUR, Ismanlılarda Fıkıh Usûlü Çalaışmaları: Hâdimî Örneği, İstanbul: Mizah Yayınevi, 2010, 125-127.

Kâşif Hamdi OKUR, Ismanlılarda Fıkıh Usûlü Çalaışmaları: Hâdimî Örneği, İstanbul: Mizah Yayınevi, 2010, 125-127. Kâşif Hamdi OKUR, Ismanlılarda Fıkıh Usûlü Çalaışmaları: Hâdimî Örneği, İstanbul: Mizah Yayınevi, 2010, 125-127. Elif Büşra DİLBAZ E-mail: ikkizzler_89@hotmail.com Nasslar ile hükümler arasındaki ilişkinin

Detaylı

Doç. Dr. Ahmet Özcan Çerkeş-ÇANKIRI da doğdu. İlkokulu Elazığ, ortaokulu Kars, lise öğrenimini Antakya da tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve

Doç. Dr. Ahmet Özcan Çerkeş-ÇANKIRI da doğdu. İlkokulu Elazığ, ortaokulu Kars, lise öğrenimini Antakya da tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve Doç. Dr. Ahmet Özcan Çerkeş-ÇANKIRI da doğdu. İlkokulu Elazığ, ortaokulu Kars, lise öğrenimini Antakya da tamamladı. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi tarih bölümünden mezun oldu.(1992) Kırıkkale

Detaylı

Söylemek istemediğimiz birçok şey, söylemek istediğimiz zaman dinleyici bulamaz.

Söylemek istemediğimiz birçok şey, söylemek istediğimiz zaman dinleyici bulamaz. Söylenen her söz, içinden çıktığı kalbin kılığını üzerinde taşır. Ataullah İskenderî Söz ilaç gibidir. Gereği kadar sarf edilirse fayda veriri; gerektiğinden fazlası ise zarara neden olur. Amr bin As Sadece

Detaylı

Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi Online Thematic Journal of Turkic Studies. Celal Bayar dan İsmail Efe ye Bir Mektup

Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi Online Thematic Journal of Turkic Studies. Celal Bayar dan İsmail Efe ye Bir Mektup ACTA TURCICA Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi Online Thematic Journal of Turkic Studies www.actaturcica.com Yıl VI, Sayı 2, Temmuz 2014 Kültürümüzde Efe, Editörler: Emine Gürsoy Naskali, Hilal Oytun

Detaylı

Türklerin İslamiyeti kabul etmeleriyle birlikte hukuk sisteminde değişiklikler yaşanmıştır. Töre devam etmekle birlikte Şeri Hukuk ta uygulanmaya

Türklerin İslamiyeti kabul etmeleriyle birlikte hukuk sisteminde değişiklikler yaşanmıştır. Töre devam etmekle birlikte Şeri Hukuk ta uygulanmaya Türklerin İslamiyeti kabul etmeleriyle birlikte hukuk sisteminde değişiklikler yaşanmıştır. Töre devam etmekle birlikte Şeri Hukuk ta uygulanmaya başlamıştır. Böylelikle Türk-İslam devletlerinde Hukuk

Detaylı

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen Yayın no: 168 SAYGI VE HÜRMET ÖYKÜLERİ Genel yayın yönetmeni: Ergün Ür İç düzen: Durmuş Yalman Kapak: Zafer Yayınları İsbn: 978 605 4965 18 2 Sertifika no: 14452 Uğurböceği Yayınları, Zafer Yayın Grubu

Detaylı

10.SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ

10.SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ EKİM AY HAFTA DERS SAATİ KONU ADI KAZANIMLAR TEST NO TEST ADI 1 EDEBİYAT TARİHİ / TÜRK EDEBİYATININ DÖNEMLERE AYRILMASINDAKİ ÖLÇÜTLER 1.Edebiyat tarihinin uygarlık tarihi içindeki yerini.edebiyat tarihinin

Detaylı

Revak Kitabevi, 2015 Tüm hakları Revak Kitabevi ne aittir. Sertifika No: 23108. Revak Kitabevi: 30 Bektaşîlik Serisi: 4. Fakrnâme Vîrânî Abdal

Revak Kitabevi, 2015 Tüm hakları Revak Kitabevi ne aittir. Sertifika No: 23108. Revak Kitabevi: 30 Bektaşîlik Serisi: 4. Fakrnâme Vîrânî Abdal Revak Kitabevi, 2015 Tüm hakları Revak Kitabevi ne aittir. Sertifika No: 23108 Revak Kitabevi: 30 Bektaşîlik Serisi: 4 Fakrnâme Vîrânî Abdal Yayına Hazırlayan Fatih Usluer ISBN: 978-605-64527-9-6 1. Baskı:

Detaylı

SORU : CEVAP: SORU: CEVAP:

SORU : CEVAP: SORU: CEVAP: SORU : Yediemin deposu açmak için karar aldım. Lakin bu işin içinde olan birilerinden bu hususta fikir almak isterim. Bana bu konuda vereceğiniz değerli bilgiler için şimdiden teşekkür ederim. Öncelikle

Detaylı

III. MİLLETLER ARASI TÜRKOLOJİ KONGRESİ Y A Z M A ESERLERDE SERGİSİ. 24 Eylül - 5 Ekim 1979 SÜLEYMANİYE KÜTÜPHANESİ.

III. MİLLETLER ARASI TÜRKOLOJİ KONGRESİ Y A Z M A ESERLERDE SERGİSİ. 24 Eylül - 5 Ekim 1979 SÜLEYMANİYE KÜTÜPHANESİ. III. MİLLETLER ARASI TÜRKOLOJİ KONGRESİ Y A Z M A ESERLERDE V A K IF M Ü H Ü R L E R İ SERGİSİ 24 Eylül - 5 Ekim 1979 SÜLEYMANİYE KÜTÜPHANESİ H azırlayanlar : Dr. GÜNAY KUT NİM ET BAYRAKTAR Süleyman şâh

Detaylı

Gündemdeki Tartışmalı Dinî Konular-2, Prof. Dr. Nihat Dalgın, Etüt Yayınları, Samsun, 2012, 448 s.

Gündemdeki Tartışmalı Dinî Konular-2, Prof. Dr. Nihat Dalgın, Etüt Yayınları, Samsun, 2012, 448 s. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2016, sayı: 40, ss. 207-211. Gündemdeki Tartışmalı Dinî Konular-2, Prof. Dr. Nihat Dalgın, Etüt Yayınları, Samsun, 2012, 448 s. Bir birey olarak Müslüman

Detaylı

TÜRKİYE - AFRİKA EKONOMİ FORUMU AÇILIŞ TÖRENİ KONYA 9 MAYIS İş Dünyası ve STK ların Değerli Başkan ve Temsilcileri,

TÜRKİYE - AFRİKA EKONOMİ FORUMU AÇILIŞ TÖRENİ KONYA 9 MAYIS İş Dünyası ve STK ların Değerli Başkan ve Temsilcileri, TÜRKİYE - AFRİKA EKONOMİ FORUMU AÇILIŞ TÖRENİ KONYA 9 MAYIS 2018 Afrika Ülkelerinin Değerli Büyükelçileri, Sayın Valim, Belediye Başkanım, İş Dünyası ve STK ların Değerli Başkan ve Temsilcileri, Değerli

Detaylı

MERYEM SURESİNDEKİ MUKATTAA HARFLERİ كهيعص

MERYEM SURESİNDEKİ MUKATTAA HARFLERİ كهيعص MERYEM SURESİNDEKİ MUKATTAA HARFLERİ كهيعص Ünlü İslam bilgini Taberi, tefsirinde, mukattaa harfleri ile ilgili, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Mesud dan şu görüşü nakletmiştir: Her bir

Detaylı

AZİZZÂDE HÜSEYİN RÂMİZ EFENDİ NİN ZÜBDETÜ L-VÂKI ÂT ADLI ESERİ NİN TAHLİL ve TENKİTLİ METNİ

AZİZZÂDE HÜSEYİN RÂMİZ EFENDİ NİN ZÜBDETÜ L-VÂKI ÂT ADLI ESERİ NİN TAHLİL ve TENKİTLİ METNİ T.C. FATİH SULTAN MEHMET VAKIF ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ AZİZZÂDE HÜSEYİN RÂMİZ EFENDİ NİN ZÜBDETÜ L-VÂKI ÂT ADLI ESERİ NİN TAHLİL ve TENKİTLİ METNİ

Detaylı