T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI ESKİÇAĞ TARİHİ BÖLÜMÜ

Ebat: px
Şu sayfadan göstermeyi başlat:

Download "T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI ESKİÇAĞ TARİHİ BÖLÜMÜ"

Transkript

1 T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI ESKİÇAĞ TARİHİ BÖLÜMÜ ESKİ DOĞU VE BATI KAVİMLERİNDE FELSEFİ DÜŞÜNCE (SUMER, BABİL, ASUR, HURRİ, HİTİT, GREK) YÜKSEK LİSANS TEZİ Hazırlayan Mehmet BOZCA Tez Danışmanı Prof. Dr. Salih ÇEÇEN Ankara 2008

2

3 i ÖNSÖZ Felsefi düşünce yazının insanlar tarafından kullanılışından itibaren insanoğlunun düşündüğü, geliştirdiği ana konulardan birisi olmuştur. Bu düşünce yazıyı ilk kullanan Sumerler sayesinde ilk defa kaleme alınarak dünya medeniyetine örnekler olarak sunulmuştur. Sumerlerden değişik kültür coğrafyalarına onların felsefi düşünceleri dalga dalga tesir etmiş ve ünlü batı felsefesi düşüncesinin de temelini oluşturmuştur. Bu konu başlığı ile Doğu- Batı arasındaki felsefi gelişim sürecini ortaya koymayı amaçlamaktayız. Günümüzde batı felsefe anlayışının kaynağının klasik batı mitolojik ve dinsel kaynaklı belgelere dayandığı ve geliştirildiği düşüncesi empoze edilmektedir. Esasında felsefi düşünce anlayışının Sumerler aracılığı ile Anadolu ya buradan da Avrupa ya taşındığı ve geliştirildiği, yayınlanmış olan bu konular ile ilgili çivi yazısı ile yazılmış belgeler sayesinde netleşmiştir ancak yeni nesillere bunu adı geçen başlıktaki tezimiz ile mukayeseli olarak ele alıp aktarmaya çalıştık. Sumerlerin modern diller içinde en büyük yakınlığının Türkçe ile olması da göz önüne alınırsa, Doğudan Batıya doğru ışık saçıp gelişen felsefi gelişimin bir tarafından da biz Türklerin katkısının olduğu düşüncesi ortaya konmuş olacaktır. Bu düşüncelerden dolayı böyle bir konuyu tezin temel amaçları istikametinde hazırlamak istedik. Bu konuyu araştırırken öncelikle Sumer mitolojik ve dini anlayışıyla yazılmış belgelerden, daha sonra onlardan etkilenen Mezopotamya da ki Sami kabilelerin (Asur, Babil) ve oradan da Anadolu ya (Hitit, Huri) yansımaları ile ilgili belgeleri izleyerek klasik batı felsefesinin temel kaynaklarını ele alarak benzerlikler ve farklılıkları ortaya koymaya çalıştık. Yararlı olur düşüncesiyle çalışmamızın sonuna konuyla ilgili birkaç harita ve resim koymayı uygun gördük.

4 ii Çalışmalarımda ufuk açıcı yönlendirmeleriyle yardımlarını esirgemeyen danışman hocam, Sayın Prof. Dr. Salih ÇEÇEN E teşekkürlerimi borç bilirim. Ayrıca, gerektiği yerde yardımları ile yol gösteren değerli hocam, Sayın Prof. Dr. İlhami DURMUŞ A ve Yrd. Doç. Dr. Mücahit COŞKUN A en içten teşekkürlerimi sunmayı bir görev kabul ederim. Mehmet BOZCA Ankara

5 iii İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ... ii İÇİNDEKİLER...iv KISALTMALAR...vii GİRİŞ..1 BÖLÜM I SUMERLERDE FELSEFİ DÜŞÜNCE A) Sumerliler B) SUMERLERDE MİTOLOJİ Evrenin Yaratılış Mitosu (Gılgamış, Enkidu ve Ölüler Diyarı) Evrenin Düzenlenmesi Dumuzi ile İnana Mitosu Sumer Tufan Mitosu Enki ile Ninhursag Mitosu Dumuzi ile Enkidu Mitosu Sumer-Akad Gılgamış Mitosları 34 C) SUMERLERDE DİN...37 D) SUMERLERDE ASTRONOMİ..45 E) SUMERLERDE TIP BÖLÜM II ASUR-BABİL DE FELSEFİ DÜŞÜNCE A) Asur-Babil...55 B) ASUR VE BABİL DE MİTOLOJİ İştar ın Ölüler Diyarına İnişi...67

6 iv 2. Atra-Hasis Mitosu Babil Yaratılış Mitosu Babil Tufan Mitosu Babil Gılgamış Mitosu Adapa Mitosu...84 C) ASUR VE BABİL DE DİN...86 D) ASUR VE BABİL DE ASTRONOMİ...91 E) ASUR VE BABİL DE TIP BÖLÜM III HİTİT ve HURRİLER DE FELSEFİ DÜŞÜNCE A) Hitit Ve Hurriler 101 B) HİTİT VE HURRİLER DE MİTOLOJİ Tanrıların Rekabeti İlluyankus Mitosu Ullikummis Mitosu Telepinus Mitosu ( Kaybolan Tanrı)..120 C) HİTİT VE HURRİLER DE DİN D) HİTİT VE HURRİLER DE TIP BÖLÜM IV ANTİK YUNAN DA FELSEFİ DÜŞÜNCE A) Antik Yunan B) ANTİK YUNAN DA MİTOLOJİ Yunan Teogonisi (Evrenin Yaratılışı ve Tanrıların Doğuşu) İnsanın Yaratılışı...151

7 v 3. Lerne Ejderi nin Öldürülmesi Kybele Mitosu İlk Güzellik Yarışması C) ANTİK YUNAN DA DİN..175 D) ANTİK YUNAN DA ASTRONOMİ E) ANTİK YUNAN DA TIP..194 SONUÇ..206 KAYNAKÇA..214 EKLER ÖZET..245 ABSTRACT...247

8 vi KISALTMALAR a.g.e. Adı Geçen Eser a.g.m. Adı Geçen Makale a.g.t. Adı Geçen Tez A.Ü. Ankara Üniversitesi G.Ü. Gazi Üniversitesi H.Ü. Hacettepe Üniversitesi Bkz. Bakınız c. Cilt çev. Çeviren Der. Derleyen DTCFD. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi Haz. Hazırlayan M.Ö Milattan Önce T.T.K. Türk Tarik Kurumu Yay. Yayınları İ.D.G.S. A. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi

9 GİRİŞ Geçmişin ışığında bugünü öğrenmek, aynı zamanda bugünün ışığında geçmişi öğrenmek demektir. Tarihin işlevi, geçmiş ve yaşanılan zaman hakkında daha sağlam bir anlayışı, bunların karşılıklı ilişkileri içinde ilerletmektedir. Geçmiş ve gelecek aynı zaman aralığının parçaları olduğu için bu günle ilgilenmek ile gelecekle ilgilenmenin birbirine bağlı bulunduğunu göstermek kolaydır. Tarih öncesi ile tarihi zaman arasındaki sınır çizgisi, insanların yalnızca bugünde yaşamayı bırakıp, sürekli olarak hem kendi geçmişleri hem de kendi gelecekleriyle ilgilenmeye başladıkları zaman geçilmiştir. Tarih, geleneğin kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla başlar; gelenek ise geçmişin alışkanlık ve derslerinin geleceğe taşınmasıdır. Geçmişte olup bitenler, gelecek kuşakların yararı için kaydedilmeye başlanır. Hollandalı tarihçi Huizinga, tarihi düşünüş her zaman bir amaca hizmet eder demiştir. Tarih, insanın yeryüzündeki konumunun yetkinleştirilmesi hedefine doğru ilerleme haline gelmiştir. Dünyanın bütün çağlarının insan soyunun gerçek zenginliğini, mutluluğunu, bilgisini, belki de erdemini çoğaltmış olduğu ve halen de çoğaltmakta olduğu yolundaki sevindirici sonuç 1 göz ardı edilmemelidir. Tarih, edinilmiş becerilerin kuşaktan kuşağa iletilmesi için bir ilerlemedir. Geçmişin geleceğe ve geleceğin de geçmişe ışık tutması, tarihin aynı zamanda hem temellendirilmesi, hem açıklanmasıdır. Bilim, teknoloji, felsefe, edebiyat, sanat ve toplumsal yapı, uygarlığın olduğu ortamda doğar ve gelişir. Uygarlığın başlamasının önkoşulu yerleşik yaşam dır. Yerleşik yaşam ise coğrafyanın ve iklimin uygun olmasıyla çok yakından ilgilidir. Nitekim uygarlık ve dolayısıyla kentsel yaşam, devlet, yazı, 1 Edward GİBBON, Roma İmparatorluğunun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, s. 17, İstanbul 1994

10 2 yasalar, astroloji, felsefe, matematik; tarihte ilk kez Dicle ve Fırat nehirlerinin vadilerinde ortaya çıkmıştır. M.Ö.4000 li yıllarda Mezopotamya ve Doğu Akdeniz çevresinde yarıkıraç topraklarda çeşitli toplumlar yaşamaktaydı. Bu toplumların bölgesel koşullara uygun uğraşları ve ekonomileri olduğunu sanıyoruz; avcılık, balıkçılık ve çiftçilik gibi. Bu insanlar keşifleri ve icatlarıyla insanlığın kültürel birikimini geliştirdiler. Topografya, jeoloji, astronomi, kimya, matematik, tıp, zooloji ve botanik gibi bilim dalları ile tarım, teknoloji, metalürji, mühendislik ve mimarlık alanlarına ilişkin bilimsel ve pratik bilgiler edindiler ve bu bilgileri biriktirdiler. Kimi zaman da içlerinde bilimsel, felsefi gerçekler olan büyüsel inançları zamanla gelenek oldu. Ticaret yoluyla, çeşitli nedenlerle yapılan yer değiştirmelerle ve göçlerle, anılan bilgiler ve teknikler geniş alanlara yayıldı; farklı kültürler arasında karşılıklı etkileşimler oluştu. Büyük bir bilgi ve beceri birikimi gerçekleşti. Biz de bu tezimizde, insanlık tarihine katkıda bulunan bilimlerin verilerinden ve kuramlarından yararlanarak Eski Doğu ve Batı Kavimlerinde Felsefi Düşünce (Sumer, Babil, Asur, Hurri, Hitit, Grek) den bahsedeceğiz. Mezopotamya İki ırmak arasındaki yada ortasındaki diyar anlamına gelen Mezopotamya, kuzeyden güneye Güneydoğu Torosların eteğinden Basra Körfezine ve batıdan doğuya Suriye Çölünden Zagros Dağlarına dek uzanır. Denizden yüksekliği, genelde 180 metredir; 300 metreyi aşan kesimlerine çok ender rastlanır. Bölgenin, Dicle ve Fırat ırmaklarının birbirlerine en fazla yaklaştığı Bağdat yöresine dek olan Kuzey bölümü Kuzey Mezopotamya ve bu kesimin güneyinde kalan bölüm Güney Mezopotamya terimiyle adlandırılır. Başka bir anlatımla, Doğu Akdeniz kıyılarından Dicle-Fırat Vadisine uzanan ve Basra Körfezine ulaşan, verimli olduğu ve hilale

11 3 benzediği için Verimli Hilal adı verilen alanın bir bölümünü kapsar. Mezopotamya nın büyük bir bölümü bugünkü Irak ın sınırları içinde kalmaktadır. On sekizinci yüzyıla dek ilk uygarlık denince akla Eski Yunan geliyordu. On dokuzuncu yüzyılda insanlığın en eski uygarlığının Mısır olduğu sanılıyordu. Hititlerin varlığı ve Anadolu da (Mezopotamya etkisiyle) parlak bir uygarlığın kurucusu oldukları, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru anlaşılabildi. Bu koşullarda, insanlığın uygar topluma ilk olarak, İ.Ö. 4. bin yılda Sumer denilen Aşağı Mezopotamya da geçtiği ancak yirminci yüzyılın başında kesinleşmiştir. Artık bu konuda bilim çevrelerince görüş ayrılığı yok. Ama uygar topluma geçişin nedenleri ve ayrıntıları daha yeni yeni netleştirilmeye çalışılıyor. Mezopotamya Uygarlığı Olayları İ.Ö dolayları: Sumerlerin (Zagroslardan yada Toroslardan ) Aşağı Mezopotamya ya inişleri Eridu köyünün kuruluşu Ubaid Kültürü dönemi. İ.Ö 4500 dolayları: Büyük sulama kanallarının yapımı; Bakır metalürjisinin gelişmesi. İ.Ö dolayları: Sunakların tapınaklara dönüşmesi; Haraç ekonomisi evresi; Mülkiyet göstergesi mühürlerin görünüşü. İ.Ö dolayları:

12 4 Eridunun kente dönüşmesiyle uygarlığın doğuşu; Uruk kültürü dönemi. İ.Ö dolayları: Uruk un Eanna Tapınağında ilkyazı örnekleri; Tekerleğin icadı (çömlekçi çarkının kullanılışı). İ.Ö dolayları: Tapınak ekonomileri ve büyük aile işletmeleri evresi; Sabanın icadı; Sumer kent-devletlerinin gelişmesi; Jemdet Nasr Kültürü dönemi; Sumer yaratılış mitosunun türetilişi. İ.Ö dolayları: Tunç metalürjisi; Ur kentinin lüks mallarla ve kurban edilmiş insanlarla dolu ur kral mezarları ; Sumer de I. Ur Hanedanı egemenliği dönemi İ.Ö dolayları: Sumer de Elam egemenliği; Sumer ile İndus arasında ilişkiler kurulması; Tunç metalürjisinin gelişmesi. İ.Ö dolayları: Sami (dilli) göçebe halkların Aşağı Mezopotamya ya sızmaları; Sumer egemeni sanlı yöneticilerin çıkışıyla, Sumer de kent devleti evresinden yerel devlet evresine geçilişi; Yönetimin (ensi sanlı) rahiplerden (lugal sanlı) savaşçılara geçişi; Urukagina Yasa Derlemesi; Akad Kralı Sargon ile egemenliğin Sumerlerden Samilere geçişi.

13 5 İ.Ö dolayları: Sumercenin yerini (Sami lehçesi) Akadçanın alışı; Ur Nammu Yasa Derlemesi. İ.Ö dolayları: Uygarlığın Mezopotamya çevresi ülkelere yayılışı; Sumercenin günlük dil olmaktan çıkıp Mezopotamya nın din dili olarak kalması; Babillilerin Mezopotamya imparatorluğunu kuruşları: Eski Babil dönemi. İ.Ö dolayları: Dört tekerlekli savaş arabalarının görünmesi; İmparatorluğun Asur a geçişi; Anadolu da Asur ticaret kolonilerinin kuruluşu; Yazının Asurlar vasıtasıyla Anadolu ya gelmesi; Mezopotamya uygarlığını benimseyen Hititlerin yükselişi. İ.Ö dolayları: Sami (dilli) göçebe Amurrular ın Mezopotamya ya akınları; Hammurabi nin Babil de Amurru Hanedanını kuruşu; Babil yaratılış mitosunun derlenişi İ.Ö dolayları: İki tekerli tunç savaş arabalı akıncıların çevrede görünmesi; Avrasya göçebeleri Kassitler in Mezopotamya ya akınları; Hamurabi Yasalarının derlenişi. İ.Ö dolayları: Hint-Avrupa dilli Kassitler in egemenliği altında Mezopotamya da (görece) Karanlık Çağ dönemi;

14 6 Mezopotamya çiviyazısından etkilenen Filistinli tacirlerin abece yi (alfabetik yazıyı) geliştirmeleri. İ.Ö dolayları: Hititlerce geliştirilen demir silahlı savaş tekniklerini benimseyen Asurluların yeniden yükselişi; Asur önderliğinde Mezopotamya daki Kassit egemenliğine son verilmesi. İ.Ö dolayları: Asur imparatorluğunun yeniden kuruluşu; Bir Sami dili lehçesi olan Arami dilinin Ortadoğu da tacirlerin ve kamu görevlilerinin (diplomasi) dili durumuna gelmesi. İ.Ö. 900 dolayları: Ortadoğu da ve Mezopotamya da atlı (süvari) savaş tekniklerinin yaygınlaşması. İ.Ö.763 (15 Haziran): Güneş tutulması; bunun ileride tarihçiler için, Mezopotamya tarihlerinin ortak bir kronolojisinin oluşturulmasında dayanak noktası olarak kullanılması. İ.Ö. 700 dolayları: Asur Kralı II. Sargon un Mezopotamya imparatorluğunu Ortadoğu imparatorluğuna doğru genişletmesi; Asurluların İsrail krallığını yıkıp seçkinlerini Babil e (sürgün) getirişleri (Musacıların birinci Babil sürgünü). İ.Ö. 689 dolayları: Babil in Asurlularca ele geçirilip yıkılışı, sürülüp, sular altında bırakılıp, bataklığa döndürülüşü. İ.Ö dolayları:

15 7 Sennacherip in, imparatorluk başkentini Asur dan (sıfırdan) yaptırdığı Nineve ye taşıyışı; Asurbanipal in, Mezopotamya da bilinen, bulunan tüm tabletlerin birer kopyasını çıkarttırıp sarayının kitaplığında toplayışı. İ.Ö.612: Asur imparatorluğunun Medler Babilliler ve İskitler tarafından yıkılışı; Asurbanipal in kitaplığının, yıkıntılar altında kalmasıyla, Mezopotamya uygarlığını aydınlatacak bilgilerin çağımız tarihçilerine kalabilmesi; Yeni Babil İmparatorluğunun kurulması. İ.Ö. 600 dolayları: Mezopotamya nın doğu komşusu İran da Zaratustra nın (Zerdüşt ün) çift tanrıcılık denebilecek Zoroasterciliği Mezopotamya uygarlığının kültürel kalıtı üzerine kuruşu; Yeni Babil İmparatoru Nebukadnezar ın öteki Musevi krallığı Yahuda yı yıkarak seçkinlerini (ikinci Babil sürgünü ile) Babil e getirişinin, Yahudi seçkinlerinin Eski Ahit i derlerken etkilendikleri Babil yaradılış destanını kutsal kitaplarının başına almaları. İ.Ö. 560 dolayları: İran da Kyros un Pers Hanedanını kurup Ortadoğu imparatorluğunu ele geçirerek Mezopotamya halklarının siyasi varlığına son verişi. İ.Ö. 330 dolayları: Makedonya Kralı İskender in Persleri yenilgiye uğratıp Ortadoğu İmparatorluğunu ele geçirirken kendine teslim olan Babil kentinin Marduk Tapınağı Başrahibi Berosos a içinde Babil Yaradılış Destanı (Enuma Eliş) bulunan Babylonica olarak bilinen Mezopotamya ve Babil tarihini yazdırması.

16 8 BÖLÜM I SUMERLERDE FELSEFİ DÜŞÜNCE A. Sumerler Sumerlerin kökeni büyük tarih sorunlarından biridir; bunun nedeni bizim her şeyi bilmek isteme tutkumuzdur ve ayrıca bunun ne gibi bir öneminin olabileceği de belli değildir. Çünkü tarihçi için önemli olan bir toplumun yaşam örgüsü, siyasi, toplumsal ve ekonomik örgütlenmesi yada insanlığın kültürel mirasına yapmış olduğu katkılardır. M.Ö lerden itibaren Asya içlerinden geldiğini düşündüğümüz Sumerler, geldikleri coğrafya olan bugünkü Irak (Mezopotamya) ta yazıyı ilk defa kullanarak yeni bir çığır açmışlardır. Bu önemli buluş ile geldikleri bölge ve yaşadıkları coğrafyada elde ettikleri kültür birikimini, bu coğrafyaya olan komşu halklara iletmişler ve onların kendi dillerinde ve çivi yazısı ile eserler meydana getirmelerine de etken olmuşlardır. Öncelikle Sumerler kimdir sorusuna cevap vermeye çalışalım; Sumer adının, Mezopotamya ya gelen bu toplumun orada yaşayan komşuları Akadlar tarafından bu isimle ifade edilmesi neticesinde bilim dünyasınca kullanıldığı açıktır. Sumer in ne anlama geldiği konusu henüz açıklığa kavuşmamış bir sorun olarak karşımızdadır. Ancak, Eski Çağdan günümüze toplumlara isim verilmesi konusu genelde komşuları tarafından ve bir tek isimle ifade edilmesi şeklindedir. Sumerler için durum farklıdır. Sumer belgeleri ve Sumerlerden bahseden Eski Çağ dünyasının diğer dillerinde

17 9 yazılmış vesikalarda bu kavim adı hep Sumerler olarak görülmektedir. Fakat ilginç olan Sumerlerin belgelerinde kavimleri için KI.EN.GI ya da KI.EN.GIR adının da kullanıldığını söylemeleri gerçeğidir. Bu kayıtlar bizim için çok önemlidir. Çünkü Eski Çin kaynakları Kırgızları KIEN-GUN yazılışı ile isimlendirmektedirler. Bu isimlendirmelerin birbirine yakınlığı, Sumerlerin bugünkü Irak bölgesine Asya içlerinden gelmiş olma düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Bu görüşümüzü destekleyecek başka bulgularımızda vardır; Rus Arkeolog Nikolsky Sumerlerin ana vatanı olarak Türkmenistan ı işaret eder. Bu ülkenin kurganlarından çıkarılmış olan arkeolojik buluntular, Sumer mezar buluntularıyla benzerlik gösterir. Bunun yanında Masson tarafından hazırlanmış olan arkaik Sumer dönemi çivi yazılı semboller ile İran (Ön Elam Dönemi), Güney Türkmenistan ve Hindistan (Harappa Bölgesi) belgelerinin paralelik göstermesi yine bizim tezimizi destekler niteliktedir. Yani, Sumerler Asya içlerinden Mezopotamya ya gelmişlerdir. Yukarıda bahsettiğimiz Sumerlere verilen KI. EN. GI ya da KI. EN.GIR isimleri, bu bölgede henüz bu insanlar yaşarken bize göre o bölgenin güçlü kültürlerinden Çinlilerce verilmiş olma ihtimali dikkate alınmalıdır. 2 Sumerler Mezopotamya gibi çok mevsimli bir coğrafyada yaşamalarına rağmen kaleme aldıkları ve mitolojik olarak anlattıkları belgelerde mevsim anlayışlarını yaz ve kış olarak ifade etmektedirler. Yaz adını emeş karşılığı ile kış ise enten yazılışı ile ifade etmektedirler. Bu mevsim anlayışı, Asya bozkırlarında yaşayan kültürler için geçerli olacak bir kullanım şeklidir. Hakikaten o bölgede ya yaz vardır ya da kış vardır. Ara mevsimler yoktur. Yine destekleyici bir diğer bulgu, Sumerlerin giyim kuşam tasvirlerinde, ayaklara kadar uzayan ve elleri tamamen kapatan uzun ve kalın bir giyim motifi ile betimlemeleri onların soğuk bir bölgeden Mezopotamya ya geldiklerinin bir başka delilidir. Üçüncü destek olgumuz ise Sumerlerin ilk kaleme aldıkları yazılı belgelerde Gök Tanrı olarak ifade ettikleri tanrı An a çok büyük bir önem verdikleri bilinmektedir. Bu anlamda önemli şehirlerinden 2 Bkz. Salih ÇEÇEN, Sumerler, Eski Ön Asya Uygarlıklarından Günümüze Anadolu da Türk Varlığı, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, s , Ankara, 2008

18 10 olan Ur da, M.Ö lere tarihlenen ve tanrı An a adanmış olan tapınağın mimari özellikleri bizde Asya bozkırlarındaki Türk ve Budist inancına sahip kültürler tarafından yapılmış ibadet ya da kutsal mekânların çağrışımını yapmaktadır. Bir diğer karşılaştıracağımız husus, hem Mezopotamya da kurulmuş olan Sumer şehri Mari ile Türkmenistandaki Aynı ismi taşıyan Mari şehirlerinin isim paralelliği ve Türkmenistanda M.Ö lere tarihlenen bir eski tapınağın varlığı ve bu yapının Sumer mabet mimarisi ile paralelliği gerçeğidir. 3 Yukarıda saydığımız deliller, Sumer dilinin yapısı ve bünyesinde bulundurduğu yüzlerce Türkçe kelime ile desteklendiğinde, bunların Türk kültürü ile yakın bağlarının olduğu açıkça ortaya konulmuş olmaktadır. Bu dil, Türkçe-Moğolca gibi bitişken dediğimiz eklemeli dillerden olup Eski Çağ yazılı belgeleri içinde en eskiyi temsil etmektedir. Bu dildeki Türkçe kelimelerin karşılaştırmalı çalışmasını derli toplu olarak Osman Nedim Tuna yapmış, bir kitapçık halindede yayınlamıştır. Sumerce, o dönemin dillerine sayısız kelime vermiş ve bu kelime dağarcığı günümüz modern dillerinede geçerek etkisini devam ettirmiştir. Burada Sumer-Türk irtibatını ortaya koyan birkaç kültür kelimesi üzerinde durmakta yarar vardır. Bunlardan en önemlisi bizim Tanrı olarak ifade ettiğimiz kelimenin karşılığı olarak Sumercede Dıngır kelimesidir. Bu kelimeyi yalnızca Sumerler ve Türkler kullanmaktadır. Bizim börü olarak ifade ettiğimiz kurt kelimesini yine Sumerler buru şeklinde kullanmaktadırlar. Bu kelime bizim ve Sumerlerin ortak kültür kelimesidir. 4 Nitekim Sumer dili Hint-Avrupa dillerinden farklı olarak çekimli değil; tıpkı Türkçe gibi eklemeli bir dildir; eklerde Sami dillerinden farkı olarak ön ekler biçiminde değil; son ekler biçiminde eklenir ve kök sözcüklerde de herhangi bir değişiklik yapılmaz. Sumer dili ile Türkçe arasındaki bu benzerlik Sumerler ile eski Türklerin akraba olabileceğini düşünenlerin ellerini güçlendirebilecek türden bir argüman. Üstelik Sumerlerin siyasal ve 3 Bkz. ÇEÇEN, agm, s Bkz.ÇEÇEN, agm s

19 11 toplumsal yaşamları da eski Türklerinkiyle çok ciddi bir takım koşutluklar taşıyordu. Bilim adamları, yüzyıllarca süren büyük çabalar harcama pahasına çiviyazısı işaretlerle yazılmış metinleri çözmeyi başardılar. Ustalıklarını öncelikle XVII. Yüzyıldan beri Doğuda gezenlerin toprak üstünde buldukları ve Avrupa ya getirdikleri üstü yazılı taşlar ve tuğlalar üzerinde gösterdiler. Ardından, Pers kralı Dareios un yerden yüz metre yükseklikteki Behistun (İran) kayasına kazıttığı, üç dilde yazılmış olan (eski Persçe, Elamca ve Babilce) büyük yazıt üzerinde hevesle çalıştılar. Nihayet, Kuzey Mezopotamya da gerçekleştirilen ilk kazılarda binlerce kil tablet çıkarıldı: Fransız Paul-Emile Botta nın Korsab da yaptığı ( ), İngiliz Layard ın Nimrud ve Ninova da yaptığı ( ) kazılardı bunlar ye doğru bu Asur şehirlerinden ve Babil ve civarlarındaki henüz keşfedilmemiş kalıntılardan gelen yazıtların büyük bir çoğunluğunun Asurca ya da Babilce olduğunu söyleyebilecek kadar bilgiye sahiplerdi. Bu diyalektlerin hepsi birbirine çok yakındı ve her ikisi de İbranice, Arapça ve Aramcayla akrabaydı, yani bunlar Sami dildeydi. Ancak ne Orta Mezopotamya dan toplanan kalıplardaki yazılar için, ne de Ninova dan gelen iki dilli tabletlerin ikinci dili (birinci dil Asurcaydı) için aynı durum söz konusuydu. Bu ikinci dil Asurca ve Babilce metinlerde kullanılan işaretlerin aynısını kullandığından ve Asur okullarındaki öğretmenlerin öğrencileri için hazırladıkları ilk okuma kitapları bu göstergelerin telaffuzlarını gösterdiğinden, bu metinler sessel olarak okunabiliyor hatta yapısı tahmin edilebiliyordu, ancak anlamak mümkün değildi. Aslında onların durumu herhangi birimizin örneğin Latince karakterlerle yazılmış Vietnamca bir metin karşısında düştüğü durum gibidir. Bununla birlikte kesin olan bir şey vardı: Mezopotamya daki bu öteki dil ne Samice, ne Persçe, nede Elamcaydı ve 5 Jean BOTTERO, Eski Yakındoğu Sümer den Kutsal Kitaba, Dost Kitapevi, s. 33, Ankara 2003

20 12 aynı karşılaştırmayı yaparsak, Vietnamca Fransızca dan ne denli farklıysa, bu dil de Asurcadan yada Babilceden o denli farklıydı de Asur biliminin en önemli öncülerinden İngiliz Sir Henry Creswicke Rawlinson, bu gizemli dilin görünürdeki dilbilgisel yapısını temel alarak, dilin, tüm Orta Asya halkını kapsayan İskitler yada Turanlara ait olduğunu öne sürmüştür da büyük Fransız Asur bilimci Jules Oppert bu dile Sumerce demeyi önermiştir. Oppert Mezopotamya krallarının seve seve kendilerine mal ettikleri Sumer ve Akad Kralı unvanını temel alıyordu. Gerekçesi de şuydu; Aradaki zamanda bulunan kimi metinlerde Akad adı Babil bölgesini ifade ediyor olmalıydı; burada yazıtların birçoğu Babilce yada komşu bir Sami dilindeydi; ana bu dil daha eskil olması gereken Akadçaydı. Öyleyse Sumer adı Güney Mezopotamya yı göstermekteydi; burada ise dağınık halde birçok tablet bulunmuştu ve Oppert e göre bunlardaki yazılar Türkçe, Macarca ve Finceyle akrabalığı bulunan diğer bir dildeydi. 8 Sumerlerin dili Türkçe ile temel yapısı bakımından benzerlik gösterir, yani onun gibi sondan eklemeli diller tipindedir. Ayrıca Sumercede Türkçe ile müşterek yada Türkçe ye benzeyen bazı kelimelerle de karşılaşılmaktadır. Bu bakımdan bizi yakından ilgilendirmeleri tabii olan Sumerliler Mezopotamya uygarlığının kurucusu olmakla da kalmazlar. Bu kavim medeniyet tarihinin temelinde büyük ve çığır açıcı bir rol oynamışlardır. 9 6 BOTTERO, age, s BOTTERO, age, s BOTTERO, age, s Aydın SAYILI, Mısırlılarda Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp, T.T.K Yayınları, s. 4, Ankara 1991

21 13 Mezopotamya da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sumerlerdir. Gerek Yazı, Dil, Tıp, Astronomi, Matematik gerekse Din, Fal, Büyü ve Mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sumerlerdir. Yaratılış ve Tufan a ilk kez Sumerlerde rastlanır. Sumer döneminde 21 i büyük olan 35 şehir ve kasaba vardır. Bunlara örnek vermek gerekirse; Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur zikredilebilir. Bu dönemde her kent genellikle surlarla çevriliydi. Her kentte en az bir tapınak bulunurdu. Sumerlerde tarihin ilk kral listeleri ile karşılaşılır. Fakat bu listeler genellikle tarihsel gerçeklerin ötesinde mitolojik unsurlara da sahiptirler. Örneğin kral listesine göre Tufan dan önce Sumerlerin yaşadığı bölgede efsanevi sekiz yönetici (ve dolayısıyla kent) mevcuttu. Kral listesine göre Tufandan sonraki ilk Sumer hanedanları Kiş, Uruk ve Ur dur. Ünlü Gılgamış destanının kahramanı Gılgamış kral listesine göre Uruk Hanedanı nın krallarındandır. Lagaş ta iktidara gelen Ur-Nanşe, yaptırdığı inşaatlarla öne çıkmıştır. Urukagina da ilk yazılı kanunlarla tanınmıştır. Erken dönemlerde Sumerlerin ana tanrısı An dır, fakat daha sonraki dönemlerde bu tanrı yerine Enlil Sumerlerin baş tanrısı konumuna yükselir. Enlil in Nippur da Ekur adında bir tapınağı vardır. Bu nedenle Nippur Sumerlerin dini başkenti sayılırdı ve burada tapınak yaptırmak veya bu tip tapınakların inşaatında çalışmak, hizmetli olmak önemli sayılırdı. Mezopotamya bölgesi civar kavimlerin istilasına maruz bir bölge olduğundan buraya sızan Sami kavimlerin nüfusu gitgide artmaktaydı. M.Ö yılına doğru bu Sami unsurlar siyasi hâkimiyeti ele geçirdiler ve Akad Sülalesini kurdular ( Milattan önce takriben ). Sargon tarafından kurulan bu imparatorluk sınırlarını Elam, Yukarı Dicle ve Akdeniz istikametlerinde genişletti. Bu devlet dış istilalar sonunda yıkıldı. Fakat bir müddet sonra Sumerler yeniden siyasi hâkimiyeti ele geçirdiler. Sumerlerin

22 14 bu ikinci siyasal egemenlik devresine Sumer Rönesans ı adı verilmektedir (yaklaşık olarak ). Sumer Rönesans ı çağında Sumer medeniyeti en yüksek gelişme seviyesine ulaşmış, bundan sonra Sumerler ayrı ve müstakil bir kavim olarak ortadan kaybolmuşlardır. Bununla beraber medeniyet faaliyetlerinin etkileri uzun ömürlü olmuş, daha uzun zaman bu bölgede sürüp gitmiştir. Sumer yazısıyla birlikte Sumerlerin dili de Mezopotamya da uzunca bir süre yaşamaya devam etmiş, aydın zümrenin dili, bilim, din ve kültür dili sıfatıyla, Sumerlerin siyasi ve etnik bir varlık olarak tarih sahnesinden tamamen kaybolmalarından sonra da kullanılmış ve önemini muhafaza etmiştir. B. SUMERLERDE MİTOLOJİ Sumer mitolojisi, yaklaşık olarak M.Ö den 2000 lere, Dicle ile Fırat arasında yer alan ve Basra Körfezinin kuzeyine, bu günkü Bağdat a kadar uzanan göreceli olarak küçük bir ülkede yerleşik olan Sumerlerin, tarihsel devirlerde Sami, Hint-Avrupa kökenli olmayan bir halkın kutsal öyküleri; bu ülkeyi bütün Yakın Doğunun uygarlık beşiği olarak adlandırmak yerinde olacaktır. 10 M.Ö: 3500 ile M.Ö ler arasında uzun dönemde bütün Yakın Doğunun başat kültürel grubunu temsil edenlerin Sumerler olduğu bilinen bir gerçektir. Çiviyazısını geliştiren ve büyük bir olasılıkla icat eden Sumerlerdi; Yakın Doğunun bütün halklarını derinden etkilemiş tinsel ve dinsel kavramlarla bütünlüklü bir panteon geliştiren Sumerlerdi; son olarak, içerikte zengin ve biçimde etkili bir edebiyat geliştiren Sumerlerdi. Dahası, şu önemli gerçeğin de unutulmaması gerekir; M.Ö. üçüncü bin yılın sonunda Sumer, Samiler tarafından ele geçirilip zapt edildiğinden, Sumerlerin politik varlıkları zaten sona ermiş ve Sumerce ölü dil haline gelmişti, ülkenin yaşayan, konuşulan dili giderek Sami Akadca dili olmuştu. Buna karşın Sumerce 10 Samuel NOAH KRAMER, Sümer Mitolojisi, Kabalcı Yaynları, s. 63, İstanbul 2001

23 15 yüzyıllar boyunca Sami fatihlerinin edebi ve dinsel dili olarak kullanılmaya devam etti, aynı Roma devrindeki Yunanca ve Orta Çağdaki Latince gibi. Gerçekten de uzun yüzyıllar boyunca Sumer dili ve edebiyatı çalışması yalnızca Babillilerin ve Asurluların değil, Elamlılar, Hurriler, Hititler ve Kenanlılar gibi çoğu çevre halkın da entelektüel ve tinsel merkezlerin ve yazı okullarının temel uğraşı olarak kaldı. Şu halde, açıkça hem yaşları hem de içerikleri nedeniyle Sumer mitolojik masalları ve kavramları bütün Yakın Doğu ya yayılmış ve işlemiş olmalıdır. Bundan dolayı Sumer mitleri ve efsanelerinin bilgisi, kadim Yakın Doğu da geçerli olan mitolojiler üstüne yapılacak bilimsel çalışmalarda uygun bir yaklaşım için başlıca temeldir, çünkü bunların ardındaki köken ve gelişimi hiç de azımsanmayacak ölçüde aydınlatır ve açıklığa kavuşturur. 11 Mitos (myth), efsane (legend), destan (saga) ve halk öyküsü (folkstory) ile Marchen (masal) arasında genellikle yapıldığı görülen ayrım, edebi ölçüte dayanır; yapılmakta olan bir başka ayrım, mitos ile tarihsel gerçekler arasında olup, mitos niteliği taşıyan herhangi bir şeyin inanılmaya değer olmadığı gibi bir düşünceye dayanmaktadır. Biz burada ne edebi bir ölçüt ne de tarihsellik ölçütü kullandık; bunun yerine işlev ölçütü benimsenmiştir. Mitos belli bir durumun yarattığı insan düş gücünün (imgeleminin) ürünü olup, belli bir şey yapma niyetini gösterir. Böyle anlaşıldığında, mitos hakkında sorulması gereken doğru soru, onun gerçek olup olmadığı değil, onunla ne yapmak niyetinde olduğu sorusudur. 12 Herhangi bir toplumda mitosların varlığı iki yoldan açıklanabilir; biri oraya yayılma yolu ile gelmiş olmalarıdır; ötekisi, benzer durumlarla karşı karşıya kalan bir toplulukta, düş gücünün, öteki topluluktan bağımsız çalışmasının ürünü olarak, benzer mitosların oluşması yoludur. Usener in araştırmaları, Tufan mitosunun dünyanın hemen her bölgesinde 11 KRAMER, age. S Samuel HENRY HOOKE, Ortadoğu Mitolojisi İmge Yayınları, s.13 14, Ankara 2000

24 16 bulunabileceğini göstermiştir. Tufan mitosunun Sumer ve Babilonya biçimlerini incelerken, bu mitosun, Dicle-Fırat Vadisi nde bulunuşunun, belli aralarla görülen yıkım getirici sellerin ürünü olarak açıklanabileceğini göreceğiz. Ama örneğin Yunanistan ya da Kenan ülkesi gibi bu tür sellerin görülmesi olanağının bulunmadığı ülkelerde Tufan mitosu ile karşılaşmamız, o mitosun hangi yoldan yayılıp geldiğini izleme olanağının artık bulunmadığı durumlarda bile, onun kaynağından buralara taşındığını gösterir. Mitosların çıktıkları yerden başka ülkelere nasıl gidebildiklerinin bir örneği, Adapa mitosunu içeren çivi yazılı bir tabletin Mısır da ortaya çıkarılmasıyla verilmiş bulunuluyor. Söz konusu tablet, Mısır yazmanlarınca çiviyazısını öğrenmek amacıyla kullanılmıştı. Gılgamış mitosunun bir fragmentinin Amerikalıların [Mısır da] Megiddo da yaptıkları kazılarda bulunmasıyla, benzer bir örnek görüldü. Kadmos efsanesi 13 bize, Fenike alfabesinin Yunanistan a nasıl taşınıp, nasıl bu gün kullanılan tüm batı alfabelerinin atası olabildiğini anlatmaktadır. Böylece, gezilerin, alışveriş amaçlı gidiş gelişlerin, halkların göç hareketlerinin ve istilaların, mitosların bir ülkeden ötekine taşınmasını sağlayabilen yayılma yollarını oluşturduklarını düşünmemizin akla yatkın temellere dayandığı söylenebilir. 14 Ritüellerin, içinde son derece önemli bir rol oynadıkları uygarlığın önemini yitirmesiyle değerlerini yitirip yok oldukları, yada biçim değiştirdikleri gözlemlenebilmektedir. Böyle bir durumda, değerlerini yitiren ritüellere bağlı mitosların, söz konusu ritüellerle bağlantılarından kurtulup, edebiyat ürünleri olarak öteki halkların edebi gelenekleri içine sızdıklarını görürüz. Babilonya yaratılış mitosunun odağındaki bir öğe olan ejderin öldürülmesi mitosu Perseus ile Andromeda, Herkül [Herakles] ile Lerna ejderi Hidra, Siegfried ile Fafnir, Beowulf ile Grendel efsanelerinin doğmasına yol açtığı 13 Eski Yunanın Thebai kentinin kurucusu sayılan Kadmos, efsaneye göre, Fenike kralı Agenor un oğluydu. Boğa kılığına girmiş Zeus tarafından kaçırılan kız kardeşi Europa yı aramaya çıkmış, bulamamış, Apollon kâhinine danıştıktan sonra, Thebai nin bulunduğu yere yerleşip kenti kurarken, Fenikelilerin bulduğu alfabetik yazıyı da Yunanlılara öğretmişti. 14 HOOKE, age, s

25 17 gibi, gezici halk tiyatrolarının St. George ile Ejder oyunlarında varlığını bugün bile sürdürmektedir 15 Dicle ve Fırat Vadisi nin eski kentlerinin bulundukları yerlerde yapılan arkeolojik kazılar, Sumer ve Akad adlarıyla bilinen bu bölgede, M.Ö kadar erken bir tarihte Sumerliler denen bir halkın yaşamakta olduğunu göstermiş bulunuyor. Bazı bilgiler onlardan da önceki bir yerleşmenin izlerinin bulunduğu görüşünde iseler de, Ur, Uruk ve Kiş gibi yerlerde yapılan kazılarda ortaya çıkarılmış bulunan tam anlamıyla gelişmiş bir uygarlığın Sumerlilerin yapıtı olduğu kesindir. Sumerlilerin, deltaya Mezopotamya nın kuzeydoğusundaki dağlık bölgeden geldikleri sanılıyor ve mitosları, onların, yeni yurtlarında karşılaştıklarından çok farklı bir ülkeden geldiklerini gösteriyor. Çiviyazısı denen yazı biçimi onların buluşu olduğu gibi, kentlerinin son derece karakteristik bir özelliğini oluşturan ziggurat adıyla tanınan şaşırtıcı tapınak kuleleri kuranlarda onlardı. Arkalarında bıraktıkları kalıntıları görkemli tapınaklara, rahiplere, yasalara, edebiyata ve zengin bir mitolojiye sahip olan bir toplumun, tarımsal türden, oldukça gelişmiş bir uygarlığın varlığını göstermektedir. Erken bir tarihte, ama olasılıkla Sumerlilerin Dicle- Fırat deltasına yerleşmelerinden sonraki bir evrede, Sami [halkları] akınlarının ilk dalgası Sumer ve Akad bölgesine girdi; Samiler, Sumer ülkesini yavaş yavaş ele geçirdiler; yendikleri Sumerlilerin kültürünü özümsediler ve onların çiviyazısını benimsediler; ama dillerini benimsemediler. Sami istilacıların dili Akadca olarak bilinir ve bu dil, atası Arapça olan büyük Sami dil ailesinin önemli dallarından biridir. Sami istilasının Amurru ya da Amoritler olarak bilinen bir halk kanalıyla gerçekleştirilen ikinci dalgası, Babilonya da ilk Amorit hanedanının kurulmasıyla ve Babilonya nın Hammurabi yönetimi altında Sumer ve Akad bölgesinde egemenlik kurmasıyla sonuçlandı. Amorit hanedanının ilk kralının ülkeyi M.Ö dolaylarında yönettiği saptanmıştır. Bundan beş yüz yıl kadar sonra, Dicle vadisinin daha yukarı kavşağına, Yukarı Zap ile Aşağı Zap arasındaki bölgeye yerleşmiş olan bir başka Sami halkı, Babilonya yı fethetti 15 HOOKE, age, s

26 18 ve Mezopotamya da ilk Asur imparatorluğunu kurdu. Bu nedenlerden dolayı, Mezopotamya mitolojisi bize Sumerli, Babilonyalı ve Asurlu biçimleriyle kaldığı gibi, herhangi bir mitosun Babilonyalı biçimiyle Asurlu biçimi arasında küçük farklılıklar bulunurken, örneğin Yaratılış mitosunun Sumerli biçimi ile Asurlu-Babilli biçimi arasında oldukça büyük farklılıklar görülür. Ayrıca bazı ilginç Sumer mitoslarının Sami dilinde karşıtlarının bulunmadığını belirtmeliyiz Evrenin Yaratılış Mitosu (Gılgamış, Enkidu ve Ölüler Diyarı ) Sumerlerin evrenin yaratılışı anlayışlarının ana kaynağı Gılgamış, Enkimdu ve Ölüler Diyarı diye adlandırılan bir Sumer şiirinin giriş bölümüdür. Bir zamanlar bir huluppu ağacı, -belki söğüt- vardı; Sularıyla beslediği Fırat ırmağının kenarına dikilmişti. Ama Güney Rüzgârı onu kökünden söküp çıkardı ve ağaç ırmağın sularıyla sürüklendi. O sırada oradan geçmekte olan gök-tanrıçası İnanna ağacı alıp ana tapınağın merkezi Uruk a getirdi ve kendi kutsal bahçesine dikti. Ona bin bir özenle baktı. Çünkü ağaç büyüdüğü zaman kerestesinden kendisi için bir iskemle ve sedir yapmayı tasarlıyordu. Yıllar geçti, ağaç olgunlaştı ve büyüdü. Ama İnanna ağacı kesmek istediğinde bunun hiçte kolay olmadığını anladı. Çünkü ağacın dibine Çekicilikten Nasibini Almamış yılan yuva yapmıştı. Tepesine Zu-kuşu zaman zaman haylazlık yapan mitolojik bir yaratık- yavrusunu koymuş, dallarına da harabe hizmetçisi Lilit evini kurmuştu. Her zaman şen, güler yüzlü olan genç tanrıça, zavallı İnanna bunu görünce acı gözyaşları döktü. Ve tan yeri ağarıp da kardeşi güneş-tanrısı Utu uykusundan uyanınca, İnanna ona gözyaşları içinde huluppu ağacının başına gelenleri anlattı. Bu sırada, Yunanlı Herakles in önceli Uruk ta oturan büyük Sumer kahramanı Gılgamış, İnanna nın sızlanmalarını duyup şövalyece onun 16 HOOKE, age, s

27 19 yardımına koştu. Elli minalık -yaklaşık yirmi beş kilo- zırhını kuşandı ve yedi talend yedi minalık - iki yüz kilodan fazla- yol baltasıyla ağacın dibindeki çekicilikten nasibini almamış yılanı öldürdü, bunun üzerine Zu-kuşu yavrusuyla dağa kaçtı ve Lilit evini yıkıp, arkasına bile bakmadan avlanmaya alışkın olduğu harabelere kaçtı. O zaman Gılgamış a eşlik eden Uruklular ağacı kestiler ve iskemle ve sedir yapması için İnanna ya sundular. İnanna ne yaptı? Hulupu ağacının gövdesinden bir pukku (büyük olasılıkla bir tür davul) ve dallarından mikku denilen (büyük olasılıkla tokmak) bir nesne yaptı ve bunları cesaretinin ödülü olarak Gılgamış a verdi. Pukku ve mikku genç kızların yakınışları nedeniyle yeraltındaki bir deliğe düşüp, ölüler diyarını boyladı. Gılgamış onları almak için elini deliğe sokar, ama işe yaramaz. Böylece ölüler diyarının kapısına gelip oturur ve yüzünden düşen bin parça bir halde sızlanır: Pukkum, kim seni ölüler diyarından geri getirecek? Mikku m, kim seni ölüler diyarının yüzünden geri getirecek. Sadık izleyicisi ve yoldaşı hizmetkârı Enkimdu efendisinin sızlanışını duyar ve ona şöyle der: Ey efendim, niçin ağlıyorsun, yüreğin niçin kan ağlıyor? Gidip ölüler diyarından geri getireceğim Pukku nu, Gidip ölüler diyarının yüzünden geri getireceğim mikku nu. Bunun üzerine Gılgamış, ölüler diyarına inişinde başına gelecek tehlikeler konusunda onu uyarır -yeraltı dünyasının tabularını kısa ve öz bir biçimde anlatan muhteşem bir pasajdır bu Gılgamış Enkimdu ya şöyle der: Eğer şimdi ölüler diyarına ineceksen, Diyecek bir çift sözüm var, dinle,

28 20 Sana bir öğüt vereceğim, öğüdümü tut. Temiz giysiler giyme, Yoksa (ölü) kahramanlar düşman gibi üstüne gelirler; Tastaki iyi yağdan sürünme, Yoksa kokusu onları sana çeker. Ölüler diyarında atış-sopasını fırlatma, Yoksa değneğin değdiği her şey etrafını sarar; Elinde asa tutma, Yoksa gölgeler dört bir yanını kuşatır. Ayağına sandalet giyme, Ölüler diyarında haykırma; Sevgili karını öpme, Sevgili oğlunu öpme, İğrendiğin karına vurma, İğrendiğin oğluna vurma, Yoksa ölüler diyarının haykırışı seni yakalar (Haykırış) yatan kadın için, orada yatan kişi için, Orada yatan tanrı Ninazu nun anası için, Kutsal gövdesini örten giysi olmayan, Kutsal göğsünü saran örtü olmayan. Ama Enkimdu efendisinin öğütlerine kulak asmadı ve Gılgamış ın uyarılarının tam tersini yaptı. Böylece ölüler diyarınca tutsak alındı ve yeryüzüne yeniden çıkmadı. Bunun üzerine kahrolan Gılgamış Nippur kentine gitti ve M.Ö. üçüncü binyılda Sumer panteonunun baş tanrısı olan yüce hava-tanrısı Enlil in önünde gözyaşı döktü: Ey Enlil baba, pukkum ölüler diyarına düştü, Mikku m ölüler diyarına düştü; Onları bulup getirsin diye Enkimdu yu gönderdim, ölüler diyarı yakaladı onu.

29 21 Namtar (bir cin) yakalamadı onu, Asag (bir cin) yakalamadı onu, ölüler diyarı yakaladı onu Pusu kuran, kimseye acımayan Nergal yakalamadı onu, ölüler diyarı yakaladı onu Kahramanlık gösterilen savaşlarda düşmedi, ölüler diyarı yakaladı onu. Ama Enlil yardım etmeye yanaşmayınca, Gılgamış Eridu ya gitti ve sutanrısı Enki nin, bilgelik tanrısı önünde yakarışını yineledi. Enki, güneştanrısı Utu ya ölüler diyarında bir delik açmasını ve Enkimdu nun gölgesini yeryüzüne çıkarmasını buyurdu. Güneş-tanrısı Utu emri yerine getirdi ve Enkimdu Gılgamış ın önünde belirdi. Efendi ile hizmetkârı kucaklaştılar ve Gılgamış Enkimdu ya ölüler diyarında ne gördüğünü sordu. 17 Elimize geçen tabletlerin okunabilen kısmı şöyledir: Gök yerden uzakşaltıktan sonra, Yer gökten uzaklaştıktan sonra, İnsanın adı konduktan sonra; An göğü ele geçirdikten sonra Enlil yeri ele geçirdikten sonra, Ereşkigal Kur un ödülü olarak ele geçirilip götürüldükten sonra; O denize açıldıktan sonra, o denize açıldıktan sonra, Baba Kur a doğru denize açıldıktan sonra, Enki Kur a doğru denize açıldıktan sonra; (Kur) krala ufak taşlar fırlattı, Enki ye koca taşlar fırlattı; Onun küçük taşları, el kadar taşlar, Onun koca taşları, Kamışların taşları, Enki nin gemisinin omurgası, Saldıran kasırgaya benzeyen savaşta yenildi; 17 KRAMER, age, s

30 22 Krala karşı, geminin serenindeki sular, Kurt gibi yatıyordu, Enki ye karşı, geminin ardındaki sular, Aslan gibi vuruyordu. Bu pasajın içeriğini başka sözcüklerle açıklar ve incelersek şöyle söylenebilir: Aslında bütün olan gök ile yer ayrıldı ve birbirinden uzaklaştı ve böylece insanın yaratılışı buyuruldu. Sonra gök-tanrısı An göğü ele geçirdi buna karşılık hava-tanrısı Enlil yeri ele geçirdi. Bütün bunlar bir plana göre gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Buna karşın, sonrasında bir karışıklık ortaya çıkar. Çünkü ölüler diyarının kraliçesi olarak bildiğimiz, ama Yunanlı Persephone un karşılık gelen ve aslında büyük bir olasılıkla bir gökyüzü tanrıçası olan tanrıça Ereşkigal, kuşkusuz kur aracılığıyla ölüler diyarını ele geçirdi. Elbette bunun öcünü almak için su-tanrısı Enki, Kur a saldırmak için denize açıldı. Bir canavar yada ejderha olarak canlandırdığı açık olan Kur boş durmadı, sular Enki nin gemisine önden ve arkadan hücum ederken o da geminin omurgasına irili ufaklı taşlar fırlattı. Şiirimiz Enki ve Kur arasındaki bu mücadelenin sonunu belirtmez, çünkü kozmogonik ya da evrenin yaratılışına ilişkin girişinin Gılgamış yapıtımızın ana içeriğiyle bir ilgisi yoktur; şiirin başında yer alışının tek nedeni Sumer kâtiplerinin öykülerine yaratılışla ilgili giriş türünden çeşitli dizelerle başlamayı alışkanlık haline getirmelerindendir. 18 Bu şiirin ilk yarısından aşağıdaki kozmogonik kavramları çıkarıyoruz: 1. Bir zamanlar gök ile yer birdi. 2. Gök ile yerin ayrılmasından önce bazı tanrılar vardı 18 KRAMER, age, s

31 23 3. Gök ile yerin ayrılması üzerine, bekleneceği gibi, gök tanrısı göğü ele geçirdi, ama yeri ele geçiren hava-tanrısı Enlil oldu. Bu pasajda dile getirilmeyen ya da belirtilmeyen can alıcı noktalardan bazıları şunlardır: 1. Gök ile yerin yaratıldığı mı düşünülüyordu, eğer yaratılmışsa kimin tarafından? 2. Sumerlerce gök ile yerin biçimi nasıl düşünülüyordu? 3. Göğü yerden ayıran kimdi? Neyse ki, bu üç sorunun yanıtı günümüze gelen diğer Sumer metinlerinden çıkarılabilir. Böylece: 1. Sumer tanrılarının listesini veren bir tablette deniz ideogramı ile yazılmış olan tanrıça Nammu gök ile yere yaşam veren ana olarak betimlenmiştir. Şu halde Sumerler gök ile yeri ilksel denizin yarattığı ürünler olarak kabul ediyorlardı. 2. Sığır ve tahıl ruhlarının gökte doğumlarını, sonrada insanlığa bolluk bereket getirmek için yeryüzüne gönderilişini anlatan Sığır ve Tahıl miti şu dizelerle başlar: Gök ile yer dağının ardında, An, Anunnakiler i (ardıllarını) dölledi, Bundan hareketle, gök ile yerin birliğinin, eteği yerin altı, zirvesi de göğün tepesi olan bir dağ olarak düşünüldüğünü söylemek mantıklıdır. Kazmanın, bu değerli tarım aletinin yapılışını ve kutsanmasını anlatan Kazmanın Yaratılışı miti şu bölümle başlar: Efendi, verdiği nimetlerin gerçek yaratıcısı olan Kararları değiştirilemeyen Efendi,

32 24 Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enlil, Yerden göğü ayırmayı düşündü, Gökten yeri ayırmayı düşündü. Böylece üçüncü sorumuzun yanıtını buluyoruz; yerden göğü ayırıp uzaklaştıran hava-tanrısı Enlil di. Şimdi Sumerlerin kozmogonik yada evrenin yaradılışı görüşlerini özetleyecek olursak, evrenin kökeninin açıklanmasının gelişimi aşağıdaki gibi ifade edilebilir: 1. Başlangıçta ilksel deniz vardı; kökeni veya doğuşu konusunda bir şey söylenmemektedir, Sumerler onu her zaman varmış gibi düşünmüş olabilirler. 2. İlksel deniz gök ile yerin birliğinden oluşan kozmik dağı vücuda getirdi. 3. Tanrılar insan biçiminde kişileştirildiğinde, An (gök) eril, Ki (yer) dişildi. Onların birleşmesinden hava-tanrısı Enlil doğdu. 4. Hava-tanrısı Enlil yerden göğü ayırdı ve babası An göğü ele geçirirken, Enlil ile annesi Ki nin birleşmesi tarihsel devirlerde Ninmah, yüce kraliçe ; Ninhursag, (kozmik) dağın kraliçesi ; Nintu, doğurgan kraliçe gibi çeşitli adlar verilen tanrıçayla özdeşleştirilmiş olabilir- evrenin düzenlenmesini, insanın yaratılışı ve uygarlığın kuruluşunu başlattı KRAMER, age. s

33 25 2. Evrenin Düzenlenmesi Evrenin Sumer ce ifadesi, kelimesi kelimesine gök-yer anlamına gelen an-ki dir. Bundan dolayı evren, gök ve yer altbölümler halinde düzenlenmiş olmalıdır. Gök, gökyüzü ve yukarıdaki büyük denilen göğün üstündeki uzayı kapsar; gök tanrıları burada oturur. Yer, yeryüzünü ve aşağıdaki büyük denilen yeraltını kapsar; yeraltı yada ölüler diyarının tanrıları burada oturur. Göğün düzenlenmesiyle ilgili elimizde varolan göreceli olarak küçük bir mitolojik malzeme şöyle açıklanabilir; Ay-tanrısı Nanna, Sumerlerin yıldızlarla ilgili baş tanrısı olan hava-tanrısı Enlil ve onun karısı hava-tanrıçası Ninlil den doğmuştur. Göklerde bir gufa yla yolculuk ettiği düşünülen ve bundan dolayı zifiri karanlık lacivert taşı renkli göğe ışık getiren ay-tanrısı Nanna. Küçükler, yıldızlar, üstünde tohum gibi saçılırken büyükler, belki de gezegenler, yabani öküzler gibi etrafında gezinirler. 20 Ay-tanrısı Nanna ve eşi Ningal, doğu dağı nda yükselip, batı dağı nda batan güneş-tanrısı Utu nun ana babasıdırlar. Bununla birlikte güneş tanrısı Utu nun göğü geçmek için kullandığı bir kayık yada iki tekerlekli arabadan söz edildiğine rastlamadık. Geceleri ne yaptığı da açık değil. Günün sonunda batı dağı na vardığı ve yolculuğunu yeraltı dünyasında sürdürdüğü, şafakta doğu dağı na vardığı gibi akla yatkın bir varsayım eldeki verilerden çıkmamaktadır. İyi günlerin gelmesini sağlayan ın hava-tanrısı Enlil olduğunu öğreniyoruz; topraktan tohum çıkarmayı ve ülkeye Hegal i, yani bolluk, bereket ve mutluluk getirmeyi aklına koyan Enlil dir. İnsan tarafından kullanılan tarım aletlerinin ilk örnekleri olan kazmayı ve belki sabana da ilk biçim veren yine bu aynı Enlil dir; çiftçi-tanrı Enten i sadık ve güvenilir rençperi olarak atayan odur. Diğer yandan, bitki tanrıçası Uttu ya yaşam veren su-tanrısı Enki dir. Dahası, gerçekte yeryüzünü, özellikle Sumer ve onu 20 KRAMER, age. s

34 26 çevreleyen komşularının bulunduğu bölgeyi, düzenleyen Enkidir. Sumer, Ur ve Meluhha nın yazgılarını o belirler ve belirli işler için ikinci derece ilahlar atar. Ve sığırlarını ve tohumlarını çoğaltmak için sığır-tanrısı Lehar ı ve tahıltanrıçası Aşnan ı gökyüzünden yeryüzüne Enlil ve Enki, hava-tanrısı ve sutanrısı, birlikte göndermişlerdir Dumuzi İle İnanna Mitosu Dumuzi, daha bildik adıyla Tammuz un Sumercedeki biçimi iken; İnanna, aynı biçimde, Sami dilindeki İştar ın, yani göğün kraliçesi nin Sumercedeki karşılığıdır. Dumuzi, ölen, ilkbaharda yeniden doğan bitkilerle birlikte yeniden dirilen bitkiler dünyası tanrılarının ön örneğidir. Mitosun Tammuz ayinlerinin temelini oluşturan biçiminde, tanrının yeraltı dünyasında tutsak tutuluşu, öykünün baş motifini oluşturup, İnanna nın yeraltı dünyasına inişinin nedeni olarak görünür. Bilinmeyen nedenlerle, göğün kraliçesi İnanna, ölüler ülkesine, üzerinde kız kardeşi tanrıça Ereşkigal in egemenlik sürdüğü dönüşü olmayan ülke ye inmeye karar verir. Ölüler dünyasında uğrayabileceği herhangi bir kazaya karşı hazırlıklı olmak için İnanna, veziri Ninşubur a, üç gün içinde dönmezse kendisi için yas törenleri yapmasını ve daha sonra, üç büyük tanrıya, Nippur kentinin tanrısı Enlil e, Ur kentinin ay-tanrısı Nanna ya, Babilonya nın Eridu kentindeki bilgelik tanrısı Enki ye gitmesini ister ve kendisinin öteki dünyada öldürülmesini engellemek yolunda işe karışmaları için, onlara yalvarması buyrultusunu verir. Bundan sonra İnanna, kraliçelik giysilerini üzerine geçirir, değerli takılarını takar ve ölüler dünyasının kapısına varır. Burada, yedi kapı nın bekçisi Neti nin kendisine meydan okumasıyla karşılaşır. Ereşkigal in buyruklarıyla ve ölüler dünyasının yasalarına uygun olarak, İnanna, yedi kapıyı geçerken, geçtiği her kapıda giysilerinin bir parçasını çıkardıktan sonra, Ereşkigal in ve ölüler dünyasının yedi yargıcı 21 KRAMER, age. s. 86

35 27 olan yeraltı dünyası Anunnaki sinin karşısına çıkarılır. Bunlar, ölümün gözleri ni onun üzerine çevirince, İnanna bir ceset olur ve bir kazığın üzerine asılır. Üç gün geçmesine karşın geri dönmeyince, veziri Ninşubur, İnanna nın kendisine söylediklerini yapar. Enlil ve Nanna işe karışmaya yanaşmazlar; ama Enki, bazı sihirsel işlemlere başvurarak, İnanna yı yeniden canlı duruma getirecektir. Bunun için, elinin parmaklarının tırnaklarından çıkardığı kirden, kurgarru ve kalaturru adında iki acayip yaratık yaratır; adlarının ne anlama geldiği bilinmeyen bu yaratıklarla ölüler dünyasına yaşam yiyeceği [hayat ekmeği] ve yaşam içeceği [hayat suyu, abı hayat] gönderir. Kendilerine, yaşam yiyeceğini ve yaşam içeceğini, İnanna nın cesedi üzerine altmış kez serpmeleri söylenmiştir. Söylendiği gibi yaparlar ve tanrıça yaşama geri döner. Yerine bir başkasını bulup koymadıkça hiç kimsenin oradan geri dönemeyeceği kuralı, ölüler dünyasının yasalarından biridir. Bu nedenle mitosta, İnanna nın, ölüler dünyasına kendi yerine sağlayacağı kimseyi alıp götürmek üzere yanında gelen iki cin ile birlikte diriler dünyasına çıkışının anlatılmasına geçilir. Cinler, İnanna nın veziri Ninşubur u, sonra Umma kenti tanrısı Şara yı ve daha sonra Badtibira kenti tanrısı Latarak ı, İnanna yerine alıp götürmek isterseler de, bunlar İnanna tarafından kurtarılırlar. Mitosun bundan sonraki fragmentinde, İnanna, kendisine eşlik eden cinlerle birlikte kendi kenti olan Erek e gelir ve orada kocası Dumuzi yi bulur. Dumuzi, daha önceki üç kişinin yaptığı gibi İnanna nın önünde eğilip kendisini aşağılamaz ve bu nedenle İnanna onu ölüler dünyasına kendi yerine götürmeleri için cinlerin eline verir. Bunun üzerine Dumuzi, kendisini kurtarması için güneştanrısı Utu ya yakarır ve mitosun bulunan bu parçası da burada kesilir. Dolayısıyla, mitosun Sümerce özgün biçiminde Dumuzi adını taşıyan Tanrı Tammuz un cinler tarafından ölüler dünyasına götürülüp götürülmediğini bilmiyoruz. 22 Yukarıda Sumerce biçimiyle verilen öykü, üç temel mitostan biridir. Sumerlerin yerleşmek üzere deltaya geldiklerinde bu mitosu da birlikte 22 HOOKE, age. s

36 28 getirmiş olmaları ve mitosun en eski biçiminin böyle olması olasılığı var. Bu biçiminde İnanna, ölüler dünyasına kocası yada kardeşi olan Dumuzi yi ölümün elinden alıp getirmek için inmemektedir. Tam tersine ve söz konusu mitosun daha sonraki tüm anlaşılış biçimlerine ters düşen bir tutumla, İnanna nın kendisinin yeraltı dünyasına inişinin nedenini açıklanmadan bırakılırken, cinlerin Dumuzi yi kendisinin yerine karşılık olarak ölüler dünyasına alıp götürmelerine izin verenin İnanna olduğu belirtilmektedir. Bununla birlikte, Sumer dönemine ait olan Tammuz ayinlerinde bile, mitosun daha sonraki biçimiyle karşılaşırız. Söz konusu ayinlerde, Tammuz un ölüler dünyasına inmesi üzerine ülkenin içine düştüğü karmaşa ve darmadağınıklık anlatılmakta; İştar ın ağlayıp sızlanmalarından ve Tammuz u ölüler dünyasının yetkililerin elinden kurtarmak için oraya inişinden söz edilmekte; ayin, Tammuz un diriler dünyasına zaferle geri dönüşünün betimlenmesiyle son ermektedir. Öte yandan, söz konusu ayinlerin mevsimlerle ilgili bir ritüelin bir parçasını oluşturduklarını da biliyoruz; bu durumda, İnanna ile Dumuzi mitosunu bir ritüel mitosu olarak sınıflandırmak yanlış olmaz. Mitosun, özgün biçiminden uzaklaşmasının olası bir nedeni, Sumerlilerin deltaya inmeleri üzerine çobanlıktan tarımsal bir yaşam biçimine geçme süreci içinde bulunmaları olgusunda aranabilir. Ayinlerde Tammuz ve İştar, sık sık, erkek ve dişi çam (köknar) ağacı altında canlandırılırlar ve çam, Dicle-Fırat deltasında bulunan bir ağaç olmayıp, Sumerlilerin geldikleri dağlık bölgeye özgü bir türdür. Ayrıca göklere yükselen ziggurat yapıların Sumer tapınak mimarlığının bir özelliğini oluşturması da, aynı dağlık yöne bir işaret olarak yorumlanmıştır. Bu durumda, mitosun özgün biçiminin, Sumerlilerin deltaya yerleşmeleri üzerine benimsemek zorunda kaldıkları tarımsal yaşam biçiminden çok farklı yaşam koşulları içinde doğmuş olabileceği söylenebilir. Hem Samilerin hem Sumerlilerin, Amorit istilasından ve Sumerlilerin sonunda Samilerce fethedilip içlerinde eritilişlerinden çok önceleri deltaya yerleşmiş bulunduklarını gösteren kanıtlar var. Samilerin, çiviyazılarını ve dinleriyle mitolojilerinin öğelerinin çoğunu Sumerlilerden aldıklarını biliyoruz ve bu olgular da, Asur-Babilonya döneminde Tammuz-İştar mitosunun karakterinde

37 29 görülen değişikliğin bir başka nedeni olarak kabul edilebilir. Bu mitosun öteki ülkelere geçerken ne gibi değişiklikler geçirdiğini daha sonra göreceğiz Sumer Tufan Mitosu Bu mitosun odağındaki motif, tanrıların insanlığı yok etmeye karar vermeleridir; bunu hangi yollardan yapacakları ikincil sorun olup, göreceğimiz gibi bunun tek yolu sel değildir. İbrani ce yazıcıların anlattığı biçimiyle Kitab-ı Mukaddes teki Tufan öyküsünün özgün olmadığı bilinmektedir. Bununla birlikte, Babil tufan mitinin kendisi de Sumer kökenlidir. Sumer Tufan öyküsünün ana çizgileri şöyledir; Öykünün anlatıldığı metnin bulunduğu fragmentin başladığı noktada, bir tanrı, insanları tanrıların üzerlerine göndermeye karar verdikleri yıkımdan kurtarma niyetini açıklarken görülmektedir. Tanrıların böyle bir karar almalarının nedeni verilmemiştir. İnsanlığı yok olmaktan kurtaracak girişimlerde bulunan tanrı, Enki dir. Anlaşılan, Sippar kentinin sofu kralı Ziusudra ya bir duvarın kıyısında dikilmesini söylemektedir ve bu duvar yoluyla Ziusudra ya tanrıların korkunç niyetlerini açıklayıp, gelecek tufandan kurtulmak için ne yapılması gerektiğini söyleyecektir. Metnin kayığın yapılışının anlatılmış olabileceği parçası yitiktir; ama böyle bir parçanın varlığı, Tufanın gelip Ziusudra nın nasıl kaçtığını anlatan aşağıdaki parçadan anlaşılmaktadır: Tüm fırtınalar, son derece güçlü, tek bir fırtına gibi saldırıya geçti, Aynı zamanda, sel kült merkezlerinin altını üstüne getirir. Yedi gün (ve) yedi gece sürdükten sonra Tufan ülkesinin altını üstüne getirdi, (Ve) büyük suların üzerindeki fırtınalar koca kayığı bir o yana bir bu yana salladı durdu. Göklere (ve) yere ışık saçan [güneş-tanrı] Utu göründü. 23 HOOKE, age. s

38 30 Ziusudra koca kayığının bir penceresini açtı, Kahraman Utu ışınlarını dev kayığın içine getirdi. Kral Ziusudra Utu nun önünde yerlere kapandı, Kral bir öküz öldürür ve bir koyun boğazlar. Sonra, bir kopukluğun ardından tablet, sonunda Ziusudra ya ne olduğunu anlatır: Kral Ziusudra, Anu nun ve Enlil in önünde yerlere kapandı, Anu (ve) Enlil hoş davrandılar Ziusudra ya, Ona bir tanrı(nınki) gibi [sonsuz] yaşam verdiler, Bir tanrı(nınki) gibi sonsuz soluk indirdiler onun için. Sonra, kral Ziusudra nın Bitkiler dünyasının (ve) insanlığın soyunun adını sürdüren kişinin, Karşı taraftaki ülkede, Dilmun ülkesinde, güneşin doğduğu ülkede oturmasını sağladılar. Tufanın Babilonya öyküsüne dayanılarak, mitosun eksiksiz Sumer versiyonunda tufanın nedeni ve kayığın yapılışı hakkında çok daha doyurucu ayrıntının bulunduğu sonucuna varılabilir; ama bu ayrıntılarını Akad mitolojisini ele alacağımız sayfalara dek erteleyebiliriz HOOKE, age. s

39 31 5. Enki İle Ninhursag Mitosu Mitosun ana çizgileri şöyledir: Sahne, Dilmun da açılır; Dilmun da hem bir ülke hem bir kent olarak söz edilmektedir ve Dilmun, çağımızın bilginlerince Basra Körfezindeki Bahreyn ülkesiyle özdeşleştirilmiştir. Mitosların başkahramanları su-tanrı Enki ve toprak-ana Ninhursag dır. Mitos Dilmun un, temiz, saf, aydınlık bir yer; hayvanların bir birlerine zarar vermedikleri ve ne hastalığın ne de yaşlılığın bilindiği bir ülke olarak sunuluşuyla başlar. Dilmun da bulunmayan tek şey içme suyudur ve Ninhursag ın ricası üzerine Enki, bunu da sağlar. Mitosta bundan sonra, Enki ile Ninhursag ın birleşmelerinden, bitkiler tanrıçası Ninsar ın, öteki adıyla Ninmu nun doğuşunun anlatılmasına geçilir. Ninhursag ın gebeliği, insanların gebelik süresinde her bir aya bir gün karşılık olmak üzere, dokuz gün sürmüş gösterilir. Daha sonra Enki, kendi kızı Ninsar ı gebe bırakır. Ninsar tanrıça Ninkurra yı doğurur; o da Enki tarafından gebe bırakılarak, aynı biçimde bitkilerin tanrıçası olduğu söylenen Uttu yu doğurur. [Uttu adı güneş-tanrı Utu ile karıştırılmasın] Sonra Ninhursag, Uttu yu Enki ye karşı uyarır ve Enki nin yaklaşmalarıyla nasıl başa çıkabileceğini gösteren bazı öğütler verir. Bu öğütleri tutarak Uttu, olasılıkla evlilik armağanları olarak, hıyardan, elmadan ve üzümden oluşan bir paket ister. Enki istenen armağanları getirir ve Uttu bunları sevinçle alır; birleşmelerinin ürünü olarak sekiz bitki çıkar; ne var ki, Ninhursag onların adlarını ve taşıyacakları özelliklerini vermeye zaman bulamadan, Enki hepsini yer. Ninhursag çılgına dönüp Enki ye korkunç bir lanet okur ve oradan ayrılır. Tanrıçanın bu davranışı karşısında tanrılar dehşete düşerler ve Enki bedeninin yedi farklı yerinden hastalığa çarpılır. Tilkinin zanaatıyla [kurnazlıkla] Ninhursag dönmeye ve Enki nin hastalığını iyi etmeye ikna edilir. Tanrıça bunu, hastalığın Enki nin bedeninde yerleştiği her bir yer için bir tanrı olmak üzere, art arda sekiz tanrıça yaratarak başarır. Her bir tanrının adı ile Enki nin bedeninin hastalanan ilgili yeri arasında söz benzerliklerinin, cinasların bulunduğu gösterilmiştir. Şiirin son satırları, sekiz tanrının Enki nin çocuklarının sayıldığı ve yazgılarının Ninhursag tarafından

40 32 saptandığı yolunda bazı işaretler veriyor görünür. Bu ilginç mitosun Yakındoğu mitolojisi içinde herhangi bir benzerinin bulunmadığını söyleyebiliriz; elbette, geçmişte bir altın çağ yaşandığı düşüncesinin çok yaygın olduğu ve baba ile kızı arasındaki fücur ilişkisinin bir yankısının, Yunan mitolojisinde Satürn ile Vesta arasında geçen, ozan Milton un aşağıdaki dizelerinin anımsatacağı ilişkide de görülmesi hesaba katılmazsa: Parlak saçlı Vesta, çok eskilerde Yalnız yaşayan Satürn den gebe kaldı; Vesta Satürn ün kızı da olsa Böyle bir birleşme Satürn çağında leke sayılmazdı. Ne var ki, Enki ile Ninhursag mitosunun ayrıntıları hakkında yorumda bulunabilmemizi sağlayacak ipuçlarına sahip değiliz. Profesör Thorkild Jacopsen, bu konuda şunları söylemişti: bu mitos birbirinden ayrı birçok olgu arasında nedensel, ama mitopoetik anlamda nedensel birlik kurmaya çalışmaktadır. Bitkilerin toprak ile sudan doğan şeyler olarak görülmeleri, bazı sınırlamalarla da olsa, bize bile ters düşmemektedir. Ama mitosun sonlarına doğru, Enki nin iyileştirilebilmesi için doğan tanrıların, ne onları karnında taşıyan toprakla ne de su ile herhangi bir içsel bağlantıları vardır. Sami asıllı Babilonyalılar Sumer mitolojisinden pek çok şey almış olmakla birlikte, bu mitos, en azından, Sami kafasının bu mitolojideki birçok öğeyi kolay kolay benimsenebilecek şeyler olarak bulmadığını ortaya koymaktadır HOOKE, age. s

41 33 6. Dumuzi İle Enkimdu Mitosu Bir başka Sumer mitosu, trajik sonuca ulaşmaması dışında, İbrani Kâin ile Habil öyküsünde bir yankısının görülmesinden dolayı ilgiye değer olan Dumuzi ile Enkimdu mitosudur. Bu mitos, tarımcı ve çoban yaşam biçimleri arasındaki çok eskiye dayanan rekabetle ilgilidir. Mitosta İnanna, ya da öteki adıyla İştar, bir koca seçmek üzeredir. Seçimini, çoban-tanrı Dumuzi, öteki adıyla Tammuz ile çiftçi-tanrı Enkimdu arasında yapacaktır. İnanna nın oğlan kardeşi güneş-tanrı Utu, Dumuzi den yanadır; ama İnanna nın kendisi Enkimdu yu yeğlemektedir. Dumuzi, koca olarak kendisini seçmesini önerir ve Enkimdu nun sunabileceği her şeye sahip olduğu gibi, daha fazlasına da sahip olduğunu ileri sürer. Enkimdu, Dumuzi yi bu sevdadan vazgeçirmeye çalışır ve kendisine türlü armağanlar vermeyi önerir; ama Dumuzi, İnanna yı alma kararlılığını sürdürür ve anlaşılan bu niyetini gerçekleştirmede başarıya da ulaşır; bunu, daha öncede gördüğümüz gibi, Dumuzi nin çeşitli mitoslarda İnanna nın kocası olarak gösterilmesinden anlıyoruz. Şiirin sonucunda Enkimdu şöyle diyor: Sen ey çoban, niye kavga çıkarıyorsun? Ey çoban Dumuzi niye kavga çıkarıyorsun? Benle seni, ey çoban, benle seni niçin karşılaştırıyorsun? Koyunların yerin otlarını yesin, Benim otlaklarımda senin koyunların otlasın, Zabalam tarlalarında ot yesinler, Tüm koyun sürülerin ırmağım Unun un suyunu içsin Dumuzi konuşuyor: Ben, çoban [diyorum ki] evliliğime ey çiftçi dostum olarak girme [burnunu sokma] Ey çiftçi Enkimdu, dostum olarak, ey çiftçi [evliliğimi] çiğneme

42 34 Enkimdu yanıtlıyor: Sana buğday getireceğim, fasulye getireceğim sana, fasulyesi getireceğim sana, Genç kız İnanna (ve) sen neden hoşlanırsan o şeyi Genç kız İnanna getireceğim sana. Sıra İbrani mitoslarını incelememize geldiğinde, Kain ile Habil mitosunun bugünkü biçiminin temelinde, birçok eski mitos katmanının yattığını göreceğiz; dolayısıyla, Dumuzi nin çiftçi tanrının armağanlarının hiçbirini kabul etmemesinin, Yehova nın, Kain in tarım ürünlerinden oluşan adaklarını reddetmesinin temelini oluşturmuş olabileceğini söyleyebiliriz Sumer - Akad Gılgamış Mitosları Akad mitolojisinde önemli bir kişilik, Gılgamış Destanı na göre üçte ikisi tanrı, üçte biri insan olan Gılgamış tır. Ancak, Gılgamış aynı zamanda Sumer mitolojisinin bir kahramanı olup Kramer in çevirileriyle alınan üç Sumer metninde, Gılgamış ile ilgili episodların anlatımları bulunmaktadır. Burada, Sumer kral-listelerinde, Gılgamış ın, Sumer tarih hesaplamasına göre Tufan dan sonra [Sumer i] yönetmiş ikinci hanedan sayılan Erek hanedanının beşinci kralı olarak göründüğünü belirtmeliyiz. Gılgamış ile ilgili metinlerin Gılgamış ile Agga adını taşıyan birincisi, erken dönem Sumer kent devletlerinin birbirleri üzerinde egemenlik kurma amaçlı çatışmalarını yansıtmaktadır. Bu metinde, Erek kralı Gılgamış ile Tufandan sonraki birinci hanedan olan Kiş hanedanının son kralı Agga arasındaki çatışmanın öyküsü bulunmaktadır. Çoğu satırının anlamının çözülmesi kolay olmamakla birlikte, şiir, Agga nın, Erek kentinden kendisine boyun eğmesini istediğini, Gılgamış ın bu isteğe karşı direndiğini Agga nın Erek kentini işgalini ve iki 26 HOOKE, age. s

43 35 kralın sonuçta uzlaştıklarını anlatıyor görünmektedir. Tanrıların olaya herhangi bir karışmalarının bulunmadığına göre, metin, kesin ve dar anlamıyla Sumer mitolojisinin bir parçası sayılamaz; buraya alınmasının tek nedeni, Gılgamış kişiliğinin Sumer kaynaklarından alınmış olduğunu gösteren bir kanıt oluşturmasındandır. 27 Söz konusu ikici metin, Gılgamış ve Diriler Ülkesi diye adlandırılmış olup, içinde, daha sonra ele alacağımız Akadca Gılgamış Destanının oluşturulmasında yararlanılan mitos malzemesinin bulunduğu besbellidir. Teması, çoğu Yakındoğu mitolojisinin temelini oluşturan bir motif olan ölümsüzlük ardında koşmadır. Bu metnin içeriğini oluşturan öğeler, yukarıda sözü edilen Akadca Gılgamış Destanı na alınıp orada daha eksiksiz olarak geliştirildiğine göre, burada kısaca özetlemek yetecektir. Ölümün insanı her yerde yakalayabilmesi gerçeği karşısında bunalan ve kendisinin de onun elinden kurtulamayacağının bilincine varan Gılgamış, Diriler Ülkesi denen ülkeyi aramaya karar verir. Gılgamış ın, Akadca Gılgamış Destanı hakkında daha fazla şey öğreneceğimiz dostu ve hizmetçisi Enkimdu, kendisine, bu serüvene girişmeden önce güneş-tanrı Utu ya danışması öğüdünde bulunur. Utu ilkin, böyle bir serüvenin tehlikelerinden söz ederek Gılgamış ı uyarmak ister; ama daha sonra, yedi dağı aşmasında ve dev Huvava nın oturduğu sedir ormanı olduğu anlaşılan hedefine ulaşmasında, ona yardımcı olur. Gılgamış ve Enkimdu, yaptıkları, hazırlık niteliğinde, anlamları bulanık bazı işlerden [büyülerden] sonra, devin kafasını keserler. Tablet bu noktada kopuk olup metinde kesintiye uğramıştır. Bu metnin önemi daha çok, Sumerlilerin ölüm sorunu üzerinde kafa yormuş olduklarını göstermesinde ve Babilonyalıların, mitosun, Akadca biçiminde sunulan Gılgamış öyküsünün tamamında kullanacakları malzemeyi aldıkları kaynağı oluşturmasında yatmaktadır HOOKE, age. s HOOKE, age. s. 46

44 36 Gılgamış ın Ölümü biçiminde adlandırılmış bulunan üçüncü fragment, ölüm temasını ve ölümsüzlüğe kavuşma çabasını daha da geliştirerek işlemektedir. Burada Gılgamış, bir düş görmüş ve düşü tanrı Enlil tarafından, tanrıların insanlara ölümsüzlüğü esirgedikleri, ama kendisine ün, zenginlik ve savaşta başarı bağışladıkları biçiminde yorumlanmış biri olarak gösterilir. Şiirin ikinci bölümü, ölenin ardından yapılan bir ritüeli anlatır görünmektedir. Sumerler, eski Mısırlılar gibi, bir kralın ölümünde kralın eşlerini ve saray çevresini kurban etmiş olabilirler; metinde Gılgamış ın öldüğü yolunda açık olmayan bir değinişte bulunuluyor gibidir ve metin, onu övgülere boğan bir şarkıyla bitmektedir. Burada Sumer mitolojisini bırakıp Akad mitolojisine, yani, daha önce belirtildiği gibi, çoğu Sumer malzemesine dayandırılan Asur-Babilonya mitolojisine geçebiliriz. Şurası akıldan çıkarılmamalıdır ki, Sumerlileri yenip Sumer i fetheden Sami fatihler, Sumer çiviyazısını benimserken, bu yazıda, Sumerce ye hiçbir noktada benzemeyen bir Sami dilini (Akadcayı) yazabilmelerine olanak verecek uyarlamaları yapmışlardı. Dolayısıyla, Sumer panteonunun Babilonyalılarca ve Asurlularca benimsenen tanrılarının birçoğu, Akad mitolojisinde Sami adlar altında görünürler. İnanna nın adı İştar olur, Utu Şamaş olur; ay-tanrı Nanna Sin olur; bununla birlikte, tapınak adlarının ve ritüel terimlerinin birçoğu Sumerce biçimleriyle alı konmuştur. Latince nin, kilisenin ayin dili olarak kalmasına ve bugün bile ayin dili olarak varlığını sürdürüyor olmasına benzer biçimde, duaların ve afsunların birçoğunun, ölü dil durumuna düşmesinden çok sonraki tarihlere dek, rahiplerce, dinsel ritüel ve ayin dili olarak kalan Sumer mitoslarının Akadca biçimleri, hem Sami egemenliğinin siyasal koşullarda yarattığı değişiklikleri, hem de Sami fetihçilerin farklı düşünüş biçimlerini (mantalitelerini) yansıtmaktadır HOOKE, age. s. 47

45 37 C. SUMERLERDE DİN Sumerler M.Ö. üçüncü bin yılda, günümüz dünyası üzerinde, özellikle de Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamlık aracılığıyla silinmez izler bırakan dinsel fikirler ve tinsel kavramlar geliştirdi. Entelektüel düzeyde, Sumer düşünürleri ve bilginleri, evrenin kökeni ve içeriği [işleyiş tarzı] üzerine düşüncelerinin bir sonucu olarak, eskiçağda Yakındoğu nun büyük bölümünün temel akidesi ve dogması haline gelecek kadar yüksek bir inanç taşıyan bir kozmoloji ve teoloji geliştirdiler. Pratik ve işlevsel düzeyde, Sumer rahipleri ve kutsal kişileri, tanrıları hoşnut etmeye ve yatıştırmaya hizmet etmek kadar, insanoğlunun gösterişli tören ve gösterilere duyduğu sevgi için duygusal bir subab sağlamak üzere de ayinler, ritüeler ve törenlerden oluşan renkli ve çok çeşitli bir toplam geliştirdiler. Sumer saz şairleri ve ozanlarıyla onların daha sonraki mirasçıları olan edubba şairleri ve yazıcıları eskiçağ Yakındoğu sunun kesinlikle en zengin mitolojisini geliştirdiler; bu mitoloji, tanrıları insan boyutuna indiriyor, fakat bunu anlayışla, saygıyla ve her şeyden önce de özgün ve yaratıcı bir şekilde yapıyordu. Bilimsel açıdan, Sumer filozof ve düşünürlerinin elinde, evrenin içeriği ve işleyiş tarzıyla ilgili olarak yararlanabilecekleri ancak en temel ve yüzeysel fikirler bulunuyordu. Sumerli öğretmenlerin ve bilgelerin gözünde evreni belli başlı öğeler (sözcüğün dar anlamıyla) gök ve yeryüzü idi; nitekim evren için kullandıkları terim, gök-yer anlamında bileşik bir sözcük olan an-ki ydi. Dünya düz bir disk şeklindeydi; üzerinde çok geniş bir boşluk bulunuyordu; bu boşluksa kubbe biçiminde katı bir yüzeyle kaplanmıştı. Bu göksel katı maddenin ne olduğu hala belli değildir; Sumercede kalay için kullanılan terimin gök metali olmasına bakılırsa, bu madde kalay olabilirdi. Gök ile yeryüzü arasında lil adını verdikleri bir madde olduğunu kabul ediyorlardı; bu sözcüğün yaklaşık anlamı rüzgâr, hava, nefes, ruhtur. Görünüşe göre bu maddenin en önemli özelliği hareket ve yayılımdır; bu nedenle, kabaca bizim atmosfer terimimize karşılık gelmektedir. Güneş, ay, gezegen ve yıldızların

46 38 atmosferle aynı maddeden yapılmış, ama ek olarak parlaklık niteliği verilmiş olduğu kabul ediliyordu. 30 Sumerli düşünürlere açık ve su götürmez gerçekler olarak görünen evrenin yapısıyla ilgili bu temel kanunlardan uygun bir kozmogoni geliştirdiler. Başlangıçta ilksel denizin olduğu sonucuna vardılar; denizi ilk neden ve ana harekete geçirici olarak gördükleri ve uzay ve zamanda denizden önce ne olduğunu kendilerine asla sormadıkları anlaşılmaktadır. Bu ilksel deniz içinde, kubbeli bir göğün düz yerin üstüne konup onunla birleşmesinden oluşan evren, gök-yer bir biçimde doğmuştur. Aralarında, yerden göğü ayıran, hareket eden ve genleşen atmosfer vardır. Bu atmosferin dışında parlayan cisimler - ay, güneş, gezegenler ve yıldızlar- biçimlenmiştir. Gök ile yerin ayrılmasının - ve ışık veren göksel cisimlerin yaratılışının- ardından bitki, hayvan ve insan yaşamı varlık bulur. 31 Sumerli teologların varsayımına göre, bu evrenin işlemesini sağlayan şey, biçim olarak insana benzeyen, fakat insanüstü ve ölümsüz olan, ölümlülerin gözüne görünmeksizin, kozmosu iyi hazırlanmış planlara ve uygun yasalara göre yönlendiren ve denetleyen bir grup canlının oluşturduğu panteondu. Gök, yer, deniz ve hava gibi büyük âlemler; güneş, ay ve gezegenler gibi belli başlı gök cisimleri; rüzgâr, fırtına ve kasırga gibi atmosfer güçleri ve nihayet yeryüzündeki ırmak, dağ ve ova gibi doğa varlıkları, kent, devlet, hendek, kanal, tarla ve çiftlik gibi kültürel varlıklar ve hatta kazma, tuğla kalıbı ve saban gibi aletler ki bunların her biri insan biçimli, fakat insanüstü olan, eylemlerini yerleşik kurallara ve düzenlemelere göre yönlendiren şu ya da bu varlığın sorumluluğu altında olarak görüyorlardı Samuel NOAH KRAMER, Sümerler, Kabalcı Yayınları, s.152, İstanbul Samuel NOAH KRAMER, Tarih Sümer de Başlar, Kabalcı Yayınları, s , İstanbul KRAMER, Sümerler, Kabalcı Yaynları, s , İstanbul 2002

47 39 Sumerler bu gözle görünmez, insan-biçimli ancak insanüstü ve ölümsüz varlıkların her birine Sumercede Dingir, bizim tanrı diye çevirdiğimiz sözcük deniliyordu. Bu tanrısal panteon nasıl işliyordu? Öncelikle, panteonu oluşturan tanrıların hepsi aynı önem ya da derecede olmadıkları varsayımı Sumerlere mantıklı geliyordu. Kazmadan ya da tuğla kalıbından sorumlu tanrı güneşten sorumlu olan tanrıyla boy ölçüşemezdi. Ne de hendek ve kanallardan sorumlu tanrıyla bütün topraklardan sorumlu tanrı aynı kefeye konabilirdi. Ve insanların devletinin siyasi işleyişiyle benzer biçimde, panteon un başında bütün diğerlerinin kralı ve yöneticisi olarak tanınan bir tanrının bulunduğunu kabul etmek doğaldı. Böylelikle Sumer panteonunun, başında kral olan bir topluluk olarak düzenlendiği düşünülüyordu. Bu topluluktaki en önemli gruplar, yazgıları belirleyen yedi tanrı ile büyük tanrılar olarak bilinen elli ilahtan oluşuyordu. Fakat Sumerli teologlarca panteon içinde yapılan daha önemli bir sınıflandırma, yaratıcı ilahlarla yaratıcı olmayan ilahlar arasındaki ayrımdı; bu düşünceye kozmolojik görüşlerinin bir sonucu olarak varmışlardı. Bu görüşlere göre kozmosu oluşturan temel öğeler gök, yer, deniz ve havaydı; bütün öteki kozmik görüngüler ancak bu âlemlerden biri yada diğerinin içinde var olabilirdi. Dolayısıyla, gök, yer, deniz ve havanın denetimini ellerinde bulunduran ilahların yaratıcı tanrılar olduğu ve bütün öteki kozmik varlıkları, hazırladıkları plan uyarınca bu dört ilahtan birinin yarattığı çıkarımını yapmak mantıklı görünüyordu. 33 Sumer de tanrıların ölümsüz olduklarına inanılmasına karşın yine de beslenmeleri gerekiyordu; ölümcül biçimde hastalanabiliyorlardı; dövüşüyorlar, yaralıyorlar ve öldürüyorlardı; belki kendileri de yaralanıp ölüyorlardı. Sumerli bilgelerimiz büyük olasılıkla, çok tanrılı dinsel sistemin doğasında var olan tutarsızlıkları ve çelişkileri çözmek amacıyla sonuçsuz kalan girişimlerde bulunarak birçok teolojik kavram geliştirmişlerdi. Fakat 33 KRAMER, Sümerler, Kabalcı Yayınları, s. 155, İstanbul 2002

48 40 elimizdeki malzemeye bakılırsa, bunları hiçbir zaman sistematik bir biçimde yazıya geçirmemişlerdir. Yüzlerce ilahtan en önemli dördü gök-tanrısı An, hava-tanrısı Enlil, sutanrısı Enki ve büyük ana-tanrıça Ninhursag dı. Tanrı listelerinin başında genellikle bu tanrılar yer alır ve önemli eylemleri birlikte yerine getiren bir grup olarak gösterilirdi; ilahi toplantılarda ve şölenlerde başköşede otururlardı. Gök-tanrısı An ın bir zamanlar Sumerler tarafından panteon daki en yüce hükümdar olarak kabul edildiğine inanmak için pek çok neden bulunmaktadır; ama yaklaşık M.Ö e kadar giden mevcut kaynaklarda, panteon un önderi olarak onun yerini hava-tanrısı Enlil almış gibi görünmektedir. An ın asıl tapınma mekânının bulunduğu kent devletine Erek deniyordu. Sumer de bin yıllar boyunca An a tapılmaya devam edildi, fakat giderek üstünlüğünden çok şey kaybetti. Panteon da oldukça belirsiz bir kişilik haline geldi ve daha sonraki zamanlara ait ilahi ve mitlerde adından pek söz edilmemeye başlandı; bu süre içinde onun sahip olduğu güçlerin çoğu tanrı Enlil e geçti. Sumer panteonunun büyük farkla en önemli ilahı, bütün Sumer ülkesinde ayinlerde, mit ve dualarda baskın bir rol oynayan hava-tanrısı Enlil di. Onun Sumer panteonundaki baştanrı olarak kabul edilmesine yol açan olaylar bilinmemektedir; fakat anlaşılabilen en erken kayıtlarda Enlil, tanrıların babası, göğün ve yerin kralı, bütün ülkelerin kralı olarak tanıtılmaktadır. Krallar ve hükümdarlar onlara ülkelerinin krallığını verenin, ülkelerini onlar için gönençli hale getirenin, kendi güçleriyle fethetmeleri için onlara bütün ülkeleri verenin Enlil olmasıyla övünürlerdi. Kralın ismini bildiren, ona krallık asasını veren ve kayırıcı bir gözle bakan Enlil di KRAMER, Sümerler, Kabalcı Yayınları, s.160, İstanbul 2002

49 41 Daha sonraki döneme ait mit ve ilahilerden Enlil in, kozmos un en üretici özelliklerinin planlanıp yaratılmasından sorumlu olan en hayırsever ilah olarak kabul edildiğini öğreniyoruz. Günün doğmasını sağlayan, insanlara merhamet eden, bütün tohumların, bitkilerin ve ağaçların topraktan çıkmasını sağlayan tanrı Enlil di; ülkeye bolluk, bereket ve gönenç getiren oydu. İnsanoğlunun kullanacağı tarımsal aletlerin ilk örnekleri olarak kazmaya ve sabana biçim veren oydu. Sumer baştanrılarının üçüncüsü, dipsiz derinlikten yada Sumerlerin deyişiyle abuz dan sorumlu tanrı Enki ydi. Enki bilgelik tanrısıydı ve yalnız genel planları hazırlayan Enlil in kararlarına göre yeryüzünü düzenleyen aslında oydu. Uygulamanın gerçek ayrıntıları becerikli, hünerli, gözü pek ve bilge Enki ye bırakılmıştı. Örneğin, Enki ve Dünyanın Düzeni: Yeryüzünü ve Kültürel Süreçlerinin Düzenlenmesi diye adlandırabileceğimiz bir mitte, uygarlık için elzem doğal ve kültürel görüngüleri oluşturmada Enki nin yaratıcı etkinlikleri anlatılmaktadır. Hiçbir yerde doğal yada kültürel süreçlerin temel kökenlerine inme çabasına rastlanmaz; bunlar Enki nin yaratıcı kudretine bağlanır, sözcüklere döküldüğünde yaklaşık ifade şudur: Enki yaptı. Yaratıcı teknik söz konusu olduğunda, tanrının sözü ve buyruğu dışında başka bir şey yoktur. 35 Yaratıcı ilahların dördüncüsü Ninmah, ulu hanım olarak da bilinen ana-tanrıça Ninhursag dır. Daha eski çağlarda bu tanrıçanın yeri herhalde daha üst sıralardaydı ve dört tanrı şu yada bu nedenle birlikte sıralandıklarında adı Enki den önce yer alıyordu. Adının kökeninin Ki den (yer) geldiğine ve onun An ın (gök) eşi olarak düşünüldüğüne inanmak için yeterli neden vardır; onlar bütün tanrıların anne babasıydılar. Ayrıca Nintu, doğuran hanım olarak da tanınıyordu. İlk Sumer hükümdarları kendilerini Ninhursag ın sürekli sütle beslediği diye betimlemeyi severlerdi. Ninhursag, bütün yaşayanların anası, seçkin ana-tanrıça olarak kabul edilirdi. Ona ait 35 KRAMER, Tarih Sümer de Başlar, Kabalcı Yayınları, s.125, İstanbul 1999

50 42 mitlerden birinde, insanların yaratılışında önemli bir rol oynar ve bir başkasındaysa, tanrıların cenneti Dilmun da yasak meyve motifine yol açan tanrısal bir doğum zincirini başlatır. Önde gelen bu dört ilaha ek olarak üç önemli göksel ilah daha vardı: Ay-tanrısı Nanna; Nanna nın oğlu güneş-tanrı Utu ve Nanna nın kızı tanrıça İnanna. yazgıları belirleyen yedi tanrı olarak anılan topluluk; An, Enlil, Enki, Ninhursag, Nanna-Sin, Utu ve İnanna nın oluşturduğu yedi tanrılık bu grup olabilir. Elli büyük tanrı nın isimleri hiçbir zaman verilmemiş olmakla birlikte görünüşe göre bunlar, An ın çocukları olan Anunna-tanrılarla, en azından bunların ölüler âlemiyle sınırlı olmayanlarıyla özdeştirler. Ayrıca İgigi adı verilen bir grup tanrı daha vardı, ama bize ulaşan yazınsal metinlerde nadiren anılmalarına bakılırsa, bunlar görece küçük bir rol oynamışa benzemektedir. Sumerli düşünürlerin, dünya görüşlerine uygun olarak insana ve yazgısına pek aşırı bir güven duymadığını görüyoruz. İnsanın çamurdan yoğrulduğuna ve yalnızca tek bir amaçla yaratıldığına emindiler: İlahi etkinliklerini rahatça gerçekleştirsinler diye tanrılara yiyecek içecek ve barınak sağlayarak hizmet etmesi için. İnsanın yaşamı belirsizliklerle dolu ve güvensizlikle çevriliydi; çünkü amaçları kestirilemeyen tanrılarca kendisine biçilen yazgı önceden bilinemezdi. Kendi yazdıklarına göre Sumerler iyilik ve gerçeğe, yasa ve düzene, adalet ve özgürlüğe, doğruluk ve dürüstlüğe, bağışlama ve acımaya çok değer veriyor ve doğal olarak bunların tersinden, kötülük ve yalandan, yasa tanımazlık ve düzensizlikten, adaletsizlik ve baskıdan, günahkârlık ve sapıklıktan, zulüm ve merhametsizlikten de tiksiniyordu. Özellikle krallar ve yöneticiler sürekli olarak ülkede yasa ve düzeni kurmakla, zayıfı güçlüden ve yoksulu zenginden korumakla, kötülük ve şiddetin kökünü kazımakla övünürdü. Sumerli bilgelere göre tanrılarda etik ve ahlaksal olanı, etik dışı ve ahlakdışı olana tercih ediyordu ve Sumer panteonu nun hemen hemen bütün

51 43 büyük tanrıları kendilerine adanan ilahilerde iyilik ve adalet, doğruluk ve dürüstlük aşığı olarak yüceltiliyordu. Gerçektende temel işlevi ahlaksal düzeni denetlemek olan birçok büyük tanrı vardı. Görünüşe göre tıpkı yaşayanlar gibi ölülerde bir hiyerarşi içinde sıralanmıştı ve büyük olasılıkla en yüksek mevkiler, Gılgamış ve Ur-Nammu gibi özel kurbanlarla ilgilenmeleri gereken ölmüş krallara ve yüksek rahiplik görevlilerine ayrılmıştı. Ölüler âleminde her türlü kural ve düzenleme vardı ve ölüler âleminde oturanların doğru davranmasını sağlayan kişi tanrılaştırılmış Gılgamış tı. Her ne kadar ölüler âlemi insana karanlık ve kasvetli bir yer gibi gelse de bu yalnız gündüz için geçerliydi; gece olunca güneş buraya ışık getiriyordu. Ölülerin hepsine aynı yaklaşım gösterilmiyordu; güneş-tanrısı Utu ve bir dereceye kadar da ay-tanrısı Nanna ölüleri yargılıyordu ve eğer yargı lehineyse ölü kişinin ruhu herhalde mutlu ve hoşnut bir yaşam sürer, bütün istediklerini elde ederdi. Ne var ki, Sumerlerin ölüler âleminde iyiler ve hak edenler için bile mutlu bir yaşam umuduna fazla güven duymadıkları anlaşılmaktadır. Genel olarak Sumerliler, ölüler âlemindeki yaşamın, yeryüzündeki yaşamın kederli ve sefil bir yansımadan başka bir şey olmadığı kanısındaydı. 36 Bireysel adanmışlık ve kişisel dindarlık önemsiz olmakla birlikte Sumerlerin dünya görüşü dolayısıyla, dinlerinde egemen rolü ayinler ve ritüeller oynuyordu. İnsanoğlu tanrılara hizmet etmekten başka bir amaçla yaratılmadığı için en önemli ödevin bu hizmeti efendilerini hoşnut ve tatmin edecek bir şekilde yerine getirmek ve bu hizmeti mükemmelleştirmek olduğu açıktı. Kült merkezi kuşkusuz tapınaktı. İlk tapınaklardan biri, koruyucu tanrısı en azından daha sonraki zamanlarda Enki olan Eridu da ortaya çıkarılmıştır. Bu, her ne kadar dört metreye beş metre boyutlarında çok basit biçimli bir 36 KRAMER, Sümerler, Kabalcı Yayınları, s.180, İstanbul 2002

52 44 kutsal mekân da olsa, bin yıllar boyunca Sumer tapınağını karakterize eden iki özelliğe başından beri sahipti: Tanrının simgesi ya da heykeli için bir niş ve bunun önünde de kerpiçten bir sunak. Mezopotamya daki tapınak mimarisinin belirgin özelliği hem gerçek hem de simgesel anlamda gökteki tanrılarla yeryüzündeki ölümlüler arasında bir bağlantı olması amaçlanan Ziggurat ın ilk örneği olarak kabul edilir. Daha sonraları büyük kentlerdeki tapınaklar geniş yapı kompleksleri haline gelmişti. Nitekim Ur kentindeki Nanna ya adanmış olan Ekişhugal tapınağı, ziggurattın yanı sıra çok sayıda kutsal mekân, dükkân, ardiye, avlu ve tapınak görevlileri için konut alanlarını da içeren kabaca 400 x 200 metre ölçülerinde bir alanı kaplıyordu. En dikkat çekici yapı olan ziggurat, tabanının boyu 60 metre, eni 45 metre olan dörtgen bir kuleydi; yüksekliğiyse başlangıçta 20 metre kadardı. Bu tapınaklardan sorumlu olan rahiplerle ilgili olarak, görevlilerin isminden başka çok az şey biliyoruz. Tapınağın yönetsel başkanı sanga idi; büyük olasılıkla görevi tapınağın binalarını ve maliyesini düzen içinde yönetmek ve tapınak personelinin ödevlerini verimli bir şekilde yerine getirmelerini sağlamaktı. Tapınağın tinsel başkanı, tapınağın gipar adıyla bilinen bölümünde yaşayan en di. Görünüşe göre ayinlerin adandığı ilahın cinsiyetine bağlı olarak, erkekler kadar kadınlarda en olabilirdi. En in altında bir dizi rahip sınıfları vardı. Bunlar arasında guda, mah, işib ve nindingir bulunuyordu. Bu rahiplerin görevleri hakkında çok az bilgimiz vardır. Yalnızca işib in kutsal saçılardan ve arındırma törenlerinden sorumlu ve gala nın da bir tür tapınak şarkıcısı ve şairi olabileceğini biliyoruz. Ayrıca şarkıcılarla müzisyenlerden ve - özellikle İnanna ya adanmış tapınaklarda- çok sayıda hadımla tapınak cariyesinden oluşan büyük bir topluluk da bulunuyordu. Eski Sumer tapınaklarındaki kazılardan çıkarılan yönetimle ilgili çok sayıda belgeyle de kanıtlandığı gibi dinsel ayinlerde şu yada bu şekilde görev alanlara ek olarak, tapınak personeli arasında dindışı görevliler, işçiler ve

53 45 tapınağın çeşitli tarımsal ve ekonomik işlerini yürütülmesine yardımcı olan köleler de yer alıyordu. 37 D. SUMERLERDE ASTRONOMİ Güneşin doğuşu ve batışı, göz kırpan ya da akan yıldızlar, ayın hilalden dolunaya dönüşümü ve öteki göksel devinimler, eskiler için herhalde mucizevî olaylardı. Bu bakımdan göksel olayların büyük bir ilgiyle izlediler. Yıldızların ve yıldız oluşumlarının tanrılarla yâda doğaüstü güçlerle ilişkili olduğuna inandılar. Toplumsal yaşamdaki önemli olayların göksel olgulara ve oluşumlara bağlı olduğunu sandılar. Dinsel törenlerini göksel olgulara göre yaptılar. Görünüşlerini hayal ürünü yaratıklara benzeterek kimi takımyıldızları adlandırdılar. Gökcisimlerinin kısa süreli geri dönüşlerini temel alan bir takvim oluşturdular. Bu da ay takvimi oldu. Örnekse, gökyüzünde Sumerlerin en fazla ilgisini çeken göksel olay Güneş in özellikle Ay ın değişimiydi. Dolayısıyla çok önceleri Ay ın, bir hilalden öteki hilale dek geçen, tüm evrelerini kapsayan süre ile tanımlanan Ay takvimini kullandılar. Gözlemlerine göre bu süre kimi zaman 29, kimi zaman da 30 güneş günü oluyordu. Yılı 12 aya bölmüşlerdi. Sumerlerin on iki ay ayının beş ayını 29 gün ve yedi ayını da 30 gün kabul ettiklerini ve dolayısıyla bir ay yılını 355 gün olarak belirlediklerini görüyoruz. Ay takvimi güneş takvimine uymadığı için her yılın artan on gününü toplayarak üç yılda bir ay yılını 13 ay yapmaları da bu sanımızı doğrulamaktadır. 38 Gün kavramını da ilk kez geliştiren Sumerliler oldu. Sumerliler günü, gündüz ve gece olmak üzere ikiye ayırıyor ve 12 çift saate biru ya (yada donna) bölüyorlardı KRAMER, Sümerler, Kabalcı Yayınları, s.188, İstanbul Altay GÜNDÜZ, Mezopotamya ve Eski Mısır, Büke Yayınları, s.263, İstanbul Bir zaman sonra Eski Yunanlılar, Sumerlilerin gün kavramını nykhtemeron terimiyle adlandırmışlardır.

54 46 Bu bölümlerin her biri 30 alt bölüme, giş e ve alt bölümlerin her biri 60 a, ninda ya ve bu bölümlerin her biride gene 60 a bölünmüştü. Bu tanımlamaya göre her bölüm (biru ya da dona), günümüzün iki saati (=24 saat / 12), alt bölümler (giş ler) dört dakikası (=120 dakika / 30), alt bölümlerin 1/60 ı dört saniyeye (=240 saniye / 60) ve son bölümler de dört salisesi (=240 salise / 60) olur. Daireyi de bu yolla bölümlere ayırıyorlardı. Gün, güneşin batmasıyla başlıyordu. Ama M.Ö. 300 den sonra, müneccim Kidannu nun önerisine uyularak gece yarısı başlamasına karar verildi. Sumerliler ve Babilliler astronomide altmışlı, matematikte ise onlu ve altmışlı, sistemi birlikte kullanıyorlardı. Bu gün altmışlı sistemi saatlerde ve açı ölçümlerinde kullanıyoruz. 40 Mezopotamya da ilk çağlarda önemli kentlerin kendilerine özgü ay adları vardı. Hammurabi zamanında ise Nippur kentinin ay adları her yerde kullanıldı. Daha sonra Asurluların şu ay adları geçerli oldu; (1) nisanu, (2) ayaru, (3) simanu, (4) dumuzi, (5) abu, (6) elulu, (7) teşritu, (8) araksamma, (9) kislimu, (10) tebetu, (11) şubatu, (12) adaru. 41 Sumerlilerin yıldızlar üzerinde yaptıkları gözlemlerle, tarımsal işlemlere başlama zamanını önceden, büyük bir olasılıkla belirliyorlardı. Bu başarıyı yanlış anlayan yada yorumlayan Sumerliler, aynı yolu izleyerek kehanette bulunabilecekleri umuduna kapıldılar. Kimi kehanetler şöyleydi; Güneş ve Ay ayın on ikisinde birlikte görülürse kral hanedanı sona erecek, insanlar yok edilecek. Bu olgu ayın on üçünde olursa, ülkede huzursuzluk olacak; alış veriş duracak, düşman ayağı ülkeye girecek. Ay tutulması nisan ayında olursa yıkım olacak, kardeş kardeşi öldürecek; mayıs ayında olursa kral 40 GÜNDÜZ, age. s Bu ay adları Osmanlı İmparatorluğunun ve hatta Cumhuriyet Türkiye sinin ay adlarını etkilemiştir. Cumhuriyet sonrası kabul edilen Ekim, Kasım, Aralık ve Ocak ayları dışında kalan ay adları çeşitli kültürlerden gelmedir; Şubat ve Eylül, Akad dilinden; Mart, Mayıs ve Ağustos, Latince den, Nisan ve Temmuz, Sumer dilinden; Haziran, Aramice den gelmektedir.

55 47 ölecek, ama çocukları tahta çıkamayacak; temmuz ayında olursa ürün bol olacak. Dolayısıyla Sumer astronomisinin -gök cisimlerinin devinimlerini izlenmesinin- temel amacı astroloji oldu. Ama amacı ne olursa olsun, ister gaipten haber vermek, ister geleceği bilmek olsun, astrolojiyle ilgili araştırmalar, astronominin oluşmasına ve dolayısıyla matematiğin gelişmesine yol açtı. 42 Güneş saatleri: Sumerliler gündüz saatlerini belirlemek için sabit nesnelerin gölgelerinden yararlanıyorlardı. Kullandıkları ilk aygıt gnomon du; bu yatay bir zemine sabitlenmiş düşey bir çubuktu. Yalnız güneşin yükselimi sürekli değiştiği için, gölgenin uzunluğu ve doğrultusu, öğle dışında kalan aynı bir saatte günden güne fark ediyor; bu nedenle saatler, yalnızca yaklaşık olarak belirlenebiliyordu. Su saatleri: Gecenin ve gündüzün bölümlerinin belirlenmesinde kullanılan başka bir aygıtta su saatiydi. Bu saatlerde zaman dilimleri, ölçü çizgileriyle derecelenmiş kaplardan akan yada bu kaplara akıtılan suyun miktarıyla belirleniyordu. Sumerlilerin su saatlerinde zaman, ağırlıkla ölçülüyor; delikli bir kaptan akan suyun ağırlığı belirli bir zamanı gösteriyordu- iki birim ağırlıkta olduğu gibi. 43 Mezopotamyalıların güneş ve su saatleri yardımıyla gece ve gündüz uzunluklarının değişmelerini incelediğini tabletlerden öğreniyoruz. Bu konudaki bilginin Mezopotamyalılar için pratik bir kullanış şeklinin, gece ve 42 GÜNDÜZ, age. s GÜNDÜZ, age. s. 271

56 48 gündüz nöbetçilerine ödenen ücretlerle ilgili olduğu görülmektedir. Örneğin, uzun ve soğuk kış geceleri bu işi görenler, aynı mevsimin gündüz nöbetçilerine nazaran daha büyük ücretler almaktaydılar. Aynı suretle, uzun ve sıcak yaz günleri nöbetleri de yüksek ücretliydi. 44 Astronomi Mezopotamya da kozmogonik ve dini bir aşamadan matematiksel bir aşamaya sirayet etmiştir. Matematiksel şekliyle Mezopotamya astronomisi Helenistik çağ Yunan astronomisinin temelinde kalburüstü bir yer işgal eder. Mezopotamya astrolojisi genellikle bilimin ve astrolojinin matematikleşmesinde ön ayak olmuş, Yunan astrolojisi aracılığıyla bilim tarihine olağan üstü bir etki yapmış ve çok önemli bilimsel düşünce akımını uzun vadeli bir şekilde etkilemiştir. Çünkü bilimin matematikle temellenmesi geleneğinde astronominin bir örnek ve ilham kaynağı olarak, önemli bir tarihi role sahip olduğu söylenebilir. Mezopotamya da bilimin doğuşunda genel olarak kehanetin, yani gelecek olayları önceden belirlemenin yada tahminin önemli bir yeri olduğu görülmektedir. Kehanetlerde bulunmada en önemli yeri astroloji işgal etmektedir. 45 Gökte astroloji bakımından üç önemli kuşak ayırt ediliyordu. Bunlardan biri Anu, yani ekvator bölgesi, diğerleri de yengeç kuşağı Enlil ve oğlak kuşağına karşılık gelen Ea idi. Bu bölgeler gezegenlerin yerlerinin astrolojik bakımdan anlamlandırılmasına ve yerlerinin belirlenmesine yarıyordu. Gezegenlerin gökte muayyen bir zamanda işgal ettikleri yerden başka, hareket tarzları da dikkate alınıyordu. Örneğin, herhangi bir gezegenin gökte belli bir bölgede bulunması kadar, onun diğer gezegenlerden belirli bir tanesine yaklaşmakta yada ondan uzaklaşmakta olması astrolog için önemli bir olay sayılıyordu. 44 SAYILI, age. s SAYILI, age. s. 323

57 49 Mezopotamya astrolojisi tutulma düzlemi kuşağı dışına çıkarak göğün diğer bölgelerindeki bazı yıldızlarında astroloji alanı içine almaktaydı. Bu astrolojinin temsil ettiği görüşe nazaran gök ile yerin çeşitli bölgeleri arasında karşılıklı münasebetler vardı. Muayyen yıldız kümeleri yeryüzündeki belirli mevkileri temsil ediyor, onlara karşılık geliyordu. Ayın yüzü de aynı suretle, Mezopotamya ve civarındaki ülkeleri temsil etmek üzere çeşitli kısımlara bölünüyordu. Astroloji, geleceğin göklerden okunmasından ve bu münasebetlerden de faydalanmaktaydı. Bütün gök cisimleri arasında astrolojik açıdan en önemlisi işaret ettiği anlamlar bakımından bütün diğer gök cisimlerine nazaran hâkim durumda olan Ay idi. Ay ın bu büyük öneminin birinci sebebi şüphesiz ay ve güneş tutulmalarının astrolojide işgal ettiği önemli yerden ileri gelmekteydi ve bundan ötürü Mezopotamya astrolojisine göre ay, korku ve dehşet veren bir gök cismiydi 46 Olayların akışına ilave olarak zaman faktörü de mevcuttu. Ay ile gün ve gecenin muhtelif saatleri uğurlu yada uğursuz sayılıyordu. Astrolojik olayların yorumlanmasında zamanın bu rolü çeşitli ülkelere göre değişiyordu. Bir ülke için uğurlu olan bir zaman, komşu bir ülke için uğursuz olabiliyordu. Bunlar dışında meteorolojik olaylardan, fırtınalardan, bulutlardan, şimşek ve yıldırımlardan astrolojik yargılardan faydalanmaktaydı. Mezopotamyalıların inancına göre gökler tanrıların mekânıdır. Yıldızlarla yıldız kümeleri tanrıları, gökyüzündeki olaylar da tanrıların faaliyetlerini temsil ediyordu. Böylece astronomi gibi astrolojide dini unsurlarla ve mitolojiyle karışmış durumdaydı. Gelecek hakkındaki çeşitli tahminleri temelendiren tefferuat noktaları bir tarafa bırakılırsa, geniş bir tanımla, astroloji, tanrılarla da ilişkili olarak gök âleminde hüküm süren bir nizamı ortaya koyma ve bu nizamı yeryüzü olaylarında da yansıtma çabası şeklinde 46 SAYILI, age. s. 325

58 50 nitelenebilir. Sumer de astroloji ile mitolojik ve dini astronomiyi birbirinden ayırt etmek pek kolay değildir. 47 Sumerlerin bu alanda yaptıkları çalışmalar sonucu ulaştıkları bilimsel bilgiler, günümüz astronomisinin temelini oluşturmuştur. E. SUMERLERDE TIP Eskiler, toplum içinde birtakım kimselerin ilişki kurdukları doğaüstü güçlerin dostluğunu kazandıklarını ve bunların gücünden yararlanarak kimi insanlara kara büyü yaptıklarını; insanların ağızlarını ve dillerini bağladıklarını, dostları birbirine düşürdüklerini sanıyorlardı. Bunlar kara büyücülerdi, cadılardı. Mezopotamya ve Eski Mısır da kara büyü yapanlar ölümle cezalandırılırdı. Mezopotamyalıların inancına göre, yedi kötü yedi de iyi cin vardı. Kimi insanların (nazar) yada parmakla dokunması da kötü cinler gibi insanlara zarar verebiliyorlardı. Örnekse bir Mezopotamya tabletinde kötü bakışların insanlara verdiği zararlar şöyle dile getirilmişti: Ey göz! Ey göz! Düşman göz! / O kadının gözü, o erkeğin gözü! / O komşunun gözü! O düşmanın gözü! / Ey göz! Sen bir eve girince fırındaki çanak çömleği tuz buz edersin! / Sen gemicinin gemisini parçalarsın! / Güçlü öküzün boyunduruğunu, koşan eşeğin bacağını kırarsın! / Usta dokumacının tezgâhını parçalarsın! / İyi geçinen kardeşlerin arasını açarsın! / Defol göz, defol göz! / Yedi nehirden, yedi kanaldan öteye, yedi dağdan ileriye git! Göz! Kendi sahibinin yüzünde çanak gibi parçalan!. Bu inançlarla yetişen Mezopotamyalılar hastalıkların, habis ruhların insana sahip olmasından, kötü cinlerin insan vücudunu zaptetmesinden kaynaklandığına inanıyorlardı. Bugün de bazı topluluklarda aynı inanışın geçerli olduğunu görüyoruz. Kötü ruhların insan vücudundan kovulmasını sağlayacak olan ise sihirdi, akbüyü idi. Bu nedenle eski çağlarda, tıp kuramının ve dolayısıyla hekimliğin özü sihir 47 SAYILI, age. s. 327

59 51 oldu. Hastalıkların sihirle yada okuyup üfleme yoluyla -efsunla- tedavisine ilişkin bu skolâstik gelenek, yüzyıllar boyunca tıp okullarında etkisini sürdürdü. Bununla birlikte eski hekimler, hastalıkları, sihrin yanı sıra iksirlerle ve kimi durumlarda da cerrahi müdahalelerle iyileştirmeye çalıştılar. Sumerler, hastalıklara ilaçlara ve hekimlik deneyimlerine ilişkin bilgileri, M.Ö li yıllarda hatta daha öncesinde yazıya dökmüşlerdi. 48 M.Ö. üçüncü bin yılın sonlarına doğru yaşamış olan isimsiz bir Sumerli hekim, meslektaşları ve öğrencileri için en değerli tıbbi reçetelerini bir araya getirip kaydetmeye karar verdi. Islak topraktan 16 santim uzunluğunda 9,5 santim genişliğinde bir tablet hazırladı, kamış kalemin ucunu eğik biçimde yonttu ve zamanın çivi yazısıyla gözde ilaçlarının bir düzinesini tablete kaydetti. İnsanlığın bilinen en eski tıp elkitabı olan bu kil belge, bir Amerikan kazı ekibince ortaya çıkarılıp Philadelphia Üniversite Müzesine götürülünceye değin dört bin yılı aşkın süre Nippur kalıntıları altında gömülü kalmıştır. 49 Mezopotamyalıların inancına göre hastalık yukarıda belirttiğimiz gibi, şeytanın yada karanlık güçlerin işiydi. Dolayısıyla tıbbın temeli kötü ruhların sihirle ve ayinle kovulmasıydı. Gene de bu eylemler sırasında, çoğu zaman çeşitli lapalar, merhemler ve iksirler kullanılıyor ve kimi zaman da hastaya masaj yapılıyordu. İlaçların yapımında da - bu gün alternatif Çin tıbbında olduğu gibi- bitkisel, hayvansal ve madensel maddeler kullanılıyordu. Bitkilerin kökleri, sapları, filizleri, dalları, yaprakları, çiçekleri; ağaçların kabukları, reçineleri, usareleri, kozalakları ve benzerleri. İnsan ve hayvan kemikleri, domuz başı, fare dili, tilki ve aslan tüyü, geyik boynuzu, sarı inek kulağı, sığır ve domuz eti, tavuk kanı ve gözü, kaplumbağa kabuğu, baykuş kanadı Alçı, kireç, kükürt, arsenik, demir oksit, civa, şap, sarı çamur, ırmak kumu ve doğal su. Bu maddelerin tümü, olduğu gibi değil, kurutma, ufalama, 48 GÜNDÜZ, age. s KRAMER, Tarih Sümer de Başlar, Kabalcı Yayınları, s. 86, İstanbul 1999

60 52 dövme, öğütme, suda yada sütte yada bir arada eritme ve kaynatma gibi işlemler uygulanarak hazırlanıyordu. 50 Mezopotamya da tıp resmen bir rahip sınıfının elindeydi. Yahut da doktorların statüsü rahiplerin statüsüne benzer bir mahiyet taşıyordu. Daha doğrusu, belki de doktorlar rahip sınıfının statüsüne sahip bulunuyordu. Bu anlamda, tedavi yapan üç rahip sınıfı vardı. Bunlardan bir tanesi kâhinler sınıfıydı ve baru adını taşıyordu. Doktor olan baru ların vazifesi diyagnoz (teşhis, tanı) ve prognoz (ön teşhis) yapmaktı. Fakat anlaşıldığına göre, onların faaliyeti sadece tıbbın sınırı içinde kalmıyordu. Başka bir deyimle, kâhinler, daha geniş bir anlamda gelecekten haber verme görevini yüklenmişlerdi. Üçüncü sınıf ise A-zu veya A-su adlı rahip veya doktorlardı. Bunların ihtisası tedaviydi ve faaliyetleri tamamen tıp sahası içinde bulunuyordu. Böylece, gerçek manasıyla doktor olan sınıf bu sınıftı. 51 Mezopotamyalılarda sihirle tıp için ayrı kelimeler vardı. Birincisine asutu, ikincisine aşiputu deniyordu. Böyle ayrı ayrı iki kelimenin mevcudiyeti tıbbın sihirden ayrı ve müstakil bir kimliğe sahip olduğu izlenimini destekleyen bir delil olarak kabul edilebilir. Mezopotamyalılar hayatın özünün su olduğuna inanıyorlardı. Suyun sihirde ve kâhinlikte önemli rolü vardı. Sumer de hekimler, anlamı suyu tanıyan kimse olan a-zu sözcüğüyle adlandırılıyordu. Bu nedenle su tanrısı, aynı zamanda, hekimliğin tanrısı kabul edilmişti. Yaratıcı tanrı, insanı su ve topraktan yaratmış, insanın çamurdan bir modelini yapmış, sonrada bunun içine hayat soluğunu üflemiş ve ona hayat vermişti. A-zu nun bir manası da rüyaları yorumlayan kimse olarak kabul ediliyordu. Doktorlara verilen bir başka ad da yağları tanıyan kimse anlamına geliyordu. Yağlarında Mezopotamyalılarca büyük bir önem taşıdığı anlaşılmaktadır. 50 GÜNDÜZ, age. s SAYILI, age. s. 413

61 53 Organik faaliyet bakımından Mezopotamyalıların kalbe ve kana önem vermiş oldukları anlaşılıyor. Hayatla ilgili fonksiyonların en önemli merkezi ise onlara göre karaciğerdi. Başka bir deyimle, Mısırlıların kalbe verdikleri değeri Mezopotamyalılar karaciğere atfediyorlardı. Daha sonra Yunanlıların kan damarları sisteminin merkezini hem kalp ve hem de karaciğer olarak kabul etmeleri, onlarda belki de bu Mısır ve Mezopotamya görüşlerini birleştirmiş olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Ortaya çıkarılan tabletlerin bazılarında Sumerli hekimlerin sihirli sözlere ve büyüye başvurmaması ilginçtir. M.Ö üçüncü binyıla ait bir tablette tanrıdan yada cinden bahsedilmemektedir. Bu Sumer de hastalıkları iyileştirmek için büyü ve cin çıkarma ayinlerinin bilinmediği anlamına gelmez. Tam tersine Sumerler, daha sonraki Babilliler gibi, birçok hastalığı hastanın bedenindeki zararlı cinlere bağlıyorlardı. Bu cinlerden yarım düzinesinin adı, Bau, Ninisinna ve Guala adlarıyla da bilinen Sumerlerin yüce hekimi diye nitelenen tıp sanatının baş tanrıçasına adanmış bir Sumer ilahisinde geçmektedir. Buna karşın şimdiye değin gün ışığına çıkarılan en eski tıp metni sayfa sı olan bu kil tablette mistik ve usdışı öğelere yer verilmemesi büyü dışında ve ondan bağımsız bir tıbbın mevcut olduğu fikrini haklı gösteren bir delildir. Sumerlerin bitkisel ilaçları arasında; tahıl, sebze, ağaç kısımları, baharat, çeşitli sakızlar ve yabani bitkiler yer almaktadır. Bitkilerin kök, kabuk, yağ ve odun gibi kısımları tedavi maksadıyla kullanılmaktaydı. Daha sonraları Akad larda olduğu gibi Sumerlerde de biranın birtakım ilaçların eritilmesi için bir ortam olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu metot gerek dâhilen gerek haricen kullanılan ilaçlarda tatbik yeri bulmaktadır. Sumerli hekimlerin reçetelerindeki, ilaç dozajları yada karışımlara giren maddelerin miktarları, genellikle açıklanmadığı dikkat çekmektedir. Bunun iki izahı olabilir, bunlardan ilki; bu dozajları yada karışımları eczacıların

62 54 belirlemesi, diğeri ise; hekimlerin meslek sırlarını açıklamak istememesi şeklinde düşünebiliriz.

63 55 BÖLÜM II ASUR - BABİLDE FELSEFİ DÜŞÜNCE A. Asur - Babil Şöhret ve sevinç bahşedilen Babil Göklerin kudreti Babil Tuğlası kadim Babil Tanrıların kralının şehri Babil Şatafatı tükenmeyen Babil Halkına barış getiren Babil Hakikatin ve adaletin şehri Babil Tanrıların buluştuğu yer Babil Gökle aşağı dünya arasındaki bağı kuran şehir Babil Düşmanlarını yok eden şehir Babil Marduk un evi Babil Tanrının ve insanın yaratıcısı Babil Kanunları derleyen Babil Krallığı kuran Babil Bilgeliğe kavuşmuş Babil Kutsal şehir Babil Ülkelerin bağı Babil Babil in itibarı o devrin şehirleriyle karşılaştırılamayacak kadar yüksekti; M.Ö. II. Yüzyılın sonunda şehrin bilgeleri tarafından Babil e ithaf edilen 51 özellik ve işlevlerinin en başında onun şanı geliyordu. Dünyada hiçbir şehre onun kadar imrenilmedi ve hiçbir şehirden ondan çekinildiği kadar çekinilmedi, hiçbir şehir bu kadar hayranlık ve saygı uyandırmadı, hiçbir şehir bu kadar sık yıkılıp yeniden inşa edilmedi. Babil in binalarının yapısı ve nüfusunun hayat biçimi ilkçağ Yakındoğu tarihinin büyük hükümdarlık dönemleriyle biçimlendi. Her kuvvetli hükümdar, dost yada düşman, onu fethetmek ve onu güzelleştirmek yada yıkmak üzere üstünde kendi izini bırakmak istedi. Babil medeni dünyanın üstünde parlayarak, tüm Mezopotamya nın manevi ve zihinsel kalbini teşkil ediyordu. Şehri yaratan, kaosun güçlerine karşı galip gelen ve evrenin düzenleyicisi olan Tanrı Marduk tan gücünü alan Babil, dünyanın evrensel merkezi ve uyum simgesiydi. Bu kozmik özellik, şehrin tüm mimari ve dekoratif anlayışına şekil verdi. Babil in iki niteliği, bir diğer deyişle gerçek ve gizemli yapısı ona son

64 56 derece farklı bir çizgi ve onun zaman içindeki varlığının ötesinde, bugüne kadar süren devamlılığını sağladı. 52 Şehrin olağandışı niteliği her şeyden önce adının kökeninde yatıyor. Çiviyazılarında, Akad dilinde yada M.Ö. II. Yüzyılda ölmüş olan ve her zaman asaletle kültürün dili olan ve özellikle saygın yerleri anlatmak için kullanılan Sumer dilinde Babilu (Babilli) kelimesi vardır. Babil Akadca nın Yunan versiyonundan geliyor; Tanrıların kapısı yada Tanrının kapısı anlamına gelen Babili/ilani, Sumercede de Ka-dingirra olarak kullanılıyordu. Bu isim, Sumerce den ve IV. bin yılın sonlarına doğru yazının keşfedilmesinden önce Güney Mezopotamya da konuşulan ön-fırat dilinden geliyor olabilir. Babil in adı, aynı zamanda, başka düşünsel yazılarda da geçiyor. hayatın beşiği ya da bereketin beşiği anlamına gelen Tintir adının varlığı II. bin yılın başında kanıtlanıyor. II. bin yılın sonundan itibaren kent hala Şuanna diye anılıyordu. Gücü göklere çıkarıldı. Dini edebiyatta da, Babil, kutsal bir Sumer şehri olan Eridunun üzerine kurulduğu için oluşan benzerlikten bu kentin adıyla anılıyordu. Yine farklı bir biçimde şehrin adı kapı +60 simgesiyle de yazılabiliyordu. Bu mükemmel sayı Sumerlerin tanrıyı belirtmek için kullandıkları altmışlı sayı sisteminden alınmıştı. 53 Kuşkusuz Babil, devrinin en etkileyici kentidir ama ne çok eski bir yerleşim merkezidir nede Mezopotamya uygarlığı karakteristik ve süreğen şeklini almadan önce önemli bir kenttir. Efsanevi Tufan dan önce Babil e krallık inmemiştir ve Babil Ülkesi yazıcılarının uzak geçmişe ilişkin kayıtlarında adı geçmez. Sumer (Mezopotamya nın en güney bölgesi) kent devletleri birbirleriyle kudret ve itibar için yarışırken, Babil önemsiz bir köydü. Gerçekte, yazının bulunmasından 1000 yıl sonra, sonradan Babil Ülkesini oluşturacak tarım köylerinin kurulmasından asırlar sonra, M.Ö. üç bin 52 Beatrıce ANDRE-SALVINI, Babil, Dost Kitapevi, s. 7, Ankara ANDRE-SALVINI, age. s. 8

65 57 yılsonlarına kadar adı bilinmemektedir. 54 Oysa eski dünyada Babil in en büyük rakibi olan Ninova nın geçmişi, tarihöncesi gölgelerinin arasına kadar izlenebilmektedir. Eski dünyada Babil in önemi, ilklerden olmasından değil, tarihle coğrafyanın hoş bir bileşiminden ileri gelmektedir. Babil, Mezopotamya da iki büyük nehrin, Dicle ile Fırat ın birbirine en fazla yaklaştığı bölgede yer alıyordu; dahası, alüvyon ovasının kuzey ucundaki konumu sayesinde, eski dünyanın en ünlü iki yolunu kontrol altında tutabiliyordu. Batı Anadolu dan gelip Asur ülkesi üzerinden güneybatı İran a ulaşan ana karayolu daha sonra Sardis den Susaya giden Ahameniş Kral yolu; olasılıkla 7. bin yıl kadar eski tarihlerde de kullanılıyordu- Dicle nin doğusunda ovanın kenarından geçmekteydi. Aynı zamanda, Horasan yolu doğal olarak Babil Ülkesi nde sona ermekteydi. Bu ayrıcalıklı ticari ve askeri konum, birbirini izleyen Mezopotamya hanedanları tarafından çok iyi değerlendirilip kullanılmış; böylece, birbirinden 80 km ara ile en dikkate değer tarihi başkentler dizisi kurulmuştur. Bunlardan birincisi olan Kiş, ilk krallık merkezlerinden biriydi. Onu Sargon ve ardıllarının kenti Agade, sonrada Babil kenti izlemiş; ardından Dicle kıyısındaki Seleukeia, Ktesiphon ve son olarak da Bağdat kurulmuştur. Coğrafi anlamda Babil Ülkesi, eski Mezopotamya nın güneyini tanımlamak için kullanılır ve kabaca, kuzeyde Bağdat tan güneyde Basra Körfezi ne kadar olan bölgeyi kapsar. Tarihsel olarak Babil Ülkesi terimi Birinci Babil Sülalesi altında 2. bin yılın başlarında ülkenin birleşmesini yansıtır. Çok erken dönemlerden itibaren bu toprakların kuzey kesimine Akad güneyine Sumer denirdi. Daha kuzeyde, özellikle de Musul (eski Ninova) bölgesindeki Yukarı Dicle Vadisinde daha sonra Asur Ülkesi olarak bilinen, Babil Ülkesinde yaşayanlarınsa Suburtu olarak adlandırdığı Mezopotamya bölgesi bulunuyordu. Babil ülkesi toprakları, Dicle ve Fırat nehirlerinin meydana getirdiği düz bir alüvyon ovasıdır. Tarım ürünleri yönünden zengin olmasına karşın, Babil ülkesi taş, kereste ve maden cevheri gibi önemli 54 Joan OATES, Babil, Arkadaş Yayınları, s. 9, İstanbul 2004

66 58 malzemelerden yoksundu. İnşaatlarda ve çömlek yapımında kullanılan, alüvyon ovasının bereketli çamurundan başka doğal kaynak yoktu bölgede. Dolayısıyla ticaret çok önemliydi ve çok erken dönemlerden itibaren Babil ülkesi ile Yakın Doğu nun diğer bölgelerini birbirine bağlayan geniş bir ticaret ağı oluşmuştu. 55 Sumer de uzmanlaşmanın gelişmesi, toplumun içsel farklılaşması, özellikle de tarım ve imalat ürünleri fazlasının toplanıp dağıtılmasını sağlayan toplumsal birimlerin gelişmesi, yetersiz çevre koşullarıyla ilişkilidir kaçınılmaz sonucu olmasa bile. Yerel büyüme ve refah için bu gibi teknolojik ve ekonomik gelişmeler gereklidir; bunlar aynı zamanda sadece günlük gereksinimlerin değil, gelişen lüks madde piyasasının da ihtiyaçlarını karşılamak ve karşılığında daha fazla mal ithal edebilecek ürünlerin üretiminde kullanılmak üzere hammaddelerin daha etkili yöntemlerle elde edilmesini sağlar. Ayrıca, Babil topraklarının düz ve açık olması toplumsal yalıtımı önlemiş, teknik olsun politik olsun, yeni fikirlerin çabucak yayılmasını sağlamıştır; hammaddenin bulunmayışı da politik düşünceyi etkileyen ve yayılmacılığı yüreklendiren dışa dönük bir bakış açısının gelişmesine yol açmıştır. M.Ö. 2. bin yılda Babil de başa geçen en eski sülale, Sami dilini (yani daha sonraki Arapça ve İbranice yle aynı aileden bir dil) konuşan ve kökleri Mezopotamya nın batısındaki çöl topraklarına dayanan bir halktan gelmektedir. Ama bu insanlar, Sumerce konuşan daha eski bir halka ait olan yerel Mezopotamya kültürünü tümüyle - eğitimi, dini, sanatı, mitolojisi ve edebiyatıyla benimsemiştir. Sumerce nin kutsal metinleri aşağı tabakalara anlaşılmaz kılınılarak daha gizemli bir havaya sokmak için Babil rahipleri tarafından zekice uydurulmuş şifreli bir yazı olduğu savı, bilim adamları arasında bir zamanlar destek bulmuştur. Ama şimdi biliyoruz ki, en eski çiviyazılı kayıtların yapıldığı dönemde Sumer deki en baskın soy Sumerlerdir. 55 OATES, age. s. 11

67 59 Tarih öncesi dönemlerin değişik Sumer kültürel ırklarını birbirinden ayıramazsak da, MÖ. 3. bin yılda Sumer nüfusunda Samice ve Sumerce konuşan yerleşik öğelerin her ikisinin de bulunduğundan kuşku yoktur. Özel isimlerin dilbilim incelemeleri güney Babil de Sumerce nin baskın olduğuna, kuzeye doğru Akadların varlığına işaret eder ama kişi adları - coğrafi adlardan farklı olarak etnik ilişkilerin su götürmez kanıtı olarak kabul edilmez çünkü moda oldukları için kullanılabilirler. Çoğunlukla Erken Sumer dönemi olarak adlandırılan dönemi gerçekleştiren Üçüncü Ur Sülalesi nin son kralları Sami adlar taşırken, ağırlıkla Akadca konuşulan bir bölge olarak kabul ettiğimiz Kiş te kralların adları Sumerce idi. Söz gelimi, M.Ö lerde yaşamış Kiş kraliçesi Ku-Baba Sumerce, yerine geçen oğlu Samice, onun ardından tahta geçen oğlu da, Sumerce ad taşımaktadır. 56 Mezopotamya bölgesi civar kavimlerin istilasına maruz bir bölge olduğundan, buraya sızan Sami kavimlerin nüfusu gitgide artmaktaydı. M.Ö yılına doğru Sami unsurlar etkin duruma gelmeye başlarlar. Sumer Erken Sülale krallarının en sonuncusu Lugal-zagesidir. Ancak krallığı uzun sürmemiş, yirmi yıllık başarılı bir hükümdarlıktan sonra yapılan bir savaşta Agedeli Sargon a yenilince Mezopotamyada Akad dönemi başlar. Mezopotamyada Sumerlerden sonra kurulan devlet Akadlardır ve bu devletin kurucusu da Agadeli Sargon dur. Sargon un asıl adını bilmiyoruz - meşru kral anlamına gelen bu adla doğmuş olamaz- ve bildiğimiz kadarıyla adı Sumerce bile olabilir. Ataları bizler için bir gizemdir ve sonraki nesillerin Sargon un adı etrafında geliştirdiği mitoloji sisleri arasında belirsiz bir hale gelmiştir. Bir Kiş rahibinin gayri resmi çocuğu olabilir (sepet içinde nehre bırakılmış çocuk konulu klasik efsanenin ilk örneğine Sargon da rastlamaktayız) Öykülerden birine göre, sepeti bulan bir sakanın oğlu olarak büyütülüp Kiş kralı Ur-zababa nın hizmetine girmiş ve kısa zamanda vezir olmuştur. O sıralarda Ummalı Lugal-zagesi güçlü bir hasım konumundaydı 56 OATES, age. s. 22

68 60 ama kuramsal olarak Sumer in hâkimi Kiş kentiydi. M.Ö dolaylarında Sargon, bir saray ayaklanmasıyla tahtı ele geçirmiş gibi görünüyor. Çok gıpta edilen Kiş kralı unvan ını aldıysa da, Sargon un bu kentte oturduğu kuşkuludur. Sargon un yeni başkenti Agade yi ne zaman kurduğu bilinmemektedir ama hanedanı, konuştuğu dil ve yaşadığı ülke adını kesinlikle bu kentten almıştır. Sargon ve ardıllarının, daha sonraki Mezopotamya tarihi açısından önemi tartışılmaz elbette. Ancak, onların hükümranlıkları sırasında ideoloji ve günlük politikada olan değişiklikler, ani bir dil değişikliğiyle öne çıkarılmış gibi gözükmektedir. Akadca ilk defa resmi yazıtların dili olmuş ve bu durum çoğunlukla etnik farkların gereksizce vurgulanmasına yol açmıştır. Akadlar kayda değer başarılar elde ettikleri halde, imparatorluklarının uç noktaları şöyle dursun Sumer deki kentleri bile kontrol edememişlerdir. Kıtlık perişanlık iç karışıklıklar ve dış istilalar sonucu Akad lar yıkılmıştır. Akad ların dış istilalar sebebiyle yıkılmasından bir müddet sonra Sumerliler yeniden siyasi hâkimiyeti ele geçirdiler. Sumer lerin bu ikinci siyasal egemenlik devresine Sumer Rönesans ı adı verilmektedir (yaklaşık olarak M.Ö ). Sumer Rönesans ı çağının sona ermesiyle Eski Babil devresi başlar Hamurabi gibi büyük devlet adamlarıyla ün kazanmış olan Eski Babil devri Milat tan önce takriben 1900 den 1650 ye kadar devam etmiştir. Hamurabi (M.Ö ) tahta geçtiğinde, Babil hala ufak ve önemsiz devletlerden biriydi. Çağın belgeleri, egemenlik bir merkezden diğerine geçtikçe değişen koalisyonlarda birleşen rakip krallıkların yarattığı istikrarsız bir ortamı tanımlamaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, Hamurabi ilk yıllarını iç idari işlere adamıştı. İkinci yarısında ülkeye adalet getirdi. Hamurabi devrinin ilk 30 yılında, askeri

69 61 seferlere işaret eden yalnızca üç yıl adı kayıtlıdır ve Babil onun egemenliğinin ancak ikinci yarsında büyük bir güç haline gelmiştir. Kuşkusuz dönemin baskın kişiliği Şamşi-Adad dır. Hamurabi yi daha tanınır hale getirense, yalnızca arkeolojik araştırmaların rastlantısal doğasıdır. Hamurabi ebedi bir ulus devleti kuramamışsa da, Babil ülkesindeki başlıca kent devletlerini yenip ülkeyi - kısa sürelide olsa- Babil kentinin egemenliği altında birleştirerek, sonraki iki bin yıl boyunca Mezopotamya tarihini etkileyecek bir politik sonuç elde etmiştir. Babil kenti neredeyse bir gecede krallık merkezi olmuş ve Yunanlılar Seleukeia yı kurana kadar bu durumunu rakipsiz olarak devam ettirmiştir. Babil dini merkez olarak varlığını ise M.S. 1. yüzyıla kadar sürdürmüştür ve gizemini de hala korumaktadır. Babil in ülke üzerinde daha sonraki hâkimiyeti, meşru krallık bahşedici olarak Nippurlu Enlil in yerini Marduk kültünün almasıyla ilgilidir. Ama bu dinsel değişiklik Hamurabi den çok sonra gerçekleşmiştir. 57 Hamurabi, döneminin simgesi olarak kalmıştır. Bugün sahip olduğu büyük kral ve kanun adamı şöhreti, kendine has özellikleri olmasının yanı sıra, döneminden kalan çiviyazılı belgelerin erken bulunmasına da bağlıdır. Ünlü yasalarının yazılı olduğu büyük dikme taş (stel), bir Elam kralı tarafından götürüldüğü Susa da, 20. yüzyıl başlarında Jacques de Morgan ın başkanlık ettiği Fransız kazı heyeti tarafından bulunmuştur. Eski Babilce yazılan bu upuzun ve tutarlı yazıt, modern öğrencinin bu dili öğrenmek için kullandığı standart metindir. Yasalar 2,25 m yüksekliğinde bazalt bir dikme taşa 49 sütun halinde kazınmıştır. Metin üç parçadan oluşur: incelikli ve ekseriyetle arkaik tarzda yazılmış önsöz ve sonsöz ve modern uzmanlar tarafından 282 yasaya ayrılan uzun bir orta kısmı vardır. Bu metnin ve hatta anıtın kendisinin, gerçek niteliği ve amacı çok tartışma konusu olmuştur. Gerçek anlamda bir yasa derlemesi olmadığı açıktır. Kapsamı 57 OATES, age. s. 71

70 62 geniş değildir ve hiçbir yerinde hükümlerini yerine getirecek özel hakim veya benzeri memurların yemini yoktur. Gelenek ve göreneklerin yazıya geçirilmesi mi, bir dizi yasal yenilik mi, yoksa değişiklik gerektiren konuların ele alınması mı (ya da bunların hepsinin toplamımı) kesin değildir. Aşağıdaki örnekte görüldüğü gibi, eğer şöyle olursa, o zaman şu ceza verilir biçiminde, her biri şart kipinde yazılmıştır: 1-Eğer bir kişi bir başkasını ölüm cezasına çarptıracak bir suçla itham eder ama kanıtlayamazsa, suçlayan kişi ölüm cezası alır Eğer bir kişi hırsızlık yapar ve yakalanırsa, o kişi ölüme mahkûm edilir. Hırsız yakalanmazsa, soyulan kişi bir tanrı huzurunda neler kaybettiğini resmen ilan eder ve hırsızlığın meydana geldiği kent ve kentin reisi, kaybolan malı kişiye tazmin eder Eğer bir kadın, diğer bir erkek için kocasının ölümüne sebep olursa, o kadın kazığa gerilir Eğer bir oğul babasını vurursa, eli kesilir Eğer bir avilum bir mar-avilum un [ avilum un oğlu ] gözünü çıkarırsa, onun da gözü çıkarılır Eğer bir avilum bir muşkenum un gözünü çıkarır veya kemiğini kırarsa, bir gümüş mina öder Eğer bir avilum kendinden yaşlı bir avilum un yanağına vurmuşsa, mecliste manda kuyruğuyla 60 defa dövülür Eğer bir inşaatçı bir avilum için yaptığı evi dayanıklı yapmamış ve sonuçta yapı çöküp sahibini öldürmüşse, inşaatçıya ölüm cezası verilir. Eğer ev sahibinin oğlunun ölümüne sebep olmuşsa, inşaatçının oğlu da öldürülür. 58 Sumer yasalarından ayrılan çarpıcı bir değişiklik, kesinlikle Amurru geleneği olan göze göz, dişe diş ilkesinin karşımıza çıkmasıdır. Ayrıca, 58 OATES, age. s. 79

71 63 avilum ile muşkenum 59 arasındaki statü farkı da yukarıdaki örnekte açıkça görülmektedir. Hamurabi nin bu dikme taşı yaptırma amacı sonsözde şöyle anlatılır: Bunlar büyük kral Hamurabi nin koyduğu adalet hükümleridir (dinat mişarim) Kuvvetlinin zayıfı ezmemesi, öksüz ve dula adil davranılması için, değerli sözlerimi dikme taşıma kazıttım ve Babil deki Adalet Kralı adlı heykelimin önüne diktirdim. Hamurabi Yasaları değil ama Babilce mişarum olarak bilinen yürürlükteki diğer yasalar hükümler, kesinlikle kanun kuvveti taşımaktaydı. Mişerum toplumsal ve ekonomik dertlere çare bulan, anıtların üzerine kazınmayıp sözel olarak açıklanan kısa vadeli önlemlerdi. Toplumsal reform olarak, Sumer Urukagina nın 500 sene önceki ünlü metnini hatırlatan bu fermanlar, olasılıkla oradan alınmaydı. Mezopotamya daki Eski Babil den sonra dışardan gelen bir Hint-Avrupa kavmi olan Kas lar bir müddet egemenlik sağlamışlardır. M.Ö. 13. yüzyıldan itibaren Asurluların aşamalı bir şekilde hâkimiyetlerini kurduklarını görüyoruz. Asurlular Mezopotamyada Dicle kıyısında bulunan Asur şehri ve çevresinde yaşayan bir Sami toplulukken özellikle M.Ö sonrası doğubatı arasında global ticaretten faydalanarak gelişmiş ve topraklarını genişleterek ülkelerini imparatorluğa dönüştürmüş bir halktır. Asurlular ilkçağda Ortadoğu nun en büyük imparatorluklarından birinin merkezi olmuştur. Asurlular özellikle Anadolu da, Ticaret Kolonileri kurmuş, Anadolu ya yazıyı taşıyarak Anadolu da tarihi devirleri başlatmışlardır. Asur ülkesi, önceleri Babil e, M.Ö. 2. binyılın büyük bölümü boyunca Mitannilere 59 Avilum; Üst Sınıf Mülk Sahipleri. Muşkenum; Orta Sınıf. Vardum; Köleler

72 64 bağımlı kalsalar da M.Ö. 13. yüzyılda bağımsızlıklarını kazanmış ve Fırat a kadar topraklarını genişleterek buralara yerleşmişlerdir. Daha sonra Mezopotamya da, Anadolu nun güneydoğusunda, zaman zaman da Suriye nin kuzeyinde büyük güç kazanmışlardır. Asur tarihi, Eski, Orta ve Yeni Asur çağı olmak üzere üç bölümde incelenir. Eski Asur Çağı: Bu çağ M.Ö yılları arasındadır. Kral İllusuma (M.Ö. 2000) Asurluları müstakil bir devlete kavuşturdu. Kendisinden sonrada İrisum ve İkunum bağımsızlığı sağlamlaştırarak memleketi imar ettiler. Bunlardan sonra Asurlu Birinci Sargon, devletin sınırlarını doğuya doğru iyice genişletti ve Anadolu ile ticareti geliştirerek Anadolu da Ticaret Kolonileri kuruldu, çivi yazısı Anadolu ya taşındı. Orta Asur Çağı: Asur un siyasi ve kültürel bakımdan hayli değişik olan bir çağıdır. Asur kralı Asur-Uballit, eski Asur çağının sonlarında Babil ve Mitanni krallıklarının nüfuzu altında kalmış olan devletini bunlardan kurtardı. Hitit lerle birlik olup, Mitanni krallığını ortadan kaldırdı. Kendisinden sonra hükümdar olan Enlil-Narasis (M.Ö ), Adadnararis (M.Ö ), I. Salamannasar (M.Ö ), I. Tukulti Ninurta (M.Ö ) zamanlarında Asur büyümeye, yükselmeye devam etti. Ancak bir müddet sonra durgunluk devresine girdi. Bu devirde Babil le devamlı mücadele halinde olan Asur, Babil e vergi verir duruma geldi. Orta Asur çağı uzun bir süre devam etti. Yeni Asur Çağı: Bu çağda devleti idare eden hükümdarlar orta Asur çağından beri devam eden hanedanın soyundadırlar. Bunlar kısa aralıklar dışında imparatorlukları geliştirmişlerdir. Bu devir devamlı toprak kazanma ve savaşların olduğu bir devirdir. Bu zamanın ünlü kralı olan Asurbanipal zamanında savaşlar devam ederken kültür alanında büyük gelişmeler görüldü. Bu hükümdarın eski eserleri toplayarak meydana getirdiği kütüphane, birçok eserin günümüze kadar gelmesini sağladı. Ancak Asur un

73 65 bu ihtişamı kısa sürdü. Ülke Asurbanipal in ölümünden sonra Med, Babil ve diğer devletlerin hücumuna uğradı (M.Ö.612). Son defa toplanan Asur kuvvetleri Harran ovasında düşmanla olan mücadeleyi kaybederek yenildi ve imparatorluk tarihe karıştı. Asurluların dili eski Sami dilinin bir koludur. Kullandıkları çivi yazısını Samilerden önce Mezopotamya nın güneyine yerleşen Sumerlilerden öğrendiler. Asurlularda diğer Mezopotamya devletleri gibi Sumerden büyük oranda etkilenmiş edebiyat, sanat, mitoloji, din alanlarında Sumer etkisinde kalmıştır. Yine Anadolu da ticaret kolonileri kurup bu koloniler vasıtasıyla ticaret ağını geliştiren Asurlular yazıyı Anadolu ya götürmüş Anadolu da tarihi devirleri başlatmışlardır. Anadolu ile ilişkiler sadece ticari boyutta kalmamış Sumerlerin damgasını vurduğu Mezopotamya kültürünü medeniyetini sanatını da Anadolu ya taşımışlardır. Asur imparatorluğunun yıkılmasından sonra Mezopotamya da Yeni Babil Devri başlar. Yeni Babil imparatorluğunu Nabopolassar kurar. Yeni Babil İmparatorluğunun ömrü yüzyıldan kısa sürdü; M.Ö yılları arasında yaşadı ve Babil medeniyetinin doruk noktasına ulaştığı devri temsil etti. Günlük, M.Ö. 23 Kasım 626 günü Nabopolassar (Nabu-apla-uşur) Babil tahtına oturdu diyor. Her ne kadar tarihte ve efsanede oğlu II. Nabukadnezar tarafından gölgede bırakmış olsa da, M.Ö. 612 yılında İran lı Med lerle gerçekleştirdiği ittifak sayesinde Ninova yı ele geçirerek neo-asur imparatorluğuna son veren odur. Nabopolassar, Asur imparatorluğu nun büyük bölümünü kendi topraklarına dâhil ederek, Babil krallığını bir imparatorluğa çevirdi. Babil de başkentini güzelleştirmek ve savunmasını kuvvetlendirmek adına birçok büyük inşaat işine girişti. Büyük ihtimalle geçmişteki ünlü selefi I. Nabukadnezar ın anısına oğluna bu adı verdi. Babilce de Nabu-kudurri-uşur un anlamı, Ulu tanrı Nabu, mirasçı oğlu koru! demektir.

74 66 II. Nabukadnezar (M.Ö ) uzun süre tahtta kaldı ve bu süre içinde siyaset, hukuk, din ve ahlak alanlarında birçok şeyi gerçekleştirdi. Babil imparatorluğunu genişletmeye devam etti. Başkent Babili dünyanın bir harikası haline getirdi ve bu da krala, klasik yazarların aktardıkları türden olumlu bir şöhret getirdi. Yeni Babil Sülalesi nin kısa süren hâkimiyetinden sonra Mezopotamya Kurus tarafından fethedilmiş, yani Pers hâkimiyetine girmiştir (M.Ö ). Perslerden sonra Mezopotamya da İskender İmparatorluğu dönemi başlar. Mezopotamya, İskender in ölümünden sonra Generalleri arasında çıkan çatışmalar sonunda zaferi kazanan Selevkos bu bölgeye hakim oldu ve Mezopotamya da Selökid ler dönemi başladı. B. ASUR VE BABİL DE MİTOLOJİ Çoğu Sumer Malzemesine dayandırılan Asur-Babil mitolojisine bakarsak; Sumerleri yenip Sumer i fetheden Sami fatihler, Sumer çivi yazısını benimserken, bu yazıda, Sumerceye hiçbir noktada benzemeyen bir Sami dilini (Akadcayı) yazabilmelerine olanak verecek uyarlamaları yapmışlardı. Dolayısıyla Sumer panteonu nun Babil ve Asurlularca benimsenen tanrılarının birçoğu, Akad mitolojisinde Sami adlar altında görünürler. İnanna nın adı İştar olur, Utu, Şamaş olur; ay-tanrı Nanna, Sin olur; bununla birlikte, tapınak adlarının ve ritüel terimlerinin birçoğu Sumer ce biçimleriyle alı konmuştur. Hayal güçleri daha geniş olan yada daha analitik düşünen Sumerler bu tanrıların/tanrıçaların her birini, varlığını varlık sebebini ve işleyişini sorun olarak gördükleri dünyadaki büyük hakikatlerden biriyle ilintilendirmişlerdir; yukarı uçsuz bucaksız Gök kubbe, aşağıda ise onun simetriği olan, en az onun kadar büyük Cehennem çukuru, ikisinin ortasında da Deniz in ortasındaki ada, yani Yeryüzü, nehirlerinin düzenli yada felaket getiren akışı, dağlarının tasavvur edilemez, sırrına erilmez yüksekliği, yukarıdan bıkıp

75 67 usanmadan sonsuz dönüşümlerine devam eden Güneş, Ay, ve diğer Gök cisimleri; Bitkilerin akıl sır ermez bir şekilde boy atışı ve Hayvanların bir o kadar gizemli doğuşu ve büyümesi; kah fayda sağlayan kah etrafı kasıp kavuran bir muamma olan Ateş, anlaşılmaz Aşk çarpıntıları ve beklenmedik Savaş taşkınlıkları Ve doğaüstü bir kılavuzun güdümünde olduğuna inanılan, işleyişine başka türlü akıl erdirilemeyen daha niceler 60 Tanrıların sayısı ilk başta çok kabarıkken -belki binden fazla- anlaşılan giderek azalmıştır. Samilerin çok daha mütevazı olan kendi panteonlarında daha az tanrıları vardı ve iki kültür mirasının ortaklaşa kullanılması her iki taraftaki benzer kişiliklerin yakınlaştırılıp kaynaştırılmasına yol açmıştı; örneğin Sumerlerin Güneş Tanrısı Utu, Akadlardaki karşılığı olan Şamaş ile birleşmişti. Sumerlerin giderek sahneden silinmesi kimi silik tanrıların unutulmasına yol açmış, bunların şanı şöhreti, ibadeti giderek tekellerine alan bu büyük tanrılar tarafından gölgelenmişti. Üstelik hem zamanın, hem siyasal evrimin sonucunda iktidarın büyümesi, hükümdarların azametinin artması tanrıların imgesini de etkiledi ve onların da iyice yüceltilmesine yol açtı. II. Bin yılın başından itibaren, sadece ilahiyatçılar ve bazı ritüellerin uzmanları kalmıştı otuzdan fazla tanrıyla uğraşan; üstelik bunlar da genellikle ortak isimler altında anılıyordu İştar ın Ölüler Diyarına İnişi Sumer versiyonunda olduğu gibi, mitosun Babilonyalı biçiminde de, İştar ın ölüler dünyasına inişinin nedeni verilmemiştir; ama şiirin sonunda İştar salıverildikten sonra, Tammuz un yeraltı dünyasında hangi nedenle bulunduğu hakkında hiçbir açıklama verilmeden, onun İştar ın erkek kardeşi ve aşığı olarak sunulduğunu görüyoruz. Bunu izleyen satırlar, Tammuz un diriler dünyasına dönüşüne ve bunun sevinçle karşılanışına işaret eder gibi 60 Jean BOTTERO, Kültürümüzün Şafağı Babil, Yapı Kredi Yayınları, s.112, İstanbul BOTTERO, age. s. 113

76 68 görünmektedir. Tammuz un yeraltı dünyasında tutuklandığını ve canlılar dünyasında bulunmayışının yarattığı haraplığı, ancak Tammuz ayinlerinde öğrenebiliyoruz. İştar ın dönüşü olmayan ülkeye inişi mitosunun Babilonya versiyonunda, cinsel verimliliğin, üretkenliğin, Tanrıça nın yeryüzünde bulunmayışı yüzünden yok oluşunun bir betimlemesine sahip bulunuyoruz; buna göre: boğa ineğe binmez, erkek eşek dişi eşeği gebe bırakmaz; cadde de erkek kızı gebe koymaz olur. Büyük tanrıların veziri olan Papsukkal, İştar ın geri dönmediğini ve bunun yarattığı sonuçları, yukarıdaki sözlerle duyurmaktadır. Tanrıça nın yeraltına inişinin betimi, ana çizgilerinde, mitosun Sumerli biçimini izlemektedir; ama içinde bazı ilginç farklılıklar da bulunmaktadır. İştar, yeraltı dünyasının kapısını çaldığında, içeriye alınmazsa kapıyı yıkma ve yeraltı dünyasındaki ölüleri serbest bırakma tehdidinde bulunur. Şiirin bir pasajı bu sahneyi canlı bir biçimde anlatmaktadır: Ey kapı bekçisi, kapını aç, Kapını aç da girebileyim! Eğer açmazsan kapıyı böylece giremezsem içeri, Kapıyı kesin parçalayacağım, sürgüsünü koparacağım kesin, Kapı direğini parçalayacağım, kapı kanatlarını söküp atacağım bilesin, Ölüleri kaldırıp ayaklandıracağım, Dirileri yesinler diye bırakacağım, Ta ki ölüler sayıca dirileri geçecek. Mitosun bu versiyonunda tanrıça İştar, Sumerli versiyonunda olduğundan çok daha düşmanca ve tehditçi bir kişilik. Aynı zamanda, İştar ın ölüleri diriler üzerine salıvermesi tehdidinde, Babilonyalıların, dinlerinin oldukça belirgin bir özelliğini oluşturan ve pek çok afsunda karşılaşılan korkularını, ölülerin hayaletlerinden korkmaları olgusunu yansıtmaktadır. İştar, yedi kapıdan geçerken, Sumer versiyonunda olduğu gibi, her bir kapıda giysilerinin bir

77 69 parçasını çıkarmaktadır. Babilonya versiyonunda, Tanrıça nın, ölümün gözleri nin uğursuz bakışıyla, cesede dönüşmesini anlatan acıklı betimleme verilmemekle birlikte, geri dönmediği bildirilmekte ve bunu Papsukkal ın yukarıda aktarıldığı gibi, büyük tanrılara başvurması izlemektedir. Söz konusu başvuruya yanıt olarak, Sumer versiyonundaki adı Enki olan Ea, hadım Aşuşunamir i yaratıp, Ereşkigal i yaşam suyu tulumunu kendisine vermesine razı etmesi için aşağıya yollar. Aşuşunamir, afsunuyla Ereşkigal i buna razı etmeyi başarır ve Ereşkigal, veziri Namtar a, isteksizce, İştar ın üzerine yaşam suyu serpilmesini buyurur. İştar salıverilir ve geri dönüş yolculuğu sırasında, daha önce her bir kapıyı geçerken bıraktığı süs eşyalarını ve giysilerini geri alarak gider. Ancak, bir fidye ödemesi gerektiği yolunda bir değinmede bulunulur. Ereşkigal, veziri Namtar a Eğer tanrıça sana fidye bedelini vermezse, onu geri getir der. Fidyenin neyin karşılığı olarak istendiği belirtilmemiştir; ama mitosun sonunda Tammuz un sözünün edilmesi, oraya nasıl geldiğini açıklayan herhangi bir ipucu verilmemişse de, Tammuz un yeraltı dünyasından geri dönüşünün fidyesi olduğu yolunda bir işaret gibi görünmektedir. Enlil in yeraltı dünyasına sürgün edilmesi ve İnanna nın kendisiyle birlikte gelmesi hakkında bir Sumer mitosu bulunduğunu görmüştük ve tinsel törenlerde Tammuz ile Enlil sözlerinin aynı tanrının farklı adları olarak geçtiği yolunda bir açıklamada bulunmuştuk. Bu durumda, mitosun gelişme sürecinde, Tammuz un yeraltı dünyasına inişinin artan bir önem kazanmaya başlamış olduğu ve bitkiler dünyasının ölüp yeniden doğmasıyla ilişkilendirilmiş bulunduğunu söyleyebiliriz. Mitosun zamanla öteki ülkelere taşınması sırasında, Tammuz un ölmesi ve ardından tutulan yas, öykünün öteki öğelerinin gölgede bırakılması, harcanması pahasına, önemle vurgulanmıştır. Örneğin [ Kitabı Mukaddes in] Hezekiel kitabında İsrail [ oğulları ] kadınlarının Tammuz için ağladıkları söylenmektedir ve Venüs [aphrodite] ile Adonis mitosu, söz konusu mitosun Yunan mitolojisine geçtiğinde aldığı biçimi göstermektedir. Milton un her yıl yara alan Tammuz un kanı olduğu düşünülen mor rengi denize taşıyan Adonis Irmağı na değinişi, öykünün Suriyeli biçimine dayanmaktadır ve Ugarit mitolojisinde Baal in ölüşü, incelediğimiz mitosun gelişme süreci içinde

78 70 Suriye ye geçtiği sırada ulaştığı erken aşamalarından birini temsil ediyor olabilir Atra - Hasis Mitosu Asurolojinin emekleme döneminde, ilk başta yanlış anlaşılan birkaç pasaj sayesinde haberdar olduğumuz bu mitin üçte ikisini o günlerden bu yana toparlamış bulunuyoruz; bu kadarı da söz konusu eser hakkında doğru bir fikir edinmek için yeterlidir. Eser muhtemelen M.Ö. 18. yüzyıl civarında, üç tablete dağılmış yaklaşık bin iki yüz dize halinde yazılmıştır. Bu bir mittir; başka bir deyişle, İnsan ın kökenlerine ve niçinine, kaderine, evrendeki varlık sebebine Babillilerin bakış açısıyla getirilmiş, hayali, naif ve makul bir açıklamadır. Aşağıda bu metnin özetini sunuyoruz. 63 İnsanlardan önce sadece tanrılar vardı, onlarında görünüşleri ve hayat düzenleri bizimki örnek alınarak tasavvur edilmişti. İhtiyaçları da farklı değildi; yemek içmek, giyinmek, barınmak Dolayısıyla onlarda -bizim gibi- bu ihtiyaçlarını karşılamak için giderek ağırlaşan koşullarda çalışmak zorundaydılar. Onlarda sınıflara ayrılmışlardı; yüksek yöneticiler sınıfının tek işi ötekileri, yani alt sınıfı çalıştırmaktı. Alt sınıftakiler tüketim mallarını ve lüks maddeleri üretmek için bitap düşerlerdi. Sonunda hem bu şekilde çalışmaktan usandılar hem de başkanlarıyla aynı muameleyi görmedikleri için haksızlığa uğradıkları duygusuna kapıldılar. Bunun üzerine düpedüz greve gittiler ve taleplerini topluca haykırarak Tanrıların Kralı Enlil in huzuruna çıktılar. Tanrılar toplumunun geleceğini tehdit eden bu gelişmeler büyük bir panik yarattı. Ea adı da verilen Tanrı Enki olaylara bu aşamada müdahale etti; hepsinin en zekisi, en kurnazı, en işbiliri oydu. Soruna bir çözüm önerdi. Tanrılara 62 HOOKE, age. s BOTTERO, age. s. 138

79 71 vekâlet edecek, onların yerine çalışacak bir varlık yaratacaktı; bu varlık, İnsan dı. Bir gün kendini tanrılarla eşit sanıp onlar gibi muamele görmeyi talep etmesin diye kilden yapılacak, bu yüzden toprağa dönmek, yani ölmek zorunda kalacaktı. Ama kilin işe yaraması, tanrıların o zamana dek yaptıkları işleri gereğince sürdürebilmesi için, ikinci sınıf bir tanrı kurban edilerek kanı üzerine dökülecek ve kil bu kanı içecekti. Tanrılar Meclisi bu tasarıyı coşkuyla kabul etti. Ve insan böyle ortaya çıktı; Doğuş, yaratılış ve kader itibarıyla tanrılara kul olarak yaratılmış, öncelikle efendilerinin çıkarını gözetmek kaydıyla, toprağın ürünlerini kullanılır hale getirmek üzere şekillendirilmişti. İlk insanlar hemen çalışmaya koyuldular ve çok başarılı oldular. Ölümlüydüler gerçi, ama ilk başlarda ömürleri yinede çok, çok uzundu. Çünkü henüz ne hastalık nede afet biliyorlardı. Bu nedenlerle de çok zenginleştiler ve olağanüstü çoğaldılar. Bu kalabalıktan yükselen uğultu Enlil in uykusunu kaçırdı. En üst makamda bulunsada anlaşılan yerine yaraşır bilgeliğe ulaşmamış olan Enlil, insanların sayısını aralarına hastalık sokarak azaltmaya karar verdi; çıkardığı salgın az daha tüm insanları yok edecekti. Tehlikeyi hisseden Enki/Ea, ülkenin kendisine bağlı kralı Atra-hasis i, bu felaketten nasıl kurtarabileceğini söyleyerek kurtardı. Bu yüzden insanlar yeniden çoğaldılar ve gürültü patırtı da yeniden başladı. Çileden çıkan Enlil bu kez de onları kırmak için kuraklık ile açlığı gönderdi. Ama Enki bu tehlikeyi de savuşturdu. Hala uykusuzluk çeken Enlil çok öfkelendi ve bu kez aklını iyice yitirip, insanları doğrudan yok etmeye karar verdi. Böylece tanrıları, Enki nin icadı sayesinde zor kurtuldukları o uğursuz durumun kıyısına getirdi yeniden. O zaman Enki, hiç değilse kendi gözdesi Atra-hasis i kurtararak, vazgeçilmez insan soyunu korumak için harekete geçti. Müthiş yağmurların yağacağı, nehirlerin taşacağı, her yerin sularla kaplanıp mahvolacağı muazzam Tufan dan nasıl sağ salim kurtulacağını ona öğretti; su yüzünde kalarak ailesi ve hayvanlarıyla birlikte canını kurtarmasını sağlayacak bir gemi yapmalıydı.

80 72 Tufan bitip de insanlığın soyu kurtulduktan sonra Atra-hasis gemiden ayrıldı ve tanrılara yemek sunarak insanlık görevini yerine getirmeye koyuldu. Tanrılarda büyük Tufan felaketi koptuğundan beri yemekten mahrum kalmışlardı. Bir insanın sağ kalmış olmasına bakarak buyruklarına uyulmadığı sonucuna varan Enlil öfkeden çılgına döndü. Bilge Enki yeniden müdahale etti. Gelecekte insanların aşırı çoğalması ve gürültü patırtılarının tanrıları rahatsız etmesi gibi terslikler yeniden yaşanmasın diye, bazı tedbirler aldı; insanın ömrünü kısaltarak o gün bu gündür geçerli olan süreye indirdi; ayrıca çocuk ölümlerini yarattı ve pek çok kadının doğuştan yada kendi isteğiyle çocuk sahibi olmamasını sağladı. Böylece insanoğlunun sadece varoluşu ve rolü değil, bugün içinde bulunduğu durumda zekice açıklanmış ve gerçekleştirilmiş oluyor; insanlar bir yandan hastalıkların ve salgınların, diğer taraftan kuraklıkların, açlıkların ve öteki doğal afetlerin saldırılarına açık, süresi sınırlı bir yaşam sürerler; dünyaya çocuk getirmek için yaratılmış olan kadınların da hepsi doğuramaz ve çoğunlukla çocuklarını hayatta tutmayı başaramazlar. İlk bakışta saçma gelen verilerdir bunlar. İnce ince hesaplanıp maharetle kurgulanmış, soylu, özlü ve duru bir dille yazılmış bu mit, geniş bir dünya görüşünü ve bunun eski Babillilere özgü dinsel perspektif içindeki yerini kusursuz bir biçimde aktarmakla kalmamış; Tevrat aracılığıyla bizde de iz bırakmıştır Babil Yaratılış Mitosu Yaratılış mitosunun Sumerli biçiminde, Enlil ile Enki yaratışta başrolü oynamakla birlikte, yaratılış etkinliklerine çeşitli tanrıların karıştığını görmüştük. Ama Babil yaratılış Mitosu, büyük Babil Yeni Yıl Şenliği olan Akitu ile ilişkilendirilmesinden dolayı, odaksal bir öneme kavuştu ve ilk 64 BOTTERO, age. s

81 73 sözcükleri olan Bir zamanlar yukarıda anlamına gelen Enuma eliş adıyla tanınan bir şiirde yada şarkıda, törensel biçime sokuldu. Mitosun bu biçiminde başrolü, Babil tanrısı Marduk oynamaktadır. Tiamat ı yenen, yazgı tabletlerini ele geçiren, şiirde anlatılan çeşitli yaratıcı eylemde bulunan Marduk tur. Çağımız bilginlerinin çoğu, mitosun kompozisyon tarihini, M.Ö. 2. binyılın başlarına, Babil in Akad kent devletlerinin başındaki kent durumuna gelmekte olduğu bu tür tablet parçalarından, Yeni Yıl Şenliği ayininin iki yerinde, rahiplerin, Enuma eliş destanını, sihirsel etki yaratma gücünde bir ayin sayarak okuduklarını biliyoruz. 65 Asur imparatorluğunun eski başkenti olan Asur kentinin bulunduğu yerde Almanların yaptığı kazı, Enuma eliş destanının içinde Babil tanrısı Marduk un yerini Asur un baş tanrısı Asur un 66 aldığı, Asur diliyle yazılmış olan bir versiyonunu gün ışığına çıkardı. Mitosun Babil versiyonunda olayların ana çizgileri şöyle gelişiyor: Birinci tablet, evrenin, tatlı-su okyanusu Apsu ile tuzlu-su okyanusu tanrısı Timat dışında hiçbir şeyin bulunmadığı ilksel durumunun betimlemesiyle başlar. Bu ikisinin birleşmesinden tanrılar var olurlar. İlk tanrı çifti Lahmu ile Lahumu dur; onların birleşmeleri Anşar ile Kinşar ın doğmalarına neden olur. Anşar ile Kinşar ise, gök-tanrı Anu ile toprak-su tanrı Nudimmud u, öteki adıyla Ea yı dünyaya getirirler. Burada, mitosun Sumerli biçimini taşıyan geleneğinden bir kopuşun bulunduğu görülmektedir. Sumer mitolojisi içinde yaptıklarını daha önce gördüğümüz Enlil in yerini, Babil mitolojisinde bilgelik tanrıçası olarak görülen ve her türlü sihirin kaynağı olduğu düşünülen Ea, öteki adıyla Enki almıştır. Daha sonra Ea, mitosun Babil biçiminin kahramanı olan Marduk un babası olur. Ne var ki, Marduk un doğmasından önce, ilksel tanrılarla onların peydahladıkları tanrılar kuşağı arasındaki ilk çatışmanın 65 HOOKE, age. s Hem imparatorluklarının, hem başkentlerinin, hem de tanrılarının adı Asur dur; yada öteki transkripsiyonuyla Aşur dur.

82 74 anlatıldığını görürüz. Tiamat ve Apsu, genç tanrıların gürültüsünden rahatsız olurlar ve onları nasıl yok edecekleri konusunda Apsu nun veziri Mummu ya danışırlar. Tiamat ın kendi döllerini yok etmeye pek istekli olmamasına karşın, Apsu ile Mumu bir plan hazırlarlar. Bu niyetleri [genç] tanrılarca öğrenilir ve genç tanrılar alarm durumuna geçer; her şeyi bilen çok bilge Ea, bir karşı plan geliştirir; Apsu nun üzerine bir uyku afsunu üfler, onu uyutup öldürür; Mummu yu bağlar ve burnuna bir ip geçirir. Daha sonra kutsal odasını inşa eder ve ona Apsu adını verir; böylece büyük bir barış içinde dinlenmeye geçer. Marduk un bu odada doğduğu söylenir ve bunu onun güzelliğini ve olağanüstü gücünü anlatan sözler izler. Birinci tablet, ilksel tanrılarla genç tanrılar arasında yeni bir çatışmanın hazırlıklarının anlatıldığı satırlarla sona erer. Timat ın [ genç tanrılar yanında yer almayan] öteki çocukları, kendisini Apsu yok edilirken sessiz kaldığı için kınarlar ve onun öfkesini Anu ile yandaşlarını yok etmek üzere harekete geçirecek derecede körüklemeyi başardılar. Tiamat, ilk doğurduğu çocuğu olan Kingu yu saldırının önderi yapar, onu silahlandırır ve yazgı tabletleriyle donatır. Daha sonra tanrıça Tiamat, resimlerinin Babil mühürlerine ve sınır taşlarına işlendiğini gördüğümüz akrep-adam ve at-adam (kentaur) gibi canavar varlıklar kalabalığını doğurur. Kingu yu bu ordunun başına getirir ve Apsu nun öcünü almaya hazırlanır. 67 İkinci tablet, saldırı haberinin tanrılar topluluğunda nasıl karşılandığını anlatır. Anşar sıkıntılanır ve üzüntüyle kalçalarını döver. Önce, Ea nın Apsu ya karşı kazandığı zaferi anımsatır ve aynı biçimde Tiamat a karşı çıkması gerektiğini ileri sürer; ama Ea, ya savaşa girmeyi kabul etmemiş yada başarılı olamamıştır; metin bu noktada kopuktur, dolayısıyla Ea ya ne olduğu belli değil. Daha sonra Anu, tanrılar meclisinin yetkisiyle donatılarak, Tanrıça ya söz konusu amacından vazgeçmesi için, Tiamat a yollanır; ama oda bunu başaramadan döner. Bunun üzerine Anşar, tanrılar meclisinde ayağa kalkar ve görevin güçlü kahraman Marduk a verilmesini önerir. 67 HOOKE, age. s

83 75 Marduk un babası Ea, oğluna, bu görevi kabul etmesini öğütler ve Marduk bu görevi üstlenmeyi, kendisine tanrılar meclisinde eksiksiz ve eşit yetke verilmesi ve sözünün, yazgıyı, değiştirilemeyecek biçimde saptamasının kabul edilmesi koşuluyla üstlenir. İkinci tablet burada sona erer. 68 Üçüncü tablet, tanrıların kararını özetle yeniden verdikten sonra, Marduk a istemiş olduğu yetkenin (otoritenin) resmen verildiği bir şölenle biter. Dördüncü tablet, Marduk un kral olarak tahta geçirişiyle ve kendisine krallık alametlerinin verilişiyle başlar. Tanrılar kendisinden, üstlendiği işi yürütebilecek güce sahip olduğunu gösterecek bir kanıt isterler. Bunun üzerine Marduk, giysisini önce görünmez kılar, sonra yeniden görünür yapar. Tanrılar ikna olurlar ve Marduk kraldır diyerek onun krallığını duyururlar. Daha sonra Marduk, savaş için kendisini silahlandırır; silahları ok ve yaydan, topuzdan, şimşekten ve dört [yönün] yelin[in] dört bir köşesinden tuttuğu bir ağdan oluşur; bedenini alevle doldurur ve yedi azgın tayfun yaratır; fırtına arabasına biner ve Tiamat ile ordularına doğru ilerler. Teke tek dövüşmek yolunda Tiamat a meydan okur; tanrıça karşısına çıkınca, onu kıstırmak için ağını atar; Tanrıça kendisini yutmak için ağzını açtığında, onu şişirmek için kötü yeli ağzından içeriye yollar, sonrada, delip geçerken yüreğini bölen okuyla, Tanrıça yı mıhlar. Tiamat ın cinlerden oluşan yardımcıları kaçmaya kalkarlar; ama ağa takılırlar ve yakalanırlar. Önderleri Kingu da yakalanıp bağlanır. Bunun üzerine Marduk, Kingu dan yazgı tabletlerini alır ve onları kendi göğsüne bağlar; böylece tanrılar arasında en yüce yetkeyi üstlenmiş olur. Bir sonraki eylemi, Tiamat ın bedenini ikiye bölmek olur; tanrıça nın yarısını yeryüzünün üzerine gökyüzü olarak yerleştirir ve onu sırıklarla tutturur; başına bekçiler yerleştirir ve bekçileri, tanrıça nın sularının boşalmasına izin vermemekle görevlendirir. Marduk daha sonra, büyük tanrıların içinde yaşadıkları yapı olan Eşarra yı, Ea nın barınağı Apsu ya 68 HOOKE, age. s. 54

84 76 benzer olarak kurar ve Anu nun, Enlil in ve Ea nın, bu yapının içinde kendilerine ayrılmış olan yerlerde oturmalarını sağlar. Dördüncü tablette burada sona erer. 69 Beşinci tablet, Marduk un evrene düzen verme yolunda attığı ilk adımların eksiksiz bir öyküsünü elde etmemize olanak veremeyecek ölçüde bölük pörçüktür; ama ilk satırları, tanrının bıraktığı ilk işin, bir Babil kralının en önemli sorumluluklarından birini oluşturan takvimi düzenlemek olduğunu gösteriyor. Marduk tablette, yılın izleyeceği ve ay ın değişmeleri [evreleri] ile ayların sırasını saptarken gösterilir ve tanrı aynı zamanda göksel yollar denilen şeyleri, kuzey göklerinde Enlil in yolunu, zenitte (başucunda) Anu nun yolunu ve güney göklerde Ea nın yolunu olmak üzere, üç yolu yerleştirir. 70 Altıncı tablette insanın yaratılışının betimlenmesiyle karşılaşırız. Marduk, tanrıların hizmetinde bulunmaları için insanı yaratma niyetinde olduğunu duyurur. Ea nın öğüdüne uyarak, insanın biçimlendirilmesi için, ayaklanmanın önderi Kingu nun öldürülmesinin gerektiğine karar verir. Buna uygun olarak, Kingu öldürülür ve kanından, tanrıları özgür kılmak yolunda onlara hizmet etmesi için, yani tapınak ritüelleriyle ilgili kol işlerini yapması ve tanrılar için yiyecek sağlama işlerini görmesi için, insan türünü yaratır. Sonra tanrılar, Marduk için bir tapınak, Babil deki Esegila tapınağını yaparlar. Anu nun buyruğuyla tanrılar, Marduk un elli büyük adını duyururlar ki bunların sıralanması şiirin geri kalan kısmını oluşturur. Babil yaratılış mitosunun ana çizgileri böyledir ve bunların altında yatan Sümerli öğeler kolaylıkla görülebilir. Ancak Sümer mitolojisinden farklı olarak, Babil mitolojisinde, birçok Sümer mitosuna serpiştirilmiş durumda bulunan söz konusu öğeler, 69 HOOKE, age. s Gökte astroloji bakımından üç önemli kuşak ayırt ediliyordu. Bunlardan biri Anu, yani ekvator bölgesi, diğerleri de yengeç kuşağı Enlil ve oğlak kuşağına karşılık gelen Ea idi. Bu bölgeler gezegenlerin yerlerinin astrolojik bakımdan anlamlandırılmasına ve yerlerinin belirlenmesine yarıyordu.

85 77 Enuma eliş destanında bir araya getirilmiş olup, tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde birleştirilmiştir. 4. Babil Tufan Mitosu Tufan mitosu örneğinde bölük pörçük denebilecek bir durumda olan Sumer mitosu, Babilonyalı biçimde oldukça genişletilmiş ve Gılgamış Destanı içine alınmıştır. Sami mitolojisinde mitolojik tema, ölümün ve hastalığın varlığı sorunu ile ölümsüzlük anlayışıdır. Gılgamış Destanı nda, Gılgamış can yoldaşı Enkidu nun ölmesi üzerine Gılgamış ın tuttuğu yas anlatılır. Daha sonra Gılgamış ın kendisinin de mutlaka öleceğini anlamasıyla altüst olduğu söylenir. Ölümün elinden kurtulup ölümsüzlüğe kavuştuğu bilinen tek ölümlü, Gılgamış ın atası, Tufan ın Sumerli kahramanı Ziusudra nın Babilonyalı karşıtı Utnapiştim dir. Bu nedenle Gılgamış, ölümsüzlüğün gizini ele geçirebilmek için, atasını arayıp bulmaya karar verir. Gitmek istediği yere ulaşabilmesi için, Maşu dağlarını ve Ölüm suları nı aşmak zorunda kalacağı bir yolculuk yapması gerekeceği; böyle bir yolculuğu o zamana dek yalnızca [güneş-tanrı] tanrı Şamaş ın başarabildiği söylenir. Gılgamış yine de, yolculuğun bütün bu tehlikelerini göğüsler ve sonunda Utnapiştim e ulaşmayı başarır. Gılgamış ile Utnapiştim in karşılaşmalarının anlatıldığı noktada metin kopukluğa uğramıştır; tabletin yeniden okunaklı yerine geldiğinde, Utnapiştim Gılgamış a, ölümün ve yaşamın gizini tanrıların kendilerine ayırdıklarını [insana vermediklerini] söylemektedir. Bunun üzerine Gılgamış Utnapiştim e, ölümsüzlüğü nasıl elde ettiğini sorar; bu soruya yanıt olarak Utnapiştim ona tufan öyküsünü anlatır. Tufan öyküsü, üzerinde Gılgamış Destanının bulunduğu on iki tabletten en uzunun ve en iyi korunmuş olanının içindedir. Tufan mitosunun eski Yakındoğuda geniş bir bölgede bilindiği gerçeği, mitosun Hitit ve Hurri fragmentlerinin bulunmasıyla onaylanmış bulunmaktadır HOOKE, age. s. 57

86 78 Utnapiştim, konuşmasında, Gılgamış a anlatmak üzere olduğu öykünün gizli bir şey, tanrıların bir gizi olduğunu söyleyerek başlar. Kendisinin Akad ülkesi kentlerinin en eskisi olan Şuruppak kentinden olduğunu söyler. Ea kendisine, kamış kulübesinin duvarı yoluyla seslenerek, tanrıların, tüm yaşam tohumlarını bir tufanla yok etme kararı aldıklarını açıklar; ama bu kararlarının nedeni belirtilmemiştir. Ea, Utnapiştim e, tüm yaşayan şeylerin tohumunu getirip içine koyacağı bir gemi yapmasını söyler. Geminin içine ailesini, altın ve gümüşünü, her canlıdan da bir çift koyar. Utnapiştim, Ea dan Şuruppaklı hemşerilerine yapacağı şeylerin nedenlerini nasıl açıklayacağını sorar; Ea, ona Enlil in nefretini üzerine çektiğini bu yüzden Enlil in ülkesinden sürgün edildiğini söylemesini bildirir. Onlara, dolayısıyla, Tanrı Ea ile birlikte kalmak için derinliğe ineceğim der. Onlara ayrılında, Enlil in üzerlerine bolluk yağdıracağını söyler; böylece tanrının gerçek niyetlerinin ne olduğu konusunda tam bir yanılgıya uğrayacaklardır. Bunu, geminin yapılmasının ve yüklenmesinin anlatılması izler: (Sahip olduğum her şeyi) gemiye yükledim; (Sahip olduğum) gümüşün hepsini ona yükledim; (Sahip olduğum) altının hepsini ona yükledim; Sahip olduğum tüm canlı varlıkları (yükledim) ona. Tüm ailemi ve akrabamı gemiye yolladım. Kırın hayvanlarını, kırın yabancı varlıklarını, Tüm zanaatçıları tekneye yolladım. Adad (fırtına-tanrı) gürler. Nergal (yeraltı tanrısı) göklerdeki okyanusun sularını tutan kapıların direklerini parçalayıp yıkar; Anunnaki tanrıları meşalelerin yalazlarıyla ülkeyi ateşe vererek meşalelerini kaldırırlar. Tanrıların hepsi göğe sığındılar, tanrıların insanlığı yok etmeleri yolunda açıkça kışkırtmış olan tanrıça İştar pişmanlıktan haykırıyordu. Fakat artık hiçbir kuvvet felaketi durduramadığından, rüzgâr ve tufan altı gün altı gece

87 79 devam etti. Yedinci yün ortalık durulduğunda her şey çamur olmuş ve tüm insanlar balçığa döndü. Utnapiştim bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamadı; gemi nihayet Nisir dağının tepesinde durunca bir güvercin ve bir kırlangıç salıverdiler, fakat konacak yer bulamayan kuşlar geri döndü. Sonra bırakılan karga ise geri gelmeyince gemideki herkesi bırakır ve tanrılara kurban kesilir. Kurban dumanlarının etrafına üşüşen aç tanrılardan yalnız Bel insanların kurtuluşuna kızmıştı, fakat Ea onu teskin etti. Bel de Utnapiştim ile karısının yüzlerine dokunarak onları ölümsüz yaptı ve ulaşılmaz beldede bir ev verdi. Daha sonra Bel, insanları yaptıkları kötülüklerden dolayı cezalandırmak için hastalıkları gönderdi; kuraklık ve kısırlıkda çoğalınca açlık beş yıl sürdü. Herkesin ölümünden sonra tanrıça Nami, Ea nın dileğine uyarak yeni bir nesil yarattı. Çamurdan on dört parça kesti; yedisini sağına, yedisini soluna koydu, yeni insanlar tanrılarla uyuşarak yaşadılar. Daha sonra; İştar geldi, lapis lazuliden gerdanlığını çıkardı ve onları hiçbir zaman unutmayacağı yolunda, onun üzerine yemin etti. 5. Babil Gılgamış Mitosu Uzunluğu, hamasi, ruhu, üslubunun ve bakışının soyluluğu, vakur ve törensel dili nedeniyle destan diye de nitelendirilen bu eser, bir mit, yani insanın evren karşısında sorduğu herhangi büyük bir soruya imgeleminde tasarladığı bir yanıt değildir. Hiç değişmeyen evrensel ölüm yasasından kurtulmak için çabalayıp duran bir kralın, Gılgamışın efsanesi. Gılgamış Destanı, adı, Sumer kral-listelerinde, Erek kentinin birinci hanedanının beşinci kralı olarak geçen ve 120 yıl egemenlik sürdüğü söylenen kralının, bir dereceye dek mitoloji kahramanı sayılabilecek bir kralın serüvenlerini anlatmaktadır. Yapıt eski Yakındoğuda son derece tanınmış ve çok geniş bir alana yayılmış bulunuyordu. Destanın Hititçe çevirisinin fragmentleri Boğazköy arşivlerinde bulunduğu gibi, Akadca versiyonunun bir fragmenti ise, Amerikalıların [Mısır da] Megiddo da yaptıkları kazı sırasında bulundu.

88 80 Tablet, Gılgamış ın gücünü ve tanrı ile insan arası bir kahraman olarak sahip olduğu nitelikleri anlatan satırlarla başlar. Dev gibi güçlü bir adam olan, meşhur Uruk sitesinin kralı Gılgamış ın zorbalığı ve aşırılıklarını gören tanrılar, onu frenleyip dengelemek için karşısına kendi çapında, ama vahşi ve imansız bir rakip çıkarmaya karar vermişleri; Enkidu. Gılgamış, aşk oyunlarında uzman bir tapınak-fahişesi 72 aracılığıyla onu baştan çıkarıp kentin içine çekmeyi başarmıştı. İlk karşılaşmada iki rakip amansız bir kavgaya tutuşmuş, ne var ki bu kavga onları birbirine can dostu, ayrılmaz ikili yapar. Sunulduğu biçimiyle, Destan ın, odaktaki Gılgamış kişiliği çevresinde bir araya getirilip sanatkârca birleştirilmiş birçok mitostan ve halk öyküsünden oluştuğu, kuşkuya yer olmayacak biçimde ortada. Önce el ele verip çok tehlikeli, görkemli bir maceraya atılmış, en kuvvetli ağaç olarak kabul edilen ve ne Mezopotamya da nede başka bir yerde bulunabilen sedir ağacının peşinde çok uzaklara, Lübnan ve Amanos bölgelerine gitmişlerdi. Bu olağan üstü ağaçlardan oluşan ormanı korkunç bir doğaüstü canavar bekliyor ve koruyordu; Huvava yada Humbaba. Hayatlarını tehlikeye atarak onunla savaşmış, sonunda canavarı ele geçirip - tanrıların iradesine karşı gelerek!- öldürmüş, paha biçilmez ağaç kabuklarını yüklenip muzaffer bir şekilde Uruk a dönmüşlerdi. 73 Geri döndüklerinde, hem Aşkın hem de Uyumsuzluğun efendisi olan kusursuz tanrıça İştar, her zamanki alışkanlığı uyarınca muhteşem kahramana yıldırım aşkıyla tutuluvermişti. Ama tanrıça nın istikrarsızlıklarını ve ihanetlerini yakından bilen Gılgamış, onun edepsizce tekliflerini elinin tersiyle kaba bir şekilde itiverdi. Öfkeden çılgına dönen İştar, babası Anu ya 72 Eskiçağda, özellikle İştar, Kybele gibi aşk tanrıçalarına adanan tapınaklarda tanrıçaya hizmet yolunda, daha çok tapınağa uğrayan yabancılarla aşk yapan, kendilerini tapınağa adamış kadınlar. 73 Gılgamış ve güvenilir yoldaşı Enkidu nun başlarından geçen serüvenlerin bu öykülerinin Herkül ün İşleri Yunan mitolojisinin oluşmasına katkıda bulunmuş olması olasılığı vardır.

89 81 gidip felaket getiren, dev Göksel Boğa yı aldı ve Uruk kentinin içine saldı. Ama Gılgamış ile Enkidu canavarı boyun eğdirip boğazladılar; böylece onuru kırılan tanrıçayada hakaret etmiş oldular. Bunun üzerine tanrılar, kurulda toplanıp, Enkidu nun ölmesinin gerektiğine karar verirler. Enkidu bir düş görür; düşünde kendisinin yeraltı dünyasına götürüldüğünü ve Nergal tarafından bir hayalete dönüştürüldüğünü görür. Düşü anlatan satırlar içinde, Samilerin öte dünya anlayışlarını vermesi bakımından aktarılmaya değer bir betimlemesi bulunmaktadır: O (tanrı) beni değiştirdi, Öyle ki kollarım bir kuşunkine benzedi. Bana doğru bakarak, beni Karanlıklar Ülkesine, İrkalla nın oturduğu yere gönderdi, İçine giren hiç kimsenin çıkmadığı eve Dönüşü olmayan yolun üzerindeki, İçinde oturanların ışık yüzü görmedikleri eve, Kendilerine düşen payın toz, ve yiyeceklerinin çamur olduğu yere. Kanatları olan gömlekleriyle, kuşlar gibi giydirilmişlerdi, Ve karanlıkta oturanlara, ışığın yüzü esirgenmişti. Hastalanan Enkidu ağır ağır eridi ve aciz kalıp umutsuzluğa kapılan Gılgamış ın gözleri önünde öldü. Gılgamış sanki ölüme teslim etmeye kıyamaz gibi burnundan kurtlar dökülünceye kadar onu kollarında taşıdı. Sonra yürek yakıcı bir ağıt okuyarak cesedin üzerine kapandı; en sonunda da gerekli ritüelleri yerine getirerek onu toprağa verdi Gılgamış ın üzüntüsünün ve dostu için yaptığı yas törenlerinin çok canlı bir anlatımı bize, Akhilleus un Patroklos için yaptığı yas törenlerinden birini anımsatmaktadır. Bk. Homeros, İlyada

90 82 Sanki öbür yarısı koparılıp alınmış gibi mahvolan Gılgamış, iğrenç ve acımasız öte dünyadan kurtulmak için her şeyi yapmaya karar verir. Tufan kahramanı Atra-hasis in, yada bilinen diğer adıyla Ut-napiştim [Hayatımı buldum] denen ihtiyarın dünyanın en ucunda yaşadığını biliyordu. Tanrılar, yeri doldurulamaz hizmetkârlarının soyunun sürmesini sağladığı için onu ödüllendirmek istemiş, bu yüzden onu ölümsüz kılıp öbür insanların göremeyeceği bir yere göndermişlerdi. Gılgamış sonsuz yaşam sırrını gidip ondan almaya karar verdi. Yola çıktı ve en büyük zorluklara, en amansız tehlikelere göğüs gerdi. Bu sonu gelmez, olağan üstü yolculuğun sonunda, bitap bir halde denizin son kolunun kıyısına vardı. Bu koluda aştı mı karşı kıyıda asla ölmemenin yolunu bulacağını düşünüyordu. Gizemli bir su perisi, ölümcül bir tehlikenin kol gezdiği geçidi nasıl aşacağını ona öğretti, fakat bir yandan da çabalarının kesinlikle yararsız olacağını ona söyleyerek uyardı. Bu gizemli su perisi [Siduri]nin Gılgamış a söyledikleri Kitabı Mukaddes teki sözlere şaşılacak derecede benzer biçimde, şu sözlerle, yaşamdan haz alabildiği sürece eğlenmeye bakmasını söyler: Gılgamış [almış başını]böyle nereye gidiyorsun! Ardına düştüğün [sonsuz] yaşamı bulamayacaksın [biliyorsun] Tanrılar [önce] insanı yarattılar, [Sonsuz yaşamı] kendilerine ayırtıp, [Sonra] ölümü yanı başına bıraktılar. Ey Gılgamış, karnını doldur, Gündüzün ve geceleyin kendini güldür. Gündüz deme gece deme çal, oyna, Her gününü bir zevk şölenine döndür. Giysilerin parlak ve temiz olsun, Başını yıkayacağın, yıkanacağın suyun bulunsun. Elinde tutan küçüğünü boşlama, Bırak, eşin göğsünde haz duysun. Çünkü insanlığın görevi [görüp göreceği] budur

91 83 Gılgamış sonunda Tufan kahramanının karşısına çıktı ve beklenen soruyu sordu; Ölümsüzlüğe nasıl eriştin? Ut-napiştim cevap olarak ona Tufan hikâyesini anlattı ve insanın soyunu sürdürmek üzere Enki/Ea tarafından kurtarıldığı için tanrıların ona sonsuz hayat bağışladığını açıkladı. Kurulu düzen tabi böyle fantastik bir şekilde iki kez altüst olamayacağı için, Gılgamış ta yeni kahraman ve böyle bir lütuftan yararlanacak yeni kişi olamazdı; Şu halde ölümsüzlük düşüncesinden ebediyen vazgeçmeliydi. Utnapiştim, onu sınavdan geçirip ölümün bir tür taslağı ve provası olan birkaç günlük uykusuzluğa bile dayanamadığını göstererek, yaradılışın ölümsüzlüğe uygun olmadığını kanıtladı. 75 Gılgamış umudunu yitirmiş ve yıkılmış bir halde evine dönmeye hazırlanırken, Tufan kahramanı, Gılgamış ın haline acıyan karısının ricasını kırmayarak denizin çok derinliklerinde bulunan, ölümsüzlüğün yerine geçebilecek bir şeyin gizli yerini ona açıkladı; bu, en azından yaşlandıkça yeniden gençleşmesini, dolayısıyla ömrünü uzatmasını sağlayacak Ebedi Gençlik Otu ydu. Gılgamış bu otu ele geçirebilmek için her türlü tehlikeyi göze aldı. Ama otu çıkardıkta sonra geri dönüş yolunda yorgunluğunu üzerinden atmak için bir gölün serin sularına daldığı sırada, bir yılan, bitkinin kokusunu alır ve otu kapıp kaçar; giderken de, derisini değiştirerek gerisinde bırakmıştır. Öykünün bu yanı, açıkça yılanın eski derisini atarak yaşamını nasıl yenileyebildiğini açıklama amacı güden bir etiolojik [nedenbilimsel] mitosu özelliği göstermektedir. Bomboş ellerle kentine geri dönmekten başka yapacak bir şeyi kalmamıştı; o da kaderine boyun eğip böyle yaptı. Destanda, onun büyük bir coşkuyla krallık görevlerini yerine getirmeye, böylece kalan ömrünü iyi bir kral olarak geçirmeye karar verdiği anlatılır. 75 BOTTERO, age. s. 142

92 84 Gılgamış destanları çemberi bununla sona erer. Bu çemberi, eski Sumer ve Akad mitolojilerinden ve halk öykülerinden derlenmiş bir öbeğin oluşturduğu açıktır. İçindeki mitosların bazıları ritüel mitosları başlığı altında toplanabilecek türden iken, öteki birçoğu, Mezopotamya inanç ve uygulamaları içindeki çeşitli öğeleri açıklama amacının ürünüdür. Bir bütün olarak Gılgamış destanı nın temelinde yatan tema, öteki birçok Akad mitosunun temelinde de karşılaşılan, insan ruhunun ölüm gerçeği karşısında ve ölümsüzlüğü yitirmiş olması durumunda yakınmasıydı. 6. Adapa Mitosu Mitosun kahramanının adı olan Adapa sözcüğünün Asur tarihi bilgini Ebeling tarafından İbrani Âdem adının Asurlu karşıtı olarak yorumlanmasına dayanılarak, söz konusu öykü ilk insan hakkındaki bir mitos olarak da görülebilir. Bu mitosa göre, Adapa, bilgelik tanrısı Ea nın oğludur. Ea Adapa ya büyük bir kuvvet, zekâ, ihtiyat vermiş fakat ölümsüzlük vermemiştir. Rahiplik görevlerinin neler olduğunu anlatmıştı ve bunlardan birisi tanrıların sofrasına balık sağlamaktı. Bir gün, balık tutarken, Güney yeli esip kayığını devirdi. Adapa buna öfkelenerek Güney yelinin kanadını kırdı; öyle ki; Güney yeli yedi gün esemedi. Yüce tanrı Anu, yelin esemediğini gördü ve nedenini araştırması için Ulağı İlabrat ı gönderdi. İlabrat dönüp Anu ya Adapa nın yaptığı şeyi söyledi. Anu, Adapa nın önüne getirilmesini buyurdu. Göklere olup biten her şeyi bilen Ea, oğluna, Anu nun karşısına çıkarken nasıl davranması gerektiğini öğretti. Adapa ya üzerine bir yas giysisi geçirmesini ve saçı baş darmadağınık olarak görünmesini söyledi. Göğün giriş kapısına vardığında, kapıyı iki tanrının, Tammuz ile Ningizzida nın beklediğini görecekti. Kendisine ne istediğini ve niçin yas tuttuğunu soracaklardı. Onlara, yeryüzünde yok olan iki tanrının yasını tuttuğunu söyleyecekti ve onlar bu tanrıların kimler olduklarını sorduklarında, Tammuz ve Ningizzida yanıtını verecekti. Gururları okşanan iki tanrı, Anu ya Adapa hakkında olumlu şeyler söyleyecekler ve kendisini yüce tanrının karşısına çıkaracaklardı. Ea, oğlunu, Anu nun karşısına çıktığında, kendisine ölüm

93 85 ekmeği ve ölüm suyu sunacağı yolunda da uyarmıştı; bunları kabul etmemeliydi. Kendisine aynı zamanda bir gömlek ve koku yağı sunulacaktı ki, işte bunları kabul etmeliydi. 76 Önce her şey Ea nın söylediği gibi iyi gitti. Adapa, Anu nun karşısına çıkarıldı; Anu onun, Güney Yeli ne olanlar hakkında açıklamalarını kabul etti. Sonra Anu toplanan tanrılardan Adapa ya ne yapılması gerektiğini sordu ve olasılıkla Adapa ya ölümsüzlük verilmesi düşüncesiyle, kendisine yaşam ekmeği ve yaşam suyu sunulmasını buyurdu. Babasının öğütlerini anımsayarak Adapa, bunları almayıp, kendisine verilen gömleği giydi ve yağdan süründü. Bu davranışı karşısında Anu niçin böyle acayip davrandığını sordu. Adapa, babası Ea nın öğüdüne uyarak, kendisine verilen şeyleri almadığını açıklayınca, Anu, Adapa ya bu yaptığıyla kendisini ölümsüzlük armağanından yoksun ettiğini bildirdi. Tabletin sonu kopuktur; ama Anu, Adapa yı, belli bazı üstünlüklerle ve bazı zayıflıklarla yeryüzüne geri göndermiş görünür. Eridu kenti, ödenmesi gereken feodal yükümlülüklerden bağışlanacak ve rahiplerine özel onur dereceleri verilecekti; ne var ki, sağlık tanrıçası Ninkarrak a, insanların uğrayacakları kazaları ve hastalıkları iyileştirme görevi verilmiş de olsa, insanlığa düşen payda, kazalar ve hastalıklar da olacaktı. Bu dikkate değer mitosta birçok ilginç nokta bulunmaktadır. Bu tür mitoslarda sık sık, ölümsüzlük şansının yitirilmesi, tanrılardan birinin yada ötekinin kıskançlığının ürünü olarak gösterilir ve tanrıların ölümsüzlüğü kendilerine ayırdıkları söylenir. Adapa mitosunda aynı zamanda, Tammuz un ortalıktan yitişinin Sami mitolojisinin sık karşılaşılan bir öğesi olduğunu görüyoruz. 76 HOOKE, age. s. 69

94 86 C. ASUR VE BABİL DE DİN Dünya nın en saygın Asiriyologlarından Oppenheiem in dediği gibi, Mezopotamya dini, sistematik bir şekilde tanımlanamaz ve tanımlanmamalıdır. Arkaik Sami zihniyetinin özgün ve ayırıcı özellikleri olması gereken temel kültür öğeleri arasında derin bir dinsellik göze çarpar; bu öğe hem Mezopotamya da hem de daha sonra İsrail de farklı biçimlerde korunmuş ve geliştirilmiştir. Bu değerlerden yola çıktığımızda oldukça derin bir dinsellikle karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz. Bu zihniyet günümüze kadar ulaşmıştır, çünkü Budizm i saymazsak, üç büyük evrensel din Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet- Sami kökenli dinlerdir. Bu kadar güçlü bir dinsel zihniyet oluşturan Samiler, insanı etkileyen bütün olayların ve ona sorun çıkaran her şeyin sorumluluğunu belirli doğaüstü varlıklara atfetmişlerdir; Tanrılar. Bu tanrılar insanları ve evreni yaratmakla kalmamış, bunların efendileri olmuş ve bütün evreni yönlendirmişlerdir. Bu nedenle bu tanrılar insan yaşamına hükmeden olumlu yada olumsuz, sayısız yükümlülüğün yaratıcıları ve garantörleri olmuşlardır; her şey tanrıların iradesine bağlıdır ve her kim bu kurallardan birine karşı gelirse, tanrılara karşı gelmiş, kurallarını hiçe saymış yada yadsımış, onların otoritelerine karşı ayaklanmış demektir. 77 Babil dininin kökleri tarihöncesi geçmişe dayanır. Yeterli belgesel kanıt korunmaya başlandığında, yeterince karmaşık ve çoğunlukla çelişkili görünen bir Sumer ve Sami dinsel gelenek karışımı bulunmaktaydı. Daha sonraki dönemlerde, iki tanrısal figürün birbirleriyle özdeşleştirildiğini ve sıkça her iki adı da taşıdıklarını görmek mümkündür; bu gibi gelişmeler, sonunda az 77 Jean BOTTERO, Eski Yakındoğu Sümer den Kutsal Kitaba, Dost Kitapevi, s.242, Ankara 2003

95 87 önemli tanrıların üstesinden gelinemeyecek biçimde karıştırılmasına neden olmuştur. Korunagelen en eski kayıtlardaki panteon yapısı, 3. binyılda yapılan tanrı listelerine dayanır. En başta, Mezopotamya tarihi boyunca hep gölgeler arasında bir figür olarak karşımıza çıkan Anu (gökyüzü) vardır. Sonraları bazı atribülerini, önce Enlil ardından Marduk ve Asur sırasıyla Babil de ve Asur ülkelerinde- devralmıştır. Anu nun esas atribüstü krallıktır ve insanlara krallık kurumu ve nişanlarının ilkin ondan geldiğine inanılır. Anu nun (daha renksiz olan) eşi Antum, erken bir tarihte yerini, aşk ve savaş tanrıçası olan İştar a bırakmıştır. İştar ın bereketle ilgili yönü [ünlü Uruk vazosu üzerinde betimlenen Sumerli İnanna olarak] en az 4. binyıla kadar uzanır. İştar daha sonra çeşitli adlar altında bütün Batı Asya nın en ünlü tanrıçası olacaktır. Anu, özellikle Uruk kentiyle ilişkilidir ancak daha sonra orada İştar ın gölgesinde kalmıştır. İştar ın kutsal alanı Eanna, 4. binyılda bile çok etkileyici bir anıtsal kamu yapıları kümesini kapsamaktadır. 78 Geç Babil döneminde, Bel (Efendi, Tanrı) unvanı Marduk ile eşanlamlı kullanılmaya başlanmış ve İştar gibi Marduk da diğer tanrıların çeşitli yönlerini kendinde barındırmaya başlamıştır: Ninurta çapanın Marduk udur, Nergal saldırının Marduk udur, Zababa yumruk yumruğa dövüşen Marduk udur, Enlil efendilik ve öğüdün Marduk udur, Nabu hesap işlerinin Marduk udur Sin, gece aydınlanmasının Marduk udur, Şamaş adaletin Marduk udur, Adad yağmurun Marduk udur Ancak bu gelişme gerçek tek tanrıcılık olarak düşünülmemelidir çünkü diğer tanrılara tapınma da devam etmiştir. Marduk la yakından ilişkili bir diğer 78 OATES, age. s. 180

96 88 tanrı da, oğlu Nabu dur. Borsippa tanrısı olan Nabu, aynı zamanda yazıcıların koruyucusu ve Ea yla Marduk gibi bilgelik tanrısıydı. İkinci tanrı grubu, göksel tanrılardı; Güneş, Ay ve Venüs tanrıları. Bunlardan belki de en önemlisin, Ay tanrısı Sin (Nanna) idi. Sin in ana kenti Ur du ama Nabonidus un pek de benimsenmeyen çabalarıyla onun kültünü yaymaya çalıştığı Harran la yakından ilgiliydi. Sin, hilalle simgelenirdi. Güneştanrı Utu veya Şamaş ın hem yerde hem de gökte yargıç olarak özel bir konumu vardı. Adalet tanrısı olarak yoksulları korumak özel ilgi alanıydı. Simgesi güneş diski olan Şamaş, Ay tanrısının oğullularındandı; özellikle Sippar ve Larsa ile ilişkiliydi. Genelde bu gruba dahil edilen diğer önemli bir tanrı da, hava tanrısı Adad dı. Simgesi çatallı şimşek, hayvanı da boğaydı. Batı Sami halkları arasında ve Asur ülkesinde Adad (veya Hadad) özellikle çok sevilirdi. Aşk ve Savaş tanrıçası İnanna/İştar ise, Şamaş gibi Ay tanrısının çocuğudur; sabah ve akşam yıldızı Venüs tür. Çoğunlukla kutsal hayvanı aslan üzerinde betimlenir. Artemis gibi bazen bir grup av köpeğinin başında gider ve kanatlı savaş tanrıçası olarak ok ve yayla görünür. Aslı kenti Uruk tur ama Kiş, Agade ve bazı Asur kentleri de onun kült merkezidir. 2. binyılda İştar en iyi tanınan, en yaygın tapınılan Babil Ülkesi tanrıçası olmuştur. İştar adı da basitçe tanrıça anlamında kullanılmaya başlamıştı. Çoğunlukla dönüşü olmayan ülke olarak adlandırılan ölüler diyarının başında, korkunç tanrıça Ereşkigal vardı. Sonraları, çok korkulan hastalık tanrısı Nergal de ona katılmıştır. Ereşkigal in ulağı Namtar ( yazgı ) büyü metinlerinde sıkça boy gösterir; ölüm habercisidir ve insanların üzerine salabileceği 60 hastalık vardır kontrolünde. Nergal le ilişkili diğer bir tanrı da, hastalık ve savaş tanrısı Erra dır. Evlerde çoğunlukla ona karşı muska niteliğinde bir tablet bulunurdu. 79 Mezopotamya da dinsel etkinliklerin merkezinde, insanların tanrılara hizmet etmek amacıyla yaratıldığı inancı vardı. Çünkü burada insanların 79 OATES, age. s. 182

97 89 doğuştan var olan eğilimi tanrılara hizmet etmek efendileri olan bu hükümdarlara emeklerinin en iyi ürünlerini sunmak, böylece onların kaygısız ve mutlu bir ömür sürmelerini sağlamaktı; şaşalı bir biçimde döşenmiş, uçsuz bucaksız muhteşem tapınak-saraylar, barındırdıkları sayısız bina, tam ortalarında da gök ile yer arasındaki dev bağı oluşturan, kat kat yükselen ziggurat; temsil ettikleri tanrıyı elle tutulur hale getiren değerli heykeller; lüks kıyafetler ve en kıymetli mücevherlerin doldurduğu mücevher kutuları; sunulan nefis yiyecek ve içecekler; şenlikler, her türlü eğlence; arabayla ya da gemiyle yapılan bayram geçitleri Şimdi olsa ruhban sınıfı diyeceğimiz uzman bir personel tarafından hayata geçirilen bu tanrı kültünün başlıca sahnesi tapınaktı. Mezopotamyalılar, adete yapılarında var olan ritüel meraklarıyla, yapılacak törenleri kılı kırk yararak yazıya geçirmiş, duaları kelimesi kelimesine kaydetmişlerdir. Mezopotamyada bilinen biçimiyle tapınak hiyerarşisine rastlanmaz. Tapınak personeli arasında, hem rahip hem de idareci olan sanga yani başrahip, çeşitli ruh kovucular, naru yani şarkıcılar, görevleri arasında tanrıları müzikle yatıştırmak da olan kalu lar, yazıcılar ve tapınak işlerine bakan çeşitli idareciler de vardı. Resmi Babil dininin merkezi unsuru, tanrı imgesiydi. Tanrının heykelde vücut bulduğuna inanıldığından, heykel savaşta başka yere götürüldüğünde, geri dönene kadar tanrının yerinde olmadığı düşünülürdü. Babil ülkesi krallarının yemeklerini perde arkasında yediklerine dair doğrudan bir kanıt yoktur ama diğer tapınak alışkanlıkları gibi bu uygulamada saray adetlerinden kaynaklanmıştır. Tanrı yedikten sonra, yemekler tüketilmesi için krala gönderilirdi. Asıl tanrının, eşinin, çocuklarının ve hizmetkâr tanrıların sofralarına gitmeyen yemeklerse, tapınak yöneticileri ve zanaatçılara dağıtılırdı. Söz konusu yemeklerin miktarları çok fazlaydı; Uruk tan bir Selefki metni, diğer sunularla birlikte günde toplam 500 kg ekmek, 40 koyun, 2 boğa, 1 öküz, 8 kuzu, 70 kuş ve ördek, 4 yaban domuzu, 3 devekuşu yumurtası, hurma, incir, kuru üzüm ve 54 kap bira ve şarap

98 90 sayar. Her kentin kendine özel mevsimlik bayram takvimi vardı. Kuşkusuz en büyük bayram olan Yeni Yıl Şenliği, Geç Babil döneminde bahar ekinoksuna denk gelen Nisan ayının ilk on bir gününde yapılırdı. 80 Mezopotamya tanrıları insan görüntüsünde tasarlanırlardı ve daha aşağı varlıkların kusur ve davranış bozukluklarından yoksun değillerdi. Her Babillinin dua ettiği ve adaklar sunduğu kendi kişisel tanrı veya tanrıçası vardı. Bu tanrıların görevi, kişiyle diğer tanrıların arasını bulmak ve evrende bolca bulunduğuna, tanrıların bile bağışıklığı olmadığına inanılan iblislere ve kötü ruhlara karşı kişiyi korumaktı. Koruyucu muskalar takarlardı ve görevleri büyü sözlerini söylemek ve kötü güçleri savacak ayinler yapmak olan rahipler (aşipu, maşmaşu) de vardı. Doğaüstü güçlerin özençli etkinliğinin, doğrudan kurbanların etkili eylemi ya da sözüyle karşılaştığı kötülüğe karşı savaşın işte bu aşamasında, birçok terim gibi yerli yersiz çok sıkça başvurulan Büyü (Magie) den de söz etmeliyiz. Mezopotamya da insanlar genel olarak acılı sıkıntı, hastalık ve özel olarak ruhsal sıkıntı ları Evrenin dinsel sistemiyle birleştirdiğinde açıklayabiliyor ve en son varoluş nedenini anlayabiliyorlardı. Ve elbette kurtuluş yolu da öyle. Çünkü kötü güçlere karşı tekniği, özünde değişmemiş olan Büyüden alınmıştı. Kimi zaman görkemli büyük dinsel törenlerin boyutlarına ulaşan ve elimizde çok sayıda örneğinin bulunduğu bazı törenler yoluyla, Dünyanın hâkimlerinden demonlara ve uğursuz güçlere belge sahiplerine artık hiç yaklaşmamaları yada getirdikleri hastalıklarla birlikte çekip gitmeleri emrini vermeleri isteniyordu. Buna tam olarak kötülük kovma (Exorcisme) denmektedir. Öyleyse, hastalıklara karşı savaşmak için başka yöntemlerde kullanılmalıydı; işte bu yol da Büyü dür. Büyü Babil de o kadar yaygın dı ki bu Müslümanların Kutsal kitabı Kuran ı Kerimde ayetlerde de 80 OATES, age. s. 182

99 91 mevcuttur. Kur an daki bir ayette bu durum şöyle anlatılır; Tuttular Süleyman ın mülküne dair şeytanların uydurup söyledikleri şeylerin ardına düştüler. Hâlbuki Süleyman inkâr etmedi fakat o şeytanlar inkâr ettiler. Onlar, insanlara büyü yü ve Babil deki iki meleğe, Harut ile Marut a indirilmiş olan şeyleri öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek ; Biz ancak bir imtihan için gönderildik, sakın büyü yapmayı caiz görüp de kâfir olma demedikçe hiç kimseye onu öğretmezlerdi. İşte bir takım kimseler, bu iki melekten kişi ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allanın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilir değiller. Kendilerine zarar verip fayda vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. Yemin olsun, büyüyü her kim satın alsa, herhalde onun ahiret te bir nasibi olmadığını muhakkak bilmişlerdir. Fakat canlarını sattıkları o şey ne çirkin bir şeydi, onu keşke bilselerdi. 81 D. ASUR VE BABİL DE ASTRONOMİ Burçlarla kaplı, duru gökyüzünde gök cisimlerinin hareketlerini yüzyıllar boyunca bıkıp usanmadan gözlemleyen insanlar sadece bir takım kehanetler de bulunmakla kalmadılar, incelemelerinin sonucunda gerçek anlamda bilimsel bir astronomiye de ulaştılar. Bu sayede sözgelimi bir ay veya güneş tutulmasının ne zaman gerçekleşeceğini hiç hatasız hesaplayabiliyorlardı. Selefikler devrinde Yunan bilimiyle temas etmeleriyle gelişen ve güçlenen bilimsel kapasiteleride, gayet yerinde olarak ünlerine ün kattı. Nesnelerin gerçekte ancak doğumları ve büyümeleri izlendiği sürece tanınıp anlaşılabileceğini ileri süren bilge Aristoteles i izlersek, biz de, fazla yorulmadan astrolojinin doğduğu yere kadar gidebiliriz; günün birinde bu kocaman ölü kürelerin hayatımıza öylesine nasıl girdiğini yakından görmek istiyorsak, tarihin en gizli yollarıyla zamanın içinde daha gerilere gitmek gerekir. 81 Kuran-ı Kerimin Bakara Suresi, Ayet 102

100 92 Sumerliler yıldızlar üzerinde yaptıkları gözlemlerle, tarımsal işlemlere başlama zamanını önceden, büyük bir olasılıkla belirliyorlardı. Bu başarıyı algılayan ve yorumlayan Sumerliler, aynı yolu izleyerek kehanette bulunabilecekleri umuduna kapıldılar. Dolayısıyla Sumer astronomisinin gökcisimlerinin devinimlerinin izlenmesinin- temel amacı astroloji oldu. Ama amacı ne olursa olsun, ister gaipten haber vermek, ister geleceği bilmek olsun, astrolojiyle ilgili araştırmalar, astronominin oluşmasına ve dolayısıyla matematiğin gelişmesine yol açtı. Zamanın astronomları olan Babilli müneccimler, yıldızların durumuna göre hüküm veren rahipler, burçlar kuşağı düzlemini temel aldılar ve gökyüzünün haritasını çizdiler; takımyıldızları ve yıldızları adlandırdılar. Ama ay takvimi ve astroloji konusundaki önyargıları ve saplantıları, müneccimleri gizemciliğe yöneltti. Onlar için ayın ve gezegenlerin devinimleri, tutulmalar insani etkinlikleri ve ilişkileri belirleyen gizemli olaylardı. Bu nedenle, anılan gökcisimlerinin bağıl durumuyla özellikle ilgilendiler. Bu olguları inceden inceye gözlemlediler ve büyük bir doğrulukla kayda geçirdiler. Böylece, bilimsel açıklamasını yapmadıkları kimi bilimsel gerçekleri belirlemeyi başardılar. Örnekse, M.Ö 2000 den kısa bir süre sonra, Venüs (Çobanyıldızı) gezegeninin yaklaşık sekiz yılda beş kez ufukta aynı noktaya döndüğünü tespit ettiler. Bu belirleme doğrudur ve Venüs ün tüm evrelerinin tam çevrim süresi olan 584 (=8 x 365 / 5 )güne eşittir. 82 M.Ö li yıllarda Babilliler yıldızlarla ilgili büyük bir katalog düzenlemişlerdi. Bu katalogun kopyaları, Anadolu da, Hitit başkenti Hattuşaş ta bulunan Krallık Arşiv inde korunuyordu. Bu da katalogun kapsadığı bilgilerin M.Ö 1200 den önce Ege bölgesine doğru yayıldığı anlamına gelir. M.Ö 1100 den sonra bu yıldızlar listesi Asur da yeniden gözden geçirildi. M.Ö. 800 den sonra ise Babil metinlerinde, günümüzün ekvatorla ilgili koordinatlarına benzer bir sistem üzerinde, yıldızların gökteki 82 GÜNDÜZ, age. s. 265

101 93 konumlarının ve güneşle bağlantılı kayboluşlarının gösterilmeye başlandığı görülmektedir. Bundan başka M.Ö. 747 den sonra Babilliler, İsa nın doğuşunu günümüz takviminin başlangıcı kabul ettiğimiz gibi, yılları, nominal(itibari) bir zamanı [ M.Ö. 26 Şubat 747 günü öğle üzeri!] tarih başı olarak hesaplamaya ve olayları kral Nabonassar Dönemi nden (M.Ö ) itibaren tarihlendirmeye başladılar. Bu belirlemeden sonra gökyüzü olayları, yeryüzündekiler gibi kral Nabonassa ın.. ninci yılı biçiminde tarihlendirildi. Babilli astronomlar, bu yolla toplanıp düzenlenen ve tarihlendirilen verilerle güneşin, ayın ve gezegenlerin bağıl konumlarını önceden hesapladılar; dolayısıyla beklenen tutulmaların zamanını tahmin ettiler. 83 Bu arada Babil deki eski tapınak araştırma enstitüleri de işlevlerini eskisi gibi yapıyorlardı. Matematiksel metinler ve astronomik gözlemler, M.Ö. 20 gibi geç tarihlere dek çivi yazısıyla kayda geçirildi. Batıdan sık sık gelen Eski Yunanlı bilginler bu eski araştırma ve öğretim merkezlerine devam edip çok şey öğrendiler. Günümüzün doktora unvanına eşdeğer olan ve astroloji eğitimi almış rahip ya da kişi anlamına da gelen Kaldeli (ya da Kaldelili) unvanını aldılar. Açıktır ki, Yunanlılarda ki bunu birçok kez dile getirmişlerdir- bu yıldız falcılığını başka yerlerden, daha açıkça söyleyecek olursak, büyük hayranlık uyandıran Mezopotamya dan ve antik Babil den almış olduklarını çok iyi biliyorlardı. Aslında İskender in Babil i fethi, Babilli ve Yunanlı bilginler arasında verimli bir işbirliğine yol açmıştı. Bu birlikte çalışma, İskender in ölümünden sonra komutanlarından Selevkos Nikator un kurduğu Selevkos imparatorluğu döneminde de (M.Ö ) sürüp gitti. Yine M.Ö. 300 de, Bel de Babilli bir din adamı olan Bel-uşur, işte buradan Kos adası ve kentine gidip bu yöntemi ilk kez kendisi öğretmeye çalıştı. O nedenle onun astrolog ardılları, uzun süre Babilliler gibi Kaldeliler olarak adlandırılacaklardır, çünkü her iki terim birbirinin eşanlamlısı olarak kullanılıyordu. Şimdi tutulum dairesinin gök ekvatorunu kestiği noktaların 83 GÜNDÜZ, age. s. 266

102 94 geceyle gündüzün eşit uzunlukta olduğu noktaların (ekinoks)- tutulum dairesi boyunca gerilmesi olgusunu önce belirleyen astronomun Babilli Kidannu mu, yoksa İskenderiyeli Yunan Hipparakhos mu olmuştur? Dairenin altıya bölünmesiyle oluşturulan Babil standart ölçülerini gökyüzüne taşıyan müneccimler, gökcisimlerinin birbirinden uzaklıklarını yersel ölçülere göre belirlediler. Göksel olayların irdelenmesinde, cebirsel özelliğe sahip matematiksel yöntemlerini kullandılar. Çoğu M.Ö. 240 ila 40 tarihlerine ilişkin birkaç yüz astronomik tablete göre, müneccimlerin, göksel olayları çok duyarlı tahmin etmelerini sağlayan bu uygulama M.Ö. 500 de başlamış ve 300 lerde yoğunlaşmıştır. Ayrıca Babilli müneccimler, M.Ö. 380 sularında, ay takviminin güneş takvimiyle olan ilişkisini belirlediler. Bu ilişkiden yararlanarak ay takviminin güneş takvimine uymasını sağladılar. Gözlemlerine göre, yedi yıl 13 ve on iki yıl 12 ay ayından, dolayısıyla 235 ay ayından oluşan 19 yıllık çevrimlerde Ay ın hilal yada dolunay gibi, belirli bir evresi iki kez aynı güneş gününe rast geliyordu 84 Matematiksel astronominin gelişmesiyle çok yakından ilişkili olarak, M.Ö. 1. binyıl sonlarına doğru burçlar kuşağı keşfedilmiş ve horoskop astrolojisi başlamıştır. Bu çeşit on binler, kişilerle değil ülke olaylarıyla ilgiliydi; göksel olaylar, sadece ülke ve/veya kralla bağlantısı içinde yorumlanırdı: Eğer güneş ayın üstünde veya altında olursa, tahtın temeli sağlam olur. Ayın altıncı günü ay ile güneş beraber görünürse, krala savaş ilan edilecektir. M.Ö. 1. binyıl ortalarının çiviyazısı metinlerinde modern burç işaretlerine rastlanır ama burç takımyıldızları geleneği daha eskiye dayanır. Kişisel horoskoplarla ilgili kanıtlar Babil den gelmektedir. Genelde horoskop astrolojisi geleneğinin Helenistik olduğu düşünülür ama Helen astrolojisine ilişkin bilgilerimiz ağırlıkla Romalılar dönemine dayalıdır ve Kommagene kralı I. Antiokos un (M.Ö.62) ünlü anıtı dışında, M.Ö 4 öncesine ait hiçbir Yunan 84 BOTTERO, age. s. 187

103 95 horoskopu bilinmemektedir. İlk Babil ve Uruk horoskoplarında doğum tarihi, bir örnekte de ana rahmine düşme tarihi verilir; bunu, çocuğun geleceğiyle ilgili tahminler içeren astronomi raporu izler. 85 Matematik ve astronomi gibi astroloji de Klasik dünyada çok gelişip genişlemişti ve Helenistik bilim daha sonra Arap kaynaklarına geçerek Newton dönemine kadar eski dünyaya ve Batı Avrupa ya hükmedecekti. Fakat kökleri hiç kuşkusuz Mezopotamya da; Babil ve Sumer deydi ve Selevkoslar dönemi astronomisi, ardında bin yıllık dikkate değer bir matematik gelişme ile eski dünyanın gerçek bilimsel gelişiminde büyük rol oynamıştır. Yunanlılar, eski Mezopotamya kültürü içinde kökleşmiş olan tipik ve mantıksal olan bir kehanet sistemini kendi dünya görüşlerine uyarlayarak ona ontolojik bir nitelik kazandırmışlardır. Her ne kadar her iki astroloji kolayca incelenebilir olsa da - özellikle nasıl doğup büyüdükleri bilindiğinde-, her ne kadar her ikisi de düş ve kurgulamaya dayansa da, biz eski olanını daha insancıl, daha düş gücüne dayalı, daha esnek ve yaşamımızda kaçınılmaz olgular olan umuda ve açık uçluluğa daha yatkın buluyoruz; bu iki tarzdan en eski olanı, elimizi kolumuzu kıpırdatmadan bizi doğal olarak sonsuza dek kayıtsız kalmaya mahkûm edebilecek şu meşum ve ürkünç kadercilikten daha uzaktır. E. ASUR VE BABİL DE TIP Mezopotamya tıbbı, Herodot un Babil de hekimlerin pek tanınmadığı biçimindeki yanlış ama sıkça aktarılan sözünden dolayı çok büyük bir haksızlığa uğramıştır. Mezopotamyalı hekimler hastalıkları, büyünün yanı sıra iksirlerle ve kimi durumlarda da cerrahi müdahalelerle iyileştirmeye çalıştılar. Bu hekimlerin mesleki bilgileri Bronz Çağı nda bile kayda 85 OATES, age. s.200

104 96 geçirilmişti. Örnekse Sumerler, hastalıklara, ilaçlara ve hekimlik deneyimlerine ilişkin bilgileri, M.Ö.2500 li yıllarda hatta daha öncesinde yazıya dökmüşlerdi. Anılan bilgileri kapsayan tabletlerin büyük bir bölümü, Irak ta, Musul yakınındaki en büyük Asur başkenti Ninova da bulunan Asurbanipal Kitaplığı nın kalıntıları arasında çıkarılmıştır. Asur kıralı Asurbanipal bilime ve sanata büyük ilgi duyan bir hükümdardı. Ortadoğu nun sistemli biçimde kataloglanmış ilk kitaplığını kurmuştu in üzerinde tabletten oluşan kitaplık, tapınak kitaplıklarından toplanmış metinlerin asıllarından yada kopyalarından oluşuyordu. Tabletlerdeki metinler edebiyat, tarih, felsefe, astronomi ve tıp ile ilgiliydi. Bu tabletlerden günümüze dek kalanların çoğu British Museum da ve İstanbul Arkeoloji Müzelerinin Çiviyazılı Belgeler Arşivi nde korunmaktadır. Hattuşaş taki Hitit Krallık Arşivinin kalıntıları arasında da M.Ö.700 lerde Mezopotamyalı hekimlerin yazdığı ve Hititli bilginlerin inceleyip kopyasını çıkardıkları tıp metinleri bulunmuştur. 86 Fransızların Lagaş ta yaptıkları kazılar sırasında kabartma resimli bir vazo bulundu. Değerli bir sanat eseri olan bu vazonun asıl önemi, o güne dek Greklerden geldiği sanılan hekimlik simgesinin, gerçekte, hekimliğin koruyucusu bir Sumer tanrısının amblemi olduğunu göstermesiydi. Vazonun üzerinde iki cin arasında, hayat ağacının beyi anlamına gelen tanrı Ningişzida nın simgesi olan, bir sopaya sarılmış biri dişi öteki erkek iki yılan işlenmişti. Sopa, hayat ağacını, dolayısıyla yaşamı ve yılanlar ise gençliği temsil ediyordu. Bu figür, binlerce yıl çeşitli ülkelerde yalnız sopa, sopa-yılan, tek yılan ve birbirine sarılmış iki yılan halinde koruyucu ve şifa verici bir simge olarak kullanıldı. Daha sonra, aslında Sumerlere ait olan anılan simge, Eski Yunanlıların hekimlik-tanrısı Asklepios un yılanlı asasından esinlenerek günümüzdeki hekimliğin amblemi oldu GÜNDÜZ, age. s GÜNDÜZ, age. s. 301

105 97 Mezopotamya da hasta olanlar aslında iki çeşit hekimlik hizmeti alabilirlerdi; Bir yandan psikolojik olarak çok etkili büyü tedavisi, diğer yandan da çok çeşitli ilaçların kullanımına dayalı tedavi yöntemi. Büyü uzmanına aşipu, uygulamalı hekim ve eczacıya da asu denirdi. Elimizdeki metinlerin neredeyse her yerinde, bizzat pratisyen olan ustası tarafından yetiştirilmiş ya da İsin kenti Fakültesi gibi ünlü bir okulda yetişmiş tabiplere rastlamaktayız. Oldukça taşlamalı bir hikâyeye inanacak olursak, yüksek mevki sahibi kimi tabipler değişik bir kılıkla dolaşıyormuş; saçları kökten kazılmış, gösterişli ve yapmacıklı bir şekilde çanta taşıyan kimselermiş ve işsiz güçsüz kişiler böyle bir tabip gördüğünde, amma bilgili biri derlermiş. Bu tabipler, kimi kez ihtisas ta yapıyordu; birinin tabip olup olmadığı gözlerinden anlaşılıyormuş; hatta çok seyrek de olsa, kadın tabip olduğu belirtilmiştir. 88 Mezopotamyalı hekimler, tabletler üzerine yazdıkları ilaç reçetelerinde, ilacı oluşturan maddelerin adlarını ve nasıl kullanacaklarını belirtiyorlardı. Bu reçeteler, düzenlenmeleri ve içerikleri yönünden şu şekilde sınıflandırılabilir; (ı) hastalık belirtilmeden yazılmış ilaç bileşimleri, (ıı) belirli bir hastalığa ilişkin bir ilacın bileşimi, (ııı) çeşitli hastalıklara ilişkin - kitap oluşturacak şekilde düzenlenmiş- çok sayıda ilaç bileşimi, (ıv) belirli bir hastalığa tutulmamak için kullanılacak ve günümüzün aşıları sayılabilecek ilaçlar. Örnekse, Nabu-leu adlı bir hekimin imzasını taşıyan Asurlular zamanında kalma bir reçete üç kolondan oluşmaktadır. Reçetenin birinci kolonunda yüz elliden fazla bitki adı verilmiş ve bunların hangi bölümlerinin kullanılacağı belirtilmiş; ikinci kolonda bu bitki bölümlerinin hangi hastalığa iyi geldiği yazılmış; üçüncü kolonda ise ilaçların hazırlanma ve kullanma biçimleri açıklanmıştır. Akadlar zamanında da benzeri listelerin düzenlendiği görülmektedir. Tıp tarihinin en eski reçetesi ise son yıllarda bulunmuştur. M.Ö yıllarına ilişkin Sumer dilinde yazılmış olan bu reçetede çeşitli ilaç bileşimleri bir arada gösterilmiş ve 88 BOTTERO, age. s. 169

106 98 bunların nasıl kullanılacağı açıklanmıştır. Anılan yıllara ilişkin olmasına karşın reçetede büyüden hiç söz edilmemesi ilginçtir. 89 Reçetelerde ilaç dozajları genellikle bildirilmemiştir. Kimilerinde ise bu dozların, kuru ilaçlar için kaç adet, kaç mina, kaç şekel ve sıvı olanlar için kaç sila 90 olduğu yazılmıştır. Reçetelerde bildirilmeyen dozları eczacıların belirlediği tahmin edilmektedir. Böylece hazırlanan ilaçlar hastaya genellikle gece yada sabah güneş doğmadan uygulanmaktaydı. Reçetelerde ilaçların kullanım yolları [prospektüs] da bildiriliyordu; soğuk yada sıcak içilmesi, yutulması yada vücuda sürülmesi gibi. Kimi ilaçların günde bir ila üç kez alınması bildiriliyor ve bu tedavi, genelde, üç ila yedi gün sürüyordu. Mide hastalıkları içinde perhiz yapılması ve yalnızca süt içilmesi tavsiye ediliyordu. Babil ülkesi tıp uygulamasının doğasını ve kapsamını açıklayan metinler, geniş bir ilaç bilgisine dayanan ve tıbbi değeri olduğu bilinen bazı ilaçları da içeren, bitkisel bir tıp düzeyi sergiler. Ayrıca, çeşitli hastalıkların tanı ve tedavisini de açıklar. Göz sağlığı, solunum ve karaciğer hastalıkları ile mide rahatsızlığından bahseden tabletler de vardır ama Akadca libbu kalp, karın, bağırsak ve dölyatağı için kullanılabileceğinden, bunların çevirisi her zamankinden zor olmaktadır. Enterit, kolit, diyare, barsak düğümlenmesi ve olasılıkla dizanteriden bahsedilir; diğer tabletler üreme organları hastalıklarından ve gut da dâhil olmak üzere bacak rahatsızlıklarından bahseder. Klinik muayeneye de değinilir; Hastanın ateşli bedeninin çeşitli yerlerinden ölçülür; nabız atışı alınır; deri rengi, iltihaplar ve bazen de idrar rengine bakılırdı. Bulaşıcı hastalıkların bilindiği de kanıtlanmıştır. 91 Mezopotamya da hekimlik, yalnızca rahip unvanını taşıyan kimselerin icra edebileceği kutsal bir meslekti. Cerrahlık ise farklı konumdaydı. Dinsel 89 GÜNDÜZ, age. s Mina; Yaklaşık 500 Grama Eşit Bir Ağırlık Ölçüsü. Şekel; Yaklaşık 8 Grama Eşit Ağırlık Ölçüsü Sila; Kapasite Ölçüsü Yaklaşık 0.842lt 91 OATES, age. s. 192

107 99 özelliği olmadığı kabul edilen bir uğraşıydı, bir zanaattı. Cerrah, çok belirgin fiziksel nedenlerle oluşan yaraları, çıkık ve kırık gibi sakatlıkları iyileştirmek ve onarmakla yükümlüydü. Bu bakımdan cerrahların sihirsel kavramlara olan bağlılığı, hekimlere oranla daha azdı. Dolayısıyla mesleki çalışmalarını, nesnel ve bilimsel biçimde yapabilmeleri mümkündü. Milattan önce 17. yüzyılda cerrahların etkinlikleri Hammurabi yasası nın ilgili maddeleriyle denetim altına alınmıştı. Yasada, yalnızca cerrahların ücretleri ve yaptıkları hatalara ilişkin cezalar yer almaktadır. Bunun da nedeni, hekimliğin ruhban sınıfına özgü kutsal ve dolayısıyla dokunulmazlığı olan bir meslek kabul edilmesi; cerrahlığın ise zanaatkârlık sayılması olabilir. Hammurabi Yasası nın söz konusu maddeleri şöyledir; 215 ila 217 Bir cerrah özgür insanlar sınıfından bir hastanın ağır yarasını bronz neşteriyle ameliyat eder ve hastanın hayatını kurtarır, sağlığına kavuşturursa, yada bir kimsenin gözündeki misafiri aynı aletle ameliyat eder ve hastanın gözünü iyileştirirse kendisine 10 şekel gümüş verilir. Hasta halktan, orta sınıftan biriyse 5 şekel gümüş alır. Hasta bir köleyse sahibi 2 şekel gümüş verir. 218 ila 220 bir cerrah bir hastanın yarasını bronz neşteriyle ameliyat eder ve sonuçta hasta ölürse, yada hastanın gözündeki misafiri aynı aletle ameliyat eder ve hastanın kör olmasına neden olursa cerrahın elleri kesilir. Ameliyat sonrası ölen hasta bir köle ise, cerrah kölenin sahibine eşdeğerde bir köle verir. Ameliyat sonrası köle kör olursa, cerrah kölenin sahibine onun değerinin yarısı kadar gümüş verir. Bu maddeler cerrahların kazancının çok yüksek olduğunu göstermektedir. Örnekse, bir cerrahın ameliyat ücreti olan 10 şekel ile bir ev bir köle ya da bir tarla alınabiliyordu. Oysa bir ustanın yıllık kazancı 8 şekel di. Öte yandan, ölümle sonuçlanan girişimlerle ilgili cezalar, cerrahlığın riski yüksek bir meslek olduğunu gösteriyor, cerrahları ihtiyatlı davranmaya

108 100 ve paraya tamah ederek iyileşmesi mümkün olmayan hastalar üzerinde cerrahi girişimlerde bulunmamaya yöneltiyordu 92 Ur III ve Eski Babil devrinde bahisleri geçse de, bağımsız çalışan hekimler çok azdı; anlaşılan, hekimlerin çoğu saraya bağlıydı. M.Ö 14. yüzyıl Amarna döneminde, saray doktorlarının ülke dışına gönderildiğini öğreniyoruz; herhalde yabancı hükümdarlara hekimlerinin becerisini göstererek Babil kralının prestijini arttırmak hedefleniyordu. Mari mektuplarında da benzer konulara değinilir. En gülünç Babil metinlerinden biri olan Nippurlu yoksul adamın öyküsü 93 aç gözlü valiye yoksul bir adamın oynadığı, 1001 Gece Masalları nı anımsatan üç oyunu anlatılır. İkinci öyküde yoksul adam, hekim (asu) kılığına girerek yaptıklarını anlatır. Tıbbın olağan işleyişi hakkında bilgi veren nadir metinlerdendir ve hekim görünüşünü bile tarif eder; tıraş olmuştur ve mesleğinin iki nişanı olan içit (libasyon) kabı ve buhurdanlık taşır. Diğer metinler hekimin aynı zamanda bir torba şifalı bitki taşıdığını söyler. Öyküdeki sahte hekim, bilim kenti İsin in yerlisi olduğunu söyler. Babil tıbbı hakkında bildiklerimizin çoğu, yazıcı okullarının ve kütüphanelerin bilimsel el kitaplarından kaynaklanır. Nippurlu yoksul adamın öyküsü, aslında dönemin olağan günlük tıp uygulaması hakkında ne kadar az şey bildiğimizi açıkça göstermektedir GÜNDÜZ, age. s POWELL, M. A. Sumerian Area Measures and the Alleged Decimal Substratum ZA 62, OATES, age. s. 193

109 101 BÖLÜM III HİTİTLER VE HURRİLERDE FELSEFİ DÜŞÜNCE A. Hititler Ve Hurriler Uygarlık, Teknoloji ve Kültür açısından Hititlerin ve Hurrilerin Avrupa sı Mezopotamya idi. 95 Hurriler ile ilgili en son araştırmalar, gerek dil ve gerekse arkeolojik buluntulara dayanarak bu kavmin ana vatanının Kafkasya veya daha büyük bir ihtimalle Transkafkasya olduğunu göstermiştir. Hititlerden yüzyıllarca önce, en geç 3. bin yılın ortalarından itibaren güneye göç etmeye, Mezopotamya kültür dünyasının içine girmeye başlamıştır. Orta Anadolu da en geç Eski Asur Ticaret kolonileri ve güneydoğu Anadolu da da en eski Hitit belgelerinin ortaya çıkmasından beri mevcut olan Hurri varlığı, bu kavmin buralara doğudan, yani Dicle Nehri ötesinden göç yoluyla gelmediği, aksine Hattiler gibi yerli kavim olduğunu göstermektedir. 96 Hurrice, Akadca ve Sumerce den sözcük dağarcığına bolca ödünç kelime almış olmasına rağmen, hiçbir zaman Hititçe kadar yozlaşıp yabancılaşmamıştır. Ayrıca en başta Hititçe ve Akadca olmak üzere Luvice ye çok miktarda kelime vermiştir. Özellikle Hititçe dini metinler, kurban metinleri ve fal metinleri, Hurrice teknik terimler ve kutsal nesne adlarıyla 95 Ahmet ÜNAL, Hititler-Etiler ve Anadolu Uygarlıkları, Etibank Yayınları s. 97, Ankara ÜNAL, age. s. 99

110 102 doludur. Zaman ve coğrafi mekânın doğurduğu sebeplerden ötürü çok geniş bir alana ve çok miktarda kültür bölgelerine yayılmış olan Hurrice nin en az 6 adet şivesinin olması, bizi şaşırtmamalıdır. 97 Hitit-Hurri ilişkileri ve Anadolu tarihi açısından en büyük tarihi olgulardan birisi hiç kuşkusuz, Orta Hitit hanedanının Hurri kökenli olmasıdır. Bu devirde kral ve kraliçeler Hurrice adlar almışlardır. Ayrıca Hurri kültür etkisi eskiden zannedildiği gibi Hitit İmparatorluk devrinden itibaren değil, eski Hitit ve özellikle Orta Hitit devrinden itibaren Hattuşa da yayılmaya başlamıştır. En başta Orta Hitit çağına tarihlenen Hurrice-Hititçe iki dilli metinler olmak üzere Boğazköy ve Ortaköy de bulunan çok sayıda Hurrice metinler bunun açık seçik kanıtıdır. Hurriler kültürel açıdan Hititlere çok şey vermişlerdir. Bunlar aslında saymakla bitmez. En başta dil, din, edebiyat, mitoloji, büyü, tıp, giysiler, teknik aletler ve silahlar ve kadın hakları gelir ki, bunların her biri ayrı ayrı araştırma konuları oluşturur. Başka kavimlere kendi verdikleri kültür öğelerinin neler olduğu, maalesef açık seçik anlaşılamamaktadır. Bu ancak kapsamlı bir Hurri kültür merkezinin keşfinden ve Hurri kültürünün tüm yönleriyle tanınması ve tanımlanmasından sonra mümkün olacaktır. Ne var ki, bizzat kendi verdikleri kültür verileri yanında birde Mezopotamya kültürünü Hititlere aktarma işlevleri vardır. Katalizatörlük rolü diyebileceğimiz bu işlevlerinin başında, Eski Babil çivi yazısının Hurriler üzerinde Hititçe ye adapte edilmiş olması gelir. 98 Hurri etkisinin en yaygın ve bariz olduğu saha hiç kuşkusuz dindir. Hitit panteonunun baş tanrıları olan Hava Tanrısı ve karısı Güneş Tanrıçası tamamen Hurri kimliği kazanmış ve Hurrice Tesup ve Hepat adlarını almışlardır. Burada, Hitit başkenti Boğazköy ün açık hava tapınağı 97 ÜNAL, age. s ÜNAL, age. s. 112

111 103 Yazılıkaya da tasvir edilen tanrı kabartmalarının tamamı Hurri panteonu nu yansıttığını anımsatmak, Hitit dininde Hurri etkilerinin boyutlarını anlatmaya yeterlidir. Hurri etkisinin çok belirgin bir şekilde karşımıza çıktığı başka alanlar arasında büyü, tıp ve falcılık mutlaka sayılmalıdır. Barbar bir kavim olarak Anadolu ya gelmiş olan Hititler, Hatti kültürünü yıkmışlar ve askeri zaferlerine rağmen ortaya çıkan kültür boşluğunu dolduramamışlardır. İşte bu boşluktan yararlanan Hurri büyü ve tıp uzmanları daha o zamanlar Hattuşa ya akın etmişler ve becerilerini para karşılığı Hititlere satmışlardır. Hititler bu mütehassısların becerilerinden o kadar etkilenmişlerdir ki, kütüphaneler dolusu Hurri asıllı büyü tabletleri bugün dahi müzelerimizi doldurmaktadır. Edebiyat ve mitolojide ise tıpkı sanat ve dinde olduğu gibi Hurri etkisinin sınırlarını belirlemek bile mümkün değildir. Bu, ancak belirli durumlarda, metinlerde eğer Hurrice tanrı ve şahıs adları geçerse mümkündür. Daha şimdiden görebildiğimiz kadarıyla birçok edebi eser Hurrice den Hititçe ye tercüme edilmiştir. Birçokları ise, son yıllarda Boğazköy de bulunan ve kökenleri belki de Ebla ve Kuzey Suriye ye dayanan iki dilli metinlerin gösterdiği gibi, Hurrice ve Hititçe dir. Hititlerin Hurriler den veya Hurriler aracılığıyla aldıkları bir sürü edebi destan, Hurrice asıllarından çoğunlukla hece vezniyle okunmaktaydı. Mitolojide en başta Anadolu üzerinden Yunanistan a geçen ve Hesiod un teogonyası vasıtasıyla edebileşen göklerdeki ilahi hâkimiyet konusundaki tanrılar savaşını, bize ulaşan kırık dökük şekliyle bile nefes kesen edebi bir anlatım tarzına sahip olan ve eğer bir Homeros un kalemiyle rötuşlaşabilseydi üstün bir destan niteliğine haiz olacak olan Ullikummi destanı gelmektedir. Bu Hurri teogonyasındaki Alalu-Anu-Kumarbi ye Hesiod a Uronos-Gaia-Kronos ve Zeus tekabül etmektedir.

112 104 Hurrilerin önemli edebi eserler arasında, Eski Asur Ticaret Kolonileri çağında muhtemelen anne babası köle kökenli veya Güneş Tanrısı ile bir inek olduğu için daha bebekken kırlara, yılan ve vahşi hayvanlar arasına terk edilen ve tam yırtıcı kuşlar tarafından parçalanıp, zehirli yılanlarca sokulmak üzereyken çocuksuz bir balıkçı tarafından bulunarak özenle yetiştirilen bir çocuğun öyküsü gelmektedir. Kanımca bu efsanevi Mama kralı Anumhirbi nin ta kendisidir. Başka bir araştırmada, Sargon, Darius, Remus ve Remulus tan ve daha nice eserlerden tanıdığımız ırmaklara çocuk bırakma edebi motifinin Hurri kökenli olduğunu, bundan dolayı ilk doğurduğu 30 erkek çocuğunu sepetlere doldurarak, eskiden yanlışlıkla Kızılırmak olduğu sanılan bir ırmağa atan Kanes kraliçesi efsanesinin kökeninin bile Hurrice olduğunu ileri sürmüştüm ve bu görüşte bu gün de ısrar ediyorum. Güneş Tanrısı ve İnek efsanesinde, Güneş Tanrısının inekle çiftleşmesinden olan çocuğun macerası anlatılır. Söz konusu inek, yeşil çayırlarda otlamış ve iyice beslenmiş ve güzelleşmiştir. Gökyüzünde onu gören Güneş Tanrısı ona tutulur ve yere inerek onunla flört etmeye başlar; her nedense efsanenin, klasik Grek mitolojisinde tanrı Zeus un boğa kılığına girerek Phoinix in kızı Avrupa yı Girit e kaçırmasını anımsatmaktadır. 99 Yazının keşfi, insanlık ve uygarlık tarihinde en önemli basamaklarından biridir denebilir. Yazı, bir rekabet sonucu olarak Mısırda da karşımıza çıkmaktaysa da, en başta eski Grek ve dolayısıyla Latin alfabesinin temelini teşkil edecek olan çivi yazısı ilk kez M.Ö lerde Mezopotamya da Sumerler tarafından icat edilmişlerdir. Yakın Doğu da eskiden yaşamış türlü kavimler arasında uygarlığın doğup gelişmesi ele alınırken, her seferinde bir kavmin zaman içinde ortaya çıkışı ile ilgili belirli bir nokta saptanır. Bu nokta, dar anlamda tarihin başlangıcı sayılan yazılı belgelerde, bir kavimden ilk söz edildiği andır. Yazının bulunması ya da başka kavimden alınıp kullanılmaya başlanması her 99 ÜNAL, age. s

113 105 ülkede başka tarihte olmuştur. Örneğin, Mezopotamya da Sumerler ve Nil Vadisinde ilk oturanlar bu konuda önde gelir. Komşu halklar, onların başlattıkları bu işten yararlanmaya oldukça geç başlamışlardır. Bu gecikme Anadolu da özellikle belirgindir. Yazının hiçbir türü M.Ö. II. bin başlarından önce Anadolu da görülmez; o zaman bile, yazı yerli halkın işi değil, Mezopotamya kültürünün buradaki uzantısı olmuştur. Çünkü Türkiye de şimdiye değin bulunmuş en eski yazıtlar, M.Ö. XX.-XVIII. yüzyıllar arasında, Kaniş(Kültepe) adındaki kentte, Asur tüccarlarının kurmuş olduğu tüccar yerleşmesinde tutmuş oldukları kayıtlardır. 100 Hititlerin Anadolu daki varlığına ilişkin elimizdeki ilk bilgiler, yukarıda da adı geçen Kültepe eski Asur tabletlerine uzanır. Eski Kaniş, günümüzdeki adıyla Kültepe, Hitit kaynaklarındaki Neşa dır ve çok sayıda yazılı belgenin ortaya çıkarıldığı yerdir. Nitekim daha yıllarında Ernest Chantre tarafından başlatılan düzenli kazılar, 1925 te yeniden Bedrich Hrozny [Hititçe yi yorumlayan Çekoslovak araştırmacı] ile hayat buldu, daha sonra da sistemli şekilde 1948 den başlayarak Türk Arkeolog Tahsin Özgüç tarafından sürdürüldü ve çivi yazılı tablet günışığına çıkarıldı. 101 Hititlerin Anadolu nun yerli halkı mı olduğu, yoksa başka yerlerden mi buraya ulaştığı, eğer öyleyse, hangi yoldan geldikleri sorunu araştırmacılar arasında tartışma konusudur ve hala bir çözüme ulaştırılamamıştır. Böyle bir sorun Hint-Avrupalıların köklerine ilişkin çok karmaşık bir tartışmayla bağlantılıdır. Bu kadar geniş boyutlu bir görüşü burada ele almak mümkün değildir; burada, Anadolu Hint-Avrupalılarının daha önce o coğrafi alanda oturan halklara dışarıdan katılmış bir öğe olduğu varsayımının araştırmacıların büyük bir bölümü tarafından kabul gördüğünü söylemek yeterlidir. Hint-Avrupa halklarının Anadolu ya doğru olan yer değiştirmelerinde izledikleri yolla ilgili olarak iki varsayım ileri sürülmüştür; 100 Steon LLOYD, Türkiye nin Tarihi, Tubitak Yayınları, s. 15, Ankara Stefano De MARTİNO, Hititler, Dost Kitabevi, s. 33, Ankara 2006

114 106 Kafkasları geçerek doğudan gelen yol ve batıdan, Trakya ile Çanakkale üzerinden gelen yol. Hititler Anadolu ya başlangıçta sızma yoluyla girmişler, ancak ayakları yere değdikten sonradır ki, askeri yöntemler kullanarak bağımsız devlet kurma, yayılma ve işgal yollarına gitmişlerdir. Bu tarihi süreç onları sonraları, yakın doğudaki modaya uyarak büyük devlet, dünya devleti kurmaya kadar götürmüştür. Hititlerin Anadolu ya çok az sayıda gelmiş oldukları ve bir idareci zümre olarak kaldıkları özellikle vurgulanmalıdır. Konuşulup yazılan dillerin sayısı ve çeşitliliği söz konusu olduğunda, Boğazköy-Hattuşa; Tevrat taki ünlü Babil kulesinden de beterdir, keza bu metropolde en azından 8 adet dil yazılmış ve konuşulmuştur. Bunlar arasında Hititçe, çivi yazısı Luvicesi, resim yazısı Luvicesi, Palaca, Hattice, Hurrice, Sumerce ve Akadca en başta gelmekteydi. 102 Hititçe, Hind-Avrupa dil ailesine mensup bir dildir. Ancak yazıyla birlikte en başta Sumerce, Akadca ve Hurrice den ve en belirgin şekliyle Hattice olmak üzere birlikte yaşadığı yerli Anadolu dillerinden alınan çok fazla yabancı kelimeler dolayısıyla dil tamamen yabancılaşmıştır ve Hint-Avrupa kökenli sözcük dağarcığı çok daralmıştır. 103 Kültepe kronolojisi aşağıdaki evrelerde incelenebilir. Eski Tunç Çağı: (M.Ö ) Kızılırmak havzasında yerleşilen önemli yerlerden biri de Kaniş ti. Bu dönemde taş temeller üzerine kerpiç tuğladan yapılmış evlerde oturan halk ticaret, çömlekçilik ve çobanlıkla uğraşıyordu. 102 ÜNAL, age. s ÜNAL, age. s. 35

115 107 Asur Koloni Çağı: (M.Ö ) Şehrin en parlak ve etkileyici olan bu döneminde özellikle Orta Anadolu-Yukarı Mezopotamya ticareti şehri oldukça geliştirmiş ve altın dönemini yaşatmıştır. Hitit ve Geç Hitit Çağı: (M.Ö ) Erken Hitit döneminde bölgenin başkenti olan Kaniş, Büyük Hitit İmparatorluğu döneminde de önemini korumuştur. Ancak Anadolu daki Frig hâkimiyetinden sonra doğuya göç eden Muski ve Tabalar, Kayseri bölgesinde etkilerini göstermişlerdir. Kaniş, Frig döneminden önce Tabal Krallığının önemli bir merkezi iken, güneyden gelen Asur ve Sargon istilaları ile tahrip edilmiştir. Hattuşa çivi yazılı devlet arşivinde bize resmi yazılı belge bırakan ve Hitit devletinin kurucusu olarak kabul edilen ilk kral Hatti dilinde hükümdar anlamına gelen Labarna / Tabarna unvanı da taşıyan I. Hattuşili dir. Hititlerin Avrupa sı Mezopotamya idi demiştik. İşte Hitit devletinin kurucusu Hattuşili de tüm askeri seferlerinde oraya, Mezopotamya nın bir parçasını oluşturan Kuzey Suriye ye çok önem vermiştir. Eski Hitit tasavvurlarında Romalılarda ve Türklerde kurt, diğer kavimlerde geyik olarak karşımıza çıkan yol gösterici hayvan motifi önemli rol oynar. Hititlerde bu hayvan boğadır, boynuzlarıyla aşılmaz Toros dağlarını açıp, krala yol gösterir. Bu seferler sırasında orta, güneydoğu Anadolu ve Suriye nin belli başlı kentlerini işgal eder, yakar yıkar ve çok sayıda savaş ganimetini Hatti ülkesine taşır; korucu tanrıçası Arinna kenti Güneş tanrıçasının tapınağını altın ve gümüş hediyelerle doldurur; tıpkı Mezopotamya kralları gibi kendisi de heykellerini yaptırmaya, kahramanlıklarını yazıya dökmeye başlar. Getirilen ganimetler arasında çok sayıda kaliteli usta ve işçiler de vardır. İşte asıl Mezopotamya uygarlığının verilerini Hattuşa ya taşıyan insanlar bunlardır ÜNAL, age. s

116 108 II. Muwatalli zamanında Mısırlılarla Hititler arasında yıllık bir yanılmayla M.Ö te yapılan Kadeş Savaşı tarihte önemli bir yere sahiptir. Tarihte en fazla savaş arabasının kullanıldığı bu savaşın nedeni Amurru ve Amka toprakları gibi büyük ticaret yollarını ele geçirmekti. Hitit ordusunda savaş arabası ile asker, Mısır ordusunda ise 4 bölükten oluşan, her birine bir tanrının isminin verildiği (Amon, Ra, Ptah, Seth) asker ve savaş arabası vardı. Hitit casusları Mısır ordusu Asi nehrini geçmeden Hititlerin Halep yakınlarında olduğunu Mısır ordusu içinde yaydı. Bunun üzerine II. Ramses tümeni Amon ile beraber diğer tümenlerle arasını çok fazla açtı. Birliklerin arasının açılmasını fırsat bilen Hitit kralı II. Muwatalli Mısır ordusuna bir baskın düzenledi. Savaşı kazandıklarını düşünen Hitit ordusu gevşeklik gösterince bir Mısır birliğinin ani saldırısına uğradılar. Savaş her iki taraf için bir felaket oldu. Her ne kadar söz konusu Mısır tapınaklarındaki yazılarda ve resimlerde firavun ordusunun zaferinden bahsedilmekteyse de sonuç berabere bitmiş ve bu durumdan Muwatalli kazançlı çıkmıştı. Çünkü savaştan sonra Ramses geri çekilmiş, Hititler Şam a değin dayanmış ve bu bölgeyi talan etmişlerdir. IV. Tuthaliye ( ) krallık tahtına oturduğunda, üvey annesi ve ana kraliçe Puduhepa nın vesayetine girmiştir. Tüm din ve imar işleri hep ana kraliçenin istekleri doğrultusunda yapılıyordu. Onun zamanında Hattuşa geniş çapta imar edilmiş, çok sayıda yeni tapınaklar yapılmak suretiyle ülkenin her tarafına yayılmış olan kült merkezleri başkentte toplanmaya çalışılmıştır. Buna paralel olarak devlet arşivleri yeniden düzenlenmiş, bozulan, kırılan ve kaybolan tabletler yeniden kopya edilmiştir. Bundan sonra gelen son iki kral III. Arnuwanda ve II. Şuppiluliuma zamanlarında ( ) imparatorlukta çökme ve yıkılma belirtileri başlamıştır. Şaşılacak bir şekilde son Hitit kralı II. Şuppiluliuma, düşman

117 109 donanmasını denizin ortasında yakarak, Güney Anadolu sahillerinin bir devamı gibi olan Kıbrıs ı işgal etmiştir. Hitit devletinin yıkılma nedeni okul kitaplarının dediği gibi Deniz Kavimleri değildir. Ağır vergi yükü ve askeri baskı altında tutulan yerli Anadolu halkının önderlik ettiği iç ayaklanmaların imparatorluğun yıkılmasında büyük bir payı olmuştur. Şaşılacak şey şudur ki, Hitit hanedan mensupları Hattuşa dan kovulduktan sonra ne burada, ne de tüm orta Anadolu da Hititli demeye layık bir şey kalmamıştır. Bu da bize, Hititlerin bir idareci zümre olarak ne kadar az sayıda olduklarını bir kez daha göstermektedir. Hititlilik 300 senelik bir aradan sonra, sırtlarını Hitit geleneğine dayamış, fakat her şeyleriyle Aramileşmiş Geç Hititler ile hiç olmazsa Orta Anadolu nun güneyi, Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye de bir süre daha yaşamıştır. 105 Hitit kültürünün Hattiler den dil, din ve sanat alanlarında ne denli etkilendiğini, özünde Hititlerin büyük ölçüde Hattileşmiş olduğunu belirtmiştik. Anadolu yu Hititler Döneminde Mezopotamya ya bağlı kılan en önemli etken, Hattuşa da Eski Krallık Dönemi nden beri kullanılmaya başlanmış olan Çivi Yazısı dır. Hititler Mezopotamya nın o denli etkisinde kalmışlar ki kendi çivi yazılarında Akadca ve Sumerce yazı işaretlerini oldukları gibi kullanıyorlardı. Mezopotamya kökenli bu ideogramların ne anlama geldiklerini bilmeyenler, okumak istedikleri metni anlayamazlardı. Zaten o dönemlerde Akadca diplomatik dil idi ve uluslararası yazışmalarda, antlaşmalarda kullanılırdı; nitekim Boğazköy tabletleri arasında Sumer-Akad-Hitit lügatlerinden kırık parçalar bulunmuştur. Ayrıca Boğazköy de, bütün yada bir bölümü Sumerce veya Akadca yazılmış yüzü aşkın metin ele geçmiştir. Bu bağlamda özellikle Sargon un ve Naram Sinn in Anadolu savaşlarını, ayrıca Gılgamış Destanı nı anlatan tabletler örnek oluşturur ÜNAL, age. s Ekrem AKURGAL, Anadolu Kültür Tarihi, Tubitak Yayınları, s. 114, Ankara 2005

118 110 Anadolu, Batı ile Mezopotamya nın kültürel alışverişinde önemli bir halkadır. Bu ilişkinin en geçerli kanıtı Doğu, Ortadoğu ve Batı mitolojilerindeki benzerliklerdir. Hitit mitolojilerinin temelleri her ne kadar kendine özgü yerel öğeler içerse de, Babil ve Asur mitolojilerinede dayanmaktadır. Mitosların farklı karakterleri taşıdıkları folklorik öğeler Hititlerin kendi yorumları ve sanatsal değerleridir. Bunların yanı sıra Hitit mitoslarının, Yunan ve Batı mitolojilerinin köklerinde büyük ölçüde bulunduğu bilinmektedir. Hatta bugünkü bazı Avrupa öykü ve masallarının geçmişleri bu mitoslara dayanmaktadır. Hititler Mezopotamya dan aldıkları mitosları geliştirip kendi özgün folklorik öğeleri ile süslemişlerdir. Mezopotamya-Anadolu bağlantısının maddi temellerini vurgulamak gerekir. Kaniş karumu Anadolu nun ilk yazılı belgelerini oluşturur ve döneminde dünyanın en büyük ticaret merkezlerinden biridir. Kültepe höyüğünde yaşanan yıllık bu alışveriş, daha sonra yıl sürecek Anadolu uygarlıkları tarihine büyük kazanımlar sağlamıştır. Bu alışverişin yanı sıra, 800 yıl sürecek Hitit İmparatorluğu nun idari, kültürel ve sanatsal değerleri Anadolu insanına bu ilişki çerçevesinde aktarılmıştır. Kimi yazarların dile getirdiği gibi, Asurların sadece ticaretle uğraştıkları için Anadolu nun kültürel gelişimine pek katkıda bulunmadıkları görüşü birçok nedenden ötürü inandırıcı değildir. Yıllarca barış ortamında süren bu alışverişin kültürel yansımalarının olmaması imkânsızdır. Tarihte en ağır sömürge ilişkilerde bile kültürel etkileşim olmuştur. Kaldı ki, bu ilişki sonucu sadece Asurluların karlı çıkmadığını, yerli Kaniş halkının da yarar gördüğünü hem arkeolojik buluntular hem de okunan kil tabletler doğruluyor. Kültürel alışverişin sonucu oluşan sentez yeni bir üründür ve özgüldür. Bu bağlamda Anadolu sanatı özgüldür ve kendi içsel öğelerini geliştirmiştir. Kimi batılı yazarlar ise Hint-Avrupalı bir kavim olan Hititlerin getirdiği ve kurduğu yapıyı esas almışlardır. Ama bu halkın, Anadolu ya geldiğinde din

119 111 dahil birçok yerel öğeyi kendi kültürlerine katmalarıyla, etkisi yüzyıllarca sürecek kültürel birikimi yarattıkları göz ardı edilmiştir. Hititler Anadolu da önce beylikler halinde (M.Ö ), sonra bir krallık (M.Ö ), daha sonra da bir büyük krallık kurarak (M.Ö ) egemen olmuşlardır. Politikaları gerçekçilik üzerine kurulmuştur. Yerli Anadolu kavimlerini özellikle Hattileri ve Hurileri hoşgörü ve anlayışla yönettiler. Başlangıçta uygarlık yönünden kendilerinden çok üstün olan bu kavimlerden büyük ölçüde yararlandılar, onların geleneklerine, dinlerine saygı gösterdikleri gibi ülkenin adını bile değiştirmediler. Mezopotamya dan çivi yazısını alıp, uygar bir ulus olarak kendi çağlarının en ileri ülkelerinden biri oldular. Dış politikayı, tampon devletçikler kurarak ve bunlarla aralarında evlenme yolu ile yakınlık sağlayarak idare ettiler. Ancak birçok küçük krallıkları dengeli ve uyumlu bir politika içinde yönetmek çok güçtü. Belki de Hattuşili III ün, Kral Murşili III e başkaldırması ve tahtı yasaları çiğneyerek zorla ele geçirmesi, başkalarına, yani Hitit Devleti nin yıkılmasına başlıca etken olan Batı Anadolu Beylikleri ne yol oldu ve böylece 800 yıllık koca devlet içten ve dıştan saldıran güçlerle son buldu. 107 B. HİTİT VE HURRİLER DE MİTOLOJİ Hurriler özellikle mitoloji alanında güzel eserler vermişler ve bu konuda komşuları Hititlere, daha sonra da Fenikelilerin ve geç Hititlerin aracılığı ile Helen dünyasına büyük ölçüde etkili olmuşlardır. Hattuşa da Akad, Hurri ve Hitit dillerinde yazılmış tabletlerde ele geçen Gılgamış Efsanesi ana çizgileriyle eski Babil örneğine uygunsa da yeni bir Hurri yorumudur ve daha bir bütünlük gösterir. Söz konusu üç metinden en iyi korunanı Hititçe olanıdır. Hurrilerin en büyük efsanesi tanrıların kralı olarak adlandırdıkları Kumarbi üzerine yazılmıştır. Bu efsanenin Hurrice den Hititçe ye yapılmış çevirileri 107 AKURGAL, age. s. 145

120 112 Hattuşa da bulunmuştur. Kumarbi efsanesi sonradan Fenikeliler ve Geç Hititler merkezleriyle Helenlere de geçmiş ve Homeros la Hesiodos un eserlerine köklü etkilerde bulunmuştur. Hurrilerin ayrıca Ullikummi, Tanrı Lama nın Krallığı, Ejder Başlı Yılan Hedammu, Gurparanzahu gibi efsaneleri ve Avcı Kessi, Apu ve Bulunmuş Çocuk, Çocukları Olmayan Balıkçı Karı-Koca gibi masalları vardır. Bunların birçoğu dinsel anlam dışında edebi eserler olup tabletlerdeki alt başlıklarda ezgi (şarkı) adını taşımaktadır. 108 Hitit dini gibi mitolojisi de büyük ölçüde Hatti ve Hurri etkisinde kalmış, ayrıca Mezopotamya kaynaklarından da esinlenmiştir. Gök tanrısı Telipinu nun İlluyanka Ejderi ile Savaşı efsanesi Hatti kökenlidir. Buna karşılık Gök Krallığı ve Ullikummi destanları Hurilerden gelmiştir. Telipinu Mitosu nun biri eski, öteki yeni iki anlatısı elimize geçmiştir. Eski tarihli olan anlatıda İlluyanka ya yenilen Gök Tanrısı nın, Hattili tanrıça Inar ın yardımı ile bu ejderi yenmesi dile getirilmiştir. Inar, yardımcı olması için Hupasiya adlı bir ölümlüye aşkını vaat eder. Sonra İlluyanka ile yer, içer ve onu sarhoş eder. Ejder baygın yatarken Hupasiya gelir ve onu bir urganla sımsıkı bağlar. Bunun üzerine Gök Tanrısı yanında başka tanrılarla birlikte gelir ve İlluyanka yı öldürür. 109 Daha sonraki bir tarihe ait anlatımda ise efsane şöyledir; Ejder İlluyanka yaptığı savaşta Gök Tanrısı nı yener ve onun yüreği ile gözlerini alır. Gök tanrısı ejderden öç almak için Arm adlı bir ölümlünün kızı ile evlenir ve ondan bir oğlu olur. Oğlu büyüyünce ejderin kızı ile evlenir ve babasının yüreği ile gözlerini geri alır. Gök Tanrısı eski gücüne kavuşunca ejderi öldürmeye gider; ancak orada oğlu da vardır. Oğlu babasına beni de öldür diye bağırır. Bunun üzerine Gök Tanrısı ejder İlluyanka ile birlikte oğlunu da 108 AKURGAL, age. s AKURGAL, age. s. 124

121 113 öldürür. Malatya da gün ışığına çıkarılan bir kabartmada Gök Tanrısı nın İlluyanka yı öldürmesi tasvir edilmiştir. İlluyanka Efsanesi Hititlerden Helen mitolojisine geçmiştir. Zeus ile Typhon arasında geçen savaşta, İlluyanka Efsanesi nin ana öğelerini buluruz. Hellen anlatımında, Typhon, Tanrı Zeus un yüreğini ve gözlerini değil, kollarının ve bacaklarının kas liflerini alır. Hellen örneğinde ejderin gözcülüğünü yapan kızını Aigipan adlı bir kadın oyalarken kas liflerini Tanrı Hermes geri alır. Efsanenin Anadolu dan geldiğini, yer adları açığa vurur. Hellen anlatısında Typhon un oturduğu yer Mersin yakınlarındaki Korykos mağarasıdır. Adı geçen Cassius Dağı ise Antakya yakınındadır. Hellen sanatındaki Hydra yı öldürme tasvirleri de yukarıda andığımız Malatya kabartmasında görülen Hitit örneklerinden gelmektedir. 110 Hititlerin Hurrilerden aldıkları Göğün Krallığı efsanesi çok önemlidir. Burada sonradan Helenlerede geçen tanrıların doğuşu Theogoni anlatılmıştır. Anlatıya göre Gök Tanrısı ndan önce üç tanrı vardı; Alalu, Anu ve Kumarbi. Anu Babillilerin gök tanrısıdır. Alalu da onun daha önceki ceddidir. Hurri tanrısı Kumarbi Sumerlerdeki Enlil in karşılığıdır. Kumarbi kendisinden önceki göğün tanrısı Anu nun erkeklik uzvunu ağzı ile koparır ve spermasını yutmak üzereyken çıkarır, çünkü Anu ona şu sözleri söylemiştir; Erkekliğimi yuttuğuna pek sevinme. O seni üç korkunç tanrıya gebe bırakacaktır. O zaman kafanı kayalara vuracaksın. Efsaneye göre Kumarbi nin içinden çıkarıp tükürdüğü spermadan yeryüzü gebe kalmıştır. Efsanenin geri kalan kısmı çivi yazılı tablette pekiyi korunamamıştır. Bununla birlikte burada gök tanrısı ile öteki tanrıların yaradılış öyküsünün anlatıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim daha başka tabletlerde de Kumarbi nin yerine Teşup un geçtiği yazmaktadır. 110 AKURGAL, age. s. 124

122 114 Bilindiği gibi Hesiodos, Theogonia sında benzer bir konu işler. Ona göre Uranos, Kronos ve Zeus birbirinin ardı sıra göğün kralı oldular. Hesiod ta Kronos, babası Uranos un erkeklik uzvunu, karısı Gaia (toprak ana) ile sevişirken bir orakla keser ve denize atar. Uranos un spermasından Aphrodite, kan damarlarından da Gigantlar (devler) doğar. Hurri kökenli bu Kumarbi efsanesi Hellas a M.Ö. 8. yüzyılda geçmiştir Tanrıların Rekabeti Genç ve yaşlı Hitit Tanrıları arasındaki rekabet önceleri Anus un babası Alanus u tahttan indirmesiyle başlamıştır. Anus da tıpkı babası gibi, kendi oğlu Kumarbi tarafından tahttan indirilir. Anus, Kumarbi den kurtulmak için gökyüzüne kaçar; Kumarbi onu ayaklarından çekerek gökyüzünden indirir ve cinsel organını ısırır. Anus yaptığı eylemden dolayı sevinen Kumarbi ye Erkekliğimi yuttuğun için sevinme, içine senin için ağır bir yük koydum. Fırtına tanrısına Aranzah (Dicle) ırmağı na ve Taşmişu ya gebe bıraktım seni. Tanrıların tohumlarını içinde taşıyan Kumarbi telaşla yuttuğunu tükürmek ister, ama başaramaz. 112 Babilonya yaratılış mitosu ile bu mitos arasında büyük benzerlikler vardır; Tiamat ve karısı Apsu dan gök tanrısı Anu, yer tanrısı Ea ve diğer tanrılar doğar. Tanrılar çoğaldıkça problemler artar, Apsu, Tiamat ı kışkırtarak bunların yok edilmesini ister. Ea bunu haber alınca Marduk ve karısı Tunika yı yaratır. Daha sonra Apsu yu zararsız hale getirir ve Tiamat, deniz ejderi Kingo ile evlenir. Bu olay üzerine tanrılar ikiye ayrılır. Babillilere ait bu yaratılış efsanesi, tanrılar arası rekabetin Hititlerden farklı olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Bu rekabet Mezopotamya dan Orta Anadolu ya taşınmıştır. Hitit mitolojisinde, hem Ullikummi mitosunda, hem de 111 AKURGAL, age. s O.R GURNEY, Hititler, Dost Kitapevi, s. 150 Ankara 2001

123 115 İlliyankas mitosunda genç tanrılar tıpkı Babil de olduğu gibi yaşlıları, bir yolunu bulup alt ederler. Bu zaferler her yıl bayram olarak kutlanır. Bu gelenek daha sonra Orta Anadolu dan Ege ye yayılmıştır. 113 Hesiodos, Theogonia da göklerin tanrısının Uranüs olduğunu belirtir. Zalim Uranüs doğan bütün çocuklarını yeraltına gönderir. Yer tanrıçası Galia, çocuklarını babalarına karşı kışkırtır. Oğullarından en yiğidi Kronos tırpanı ile babasının hayâlarını keser ve tahtın sahibi olur. Kronos, aynı babası gibi tahtından olmamak için doğan çocuklarının yaşamasına izin vermez, onları yutar. Çocuklarından Zeus, Kronos u alt eder ve göklerin egemenliğini ele geçirir. Bu Ege mitosundan anlaşılacağı gibi, Hititlerdeki Alanus-Anus- Kumarbi üçlemesi daha sonra, Uranüs-Kronos-Zeus olarak karşımıza çıkmaktadır. 2. İlluyankas Mitosu Bu mitos, biri daha eski, biride daha yeni versiyonu olmak üzere, iki versiyonuyla elimize geçmiş olup, ejder İlluyankas ın öldürüşüyle ilgilidir. Daha eski versiyonunun başındaki sunuş niteliğindeki notta, bunun, göğün fırtına-tanrısının Purilli Şenliği nin kült efsanesi olduğu ve bu versiyonun artık anlatılmadığı söylenmektedir. Söz konusu olan [Purilli] olasılıkla Yeni Yıl Şenliği dir ve söz konusu mitosun Babil Yaradılış Destanı nda kutlanan ejder Tiamat ın öldürülüşü mitosu ile bağlantısı vardır. Eski versiyonda ejder İlluyankas, fırtına-tanrıyı yenilgiye uğratmaktadır. Bunun üzerine bu tanrı, yardım istemek için tanrılar meclisine başvurur ve tanrıça İnaras, ejdere karşı bir tuzak hazırlar. Birçok kabı şarapla ve çeşitli içkilerle doldurur ve kendisine yardımcı olması için Hupasiyas adında birini çağırır. Adam, tanrıçanın kendisiyle uyuması (yatması) koşuluyla ona yardımcı olmayı kabul eder. Buna uygun olarak, tanrıça onun kendisiyle uyumasına izin verir; tanrıça daha sonra onu ejderin kovuğunun yanında bir yere saklar; kendisi ise, 113 Kürşat BAŞDEMİR, Eski Anadolu, Kaynak Yayınları, s. 31, İstanbul 2003

124 116 süslenip güzelleşir ve ejderi çocuklarıyla birlikte dışarı çıkmaya kandırır. Ejder ve çocukları tüm kapları dibine dek içip boşaltırlar [şiştiklerinden yada sarhoşluklarından] kovuklarına geri dönemeyecek duruma gelirler. Bunun üzerine Hupasiyas, saklandığı yerden çıkar, ejderi bir ip ile bağlar ve fırtınatanrı, öteki tanrılarla gelip, ejder İlluyankas ı öldürür. Bundan sonra, mitosun geri kalan bölümüyle hiçbir ilişkisi görülmeyen ve salt folklor niteliği gösteren bir episod gelir. Buna göre, tanrıça İnaras, Tarukka ülkesinde bir kayanın üzerinde kendisine bir ev yapar ve Hupasiyas ı içine yerleştirir. Kendisi evde değilken pencereden dışarı bakmaması yolunda uyarır; çünkü bakarsa, karısını ve çocuğunu görecektir. Tanrıça nın evde bulunmadığı yirmi gün geçtikten sonra, Hupasiyas pencereden dışarıya bakar ve karısıyla çocuklarını görür. İnaris dönünce, Hupasiyas ondan, karısına ve çocuklarına geri dönmesine izin vermesini diler; bunun üzerine tanrıça, buyruklarına uymadığı için onu öldürür. Mitosun bu eski versiyonunun bundan sonraki bölümünde neyin anlatıldığı anlaşılır durumda değildir; ama kralın Purilli Şenliği nde, olayların çevresinde döndüğü odak konumunda önemli bir yere sahip olduğuna değinişte bulunuyor görünür. Bir ölümsüzün ölümlüye karşı duyduğu aşk ve ölümlünün ülkesine dönme isteği, birçok ülkenin folklorunda karşılaşılan bir temadır. İlluyankas mitosunun daha sonraki bir tarihten kalma versiyonu, daha önceki versiyonunda bulunmayan bazı özellikler gösterir. Bu versiyonda ejder fırtına-tanrıyı yenince, onun yüreğini ve gözlerini alıp götürür ki bu, Horus ile Set arasındaki, Horos un gözlerinden birini yitirmesine yol açan kavgayı anlatan Mısır mitosunda yankısı bulunan bir ayrıntıdır. Ejderden öcünü alabilmek için fırtına-tanrı, yoksul bir adamın kızını eş olarak alır ve ondan bir oğlu olur. Bu oğlan büyüyünce ejder İlluyankas ın kızı ile evlenir. Fırtına-tanrı oğluna, karısının evine gittiği zaman yüreğini ve gözlerini istemesini söyler. Oğlu, babasının dediğini yapar; babasının yüreği ve gözleri kendisine verilir; o da bunları babasına geri verir. Fırtına-tanrı yitirdiği organlarına yeniden kavuşunca, silahlanır ve ejder ile savaşmaya gider; tam ejderi öldürecekken, oğlu beni de onunla birlikte öldür; beni esirgeme diye bağırır. Bunun üzerine

125 117 fırtına-tanrı, ejder İlluyankas ı öldürdüğü gibi kendi oğlunu da öldürür ve böylece ejderden öcünü almış olur. Tablette burada uzunca bir kopukluk vardır ve metin yeniden göründüğünde, içinde sonucunda tanrıların rütbelerinin ve mertebelerinin saptanacağı bir rekabetin yada yarışın bulunduğu bir ritüelden söz edilmekte olduğu görülür. Babil Yeni Yıl Şenliği ritüelinin nasıl yürütüleceğini açıklayan parçada, Marduk un oğlu Nabu nun, tanrı Zu yu yendiği bir koşu yarışına değinilir ki bu, ölen tanrının dirilişiyle bağlantılı bir olaydır. Bu durumda, İlluyankas mitosunun hem eski, önceki, hem sonraki versiyonu, Babil Yeni Yıl Şenliği nde okunan ejder Tiamat ın öldürülmesi mitosunun, Hitit Purilli şenliği ritüelini etkilediğini gösterdikleri söylenebilir. 114 Yunan mitolojisinde tanrıların titanları kovmasından sonra Zeus, bir yanardağ tanrısı olan Typhon la savaşır. Typhon, yüz yılanbaşlı simsiyah korkunç dilleri olan bir ejderdir. Zeus, yıldırımlarıyla ejderi kamçılar ve kolunu kanadını kırar. Bu şiddete dayanamayan Typhon sonunda yeraltına gider. Bir başka Yunan efsanesine göre, bütün ejderler gibi toprak ana dan doğan Phthon, Delfi deki kehanet merkezinin bekçisiydi. Tanrı Apollon kendi kehanetini yerleştirmek için bu yılanı öldürmek zorunda kalır. Yıllar sonra dilden dile dolaşan öykülerle İlluyankas, Kafkasya ya gider ve tanrılarla değil, dev kartallarla savaşır. Hititlerle başlayan bu Anadolu inancı, artık ejder ile Anka kuşunun savaşına dönüşmüştür. Kartal gökleri, ejder ise yeryüzünü simgeler. Yunan mitolojisinde Zeus da, insan gövdeli yılan bacaklı devin üzerinde bir kartal gibi anlatılır. Bilindiği gibi, Zeus göklerin lideridir ve kartalı da her zaman omzundadır. Yakın tarihe yansıyan Anadolu inançlarında ırmakların taşması ejderhanın bu suya girmesiyle başlar. Kartal 114 HOOKE, age. s. 135

126 118 ejderhayı öldürünce sular yatışır. Ejderhanın yedi başını birden ezerek öldüren, inanışa göre cennete gider Ullikummis Mitosu Bu mitosun temelinde yatan, daha önce Akad ve Ugarit mitoslarında karşılaştığımız, yabancımız olmayan motif, yaşlı ve genç tanrılar arasındaki rekabettir. Anus, yani Akadca da adı Anu olarak geçen gök-tanrı, babası Alalus u tahtından uzaklaştırmıştır ve daha sonra da kendi oğlu Kumarbi tarafından tahttan indirilmiştir. Kumarbi nin Anus ile kavgaları sırasında, fırtına-tanrının doğmasıyla sonuçlanan bazı gelişmeler görülür ve baba ile oğul arasındaki bitimsiz çatışma [bu kez Kumarbi ile oğlu fırtına-tanrı arasında] yenilenir. Mitos, Kumarbi nin fırtına-tanrı ya bir rakip yaratmak için bazı yollara başvururken gösterilmesiyle başlar. Habercisi (ulağı) İmbaluris i, öğüdünü alabilmek için Deniz e gönderir. Deniz-tanrıça Kumarbi yi evine çağırır ve onun için bir şölen hazırlar. Tanrıça nın verdiği öğüdün bir ürünü olarak, Kumarbi, veziri Nikisanus u Sular a gönderir. Bundan sonrası pek açık değildir; daha sonra Kumarbi nin olasılıkla yer-tanrıçasından bir oğul sahibi olduğunu öğreniriz. Oğluna Ullikummis adını verir ve İmbaluris i, olasılıkla yeraltı tanrıları olan İrsirra lara gönderir ve bu tanrıların Ullikummis i karanlık toprağa alıp, onun üzerinde ulu bir diorit taşı sütunu olana dek büyüyeceği yer olan Ubelluris, Atlas gibi, dünyayı omuzlarında taşıyan bir tanrıdır. Daha sonra Ullikummis in büyümesi anlatılır. Denizden, boyu fersah ve çevresi fersah olana dek bir kule gibi yükselir. Tanrıların dehşetle açılan gözleri önünde [başı] göğe ulaşır. [Öyle ki] fırtına-tanrısı nın eşi Hepat [gittikçe büyüyen Ullikummis in iteleyip yerini doldurmasıyla] tapınağından sürülür. Kocasına bir haberci gönderir ve bu haberci, tanrıçanın kocası Ea nın evi olan Apsu ya gidip, Ea nın yardımını ister. Burada, Akad Yaradılış Destanı ndan malzeme alma durumu apaçıktır. Tanrıların meclisinde, Ea tanrılara, insanlığın bu canavarca varlık tarafından yok 115 İsmet Zeki EYÜPOĞLU, Tanrı Yaratan Toprak; Anadolu, Der Yayınları, s , İstanbul 2007

127 119 edilmesine niçin izin verdiklerini sorar. Oysa Enlil nelerin olup bittiğini bilmemektedir. Ea, Ubelluris ile görüşmek üzere ona gittiğinde, Ubelluris in de sırtında taşımakta olduğu fazladan yükün ne olduğunu bilmediğini görür; bunun üzerine sağ omzunda dikilmekte olan diorit-adamı görebilmesi için, Ubelluris i kendi çevresinde döndürerek onu görmesini sağlar. Daha sonra Ea, tanrıların ambarından, geçmişte yer ile göğü birbirinden ayırmış olan eski bakır bıçağı getirmek için yaşlı tanrılara başvurur. Bu yolda Ea nın şunları söylediğini görürüz; Dinleyin, siz ey eski tanrılar, siz eski sözleri bilen eski tanrılar. Babaların ve ataların eski ambarını açın. Babaların eski mühürlerini getirsinler ve sonra onlar [kapılar] gene o mühürle mühürlensin. Gök ile yeri kesip birbirinden ayırdıkları eski bakır bıçağı çıkarsınlar. Kumarbi nin tanrılara karşı koyacak bir rakip olarak yarattığı diorit-adam Ullikummis in ayaklarını kesip koparsınlar. Daha sonra Ea, korkuya kapılmış tanrıların meclisinde, Ullikummis i sakatladığını bildirir ve kendilerinin öne çıkıp bu dev ile savaşmalarını önerir. Fırtına-tanrı, savaş arabasına atlar ve arabasını Ullikummis ile savaşmak üzere ileri sürer. Tablet burada kopuktur; ama yitik bölümde fırtına-tanrının kazandığı zaferin anlatıldığından kuşkulanmak için ortada bir neden yok. Ullikummis mitosu aynı zamanda, insanlığın yok edilmesi girişiminin bir başka versiyonunu sunmaktadır ve bu girişim, Ea nın işe karışmasıyla başarıya ulaşmadığını anlatılmaktadır. 116 Yunan mitolojisi nde, Titan İapetos ile Okeanos un kızı Asia nın oğlu olan Atlas la Ubelluris arasında belirgin bir benzerlik vardır. Atlas, Hesiodos a göre gökyüzünü omuzları üzerinde tutan tanrıdır. Homeros, Atlas ı daha sonra gökyüzüne değil, yeri göğü birbirinden ayıran direkleri omzunda taşıyan tanrı olarak tanımlamıştır. Herodotos ise, Atlas ın Kuzey Afrika da bir dağ olduğunu ve Perseus Gorgo yu öldürdükten sonra, Atlas a canavarın kafasını göstererek onu bir kayaya çevirdiğini yazar. Tanrıların Titanlarla savaşı Ullikummis mitosu ile çok bariz benzerlik göstermektedir. On yıl süren zorlu savaşta tanrılar titanları yenmiş ve onları kovmuştur. 116 HOOKE, age. s

128 Telepinus Mitosu (Kaybolan Tanrı) Bu mitos, Tammuz un yeraltı dünyasında başından geçenleri anlatan mitosla ve Ugarit mitolojisinde Baal in ortalıktan yok oluşuyla aynı temayı işlemektedir. Tanrının yok oluşu, hem bitkilerde hem sığırlarda olmak üzere, verimliliğin her alanda düşüşüne, doğurganlığın yok oluşuna yol açar. Mitos, ortalıkta birkaç biçimiyle dolaşmış görünür ve yok olan tek, belli bir tanrı değildir (çeşitli versiyonlarında) içlerinde güneş-tanrının da bulunduğu, çeşitli tanrıların yok oluşundan söz edilir; ama burada verilen anlatımın dayandığı ana metinde, mitosun kahramanı Telepinus tur. Bu mitos, içinde yok olan tanrının geri dönmesini sağlamak için yapılan ritüel de bulunduğu için, aynı zamanda ritüel mitosları içine de sokulabilir. Metnin başlangıcı kırıktır; dolayısıyla tanrıyı neyin öfkelendirdiğini bilemiyoruz. Öykünün örgüsü, Telepinus un öfkeden köpürür durumda gösterildiği noktada bilgimiz içine girer. Fırtına-tanrının oğlu Telepinus, kızgın bir şekilde şehri terk eder. Giderken öfkesinden sağ pabucunu sol ayağına, sol pabucunu sağ ayağına giyer. Şehirden çok uzaklaşır ve Anadolu bozkırında kaybolur. Yorgunluktan bitkin bir şekilde yatar ve uykuya dalar. Tanrı nın yokluğunda, tüm ülkeyi sis kaplar, kuraklık ve açlık olur. Ocakta kütükler söner, koyun kuzusuna, inek buzağısına bakmaz. Tanrılar tapınakta suskundur. Bütün insanlar ve tanrılar açlıktan ve susuzluktan kırılmaktadır. Tanrılar kaygılanır ve Telepinus u aramaya koyulurlar. Güneş-tanrı çevik kartalını tanrı yı bulmaya gönderir, ama bir sonuç alamaz. Fırtına-tanrı, tanrıça Hannahannas ın sıkıştırmasıyla kayıp oğlunun peşine düşer, ama oda bir sonuç alamaz. Çaresiz, Hannahannas araması için bir arıyı görevlendirir. Fırtına-tanrı onu alaya alır; koskoca tanrıların yapamadığını küçücük bir arı nasıl yapacaktı. Tanrıça bu alayları dikkate almaz ve arıyı Telepinus u bulması için gönderir. Ona, tanrı yı bulunca onu ellerinden ve ayaklarından sokup, gözlerine ve ayaklarına balmumu sıvayıp, onu temiz pak yapıp,

129 121 tanrılara geri getirmesi buyruğuyla arı yı gönderir. Uzun bir arayıştan sonra arı, tanrıyı bulur ve tanrıçanın buyruklarını yerine getirir. Telepinus uykusundan uyanmıştır; ama eskisinden daha öfkelidir ve tanrılar ne yapacaklarını bilemezler. Bunun üzerine güneş-tanrı insanı alıp getirin! O Ammuna dağı üzerindeki genç [kartal] Hattara yı alsın, o tanrıyı taşısın! Onu kartalın kanadı ile taşısın der. Telepinus gök gürültüsü ve şimşek eşliğinde şehre getirilir. Bir insan tarafından Telepinus un iyileştirilmesi ve her türlü kötülüğün yeraltına götürülmesi için bir afsun okunur; Kapı bekçisi yedi kapıyı açtı, yedi sürgüyü çekti. Kara toprağın dibinde tunç kazanlar duruyor; kapakları abaru metalinden, kulpları demirden. Oraya her kim giderse gitsin bir daha dışarı çıkamaz; orada yok olur. Telepinus un öfkesini, kızgınlığını, kötülüğünü ve çılgınlığını da alsınlar, oraya kapasınlar. Bunun üzerine Telepinus iyileşir, mutlu ve uzun bir ömür yaşar. Açlık ve kuraklık biter, bütün ülke normale döner. 117 Kaybolan tanrının geri dönüşü de, Hititlerde bayram olarak şenliklerle kutlanmaktadır. Ayinin sonunda üzerine koyun postu asılmış bir direk tanrı önüne dikilir. Bu direk verimliliği simgeler. Koyunların yağı, buğdayın taneleri, şarap, sığır, koyun, uzun yaşam ve çok çocuk sahibi olma anlamına gelir. Asur ve Babil mühürlerinde, yapraklarla süslenmiş ağaçlar vardır. Bu ağaçlar Hitit mitolojisinde işlenen koyun postlu direğin benzeridir. Tanrıça Hannahannas Telepinus un bulunması gibi büyük bir zorluğu arı ile aşmaktadır. Anadolu da önce Kybele de, daha sonra Artemis te de bu arılara rastlanır. Demeter Tapınağı rahibesi Melissa, tapınak kurallarına uymadığı için öldürülür, Demeter onun cesedini arı topluluğuna dönüştürür. Melissa arıları diye anılan bu arılar tanrıça nın esiridir. Bu benzerlik bir Kuzey Avrupa efsanesi olan Kalevalla da da göze çarpmaktadır. Kalevalla da 117 C.W CREAM, Tanrıların Vatanı Anadolu, Remzi Kitapevi, s. 14, İstanbul 1994

130 122 Lemminkainen düşmanlarını annesinin yeraltından gönderdiği bir arı tarafından getirilen büyülü bal ile alt etmektedir. Sumerlerdeki Dumuzi ile İnanna mitosunda anlatılan İnanna nın ölüler ülkesine gidiş öyküsü, Babil dünyasına Tammuz ve İştar mitosu olarak yansımıştır. Tanrıça İştar ın ölüler ülkesine inişi ve dönüşünün Telepinus öyküsü ile benzerlikleri vardır. Tanrıçanın yeryüzünde bulunmaması, bitkiler dünyasının ölümüne, cinsel verimin ve üretkenliğin yok oluşuna neden olmaktaydı. Bu durum Boğa ineğe binmez, erkek eşek dişi eşeği gebe bırakmaz, caddede erkek kızı gebe bırakmaz sözleri ile ifade ediliyor. En önemli Hitit mitosları bunlardır. Burada anlatılanlar Hitit mitolojisinin karakterini yansıtmaya yetecektir. Bunlar Hitit mitolojisinin Sumer, Akad, Babil Hurri mitolojilerine olan apaçık bağımlılıklarını gösterdiği gibi, aynı zamanda, Yunan ve Batı mitolojisinin ve folklorunun köklerinin büyük ölçüde bu ilginç Hitit malzemesine dek dayandığını da göstermektedir. C. HİTİT VE HURRİLER DE DİN Hurilerde din sağlam kurallara dayalı olup güçlü rahipler elinde çok iyi bir biçimde örgütlenmiş bulunuyordu. Bu yüzden Hurri dini Kizzuvatna ya ve III. Hattuşuli döneminden beri de Hitit ülkesine yayılmıştı. Kizzuvatnalı bir rahibin kızı olan III. Hattuşuli nin karısı Puduhepa ile Hurri dini bir bütün halinde Hititlere geçmiş bulunuyordu. Bu nedenle Hurri dini konusunu Hitit bölümünde sele almış bulunuyoruz. Hitit Devleti nin federal düzende olması onun din konusunda hoşgörülü bir davranışta bulunmasını gerekli kılmıştır. Hititler Anadolu da daha sonra Hellen ve Roma çağlarında gördüğümüz synketism yönteminde, yani yabancı dinleri birbirleriyle kaynaştırma tutumuna başvurarak inanç dünyasını federatif bir anlayış içinde bütünlüğe ulaştırma yolunu bulmuştur.

131 123 Hititler tabletlerde sık sık Hatti Ülkesinin Bin Tanrısı ndan söz ederler. Metinlerdeki uzun tanrı listeleri göz önünde tutulursa bu deyişin pek abartılı olmadığı söylenebilir. Gerçekten Büyük Krallık Dönemi nde, daha sonraki Anadolu nun Roma Çağı nda olduğu gibi aşırı birçok tanrılık (politheism) egemendir. Ancak her beylikte değişik bir epithet (lakap=tanımlama) taşıyan bu tanrılar, özünde birkaç tanrı tipinin yerel çeşitlemeleridir. Bunun gibi Hatti, Luvi, Pala, Hurri ve Mezopotamya kökenli tanrılar bile başka başka adlarla anılmalarına rağmen birbirlerine koşut tiplerden oluşmaktadırlar. Örneğin gök tanrısı (Teşup) ile Hepat ve İştar gibi tanrıçalar birçok yörede değişik yerel tipler gösterdikleri halde, özünde aynı erkek ve kadın tanrıdan gelmektedirler. Nitekim metinlerde bütün gök tanrıları, bütün Hepatlar ya da bütün İştarlar gibi deyimler bu gerçeği açığa vurmaktadır. Bu hoşgörülü davranışın, Hitit halkının yerli topluluklar üzerindeki egemenliklerini sürdürmelerini sağlıyordu. Yani din politikasında sadece hoşgörüye ve kralık çıkarlarına dayalı bir yol izliyorlardı. Ancak bu çıkarcı yaklaşım, sonunda Hitit dininin III. Hattuşuli (M.Ö ) dönemlerinde Hurileşmesine neden oldu. Gerçekten Yazılıkaya Açıkhava Tapınağı ndaki tanrılar Emanuel Laroche un saptadığı gibi Hurri adları taşımaktadırlar. 118 Genel olarak, tanrı karşılığı Hititçe terim siu/siuna/siuni dir, Yunanca theos ve Latince deus un da dayandığı aynı Hint-Avrupa kökünden kaynaklanır. Oldukça sık olarak Sumerce ideogram DİNGİR de kullanılır. Hatti nin çok sayıdaki tanrısı arasında, ouranios, göksel tanrılarla, khthonios, yeraltı tanrıları arasında temel bir ayrım vardır; yer altı dünyasına ait olanlar en eski tanrılardır. Tanrılar, ayrıca, büyük bir ailede olduğu gibi, birbirlerine akrabalık ilişkileriyle bağlı, aşama sırasına göre örgütlenmiş olarak düşünülmüştür AKURGAL, age. s MARTİNO, age. s. 91

132 124 Hitit dini, olasılıkla, Anadolu nun tarihöncesi ve öntarih zamanları geleneğine dayanan hayvan biçimsel öğeleri içerir. Nitekim çok sayıda tanrı bir simge hayvan biçimi altında temsil edilmiş olabilir. Panteon un temel tanrısı fırtına tanrısı dır; bu tanrı, dağların tepesinde ve gökte oturur, yağmurda, şimşekte ve fırtınalarda ortaya çıkar. Yağmur tarlaları verimli kıldığı için ülkedeki refah onun sayesindedir ama hükümdarın ve krallığın koruyuculuğunu da o üstlenmiştir. O, baş tanrıça ile birlikte federal Hitit devletinin en önemli birleştirici gücünü oluşturuyordu. Ona hem yerli Hatti ve Hurri halkları hem de Anadolu ya göç eden Hititler tapıyorlardı. Üstelik o, metinlerde Sumer ideogramıyla yazılıyordu. Hitit metinlerindeki siu sözcüğü Yunanca daki Zeus ve Latince deki Deus un karşılığıdır. Ancak belirli bir tanrı adı olmayıp Latince de olduğu gibi sadece tanrı anlamında kullanılmaktaydı. Baş tanrı Hitit metinlerinde genellikle Hatti Ülkesinin Gök Tanrısı, Göğün Tanrısı, Hattuşa nın Tanrısı, Sarayın Tanrısı gibi adlarla anılmaktadır. Bir tanrının hiyeroglif işareti ikiye bölünmüş bir elipsten oluşur. Önce söz konusu işaret, sonra gök tanrısı denmek isteniyorsa ikiye bölünmüş elipsin altına W biçimli yıldırım işareti yazılırdı; ikisi birden Gök-tanrı anlamına gelmektedir. 120 Gök tanrısının en önemli sembolü boğadır. Boğa Orta Bronz Çağı nda gök tanrısının kendisiydi. Hitit metinlerinde Hitit sanat eserlerinde de gök tanrısının boğa üzerinde durmadığı dikkat çekmektedir. Bu durum herhalde boğanın Orta Anadolu da tek başına gök tanrısını temsil ettiğine işaret etmektedir. Dişi tanrıya tapma adedi Anadolu da Yeni Taş Çağı boyunca egemendi. Hatta o dönemde kadın tanrı, baş tanrıydı. Aynı inancın daha sonraki dönemlerde de süregeldiğini görüyoruz. Nitekim Hattilerde 120 AKURGAL, age. s. 120

133 125 Vuruşemu, Hurrilerde Hepat, Hititlerde Arinna nın Güneş Tanrıçası, Geç Hititlerde Kupaba, Yunan ve Roma dönemlerinde Kybele adları ile anılan tanrı kadınlar, Yeni Tunç Çağı ndan beri tanıdığımız Anadolu geleneğini sürdürmüşlerdir. Dinsel metinlerde ve kurban listelerinde Arinna nın Güneş Tanrıçası ile Hurri kökenli olduğunu bildiğimiz Hepat, birbirlerinden ayrı tanrılar olarak görünürlerse de hiç olmazsa IV. Tuthaliya dönemi de ikisinin eş anlamında oldukları, aynı sıfatları ve özellikleri taşıdıkları şüphesizdir. Nitekim bir metinde ikisi bir arada şöyle anlatılmaktadırlar; Arinna nın Güneş Tanrıçası, benim efendim; bütün ülkelerin kraliçesi. Sen Hitit ülkesinde Arinna nın Güneş Tanrıçası adını taşırsın, sedir (ağaçları) ülkesinde ise adın Hepat tır. Zaten Hepat, Hurri dininde de Teşup un karısıdır. Hattilerden gelen Arinna nın Güneş Tanrıçası, Hititlerin panteonuna Nerik ve Zippalanda nın gök tanrıları olan oğulları ile ayrıca Mezullaş ve yeğeni Zentuhis ile birlikte girdi. 121 Bir metinden öğrendiğimize göre Hititlerde modern protokolde olduğu gibi, sağ yön daha önemli idi. Bu Hitit âdetinin en güzel örneğini Yazılıkaya kabartmalarında görüyoruz. 63 tanrının tasvir edildiği bu kabartmalarda kadın tanrılar erkek tanrıların solunda yer alıyordu. Yazılıkayan nın 63 tanrısı arasında Gök Tanrısı, Arinna nın Güneş Tanrıçası ve Şarruma dışında, Hitit dinsel metinlerinde sözü edilen bin tanrılı panteonunun daha başka tanrıları da yer almaktadır. Babil in büyük tanrıçası İştar a da Anadolu da tapılmaktaydı. Hurrice adı Şauşga idi ve hem aşk hem de savaş tanrıçası olarak biliniyordu. Savaş tanrısı olduğu için Yazılıkaya da Hurri kökenli yardımcıları Ninatta ve Kulitta ile birlikte erkek tanrılar arasında yer almaktadır. Hititlerin Arinna nın Güneş Tanrıçasından ayrı bir güneş tanrısı vardı. Hititçe adı İstanu idi ve Hattilerin Estan ından geliyordu. 121 AKURGAL, age. s. 122

134 126 Hiyerogliflerdeki ideogramlarına göre Göğün Güneş Tanrısı olarak tanımlanıyordu. Hititlerin ay tanrısı Arma, Hattilerin Kasku adlı ay tanrıçasından gelmektedir; Hurrice adı Kusu idi. Sanat eserlerinde gördüğümüz bazı tanrılara yazılı kaynaklarda rastlanmamaktadır. Anadolu da Roma Dönemi ne değin yaşamış olan on iki tanrı bunlardan bir örnektir. 122 Hitit duaları çağdaş Mezopotamya dualarından etkilenmişti. Bunu, Hititçeye çevirileri yapılmış Mezopotamya kökenli dualardan görmekteyiz. Hititçe dışındaki dillerde dua metinleri ele geçmemiştir. Sadece dua olduğu sanılan Pala dilinde bazı parça metinler bulunmuştur. 123 Genel olarak dualarda ve bunun yanında büyülerde istenen şeyler çoğunlukla hep insan lehine olan iyi şeylerdir. Bunlar arasında tanrı şefkati, iyilik, gelişme, bolluk, bereket, hayat, uzun ömür, sağlık, selamet, zindelik, sevinç, neşelilik, ruhun tenviri, gözlerin görme gücü, dimdik bir boyun, kas gücü, cinsel güç, muzaffer silahlar, itaat, bol sayıda gelecek nesiller, özen ve dikkat, sevgi, merhamet ve adalet ile hastalık, korku, kötülük, intikam duyguları, açlık, kıtlık, yokluk ve salgın hastalık gibi musibetlerden kurtulma vardır. Hitit dinin özelliklerinden dolayı çok sayıda dini bayram törenleri de mevcuttu. Mevsim dönümleri, meteorolojik hadiseler, tarımsal faaliyetler (hasat, tohum atma vb), yeni yıl ve benzeri olaylar bayram olarak kutlanırdı. (Yazılıkaya da betimlenen tören, baharın gelişiyle kutlanan yeni yıl bayramıdır.) Ayrıca her kentin kendine özel bayram törenleri vardı. Törenler genelde benzer işlemlerin, belirli bir sırayla yapılmasıyla kutlanırdı. Kral, başrahiplik görevini üstlenirdi. 122 AKURGAL, age. s ÜNAL, age. s. 247

135 127 Bin tanrılı Hitit panteonu nu daha yakından incelersek, Hititlerin Tanrı düşüncelerinin az bir özgül yanı bulunduğu dikkati çeker. Tanrılar ve onun ibadetlerini büyük bir kısmı, Hattiler den, Hurrilerden ve Mezopotamyalılardan gelmektedir. Bunlar, Hitit kralları tarafından, Hitit İmparatorluğu nda birlikte yaşayan halkların dinsel geleneklerine uygun olarak kabul edilmiş ve birbirleriyle ustaca birleştirilmiştir. Bunun öncelikle Hattuşa için önemli sonuçları vardı; çünkü burada bir sürü dinsel tören ve bununla bağlantılı, yabancı akımların olduğu çeşitli ibadet işlemleri, yaşama yön veriyordu. Bütün bunların, başkentin görkeminin yayılmasında çok büyük yararları olmuştur. 124 D. HİTİT VE HURRİLER DE TIP Eski uygarlıklarda, modern tıbbın temelini oluşturan ilk bilgiler, dönemin dünya görüşü içinde yorumlanmış ve dini mitolojik görüşlerden de etkilenmiştir. Dünyaya bakış açılarının temelinde din ve büyü olan toplumlarda tıbbın sihirden etkilenmesi tabiidir, hatta bu etki öyle bir bakış açısının zorunlu bir sonucudur. Bu sebeple bu tür toplumlarda, ilmi temelli tıbbın sihir ve dini görüşler ile iç içe olduğu görülür. Önceleri tıp tarihi Yunan uygarlığı ile başlatılıyordu. Ancak bu gün tıbbın temellerinin, Yunandan daha önce Mısır ve Mezopotamya da atıldığı bilinmektedir. Bu gün üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarını askeri ve siyasi bir güç altında toplayan ilk toplum Hititlerdir. Hititlerin Anadolu da kurduğu büyük uygarlık içinde, farklı kültürlerin etkileri görülür. Hititler çeşitli alanlarda olduğu gibi, sağlık sahasında da diğer uygarlıklardaki tıbbi gelişmelerden etkilenmişlerdir. Böylece ilk olarak kendi yaşadıkları bölgede sık görülen hastalıklara çözüm arama yoluna gitmişlerdir Helmut UHLIG, Avrupa nın Anası Anadolu, Telos Yayıncılık, s. 167, İstanbul Gaye Şahinbaş ERGİNÖZ, Hititlerde Anatomi ve Tıp

136 128 Hititler döneminde Anadolu da gelişen tıbbi faaliyetler ve hekimlik hakkında tefferuatlı bilgi veren tabletler henüz yeterli değildir. Ancak eldeki belgeler ışığında, Hititlerde Mısır ve Mezopotamya daki tıbbi gelişmelerden etkilenen bir tıbbın olduğunu da görüyoruz. Tıp deyince akla ilk başta gelen şey, bu sanatı veya bilimi icra eden doktorlardır. Bu da bizi Hititlerde doktor varmıydı ve eğer var idiyse konumları neydi? sorusuna karşılık aramaya sevk eder. Hititler diğer branşlarda olduğu gibi kendilerinden önce Anadolu da yaşamış olan yerli kavimlerden, Hurriler, Mezopotamyalılar ve Mısırlılardan çok şey almışlardır. Hitit söz dağarcığında doktor anlamına gelebilecek bir sözcük yoktur; buna karşılık Hititçe de doktor anlamını karşılamak üzere, yabancı dillerden Hititçe ye girmiş terimler kullanılmıştır. Sumercede doktor anlamına gelen LU A-ZU Hititçede de kullanılmıştır. Ayrıca Sumercede falcı, büyücü anlamına gelen AZU kelimesi de Hitit tabletlerinde geçmektedir. LU A-ZU ile LUAZU farklı iki terimdir. Akadçadaki karşılıkları da bunu gösterir. LU A- ZU nun Akadca karşılığı ASU, LUAZU nun ise BARU dur. LU A-ZU Doktor, LUAZU ise falcı kurban bakıcısı, kâhin manasına gelir. Her iki kelimenin de Hititçede kullanılmış olması, Hitit hekimlerinin sadece büyü temelli tedavi uygulamadığını gösterir. Kaynaklarda SAL A.ZU ya da rastlanmıştır. SAL kadın anlamına geldiği için, Hititler döneminde kadın hekimlerin de görev yaptığı anlaşılmaktadır. 126 Hattuşa daki kazılarda ortaya çıkarılan tabletler arasında, doğumdan bahseden ritüel tabletleri de tespit edilmiştir. Doğumla ilgili olan tabletler vasıtasıyla, Hitit ülkesinde ebelerin (SALhasnupal(l)a) doğum öncesinde, doğum esnasında ve doğum sırasında neler yaptıkları ve doğumda kullandıkları aletler hakkında bilgi bulunmaktadır. Örneğin doğum öncesinde hazırlanması gerekli olan şeylerden bahseden tablette bir kadın doğum 126 ERGİNÖZ, Hititlerde Anatomi ve Tıp

137 129 yapacağı zaman, ebe şunları hazırlar; [iki sandalye] (ve) üç yastık (öyle bir şekilde hazırlanır ki) her tabureye bir yastık yerleştirilir. Ve [bir] yastık taburelerin arasına, yere koyulur. Çocuk düşmeye (yani doğmaya) başladığı zaman, [sonra] kadın, sandalyelerin üstüne oturur. 127 Boğazköy deki devlet arşivinde tıbbi nitelikli diyebileceğimiz bazı metinler vardır. Pek çoğu Akadca olan bu metinler herhalde yine Akadcadan Hititçe ye çevrilmişler ve Hitit gereksinimlerine uyarlanmıştır. Bu metinlerin bir kısmı kehanetle ilgili metinlerdir. İkinci guruba dâhil olan metinler tıbbi açıdan daha da önemlidir. Bunlara reçete metinler demek daha uygun olur, çünkü bunlar teorik olarak bilinen tüm hastalıkların semptomlarıyla birlikte bir koleksiyonunu içerir ve verilmesi gereken ilaçlar belirtilir. Eczacılıkta kullanılan çoğu droglar, maalesef ne olduklarını belirleyemediğimiz şifalı bitkilerdir. Bunlar arasında tohum, yaprak, çiçek, kök ve bitkisel yağlar ağırlık tutar. Karıştırılan drogların miktar ve yüzdesi verilmemiştir; ama o zamanın eczacıları bunları herhalde ezbere biliyorlardı. 128 Eski Yakın Doğu da saray ve tapınağa bağlı olarak çalışan uzman personelin, sanatçıların ve bir ülkeden başka bir ülkeye giden veya gönderilen zanaatkârların arasında hekimlerde yer almaktadır. Bu hekimlerin yer değiştirmesi, genel olarak, hekimin bir şehir veya ülkeden başka bir yere gitmesi ve orada bir süre kaldıktan sonra, tekrar eski yerine geri dönmesi şeklindeydi. Ayrıca metinlerdeki ifadelerde, bu hekimlerin, başka bir yere gönderilirken, geri dönüşleri ve kalış süreleriyle ilgili sıkı kaideler getirilmiş olmasından, bulundukları ülkeler için çok değerli ve önemli oldukları anlaşılmaktadır. Bu hekimlerin daha ziyade Mezopotamya ve Mısırdan Hatti topraklarına gönderildiği bilinmektedir. Hititler bu yabancı hekimlere büyük değer vermişlerdir. Yabancı hekimlerin dışında tabletlerde ismi geçen Hititli hekimler de bulunmaktadır. Bunlardan Hutupi ve Akiya, Hatti ülkesinin en 127 ERGİNÖZ, Hititlerde Anatomi ve Tıp ÜNAL, age. s. 195

138 130 meşhur hekimlerinden olup, saray halkını iyileştirme yetkisine sahiptiler. Hitit hekimlerini sadece saraydaki hekimlerle sınırlamamak gerekir. Ayrıca Hitit ülkesinde, halkın tedavisiyle meşgul olan pek çok hekimde vardır. Hititlerde hekimlerin aralarında usta-çırak ilişkisi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü hekimlerin vazifelerini nasıl yerine getireceklerini belirten metinlerde büyük hekim, küçük hekim gibi ifadeler geçmektedir. UGULA LU A-ZU (yönetici hekim, hekimlerin idarecisi) GAL LU. MESA. ZU (hekimlerin en büyüğü, şef hekim), LU A-ZU SAG (başhekim), LU A-ZU TUR KAB.ZU.ZU (yardımcı-talebe-küçük hekim; asistan hekim veya tıp öğrencisi?) gibi unvanlar olması, Hititlerde hekimler arasında bir hiyerarşinin olduğunu göstermektedir. 129 Dünya üzerinde hastalıkların ortaya çıkışı, insanlık tarihinden eskiye dayanır. Medeniyetler kurulduktan sonra da hastalıklar varolmuştur. Anadolu da da çok sayıda hastalıkla karşılaşılmıştır. Hititlerin maruz kaldığı hastalıklar karşısındaki tavırlarını, onlardan zamanımıza kalan çivi yazılı kil tabletlerden öğreniyoruz. Hititler devrinde Anadolu da görülen hastalıkların en kötüsü, kitle halinde ölümlere yol açtığı bilinen ve henkan denilen hastalıktır. Bu hastalığın veba, kolera veya tifo gibi bir salgın hastalık olduğu düşünülebilir. Anadolu da zaman zaman uzun süren kıtlıkların ve salgınların olduğu bilinmektedir. Bir hastalığı tedavi etmek amacıyla geliştirilen metotlar, o hastalığın sebep olduğu düşünülen faktörleri ortadan kaldırmak için düzenlenirler. Hititlerde, çeşitli hastalıklar ve rahatsızlıklar karşısında uygulanan tedavi usulleri iki gurupta incelenebilir. Bunlardan biri büyü ve majik ritüellerle tedavi, diğeri ise droglar kullanarak yapılan tedavidir. 129 ERGİNÖZ, Hititlerde Anatomi ve Tıp,

139 131 Hitit tıbbında etiyoloji (hastalıklara sebep olan faktör), diyagnoz (teşhis), prognoz ve terapi (tedavi) unsurları arasında etiyoloji diyagnozdan daha önemlidir. Bir diğer ifadeyle, tedavi şekli hastalığın sebebine göre değiştiği için, hastalık sebebi çok önemlidir. Örneğin bir hastanın gözündeki rahatsızlık, ortaya çıkan semptoma dayalı olarak göz kanlanması şeklinde teşhis ediliyordu. Etiyoloji yi bulmak daha önemli ve zordu. Bunun için omen ile orakel (fal ve kehanet) metotlarına başvuruluyordu. Tedavi ise semptomu ortadan kaldıracak olan droglarla yapılan tedavi ve doğrudan etiyolojiye etki edecek olan dini ve mistik tedavi olmak üzere iki yönlü idi. 130 Tıp sahasında ilerlemenin başlıca faktörleri arasında insanlardaki hastalık ve rahatsızlık durumlarını ortadan kaldırma ihtiyacı yer alır. Bu faktör hem eski çağlarda ham de günümüzde etkili olmuştur. Hastalıklarının asıl sebebinin, organizmaya dıştan tesir eden mikroplar olduğunun anlaşılması, ancak son asırlarda yapılan çalışmaların ürünüdür. Hititler, pislikten her zaman için uzak durmaya çalışmışlardır. Fakat pisliği, bir ajan patojen kaynağı olarak görmemişlerdir. Hititlerde tıbbi faaliyetlerin temelinde bulunan araştırıcı zihniyet mevcuttur. Tıp sahasında kendilerinden daha ileri olan Mezopotamya ve Mısır gibi ülkelerden hekim getirmeyi ihmal etmeyen ve hastalıklar karşısında lakayt davranmayan Hititlerde, tıp vardır. Hititler hiçbir zaman kendi dönemlerindeki tıbbi gelişmelerden uzak kalmamışlar, onları her zaman takip etmişler ve bazılarını da dışarıdan almakla da yetinmeyip kendi toplum yapılarına uygun hale getirmesini bilmişlerdir. Mezopotamya uygarlığı yalnız kendi zamanının değil gelecek yüzyıllardaki komşuları üzerinde de etkili olmuştur. Hurri, Hitit, Yahudi, Yunan, Hıristiyan ve İslam kültürleri eski Mezopotamya ya çok şey borçludur. Mezopotamya kültürlerinin farklılıkları olsa da kozmoloji üzerine temel bir ortak anlayış mevcuttur. 130 ERGİNÖZ, Hititlerde Anatomi ve Tıp,

140 132 BÖLÜM IV ANTİK YUNANDA FELSEFİ DÜŞÜNCE A. Antik Yunan Yunan medeniyetinin başlangıcı ve bitişi hakkında kesin ya da dünyaca kabul görmüş herhangi bir görüş yoktur. Genel olarak Roma imparatorluğundan önceki dönemler Antik Yunan tarihi olarak değerlendirilir. Yunanlıların M.Ö yıllarında kitleler halinde Balkan Yarımadasının güneyine göç ettiklerine inanılır. M.Ö. 23. ve 17. yüzyıllar Proto-Grek dönem olarak adlandırılır. M.Ö ortalarından M.Ö yıllarına kadar Girit te bir uygarlık bulunuyordu. Bu kültür M.Ö. II. binde özellikle Ege Bölgesi ve Boğazlar yoluyla Karadeniz le, Balkanlar yoluyla Avrupa yla, Anadolu yoluyla da Ön Asya ile ilişkideydi. Girit in diğer kültürlerle ilişkisi ticari amaçlıydı. M.Ö den 1100 e kadar olan dönem Homeros un epiklerinde masallaştırdığı Turuva ya karşı savaşan Kral Agememnon un başında olduğu Miken Yunan Çağı dır. Miken de şehir devletleri tarafından idare edilen savaşçı bir toplum yaşıyordu. Miken kültürü Girit tekilerden farklıdır ama bu kültürün etkilerini taşır. Önce Girit sonra Miken kültürleri yayılarak önem kazanıyordu ama Yunan Tarihi ile bu kültürler arasında neredeyse hiç bağlantı yoktur. M.Ö. 13.yüzyıl dan 8.yüzyıla kadar geçen dönemde Girit ve Miken izleri yok oldu. Dorlar kuzeyden güneye ilerleyip her şeyi kendi egemenlikleri altına alarak Aka ve Miken sülalelerinin izlerini yok ettiler. Akalar ve İyonlar Ege Denizi ni geçerek Anadolu kıyılarına kaçtılar ve burada kıyı boyunca yerleşerek yeni

141 133 İyon kentleri kurdular. Mikenlerin deniz üzerinden Kıbrıs ile Güney Anadolu dan Doğu Akdeniz kıyılarına kadar ulaştıkları buralarda ortaya çıkan Miken buluntularıyla belgelenmiştir. M.Ö.1000 ile 800 arası Yunan Ortaçağı dır. Bu dönemde Dorlar Yunanistan da Aka Uygarlığının yıkıntıları üzerine şehir devletleri kurdular. Eski kabile teşkilatının yerini çok daha gelişmiş siyasal ve sosyal teşkilata sahip şehir devletleri aldı. Yine bu dönemde halk sınıflara ayrıldı, aristokrasi ortaya çıktı ve şehir devletlerini idare eden krallar aristokratlar tarafından devrildiler. Yunan Ortaçağı nın sonlarına doğru Akdeniz ve Karadeniz etrafında tarımsal ve ekonomik ihtiyaçları karşılamak için koloniler kuruldu. Daha önceden Girit, Ege Adaları, Batı ve Güneybatı Anadolu kıyıları, Yunanlılar tarafından işgal edildiğinden kolonileri daha uzak ülkelere kurdular. Yunanlılar ilk zamanlarda ırklarını korumaya çalıştılar daha sonraki yıllarda yerlilerle ilişkileri artınca onlarla karıştılar. Koloniler sayesinde Yunan ticareti geniş bir alana yayıldı ve sanayi gelişti. Yunan Ortaçağı ndan sonra M.Ö. 7. ve 6.yüzyıllar Arkaik Çağ diye adlandırılır. Bu çağda Yunanistan da en önemli şehir Atina dır. Attika halkı sosyal ve ekonomik yönden üç gruba ayrılır. Büyük çiftlik sahipleri, tüccarlar ve sanayiciler ve küçük toprak sahibi köylüler. Gittikçe köylü toprakları elden çıktı ve Attika birkaç zenginin eline geçti. M.Ö yıllarında hükümetin başına geçen Solon un sosyal, siyasal ve ekonomik reformları ihtiyaçları karşılıyordu. Bu dönemde oluşturulan devlet teşkilatı Atina da yüzyıllarca yaşadı. Solon dan sonraki yıllarda Peisistratos un tiranlığı Atina nın en parlak çağlarından biriydi. Peisistratos aristokrat sınıfı zayıflatıp, köylüyü korudu. Döneminde ticaret gelişti. Atina Solon un reformları ve Peisistratos un iç ve dış siyaseti sayesinde büyük gelişme gösterdi. Arkaik dönemde ünü doğuya yayılan diğer güçlü şehir olan Sparta 6. yüzyılın son yarısında Peleponnes birliğini kurdu. Bu birlik gerektiği zaman toplanırdı. Her şehir devleti bir oya sahipti. Sparta da askeri güç ve polis teşkilatına dayanan bir baskı politikası uygulanıyordu.

142 134 Yunan Tarihinin Klasik Çağı olan 5.yüzyılda İran yaylasından Anadolu da Kızılırmak a kadar uzanan Pers Krallığı nın İyonya ya saldırıları görülüyordu. Koloni devleti olarak kurulmuş Bodrum, Milas gibi büyük merkezlere sahip olan İyonya diğer devletlere karşı gücünü ve bağımsızlığını koruyacak durumda değildi ve M.Ö 6. yüzyılda Pers İmparatorluğu nun egemenliği altına girdi. Bu kargaşa ortamında Yunanlıların kışkırttığı İyon ayaklanmaları birçok şehirde amacına ulaştı. Darius 490 yılında İyonya ayaklanmasına 20 gemilik bir kuvvet gönderen Atina ile 5 gemi gönderen Eretria yı cezalandırmak için Pers donanmasını önce İyonya ya oradan da adalara sefere gönderdi. Eretria ele geçtikten sonra Attika bölgesinin doğu kıyılarında Marathon Ovası na çıkartma yapıldı. Buradaki savaşı Atinalılar kazandı. Marathon savaşını Atinalıların kazanması Darius u kızdırdı ve Yunanistan a savaş açma kararı aldı. Darius un ölümünü izleyen yılda 483 te Kserkes in ordusu Yunanistan a sefere çıktı. Orduda Hintliler, Doğulu Habeşler, Araplar, Lidyalılar, Bitinyalılar bulunuyordu parçalık donanmada pek çok ulusun yardımıyla oluşturuldu. Pers kara ordusu Trakya ve Makedonya üzerinden Kuzey Yunanistan Teselya ya ve oradan Thermophia geçidine hiçbir direnişle karşılaşmadan vardı. Donanma denizden orduya eşlik ediyordu. Yunan donanması Persleri Artemision Burnu nda yendi. Pers ordusu karada savunmayı püskürtünce Yunan gemileri Attika bölgesini korumak için güneye çekildiler. Persler Atina ya girip Akropol ü ele geçirdi ve kenti yakıp yıktılar. M.Ö. 480 de Yunan donanması bozguna uğratılınca Kserkes Atina yı terk etti. Ertesi yıl Atina tekrar yıkıma uğradı fakat Plataia ovasındaki savaşı Yunanlılar kazandı. Bu zaferden sonra Persleri Anadolu içlerine sürerek Ege denizinden çıkartmaya çalıştılar. Daha sonraki yıllarda Atina Pers tehlikesine karşı Attika-Delos Deniz Birliği adlı siyasal bir birlik kuruldu. M.Ö yılları arasında

143 135 Yunanlıları iki büyük cepheye bölen Peleponnes savaşı Atinalılar ve Spartalılar arasında oldu. 413 te Sicilya seferi Atina için büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. 407 yılında Perslerle Spartalıların işbirliğinden dolayı Atinalı komutan Alkibiades 100 gemilik donanmayla Efesos limanına geçti. Gemiler burada bozguna uğratılıp komutan Persler tarafından öldürüldü. Peleponnes savaşının ardından Sparta tüm Yunanistan ın hakimiydi ama bu olay bazı çevrelere rahatsızlık verdiği için acilen harekete geçildi. Her türlü entrika ile Atina da ve önceden Atina ya bağlı şehirlerde demokratik partiler birkaç yıl içinde siyasi gücü tekrar ele geçirdiler. M.Ö. 395 te Sparta idarecileri Lysander i yönetimden aldılar ve bu nedenle Sparta donanma üstünlüğünü kaybetti. Atina, Argos, Tebai ve Korinit ki son iki şehir daha önceden Sparta nın en yakın müttefikleri idi, bu kez bir sonuç elde edilmeden biten Korinit Savaşı nda Sparta ya meydan okudular (M.Ö. 387). Aynı yıl içerisinde bu kez Sparta, Persler ile savaşa girdi, kaybedeceğini anlayınca barış antlaşması istedi ve yapılan Antalcidas Antlaşması hükümlerine göre İyonya ve Kıbrıs tan vazgeçerek 100 yıldır Perslere karşı yenilgi yüzü görmemiş Yunan milletinin tarihini tersine çevirdi. Bu olay Atina yı ve birlikte Sparta ya karşı savaştığı müttefiklerini çok şaşırttı. Daha sonra Tebai komutanları Epaminondos ve Pelepidas M.Ö. 371 de Leuctra da kesin bir zafer kazandılar. Bu savaşın sonunda Sparta hâkimiyetini ve Tebai üzerindeki üstünlüğünü kaybetti. Bu dönemde Atina kaybetmiş olduğu gücünü tekrar toparlama fırsatını buldu, çünkü Tebai üstünlüğü çok kısa ömürlü oldu. İmparator Epaminondos ın M.Ö. 362 deki ölümüyle beraber en büyük lider kaybedilmiş oldu ve kendinden sonraki Phocis ile gereksiz bir savaş yapma hatasına düştüler. Yenilmeye başladıklarını anlayınca Makedonya Kralı II. Filip ten yardım istedi. Böylece Makedonya ilk kez Yunan dünyası içine girmiş oldu

144 136 Makedonya Krallığı M.Ö. 7. yüzyılda doğdu. 5. yüzyılda Yunan politikasında küçük roller oynuyordu. 4. yüzyılın başlarında Tebai de eğitimöğrenim görmüş, hırslı bir lider olan Makedonya Kralı II. Filip artık daha büyük bir rol oynamak istedi. Sparta nın güç kaybetmesi ile kendilerini toplayan Yunan şehirleri arasında kabul görmek istiyordu. Amphipolis, Methone ve Potidaea gibi Yunan şehirlerini ele geçirdikten sonra, buradaki altın ve gümüş madenlerini de yönetimi altına almış oldu. Böylesine zengin kaynaklara sahip olmak Filip e Yunanistan üzerinde daha etkili olma fikrini verdi. Filip, M.Ö. 352 de Tesalya ve M.Ö. Trakya üzerinden Makedon hâkimiyetini kurdu. M.Ö. 348 de Termofil in kuzeyindeki yerleri kontrol ediyordu. Yunan çevresine dost gibi görünmek istedi, dillere destan zenginliğini her şehirde bir Makedon partisi kurmak için Yunan politikacılarına rüşvet olarak kullandı. Tebai ve Phocis arasındaki savaşa müdahale etmiş olması ile büyük ün kazandı ve Yunan çevrelerinde dikkate değer bir güç olmasına fırsat sağladı. Filip in bu politikasının sonuçlarının nereye varacağını anlayan Atina lideri Demosthenes, ünlü nutuklarında halkı Filip in bu amacına karşı koyması için yönlendiriyordu. M.Ö. 339 da Atina ve Tebai, gün geçtikçe büyüyen Filip tehlikesini engellemek için bir araya gelerek anlaşma yaptı. Bunun üzerine Filip, Yunanistan içlerine ilerledi ve M.Ö. 338 de Chraeronea da Atina nın müttefiklerini yendi. Fakat yine de, o dönemden sonraki birçok şehir devleti, Roma İmparatorluğu dönemine kadar bağımsız olarak yaşamaya devam etti. 132 Filip in bir suikasta uğrayıp ölmesi üzerine yerini, babasının yarım kalmış planlarını uygulamak için yola çıkan ve henüz 20 yaşında olan İskender aldı. M.Ö. 334 te Büyük İskender, Asya ya geçti ve bu gün Çanakkale ili sınırları içinde kalan Granikos çayı kıyılarında Persleri yenilgiye uğrattı. Bu galibiyet, İskender e İyonya kıyılarının kontrolünü verdi ve bu 132

145 137 nedenle özgürlüğüne kavuşmuş diğer Yunan şehirlerinde zafer kutlamaları yaptı. Bu yörede her şeyi düzene koyduktan sonra Anadolu da, Kilikya üzerinden Suriye ye seferler düzenledi ve M.Ö. 333 te III. Darius un ordusunu yendi. Burada da düzeni sağladıktan sonra Fenike üzerinden küçük bir askeri direnç ile karşılaştığı Mısır a geçti. Mısır halkı Büyük İskender i Perslerin ve İmparator Amun un oğlunun baskısından rahata çıkaran bir kurtarıcı gibi karşıladılar. Darius, ülkesine barış içinde dönebilmek için İskender den barış istemeye hazırdı, fakat İskender in böyle bir niyeti yoktu. Pers topraklarını fethedip kendini dünyanın imparatoru yapmaya kararlıydı. Kuzeydoğu Suriye üzerinden Mezopotamya ya ilerledi ve Darius u ikinci kez Gaugamela Savaşında yenilgiye uğrattı (M.Ö. 331). Bu savaştan sonra Darius geri çekildi ama kendi yandaşları tarafından öldürüldü. İskender Afganistan, Pakistan ve İndus Irmağı vadisine kadar ilerledi, ancak askerlerde baş gösteren isteksizlik ve yorgunluk nedeni ile ordusunu toplayarak geri dönme kararı aldı. Geri dönüş yolunda M.Ö. 323 te Babil de bilinmeyen bir hastalığa yakalanarak yaşamını yitirdi. Genç yaşta ölmesine karşın 12 yıl 8 ay süren hükümdarlık dönemine büyük çaplı seferleri sığdıran İskender'in kurduğu geniş imparatorluk temelde Perslerden kalma yönetim sistemine dayanıyordu. Bununla birlikte yerel satraplara bağlı olmayan tahsildarlardan oluşan merkezî bir vergi toplama mekanizması kurarak yeni bir mali sistemin temelini attığı bilinmektedir. Görevlilerin yolsuzlukları ve yiyiciliği nedeniyle bu sistemi iyi işletememekle birlikte, sikke çıkarma hakkını tekeline alarak ve Pers hazinelerinde birikmiş gümüş ve altını para biçiminde piyasaya sürerek bütün Önasya'da ve Akdeniz'de ticaret ve para ekonomisini geliştirdiği söylenebilir. Öte yandan İskender'in yeni kentler kurması (Plutarkhos bu kentlerin sayısının 70'in üzerinde olduğunu söyler) Yunan yayılmasında yeni bir dönem açtı. Askeri birer üs olarak kurulan, ama zamanla birer kültür ve

146 138 ticaret merkezine dönüşen bu kentler Eski Yunan etkisinin Hindistan'a kadar yayılmasında önemli rol oynadı. Bu arada Pers-Makedonya karışımıyla yeni bir ırk yaratma girişimi sonuçsuz kaldıysa da, Yunan kültürüne yatkın, ama Doğu'ya özgü yeni bir soylu sınıfı ortaya çıktı. Kendisini ve askerlerini en güç işlere yöneltmeyi başaran güçlü bir irade ve yetenekle esnek bir düşünce yapısını birleştiren İskender, koşullar gerektirdiğinde geri çekilmeyi ve değişiklikler yapmayı bilen bir kişiydi. Düş gücü ve romantizmi kendisini Herakles, Akhilleus ve Diyonizos gibi kahramanlarla özdeşleştirmesine yol açacak ölçüde güçlüydü. Çabuk öfkelenme, acımasızlık ve inatçılık gibi özellikleri uzun seferlerde daha çok ortaya çıkıyordu. Güvenmediği kişileri hiç sorgulamadan öldürmekten çekinmemesine karşın, adamları onun peşinden gidiyor, ona bağlı kalıyor ve güçlüklere katlanıyordu. Dünyanın en büyük askeri dehaları arasında sayılan İskender, değişik kuvvetleri bir arada kullanmada ve düşmanın yeni savaş biçimlerine yeni taktiklerle karşı koymada son derece ustaydı. Yaratıcılığıyla, savaşın sonucunu belirleyecek fırsatları değerlendirmeyi çok iyi bilirdi. İskender'in kısa süren hükümdarlığı, Avrupa ve Asya tarihi açısından önemli bir dönüm noktası sayılır. Seferleri ve bilimsel araştırmalara merakı, coğrafya ve doğa tarihi gibi konulardaki bilgilerin gelişmesine katkıda bulunmuş, ayrıca büyük uygarlık merkezlerinin geliştirdiği bilgi birikiminin ortak bir potada kaynaşmasına zemin hazırlamıştır. Siyasal açıdan olmasa bile, ekonomik ve kültürel açıdan Cebelitarık tan Pencap a uzanan, ticarete ve toplumsal ilişkilere açık bir imparatorluk kurduğu ve ortak sayılabilecek bir uygarlığa ve bir lingua frence [frank dili] olarak Yunan Koine lehçesine dayalı yeni bir dünya meydana getirdiği söylenebilir. Sonuçta İskender kendisinin Herakles in soyundan geldiğini benimsemesi ve kendisini tanrısallaştırması onun halkın gözündeki

147 139 büyüklüğünü ifade etmekteydi. Temsil edilen figürlerinde bile kendisini Amon gibi koçboynuzu ile Herakles gibi Aslan başlı postuyla göstermektedir. 133 İskender in ölümünden sonra, generalleri onun bıraktığı belgeler arasında ilerde batıya yapacağı seferlerin planlarını buldular; ancak hiçbiri onun yerine geçip imparatorluğun tümünün yazgısını yüklenecek çapta büyük insan değildi. Bugünkü Batı uygarlığı doğuşunu büyük ölçüde Anadolu topraklarında M.Ö den sonra gerçekleşen kültür gelişmelerine borçludur. M.Ö. 12. yüzyılın başında olagelen göçler Anadolu nun tarihsel akışına yeni bir doğrultu vermiş ve M.Ö. 3. binden beri Mezopotamya etkisinde bulunan yarımada söz konusu tarihten sonra Doğu ile Batı arasında bir köprü görevi görmüştür. Yunanlılar M.Ö. 8. ve 7. yüzyıllarda da Geç Hitit kültür merkezleri aracılığı ile Mezopotamya ülkelerinden din, mitoloji, mimarlık, tıp, astronomi, heykel ve resim sanatları konularında büyük ölçüde esinlendiler. Öyle ki M.Ö. 8. ve 7. yüzyıllardaki Hellen kültürü ve sanatı % 70 oranında Mezopotamya, Hitit ve Fenikeli görünümünde idi. Örneğin 8. ve 7. yüzyıllardaki Helenlinin saç biçimi, başlığı, giysisi, çeşitli kemerleri, takıları, savaşçıların miğferleri, cenk arabaları, at takımları, Fenike, Asur, Hitit, Urartu ve Phryg tasvirlerinde gördüğümüz gibidir. Helenlerin aslan, at, kartal gibi hayvan tasvirleri ve onlardan geliştirilen sfenks, siren, grifon, cin gibi hayali yaratıkları Hitit, Urartu, Mısır ve Mezopotamya kökenlidir. Dor mimarlık düzeni, yani sütunlar ve başlıklar Mısır, Aiol başlıkları, İon sütunları ve sütun altlıkları ile kymation, palmet gibi mimarlık süsleme öğeleri Fenike ve Hitit kaynaklıdır. HelIenler, Mısırlıların ve Mezopotamyalıların gökyüzü bilgisinden, mitolojisinden, sağlık ve hastalık konularındaki deneyimlerinden de büyük ölçüde yararlandılar. Kısaca söylemek gerekirse Helenler başlangıçta tıpkı bizim 100 yılı aşkın 133

148 140 süreden beri Avrupa'dan ders almaya çalışmamız gibi, Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarını kendilerine örnek almışlardı. 134 B. ANTİK YUNAN DA MİTOLOJİ Yunan mitolojisinin çok yönlülüğü nedeniyle kökenine ilişkin sorular kolayca yanıtlanamaz. Aslında efsaneler başlangıç noktasına ilişkin bir fikir vermekte ise de, ilişkilerin ne olduğu açık değildir. Tanrıların adları ve kaderleri ile ilgili söylenegelen efsaneler çok çeşitlidir. Bu arada tanrıların çoğunun Yunan kökenli olmadığını da saptıyoruz. Biz, bu tanrılara Yakındoğu, Güneybatı Asya ya ve Balkanlarda, çok geniş bir bölgede, değişik adlar altında rastlamaktayız. Özellikle eski Trakya -Dionysos'un vatanı- tanrılarla dolu bir bölgedir. Böylece, deyim yerindeyse ancak "tanrıların göçünden" söz edebiliriz. Bu göç iki şekilde gerçekleşmiştir; Birincisi halkların göçü ki bu göçte onlara tanrıları da eşlik etmiştir, ikincisi ise doğrudan tanrıların göçü ki bu göç, halkların ve uygarlıkların buluştukları ve karşılıklı olarak birbirlerini güçlü bir şekilde etkiledikleri yerlerde gerçekleşmiş olup, bu nedenle de özel büyülü güçlere ve tanrısal güce sahip kişiler olarak, daha sonra Yunan Mitolojisinde rastladığımız üzere, insanlara yardımcı olma görevini üstlenmişlerdir. 135 Dünyanın ve yaşamın ortaya çıkmasıyla ilgili olarak Yunan mitolojisine yalnızca üç efsane girebilmiştir. Okeanos ve Tethys'li tanrılar jenealojisinin başlangıç öyküsü dışında, Hesiodos'un "Theogonia"sında bulunan Khaos ile ilgili öykü ve Yer Tanrıçası Gaia ve Eros'la ilgili "ölümsüz tanrılar içinde en güzeline" adlı öykü; ayrıca gece, yumurta ve Eros'la ilgili olarak orpheus'çu anlatılarda geçen öyküler. 134 Bkz. E. Akurgal, Anadolu Uygarlıkları 5. baskı 1995 s UHLIG, age. s. 193

149 141 Yer Tanrıçası Gaia, öyküsünde açıkça Yakındoğu'nun "Büyük Anne"si olarak görülmektedir. Aşk Tanrısı olan Eros mitosundaki üretim gücünün evrensel öğelerinin, insanlığın en eski düşüncelerine kadar dayandığını görüyoruz. Okeanos ve Tethys kardeşler çiftinin doğmasıyla sonuçlanan, göğün ve yerin cinsel birleşmesi olayı, onun huzurunda olmuştur. Khaos hiçbir zaman ortadan kaldırılamasa da, yaşamın en eski olaylarından olan cinsel dürtünün, tanrısal olduğu görülmektedir. O bakımdan, bin yıllar süresince hep olduğu gibi, Büyük Anne" ve erkek tanrı ilkelerine sahip olan Eros, düzenin ve ölümlülüğün başlangıcı olarak gösterilmiştir. Fakat ölümlülükte, insan geçici olanı, ölümlüyü temsil etmektedir. Tanrılar, kendilerine armağan edilen ölümsüzlükleri nedeniyle, insandan farklılaşmaktadır. Buna karşın, Hesiodos'un öykülerinde okuduğumuz üzere, her ikisi de -Tanrılar ve insanlar- aynı kökenden gelmektedir. Fakat bu düşünce, Yunan kökenli düşüncelerden kaynaklanmamıştır. Bu düşünceler, eski insanların, doğa ve onun genelde pek kavranamayan gücüyle başa çıkabilmek için uğraşırken, her şeyden önce de doğum ve ölümün aralıksız ritmiyle edinmiş oldukları deneyimler sonucu ortaya çıkmıştır. Bir zamanlar insanların hayal gücü, ölümsüz tanrılar ve ölümlü insanlar arasında, evrensel çeşitliliği şekillendiren bir sürü varlığı oluşturmuştur. Bu çeşitlilik, daha sonraki terminolojide Titanlardan ve Gigantlardan, doğal ruhlara, şeytanlara, santorlara, cücelere ve perilere dek uzanmaktadır. İnsanların düşüncelerine, görünebilenlerin ve görünmeyenlerin, ölümlülerin ve ölümsüzlerin, canlandırılan dünyası hükmetmektedir. Ayrımlar ve başkalıklar onlara yabancıydı. Onlara göre, her şey, her şeyle ilişki içindeydi. Mantıki ilişkiler, nedenlilik ve insanların eylemlerinin etkileri ile ilgili düşünceler, onlar için söz konusu bile değildi. Bireyin yaşamı, bütünün bir parçasıydı, kaderinin önemli bir kısmı görülmeyen

150 142 kuvvetlerin, anlaşılmayan görüntülerin ve gizemli, açıklanamayan olayların elindeydi. 136 Buna bir açıklama bulabilmek için, görünürde birbirleriyle ilişkisi olmayan, sık sık birbirine ters düşen ve her şeyden önce de Tanrıların tepkilerini tamamen anlaşılmaz hale sokan, düşünülemeyecek kadar çok, mantık dışı bir öykü yaratıldı. Göreceğimiz gibi, giderek aşağıdaki öykü öne çıktı ve Yunan söylencelerinin yavaş yavaş ortadan kalkmasına yol açtı. İncil'de anlatılan, dünyanın yaratılış efsanesinden bildiğimiz üzere, insan cinsiyetinin oluşmasıyla ilgili ortak bir açıklama bulunmaması anlaşılır bir olgudur. Konuyla ilgili uzun süre varlığını sürdüren birçok düşünceyi, M.S. 235'te Roma'da ölen kilise öğretmeni Hippolyte, "Tüm Dini Akidelerde Dalalet Yoluna Sapanların Reddedilmesi" adlı yapıtında, eğlenceli bir oyunla biraz yansıtmaktadır. Oradan okuyalım; Dünya, yalnızca duygusuz çiçeklerin ve akılsız hayvanların değil, uysal ve dindar varlıkların da annesi olmak istediği için, güzel bir meyve ikram ederek, ilk insanları yarattı. Bununla birlikte ilk insan konusunda açık bir bilgimiz yoktur. Kopais yakınlarındaki Boiotia da ortaya çıkan, Alalkomeneus ilk insan olabilir; yada Kaz Dağında tanrısal soydan gelen Kuretler, yada Pyreneli Korybantlar ağaçlar gibi birdenbire fışkırdılar da, ilk seyreden de Güneş Tanrısı oldu; yada daha ay ortada yokken yaratılmış olan Arkadhialı Pelasgos ya da Eleusisli Dysaules'ın, ya da Limni'deki Kabeiro ilk insan olarak doğmuş olabilirler. Bu ilk insanın betimlenemeyecek derecede esrarengiz güzellikte Delphoi'li bir erkek çocuğu mu, yoksa Pallene'deki Phlegrai alanının baş savaşçısı yaşlı titan Alkyoneus mu olup olmadığınıda belirlemek zordur. İncil'deki dünyanın yaradılış tarihinden burada henüz söz edilmemektedir. Hippolyte'in yapıtında, Hıristiyanlığı sorgulayan yanlış öğretiye karşı Âdem ile Havva hiç konu edilmez. Yunanlılardan çok eski bir miras olarak kalan, Homeros'ta azaldığını 136 UHLIG, age. s. 194

151 143 gördüğümüz, inandırıcı olmaktan çok uzak olan yaradılış anlatılarının etkisi, Hıristiyanlığın ilk zamanlarına, bazen de Ortaçağ'a dek ulaşmaktadır. 137 Homeros'un anlatısında olduğu gibi, daha sonraki dönemlere ait anlatılarda da gördüğümüz tanrılar ve insanlar arasındaki bu önemli mitolojik köprü, her iki dünya arasındaki bağlantıyı, yalnızca olası kılmakla kalmayıp, aynı zamanda mitolojik gerçeklerin yapısal olarak dramatik, genelde de trajik olduklarını göstermektedir. Biz, tanrılar tarafından üretilen ya da tanrıçalar tarafından doğrulan insanları kastediyoruz. Onlar özel bir kahramanlığı -bir Yunan hususiyetitemsil etmektedir. Buna biz Homeros'un destanlarında, fakat Yunan trajedisinde de çok etkili şekilde rastlıyoruz. Bütünü bağlayan, ilişkilerde hiçbir şeyin olasılık dışı olmadığı, fakat kaderden de kaçılamadığıyla ilgili tüm hususlar, bir kez daha açıklığa kavuşmaktadır. Bu arada bazı şeyler gizli kalır. Ve eski zamanlara ait birçok olay unutulur, efsane haline gelir ya da anımsanamayacak şekilde dibe çöker. Böylece ilk insanın kökeni, Yunanlılar için mekânsal bakımdan belirsiz kaldığı gibi, tanrıların kökenleriyle ilgili en eski öykülerin yerinide, kısa zamanda yeni efsaneler aldı. Yalnızca "Büyük Anne" mitinde, Anadolu kökenlilik korunmuş olarak kaldı. Ancak, Yakındoğu'da uzun süre saygı görmüş olan, bir ve tek tanrıça, Sumerlerde ve daha sonra Hurriler de ve Hititlerde giderek saygınlığını kaybetti. Ancak, Yunanistan a Girit üzerinden yol bulmuştu. Ege bölgesinde, Girit ve Miken uygarlıkları yok olduktan sonra da, ona çok çeşitli ve işlevsel şekilde rastlıyoruz. 138 Gaia olarak ona daha önce rastladık; Reia olarak da o, birçok büyük "Tanrının Ana"sıdır. O, doymak bilmez çocuk yiyicisi Kronos aracılığıyla, 137 UHLIG, age. s UHLIG, age. s. 195

152 144 hayatta kalan altı tanrıyı dünyaya getirmiştir: Zeus, Poseidon, Hades, Demeter, Hera ve Hestia. Böylece olimpik tanrıların ilk nesli doğmuştu. "Büyük Anne", Kybele adı altında, Priene bölgesinde de hayatta kaldı ya da daha büyük olasılıkla yeniden uyandırıldı. Sonra da, Priene hükümdarının kızı olarak tanımlandı. Diğer bir efsane, onu gökten düşen bir tanrıça olarak tanıtmaktadır. Fakat Suriyeli Kibele'nin tarihi açıdan kanıtlanabilen kökeninden her iki mirasta bir sapma görünmektedir. M.Ö yılı civarında ise Gılgamış efsanesinin anlatıldığı çivi yazılarında, Kubaba adını aldığı belirtilmiştir. Prieneliler zamanında ona, heybetli majestelerinin kararlı ya da tahtta hüküm süren tanrısı olarak, aslanlar tarafından çekilen bir arabada, dev gibi maiyetiyle ve cırtlak bir müzik eşliğinde, ülkenin içinde hızla esen, vahşi Doğa ve Dağ Tanrıçası olarak da rastlıyoruz. "Büyük Anne"nin diğer bir görünüşünü -başlangıcındaki geniş anlamından çok geri çekilmiş olarak- Babil'in İşar ında buluyoruz. Onun ikinci adı -Aştoret- kulağa, dalgaların doğurduğu Aşk Tanrıçası Afrodit gibi gelmekte. O, Kıbrıs sahillerinde Uranos un kastrasyonunun bereketli sonuçlarının bir ürünü olarak, denizin dalgalarından doğdu. Afrodit, başlangıçta üreme organı bir tür betonla kaplı olan çıplak bir tanrıçadır. "Büyük Anne"nin eski resimlerine çok benzemektedir. Yunan efsanesinde, tanrıça, Kıbrıs'ta Mevsimlerin Tanrıçaları, düzen ve örfü kendinde canlandıran tanrıça Themis'in kızları tarafından karşılandı, giydirildi, çelenkle süslendi ve çok görkemli mücevherlerle donatıldı. Burada ilk kez, Yunan efsanesinde, ahlakın, cinsiyet ahlakının değişen gücü ortaya çıkmaktadır. Fakat Aşk Tanrıçasını çıplak bırakan, değişik Yunan varyantları da vardır. Avrupa sanatında genelde gösterilen sahne, Afrodit'in Çuha adası sahillerinde istiridyeden çıkarken gösterildiği sahnedir. İstiridye, vaginal şekline dikkat edilirse, Aşk Tanrıçasının kutsal sembolüdür. Büyük Yunan heykeltıraş Praxiteles, dördüncü yüzyılda, Themis'in tanrısal ahlak

153 145 yasaklarını dikkate almadan, Anadolu sahillerindeki Knidos için tanrıçanın ilk çıplak heykelini yapmıştır. Çıplak tanrıçayı banyonun önünde gösteren ve bir cesaret ürünü olan heykelin, Anadolu'daki bir başka Afrodit heykelinden esinlenilerek yapıldığı sanılmaktadır. Bu heykel, Knidos'ta eski Afrodit kültlerinden birinin merkezinde duruyor olmalı. Praxiteles tanrıçanın çıplaklığını iki kat değiştirmiştir. O, tanrıçayı, üstünden yeni çıkarttığı elbisesiyle göstermektedir. Sol eliyle yüksekteki ince kabartmaları olan bir su kabını kaydırmakta, sağ eliyle de görünmemesi için önünü örtmektedir. Buna karşın Praxiteles'in, tercih edilmesi için biri elbiseli ve biri elbisesiz, iki heykel yaptığı Kos Adasında ise, karar Themis'den yana verildi; Düzen. Ancak yüzyıllar sonra, toplumların bu mitolojik tanrılara olan inancı azalıp, heykeller yalnızca sanatsal açıdan algılanmaya başlayınca Afrodit heykellerinde de farlılıklar görüldü. Bunlar, şeffaf bir elbisenin kalçalarını hafifçe örttüğü, sağ göğsü ve bedeninin yarısı çıplak, baştan çıkarıcı görünümüyle dans eder durumdaki Afrodit heykeline dek çeşitlilik gösterdi. İkinci yüzyıla özgü bir sahnede, Yunanlı heykeltıraş Praxiteles'in Afrodit'inin önü örtülüdür. Etrafında, kanat açıp, cilveyle uçmakta olan Eros'un yanı sıra, boynuzlu tanrı Pan da görülmektedir. Yukarı kaldırılmış sağ elinde, olasılıkla savunma için bir ayakkabı tutmakta olan Afrodit'in Pan'a doğru dönük olan yüzünde farklı bir ifade okunmakta. Heykel, çekici ve umut vericidir. Homeros'un, Afrodit'i betimlerken ona verdiği erotik ifade, Ön Asya kökenli olmaktan epeyce uzaktır. Homeros, Afrodit'i, Zeus'un kızı tanrıça ve Okeanos'un kızı Dione olarak düşünmektedir. Burada, yabancı tanrıları kendilerinin yarattığı mitlere ekleme çabası görülmektedir. Bunu hem Homeros'ta, hem de Hesiodos'ta görmekteyiz. 139 Klasik Yunanistan'a saygı duyanların, dinler de dâhil olmak üzere, arkaik zamandan klasik zamana dek soylu şekillerde oluşturdukları 139 UHLIG, age. s. 198

154 146 efsaneleri, hatta şiir ve heykelleri, bu bölgenin çocuğu olan Yunan orijinalitesinin bir ifadesi olarak görmek istemeleri abartı sayılmamalıdır. Yunan dininin ünlü araştırmacısı, Martin P. Nilsson, "Yunan Mitolojisinin Tarihi" adlı çalışmasında, bir bölüme "Göç Etmiş Tanrılar" başlığını atmıştır. Ve o burada, Savaş Tanrısı Ares ve Demircilerin Tanrısı Hephaistos'un yanı sıra Afrodit ve Dionysos'a da yer vermiştir. Sonuçta, Yunanlılar arasında çok büyük şaşkınlığa neden olacak şey, Nilsson'un, Apollon un Asya kökenine yaptığı göndermedir. Konuyla ilgili olarak şöyle yazıyor: "Apollon la ilgili düşünceler çok keskin şekilde birbirinden ayrılmaktadır." Apollon da, tıpkı Delos adasındaki Zeus'un kızı Afrodit gibi, olimpiyatçıların çok dallı "tanrı soy ağacında" görülmektedir. Her ne kadar daha sonra Yunanlıların kendi saf ve soylu şeklini aldıysa da, Nilsson, Apollon un Yunan kökenli olmadığının asıl kanıtını tam da burada görmektedir. Yunan Kültürü ve Din Tarihi Yazımı Başkanı, Wilamonitz- Moellendorff bile, Apollon un İllia'da da Yunanlıların düşmanı olduğunu ve Truvalılarla şairlerin koruyucusu olarak ortaya çıktığını söylemektedir. Bundan hareketle de, Apollon un köken olarak Yunanlı olmadığına, tersine bir Ön Asya tanrısı olduğuna hükmetmektedir. Apollon un asıl işlevi, bu erken zamanda "arınma" ve "arabuluculuk" ile ilgiliydi. Onun kültü, kehanetlerle bağlanmıştı. Nilsson, evrensel düşünceler ve kült işlevleriyle bağlantılı olan bu faaliyetlerin, Babil ve Hitit kökenli olduğunu sanmaktadır. Yunanlılar için de Apollon un asıl kutsal yeri, doğduğu ada olan Delos'un yanındaki eski kehanet yeriydi: Delphi ve Küçük Asya'da Milet yakınındaki Didim. Mimari açıdan büyük bir mabet olmanın yanında, manevi gücü de o zamanki tüm Yunanistan'a dağılmıştı ve Apollon un tanrısal etkisini gösteriyordu. Biz onu Zeus'un yanı sıra Yunanistan'ın uluslararası çapta bir diğer tanrısı olarak görmek zorundayız. Onun etkileyici ve bağlayıcı gücü, bu mitolojik inancın azaldığı bu zamanlarda, özel bir öneme sahiptir. Aslında

155 147 onun Anadolu kökenine geç yapılmış bir işarettir bu ve onu köken olarak, Mezopotamya ve Akdeniz arasında binlerce yıl etkili olan çok eski dini kuvvetlere bağlıyordu Yunan Teogonisi 141 (Evrenin Yaratılışı ve Tanrıların Doğuşu) Yunan Mitolojisi "Başlangıçta kaos vardı" der. Daha sonra bu kaostan Gaia oluşmuştur, yani toprak, başka bir deyişle "Toprak Ana". Hesiod der ki, "Gaia dan gökyüzü yükseldi", yani Uranos. Gökyüzü, yani Uranos; toprağın, yani Gaia'nın hem oğlu hem eşi oldu. O zamanlarda, gökyüzü ve yeryüzü birbirine o kadar yakındı ve birbirlerine öyle büyük bir aşkla sarılmışlardı ki, aralarındaki sınır ayırt edilemezdi. Bereketli, yeşil Gaia, Uranos'un yağmurlarıyla ıslanınca, Eros ortaya çıktı; yaratıcı aşkın ruhu. Eros, bir varlıktan çok, Gaia'nın ruhu olarak tanımlanır; yeryüzü ve gökyüzünü birlikte kılan bir güç. Gaia ve Uranos'un kucaklaşmasıyla ilk varlıklar oluşmaya başladı. Gaia, Uranos'un kolları arasında mutlulukla kıpırdandığında, narin, yeşil, yumuşak tepeler oluştu ve Gaia bu tepelerden Titanları doğurdu; düşünme yeteneğine sahip ilk varlıkları. Titanlardan sonra Gaia, yüz kollu, dev canavarlar doğurdu. Babaları Uranos onları görür görmez nefret duydu, iğrendi ve toprağın içine geri itti. Gaia acıyla kıvranıyordu, bu kıvranmalardan yeryüzündeki büyük taşlık dağlar oluştu. Ancak Uranos, Gaia'ya eziyet etmekten vazgeçmiyordu. Gaia, acı içinde ilk çocukları olan Titanlara seslendi. Babaları ve yarı kardeşleri olan Uranos'a karşı kendisiyle birlik olmalarını istedi. Ancak Titanların hemen hepsi Uranos'tan ölesiye korkuyorlardı; Gaia'nın yardım 140 UHLIG, age. s Theogonie; Mitolojinin Tanrıların doğumundan bahseden kısmı

156 148 çağrısına karşılık vermediler. Ancak içlerinden biri, Kronos, annesine yardım edeceğini belirtti. Titanların en cesuru olan Kronos, annesine yardım edip babasını saf dışı bıraktıklarında Evren'in idaresinin kendisine geçeceğini sezinliyor olmalıydı. Bunun üzerine Gaia, Kronos un pençeye benzeyen güçlü elleri için demiri yarattı. Yerden biten bu demiri çakıl taşıyla biledi, bir orak haline getirdi ve Kronos a verdi. "Bununla babanı hadım edeceksin!" dedi. Kronos orağı aldı ve gece olduğunda uykuya çekilen babasının üzerine atıldı ve onu hadım etti. Böylece gökyüzü, sonsuza dek yeryüzünden ayrılmış oldu, artık dünyaya hükmedecek hükümdarların, toprağa ayak basmaları gerekecekti; gökyüzünden yeryüzüne hükmetmek olanaksızlaşmıştı. Babasının erkeklik organını kesen Kronos, ardına bile bakmadan oradan uzaklaştı. Kesilmiş erkeklik organından toprağa damlayan kanlardan yeni varlıklar doğdu. İlkin, İntikam Tanrıçaları Erinysler doğdu. Bu tanrıçalar, birçok söylencede yer almış olan korkunç yaratıklardır. "Suçluları kovalayıp duran bir nevi mitolojik polistirler" diye anlatır onları bir yazar. Uranos'un kesilmiş erkeklik organından damlayan ikinci kandamlalarından Gigantlar doğdular. Yeryüzü görünümündeki Gaia, gökyüzü görünümündeki Uranos, fiziksel özellikleri pek bilinmeyen ancak insan görünümünde olduklarını düşünülen Titanlar ve yüz kollu devlerden sonra; Gigantların dış görünüşleri pek garipti. İnsanlara benzer bir yapıları vardı ancak vücutlarının alt kısmında yılan biçimli bir kuyruk bulunuyordu. İki ayakları üzerinde duruyorlar ancak sürüngen özellikleri de gösteriyorlardı. Organ uçtu ve sonunda suya düştü. Üzerinde bulunan spermler tuzlu deniz suyu ile birleşti ve bir köpük oluşturdu. Bu köpük Kıbrıs Kıyıları'nda karaya vurdu ve içinden güzeller güzeli Aşk Tanrıçası Aphrodite çıktı. Aphrodite, göğün kızıdır ve ilk tanrıçalardan biridir. Roma mitinde kendisine Venüs ismi verilmiştir; sabah ve akşam yıldızı olarak görünmüştür.

157 149 Uranos hadım edilip, kesik organından Erinysler, Gigantlar ve Aphrodite doğduktan sonra, Kronos tahta geçmiş oldu. Ancak Kronusun babasından daha da zalim bir tanrı olacağını kimse bilemezdi. Yüz kollu dev kardeşlerini kurtaracağı yerde onları daha da derinlere, Tartaros'a itti. Tartaros, Yeraltı Dünyası'nın en derin, en korkunç, en karanlık yeridir ve Homeros tarafından "Tartaros'un yeraltı dünyasına olan uzaklığı, dünyanın gökyüzüne uzaklığı kadardır." diye tanımlanır. Oraya düşmek, bir varlığın başına gelebilecek en kötü şeydir. Kronos, kendisine ayak bağı olacaklarını düşündüğü kardeşlerini Tartaros'a hapsettikten sonra keyfine baktı ve kardeşi Rhea'yı kendisine eş olarak aldı. Fakat hayal kırıklığına uğramış olan Gaia, Kronos'un ihanetine bir kehanetle yanıt verdi ve Kronos un keyfini kaçırdı: "Babana yaptıklarının aynısını günün birinde çocuklarından biri de sana yapacak". Rhea, Kronos'a bir sürü çocuk doğurdu. Böylece eski Yunan Tanrıçaları ve Tanrıları birer birer ortaya çıktılar. Kronus, annesinin kehanetinden korkuyor, Rhea doğurdukça çocukları yutuyordu. Rhea, bu durumdan elbette hoşnut değildi ancak, günün birinde doğacak çocuğunu sever de kıyamaz, yutamaz umuduyla doğurmaya devam ediyordu. Ancak Kronos akıllanacağa benzemiyordu. Oysa Rhea'nın sabrı tükenmişti, yine hamileydi ve bu sefer doğacak çocuğunu Kronos'un midesine göndermeye hiç niyeti yoktu. Annesi Gaia'dan akıl aldı ve onun öğüdüne uyarak çocuğunu dağlık bir yere gidip doğurdu ve oğlunu keçi sütü ile besledi. Sonra da onu Kuretler'e verdi. Kuretler, o dağlık bölgede yaşayan küçük tanrıcıklardı, ama neden tanrıydılar, ne gibi tanrısal özelliklere sahiptiler bilinmemektedir. Kuretler, eğer Kronos oralara yaklaşacak olursa korkunç sesler çıkarıp bebeğin sesini duymamasını sağlayacaklarına söz verdiler. Sonra Rhea, yerden bir kaya parçası aldı, onu battaniyelere sardı ve yutması için Kronos'a sundu. Kronos'un gözü öylesine dönmüştü ki battaniyeyle beraber yuttu kayayı. Rhea'nın bir sonraki doğumuna kadar rahatlamıştı. Ancak Rhea bir daha doğurmadı. Aradan yıllar geçti, Zeus büyüdü, genç ve kuvvetli bir tanrı oldu. Günün birinde Metis'e, Akıllı ve Bilge Peri'ye rastladı. Zeus, ona âşık oldu. Metis'e hayatını anlattı. Babasının çılgınlıklarından, yeraltına

158 150 hapsedilmiş kardeşlerinden bahsetti. Metis, öğrendikleri karşısında kayıtsız kalamadı ve Zeus'a yardım etmeye karar verdi. Hemen büyülü bir iksir hazırladı ve babasına içirmesini tembihleyerek bunu Zeus'a verdi. Zeus, babasının sarayına saki olarak bir şekilde kendisini kabul ettirdi ve şarabına büyülü iksiri karıştırıp içirmeyi başardı. İksir hemen etkisini gösterdi, Kronos birer birer yuttuğu çocuklarını kusmaya başladı. Çocukları, Kronos'un midesinden çıktıktan sonra babalarının karşısına dikildiler: Ocak ve Ev Düzeni Tanrıçası Hestia, kolunda bir demet başak ile tasvir edilen Bereket Tanrıçası Demeter, evliliğin koruyucusu Hera, Yeraltı Dünyası'nın tanrısı Hades ve Denizler Tanrısı olan Poseidon. Hepsi de Zeus'un önderliğinde babalarına karşı birleştiler ve şiddetli bir savaş başladı. Zeus, Tartaros'tan yüz kolluları çıkardı. Onlar da kendilerini esaretten kurtaran Zeus'a minnettarlıklarını bildirmek için onun yanında savaştılar. Hatta Zeus'a şimşekli silahlar armağan ettiler. Böylece savaş, Zeus ve kardeşlerinin üstünlüğü ile sona erdi, Bu savaşın 10 yıl kadar sürdüğü söylenir. Kronos, Zeus ile anlaşmaya razı olmuş, iktidarı devredip Mutlular Adası'na, kader ve kısmete yön vermek üzere atanmıştır. Kronos alt edilince, Zeus önderliğinde yepyeni bir düzen kurulmuştur. Zeus, kendisini "Gökyüzü'nün ve Yeryüzü'nün Tanrısı", Poseidon'u "Denizlerin ve Irmakların Tanrısı", Hades'i "Yeraltı Dünyası'nın Tanrısı" ilan edip, zirvesi devamlı bulutlarla kaplı olan Olimpos Dağı'na yerleşti. Kendisine karşı gelen Titanları Tartaros'a kapatarak cezalandırdı. Ancak birer Titan oldukları halde kendisine başkaldırmayan Prometheus ve Epimetheus kardeşleri "İnsanın Yaratılışı"nda görevlendirdi. Savaşta diğer Titanların başında bulunan Atlas ise en büyük cezayı, Yerküre'yi omuzlarında taşıma cezasını aldı Bkz. Şefik Can, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkilap Yayınları, s. 5 9, İstanbul 1970

159 İnsanın Yaratılışı Titan İapetos'un dört oğlu olmuştu. Bunlardan Menoetios ile Atlas; Zeus'e başkaldıran Titan'larla beraber bulunduklarından cezalandırılmışlardı. Menoetios hainliğinden ve ölçüsüz cüretinden ötürü Erebes'e daldırılmıştı. Atlas'a gelince, dünyanın öbür ucunda ve Hesperides'lerin önünde omuzlarına gök kubbesini yüklenerek ayakta beklemek cezasına çarptırılmıştı. Diğer iki kardeşinin, Prometheus ile Epimetheus'un bahtları başka türlü oldu. Bunların ikisi de insanın yaratılışında önemli rol oynadılar. Olympos Tanrılarının kudretine ve kuvvetine karşılık Prometheus'da kurnazlık ve zekâ vardı. Titan'ların meşhur isyanları sırasında tarafsızlığını muhafaza etmiş bir Titan oğlu olduğu halde kendisine başkaldırmayan, bilakis saygı gösteren Prometheus u baş Tanrı Olympos'a ölmezler arasına kabul etmişti. Fakat kendi ırkını mahveden Zeus ve arkadaşlarına karşı kalbinde bir kin besliyordu. Sonradan Tanrıları inkâr edecek, onları hiçe sayacak ve işleyeceği kötülüklerle en vahşi hayvanlara bile taş çıkartacak, dünyanın başına bela olacak bir mahlûk u, insanı yaratarak Tanrılardan dedelerinin öcünü almayı düşündü. Prometheus ilk insanı balçıktan yarattı. İlk insanın vücudunu yapmak için balçığı, bazılarının tahmin ettikleri gibi su ile değil, kendi gözyaşı ile karıştırdı ve insanı yarattı. Fakat insan, tabiatın en aciz bir mahlûku idi. Çıplaktı, kendisini koruyacak hiçbir şeye malik değildi. Fil gibi kuvvetli hortumu, aslan gibi pençesi, kuş gibi kanadı, at gibi koşacak bacakları yoktu. Daha doğuşta ıstıraplar, üzüntüler, birtakım ihtiyaçlar onun yakasına yapışıyordu. İlk insanlar çiğ meyvelerle, kanlı etlerle besleniyorlardı. Elbise yerine bitkilerin yapraklarına sarılıyorlardı. Ateşin faydalarını bilmeden kendilerini güneşsiz oyuklarda saklıyorlar, derin mağaraların içine hayvanlar gibi sürünerek giriyorlar ve geceyi orada geçiriyorlardı. Yarattığı mahlûklara acıyan

160 152 Prometheus insanları daha iyi bir şekilde yaşatabilmek, kendilerini vahşi hayvanlara karşı tesirli silahlarla koruyabilmek, toprağı sürmeye yarayacak gerekli aletler elde edebilmek için onlara madenleri işlemeyi öğretmeyi ve ateşi vermeyi düşündü. İçi baştanbaşa oyuk fakat tutuşabilir bir özle kapalı olan Ferule "Şeytantersi ağacı" denilen ağaçtan eline bir dal aldı ve Lemnos adasına gitti. Hephaistos'un alevler fışkıran ocağına yaklaştı. Madenleri eriten kızgın ateşinden bir kıvılcım çaldı. Elindeki sopanın özünün içine sakladı ve onu ilahi bir armağan olarak insanlara götürdü. O günden beri insanlar ateşin yardımıyla daha iyi yaşamaya başladılar. Yiyeceklerini pişiriyorlar, soğuk havalarda ısınıyorlar, karanlık mağaralarda çıralı odunları yakarak birbirlerinin yüzlerini görüyorlardı. Fakat zavallılıklarını unutarak gurura kapıldılar, kendilerini Tanrılarla eşit tuttular. Onlara karşı olan ödevlerini unuttular. Zeus bu şımarık mahlûkların böyle yapacaklarını bildiği için kutsal ateşten onları mahrum bırakmıştı. Kendi haberi olmadan ateşi çalarak insana verdiği ve insanı şımarttığı için Zeus, Prometheus a kızdı, onu Kafkas dağlarının en yüksek tepesine gönderdi. Yanardağların, ateşin, sanayinin Tanrısı Hephaistos'u çağırarak bu saygısız Titan'ı yalçın bir kayaya çaktırdı. İlahi demirci istemeyerek Zeus'un buyruğuna boyun eğdi. Ey Prometheus dedi. Bu çekiçleri, zincirleri, bağları görüyor musun? Bunlar senin bahtsızlığını; benim, sonsuz üzüntülerimi hazırlayacaktır. Seni bu vahşi kayaya çivileyeceğim. Artık sen buradan hiç insan sesi işitmeyeceksin, teselli ve acımak sana yüzünü göstermeyecek, güneşin kızgın şualarıyla kuruyarak; vücut çiçeğinin solduğunu göreceksin. Çok sonra gece yıldızlı mantosunun altında, gündüzü sağlamak için gelecek ve yine çok sonra güneş doğarak gecenin titrek elinin bitkiler üzerine serptiği parlak kırağıyı eritecek. Kalbinde bitmez acılar bulunan, keder nöbetçisi olarak sen, bu korkunç yerde dinlenmeden, uyku nedir bilmeden, dizlerini bükemeden

161 153 yalnız başına kalacaksın. İniltilerini insafsız kayalar dinleyecek, feryatların korkunç vadilerde uğuldayacak. Fakat sen boş yere inleyecek, boş yere feryat edeceksin." Bunları söyleyerek Hephaistos, bahtsız Prometheus'un ayaklarına, kollarına kırılmaz zinciri geçirdi ve onları sağlamca kayaya çaktı. Onun bahtsızlığı bununla bitmedi. Her sabah, kocaman bir kartal kanatlarını açarak süzülüyor ve gelip Prometheus'un ciğerlerini yiyordu. Bu müthiş hayvan sivri tırnaklarını insafsızca onun göğsüne batırıyor ve korkunç gagası ile ciğerini didikliyordu. Akşama kadar onun yediği ciğer, gece sabaha kadar yeniden bitiyor, çoğalıyor, eski haline geliyordu. Bu işkence tam bin sene sürecekti Fakat otuz sene sonra Zeus bu günahkâra acıdı. Onu affetti ve ölmezler arasına aldı. Anatole France'ın bahsettiği bir miti de buraya almadan geçemeyeceğiz; Rivayete göre Prometheus, heykel yapmasını bilen bir Titandı, o yalnız bir insanın heykelini yapmamıştı. Birçok heykeller yapmış, onlara can vermişti. İnsanlarda görülen kusurları şuna atfediyorlar; Bir gün Prometheus atölyesinde çalışıyordu. Çamurdan, insanlara ait birçok kollar, bacaklar, kafalar, kalpler yapmıştı. Yaptığı uzuvları birbirine ekleyerek tamamladığı küçük heykelleri raflara diziyordu. Fakat daha işini bitirmemişti. O sırada Şarap Tanrısı Dionysos atölyeye geldi. Prometheus, çok çalıştın, yoruldun, haydi biraz gezelim, eğlenelim dedi. Gezdiler; eğlendiler, şarap içtiler. Prometheus atölyesine döndüğü zaman azıcık sarhoştu. Bu yüzden bazı hatalar yaptı. Küçük bir gövdeye büyük bir baş taktı, büyük bir gövdeye mahsus olan uzun kolları küçük bir gövdeye iliştirdi. Hayatta kocaman başların, uzun bacakların yahut gayri mütenasip gövdelerin oluşunun sebebi bu imiş. Voltaire de Felsefe Sözlüğü'nün insan bahsinde şöyle bir mit'den bahsediyor: İnsan yaratıldıktan sonra yaşayacağı zamanın, yani ömrün tespiti meselesi kaldı. Zeus, İnsanın, normal olarak 25 sene yaşamasını kâfi gö-

162 154 rüyordu. İnsan sızlandı. 25 senede ne yapabilecekti? Aşağı yukarı bunun yarısı uyku ile geçecekti. Çocukluk devrini de çıkarınca geriye bir şey kalmayacaktı. Zeus "ne yapayım; en son yaratıldığım için güçlü olmak, hızlı uçmak, çok uzaklardan görmek, iyi koku almak vasıfları gibi uzun ömür de diğer mahlûklara dağıtıldı." dedi. İnsan ağlayarak yalvarmasına devam etti. O sırada onun yanında şu altı hayvan bulunuyordu: Tırtıl, Kelebek, Tavus, Beygir, Tilki, Maymun." Hayatı tatlı bularak çok yaşamak için çırpınan insan, Zeus'e bu hayvanları göstererek, bunların ömürlerinden al bana ver, ben üstün bir mahlûkum, benim çok yaşamam lazım, onlar yaşamasalar da olur." dedi. Baş tanrının bunun haksızlık olacağını, tanrıların nazarında her mahlûkun eşit olduğunu ileri sürerek, İnsanın, ömrünün belirli zamanlarında o hayvanların hayatını yaşamasını, yani o hayvanlar gibi ömür sürmesini şart koşarak hayatı uzattı. Bu sebeptendir ki, yeni doğan bir insan yavrusu evvelce "Tırtıl gibi yerde sürünür, emekler, bu bebeklik devridir. Sonra Kelebekler gibi neşe ile koşar, oynar, bu çocukluk çağıdır. Zaman geçince bilhassa on beşinden sonra gençlik çağı başlar. Bu devrede insan Tavus hayatını yaşar, onun gibi gururlanır yaşından sonra ev bark sahibi olunca üzüntüler, kederler başlar; o zaman beygir gibi hayatın yükünü çekmek icabeder. İnsan kırkından sonra tecrübe sahibi olur, olgunlaşır, bu devrede Tilki gibi kurnaz olur, ellisinden, altmışından sonra da insan maymun gibi çirkinleşir. Prometheus'un insanı nasıl yarattığını gördük; bu mesele, yani insanı, Olympos Tanrılarına kin besleyen bir Titan'ın yaratması meselesi eski Yunanistan'da çokluğun inandığı bir mit tir. Hâlbuki insanın daha asil bir mahlûk olduğuna ve çok evvel Tanrılarla beraber yaratıldığına inananlar da vardır. Nitekim meşhur Yunan şairi Pindaros "Tanrılar ve İnsanlar hepimiz aynı ailedeniz, hepimizi aynı ana doğurmuştur!" demektedir. İnsanın yaratılışı hakkında eski Yunanlıların çeşit çeşit inançlara kapıldıklarını şundan anlıyoruz ki, bazıları Prometheus u işe karıştırmadan insanların toprağın çocuğu olduğunu kabul etmekle beraber, onların Attika'da

163 155 Erek'te ve Arkadia'da Pelasgos'un ormanlarla taçlanmış yüksek dağlarından ve bizi besleyen topraktan fışkırdıklarına inanırlar. Bir başka efsaneye göre kayın ağaçlarının kabuğu, meşelerin gövdesi, yarılıp içlerinden ilk insanlar çıktı. Kayalardan, bitkilerden ilk insanların doğduklarına inananlar olduğu gibi (Odysse. XIX. 163) Arkadia'lılardan Myrmidon'ların karınca iken insana çevrildiklerine inananlar da vardır. İnsanların ne şekilde ve nasıl yaratıldığına inanırlarsa inansınlar eski Yunanlılara göre evvela erkekler yaratılmıştır. Kadın dünyada mevcut değildi. Bu devirde insanlar sonsuz bir saadet içinde yaşıyorlardı. Bu devir "altın devri" idi, "Hesiodos"in dediği gibi o devirde insanlar; keder, üzüntü nedir bilmeden, yorgunluğu tanımadan Tanrılar gibi yaşıyorlardı. O zamanlarda baharlar sonsuzdu. Geçim derdi yüzünden faniler rahatsız olmuyorlardı. Toprak kendiliğinden mahsullerini veriyor, çeşit çeşit ve bol olan meyveler insanların beslenmesine kâfi geliyordu. Korkunç ve çirkin ihtiyarlık yakalarına yapışmıyordu. Onlar daima genç, çevik ve neşeli olarak yaşıyorlar ve ölüm saati gelince, hastalığın acı ıstıraplarını bilmeden gülümseyerek tatlı bir uykuya dalar gibi hayata gözlerini kapıyorlardı. Altın devrini "gümüş devri" takibetti. Bu devrin insanları bir evvelki devir insanlarından çok zayıf ve aşağı idiler. Bunların ömürleri uzun ve çocukluk devri gibi geçerdi. Onlar ilk gençlik çağına çok geç olarak ulaştıkları zaman ömürleri de sona erer ve böylece onların günleri aptal çocukların ömürleri gibi harcanmış olurdu. Gümüş devrini de, "Tunç devri" takip etti. İşte ilk insanı yaratan Prometheus'un evvelce gördüğümüz gibi Ölmezlere mahsus olan "ateşi" çalması ve insana armağan etmesi bu devre rastlar. Ateşi elde edince insanlar tembellikten kurtuldular. Yırtıcı hayvanlara ve soğuğa karşı kendilerini koruyabildiler. Artık madenleri eritip dö-

164 156 kebiliyorlardı. Tunç silahlar kullanıp kollarına kuvvet gelen insanlar çelikleşen kalplerinden acımak duygusunu kovdular. Ares'e hizmet etmeye ve birbirlerini boğazlamaya başladılar. Bu devrin düğüşçü adamları birçok kötülükler yapmakla beraber medeniyete doğru ilk adımlarını attılar. Tunç devrinden sonra Hesiodos, Thebai şehrinin önünde ve "Troia" duvarları dibinde vuruşan kahramanları yetiştiren bir devrin "kahramanlar devri"nin geldiğini söylüyorsa da bunu, çoğu şair ve bilginler kabul etmiyorlar. Çoğunluğun inancına göre Tunç devrinden sonra "Demir devri" başladı. Hala bizim içinde bulunduğumuz bu devir sefaletler ve cinayetler devridir. Bu devrede insan vahşi hayvanlardan daha kan dökücü olmuştur. Tanrıların düşmanı Titan, Prometheus'un verdiği şeytani zekâyı kullanarak, demirle, akıllara hayret verecek işler başarmakta, medeniyette dev adımlarla ilerlemektedir. Fakat bu pis demir devrinde çok büyük işler başaran insan, Tanrısal erdemlerini kaybetmiş, kabalaşmış, hayvanlaşmıştır. Kendi aczini unutarak Tanrıları inkâr etmiş, bütün iyi huyları kalbinden kovmuştur. O ilk devirlerde, mağaralarda, korkak hayvanlar gibi yaşayan, köstebekler gibi oyuklarda sürünen insanlardan daha acınacak bir haldedir. Fakat insanın bu manevi sefaletine sebep Prometheus olmuştur. Eğer o aklın sembolü bulunan ve Tanrılara mahsus olan ateşi çalıp da çamurdan yarattığı bu mahlûka vermeseydi, bu mahlûk bu kadar sefil olmayacaktı. Çünkü akıl bir baş belasıdır, hayvanlar akılsız oldukları için sevki tabiileriyle insanlardan daha mesut yaşamaktadırlar. Akılsız olan insanların altın devrinde de Tanrılar gibi yaşadıklarını evvelce gördük. Hesiodos'un anlattığına göre çok eski devirlerde Kronos'un saltanatı zamanında insanlarla Tanrılar arasında iyi bir anlaşma vardı. O zamanlarda Tanrılarla insanlar aynı sofraya oturur, aynı yemekten yerlerdi. Fakat Olympos olaylarından sonra yani Zeus, Olympos'da krallığını ilan ettikten sonra iş değişti. Çünkü yeni Baş Tanrı insanları beğenmiyor, onları

165 157 aşağı görüyordu. İstiyordu ki, insan denilen bu acayip mahlûk daima kendisinin buyruğu altında bulunsun. Bir gün Mekone'de Tanrılarla insanlar bir kurbanın paylaşılarak beraberce yenmesi için toplanmışlardı. Prometheus da orada bulunuyordu. Kocaman bir öküz kesilmişti. Bunun hakkaniyetle paylaştırılması Prometheus'a düşmüştü. Kurnaz Titan, bir tarafa hayvanın etinin en güzel parçalarını ayırdı. Gösterişsiz olsun diye üstünü deri ile örttü. Diğer tarafa hayvanın kemiklerini yığdı, bunun üstüne de nazarı dikkati çeksin diye yağlı parçalar koydu. Tabiatıyla Zeus'e birinci parçayı almasını teklif etti. Fakat Baş Tanrı daha iyi ve yağlı görünen ikinci kısmı aldı, yağlı bir iki parçayı yiyince beyaz kemikler sırıttılar. O zaman Baş Tanrı müthiş kızdı ve söndürülmesi güç ateşten bahtsız insanları mahrum etti. Fakat küstah Prometheus; Lemnos adasına giderek evvelce gördüğümüz veçhile bir kıvılcım çalmış, insanlara armağan etmişti. Bazıları Prometheus'un kıvılcımı; Lemnos adasından değil, meşalesini güneşin tekerleğinden tutuşturarak elde ettiğini söylemektedirler. Prometheus'un kurnazlıkla çalarak insanlara verdiği akıl onları şımartınca Zeus o zamana kadar yalnız erkeklerden ibaret olan bu yüzsüz ve terbiyesiz mahlûkları, kendilerini Tanrılar kadar kuvvetli ve mutlu sanan bu budalaların başına müthiş bir bela gönderdi; bu bela kadındı. Gerçekten Zeus usta bir Tanrı olan ve elinden hiçbir şey kurtulmayan oğlu Hephaistos'u çağırdı. Ona ilk kadını yaratmasını emretti. Hephaistos babasının emri üzerine balçığı su ile yoğurdu ve görenleri şaşırtacak güzellikte bir bakirenin vücudunu yaptı. Olympos'ta oturan Tanrıçaların en güzeli olan ve kendi karısı bulunan Aphrodite'nin vücudunu model olarak kullandı. Heykel bitince onun kalbine, ruh yerine bir kıvılcım koydu. O zaman heykelin gözleri açıldı. Kolları, bacakları kımıldamaya ve dudakları konuşmaya başladı. Onu süslemek için

166 158 bütün Tanrılar ve Tanrıçalar yardım ettiler. Herkes kendisinden ona bir şey armağan etti ve ona Rumca "bütün armağan" anlamına gelen Pandora adını taktılar. Gerçekten ela gözlü Athena ona güzel bir kemer, süslü elbiseler verdi. Letafet perileri "Kharites" beyaz göğsüne parlak altın gerdanlıklar taktılar. Çekici bir gülümseyişi olan Aphrodite başına güzellikler saçtı, güzel saçlı "Saatler - Horalar" ilkbahar çiçekleriyle onu süslediler. Hermes, Pandora'nın kalbine, hıyanet ve aldatıcı sözler yerleştirdi. Zeus da ona esrarlı bir kutu armağan etti ve ona dedi ki; " Sakın sana verdiğim kutuyu açma, onun içindeki iyi şeyler uzaklara kaçarlar ve onların yerine fenalıklar gelir, seni rahatsız ederler. Hulasa bu kutuyu iyi sakla, çünkü yalnız senin değil, bütün insanların saadeti ve felaketi bu kutunun açılıp açılmamasına bağlıdır. Böyle söyledikten sonra Baş Tanrı ilk kadını yeryüzüne indirdi ve Prometheus'un kardeşi Epimetheus'a gönderdi. Prometheus, kardeşine Zeus'tan bir armağan kabul etmemesini tembih ettiği halde Pandora'nın güzelliğine hayran olan Epimetheus öğüdü tutmadı. Onu insanlar arasına kabul etti. Ne bilecekti ki, kadın bütün fenalıkların kaynağıdır. Kadın, mütecessis bir mahlûk olduğundan dünyaya gelir gelmez "acaba kutunun içinde ne var?" diye düşündü ve Zeus'un emrini unuttu. Kutuyu açtı. Meğer kutunun içinde hastalık, keder, ıstırap, yalan, riya, şehvet, hulasa insanları rahatsız eden ve onların felaketini hazırlayan ne varsa, onların hepsi açılan kutudan kuşlar gibi uçuştular Pandora hatasını anladı, biraz sonra kutuyu kapadı. İşin tuhafı şu ki, kutuya kapatılmış olan fenalıklar arasında, insanları yaşatacak, teselli edecek "ümit" de vardı. Fakat "Ümit" dışarı çıkamamış, kutuda kalmıştı. İşte böylece Zeus ilk kadını yeryüzüne göndermekle fenalıkları ve ıstırapları da onun kutusu içinde dünyaya yollayarak insanlardan öç almıştı. Kadını yaratarak insanları felakete ve ıstıraba sürüklenmesi Zeus'un kinini yatıştırmadı. Bu şımarık mahlûkları tamamıyla yok etmemek, onları müthiş bir tufanın dalgaları arasında boğmak istedi. Fakat kurnaz Titan Prometheus bu defa da insanların yardımına koştu. Zeus'un müthiş tasavvurundan oğlu Deukalion'u haberdar etti. Deukalion, karısı Pyrrha ve Pandora ile beraber

167 159 Thessalia'da bulunuyordu ve oranın kralı idi. Babasının tavsiyesi ile üstü kapalı bir kayık yaptı ve karısı ile onun içine girdi. Yağmurlar yağdı, sular kabardı, ortalık baştanbaşa deniz kesildi. Onlar dokuz gün dokuz gece dalgalar üzerinde çalkandı durdular. Onuncu günü sular alçalmaya başladı. Fakat ikisinden başka bütün insanlar boğulmuştu. Bu tufan felaketinden kurtulan karı koca, Pamassos yahut Othrys dağına yanaştılar ve karaya ayakbastılar. Deukalion, "Baş Tanrı Zeus"a bir kurban kesti. Tanrı, kendisine kurban kesen bu dindar insana acıdı. Onun ilk adağını yerine getireceğini vaat etti. Deukalion, Zeus tan insanların yeniden yaratılmalarını diledi. Diğer bir efsaneye göre de tufandan kurtulan karı koca, Delphoi'ye gittiler. Themis'e danıştılar, ondan fikir aldılar. Themis onlara dedi ki, başınızı birer örtü ile sarınız, elbiselerinizin kemerlerini çözünüz ve eski dedelerinizin kemiklerini alarak omuzunuzun üstünden arkanıza doğru atınız. Onlar bu tavsiyeye hayret etmekle beraber, Adalet Tanrıçasının dediğini yaptılar. Başlarını sardılar ve yeri yoklayarak buldukları taşları alarak omuzlarından geriye doğru fırlatmaya başladılar. Gerçekten Gaia'nın sinesinden koparılan taşlar onların dedelerinin kemikleri sayılmaz mıydı? Tuhafı şu ki, Deukalion'un koparıp attığı taşlar erkeklere, karısının attığı taşlar da kadınlara tesadüf ediyordu. Böylece insanlar yeniden türediler ve dünyayı doldurdular. Onlar ikinci defa taştan yaratıldıkları için her şeye katlandılar. Nuh Peygamber gibi, tufandan sonra insanların tekrar türemelerini sağladığı için Deukalion, Yunanlıların babası sayılmaktadır. İlk şehirleri kuran, Tanrıların tapınaklarını yükselten odur. Athena şehrinde, Zeus'un mabedini bile onun yaptığını söylerler ve tapınağın yanında ona ait bir de mezar gösterirler. Hâlbuki "Kynos" Deukalion'un ve karısının mezarlarının kendisinde olması sebebiyle övünmektedir. Zeus, Kronos'u tahtından indirip, Titan'ları yendikten sonra Evrenin en kudretli Tanrısı olarak kaldı. Artık ona kafa tutacak hiçbir varlık kalmamıştı. Dünyayı idare etmek için diğer Tanrı ve Tanrıçalarla beraber Olympos dağını

168 160 seçti ve oraya yerleşti. Tanrılar Dağı Olympos'da saraylarını kuran ölmezlerin hepsi birbirlerinin hısım ve akrabası idiler. Hera, Poseidon, Demeter ile karanlık yeraltı âleminin idaresini üzerine alarak aşağı inen Hades, Zeus'un kardeşleri, Apollon, Athena, Artemis vesaire evlatları, yeğenleri veya torunları idi. Hepsinin bir araya gelmesinden bir Tanrılar ve Tanrıçalar Cumhuriyeti kurulmuştu. Bu ilahı cumhuriyet, Yunan sitelerinin tam benzeri idi. Onlar Tanrıları, kendilerinin benzeri düşündükleri gibi, onların idarelerini de kendi idarelerinin aynı tasavvur etmişlerdir. Gerçekten eski Yunanlıların Tanrıları insan biçiminde idiler. Yalnız onların, insanlardan daha kuvvetli, daha büyük, daha güzel birer vücutları vardı. Sonra insanların malik olmadıkları vasıflara da maliktiler. İstedikleri kılığa girerler; istedikleri anda kâinatı bir baştan bir başa kat ederlerdi. Zeus, Olympos tepesinden ta Finike sahillerinde deniz kenarında gezinen Europa adlı güzel bakireyi görünce karısına sezdirmemek için bir boğa şekline girerek bir anda Olympos'tan Suriye'ye gelmişti. Ganimedes adlı güzel çobanı kaldırıp Tanrı dağına getirmek için bir kartal olmuş uçmuştu. Yunanlıların Tanrıları insan biçiminde idiler, ama insanlar gibi fani değildiler. Onlar, sarsak ihtiyarlığı, korkunç ölümü bilmiyorlardı. Onlar Ambrosia denilen ve kendilerine mahsus olan bir nevi taamla besleniyorlardı. Fakat Tanrı oldukları halde, insanlar gibi onların da bazı kusurları vardı. Şehvet onların da yakasına yapışmıştı. Onlar da icabında yalan söylerlerdi. Bazılarının ahlak telakkisi çok genişti. Zeus, Baş Tanrı olduğu halde Tanrıçalardan da, insanlardan da hoşuna gidenleri kirli arzularına alet etmek isterdi. Beri taraftan Artemis ve Athena el sürülmemiş birer temiz bakire olarak kalmışlar, kalplerinde şehvete yer vermemişlerdi. Gerçekten Tanrılar arasında bizim telakkimize göre, en ahlaksız, en sefilleri bulunduğu gibi, en namuslu, en faziletlileri de bulunurdu. Zaten onlar, insanları Tanrı derecesine yükselten Yunanlıların, karakterini

169 161 taşımakta idiler. Yani Tanrıları da kendileri gibi Yunanlı idi. Yunanlı nasıldır? Bazen şehvetinin esiri olur, bazen sever, sevilir, bazen yalan söyler. Korkar, bazen çok doğru ve cesurdur. Fakat umumiyetle hayalperesttir. Fakat fazilete ve insanlığa inanır, şerefi uğrunda canını verir. Bütün bu karakterler Tanrılarda vardır. Gerçekten Yunanlıların inandıkları Tanrılar da kendileri gibi severler yahut nefret ederlerdi. Kıskançlık kurdu onların da kalbine düşerdi. Çekemezlik onlarda da vardı. Çamuru gözyaşı ile yoğrulan insanlar gibi onlar da ıstırap çekerlerdi. Tabiatları insandan üstün olduğu için onların neşe leri ve kederleri de insanlarınkinden üstün ve büyüktü. Onlar ölümden başka bütün büyük ıstırapları çok derinden duyarlardı. Onların öç almaları da müthişti. En insafsız, en kaba ruhlu ve kalpsiz bir komitecinin işlediği cinayetlere taş çıkartacak iğrenç cinayetlerle ellerini kirletirlerdi. Eski Yunanlılar her şeyin bir Tanrısı olduğuna inanırlardı. Onlara göre, denizin, dağların, göklerin hulasa her şeyin bir Tanrısı vardı. Her Tanrının birçok yardımcıları, hizmetçileri bulunurdu. İkinci derecede gelen Tanrılar ve Tanrıçalar çoktu. Fakat bütün bunların üstünde, yetkileri diğerlerinden üstün on iki büyük Tanrı vardı. Bunların altısı dişi, altısı erkekti; "Baş Tanrı Zeus, güzel sanatlar Tanrısı - Apollon, Harp Tanrısı - Ares, Sanayi Tanrısı - Hephaistos, Tanrıların habercisi ve güzel sözlerle kandırmasını ve inandırmasını bilen - Hermes, Deniz Tanrısı - Poseidon, Zekâ Tanrıçası - Athena, Aşk ve güzellik Tanrıçası - Aphrodite, Ocak ve aile Tanrıçası - Hestia, Avcılar ve iffet Tanrıçası - Artemis, Çoğalma, toprak Tanrıçası Demeter. Bu Tanrılar ve Tanrıçalardan başka karanlık yeraltı âleminin ve Cehennemlerin Tanrısı Hades bulunduğu gibi sonradan Olympos'a alınan Şarap Tanrısı Dionysos da vardı Bkz. Şefik Can, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkilap Yayınları, s , İstanbul 1970

170 Lerne Ejderi nin Öldürülmesi Mitosu Herakles'e emredilen ikinci iş Lerne ejderinin öldürülmesi işi idi. Dokuz başlı, kocaman korkunç bir yılan, müthiş bir ejderha, Argos körfezi civarındaki pis Lerne bataklığını kendisine yatak edinmişti. İninden çıktığı zaman kırları, tarlaları bozuyor, hayvan sürülerini yutuyordu. Onun nefesi zehirli idi, kim olursa olsun onu teneffüs eden canlı mahlûk hemen ölürdü. Argos krlarının bu baş belası ile yaptığı savaşlarda Herakles'e sadık dostu İolaos yardım ediyordu. Müthiş ejder ile dövüşmeye giderken kahramanın şarını bu arkadaşı kullanıyordu. Her ikisi de bataklığın yanına geldikleri zaman, Herakles ejderi saklandığı yerden meydana çıkarmak için kamışlar arasına uzun oklarından birini fırlattı. Ejder, dokuz başını birden kaldırarak kendini gösterince yanına yaklaştı, kalın sopasıyla başlarına birer birer vurarak ezmeye çalıştı. Fakat her baş ezildikçe yerine iki baş çıkıyordu. Böylece savaş bitmek, tükenmek bilmiyordu. Bu sebeple, Herakles, sevgili dostu İolaos'ı yardıma çağırdı. İolaos hemen oracıkta bulunan ormanı ateşe verdi, yangından sıçrayan alevli odunlarla, ateşli saman meşaleleriyle ejderin yeniden çıkan başlarını yakıyordu. Bu suretle yeniden meydana gelmek isteyen başlar kavruluyor, teşekkül edemiyordu. Korkunç ejderin bütün başları ezilipte yalnız bir başı kalınca Herakles onu kesti yere gömdü ve üstüne kocaman bir kaya koydu. Ejder artık muazzam bir kadavradan başka bir şey değildi. Oradan ayrılmadan evvel Alkemene'nin oğlu, oklarını öldürdüğü korkunç yılanın zehirinde ıslattı ve böylece oklarını zehirli ve öldürücü oklar haline getirdi Şefik CAN, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkilap Yayınları, s. 169, İstanbul 1970

171 Kybele Mitosu Çeşitli evrelerden geçtikten ve değişik yörelerde değişik adlar aldıktan sonra, Yunan mitolojisine geçen tanrıça Artemis, Anadolu'dan Mezopotamya'ya, Girit'ten Yunanistan'a ve Roma'ya kadar uzanan, toprak ve bereketi simgeleyen bir "Ana tanrıça" kültünün kutsal toplamı gibidir. Kökeninin Mezopotamya olduğu ve İ.Ö yıllarına kadar varan çağlarda tapınma gördüğünü, özellikle Çatalhöyük yöresindeki arkeolojik kazılar ortaya koymuştur. Bu "Ana tanrıça" kültünde Kybele, Demeter ve Artemis, sonra da Roma'daki Diana adları çoğu kez birbirine karışmış, toprak ve bereket simgesi olma niteliği değişmeksizin, her biri kadına özgü üç ana nitelikten birini yada hepsini taşımış, gerek anaerkil, gerekse ataerkil kültür döneminde tapınma görmüştür. Bu "Ana tanrıça" bakiredir, eştir, anadır. Yunanlıların Olimpos ailesine kattıkları "Altın Yaylı tanrıça" bakiredir; Kardeşi Apollon gibi okçudur, doğa güçlerine ve hayvanlara egemendir. Aslında hem Artemis adı, hem de Apollon adı Yunanca değildir; ona yakıştırılan "potnia theron" sıfatı Anadolulu "Ana tanrıça" Kybele için de kullanılmıştır. Tapınma gördüğü her yörede daha pek çok sıfatla anılmıştır, ama öz nitelikleri bakımından, bereketi simgeler, kendisi bakire de olsa, doğumun, doğum sırasında ölen kadınların, hatta genelde tüm kadınların ölümünden sorumludur. Acısız ölümler erkeklere Apollon'un oklarıyla, kadınlara ise Artemis'in oklarıyla gelir. Efes kazılarının ortaya çıkardığı Efesli Artemis eş ve ana olarak, tam bir bereket tanrıçasıdır. Ana tanrıça ve Artemis'le ilgili bütün anlatı ve efsanelerin söz konusu ettiği nitelikleri özünde toplamıştır. İ.Ö yıllarına dayandığı kabul edilen heykeline baktığımızda bu nitelikleri açıkça görebiliyoruz: Eteğine işlenmiş hayvan kabartmaları doğanın egemeni olduğunu, "polymastos" yani çok memeli oluşu bereketi, doğurganlığı simgelediğini, başında taşıdığı üç katlı kule ile kentlerin de koruyucusu

172 164 olduğunu söyleyebiliriz. Alnındaki hilal, Yunan Artemis'ine de yakıştırılan "Ay tanrıça" sıfatının bir işaretidir. Çatalhöyük ve Hacılardaki kazıların ortaya çıkardığı Ana tanrıça heykelleri de bütün bu nitelikleri ve sıfatları taşır. Pessinus, Frigya, Manisa, Eskişehir, Afyon yörelerinde Kybele olarak, yada Lidya da Kybele, Kapadokya da Ma, Sumer'de Marienna, Hitit'te Arinna, Girit'te Rheia, Efes'te Artemis adlarıyla karşımıza çıkan bu Ana tanrıça figürü, gerek yazılı kaynakların, gerekse heykellerinin ve tasvirlerinin bize sunduğu detaylara bakacak olursak, bakire, evli kadın ve ana nitelikleriyle aslında kadını bir bütün olarak ifade etmektedir. Tanrıçanın Komana tapım merkezlerinde şimşek, topuz ve çift ağızlı balta ile simgelendiğini ve bir savaş ve zafer tanrıçası olarak da tapınma gördüğünü nakleden kaynaklar da vardır. Bu niteliğinden ötürü, Karadeniz yöresindeki Amazonlarla da ilişkisi olduğu sonucuna varılmıştır. Ana tanrıça ilgili en köklü ve en yaygın efsane, onun Attis'e tutulmasını anlatan efsanedir: Tanrıça Attis adında bir delikanlıya âşık olur, ancak delikanlı Pessinus kralının (bazı kaynaklara göre de Kral Midas'ın) kızıyla evlenmek istediğinden tanrıçanın aşkına karşılık vermez. Anlatılanlara göre, tanrıça, kendisini reddeden delikanlıyı düğün günü çıldırtır. Tanrıçanın üzerinde yarattığı esrimeyle Attis kendi kendini hadım eder. Toprağa dökülen kanlarından bitkiler fışkırır, kendisi de çam ağacına dönüşür. Toprak ve Bereket, ölme ve dirilme efsanelerinin hemen hemen hepsi Ana tanrıça kültüyle ve Doğa'nın ölüp canlanması ile ilgili olmuştur. Bu bakımdan, kızı kaçırılıp Hades'e götürüldükten sonra kederlenen, yılın belli dönemlerinde kızının yanına geri gelmesiyle neşelenen bereket tanrıçası Demeter'in efsanesi, yada kışın yeraltında, yazın yeryüzünde yaşayan güzel delikanlı Adonis'in efsanesi de Ana tanrıça kültünün içinde birbirine karışmıştır. Bütün bu anlatılardaki erkek figürlerin hadım olmalarına, tapınma törenlerinde rahiplerin coşkuyla kendilerinden geçip çoğu kez kendilerini iğdiş etmelerine ilişkin anlatılar, büyük bir olasılıkla Ana tanrıçanın üretme, çoğaltma ve bolluk

173 165 gücünü daha da belirginleştirme amacını gütmektedir. Bu kültün ve bu imgenin uzantısını Çam ağacını kutsal sayıp İsa'nın doğuşuyla bağdaştıran ve İsa'nın annesi Meryem'i hem bakire, hem ana kabul eden Hıristiyanlıkta da görmek mümkündür. 5. İlk Güzellik Yarışması (Troia Kralı Priamos un karısı rüyasında karnında ateşlerin çıktığını ve dumanının kent surlarını sardığını görür. Kâhinler, kraliçenin doğuracağı çocuğun kente kötülük getireceğini söylerler. Bebek doğunca İda Dağı na bırakılır. Bebeği bir çoban bulur ve büyütür. Bebeğin adı Paris tir.) Denizlerin piri Neresus un kızı Tetis le, Pitya kralı Peleus un düğünü vardır tanrılar dağı Olympos ta. Tanrılar, ağızlarının tadını kaçırmasın diye, Nifak Tanrısı Eris i çağırmazlar şölene. Gel gelelim, Nifak bu, boş dururmu? Üzerinde en güzele yazılı altın elmayı atıverir şölen sofrasına. Her biri kendisinin en güzel olduğuna inanan üç tanrıça; Hera, Athena ve Afrodit aynı anda uzanırlar altın elmaya. Elma benimdir., Hayır benim, En güzel benim yollu tartışma kavgaya dönmek üzeredir. Sonunda Zeus a başvururlar; Sen ki, derler Tanrıların tanrısısın, insanların atasısın, içimizde en güzel kimse altın elmayı ona ver! Buyruğum odur ki, diye başlar söze Zeus; kılavuz tanrısı Hermes, tanrıçalarla elmayı alsın, İda dağı nda sürülerini otlatmakta olan Troya Kralı Priamos un oğlu Paris e götürsün. Benim adıma seçimi Paris yapsın. Hermes iletir baş tanrı Zeus un buyruğunu Paris e. Buyurmuş Zeus, kabul etmemek olur mu? Paris elmayı alır eline; tarihin ilk güzellik yarışmasının yargıcı olarak tanrıçaları incelemeye başlar. İri gözleriyle Hera güzeldir. Elinde kalkan, gözlerinde hareli mavilerle Athena daha bir güzeldir.

174 166 Hele Afrodit, içinden doğduğu Akdeniz köpükleri gibi ak, som güzellik gibi güzeldir. Hera, Asya krallığını vaat eder; Athena, savaşçıların en yiğidi, insanların en akıllısı kılarım seni der. Paris ise, kendisine dünyanın en güzel kadınını vaat eden Afrodit i dünyanın en güzel kadını seçer. Artık itiraza mahal yoktur. Barışan tanrıçalar, birer parlak yıldız gibi göğün derinliğinden kayarak indikleri, Anadolu nun bu güzel dağından ve çobandan ayrılarak tekrar Olympos a çıktılar. Bundan sonra Afrodit güzelliğin eşsiz tanrıçası olarak kaldı ve kimse artık onunla boy ölçüşemedi. Afrodit in vaat ettiği Sparta kralının karısı Helen e âşık olan Paris, Helen i Troia ya kaçırır. Bunun üzerine Akhalılar Yunanistan daki ve adalardaki devletlerden yardım alarak Troia ya saldırır. 10 yıl sürecek savaş başlar. Bu savaşa zaman zaman tanrılarda karışacaktır. Troia bir türlü Akhalılara teslim olmaz. Bir gün Akhalı Akhilleus ve Troia lı Hektor düelloya girişirler ve kavgayı Akhilleus kazanır. Ancak, Paris Akhilleus u öldürür. Kenti savaşarak alamayacaklarını anlayan Akhalılar, tanrıların rehberliğinde bir hileye başvururlar. Tahta bir at hazırlayarak içine askerleri gizlerler. Bozcaada civarına çekilen Akhalıların beklediği an, Troia lıların tahta atı savaş ganimeti olarak surlarının içine almalarıyla gelir. Troia ya geri gelen Akhalı donanmasına karşı koyamayan Troia lılar kenti Akhalılara bırakırlar. 145 Gerçekten efsaneye atılan adım, kötülükler ve tehlikelerle doludur. Orada somut ve kanıtlanabilir olan, burada aşağı yukarı, güç anlaşılabilire, düşüncelerin çeşitlilik dünyasına ve hayal gücüne dönüşmektedir. Efsanelerin 145 Aynur KÖSE, Mitolojik Hikâyeler Coğrafyası, Karçiçekleri Dergisi, Yıl 2, Sayı 2, Kırıkkale 2005 s.27

175 167 nereden kaynaklandığını ve nasıl oluştuklarını bilmiyoruz. Onların izleri, geçmişte kaybolmakta. Oysa biz, onların başlangıçlarıyla ilgili bir şey hissetmeden, geçmişte dikkatli şekilde dolanıp durmuştuk. Fakat buna karşın, onların köklerinin, Ön Asya bölgesinde herhangi bir yerde olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bir şey kesin: Tanrılar ve Titanlarla ilgili tüm bu efsane ve masallar, "Büyük Anne" kültünden daha sonra ortaya çıkmıştır. Bunlar, gücün, aldatmacının ve kötülüklerin artık hiç de yabancı olmadığı yaşam şekillerini yansıtmaktadır. 146 Yardımseverlik ve iyilikten, kötülüğe, acımasızlığa ve zorbalıklara dek, her şeyin bulunduğu, çelişik görüşlerin vurgulandığı bir tanrılar dünyasına, ilk kez M.Ö. dördüncü bin yılında, Mezopotamya'da rastlıyoruz. Bütün bu karmaşık öğelerin, yeryüzünde hüküm süren dört doğal öğeden ortaya çıkmış olduğu anlaşılmaktadır; sonsuzluktan, sürekli değişen gökyüzünden, verimli dünyadan, güçlü esen rüzgârlardan ve gürüldeyen sudan. Sumerlerde, bu dört öğeden, dört tanrı doğmuştur: Gök Tanrısı An; daha sonra Nintu ve en sonunda İnanna olan Yer Tanrıçası Uras ya da Ki; Aşk ve Bereket Tanrıçası Enlil; günü gününe uymayan Rüzgâr ve Su Tanrısı Enki ki, o "Yer Tanrısı" olarak da adlandırılmıştır. An ile panteonun en tepesinde ilk kez bir erkek varlık görüldü. Fakat onun pratik önemi azdı. Buna karşın, An'ın kızı İnanna ise, yalnızca yeryüzünde tanrısal üstünlük sağlamakla kalmadı, kendinden öncekilerin -Ki, Uras ve Nintu'nun- etkinliklerini kırarak, An'ın yanındaki yerini de kazandı. O, Gök Tanrısı ile akraba zinası yaparak, daha önce Anadolu'da rastladığımız Bereket Tanrıçası ve Ana Tanrıça'dan tümüyle farklı olar bir yüzünü de göstermektedir. İnsanlar, nasıl sahip olma ve güç için tartışma içindelerse, Tanrılar da halkın inanç düzeyine göre değişmektedir. 146 UHLIG, age. s. 184

176 168 Besbelli ki, kuzey Mezopotamya'daki Mitanni'nin Hurri İmparatorluğu, M.Ö yılında ortadan kalkan Sumer-Akad dünyası ile Hititlerin gücünün yayılmaya başladığı Yakındoğu arasında, tanrıların aktarım merkezlerinden biriydi. Bu sırada geç Sumerler ile genç Mitanni arasında dolaylı olmayan bir ilişki vardı. Kuzey Suriye bu dönemde daha çok, Sumer tanrılarının Hurrilere eriştiği bir kapıydı. Hurriler, Sumer tanrılarını kendilerine ait yerel inançlarla kaynaştırıp, yeniden düzenlediler. 147 Fakat Hurrice adına karşın, onların en önemli tanrılarının, kendi tanrıları ile Mezopotamya tanrılarının bir karışımı olduğu görülmektedir. Bu durum, Gök Tanrısı Teşup için olduğu gibi, aynı şekilde Hurrilerin en büyük tanrıçası Şavuşka için de geçerlidir ki, bu tanrıça yeni Mezopotamya'da (İnanna'nın ardılı) Babil Tanrıçası İştar ile de karışmıştır. Bu gelişme, daha sonra Hattuşa'da karşılaştığımız Güneş Tanrıçası ve Gök Tanrısının ilk plana çıkmasına yol açan bir akıma dönüşmüştür. Diğer yandan, Şavuşka, insanlara Güneş Tanrıçası Arinna'dan daha yakın durmaktadır. O, aşk ve savaş tanrıçasıdır, evlerde yada savaştaki başarılarda olsun, her sahada bereketi sağlamaktadır. Asıl tanrıları ve onların çok yönlü işlevlerini bir tarafa bırakacak olursak, bizim ilgimizi uyandıracak olan, her şeyden önce, çok eski yaratılış efsanelerinde birbirine geçmiş tanrı soyları ve onların dramatik kaderleridir. Bizi düşündüren, birçok uygarlık bölgesindeki benzerlikler ve bunların birbirleriyle olan uygunluklarıdır. Nitekim Sumerlerin yaratılış efsanelerinde, her birinde bir tanrı çiftinin bulunduğu, on beş tanrı soyu sayılmakta, onların başında, "üreten" tanrıların babası olarak Abzu ve "herkesi doğuran" tanrıça Tiamat bulunmaktadır. Abzu, Tatlı Su Okyanusu ile Tiamat ise deniz ile özdeştir. Eski Mezopotamya'da su her şeyin kaynağıdır. Su, hayatı olası 147 UHLIG, age. s. 185

177 169 kılmakta ve sınırlamakta, onun ritmi ise, her iki nehirle -Fırat ve Dicle- ve güneydeki deniz tarafından belirlenmektedir. 148 Sumerlerde olduğu gibi, mitolojilerinin başlangıcında suyla özdeşleşen tanrı çiftine Yunanlılarda da rastlamaktayız: Okeanos ve Tethys. Salt bir benzerlik olsa bile, dini-mitolojik, Doğu-Batı akımını incelediğimizde, tanrıların soylarının devamına ve kaderlerindeki şaşırtıcı benzerliklere, yazılı kanıtlar da bulmaktayız. Hurrilerin başlangıçtaki tanrı soyları listesinde, pek önemli görülmeyen, eski Hurri tanrısı Kumarbi'ye rastlamaktayız. O sonradan, dil bilimciler ve din bilimciler arasında panteonun dışına taşan bir saygı görmüştür. Bu saygı, "Gökyüzündeki Hükümdarlığın (dini) Şarkısı"nda, Gök Tanrısının hükümranlığından önceki tanrıların soylarının sayıldığı ve onların anlaşmazlıklarının işlendiği bir efsane ile ilgilidir. Ne yazık ki, bu olağanüstü ilgi çekici metni içeren tablet, göreceğimiz üzere, elimize eksik olarak geçmiştir. Tablet, metnin en gerilimli yerinde kırılmıştır. Fakat elimizde olan kısmı, yine de heyecan duymamız için yeterlidir. Okuyalım: "Vaktiyle, çok eski zamanlarda Alalu, Gökyüzü Kralıydı. Alalu, tahtta oturuyor. Tanrılar arasında birinci olan güçlü Anu, onun önünde duruyor. Anu, onun ayağına doğru eğilmiş, içmesi için kupayı ona uzatıyor 149. Alalu, dokuz yıl boyunca Gökyüzü Kralıydı. Dokuzuncu yılda Anu, Alalu'ya savaş ilan etti ve Alalu'yu yendi. Alalu, ondan kaçtı ve karanlık yerin dibine gitti, girdi karanlık yerin dibine, Anu tahta geçti. Anu, tahtta oturuyor, güçlü Kumarbi ona hizmet ediyor. Kumarbi, onun ayağına doğru eğilmiş, içmesi için kupayı ona doğru uzatıyor. 148 UHLIG, age. s UHLIG, age. s. 186

178 170 Anu, dokuz yıl boyunca Gökyüzü Kralıydı. Dokuzuncu yılda... Kumarbi, Anu'ya savaş ilan etti. Anu, Kumarbi'ye karşı koyamadı. Kumarbi'nin elinden kaçtı ve uçtu Anu. Ve o, gökyüzüne doğru uçtu, arkasından Kumarbi yaklaştı, Anu'yu bacaklarından yakaladı ve gökyüzünden aşağı indirdi. Onun cinsel organını ısırarak kopardı, onun spermleri Kumarbi'nin içindekilerle bir bronz gibi birleşti. Kumarbi, Anu'nun spermlerini yutunca, sevindi ve güldü. Anu, geriye döndü ve Kumarbi'ye şöyle dedi: Benim spermimi yuttuğun için içinden seviniyorsun. İçinden sevinme! Ben, senin içine bir yük koydum. Birincisi seni, sert Gök Tanrısı ile hamile bıraktım, ikincisi tahammül edilemeyen Dicle nehriyle hamile bıraktım, üçüncüsü sert Tanrı Tasmisu ile hamile bıraktım ve iki (ilave) korkunç tanrıyıda yük olarak içine koydum. Sonunda öyle bir hale geleceksin ki, başını dağların kayalıklarına vuracaksın!" Birbirine yapışmış metinler burada kopmakta. Bundan sonra, kırılmış parçalar var ve bunlar, birçok boşluk olmasına karşın, sonuçta çok etkileyici. Orada şöyle diyor: "Anu konuşmasını bitirince, yukarıya, göğe gitti. Ve kendini gizledi. Kumarbi, akıllı hükümdar, onun ağzından çıkanı söyledi. Ağzından çıkanı... birbiriyle karışmış, söyledi. Kumarbi yukarıya ne söyledi..." Devamı okunamıyor. Fakat Kumarbi'nin, babası Anu'ya saldırısıyla ilgili rapora göre, Gök Tanrısı'nın diğer tüm tanrılar karşısında zafer kazandığına dair her hangi bir kuşku yoktur. Bu zaferle o, diğer bir parçada okuduğumuz üzere, diğerlerini "karanlık topraklara sürdü". Bu metinleri elde ettiğimiz çivi yazısı tabletler, Hattuşa'nın arşivinde bulundu. Eski örneklere göre bunlar, olasılıkla M.Ö. 1350'de yazılmıştı. Burada sözü edilen yıllar, elbette ölümsüz, dünya yıllarıdır. Efsane ise, kuşkusuz Sumer-Akad ve Babil söylencelerine dayanmaktadır. Oğlun babasını hadımlaştırmasına ilk kez burada rastlamaktayız. Bunun bir başka örneğini, yüzyıllar sonra Yunan şairi Hesiodos'un ünlü "Theogonia"sında tekrar görmekteyiz. Bu yapıtta, ilk Yunanlı tanrı soyundan (Okeanos-Tethys

179 171 ve Gaia-Uranos ile başlayan Titanların cinsiyetinden) söz edilmektedir. Onlara ve çocuklarına ilişkin olarak Theogonia'da şöyle deniliyor; "Ve Gaia ile Uranos'tan gelenlerin hepsi, korkunç [çocuklardı. Öz babaları onlardan nefret ederdi, ta baştan beri. Doğar doğmaz onlardan biri, Diğerlerinin hepsini sakladı ve ışığa çıkmalarını [önledi, Yerin ta derin kucağında, kendi yaptığı kötü harekete sevinerek, Uranos. Fakat içini çekti dev dünya, Yasa dolu ve kötü niyetli, hileli karşı koyma; Ve o şekillendirdi hemen gri demir nesneyi, Güçlü bir orak yaptı; sevgili çocuklara öğretmek [için O yüreklendirici konuştu, kendi kalbi hüzünlü: "Siz, benden ve korkunç babadan olan çocuklar, Bana itaat etmeyi isteyin, böylece öç alınır [üretenden Büyük alçaklık; suç işledi o kendisi önce." Konuştu, herkesi dehşet kapladı ve onlardan kimse [konuşmadı; Çok büyük, çok kurnaz Kronos verdi, cesaretle canlanmış, yanıtı ulu anneye: "Anne, söz veriyorum sana bunu ve istiyorum seve seve eseri bitirmek, çünkü kötü [namlı babamız Beni pek ilgilendirmiyor, önce o kötü davrandı."

180 172 Dedi ki; devasa Gaia o zaman kalpten sevindi, İyi bir yere sakladı ve verdi bir keskin orak Onun eline ve öğretti ona baştan aşağı kurnazca [çevrilen dolapları. Ve gece geldi güçlü Uranos, özleyerek sarıldı tam aşkla Gaia'ya ve sonsuza dek sürdü O an uzattı oğlu saklandığı yerden sol Elini ve sağıyla kavradı koskocaman Keskin, dişli orağı ve biçti öz babasını aceleyle [utançtan Ve Fırlattı orağı kaçarken uzaklara Arkasından; uçup gitti mağrur ve faydasız biri [olmadan. Çünkü kanlı damlalar, o kadar çok aşağı damladı, Toprak hepsini topladı; dönen yılların akışında Yarattı bundan Erinyeleri, çok kuvvetli ve büyük [titanı. Silahları aydınlatan titan, öne safkan mızrağı [ellerinde, Doğa ilahelerinde de, sonsuz bir dünya diye [adlandırılabilir. 150 Büyük uzaklığa ve yüzyıllardan oluşan zamansal farka karşın, konunun yakınlığı ve işleniş biçimi şaşırtıcıdır. Bu, rastlantı olamaz. Fakat kültür akımlarının her zaman aynı yada benzer şeylerin birbirlerini aralıksız diziler halinde izlemediklerini, tersine şimdiye dek bilinmeyen safhalarla ve öncelikle uzun yayılma süreleriyle bir alış veriş içinde olduklarını da biliyoruz. Diğer yandan, bizim burada alıntı yaptığımız efsanelerin arkasında, yalnızca 150 UHLIG, age. s

181 173 kısmen çözebildiğimiz, kişisel olarak ele alınan tanrı yaşamlarını aşan bir sembolün durduğunu da dikkate almak gerekir. Dünya çapında yaygın olan efsane konusunda, ilgili bilim dalı yöneticilerinin üzerinde birleştikleri düşünce; gök ve yer ayrımının, her iki hadımlaştırma olayına esas oluşturduğu ve bu olayın kökeninin Yakındoğu'da aranması gerektiğidir. Bu efsane, önce gök tanrıları için yolu açıyor, insanların bu dünyada sıkıntısız bir yaşam sürmelerini sağlıyor. Tanrıların babalarının ve Titanların -hem Anu, hem de Uranos gök içindirtoprak anaya ağır basan güçleri kırılıyor. Burada bizim işimiz, savaş ve hükümdarlık nedeniyle ortaya çıkan geçiş dönemi düşüncesiyle ilgilidir. Bu geçiş dönemi, "Büyük Anne" zamanı ile değişken, artık yükselemeyen güç nedeniyle de gerçeklerle uyuşan bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bu değişim aynı zamanda, Yakındoğu'da tanrıçaların öneminin yadsınamayacak yükselişini de kanıtlamaktadır. Göreceğimiz üzere, kadın güçlerinin Yunan panteon'unda yayılmasında bu değişimin önemli etkisi olmuştur. Diğer yandan Yer Tanrıçası Gaia örneğinde, değişen bir çevrede kadın davranışlarının değişimini de görmekteyiz. İncelemelerimizde, efsanelerin değişimine başka bir açıdan de dikkat etmek zorundayız. Yunanlılarda hadımlaştırma, bir orakla, yani planlı ve araç kullanılarak yapılırken -kötü niyetli bir işlem olup, ahlaki açıdan tartmak gerekir- Kumarbi işlemini aniden ve silah kullanılmadan yapmıştır ve Kumarbi efsanesinin daha sonraki bir bölümünden öğrendiğimize göre, orak göğü ve yeri ayıran bir araç olarak, aynı zamanda Hurri-Hitit orijinine geri gitmekte ve hadımlaştırma efsaneleri yukarıda değinilen bağlamda, göğün ve yerin ayrılması düşüncesiyle desteklenmektedir. Yerin ve göğün bu ayrımı, güneşin, ayın ve yıldızların parıldamasıyla, yaşamın yayılmasıyla ve yaşamı sürdüren verimliliğin oluşumuyla başlamaktadır.

182 174 Her iki korkunç Hadımlaştırıra işleminde, tüm yaşamların en önceki başlangıcının sembolik ifadesini görmekteyiz -bir devrim-, bundan sonraki metinler, yaşamı çok yönlü görüntü şekilleriyle ortaya koyan savaşları ve tartışmaları teyit etmektedir. Kumarbi daha sonraki bir efsanesinde, Gök Tanrısını tahtından etmeye ve kendisinin kaybolan gücünü yeniden geri kazanmaya kalkıştığında, bir kayadan, taş devi Ullikummi'yi yarattı. Onu, göğü ve yeri taşıyan dev Upelluri'nin sağ omzuna oturttu. Ullikummi, devin omzunda öyle devasa büyüdü ki, neredeyse göğe erişecek ve tanrılar için bir tehlike, olacaktı. Tanrılardan biri, sürekli büyüyen yük nedeniyle Upenuri'ye ne halde olduğunu sorduğunda, Upelluri şöyle yanıt verdi: "Göğü ve yeri benim üzerime kurduklarında, bir şey sezmedim. Sonra göğü ve yeri, bakır bir orakla birbirlerinden ayırdıklarında, bir şey hissetmedim. Ama şimdi sağ omuzum ağrıyor. Orada, yukarıda Tanrının kim olduğunu bilmiyorum." Bu sözlerden sonra, Upelluri'nin omzundaki devasa taşı gören Bilgelik Tanrısı Aja, şöyle konuşur: "Beni dinleyin, siz tarih öncesinin tanrıları, eski sözleri bilirsiniz. Saygıya layık babalarınızın, dedelerinizin zamanındaki kilit vurulup mühürlenmiş evlerini yeniden açınız. Tarih öncesi babalarının mühürü getirilmeli ve onunla yeniden mühürler vurulmalı. Göğü ve yeri birbirinden ayırmış olan, çok eski bakır orak da yeniden dışarı çıkartılmalı. Onunla Ullikummi'nin, Diyorit'in, ayakları kesilmeli. Onu Kumarbi, tanrılara karşı bir asi olarak yarattı." Burada, gök ve yer ile tanrılar ve insanlar arasındaki dengenin korunması için, orak, bulunduğu yerin altından alınmalıdır. İlgi çekici olan, Yer Tanrıçasının -Yunanlılarda olduğu gibi- yaşamı sürdüren silahın (orak) koruyucusu olarak çağrılmayıp, tersine "tarih öncesinin tanrıları" diye çağrılmasıdır. Burada cinsiyet savaşının, rahipler tarafından yaratılan efsanenin eski bir şekli olarak dile getirilip getirilmediğini bilemiyoruz. Fakat gerçek olan, Kumarbi efsanesinin de, tıpkı Hesiodos un Theogonia'sın da olduğu gibi, tanrıların sağ kalması ve böylece ona saygı gösteren insanların

183 175 sürekliliği ile ilgili olduğudur. Hesod'un Theogonia'sın da, sonuçta acımasız, kendi çocuklarını yutan Kronos, karısı Rheia nın yaptığı bir hile yardımıyla Zeus tarafından yenilmektedir. Zeus, deyim yerindeyse, şimdi tanrıların insani boyutlarındadır. Bu durum her şeyden önce tanrıçalarla, daha genelleme yaparsak kadınlarla olan ilişkilerinde ifadesini bulmaktadır. Zeus'un Doğulu örneği yoktur. Onda eski Yunan Yaratıcılığını görmekteyiz. Zeus, olasılıkla daha eski Hint- Avrupalı göçmenler tarafından, Bitkiler Tanrısı olarak Ege'ye taşınmıştı. Tanrı olarak, Yunan panteonunda Tanrıların Babası olarak seçilmişti. Böylece, efsanede Girit'te olduğu belgelenen doğumuna ve gerçek bir Tesalya Tanrısı olmasına karşın, Homer'in ve Hesiodos'un bıraktıkları gibi, Yunan mitolojisinde ve Theogonia'da Tanrıların Tanrısı olmuştur. 151 C. ANTİK YUNAN DA DİN Eski Yunan da kaynağını Anadolu, Girit ve Mezopotamya dan alan, tanrıların çoğu doğu kökenli olan çok tanrılı bir din anlayışı vardı. Yunan dininin oluşmasında destanların önemli rolü olmuştur. Hatta destanları yazan şairler bu dini şekillendirmiştir. Çünkü Yunan şairleri destanlarla birlikte eski Aka, Dor ve Anadolu tanrılarını kendi tanrılar dünyasına katmışlar, bu tanrıların ad, görev ve nüfuz alanlarını belirlemişler, bu tanrıları insan biçiminde düşünüp göstermişlerdir. Buna göre bir kısmı erkek bir kısmı dişi olan bu tanrılar insanlar gibi evlenip yiyip-içen, çoluk-çocuk sahibi ve iyi-kötü olan; ama insanlardan daha güçlü, güzel ve ölümsüz varlıklardı. Ölümsüzlükleri ise nektar adlı hayat suyunu içiyor olmalarından kaynaklanıyordu. 151 UHLIG, age. s

184 176 Eski Yunanlılar tanrılarına kendi anlayışlarına göre ve istedikleri gibi ibadet ederlerdi. Yunanlılar tanrılarını memnun etmek ve kötülüklerden korunmak için onlara ibadet ederler, kurbanlar keserler, istediği yerde ve biçimde bunu yapabilirlerdi. Sadece büyük tanrılar şerefine belli zamanlarda toplu oyunlar ve şenlikler düzenlenirdi. Bunun dışındaki en belirgin ibadet şekli; saçı saçmak ve kurbandı. Tapınaklar ibadet yeri değildi; buralarda sadece tanrı heykelleri ve tanrılarla ilgili kutsal eşyalar saklanır, önünde de dini törenler yapılırdı. Yunanlılar ayrıca bayramlarda ve dini törenlerde tanrılar şerefine araba yarışı ve spor karşılaşmaları da düzenlerlerdi. Bu yarışmaların en büyüğü baştanrı Zeus şerefine Olimpos dağı eteklerinde dört yılda bir düzenlenen ve ilki M.Ö. 776 da yapılan Olimpiyat oyunları idi. Altı gün boyunca süren bu dini nitelikli spor yarışlarına çıplak olarak katılan gençler çeşitli dallarda yarışırlar, birinci gelenin başına bir çelenk konur ve heykelinin yapılmasına izin verilir ve ülkesinde törenlerle karşılanır ve saygınlık kazanırdı. Tanrılar baştanrı Zeus etrafında bulunurlar. Olimpos Dağı mekânlarıdır. Zeus gök tanrısıdır; bulutlara, yağmura ve yıldırımlara egemendir. Zeus un pek çok eşi olmuştur ama en önemlisi aynı zamanda kız kardeşi olan Hera dır. Hera evliliğin ve gebeliğin koruyucusudur. Zeus un aşklarına karışır ve onu rahat bırakmaz. Bilgelik ve savaş tanrıçası Athena Prometheus un Zeus un alnını baltayla yarması sonucu bu yarıktan zırhlara bürünmüş şekilde çıkmıştır. Genellikle Pallas Athena diye anılır. Hera Zeus un alnından Athena yı çıkarmasına öfkelenmiş ve kimseyle birlikte olmadan ateş ve demircilik tanrısı olan Hephaistos u doğurmuştur. Hephaistos güzellik ve aşk tanrıçası Aphrodite nin eşidir. Ama Aphoridite onu Ares le aldatmıştır. Aşk tanrıçasının başka sevgilileri de olur. Genellikle üç güzeller diye anılan Kharitler, Horalar ve Eros tanrıçanın etrafındadırlar. Zeus la Leto nun birlikteliğinden musikinin ve biliciliğin tanrısı Apollon ve bakire, avcı tanrıça Artemis olmuştur. Apollon plastik sanatları, ışığı, ölçüyü,

185 177 dengeyi, aklı simgeler. Artemis okçu tanrıçadır ve insanları oklarıyla öldürür. Olimposlu tanrılardan biri olan Ares Athena gibi savaş tanrısıdır ama aklın yönettiği bir savaşı değil çılgın savaşı ve amaçsız kıyımı simgeler. Tanrıların habercisi Hermes tir. Daha çocukken kurnazlığıyla dikkat çeken tanrı Zeus un güvenilir elçisi, yolcuların, tüccarların ve hırsızların da koruyucusudur. Olimpos un en önemli tanrılarından biri olan Poseidon, Zeus un kardeşi ve denizlerin tanrısıdır. Denizlerden başka toprağında sahibidir. Deniz altındaki sarayında yaşayan Poseidon deniz yaratıklarıyla çevrili olarak dolaşır. Sinirlenince denizi alt üst eder. Toprak, bitki ve bereket tanrısı; üzüm bağlarının ve şarabı koruyucusu Dionysos tur. Alayında bulunan Silenoslar, Satirler, Bakkhalar onun için dinsel törenler düzenler. Dionysos gibi toprak ve bereketle bir tutulan tabiat tanrıçası Demeter Zeus la birleşerek ölüler ülkesi tanrıçası Persophone yi doğurur. Persophone yi kaçırıp yeraltına götüren Hades ölüler ülkesinin tanrısıdır. Hades in ülkesi Tartaros ve Erebos olmak üzere iki bölümden oluşur. Pek çok efsaneleri olan bu tanrıların dışında Zeus un çevresinde daha az önemli olan tanrılar ve tanrıçalar bulunur. Bunlar gök ve atmosfer tanrıları, su tanrıları, orman ve kır tanrıları, toprak ve cehennem tanrıları, insan hayatı ve kaderiyle ilgili tanrılardır. Yunanlılar dinsel ibadetlerini açık havada veya basit yerlerde yaparlardı. Tanrılara ise gittikçe gelişim gösteren tapınaklar inşa etmişlerdi. İçlerinde tanrı simgesinin korunduğu bu tapınaklarda tanrılara kurban ve sunular-hayvanlar- adanıyordu. Dinsel tören tapınağın önünde dışarıda yapılıyordu. Sunaklar yapının genellikle doğusunda yer alıyordu. Yoksullar kurban yerine kilden kopyasını sunuyorlardı. Homeros destanlarında önce bu dünyayı göz önünde bulunduran gerçekçi bir görüş olmasına rağmen ölüler dünyası da bulunur. Hades in buyruğu altındaki bu dünya soğuk, ışıksız ve güçsüzdür. Ruhlar dünyada

186 178 kendi iradelerine egemen olmaksızın gölgeler gibi dolaşırlar. 152 Antik Yunan da dini törenler tapınakların önünde duran sunakta yapılırdı. Rahipler şehirlerdeki toplumlar tarafından seçilmiş devlet memurlarıydı. Her Yunanlı kendi dinini kendi seçiyor ve kendi dünya görüşüne göre kavrıyordu. 153 Dindarlığın artmasıyla tanrıların kâhinlik gücüne olan inanç artmaya başladı. Delfoi Apollon u biliciliğiyle ün salmıştı. Her türlü resmi ve özel işler için bu tanrıya başvurulurdu. Burada Pytia aracılığıyla Apollon a soru yöneltilir. Açık olmayan cevapları tanrıya Loksias -dolambaçlı- lakabının takılmasına neden olmuştur. Herkes evinin hemen yanında küçük bir harcama ile danışabileceği bir kehanet evini her zaman bulabilir. Buralarda tütsü ve kandil yakılır, yanına biraz para konur ve soru tanrının kulağına söylenir. Buradan ayrılırken de kulağını tıkar. Daha sonra duyacağı ilk ses cevaptır. 154 Apollon un esinlediği öngörme yetisiyle insanlar kadın veya erkek yani bilici, falcı ve kâhin olurlar. 155 İnsanın yaratılması efsaneye göre Titan soyundan Prometheus tarafından olmuştur. Prometheus suya yada gözyaşlarına kil karıştırarak ölümlü bir varlığa ilk biçimini verir. Sonra çamurdan yapılmış bu bedene yaşam soluğu üfler. Başka bir efsanede ise Prometheus insana biçim verir ama hayatı ve ruhu Athena verir. 156 Arkaik dönemde Yunanistan da ölülerin başka bir dünyada ömürlerini sürdürdüğü inancı vardı. Bu nedenle ölüler için özenle mezarlar yapmışlardır. 152 Arif Müfit MANSEL, Ege ve Yunan Tarihi, TTK Yayınları, s. 139, Ankara MANSEL, age. s H ESTİN, C. LAPORTE, Yunan ve Roma Mitolojisi, Tubitak Yayınları, s. 69, Ankara Azra ERHAT, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, s. 54, İstanbul Bedrettin CÖMER, Mitoloji Sözlüğü, H.Ü. Yayınları, s.7, Ankara 1980

187 179 Bu inancın kuvvetlenmesiyle halk Olimpos tanrılarını daha az önemser olmuş ve daha güçlü bir din aramıştır. Bunlardan biri olan Dionysos dini insanları dünyaya nüfuz eden ve hayat veren bu tanrıya yaklaştırmak amacındaydı. Dionysos un müritleri geceleri yüksek yerlerde ellerinde meşaleler olduğu halde flüt ve davullarla gürültülü törenler yaparlar, bol bol şarap içerler, dans ederler, kutsal hayvanları parçalarlar ve bunların kanını şaraplarına karıştırarak içerler ve etlerini çiğ olarak yerler böylece tanrısal özü vücutlarına soktuklarına inanırlardı. 157 Orfeus dininde ise insan ruhunun tanrı parçası olduğu için ölümsüz olduğunu, mezar gibi tıkalı olduğu zaman insan vücudunda azap çektiğini, ölümle de ruhun vücuttan kurtulmadığı görüşü vardı. Bu dine girenler temiz yaşayabilmek için oruç tutmak, çile çekmek ve toprakla temizlenmek zorundadır. Dinin gerektirdiklerini yerine getirenlerin ruhları vücutlarından kurtulur. Kendi içine dönme, bedenden sıyrılabilme önerilir. Anadolu, Trakya ve Yunanistan dinlerinin karşımı olan Orfeus dini 7.yy dan sonra yayıldı ve 6., 5. yüzyıllarda rol oynamaya devam etti. Helenistik Dönemde kurulan pek çok yeni Yunan şehrinde tapınaklar yapıldı. Ancak Olimpos tanrılarına güven azaldı. Orfeus diniyle birleşen Demeter kültü Yunan dünyasına yayıldı. Bunun yanı sıra Doğu ülkelerin inançları ve mistik törenleri Yunan dünyası üzerinde etkisini artırdı. Eski Mısır da Osiris in ölümü, dirilişi, İsisin Tanrı yı araması, Mezopotamya da Temmuz un, Marduk un ölümleri, sonra dirilişleri, Fenike de Adonis bayramları, Anadolu da Telipinu nun maceralarıyla ilgili temsiller dini tiyatro gibi düzenleniyordu. Bu etkilerle Yunanistan da da Dionysos ve Seres için dini törenler yapıldı. Bu törenler doğu kökenli mistisizmin yayılmasına sebep oldukları gibi ölümden sonra tekrar yaşamayı vaat eden İsis-Osiris inancı M.Ö 4. yüzyıldan itibaren benimsenerek mistik akımı kuvvetlendirdi MANSEL, age. s Belkıs MUTLU, Batı Sanatında Biçimlenme ve Doğu Akdeniz, İ.D.G.S. Yayınları, s. 65, İstanbul 1977

188 180 Mısır yeraltı tanrısı Osiris Apis -Yunanca da Serapis- için tapınaklar yapıldı. Yunan dini Hellenizmden sonra Roma yı da etkilemiştir. Romalılar Yunanlıların 12 baş tanrısını benimsemişlerdir. Yunanlılar her alanda olduğu gibi din ve mitoloji konularında da Mezopotamya ve Anadolu nun etkisinde kalmışlardır. Örneğin, Hesiodos ta Zeus tan önce Kronos un, ondan da önce Uranos un baştanrı olmaları Mezopotamya daki Kumarbi efsanesinde de görülür, orada sıra: Anu, Kumarbi, Gök Tanrısı biçimindedir. Bu tanrılar birbirlerinin yerini zorla almışlardır. Kumarbi, Anu nun erkeklik uzvunu dişleriyle kopararak onun yerine geçer. Hesiodos ta ise Kronos Uranos un erkeklik uzvunu orakla biçerek onun tahtına oturur. Yunanların tanrıları Doğudaki tanrıların yaptıkları işi görür. Bu nedenle birçok Yunan tanrısının Doğu kökenli olduğu anlaşılmıştır. D. ANTİK YUNAN DA ASTRONOMİ Bilgi, ilk uygarlıklarda yararlı amaçlar için kullanılmış ve kayıt tutma, politik yönetim, ekonomik hareketler, takvimsel doğruluk, tarım ve mühendislik projeleri, tarım yönetimi, tıp ve tedavi, din ve astrolojik kestirim konularında yararlı hizmetler sağlamıştır. Devlet ve tapınak yetkilileri, bilginin yazmayı bilen bilgili kişilerle edinilip uygulanmasını desteklemiştir. İlk devletlerin tümü, bir ölçüye kadar, matematik ve doğa bilgisiyle uğraşan bir bürokrasi ve bürokratik sivil hizmet oluşturup bunu sürdürmüştür. Mezopotamya kent devletlerinde, bilgili memurları, saray astrologlarını ve özel takvim görevlilerini çalıştıran çeşitli bürokratik kurumlar egemen olmuştur James McCLELLAN, Harold E.DORN, Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, Arkadaş Yayınları, s , Ankara 2006

189 181 İlk uygarlıkların her biri kendi matematik sistemini geliştirmiştir. Eski Sumerler ve Babilliler (bizim ondalık yani 10 tabanlı sistemimizden farklı olarak) altmışlı yani 60 tabanlı bir yöntem geliştirmişlerdir. Bu sistem, tümüyle tutarlı olmasa ve başlangıçta sıfır içermese de, rakamların 60'ın üslerini temsil ettiği hane değerli ilk sistemdi. Altmışlı sistemin kalıntıları bugünkü 60 dakikalık saatte, 60 saniyelik dakikada ve 360 derecelik çemberde görülebilir. Babilli matematikçiler, matematiksel işlemler için, çarpımlar, bire bölmeler, kareler, küpler, Pisagor üçlüleri ve benzerleriyle ilgili sayı çizelgeleri kullanarak, bileşik faiz hesaplayan, ikinci ve üçüncü dereceden terimleri olan denklemleri çözümünü sağlayan hesap cetvellerini kullanarak karmaşık hesaplar yapabiliyorlardı. Eski Mısırdaki "katlama yöntemi," yani sayıların iki katını tekrar tekrar alarak çarpıma süreci, özellikle Romen stili sayı sistemiyle kullanışlıydı. Mısırlı matematikçiler Pi değerinin (Babilli matematikçilere ve İncil'in kaba 3 değerine karşılık) daha iyi bir kestirimini (256/81 yani 3,16) yapmış ve kesirlerle çalışmayı sağlayan çizelgeler geliştirmişlerdi. 160 Matematikçilerin ilk uygarlıkların her birinde uğraştıkları problemler, ilgi alanlarının pratik ve yararcı yönlerini yansıtmaktadır. Genellikle, sayıların soyut açıdan çok az anlaşıldığı yada hiç anlaşılmadığı matematiksel çizelgelerle çözülen mühendislik veya alışveriş hesaplamaları yaygındı. Çözüme, bir bilgisayarın bir denklemi ele alış biçimine çok benzer şekilde ("a'nın karesini al, a ve b'yi çarp a nın karesini ve a ile b'nin çarpımını ekle" gibi), genellikle reçete biçimiyle ("2 fincan şeker, 1 fincan süt, vb. ekle" gibi) ulaşılıyordu. Hesaplama çizelgeleri, bunların nasıl yapıldıklarını bilmesek de, hesaplama açısından güvenilirdi ve doğru sonuçları veriyordu McCLELLAN, E.DORN, age. s McCLELLAN, E.DORN, age. s. 60

190 182 Yunanlılar henüz soyut matematiği bulmamışlardı ama ilk yazıcıların işlerinde, birkaç olayla sınırlı olarak, çok seyrek ve yararcı olmayan bir "oyunculuk" açık olarak görünmektedir. Örneğin, Babil' de matematikçiler, akla gelebilir bir mühendislik yada hesaplama gereksinimi yokken, 2'nin karekökünü virgülden sonra altı haneye kadar hesaplamışlardı. Aslında Eski Mezopotamyada bileşik faiz hesabı için 2'nin karekökünün son derecede yaklaşık bir kestirimi kadar soyut görünen üslü (eksponansiyel) fonksiyonlarla ilgili işlev çizelgeleri kullanılmış ve başka problemlerle ilişkili olarak "ikinci dereceden denklemler" çözülmüştür. Kalıtım (Miras) paylarını ve tarlaların bölüşümünü belirlemek için lineer (doğrusal) denklemler çözülmüştür. Taşıma yüklerinin çabukça hesaplanması, yapı malzemeleri için katsayı çizelgeleri kullanılmış olabilir. Değerli madenler ve ekonomik mallarla ilgili katsayıların da benzer pratiklikte uygulamaları olduğu kestirilebilir. Geometri ise, bir boş zaman uğraşı olmak yerine, kanal ve alt yapı bileşenlerinin yapımında hacim hesabı için kullanılmıştır. Tüm tarım uygarlıkları astronomik gözlemlere dayalı takvim sistemleri geliştirmişlerdir. İlk uygarlıkların bazılarında, gelişmiş astronomik araştırmalar diyebileceğimiz çalışmalar vardı. Tarım toplumlarında, doğru takvimlerin, yalnızca tarımsal amaçlar için değil, dinsel törenleri düzenlemek yönünden de yararlı ve gerekli olduğu açıktır. Takvimin, örneğin anlaşmaların (kontratların) ve gelecekteki ticari ve ekonomik işlerin tarihlenmesindeki önemli işlevini burada ayrıca açıklamaya gerek yoktur. M.Ö. 1000'de Mezopotamya'da oldukça doğru bir takvim vardı. M.Ö. 300 yılında Mezopotamyalı takvim uzmanları sonraki yüzyıllarda da geçerliliğini koruyan soyut bir matematiksel takvim geliştirmişlerdir. 365 günlük Güneş yılıyla açıkça uyumsuz olan 354 günlük ay yılını benimsemiş olduklarından, ay dönemleri ile (mevsimsel) Güneş yıllarının uyumunu sağlamak için zaman zaman bir ay döneminin daha takvime eklenmesi

191 183 gerekiyordu. Babilli astronomlar 19 yıllık dönemlerde takvime bu şekilde yedi ay dönemi eklemiştir. Eski Mısırdaki din adamı-astronomlar iki ayrı ay takvimi kullanmış olmalarına rağmen, Mısırlıların resmi yaşamı üçüncü bir sivil Güneş takvimine göre düzenlenmiştir. Bu takvim 30 günlük 12 aydan ve 5 şenlik gününden oluşmuştur. Buna göre, 365 günlük sivil takvim Güneş yılından her yıl çeyrek gün sapmış ve böylece sivil takvim, uzun Mısır tarihi boyunca her yıl geriye doğru sürüklenerek, her 1460 yılda (4 defa 365), bir Güneş-tarım yılını tümüyle içine almıştır. Sivil takvimle Güneş takvimi bu şekilde, bir kez M.Ö. 2770'te ve bir kez de M.Ö. l3lo'da çakışmıştır. Mısır'daki ana olayın, yani oldukça düzenli olan Nil taşkınının, takvimden bağımsız ve her yıl Sirrus yıldızının ufuk çizgisi üzerinde mevsimsel olarak ilk kez görünmesiyle tahmin edilebildiği akla getirildiğinde, bu karışıklığın da pek bir öneminin olmadığı görülmektedir. 162 Takvim, astronomi, astroloji, meteoroloji ve sihir; Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin ve Amerika'da yinelenen genel bir modelin parçalarını oluşturmuştur. Bugünkü farklı görüşlerimize rağmen, bu ilk uygarlıklardaki çalışmalar ayrılamaz bir birlik oluşturdukları için, astronomiyi astrolojiden yada astronomları astrolog ve sihirbazlardan ayırmak olası olmadığı gibi, anlamlı da değildir. Astroloji ve büyü, tarımsal ürünlerin yazgısını, askeri eylemlerin sonucunu yada kralın gelecekte yapacağı işleri kestirmekte kullanılan evrensel düzeyde yararlı bilgiler şeklinde görülmüştür. Aslında bunlar, (her şeye rağmen mevsimleri kestirebilen) takvimsel astronomi yanında, ilk uygulamalı bilimleri oluşturmuştur. Babil' deki astronomi, tüm eski bilimsel geleneklerin en gelişmiş olanıydı. Eski Babil de, geleceği görmek için hayvan bağırsağı okumak yerine yıldızlarla ilgili bir dine geçiş, gökyüzü hakkındaki çalışmaları 162 McCLELLAN, E.DORN, age. s. 61

192 184 cesaretlendirmiş olabilir. Astronomik gözlemlerin kayıtları M.Ö. 2000'e kadar gitmektedir, sürekli gözlemler ise M.Ö. 747'den başlayarak yapılmıştır. Babilli astronomlar, başlıca gök cisimlerinin uzak gelecekteki hareketlerini M.Ö. 5. yüzyılda kestirebiliyorlardı. Mezopotamyalı astronomlar; gündönümleri, ekinokslar ve Güneş ile Ay'ın evreleri konularında oldukça uzmanlaşmışlardı. Özellikle daha sonraki Babil astronomisinde, Güneş ve Ay tutulmaları ile tutulma süreleri anlaşılmış ve öngörülebilmişti. Astronomlar, özellikle sabah ve akşam yıldızı Venüs ünki başta olmak üzere, gezegenlerin doğuş, batış ve görünme zamanlarını hesaplamışlar ve bunların ileriye dönük kestirimlerini yapmışlardır. Babil astronomisi ve altmışlı sistemden kalanlar, yalnızca çemberi derece olarak ölçmemiz için değil, yedi günlük hafta ve gezegenlerin tanınması için de çok önemli olmuştur. Aslında, Babil astronomisindeki birçok teknik 'yol ve yöntem', daha sonra Yunan ve Helenistik astronomlarca alınmış ve benimsenmiştir. Burada vurgulanması gereken nokta, Babilli astronomların yaptığı araştırılmalıdır. Hiç kuşkusuz, gökyüzünü gözlemleme aygıtlarıyla inceledikleri ve doğru kayıtlar tuttukları açıktır. Artık biliyoruz ki, gözlemleme ve kayıt tutmaktan çok daha fazlasını yapmışlar ve belirli astronomi problemlerini çözmek için sistematik araştırmalar yürütmüşlerdir. 163 Konuyla ilgili olarak "yeniay problemini" burada açıklamak bilgilendirici olacaktır. Babilli astronomlar takvimsel ve dinsel nedenlerle ay ayının gün olarak süresini bilmek gereğini duymuşlardır. İki dolunay yada iki yeni ayın arasındaki gün sayısı, yani kavuşum ayı 29 ve 30 arasında değişir (ortalaması 29,53 gündür). Verilen bir aydaki gün sayısı hangisi olacaktır? Yanıtı, bağımsız birkaç değişken etkilemektedir: Bunlar, gökyüzündeki Güneş ve Ay arasında yeryüzünden görülen göreli uzaklık yılın mevsimi ve uzun dönemli ay çevrimleridir. Bu bağımsız değişkenlerin varlığı nedeniyle, yeni ayın yeniden görünme zamanını öngörmek açıkça zorlaşmaktadır. Babilli astronomlar araştırma yaparak "yeni ay problemi" konusunda yeni bir Ay'ın 163 McCLELLAN, E.DORN, age. s. 62

193 185 ne zaman görünür olacağını güvenilir bir biçimde öngören tam doğru astronomik çizelgeler oluşturabilecek kadar uzmanlaşmıştı. "Yeni ay problemi," Babilli astronomların çok belirgin bir problem üzerinde (29 yada 30 gün) etkin araştırmalar yaptığını göstermektedir. Bu araştırmalar gözlem, matematiksel çözümleme ve olayların modellenmesine dayandırılmıştı ve daha çok dikkatin gökyüzünde neler olup bittiğine değil de matematiksel çevrimlerle ilgili soyut modellere verilmesi ölçüsünde kuramsaldı. Hiç kuşkusuz Antik Yunan düşüncesi birçok bakımdan Mısır, Mezopotamya ve Yakın Doğu uygarlıklarında hâlihazırda oluşmuş bulunan bilgi birikimlerinden etkilendi. Bunların başında özellikle mitoloji, tıp, kimya, matematik ve astronomi gelir. İlkçağ doğa düşünürlerinden olan Thales in Mısır a ve Mezopotamya ya gittiği ve orada matematik ve astronomi konusunda bazı incelemeler yaptığı kesindir. Sonra, Pythagoras ve Platon un Yakın Doğu da kökleri bulunan sayı mistisizminden etkilendikleri kabul edilmektedir. Bu bakımdan olmak üzere, en azından Mısır ve Mezopotamya uygarlığı ile Antik Yunan uygarlığı arasında tarihsel bir devamlılık olduğu söylenebilir. Mısır ve Mezopotamya da gelişmiş olan özellikle astronomi ve matematik bilgisi Antik Yunan bilimine temel teşkil etmeleri bakımından son derece önemli tarihsel bir rol oynamışlardır. Philosophia nın ilk temsilcisi olan Thales ve onu izleyen filozofların, örneğin Anaximandros, Pythagoras ve Platon, Mısır ve Mezopotamya daki bilgi birikiminden önemli ölçüde etkilendikleri ve yararlandıkları ve bu etkilenmenin bilim alanında Hipparkos, Heron ve Diaskorides ile devam ettiği bir gerçektir. Ancak; Mısır ve Mezopotamya ile Antik Yunan arasında inkâr edilemez olan bu etkilenme, bu temas, Antik Yunan da bilimin, felsefenin ve buna bağlı olarak demokrasinin doğuşunda ne derecede önemli olmuştur? Yoksa insanlık tarihinde bu olağanüstü gelişmenin nedenini bizzat Antik Yunan dünyasının kendinde mi aramak gerekir? Bu soruların yanıtlanması için, bu kez de Antik Yunan

194 186 uygarlığına dönerek, onu oluşturan temel niteliklerin neler olduğunun tanımlanması gerekmektedir. Yunan astronomi kuramı konusunda Eflatun'dan önce bir düşünce birliği yoktu. Sokrat öncesi geleneğin adı, önerilen modellerin çeşitliliği nedeniyle kötüye çıkmıştı. M.Ö. 6. yüzyılda Milet'li Anaksimandros, dünyanın bir disk olduğu, boşlukta doğal bir biçimde yüzdüğü ve insanların onun düz yüzeyinde yaşadığı tezini öne sürmüştü. Buna göre, gökyüzünde ateş tekerlekleri vardı ve gördüğümüz parıldayan cisimler aslında ateş tekerleklerindeki deliklerdi. Yıldızların tekerleği dünyaya en yakın olanı ve Güneş'in tekerleği en uzak olanıydı. Tutulmaların nedeni ise deliklerin kapanmasıydı ve gök tekerleklerinin konumları belirli matematiksel oranlarla belirleniyordu. Bu evrensel model, yalnızca bir model olması bakımından, yani gerçeğin basitleştirilmiş bir benzetimi ve oluşturabileceğimiz bir benzerlik olması nedeniyle dikkat çekicidir. Anaksimandros'un görüşü, dünyayı neyin desteklediğini, yani dünyanın bir boşluğun ortasında konumlandığını açıklaması bakımından, Anaksimenes'in sonraki modeline ek olarak (ki bu modele göre dünya havayla ayakta duran bir masaydı), Mısır ve Mezopotamya evren kuramlarına oranla da daha gelişmişti. Pisagorcuların modeli ise dünyayı evrenin merkezinden almış ve dünyanın (belki Güneş'in de) belirsiz bir merkezi ateşin ve hatta daha gizemli bir karşıt dünyanın çevresinde dolaştığını ileri sürmüştür. Bu modellerin mekanik ve belirsiz matematiksel niteliği, onları karakteristik Yunan buluşları haline getirmiş ama savunucuları modellerle ilgili hiçbir ayrıntının peşinden gitmemiştir. 164 Pythagoras astronomisinin Babillilere çok şey borçlu olduğu aşikârdır. Pythagorasçılar da, Babilliler gibi gök cisimlerinin ilahi olduklarına inanmışlardı. Yine Babilliler gibi, gezegenlerin yere farklı uzaklıklarda bulundukları ve yere yıldızlardan daha yakın oldukları fikrini kabul etmişlerdi. Pythagorasçılar, sayılara olan sevgileri nedeniyle, gezegenlerin yere olan 164 McCLELLAN, E.DORN age. s. 80

195 187 uzaklıklarını, onların periyodik hareketlerini belirleyerek incelediler. Sonuçta gezegenlerin yer etrafındaki dolanım hızlarına dayanarak bir uzaklık sıralaması belirlediler. Bu sıralama, Yer, Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn şeklindeydi. Daha sonra, hiçbir gezegenin Güneş in diski önünden geçmediğini gözlemlediklerinden, Merkür ve Venüs ü Güneş in arkasına yerleştirerek sıralamayı düzelttiler. 165 Atinalı Eflatun (M.Ö ) örneği ve Eflatun un geometrik astronomisi, bizi Sokrat öncesi kuruluş çağından alıp, klasik 4. yüzyıl Yunanistan'ına sağlam bir şekilde indirir. Eflatun, "felsefeyi göklerden yere çağıran" 4. yüzyıl ustası Sokrat'ın öğrencilerinden biriydi. Sokrat, gençliğinde doğa felsefesiyle ilgilendiği söylense de, doğayı inceleyerek kesin bir şey öğrenilemeyeceği sonucuna varmış ve bunun yerine dikkatini insan deneyiminin ve iyi yaşamın incelenmesine odaklamıştır. Ama politik güce karşı geldiği için ölüm cezasına çarptırılmıştır. M.Ö. 399'da cezasının yerine getirilmesinden sonra felsefi cüppesi, görünürde kendisini doğayla ilgili doğrudan açıklamalarda bulunmak için daha hazırlıklı gören Eflatun a geçmiştir. Eflatun, Atina'da bulunan ve 800 yıl yaşayan özel Akademisini (Akademia) kurarak felsefe ve doğa felsefesi çalışmalarına şekil vermiştir. Akademinin ana kapısı'na yazılmış olan şu söz de önemliydi: "Geometri cahilleri girmesin." Geometri, Eflatun ve felsefesi için ileri bir disiplin biçimi ve metafiziksel olarak soyut ve kusursuz her şeyin bir modeli olarak önemliydi. Geometri, Eflatun'un madde kuramının beş temel elementi olan toprak, hava, ateş, su ve eteri, geometricilerin yalnızca beş adet olabileceğini kanıtladığı benzer ve düzenli çokgen yüzeyleri olan beş adet kusursuz üç boyutlu çokyüzlüler olarak tanımlarken de önemliydi. Ancak Eflatun, ciddi bir geometrici yada matematikçi değil bir filozoftu. Hatta astronom da değildi. Gökyüzünü 165 Colin A. RONAN, Bilim Tarihi, Tübitak Yayınları, s , Ankara 2005

196 188 gözlemlememişti ve bunu yapanları küçük görmüştü. Yine de, Timaios adlı diyalogunda Eflatun merkezdeki dünyanın ortak bir eksen üzerinde çeşitli gök cisimlerini taşıyan bir dizi dönen küreyle mekanik olarak birleştirilmesini içeren oldukça karmaşık bir gökyüzü modelini ortaya koymuştur. Eflatun un kozmolojisinin gizemli bir yanı ve yüzyıllarca süregelen yaygın bir felsefi düşünce, göklerin canlı ve kutsal olduğuydu. Kozmolojik model etkili olsa da, Sokrat öncesi modellere göre birçok yönden herhangi bir ilerleme göstermiyordu. Ancak Eflatun, Yunan astronomlarını problem çözümüne yönlendirerek astronomi ve bilim tarihine büyük ve sürekli bir etkide bulunmuştur. Eflatun, gök cisimlerinin duran bir dünya çevresinde çemberler çizerek döndüğüne inanıyordu. Eflatun, apaçık gibi görünen bu düşünceyi, ne Güneş, Ay, Gezegenler, Sabit Yıldızlar ve gökyüzündeki diğer cisimlerin her 24 saatte çembersel yaylarda hareket ettiklerini gözlemlediği için edinmiştir, ne de gök cisimlerinin önceki kuşaklardan aktarılan deneyimlerle de bilinen hareketleri dışında, özde değişmez olduklarına inandığı için. Eflatun gök cisimlerinin hareketiyle ilgili bu görüşlerini, her şeyden önce ana ilkelerine dayandırıyordu. Eflatun, görkemleri ve neredeyse kutsal durumlarından dolayı göklerin sonsuz, deneyüstü ve kusursuz bir saf biçimler dünyasının somut şeklini temsil ettiğine inanmıştı. Eflatun un Biçimler dünyası, zaman ilişkileri içinde tanımlanmış dünyamızın solgun ve kusurlu bir yansıması olduğu değişmez bir ideal gerçeklikten oluşmaktadır. Bu nedenle, çemberin başı ve Sonu olmayan sabit eğrilikte bir biçim olması açısından, gök cisimleri için uygun olan tek hareket biçimi çembersel hareketti. Aynı şekilde Eflatun, biçimler dünyasının kusursuzluğunu göklerin sadakatle yansıttığı ve düzgün hareket değişimin kusurunu gösteren hızlanma yada yavaşlama olmaksızın sabit bir hızla ve sapma olmadan yapıldığı için, gökyüzünün ister istemez düzgün bir biçimde hareket etmesi gerektiği sonucuna varmıştır. Göksel kürelerin eski zamanlarda yaptıkları düşünülen düzgün çembersel hareket, bu tarihlerden sonra artık sorgulama konusu olmamıştır. Göksel hareketlerin çoğunluğu çembersel görünse de, bazı hareketlerin çembersel ve düzgün

197 189 olmadıkları çok açıktır. Yıldızların günlük hareketleri, Güneş'in gökyüzündeki yıllık gezintisi ve Ay'ın aylık dönüşü görünürde çembersel olsa da, gökyüzündeki başka hareketler, özellikle gezegenlerin yada "gezgin yıldızların" birkaç aylık dönemlerde gözlemlenen hareketleri böyle değildir. Gezegenler, sabit yıldızların oluşturduğu arka plana göre, gökyüzünde büyük ve çembersel olmayan alanları tarayarak yolları boyunca yavaşlar, durur, geriye hareket eder, yeniden durur ve ilerler. Eflatun, ünlü ifadeyi kullanmak gerekirse, "göksel olayların kuralını kurtarmak" için astronomları, çember kullanmalarını isteyerek harekete geçirdiğinde, aklını en çok meşgul eden soru gezegenlerin "konumları ve geriye hareketleriyle" ilgili olan büyük sorundu. Gezegenlerin bu konumlarının ve geriye hareketlerinin açıklanması, Eflatun un çağından başlayarak M.S. 16. yüzyılda Kopernik sonrasına kadar hemen hemen yıl boyunca astronominin temel sorununu oluşturmuştur. 166 Gezegenlerin hareketleri zorluklar getirmiştir. Eflatun un gezegenlerin (çembersel olarak) tek yönde hareket ettiklerine inancı yanında, gözlemlerin başka bir (döngülü) hareket şekli göstermesi, çözülmesi gereken açık bir sorunu ve bir araştırma alanını gösteriyordu. Ancak, şu can alıcı tersliğe de dikkat edin: Eflatun ve onu izleyenlerin yaptığı gibi, gezegenlerin göründüğünden (bu durumda düzgün çembersel hareket) farklı hareket etmeleri gerektiği düşünülmedikçe, gözlemlenen konumlar ve geriye gidişlerle ilgili hiçbir sorun yoktur. Eflatun un başlattığı astronomik inceleme çerçevesi, kanıta gerek göstermeyen fenomenlerin açıkça "araştırılmasına" başlanmasından daha fazlasını temsil etmektedir: Eflatun un Biçim ve çemberlerle ilgili daha önceki felsefi (kuramsal) inançları, araştırılacak göksel olayları göstermiştir. Böylece Eflatun, doğa felsefesinde daha önce var olmayan bir problemi tanımlamıştır. Ancak, Eflatun un bu inceleme çerçevesini astronomiye katması bu kadarla da kalmamaktadır: Eflatun, 166 McCLELLAN, E.DORN, age. s. 81

198 190 kuramcılar ve astronomlar için, çembersel hareketi kullanarak görünürde düzgün olmayan görünümler veren ve gezegen probleminin uygun ve kabul edilebilir çözümlerini oluşturan modeller de tanımlamıştır. Bundan başka hiçbir şey soruna bir çözüm olarak ortaya konulmamıştır. 4. yüzyıl astronomları, problemi yeniden ele alarak astronomi ve kozmolojide küçük ama farklı bir araştırma geleneği oluşturmuştur. Buna ilk yanıt, Eflatun un öğrencisi Knidos'lu Eudoksos'tan (M.Ö. 365) gelmiştir. Eudoksos, merkezdeki bir dünyanın çevresinde dönen iç içe (aynı merkezli) yirmi yedi göksel küreden oluşan bir gök modeli önermiştir. Eudoksos modelinde evren büyük bir soğana benzemektedir. Kürelerden bazıları yıldızların, Güneş'in ve Ay'ın görünen hareketlerini açıklamak için kullanılmış, her geriye hareket eden gezegene ise biri günlük hareketi, diğeri gökyüzündeki periyodik hareketi açıklamak için ve iki tanesi de ters yönlerde hareket eden ve konumlarla geriye dönüşlerin "Booth eğrisi" olarak bilinen ve 8 sayısına benzeyen yolunu izlemek için dönen dört küreli bir sistem tasarlanmıştır. "İşe yaramış" olsa da, bu modelin bazı sorunları vardı. Bunlardan biri dört mevsimin sürelerinde gözlenen eşitsizlikti (mevsimlerin gün cinsinden uzunluğu aynı değildi). Bunu açıklamak için, Eudoksos'un daha genç bir çağdaşı olan Kyzikos'lu Kallippos (M.Ö. 330), Güneş için ek bir küre ekleyip toplam küre sayısını otuz beşe yükselterek modeli geliştirmiştir. Ancak bu model, evrenin birbirlerinin altında ve üstünde değişik hız ve eğimlerde dönen tüm kürelerle mekanik olarak nasıl işlev yaptığını açıklamakta yine de yetersizdi. Sonraki kuşaktan Aristo (M.Ö ), teknik astronominin bu sorununu ele almaya çalışmış ve kürelerin sayısını, çeşitli karşı koyucu küreler ekleyerek elli beş ya da elli altıya yükseltmiştir. 167 Eudoksosçu tek merkezli küreler modeli ve onunla ilişkili küçük araştırma geleneği, eski çağlar bir yana, Helenistik dönemde bile pek 167 McCLELLAN, E.DORN, age. s. 85

199 191 yaşama olanağı bulamamıştır. Son çözümlemede, Eudoksosçu yaklaşımın başına bela olan ileri ve kavramsal sorular ölümcül olmuştur. Bu soruların arasında mevsim uzunluklarının neden aynı olmadığı, Venüs'ün parlaklığının neden değiştiği ve Venüs, Merkür ve Güneş'in birbirlerine neden yakın olması gerektiği bulunuyordu. M.Ö. ikinci yüzyılda astronomlar, etkin bir biçimde, tek merkezliliğe seçenekler düşünüyordu ve Klaudios Ptolemaios'un (Batlamyus) çalışmalarıyla eski astronominin 500 yıl sonra geldiği nokta, Eflatun, Eudoksos ve meslektaşlarının dönen küreleriyle akıllarında ne olduğu konusunda yalnızca çok belirsiz bir ilişkiyi gösteriyordu. Bu araştırma geleneği, birkaç önemli yönüyle yine de dikkat çekicidir. Bir kez bu durum, bu düzeyde bilimsel araştırmanın konuyla uğraşanların ne ölçüde bir düşünce birliğine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle, Eudoksos, Kallippos ve Aristo'nun, Eflatun un yaklaşımının temelde doğru olduğu konusunda uzlaşmadan ayrıntılı araştırmalara başlamış olmaları anlamlı değildir. Bu, bilimsel çalışmaların toplum temelli doğasını, ister Yunan isterse onun bürokratik kılığı içinde olsun bir kez daha açıklamaktadır. Daha geniş bir anlamda, bilimsel çalışmaları kişiler değil gruplar yapar. Son olarak, Eudoksos, Kallippos ve Aristo, adları bilinmeyen Babil astronomları ve astrologları arasındaki meslektaşları gibi, yalnızca doğayla ilgili şeyleri bilmekle, doğayla oynamakla ve doğa konusunda kuramlar üretmekle kalmamış, aynı zamanda doğayı genel felsefi, metafiziksel ve kuramsal görevlerinin gösterdiği doğrultuda ayrıntılı olarak da incelemiştir. İnsanın doğayı sorgulamasıyla ilgili teknikler, Ay'la ilgili ilk Paleolitik kayıtlardan bu yana önemli ölçüde artmıştı. Astronomi kuramı ve kozmoloji, sonraki yüzyıllar boyunca birçok doğa filozofunu meraklandıran sorular ortaya çıkarmıştır. Bunlardan biri, uzman bir astronom ve matematikçi olan ve görünüşe göre Müzede çalışan Sisamlı Aristarkhos (M.Ö ) idi. Arşimet'e göre Aristarkhos, yaklaşık yıl sonra Kopernik'in önerdiği sistemden pek farklı olmayan ve güneşin merkezde olduğu yani günmerkezli bir evreni desteklemiştir. Aristarkhos,

200 192 güneşi merkeze yerleştirmiş ve dünyaya iki hareket atamıştır: (Göklerin görünürdeki günlük hareketini açıklamak için) ekseni çevresinde günlük ve (güneşin burçlar kuşağındaki görünür yolunu açıklamak için) güneş çevresinde yıllık bir dönüş. 168 Aristarkhos 'un günmerkezlilik kuramı İlk Çağlarda bilinmekteydi ama entelektüellik karşıtı bir duruştan değil de özde akılcı olmayışı nedeniyle çoğunlukla reddedilmişti. Özde bugün de benimsediğimiz bu kuram, o tarihlerde o kadar çok bilimsel itirazlarla karşılaştı ki, ona yalnızca bir fanatik inanırdı. Dünya kendi ekseni çevresinde dönüp güneşin çevresinde hareket ediyorsa, yere çivilenmemiş her şey kuşkusuz uçardı ya xcda ardında bir yıkıntı bırakırdı ki bu sonuç kuşların her yönde aynı kolaylıkla uçması ve yukarı doğru atılan cisimlerin atıldıkları yere düşmesi gibi duyusal kanıtlarla çelişirdi. Ayrıca, dünyanın Aristarkhos'un günmerkezliliğiyle önerilen hareketi Aristo'nun doğal hareket fiziğini açıkça çiğnemekteydi. Yeryüzünü oluşturan topraklı ve sulu şeyler, doğal olarak evrenin merkezine doğru hareket etmeye eğilimlidir ve bu nedenle dünyanın boşluk içinde bir gök cismi gibi dönmesinin yada başka bir hareket yapmasının gerekli olduğunu söylemek, dünyadan Aristo ve diğer tüm bilim adamlarının olanaksız dediği hareketleri yapmasını istemek olurdu. Dünya merkezden alınırsa, parçaları geri döner ve bunlar kendilerini merkezde yeniden oluştururdu. Mantıklı hiçbir bilim adamı, her günkü gözlemlerle çelişen ve süregelen üretken araştırmaların temellerinde olan uzun süredir benimsenmiş öğretileri çiğneyen bir kuramı asla kabul etmezdi. Fizik yasalarını çiğneyen düşünceler ileri süren kişilerden bugün bile kuşku duyarız. Aristarkhos'un günmerkezlilik kuramının karşısındaki güçlü bir teknik ama bilimsel olarak daha ağırlıklı bir nokta da yıldız parlaksıdır. Problemi 168 McCLELLAN, E.DORN, age. s. 100

201 193 basitçe ifade etmek gerekirse, dünya güneş çevresinde bir yörüngede hareket ediyorsa, o zaman yerdeki bir gözlemci altı ay boyunca çok farklı noktalardan gözlem yaptığında yıldızların göklerdeki göreli konumu değişmelidir. Ancak, en azından 19. yüzyıla kadar böyle bir değişme gözlenmemiştir. Arşimet' e göre, Aristarkhos 'un bu soruna yanıtı şöyleydi: Dünyanın güneş çevresindeki yörüngesinin çapı sabit yıldızların uzaklığına kıyasla o kadar küçüktür ki, yıldızların konumundaki değişmeler gözlemlenemeyecek ölçüde azdır. Bu yanıt, yıldız paralaksının neden gözlemlenemediği sorusuna akıllıca bir yanıttı (bu arada aynı yanıt daha sonra Kopernik tarafından da verilecekti). Aristarkhos daha sonra günmerkezliliğin mümkün olabilmesi için evrenin inanılmaz büyüklükte boyutlara genişlemesi gerektiği yönünde başka bir itirazla daha karşılaştı. Günmerkezlilik tezinin karşılaştığı sorunlar aşılması zor sorunlardı ve İlk Çağ astronomlarının bu teze karşı gerekçeleri sağlamdı. Yoz ve değişken bir dünyayı kutsal ve bozulamaz göklere yerleştirmeye karşı dinsel tepkiler de ortaya çıkmıştır. Aristarkhos 'un tanrılara saygısızlıkla suçlanması da şaşırtıcı olmamıştır. 169 Helenistik çağ Yunan astronomisinin kalburüstü başarısı ve eseri, Batlamyus sisteminin temelini atmış olan Hipparkos un kurduğu astronomi sistemidir. Astronominin temeline geometrinin konması Pisagorcularda başlamıştır. Fakat Yunan astronomisinin matematikleşmesini Ödoksos la başlatmak doğru olur. Çünkü ortak merkezli küreler sistemi çeşitli olayların başlıcalılarının matematiksel izahına girişen ilk Yunan astronomi sistemidir. Lakin bu sistemde henüz gök cisimleri hareketlerinin hesabını ayrıntılı bir şekilde vermeye teşebbüs etme safhasını temsil etmemektedir. Yunan matematiksel astronomisi ancak Hipparkos ve Batlamyus safhasında niceselleşmiştir McCLELLAN, E.DORN, age. s SAYILI, age. s. 390

202 194 Astronominin mitoloji ve kozmogoni safhasından layik ve matematiksel astronomiye geçişinin Yunanlılardan önce Mezopotamyalılarda vuku bulmuş olduğu, daha doğrusu, böyle bir geçiş sürecinin asıl Mezopotamya da karşılaşıldığı söylenebilir. Gerçekten, Yunanlılarda matematiksel astronominin belirişi oldukça anidir. Bu sebeple, dıştan etki almaksızın sadece mahalli bir gelişme kimliğine sahip olması ihtimali düşük görünmektedir. Bu aşamada Yunanlıların Mezopotamya astronomisinden ampirik ve münferit bilgi bakımından faydalanmış oldukları çok daha kesinlikle söylenebilir. 171 C. ANTİK YUNAN DA TIP Hippokrates adı, tıp deontolojisi ve Hipokrat Yemini ile ilgili olarak çoğu kişiye belli belirsiz Yunan tıbbını çağrıştırır. Ancak milattan önce beşinci yüzyılda Hippokrates adını taşıyan iki Yunanlı bilim adamı vardı. Bunlardan birincisi, İyonya bölgesindeki Sakız Adası nda (Chios) ta doğmuş olan matematikçi Hippokrates, diğeri ise yine İyonyalı olan ve Sakız Adasının 200 km. güneyindeki İstanköy (Cos) Adası ndan gelen hekim Hippokrates idi. Geleneğe göre Yunan Tıbbının kurucusu, Homeros un İlyada da bahsettiği Asklepios udur. Homeros devrinde kusursuz bir hekim olan Asklepios, daha sonra Apollon un oğlu olarak tanrılaştırılmıştı. Asklepios, tedavi sanatını insan başlı at şeklindeki mitolojik yaratık Chiron dan öğrenmiş ve elindeki bu sanat ile tüm insanları ölümsüzleştireceği düşüncesiyle Zeus tarafından bir yıldırım darbesiyle öldürülmüştü. Asklepios genellikle, etrafına yılan sarılmış bir asa ile resmedilmişti. Ancak, sonraları modern tıbbın sembolü olan ve üzerinde birbirine sarılmış bir çift yılan taşıyan asanın ilk asa ile ilgili olmaması gariptir. Fransızların Lagaş ta yaptıkları kazılar sırasında kabartma resimli bir vazo bulundu. Değerli bir sanat eseri olan vazonun asıl 171 SAYILI, age. s

203 195 önemi, o güne dek Yunanlılardan geldiği sanılan hekimlik simgesinin, gerçekte, hekimliğin koruyucusu bir Sumer tanrısının amblemi olduğunu göstermesiydi. Vazonun üzerinde iki cin arasında, hayat ağacının beyi anlamına gelen tanrı Ningişzida nın simgesi olan, bir sopaya sarılmış biri dişi öteki erkek iki yılan işlenmişti. Sopa hayat ağacını, dolayısıyla yaşamı ve yılanlar ise gençliği temsil ediyordu. Bu figür, binlerce yıl çeşitli ülkelerde yalnız sopa, sopa-yılan, tek yılan ve birbirine sarılmış iki yılan halinde koruyucu ve şifa verici bir simge olarak kullanıldı. Daha sonra, aslında Sumerlilere ait olan anılan simge, Eski Yunanlıların hekimlik-tanrısı Asklepios un yılanlı asasından esinlenerek günümüzdeki hekimliğin amblemi oldu. 172 Yine Bergama kaynaklı kabartma figürde aynı tastan süt içip yine aynı tasa kusan iki yılanın öyküsü anlatılır. Yılanlar işlerini bitirip gittikten sonra, umutsuz bir hastanın bu ağulu sütü içmesi ve iyileşmesi ile bu figürler simgeleşmiş ve günümüze eczacılığın ve hekimliğin simgeleri olarak ulaşmıştır. Bu öykü bazı değişikliklerle Müslümanlar arasında Lokman Hekim öyküsü olarak da anlatılır. 173 Asklepios'un gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinmemekle beraber, kültünün yayılmış olduğu anlaşılmaktadır. Özel tapınaklarda yaşatılmış olan bu kült, birçok hastalığa uygun olduğu düşünülen dini merasim şeklinde bir cins tedaviyi öngörmekteydi. Buna göre, temizlenmek için yapılan banyoyu bir dinlenme devresi olan "kuluçka devresi" takip etmekteydi. Bu devrede görülen rüyalar Asklepios rahipleri tarafından yorumlanmakta ve tedavi olanlar tapınağa hediyeler sunmaktaydı. Tapınakta ilaç kullanımı sınırlıydı. İlaçlar başka yerlerde ve hekimler tarafından tavsiye edilirdi. Tapınakta cerrahi müdahale yoktu, uygulanan tedavi esasen psikolojikti. Bu tip tapınak tedavisi Yunan icadı değildi, Mısır'da ve Mezopotamya da uygulanmıştı. Yine 172 GÜNDÜZ, age. s Ömer TUNCER, İşte Anadolu, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, s , İstanbul 1999

204 196 de, Yunan tıbbının, tıbbın psikolojik cephesine her zaman ağırlık verdiği gerçeği gözden uzak tutulmamalıdır. Yunanlı hekimler, kök sökücüler (rhizotomoi) tarafından yıllar boyu toplanan bitkisel drogları kullanmaktaydı. Bunlar, bitki ve kökleri tıpta olduğu kadar büyücülükte de kullanmak için toplamışlar ve bir müddet sonra bunların etkileri hakkında zengin bilgi sahibi olmuşlardı. Toplama işleminin uygun zamanlarda -geceleri veya Ay'ın belli evresinde- yapılması gerektiğine de inanmışlardı. Bu işlem ayrıca, büyülü şarkılar eşliğinde gerçekleştirilmekte ve oldukça tehlikeli addedilmekteydi. Bir tarihçinin pek yerinde olarak ifade ettiği gibi, ot toplamak veya kök sökmek, uyuyan kaplanın sırtından tüylerini koparmaya benzemekteydi. Bu işlem yalnızca uygun önlemler alındığında tehlikesizdi. Hekimin görevi, bu bilgiyi devralmak ve uygun dozu belirleyerek doğru uygulanmasını sağlamaktı. 174 Elbette ki Yunan aklı, tıbbın yalnızca uygulanması ile yetinmemişti; biraz da teori bulunmalıydı. Daha önce gördüğümüz gibi, farklı Yunan düşünce ekolleri, âleme kendilerine has tarzda bakma eğilimindeydi ve bu durumun tıpta da görülmesi şaşırtıcı değildir. Tarihinin ilk dönemlerinden itibaren Yunan tıbbında belli başlı dört ekolü vardı. Bunlardan birisi Pythagoras tıp ekolüydü ve lideri Krotonlu Alkmaion idi. Alkmaion, sağlığın vücut içindeki kuvvetlerin dengesine bağlı olduğunu öğretmiş ve o zaman için alışılmamış bir şekilde, beynin duyuların merkezi olduğunu düşünmüştü. Tıp teorisi ile ilgilenen astronom Filolaos da, bu ekolün üyesiydi. Kendisi duyu, hareket ve vejetatif fonksiyonları birbirinden ayırt eden ilk kişi olma şerefini taşımaktadır RONAN, age. s RONAN, age. s. 94

205 197 İkinci Yunan tıp ekolü, Sicilya tıp ekolüydü. Kurucusu muhtemelen dört unsur (kök eleman) teorisi ile tanıdığımız Akragas'lı Empedokles idi. Empedokles'in öğrencilerinden Akron ve Filistion, vücut içindeki ve dışındaki havanın önemini vurguladılar. Akron'un sağlığı korumak için uygulanacak bir dizi kural kaleme aldığı da zannedilmektedir. Üçüncü ekol, bazı anatomik disseksiyonların (kadavraları keserek inceleme) yapıldığı İyonya tıp ekolüydü. Merkezi Abdera' da olan dördüncü tıp ekolünde ise, özellikle beden eğitimi ve perhizin tıpta uygulanmasına önem verilmişti. Bu ekolün liderlerinden atomist Demokritos -ki kendisi İstanköy'lü Hippokrates'i tesadüfen tanımış olabilir- tıp biliminin diğer yönleri ile de uğraşmanın yanında bugün psikosomatik tıp olarak adlandırılan konu ile de ilgilenmişti. Bu ekolün diğer bir üyesi Herodikos idi ve kendisinin Hippokrates'in hocası olduğu söylenir. Bu dört tıbbi düşünce ekolü erken döneme ait olup, Hippokrates zamanında (milattan önce beşinci asrın sonu ve dördüncü asrın ilk birkaç on yılında) yerlerini, biri Knidos'ta diğeri İstanköy'de bulunan ve tıp eğitimi veren iki merkeze bıraktılar. Bu şehirler birbirlerinden birkaç kilometre uzaklıkta olup Kerme Körfezi ile ayrılmışlardı. Knidos'taki (Datça) tıp ekolünün mensupları ilgilerini belli hastalıklar üzerine yoğunlaştırmış, ebelik ve kadındoğum hastalıklarında uzmanlaşmıştı. İstanköy ekolü ise, daha genel bir yaklaşım benimsemiş ve çeşitli tıp konuları ile meşgul olmuştu. İstanköy ekolünün, klasik tıbbın ilk merkezi olduğunu söylemek herhalde doğru olur. Hippokrates, yaklaşık MÖ 460'da bu şehirde doğdu 176. Hippokrates 'in kendisinin, meslektaşlarının ve öğrencilerinin İstanköy' de öğrettiği bilgiler, altmış kadar önemli metinden oluşan "Hippokrates Külliyatı"nın içinde yer alır. Ancak bugün bu külliyatın hangi kısımlarının 176 RONAN, age. s. 94

206 198 Hippokrates, hangilerinin başkaları tarafından yazıldığını kesin olarak tespit etmek güçtür. Milattan önce beşinci asrın son birkaç on yılına ait olan bu metinlerin daha sonra İskenderiye'deki Yunan âlimleri tarafından bir araya toplandıkları tahmin edilmektedir. Külliyatı oluşturan eserlerden bazıları, İstanköy ekolünden değil Knidos ekolünden gelmiş gibi görünmektedir. Bunların arasında en tanınmışı olan İnsanın Tabiatı'nın Hippokrates'in damadı Polibios'a ait olduğu kesindir. Ancak birçoğunun, Hippokrates'in bizzat kendisi tarafından yazılmış olduğu tahmin edilmektedir. Hippokrates Külliyatını oluşturan her kitabın içeriğini ayrıntılı olarak vermenin yeri burası değildir. Fakat Hippokrates'in muazzam şöhreti ve öğrettiklerinin ortaçağa kadar uzanan sürekli tesirleri göz önüne alındığında, İstanköy' deki tıp ekolü hakkında bazı şeyler söylenmelidir. Her şeyden önce anatomi bilgisinin çok sınırlı olduğunu kabul etmek gerekir. Kemikleri tanımakla beraber, İstanköy lü hekimlerin iç organlar hakkındaki bilgileri fazla değildi. Yine de, hastaları belirli bir yönteme göre tedavi edebilmek için, vücudun işleyişi hakkında genel bir yaklaşımları olmalıydı; böylece "hıltlar" (humours) veya vücut sıvıları" teorisini ortaya koydular. Bu, yeni bir fikir olmamakla birlikte, onu rasyonel bir temele oturttular. Bu teorinin insan ve hayvan vücudunda, kan ve safra gibi çok önemli sıvıların bulunduğunun gözlenmesiyle ortaya çıktığı şüphesizdir. Gerçekten bazı fiziksel durumlar sıvı salgılanmasını da beraberinde getirmekteydi; burun akması baş üşütmesine, kusma veya ishal ise farklı fiziksel durumlara işaret etmekteydi. Bu gözlemler, sağlığı vücuttaki dengenin ürünü olarak gören Pythagorasçı görüş ile birleşerek adı geçen doktrine götürdü. Empedokles'in dört unsuru (kök elemanı) da, bu teorinin Hippokrates versiyonunda rol oynadı ve bu dört unsur yanında dört keyfiyet veya nitelik -kuruluk, ıslaklık, sıcak ve soğuk-yer aldı. Sonuçta, vücutta kan, kara safra, sarı safra ve balgam olmak üzere dört vücut sıvısının bulunduğu düşünüldü. Bu sıvılar dört keyfiyet (nitelik) ile birleştirildi ve sağlıklı bir insanda bunların hepsi denge içindeydi. Bir veya ikisinin fazlalığı vücutta bir takım fiziksel düzensizliklere sebep olmaktaydı. Daha sonra, milattan sonra ikinci yüzyılda, hekim Galenos bu doktrine dört

207 199 mizacı ekleyerek genişletti ve insanları, kanlı (sıcak ve cana yakın); flegmatik (yavaş hareket eden, uyuşuk, miskin); melankolik (üzgün, durgun) ve kolerik (çabuk kızan, çabuk tepki gösteren) olmak üzere dört sınıfa ayırdı. Bu sınıflandırma, dört vücut sıvısı ve Hippokrates'in dört niteliği ile tıpta on yedinci yüzyıla kadar kullanıldı. Böylece hastalıklar ve hummalar, vücut sıvılarının ve niteliklerin dengesizliği olarak addedildi. Ancak bunların değişik cinslerinin, bilhassa göğüs hastalıklarının ve sıtmanın çeşitli tesirlerini tanımak için büyük çaba gösterildi. Sıtma, diğer hastalıkları maskelediği veya en azından belirtilerini farklı gösterdiği için hekimlere ciddi güçlükler yaratan bir hastalıktı. Sıtma, Akdeniz bölgesinde yaygın görülen bir hastalık olduğundan Hippokrates hekimleri sık sık bu zorluklarla karşılaşmışlardı. Hastaları dikkatle muayene etmelerine rağmen, nabzın ateş ile değiştiğini fark etmemiş olmaları şaşırtıcıdır. Muayene sırasında hekimlerin nabız ölçmeye ender olarak başvurduğu anlaşılmaktadır. Bunun sebebi, belki de ateşli hastalığın seyrini tahminden (prognoz) çok, ateşli hastalığı teşhise (diyagnoz) önem vermeleriydi. Netice itibariyle, Hippokrates hekiminin görevi doğanın iyileştirici kudretini kullanmaktı ve tedavi, bu husus göz önünde bulundurularak yapılmaktaydı. Böylece hekim, tedavide müshillerden, kusturuculardan, açlık perhizinden ve hatta kan almadan (hacamat) faydalanacağı gibi iyileşmenin doğal olarak meydana gelmesi için acıyı dindiren, gevşeme, rahatlık veren banyolar, masaj, arpa suyu, şarap, bal enfüzyonları tavsiye etmekteydi. Hastanın ruh sağlığı da ayrıca hekimin ilgisi dâhilindeydi. 177 Tıbbi klimatoloji hakkında ilk bilimsel eseri yazan kişi de Hippokrates idi. Havalar, Sular, Beldeler başlığını taşıyan bu eserde Hippokrates, çevre 177 RONAN, age. s

208 200 ve iklimin sağlık üzerindeki ve özellikle, salgın hastalıkların yayılmasındaki etkisini anlattığı gibi, yerel su ve yiyeceklerin ve hatta insanların tabiatından bahsetmektedir. Eser tamamıyla yeni bir araştırma alanı açtı. Ancak, Hippokrates külliyatını oluşturan kitaplar içinde en popüler olanı, muhakkak ki aforizmaları içeren kitaptır. Bugün bile, derlenmesinden 2300 yıl sonra, birçok kişi "Hayat kısa, sanat uzundur. Fırsat çabuk kaçar, tecrübe güvenilmez, hüküm vermek zordur" şeklinde başlayan aforizmayı duymuştur. Buna rağmen aşağıdaki ikinci cümle daha az tanınmıştır: "Hekim yalnızca kendi görevini yapmaya değil, fakat aynı zamanda hastanın, ona refakat edenlerin ve etrafındakilerin işbirliğini de sağlamaya hazır olmalıdır." Bu cümle, hekimler tarafından, çağlar boyu, davranışlara rehber olarak benimsenen ve hekimin görevinin hastasının menfaati doğrultusunda çalışmak olduğunu ve aralarındaki güvenin kutsallığını vurgulayan "Hippokrates Yemini"ni hatırlatmaktadır. 178 Sözde Yunan Mucizesi Bir zamanlar dünyanın hemen her yanına yayılmış zengin felsefe okulları ve karmaşık argümantasyon tekniklerinin varlığından söz etmekten bizi alıkoyan yegâne şey, önyargılarımız ve bilgisizliğimizdir. Gerçekten de, eski zamanlarda pek çok toplumun, bilgiyi bir kuşaktan diğerine aktarmada, yazı dışında başlıca etkin teknikleri kullanan sözlü kültürler vardır. Öykülerin yüz yüze anlatılması, yazının soğukluğu ve kayıtsızlığıyla kıyaslandığında, sadece özel ve kişisel bir iş değil, fakat aynı zamanda bağlayıcı ve motive edici bir faaliyetti. Sözlü toplumların yaşlı kuşakları bilgeliklerini genç kuşaklara şiir ve şarkılarla aktarıyorlardı. Fakat bu kültürler yok olup gittikleri zaman, onların düşünceleri de, aynen uygarlıkları gibi, bizim için erişilir olmaktan çıktı. Kültürün yazılı olmadığı bu dönemde, antik Yunan bile, felsefi 178 RONAN, age. s

209 201 bir düzeye yükselmeden, yani filozoflar düşüncelerini kâğıda dökmeden önce, bütünüyle sözlü bir kültürdü. İlyada ve Odyseus, hiç kuşku yok ki Homeros olarak bilinen tek bir yazarın eseri değildi. Ve Sparta felsefesinin yazıya dökülmek yerine şarkılarla söylendiği veya ifade edildiği bir çağda, Homeros'un bu eserlerinin özgün formuyla olmasa bile, böylesine edebi ve yazılı bir form içinde bize erişmesi, gerçekten de büyük bir şans oldu. Demek ki, Yunan felsefesinin öne çıkması, Atina'nın en nihayetinde dünyanın felsefe merkezi haline gelmesinin en önemli nedeni, bu felsefenin teknik anlamda sergilemiş olduğu üstünlükten, diğer kültürlerden hiçbir şey almadan kendi başına yaratmış olduğu farklılık ve gelişmişlikten ziyade, Atinalıların, özellikle de Platon'un felsefi düşünceleri yazıya dökme kararlılığı olmuştur. 179 Ticaretle uğraşan, bu çerçeve içinde Akdeniz'i bir baştan diğerine kat eden Yunanlıların meydana getirmiş oldukları pek çok şeyde, kültürel açıdan gerçekleştirmiş oldukları hemen bütün başarılarda, ana unsurları başka kültürlerden aldıklarını kabul etmek doğru olur. Gerçekten de, onlar Fenikelilerden bir alfabe yanında, belli bir teknolojik birikim ve bazı dini düşünceler almışlardı. Mısır'dan, başkaca şeyler yanında, Yunan mimarisinin ana unsurlarını ve geometriyi getirmişlerdi Onlar, Babil den astronomi ve matematik öğrendiler, birtakım dini düşünceler aldılar. Yunan hiçbir şekilde bir mucize değildi; o, tarihin vücut verdiği hoş bir tesadüf ve komşularla daha önceki kültürlerden alınan değerli derslerin bir ürünüydü. Yunanlıların bu kültürleşme sürecinin bir parçası olarak, Babil Yaradılış Mitosunun odağındaki bir öğe olan ejderin öldürülmesi mitosu Yunanda Perseus ile Andromeda, Herkül ile Lerna ejderi Hidra efsanelerinin doğmasına yol açmıştır. Yunan ejderha öykülerinin dokumasındaki ilmeklerin Sumerden geldiğini ileri sürmek hiç de akıl dışı değildir. Aynı şekilde Sumerlilerin İştar ın Ölüler Diyarına İnmesi mitosu 179 Ahmet CEVİZCİ, İlk Çağ Felsefe Tarihi, Asa Yayınları, s. 17, Bursa 2001

210 202 Yunana geçtiğinde Aphrodite ile Adonis mitosu şeklini almıştır. Mısır tanrısı Osiris Yunan'da bir tanrı ya da yarı-tanrı diye anlaşılan Dionysos olup çıkmıştı. Nitekim milattan önce altıncı yüzyılda Dionysos'un hayli kuvvetli gizler kültü Yunanistan'ın neredeyse tamamına yayılmıştı. Söz konusu Orpheusçu gizlere göre, dünyayı Titanlar yönetmekteydi. Bu Titanlar, tanrıların kralı ve Dionysos'un babası olan Zeus'u doğuran Gaia'dan, yani yerden çıkmışlardı. Dionysos Titanlarca öldürüldükten sonra, Zeus da bunun karşılığında Titanları öldürdü. İnsanlar, Yunan mitolojisine göre, işte onların küllerinden doğdular. Başka bir deyişle, insan doğası kısmen doğal, kısmen de ilahı bir yapıdaydı. Yunanlılar bunu, başkaca şeyler yanında, insan varlıklarının ebedi bir hayata sahip oldukları anlamına gelecek şekilde yorumladılar. Bu; hayatın kısa, kaba ve ilkel olduğu bir dünyada, kesinlikle çok olumlu karşılanan bir düşünce oldu. Yunan felsefesi, işte bu koşullarda; mitoloji, mistisizm, matematik ve dünyada bir şeylerin iyi gitmediği algısının böylesi bir birleşiminden doğmuştu. İlk Yunanlı filozoflar kendilerini birçok yönden zorlu koşullar altında buldular. Kültürlerinin oldukça zengin ve yaratıcı bir kültür haline gelmekte olduğunun, fakat bir yandan da kıskanç ve kendileriyle rekabet halindeki kültürler tarafından kuşatıldığının farkındaydılar. Böylesi büyük ve önemli kültürlerin aniden istila edilmeleri ve bilinen dünyadan tamamen silinmeleri, pek de alışılmadık bir şey değildi. Savaşın yok edemediğini, doğanın tahrip ettiği de oluyordu. Vebanın kentleri adeta sessiz ordular gibi silip süpürdüğü çok olmuştu. Öngörülemeyen, öngörülemediği için çoğunluk trajik bir yapı kazanan hayatın, her şeye rağmen çok değerli olduğu kavranmıştı 180. Yunanlı filozoflar birlikli bir kozmos kuramının önemiyle ideal bilgi türü olarak matematiğe büyük bir vurgu yaptılar. Bu arada dünyanın sıcak ve soğuk, kuru ve ıslak gibi rakip öğe ve özellikler arasındaki düzenli karşıtlıklardan 180 CEVİZCİ, age. s. 18

211 203 meydana geldiği düşüncesi benzeri bazı temel ve açıklayıcı kuramlara yöneldiler. Nihai gerçeklik, onlara göre, ancak birtakım temel ilkeler yoluyla kavranabilirdi; insanın kaderi, işte bu ilkeler sayesinde anlaşılır hale getirilip, hayatı bu terimlerle değerlendirilebilirdi. İşte bu altıncı yüzyıl düşünürleri tarafından gerçekleştirilen dramatik dönüşüm, geriye dönüp bakıldığında gerçekte olduğundan daha radikal ve ani bir dönüşüm gibi görünür. Ama unutulmamalıdır ki, diğer beşeri faaliyetler gibi, felsefe de hiçbir zaman yoktan varlığa gelmez; filozoflar da, ormanda toprağın bağrından çıkmış, başka her şeyden ve herkesten tecrit olmuş kimseler değildirler. Yunan kültürü varlığını duyurmaya başladığı sıralarda, Doğu Akdeniz kültürlerine ek olarak Çin ve Hint kültürleri de, yeşermiş oldukları topraklarda yaşanan bütün çalkantılara rağmen, hayatiyetlerini sürdüren kültürlerdi. Bütün bu kültürler, bununla birlikte, bir yandan da sıkı bir değişme süreci içine girmişlerdi; ciddiye alınması gereken yeni felsefi düşünceleri yaratan da, işte gelenekle değişmenin beslediği bu verimli toprak oldu. Öte yandan, altıncı yüzyılla birlikte Yunan mitolojisi epeyce yorgun düşmüş ve problematik hale gelmişti. Tanrı ve tanrıçalarla kurbanlarının öyküleri pek de ciddiye alınmamaya başlamıştı. Hakikat düşüncesi, işte böyle bir ortamda, dünyevi olanla fantastik olan arasından çıktı. Çok sayıda tanrılarının varlığına rağmen, Ksenophanes marifetiyle tektanrıcılığa yönelen Yunanlılar, burada Yahudi düşüncesinden etkilenmişlerdi. Onlar; Yahudi, Çin, Hint ve Pers düşüncesi yanında, Akdeniz'in doğusundaki uygarlıklardan (Mezopotamya, Hitit) da, kompleks astronomi sistemleri, ileri matematikleri, mitolojileri, ruhun doğası üzerine düşünceleri olan kültürlerden de etkilenmişti. Bundan dolayıdır ki, Yunan'daki sözde mucize, çok önemli ve kayda değer bir başlangıçtan ziyade, başlangıcını hiç, ortalarını da pek fazla bilmediğimiz bir öykünün doruk noktasını oluşturur. Bu eski öykünün Yunan'daki kısmının başkahramanı veya ana figürü de, Sokrates'tir.

212 204 Sokrates, hiçbir şekilde ilk filozof değildi. Ondan önce, yaklaşık yüz elli yıllık bir süreç boyunca, başka filozoflar da olmuştu. Başka pek çok filozof, Sokrates'ten hem önce hem de sonra, onun kadar güçlü ve sağlam bir biçimde akıl yürüttü; aynen onun gibi, sonuçlarına hiç bakmadan, argümanın kendisini götürdüğü yere kadar gitti. Onu özel olarak Yunan, genel olarak da Batı felsefesinin en önemli kahramanı haline getiren iki şey vardır. Bunlardan birincisi, Sokrates'in felsefenin nasıl ve ne için olması gerektiğiyle ilgili standartları koymuş olmasıdır. 181 Öykümüz ve dolayısıyla, bizim açımızdan çok daha önemli olan ikinci husus, Sokrates'in, ölüm cezasına çarptırılmış olmasına rağmen, oldukça talihli biri olması, çok hoş ve iyi bir karaktere sahip bulunmasıdır. Bu talih ya da kaderin hoş veya iyi olmasını belirleyen olgu da, insanlık tarihinin en büyük yazarlarından biri olan Platon gibi birinin onun öğrencisi olmuş olmasıdır. Platon mükemmel bir öğrenci, coşkulu bir hayran, dikkatli bir izleyici, birinci sınıf bir yazar, büyük bir eğitimci ve gerçek bir felsefe dehasıydı. İşte bu büyük filozof, Sokrates'in tartışmalarını ve felsefi muhabbetlerini baştan sona dinleyip kaydettikten sonra, bir bütün olarak işleyip tamamen dönüştürdü. Böylelikle, sonuçta ortaya çıkan diyaloglar, felsefede tamamına sahip olduğumuz ilk eserler bütünü oldu. Gerçekten de, bu diyaloglar külliyatı, bütün bir felsefe tarihinin Platon'a düşülmüş dipnotlar olmasını temin edecek kadar önemli ve şaşırtıcı eserlerdir. Buradan öncelikle şu sonuca varabiliriz; Platon olmasaydı eğer, Sokrates'in kendisi muhtemelen Yunan düşüncesi tarihinde çok önemsiz bir dipnot olurdu. Çünkü üstat yazının insan zihnini tembelleştirdiğine inandığı için, yazılı hiçbir şey bırakmamıştı. Fakat çok daha önemlisi Sokrates olmasaydı, Platon herhalde hiç olmazdı. Ve nihayet, Platon olmasaydı, Sokrates'ten önceki filozoflarla ilgili bütün bilgileri kendisinden aldığımız Aristoteles de olmayacaktı. Demek 181 CEVİZCİ, age. s

213 205 ki, Sokrates yaşamasaydı eğer, bizim bildiğimiz şekliyle Yunan felsefesi diye bir şey hiç olmayacaktı. 182 Buradan hareketle, Yunan felsefesini öne çıkartan şeyin, bu felsefenin yazılı bir gelenek oluşturması, yani üretilen düşüncelerin, onları okuyacak ve okullara yazılacak öğrencilerin bulunduğu bir ortamda kâğıda dökülmesi olduğunu söyleyebiliriz. 182 CEVİZCİ, age. s. 21

214 206 SONUÇ Yunanlıların bilimde, felsefede, edebiyatta ve güzel sanatlarda kaydettikleri büyük başarıyı ifade etmek için "Yunan mucizesi" tabiri kullanılmıştır. Bu söz Yunan başarılarının açıklamasının imkânsız olduğunu ifade etmektedir. Yunan mucizesi sözü, gerek bilimde bu başarıları hazırlamış ve mümkün kılmış olan Yunan düşüncesinin ve entelektüel ortamının bu önemli başarıyı anlaşılabilir duruma sokması ve gerekse Yunanlıların kendilerinden daha eski medeniyetlere çok şeyler borçlu olmaları bakımından abartılı ve hatalı bir düşünceyi temsil eder. Her iki bakımdan da Yunanlıların bilimdeki hamlelerini tarihi devamlılık anlayışı içinde açıklamanın mümkün olduğunu söylemek tamamen yerinde olur. Tarih olaylarının kesin izahını vermenin genellikle güç olduğu tezi savunulabilir. Fakat burada, yani Yunan biliminin doğuşu ve gelişmesinde, istisnai bir durumla karşılaşıldığı şeklinde bir iddia ileri sürülmesi makul ve isabetli değildir. Çivi yazılı tabletler üzerinde yapılan araştırmalar Mezopotamyalıların bilimsel bilgi hakkında daha önce pek tahmin edilmemiş olan ve beklenmeyen birtakım gerçekleri gün ışığına çıkarmıştır. Bu husus bugün net olarak biliniyor ki Mezopotamyalıların matematik ve astronomideki bilgileri aradaki yüzyıllara rağmen Yunanlılarınkilerle kıyaslanabilecek bir durumdaydı. Hayli gelişmiş bir cebirleri ve matematiğe dayanan oldukça sistemli bir astronomileri vardı. Yunanlıların yalnız matematik ve astronomide değil, tıp alanında da Mezopotamyalılardan önemli ölçüde yararlar sağladıkları açıklıkla görülmektedir. Yunan bilimi bu yeni bilgilerimiz karşısında mucize ışığa bürünen içeriğini tamamen kaybetmiştir. Yunan mucizesi sözü, bilgimizin çok noksan olduğu zamanların damgasını

215 207 taşımaktadır ve Yunan bilimi değerinden hiç bir şey kaybetmemiş olmasına rağmen, bugün artık eskimiş bir sözdür. Özellikle astronomide Yunanlıların Mezopotamyalılardan Helenistik çağda önemli ölçüde faydalanmış oldukları görülüyor. Bunun iki sebebi olduğu söylenebilir. Bir defa, Mezopotamya astronomisi Helenistik çağda çok büyük gelişme göstermiştir. Ayrıca, Yunan astronomi ve geometrisi ancak Helenistik çağda Mezopotamya astronomisinin bu gelişmiş şeklinden hakkıyla faydalanabilecek bir seviyeye yükselebilmişti. Bunlara ilave olarak, Helenistik çağda bu medeniyetler arasındaki kültürel temasın azami haddine erişmiş olması da şüphesiz bu bakımdan önemli bir etkendir. Yunan biliminin doğuşunu ve ilk gelişmelerini mümkün kılmış olan etkenler arasında bir kısmının Yunan düşüncesinde, Yunanlıların dünya görüşünde, Yunan entelektüel ortamında aranması gerektiğinde şüphe yoktur. Bu etkenler konumuzu ilk elden ilgilendirmektedir. Çünkü Yunan medeniyetinin doğuşu ve ilk gelişmeleri söz konusu edildiğinde bunların dikkate alınması zorunlu olmaktan başka, bu etkenlerin de Yunan medeniyeti ile Mısır ve Mezopotamya medeniyetleri arasında köklü bağlar ve ihmal edilemeyecek önemde tarihi devamlılık bulunduğuna tanıklık ettiği görülmektedir. Şimdi bu etkenlerin neler olabileceğini görelim. Yunan anavatanında muhtemelen Milattan önce sekizinci yüzyılda yazılmış olan Heziyod'un Theogoni adlı kitabında kaos fikriyle karşılaşılıyor. Başka bir deyimle bu eserde yoktan var olma anlamında bir yaradılış fikrinin karşıtı olan bir düşünce yer almaktadır. Eser, yaradılışın kaos'tan nizama, karmakarışıklıktan belirliliğe ve düzene geçme şeklinde tasavvur edilmesi düşüncesini temsil ediyor. Çekirdeğine Mezopotamyalılarda da rastlanan bu fikir kozmoloji konusunun potansiyel bir anlamda bilimsel olarak ele alınması eğilimine işaret etmekte, ya da böyle bir kavrayış tarzı için çığır açmaktadır.

216 208 Konusu tanrıların doğuşu ve kökeni olan Theogoni ile evrenin doğuşu ve meydana gelişini ele alan kozmogoni, Yunan mitolojisinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlı konulardı. Heziyod'da evrenin bir anlamda, tamamıyla dini bir dünya görüşüne bağlı kalmayarak açıklanmasının bir ilkel denemesiyle karşı karşıya bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Bu antik Yunan dünya görüşü, bu sebeple, kozmogoninin kozmolojiye istihalesini ve evrenin kökeni ve doğuşu konusunun bir düşünce çerçevesi içinde tasavvur edilmesini kolaylaştırmış, hiç değilse mümkün kılmıştır. Gerçekten, Yunanlılarda bilimsel ve felsefi düşünce ilkin kozmogoni alanında tomurcuklanmış, ilk kez kozmoloji konusu üzerine eğilmiştir. Yunan bilimi ve felsefi düşüncesinin, temelde, Yunan mitolojisiyle bazı önemli irtibat noktaları bulunduğu gözlemliyoruz. Bu itibarla, Yunan mitolojisinin Mezopotamya ve Hitit mitolojilerinden etkilenmiş olması çok ilgi çekicidir. İlk mitolojik tanrılara Sumerlerde rastladığımız gibi tanrıları hiçe sayan ilk insanlara da yine Sumerlerde rastlıyoruz. Felsefi düşüncenin temeli mitolojik düşüncedir. Özellikle antikçağ Yunan felsefesinde mitolojik düşüncenin izlerine Platon da bile rastlanır. Hint, Çin, İran vb. gibi ulusların ilk felsefeleri mitolojileriyle kaynaşıktır. Bu bakımdan Gılgamış ın önemi bugün insanlığın elinde bulunan en eski mitolojik metin olmasıdır. İnsanlığın en eski destanı olan Gılgamış Destanı, düşünce yapısı bakımından da mitolojik kalıntıların en ilgincidir. Babillilerin ilk sözcükleriyle adlandırdıkları destan Sha Nagba İmuru [Her şeyi görmüş olan] deyimiyle anılır. Sumer, Asur, Akad vb. gibi çeşitli Mezopotamya topluluklarınca işlenmiş olan destanın bugün elde bulunan metni Sumerlerden kalmadır. Bu destanın bulunmasıyla Herakles mitosu ve Tufan öyküsü gibi birçok gelişmiş mitlerin kaynakları da meydana çıkmış olmaktadır. Destan temel düşünce olarak, doğanın sırlarını bilmek isteyen insanın araştırıcı çabasını işler ve tanrılara bile kafa tutacak ölçüdeki gücünü belirtir. Ölümsüzlüğün insan için olanaksız olduğunu saptar. İnsan, karşısına çıkacak doğa engellerini aşarak kendi yolunu kendi yaratacaktır.

217 209 Destan, aynı zamanda, insanın idealist düşlerle kendini kendine yabancılaştırmadan önce çok daha gerçekçi bulunduğunu da kanıtlamaktadır. Tanrılar, insana yardım etmemekte, tersine, güçlükler çıkarmaktadır. İnsan bu güçlükleri kendi alın teriyle, bilinçli çabasıyla yenmektedir. Destanın bir başka özelliğide, insanın inançla değil, bilgiyle hareket etmesi gerektiğini belirtmesidir. Gılgamış inanmaz, ancak her şeyi görüp bilir [Sha Nagba İmuru]. Bilmek ve anlamak, onun insanlık niteliğidir. Gılgamış, efsaneleştirilmiş gerçek bir kahraman sanılmaktadır. Kimi araştırmacılara göre Mezopotamya da yaşamış ve hüküm sürmüştür. Ünlü destanlarında yarı insan, yarı tanrı sayılmıştır. Kimi yorumculara göre de tanrılara kafa tutan insanın, insan gücünün simgesidir. Gördüğü işler, tıpkı Yunan mitolojisindeki Herakles in işleri gibi on iki tanedir. Bu çok eski mitosun Herakles mitosunu geniş ölçüde etkilediği bellidir. Heziyod'un Theogoni'sinde Zeus'un ilkin gök tanrısı olması, daha sonra da baş tanrılık payesine yükselmesi yolunda geçmiş olan birtakım mücadeleler üzerinde duruluyor. Bunlardan birincisi için, yani Zeus'un gök tanrılığı mertebesine erişmesi yolunda girişilmiş olan acayip mücadelenin çeşitli aşamalarını aşağı yukarı bütün detaylarıyla Kumarbi mitosunda bulunduğu daha önce söz konusu edildi. Kumarbi mitosu bize noksansız olarak Hurrilerden intikal etmiş olduğu gibi, Hititlilerde de bu efsane mevcuttu. Kumarbi efsanesinin asıl kökeni ise Mezopotamya'dır. Yunanlılara Fenikeliler ve Kıbrıs yoluyla geçmiş olduğu anlaşılmaktadır. Zeus, gök tanrısı olduktan sonra, Titan adıyla anılan tanrılarla çetin savaşlar yaparak bu savaşlar sonunda baş tanrı mertebesine yükselmiştir. Yunan mitolojisinin Heziyod'da teferruatıyla karşılaşılan bu kısmının da yine Anadolu ve Mezopotamya kökenli olduğunun oldukça kesinlikle söylenebileceği sonucuna varılmıştır. Baş tanrı olma yolundaki bu mücadeleler, çeşitli safhalarıyla, antik Yakın Doğu ve Orta Doğu din ye efsanelerinde yaygın olarak karşılaşılan bir zihniyeti, iyi ile kötünün, hayatla ölümün, aydınlıkla karanlığın, nizamla düzensizliğin, yani bir takım zıt çiftlerin

218 210 savaşını sembolize etmektedir. Yunan mistisizmi bu efsanelere dayanmış, bunları insanın kökenine bağlamak ve soyutlaştırmak suretiyle geliştirmiştir. Kaos fikrinin, ilkel şekliyle Mezopotamya ve dolaylarında görülmesinin de bu fikir aktarımının süreçleriyle ilgili olarak önem taşıdığına şüphe etmemek gerekir. Başka bir deyişle, bu Yunan düşüncesinin kökenini de Mezopotamya da aramak doğru olur. Yunan felsefecileri dinlerini çeşitli felsefi süzgeçlerden geçirerek biçim değiştirmiştir. Tanrı kavramını daha soyut bir hale sokmuşlar ve antropomorfizmden uzaklaştırmışlardır. Fakat buna rağmen Yunan felsefecilerinin ve bilim adamlarının genellikle dinsiz oldukları söylenemez. Yazılarına bakılırsa, dini merasim ve ayinlere saygı gösterme ve tanrılara, felsefi bir anlayışla da olsa, inanma anlamında dindar oldukları görülüyor. Anlaşıldığına göre, dini inancı bu sınırlarla tanımlamak Yunan düşüncesine tamamen uygun düşmekteydi. Anaksagoras ile Sokrates'in dinsizlikle suçlanmaları gibi örneklerin sayısı küçük de olsa, bunlar Yunan dininin felsefi düşünceye elverişli bir ortam teşkil etmemiş olduğu izlenimini uyandırabilir. Fakat bunların normal bir durumu temsil etmedikleri anlaşılmaktadır. Yunan dini ve mitolojisi ile Yunan felsefesi arasında bir devamlılık bulunduğu tezini, ilk Yunan felsefecilerinin eski geleneklerden tamamen ayrılmamış oldukları ve düşüncelerinde kendilerinden önceki dünya görüşünden apaçık izler bulunduğunu görmek mümkündür. Ayrıca, Yunan felsefecilerinin kendileri de Yunan felsefesi ile dinini ve mitolojisini kesin bir sınırla birbirinden ayırmamakta, kozmogonileriyle kozmolojilerinin birbirlerinin içine geçip kaynaştığını, aralarında kesintisiz bir geçiş bulunduğunu kabul etmektedirler. Mitolojiye göre, Zeus'un oğlu olan Diyonizos'u Titan adlı tanrılar öldürmüşlerdir. Yalnız, kalbi, Athena tarafından alınarak Zeus'a getirilmiş, Zeus bu kalbi yiyip bunun yardımıyla ikinci bir Diyonizos'un doğmasına sebep olmuş, Titan'ları da yıldırımla imha ederek küllerinden insanı yaratmıştır.

219 211 Titan'ların külünden meydana gelmiş olduğundan, insanın tabiatında günahkârlık fakat bu külde Diyonizos'un maddesi bulunduğundan bu yoldan da insanda bir tanrılık izi mevcuttur. Orfizm veya Diyonizos kültü iyiliğin ve fenalığın kökenini bu yolla izah ediyordu. Orfizm ruhun ölmezliği ve ruhun göçü düşüncelerine dayanmaktaydı. Ayrıca, ruhun bedene girmekle düşmüş ve aşağılanmış olduğu kabul ediliyor, belli yollardan çeşitli arınmalarla ve muhtelif göç basamaklarından geçerek ruhun tanrılıkla birleşme imkânına sahip bulunduğuna inanılıyordu. Ruhun bedende bulunmasının ruh için bir aşağılama, bir alçalma, teşkil ettiği fikri Homeros'taki hümanizm anlayışına aykırı düşmektedir. Öte yandan, aynı içerikte bir düşünce olarak, insanın eski bir altın çağından gerek maddi ve gerekse manevi bakımdan sukut etmiş olduğu kanaatine de Heziyod'da rastlanmaktadır. Homeros'takinin tersine, Heziyod'da insanların ölümden sonra cezalandırılmaları ve mükâfatlandırılmaları fikriyle karşılaşılır. Diyonizos'a ilişkin yukarıdaki hikâyede görüldüğü üzere, Zeus insanı yaratmıştır. Ayrıca, Heziyod'a göre, Zeus insanların dünyadaki fiillerini kontrol eder ve bu kontrolü yapmak için birçok aracılara sahiptir. Orfizm ve Eleusis kültleri Platon'u büyük ölçüde etkilemiştir. Platon ruhun kökeni ve içeriğini, ruhun ölmezliğini ve ahret kavramını bu kültlerin görüşleri ışığı altında felsefi açıdan incelemekte, onun bu düşünceleri Sokrates ve Pitagorcular yoluyla bu iki kült inançlarına dayanmakta, onlara geri gitmektedir. Yalnız burada şu önemli fark var ki, Sokrates'le Platon'da bu kültlerdeki arınma ayinleri yerlerini rasyonel düşünce ve davranışa, Pitagorcular da da hiç olmazsa kısmen, matematiğe bırakmıştır. Böylece, rasyonel düşünce zihniyetinin geleneklerle bir nevi birleşmesi ya da irtibat kurmasının burada ilgi çekici bir örneği ile karşılaşmış oluyoruz.

220 212 Eski geleneklerin Platon'da ikinci bir yoldan devamına da burada işaret etmek yerinde olur. Evrenin rasyonel bir düzen olarak açıklanması teşebbüsleri üzerine, kozmogoninin veya kozmolojik mitolojinin gerçek varlıkla olan bağlantısı kaybolmaya ve ortadan kalkmaya başlamıştı. Fakat dikkate değer ki Platon'da gerçeğin mitos yardımıyla açıklanıp belirlenebileceği, tam olmasa bile sembolik ve yaklaşık bir şekilde ifade edilebileceği inancı ile karşılaşılıyor. Böylece, Platon'da eski geleneklerin sadece bazı teferruatının değil, ruhunun da devam ettiği söylenebilir. Yunan dini ve mitolojisindeki söz konusu düşünceler Yunan felsefesinin çeşitli bölümlerinde izlerini bırakmış ya da önemli yankılar yapmıştır. Hatta aralarında bir devamlılık mevcuttur. Bununla beraber, bu ortamın arz ettiği olumlu imkânların Yunan felsefi düşüncesinin doğması için yeterli bir faktörler koleksiyonunu bağrında topladığını düşünmek abartılı olur. Yunan felsefi ve rasyonel düşüncesi seviyesine erişilmesi için dini ve mitolojik dünya görüşünün hâkimiyet ve otoritesinden sıyrılmak zorunlu idi. Veya karşılıklı olarak, bu felsefi ve bilimsel düşüncenin ışığı altındaki eski geleneklerin olduğu gibi kalması, tenkitçi düşüncenin açık etkileri altında önemli değişimlere uğramaması imkânsızdı. Gerek teferruat bilgisi ve gerekse bilimsel anlayış, zihniyet ve metot bakımından Yunanlıların Mezopotamya dan büyük istifadeler sağladıkları, bilimlerini bu temeller üzerinde geliştirdikleri ve Yunan bilimi ile daha önceki Mezopotamya bilimleri arasındaki farkın içerik farkı olmaktan fazla bir gelişim derecesi ve seviyesi farkı olduğu görülmektedir. Thales ile Pitagorcular bilimsel bilgileri ve ayrıca özellikle Mezopotamyalıların biliminden faydalanmış oldukları hakkında Yunanca kaynaklarda yapılan açıklamalar, Mezopotamya çivi yazılı tabletlerden derlenen bilgiler tarafından ister istemez dolaylı fakat kesin bir şekilde doğrulanmakta ve teyit edilmektedir. Çünkü kaynaklarımızın Thales ile Pitagorculara atfettikleri bilgilerin Mezopotamya da mevcut olduğu görülüyor.

221 213 Böylece Mezopotamya bilimine ilişkin keşifler, sırf Yunanca kaynaklara dayanılarak elde edilmesi mümkün bilgilerde ve bunlar üzerinde yürütülmüş olan düşünce ve yorumlarda daha emin sonuçlara varmayı ve tercihler yapmayı mümkün kılmaktadır. Bu tezin çeşitli bölümlerinde gösterilmeye çalışıldığı üzere, Yunan bilimi ilk gelişme çağlarından itibaren Mezopotamya dan etkilenmeye başlamış, Yunanlılar Mezopotamya bilimlerinden daha başlangıçtan itibaren büyük ölçüde faydalanmışlardır. Böylece, Yunan bilimi ile Mezopotamya bilimleri arasında gerek bilgi ve gerekse zihniyet bakımından tam bir tarihi devamlılık bulunmakta, günümüz bilimlerinin kökeni gerçek anlamıyla her bakımdan Mezopotamya ya kadar gitmektedir.

222 214 KAYNAKÇA AGİZZA, Rosa. Antik Yunanda Mitoloji Masallar ve Söylenceler, çev. Zühre İlkgen, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2001 AKURGAL, Ekrem. Anadolu Kültür Tarihi, TÜBİTAK Yayınları, Ankara 2005 AKURGAL, Ekrem. Anadolu Uygarlıkları, Net Turistik Yayınları, İstanbul 2007 ANDRE-SALVİNİ, Beatrice. Babil, çev. Ela Uluatam, Dost Kitapevi, Ankara 2006 ARIK, R. Oğuz. Proto Etilere Dair, 2. T. T. Kongresi Bildirileri, Ankara ARMSTRONG, Karen. Mitlerin Kısa Tarihi, çev. Dilek Şendil, Merkez Kitapçılık ve Yayıncılık, İstanbul 2005 ATEŞ, Mehmet. Mitolojiler ve Semboller; Anatanrıça ve Doğurganlık Sembolleri, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul 2002 AYDIN, Ayhan. Düşünce Tarihi ve İnsanın Doğası, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 2000 BAŞDEMİR, Kürşat. Eski Anadolu, Kaynak Yayınları, İstanbul 2003 BAYAT, Fuzuli. Mitolojiye Giriş, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2007 BAYRAK, M. Faruk. Doğunun ve Batının Yerelliği, Alfa Basım Yayım, İstanbul, 2004 BİLGİÇ, Emin. Tufan Efsanesi, Türk Ansiklopedisi, Ankara, 1982 Cilt 31 BİLGİÇ, Emin. Kapadokya Tabletleri; Bunlardan Koloni ve Anadolu Tarihi Hakkında Çıkan Neticeler, I. Kayseri ve Kültür ve Sanat Haftası Konuşmaları ve Tebliğleri, 7 13 Nisan 1986, Kayseri. BİLGİÇ, Emin. M.Ö Yıllarında Yazılmış Vesikalardan Anadolu nun İlk Tarihi Çağı Hakkında Elde Edilen Bazı Mühim Neticeler, 3. T. T. K. Kongresi Bildirileri, Ankara, Kapadokya Tabletlerine Göre Anadolu Kavimleri Üzerine Araştırmalar, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. 2, S.1, Ankara, 1943

223 Anadolu nun İlk Tarihi Çağının Ana Hatları ile Rekonstrüksiyonu, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. 6, Sa. 5, Ankara, M.Ö yıllarında Anadolu Kavimleri, 3. T. T. K. Kongresi Bildirileri, Ankara, M.Ö. İki bin Yıllarında Mezopotamya-Anadolu Arasındaki Ticari İktisadi Münasebetler, 9. Coğrafya Meslek Haftası, Tebliğler ve Konferanslar Aralık 1954 BLACK, Jeremy, GREEN, Anthony. Mezopotamya Mitoloji Sözlüğü, çev. Yasemin Birhekimoğlu, Aram Yayıncılık, İstanbul, 2003 BONNARD, Andre. Antik Yunan Uygarlığı, çev. Kerem Kurtgözü, Evrensel Basım, İstanbul, 2005 BOTTERO, Jean. Eski Yakındoğu; Sümerden Kutsal Kitaba, çev. Mehmet Emin Özcan, Dost Kitapevi, Ankara, 2005 BOTTERO, Jean. Mezopotamya, çev. Mehmet Emin Özcan, Dost Kitapevi, Ankara, 2003 BOTTERO, Jean. Kültürümüzün Şafağı Babil, çev. Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2003 BOTTERO, Jean/ STEVE, Marie Joseph. Evvel Zaman İçinde Mezopotamya, çev. Mehmet Emin Özcan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002 BRAEM, Harald. Uruk Aslanı Gılgameş; Mitolojinin Romanı, çev. Atilla Dirim, Yurt Kitap Yayın, Ankara 1998 CAN, Şefik. Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılâp Yayınları, İstanbul 1970 CEVİZOĞLU, Hulki. Tarih Türklerde Başlar; Türk Dilinin Kökleri, Ceviz Kabuğu Yayınları, İstanbul, 2004 CEVİZCİ, Ahmet. İlkçağ Felsefesi Tarihi, Asa Kitapevi, Bursa, 2001 COPLESTON, Frederick. Helenistik Felsefe, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 1996 COPLESTON, Frederick. Ön Sokratikler ve Sokrates. Yunan ve Roma Felsefesi, Cilt 1, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2001 CÖMERT, Bedrettin. Mitoloji Sözlüğü, H.Ü. Yayınları, Ankara 1980

224 216 CREAM, C.W. Tanrıların Vatanı Anadolu, çev. Esat Nermi Erender, Remzi Kitapevi, İstanbul 1994 ÇEÇEN, Salih. Yeni Kültepe Metinleri ne Göre Yerli-Asurlu Münasebetleri, I. Uluslar arası Hititoloji Kongresi Bildirisi, Temmuz, 1990, Çorum. ÇIĞ, Muazzez İlmiye. Kur an, İncil ve Tevrat ın Sümerdeki Kökeni, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005 DESTİ, Marc. Anadolu Uygarlıkları, çev. Muna Cedden, Dost Kitapevi, Ankara 2005 ERGİNÖZ, Gaye Şahinbaş. Hititlerde Anatomi ve Tıp, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fak. Yay. İstanbul 1999 ERGÜVEN, Abdullah Rıza. Tanrıları Nasıl Yarattık/Tanrıların Ölümü, Berfin Yayınları, İstanbul, 2001 ERHAT, Azra. Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İstanbul 1984 ELİADE, Mircea. Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, 3. Cilt, çev. Ali Berktay, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2002 ELİADE, Mircea. Babil Simyası ve Kozmolojisi, çev. Mehmet Emin Özcan, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2002 ESTİN, C./ LAPORTE, H. Yunan ve Roma Mitolojisi, çev. Musa Eran, TÜBİTAK yayınları, Ankara 2003 EYÜPOĞLU, İsmet Zeki. Tanrı Yaratan Toprak Anadolu, Der Yayınları, İstanbul 2007 FİNK, Gerhard. Antik Mitolojide Kim Kimdir, Serpil Erfındık Yalçın, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 1997 GALANTİ, Avram. Türklük İncelemeleri, çev. Önder Kaya, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2005 GEREY, Begmyrat Yıllık Sümer-Türkmen Bağları, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2005 GEORGES, Jean. Yazı; İnsanlığın Belleği, çev. Banu Kaşıkçı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002 GÖNÜL, Levent. Toprak Ana ve Gökyüzü; Yunan Mitolojisi, Dünya Mitolojisi 1, Bileşim Yayınları, İstanbul 2004

225 217 GREGORY, Andrew. Evraka! Bilimin Doğuşu, çev. Emine Ayhan, Güncel Yayıncılık, İstanbul, 2005 GURNEY, O. R. Hititler, çev. Pınar Arpaçay, Dost Kitapevi, Ankara 2001 GÜNDÜZ, Altay. Mezopotamya ve Eski Mısır, Büke Yayınları, İstanbul 2002 GÜNALTAY, Şemsendin. Yakın Şark II Anadolu ( En Eski Çağlardan Ahameniş ler İstilasına Kadar ), T.T. Kurumu Basımevi, Ankara, 1987 HEİDEL, Alexander. Enuma Eliş / Babil Yaratılış Destanı, çev. İsmet Birkan, Ayraç Yayınları, Ankara, 2000 HIRÇIN, Selen. Çivi Yazısı (Ortaya Çıkışı, Gelişmesi ve Çözümü), Ege Yayınları, İstanbul 2004 HANÇERLİOĞLU, Orhan. Düşünce Tarihi, Remzi Kitapevi, İstanbul 1993 HOMEROS. İlyada, çev. Azra Erhat, Arkadaş Yayınevi, Ankara 2004 HOMEROS. Odysseia, çev. Azra Erhat, Can Yayınları, İstanbul 1997 HOOKE, Samuel Henry. Ortadoğu Mitolojisi, çev. Alâeddin Şenel, İmge Yayınevi, Ankara 2000 İNAN, Yalçın. Kozmostan Kuantuma, Mavi ada Yayınları, İstanbul, 2000 KARABIYIK, Halil. Babillilerden Günümüze Kozmoloji, İmge Kitapevi, Ankara, 2001 KARAUĞUZ, Güngör. Hitit Mitolojisi, Çizgi Kitapevi Yayınları, Konya 2001 KANSU, Ş. Aziz. İnsanlığın Kaynakları ve İlk Medeniyetler, T.T. Kurumu Yayınları, Ankara, KİRSCHBAUM, Eva Cancik. Asurlular; Tarih, Toplum, Kültür, çev. Aslı Yarbaş, İlya Yayınları, İzmir 2005 KLENGEL, Horst. Kral Hammurabi ve Babil Günlüğü, çev. Nesrin Oral, Telos Yayınları, İstanbul 2002 KÖSE, Aynur. Mitolojik Hikâyeler Coğrafyası, Karçiçekleri Dergisi s. 2 Haziran 2005 KÖROĞLU, Kemalettin. Eski Mzopotamya Tarihi; Başlangıcından Perslere Kadar, İletişim Yayınları, İstanbul 2006

226 218 KÖHLMEİER, Michael. Tanrıların Masalları; Mitolojinin Öyküsü, çev. Atilla Dirim, Yurt Kitap Yayın, İstanbul 2001 KRAMER, Samuel Noah. Sümer Mitolojisi, çev. Hamide Koyukan, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2001 KRAMER, Samuel Noah. Sümerler, çev. Özcan Buze, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2002 KRAMER, Samuel Noah. Tarih Sümerde Başlar, çev. Hamide Koyukan, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 1999 KSENOPHON. Evrenin Yapısı, çev. Tomris Uyar, İyi Şeyler Yayıncılık, İstanbul, 2000 KINAL, Füruzan. Eski Anadolu Tarihi, T. T. Kurumu Basımevi, Ankara, 1991 LLOYD, Seton. Türkiye nin Tarihi, çev. Ender Varinlioğlu, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 50, Ankara, 1997 LİNGS, Martin. Antik İnançlar Modern Hurafeler, çev. Enes Harman, Ufuk Uyan, Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 2000 MANSEL, Arif Müfit. Ege ve Yunan Tarihi, T.T.K. Yayını, Ankara 1988 MARTİNO, De Stefano. Hititler, çev. Erendiz Özboyoğlu, Dost Kitapevi, Ankara 2006 MEMİŞ, Ekrem. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya, 1989 MEYDAN, Sinan. Son Truvalılar; Truvalılar, Türkler ve Atatürk, Truva Yayınları, İstanbul 2006 MEZOPOTAMYA ve ESKİ YAKINDOĞU, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, MCLELLAN, JAMES E.DORN H. Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, çev. Haydar Yalçın, Arkadaş Yayınları, Ankara 2006 MUTLU, Belkıs. Batı Sanatında Biçimlenme ve Doğu Akdeniz, İ.D.G.S. Akademisi Yayını, İstanbul 1977 NİRUN, M. Ata. Nuh un Seyir Defteri, Kozmik Kitapları, İstanbul, 2006 OATES, Joan. Babil, çev. Fatma Çizmeli, Arkadaş Yayınları, İstanbul, 2004

227 219 ÖRNEK, Sedat Veyis. İlkellerde Din Büyü Sanat, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1995 ÖGEL, Bahattin. Türk Mitolojisi, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Derneği Yayını, Ankara, 1971 ÖZGÜÇ, Tahsin. Anitta Hançeri, Belleten, C. XX, Sa , Ankara, 1956 PETERS, F. E. Antik Yunan Felsefesi Terimler Sözlüğü, Hakkı Hünler, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2005 PLATON, EFLATUN, ARİSTOTALES. Ruh Üzerine, çev. Saffet Babür, İmge Yayınevi, İstanbul, 1996 RONAN, Colin A. Bilim Tarihi, çev. Feza Günergün, Ekmeleddin İhsanoğlu, Tübitak Yayınları, Ankara 2005 ROAF, Michael. Mezopotamya ve Eski Yakındoğu, çev. Zülal Kılıç, İletişim Yayınları, İstanbul 1996 RYAN, William ve PİTMAN, Walter. Nuh Tufanı, çev. Dursun Bayrak, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2003 RÜŞD, İbn. Felsefe-Din İlişkileri Faslu l-makal el-keşf Minhaci l-edille, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2004 SARTON, George. Antik Bilim Modern Uygarlık, çev. Remzi Demir, Gündoğan Yayınları, Ankara 1995 SAYILI, Aydın. Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991 SEGAL, E. İLİNE, M. İnsan Nasıl İnsan Oldu, çev. Ahmet Zekerya, Say Yayınları, İstanbul 2006 SEVİN, Veli. Anadolu Arkeolojisinin ABC si, Ercan Ofset, İstanbul, 1994 SEVER, Hüseyin. Yeni Belgelerin Işığında Koloni Çağında ( M.Ö ) Yerli Halk İle Asurlu Tüccarlar Arasındaki İlişkiler, Belleten, C. LIX, Nisan Kültepe Tabletlerinin Anadolu Tarihi ve Kültür Tarihi Bakımından Önemi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Dergisi, C. XXXV, Sa.2, Ankara, 1991

228 220 SEVER, Hüseyin ve S. ÇEÇEN. Kültepe deki II. Tabaka Vesikalarına Göre Anadolu nun Siyasi Tarihi İle İlgili Yeni Gelişmeler, XI. T.T. Kongresi Bildirileri, 5 9 Eylül-1990Ankara ŞAHİN, H. Ali. Asur Ticaret Kolonileri Çağında Anadolu da Dini Hayat, II. Kayseri ve Yöresi Tarih Sempozyumu ve Bildirileri, Nisan 1997, Kayseri, 1998 ŞATIR, Sabri. Başlangıçta Bilgisizlik ve Korku Vardı; Düşünmenin Öyküsü Pan Yayıncılık, İstanbul, 2001 ŞENEL, Adnan. Doğu ve Batıda Düşüncenin Temelleri, Kamer Yayınları, İstanbul, 1993 ŞENEL, Adnan. İnsanlık Tarihi, İmge Yayıncılık, Ankara, 2006 TAYLAN, Necip. Düşünce Tarihinde Tanrı Sorunu, Şehir Yayınları, İstanbul, 2000 TERESİ, Dick. Kayıp Keşifler/Modern Bilimin Antik Kökleri, çev. İbrahim Şener, İzdüşüm Yayıncılık, İstanbul, 2005 TEPE, Harun. Platondan Habermas a Felsefede Doğruluk ve Hakikat, Ark Yayınları, Ankara, 1995 THOMPSON, George. İlk Filozoflar; Eski Yunan Toplumu Üzerine İncelemeler, çev. Mehmet H. Doğan, Payel Yayınları, İstanbul, 1997 TUNA, Osman Nedim. Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk Dilinin Yaşı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1997 TUNCER, Ömer. İşte Anadolu, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1999 TOSUN, Mebrure. Sümer, Babil ve Asurlularda Hukuk, Kanun ve Adalet Kavramları, Belleten 37. Cilt, Ankara,1973 UHLIG, Helmut. Avrupa nın Anası Anadolu, çev. Yasemin Bayer, Telos Yayınları, İstanbul 2007 UHLİG, Helmut. Sümerler: Tarihin Başlangıcında Bir Halk, çev. Nilgün Ersoy, Telos Yayıncılık, İstanbul, 2006 UMAR, Bilge. İlkçağda Türkiye Halkı, İnkılâp Kitapevi Yayınları, İstanbul, 1999 ÜLGER, İbrahim Gılgameş; Işığın Kaynağı Doğu, Berfin Yayınları, İstanbul 2002

229 221 ÜNAL, Ahmet. Hititler-Etiler ve Anadolu Uygarlıkları, Etibank Yayınları, Ankara, 1999 VERNANT, Jean-Pierre. Eski Yunanda Söylen ve Toplum, çev. Mehmet Emin Özcan, İmge Yayınları, Ankara, 1996 VERNANT, Jean-Pierre. Yunan Düşüncesinin Kaynakları, çev. Hüseyin Portakal, Cem Yayınevi, İstanbul 2002 YILDIRIM, Recep. Ön Asya Tarih ve Uygarlıkları, Meram Yayıncılık, İzmir, 1996 YETKİN, Çetin. Siyasal Düşünceler Tarihi 1/ Mezopotamya-Hint-Çin- Yunan-Roma, Salyangoz Yayınları, İstanbul 2005 ZELLER, Edward. Grek Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Aydoğan, İz Yayıncılık, İstanbul 2006

230 222 EKLER Harita1

231 Harita 2 223

232 224 Harita 3 Harita 4

İLK ÇAĞ UYGARLIKLARI MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI MISIR UYGARLIĞI İRAN UYGARLIĞI HİNT UYGARLIĞI ÇİN UYGARLIĞI DOĞU AKDENİZ UYGARLIĞI

İLK ÇAĞ UYGARLIKLARI MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI MISIR UYGARLIĞI İRAN UYGARLIĞI HİNT UYGARLIĞI ÇİN UYGARLIĞI DOĞU AKDENİZ UYGARLIĞI İLK ÇAĞ UYGARLIKLARI MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI MISIR UYGARLIĞI İRAN UYGARLIĞI HİNT UYGARLIĞI ÇİN UYGARLIĞI DOĞU AKDENİZ UYGARLIĞI MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI Kelime anlamı İki nehrin arası olan Mezopotamya,

Detaylı

Arap Yarımadasından Mezopotamya'ya gelen Sami kökenli bir kavimdir.

Arap Yarımadasından Mezopotamya'ya gelen Sami kökenli bir kavimdir. Akadlar,Babiller,Asurlular ve Elamlılar Video Ders Anlatımı AKADLAR M.Ö. 2350 2150 Arap Yarımadasından Mezopotamya'ya gelen Sami kökenli bir kavimdir. Samiler tarafından Orta Mezopotamya da Kral Sargon

Detaylı

COĞRAFİK UYGARLIKLAR. Mezopotamya ya kurulmuş devletler: Sümerler, Akadlar, Babiller, Assurlar ve Elamlılar dır. SÜMERLER AKADLAR ASSURLAR BABİLLER

COĞRAFİK UYGARLIKLAR. Mezopotamya ya kurulmuş devletler: Sümerler, Akadlar, Babiller, Assurlar ve Elamlılar dır. SÜMERLER AKADLAR ASSURLAR BABİLLER COĞRAFİK Mezopotamya, günümüz sınırlarına göre çoğu Irak ta bulunan ve arabistana kadar uzanan dar ve uzun bir platodur. Dicle ve Fırat nehirlerin arasına kurulmuş bu yer varlığının en önemli kısımlarını

Detaylı

ESKİÇAĞ TARİHİ ve UYGARLIKLARI-I 4.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. Eski DOĞU Sümerler

ESKİÇAĞ TARİHİ ve UYGARLIKLARI-I 4.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. Eski DOĞU Sümerler ESKİÇAĞ TARİHİ ve UYGARLIKLARI-I 4.Ders Dr. İsmail BAYTAK Eski DOĞU Sümerler Sümer Uygarlığı nın kökeninde OBEİD denilen Neolitik bir kültür var. Obeid Dönemi 5500-3500 (tarım ve hayvancılık yapan ilk

Detaylı

İktisat Tarihi II. 2. Hafta

İktisat Tarihi II. 2. Hafta İktisat Tarihi II 2. Hafta İKİNCİ DEVRİMİN BAŞLANGICI İkinci bir devrim kendine yeterli küçücük köyleri kalabalık kentler durumuna getirmiştir. Bu dönemde halk yerleşiktir. Köyün kendisi toprak elverdikçe

Detaylı

YERYÜZÜNDE YAŞAM ANADOLU VE MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI

YERYÜZÜNDE YAŞAM ANADOLU VE MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI YERYÜZÜNDE YAŞAM ANADOLU VE MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI ANADOLU VE MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI YUNAN ANADOLU MEZAPOTAMYA İRAN MISIR HİNT ANADOLU VE MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI GENEL ÖZELLİKLERİ: 1- Genellikle iklim

Detaylı

İktisat Tarihi II

İktisat Tarihi II İktisat Tarihi II 23.02.2018 İkincil özeklerde yalnızca ekonomik yapı benimsenmekle kalmamıştır. - Biblos - Kapadokya uygarlıkları birincil özeklerin yapısı ile zorlanmıştır. İkinci devrimin yaygınlaşmasında

Detaylı

-Anadolu Türkleri arasında efsane; menkabe, esatir ve mitoloji terimleri yaygınlık kazanmıştır.

-Anadolu Türkleri arasında efsane; menkabe, esatir ve mitoloji terimleri yaygınlık kazanmıştır. İçindekiler 1 Efsane Nedir? 2 Efsanenin Genel Özellikleri 3 Efsanelerin Oluşumu 4 Oluşumuyla İlgili Kuramlar 5 Efsanelerin Sınıflandırılması 6 Efsanelerde Konu ve Amaç 7 Efsanelerde Yapı, Dil ve Anlatım

Detaylı

1- Aşağıdakilerden hangisi tarih çağlarının başlangıcında ilkel endüstrinin ve sermaye birikiminin temelini oluşturmuştur.

1- Aşağıdakilerden hangisi tarih çağlarının başlangıcında ilkel endüstrinin ve sermaye birikiminin temelini oluşturmuştur. 1- Aşağıdakilerden hangisi tarih çağlarının başlangıcında ilkel endüstrinin ve sermaye birikiminin temelini oluşturmuştur. a) Tutsaklık düzeni b) Üretim artığının sağlanması c) Uzmanlaşmış zanaatçı sınıfı

Detaylı

İktisat Tarihi II. IV. Hafta

İktisat Tarihi II. IV. Hafta İktisat Tarihi II IV. Hafta İnsan Bilgisinde Devrim - devam Çağdaş yabanlarda olduğu gibi eski çağlarda tıp kuramının özü büyüydü. II. Devrimden sonra Babil de doktorlar aynı zamanda rahipti. Mısır da

Detaylı

URARTU UYGARLIĞI. Gülsevilcansel YILDIRIM

URARTU UYGARLIĞI. Gülsevilcansel YILDIRIM URARTU UYGARLIĞI Gülsevilcansel YILDIRIM 120213060 Urartular MÖ birinci yüzyılın başında, Van Gölü ve çevresinde önemli bir devlet Kuran ve günümüze kadar buradaki uygarlıkları etkilemiş bir kavimdir.

Detaylı

MİTOLOJİ İLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR

MİTOLOJİ İLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR MİTOLOJİ İLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR Mit, Mitoloji, Ritüel DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1 Kelime olarak Mit Yunanca myth, epos, logos Osmanlı Türkçesi esâtir, ustûre Türkiye Türkçesi: söylence DR. SÜHEYLA SARITAŞ

Detaylı

Şehir devletlerinin merkezlerinde tapınak bulunurdu. Yönetim binası, resmî yapılar ve pazar meydanları tapınağın etrafında yer alırdı.

Şehir devletlerinin merkezlerinde tapınak bulunurdu. Yönetim binası, resmî yapılar ve pazar meydanları tapınağın etrafında yer alırdı. M.Ö 2000 den itibaren Eski Yunan da ve Ege de polis adı verilen şehir devletleri ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlileri Atina,Sparta,Korint,Larissa ve Megara dır. Şehir devletlerinin merkezlerinde tapınak

Detaylı

İlkçağ Anadolu Uygarlıklarında Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Yapı Bağlamında Kütüphane/Arşiv Kurumu

İlkçağ Anadolu Uygarlıklarında Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Yapı Bağlamında Kütüphane/Arşiv Kurumu İlkçağ Anadolu Uygarlıklarında Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Yapı Bağlamında Kütüphane/Arşiv Kurumu Prof. Dr. Bülent Yılmaz Hacettepe Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü E-posta : byilmaz@hacettepe.edu.tr

Detaylı

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ZİRAAT FAKÜLTESİ PEYZAJ MİMARLIĞI BÖLÜMÜ MİMARLIK BİLGİSİ YUNAN UYGARLIĞI

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ZİRAAT FAKÜLTESİ PEYZAJ MİMARLIĞI BÖLÜMÜ MİMARLIK BİLGİSİ YUNAN UYGARLIĞI ANKARA ÜNİVERSİTESİ ZİRAAT FAKÜLTESİ PEYZAJ MİMARLIĞI BÖLÜMÜ MİMARLIK BİLGİSİ YUNAN UYGARLIĞI İÇİNDEKİLER Yunan Uygarlığı Hakkında Genel Bilgi Yunan Dönemi Kentleri Yunan Dönemi Şehir Yapısı Yunan Dönemi

Detaylı

YUNAN ANADOLU İRAN MISIR HİNT

YUNAN ANADOLU İRAN MISIR HİNT YUNAN ANADOLU İRAN MISIR HİNT Sümerler (M.Ö.4000-2350): İlk defa yazıyı kullandılar (M.Ö.3200). İlk siyasal örgütlenme Site şehir devletleri oluşturuldu. (Ur, Uruk, Kiş, Lagaş) İlk yazılı kanunları yapmışlardır.

Detaylı

İÇİNDEKİLER. Tarihteki Önemli Buluşlar Bilim, Türk ve İslam Devletlerinde yaşayan bilginler ile yükseliyor Coğrafi Keşifler...

İÇİNDEKİLER. Tarihteki Önemli Buluşlar Bilim, Türk ve İslam Devletlerinde yaşayan bilginler ile yükseliyor Coğrafi Keşifler... 4. ÜNİTE İÇİNDEKİLER Tarihteki Önemli Buluşlar... 6 Bilim, Türk ve İslam Devletlerinde yaşayan bilginler ile yükseliyor...21 Coğrafi Keşifler... 26 Rönesans... 32 Reform... 36 Mucitler... 43 Düşünce, sanat

Detaylı

Üstte, Lagaş Kralı Ur-Nanşe yaptırdığı tapınağa küfe taşıyor, karşısında karısı Kraliçe Abda

Üstte, Lagaş Kralı Ur-Nanşe yaptırdığı tapınağa küfe taşıyor, karşısında karısı Kraliçe Abda E T KİNLİK 4 MEZOPOTAMYA DA YÖNETİM K a yn a k 1 : Kay n a k 2 : Yayınları, 2. Baskı, 2006, s. 80) Kay n a k 3 : Babil Kralı Hammurabi, kanunlarının yazılı olduğu bazalt anıt üzerinde resmedilmiş. Karşısında,

Detaylı

Mitlerin Sınıflandırılması DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1

Mitlerin Sınıflandırılması DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1 Mitlerin Sınıflandırılması DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1 Mitlerin Sınıflandırılması Mitler ele aldıkları konular bakımından kendi içlerinde çeşitli şekillerde sınıflandırılırlar. Örneğin, İnsanın ve dünyanın geleceğini

Detaylı

Anadolu eski çağlardan beri insanların dikkatini çekmiş, önemli bir yerleşim ve uygarlık merkezi olmuştur.

Anadolu eski çağlardan beri insanların dikkatini çekmiş, önemli bir yerleşim ve uygarlık merkezi olmuştur. Bilim Tarihi I Ders Notları ESKİÇAĞ DA BİLİM ANADOLU MEDENİYETLERİ Anadolu eski çağlardan beri insanların dikkatini çekmiş, önemli bir yerleşim ve uygarlık merkezi olmuştur. Hititler Anadolu da kurulan

Detaylı

AST101 ASTRONOMİ TARİHİ

AST101 ASTRONOMİ TARİHİ AST101 ASTRONOMİ TARİHİ 2017-2018 Güz Dönemi (Z, UK:2, AKTS:3) 4. Kısım Doç. Dr. Kutluay YÜCE Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü Antik Yunan Bilimi Sokrat Öncesi Dönem

Detaylı

ASTRONOMİ TARİHİ. 1. Bölüm Bilim Tarihine Genel Bakış. Serdar Evren 2013

ASTRONOMİ TARİHİ. 1. Bölüm Bilim Tarihine Genel Bakış. Serdar Evren 2013 ASTRONOMİ TARİHİ 1. Bölüm Bilim Tarihine Genel Bakış Serdar Evren 2013 Fotoğraf: Eski Yunan mitolojisinde sırtında gök küresini taşıyan astronomi tanrısı, ATLAS. Bilim Tarihine Genel Bakış Modern bilimin

Detaylı

ANTİK ÇAĞDA ANADOLU ANATOLIA AT ANTIQUITY KONU 3 FRİGLER 1

ANTİK ÇAĞDA ANADOLU ANATOLIA AT ANTIQUITY KONU 3 FRİGLER 1 ANTİK ÇAĞDA ANADOLU ANATOLIA AT ANTIQUITY KONU 3 FRİGLER 1 Frigler Frigler Troya VII-a nın tahribinden (M.Ö. 1190) hemen sonra Anadolu ya Balkanlar üzerinden gelen Hint Avupa kökenli kavimlerden biridir.

Detaylı

Türklerin Anayurdu ve Göçler Video Ders Anlatımı

Türklerin Anayurdu ve Göçler Video Ders Anlatımı Türklerin Anayurdu ve Göçler Video Ders Anlatımı III. ÜNİTE TÜRKLERİN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI VE İLK TÜRK DEVLETLERİ ( BAŞLANGIÇTAN X. YÜZYILA KADAR ) A- TÜRKLERİN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI I-Türk Adının Anlamı

Detaylı

İktisat Tarihi II. III. Hafta

İktisat Tarihi II. III. Hafta İktisat Tarihi II III. Hafta İkinci Devrimin Başlangıcı Tarih öncesi marangozluğun tacı: TEKERLEK Tekerlek yalnızca taşıma işlerine devrim getirmekle kalmadı imalat endüstrisinde de kullanıldı. Hayvanlarla

Detaylı

İÇİNDEKİLER GİRİŞ BİRİNCİ KİTAP

İÇİNDEKİLER GİRİŞ BİRİNCİ KİTAP İÇİNDEKİLER GİRİŞ Afrika ve Afrikalılar 13 BİRİNCİ KİTAP Bir Yuruba Efsanesi: Dünyanın Yaratılışı 23 Küçük Tanrı Obatala, Beş Parmaklı Beyaz Horoz ve Kara Kaplan 23 Kara Kaplan'la Beş Parmaklı Beyaz Horoz

Detaylı

Mitosta, arkaik anaerkil yapı Ay tanrıçalığı ile Selene figürüyle sürerken, söylencenin logosu bunun tersini savunur. Yunan monarşi-oligarşi ve tiran

Mitosta, arkaik anaerkil yapı Ay tanrıçalığı ile Selene figürüyle sürerken, söylencenin logosu bunun tersini savunur. Yunan monarşi-oligarşi ve tiran Ay tanrıçası Selene, Yunan mitolojisinde, Güneş tanrısı Helios un kız kardeşidir. Ay ı simgeler. Selene de Helios gibi bir arabayla dolaşırdı. Selene nin arabasını iki at, katır ya da boğa çekerdi. Zeus

Detaylı

İlkel Köyden Kente Geçiş Süreci

İlkel Köyden Kente Geçiş Süreci İlkel Köyden Kente Geçiş Süreci Yerleşik Yaşama Geçişte Buğdayın Önemi Buğday dayanıklı bir bitkidir. Zengin toprakta, fakit toprakta yetişir. Uzun süre saklanabilir. Besin değeri zengindir. Çeşitli şekillerde

Detaylı

ORTA ASYA TÜRK TARİHİ-I 1.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. Orta Asya Tarihine Giriş

ORTA ASYA TÜRK TARİHİ-I 1.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. Orta Asya Tarihine Giriş ORTA ASYA TÜRK TARİHİ-I 1.Ders Dr. İsmail BAYTAK Orta Asya Tarihine Giriş Türk Adının Anlamı: Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışı Türk adından ilk olarak Çin Yıllıklarında bahsedilmektedir. Çin kaynaklarında

Detaylı

Tokat ın 68 km güneybatısında yer alan Sulusaray, Sabastopolis antik kenti üzerinde kurulmuştur.

Tokat ın 68 km güneybatısında yer alan Sulusaray, Sabastopolis antik kenti üzerinde kurulmuştur. Çekerek ırmağı üzerinde Roma dönemine ait köprüde şehrin bu adı ile ilgili kitabe bulunmaktadır. Tokat ın 68 km güneybatısında yer alan Sulusaray, Sabastopolis antik kenti üzerinde kurulmuştur. Antik Sebastopolis

Detaylı

PRT 403 Geç Asur-Geç Babil Arkeolojisi. 8. Sanherib Dönemi (Siyasi tarih, mimari ve kabartmalar).

PRT 403 Geç Asur-Geç Babil Arkeolojisi. 8. Sanherib Dönemi (Siyasi tarih, mimari ve kabartmalar). PRT 403 Geç Asur-Geç Babil Arkeolojisi 8. Sanherib Dönemi (Siyasi tarih, mimari ve kabartmalar). Sanherib, Sennaherib, Sin-ahhe-riba ( 704-681) II. Sargon un 705 te ölümünde sonra, tahta oğlu Sanherib

Detaylı

TÜRK EDEBİYATININ DÖNEMLERİ

TÜRK EDEBİYATININ DÖNEMLERİ TÜRK EDEBİYATININ DÖNEMLERİ İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı Sözlü Dönem Yazılı Dönem İslamî Dönem Türk Edebiyatı Geçiş Dönemi Divan Edebiyatı Halk Edebiyatı Batı etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı Tanzimat

Detaylı

İktisat Tarihi II. 1. Hafta

İktisat Tarihi II. 1. Hafta İktisat Tarihi II 1. Hafta İktisat tarihinin görevi ekonomilerin performanslarında ve yapılarında zaman içinde meydana gelen değişiklikleri açıklamaktır. Tarih Öncesi Çağların Bölümlenmesi Taş Çağı Bakır

Detaylı

BİRECİK İLÇEMİZ Fırat ta Gün Batımı

BİRECİK İLÇEMİZ Fırat ta Gün Batımı BİRECİK İLÇEMİZ Fırat ta Gün Batımı Birecik ilçesi Şanlıurfa Merkez ilçesine 80 km uzaklıkta olup, yüzölçümü 852 km2 dir. İlçe merkez belediye ile birlikte 3 belediye ve bunlara bağlı 70 köy ve 75 mezradan

Detaylı

TARİH DERSİ YGS YAZ TATİL ÖDEVİ

TARİH DERSİ YGS YAZ TATİL ÖDEVİ 2014-2015 YAZ TATİL ÖDEVİ TARİH DERSİ YGS YAZ TATİL ÖDEVİ 1. Mısır uygarlığı Nil Nehri kenarlarında oluşmuş-tur. Mezopotamya uygarlığı Fırat ve Dicle nehirleri arasında ortaya çıkmıştır. İlkçağ da Gediz

Detaylı

Yazı Menu. 1 - Anadolu Uygarlıkları. Hititler. Frigyalılar. Lidyalılar. Urartular. İyonyalılar. 2 - Kültür ve Uygarlık. Devlet Yönetimi.

Yazı Menu. 1 - Anadolu Uygarlıkları. Hititler. Frigyalılar. Lidyalılar. Urartular. İyonyalılar. 2 - Kültür ve Uygarlık. Devlet Yönetimi. Yazı Menu 1 - Anadolu Uygarlıkları Hititler Frigyalılar Lidyalılar Urartular İyonyalılar 2 - Kültür ve Uygarlık Devlet Yönetimi Din ve İnanış 1 / 12 Sosyal ve Ekonomik Hayat Yazı-Dil-Bilim-Sanat 3 - Uygarlıkların

Detaylı

Awan/Shimashki ve Sukkalmah (Epartid) Dönemi

Awan/Shimashki ve Sukkalmah (Epartid) Dönemi ESKİ ELAM ÇAĞI Awan/Shimashki ve Sukkalmah (Epartid) Dönemi Susa daki E. Babil kral listesi: 12 Awan kralı: ca. 2400-2100 B.C.E.=Sargon of Akkad (2334-2279 B.C.E.) Son kralı: Puzur Inshushinak =çagdası=ur-nammu

Detaylı

DÜNYANIN ÇÖZEMEDİĞİ GİZEM: GÖBEKLİ TEPE

DÜNYANIN ÇÖZEMEDİĞİ GİZEM: GÖBEKLİ TEPE DÜNYANIN ÇÖZEMEDİĞİ GİZEM: GÖBEKLİ TEPE Her şey, 1983 yılının sıradan bir gününde tarlasını karasabanla sürmekte olan bir çiftçinin, toprak altında bulduğu oymalı taş ile başladı! İhtiyar çiftçi, dünyanın

Detaylı

Tarihi ve bugünü ile. Her an Harran

Tarihi ve bugünü ile. Her an Harran Tarihi ve bugünü ile Her an Harran Güneydoğu haritası (Urfa, Harran) İbrahim Ur dan Kenan Ülkesine giderken Harran dan geçti mi? Yakup Harran da Yakup un kuyusunun fotoğrafı Yakup un kuyusu (?) Ay Tanrısı

Detaylı

ESKİÇAĞ DA BİLİM HİNT MEDENİYETİ

ESKİÇAĞ DA BİLİM HİNT MEDENİYETİ ESKİÇAĞ DA BİLİM HİNT MEDENİYETİ Hindistan hem coğrafyası hem de kültürüyle başlı başına bir dünyadır. Her türlü iklimin görüldüğü, 650 milyonu aşkın insanı barındıran, dillerin, dinlerin ve kültürlerin

Detaylı

BATI MÜZİĞİ TARİHİ 1. ÜNİTE İLK ÇAĞ DÖNEMİ MÜZİĞİ

BATI MÜZİĞİ TARİHİ 1. ÜNİTE İLK ÇAĞ DÖNEMİ MÜZİĞİ BATI MÜZİĞİ TARİHİ 1. ÜNİTE İLK ÇAĞ DÖNEMİ MÜZİĞİ İÇERİK Müzikoloji nedir? Müzik tarihinin Müzikoloji içindeki yeri Müzik tarihinin temel kavramları Etimoloji (Müzik kelimesinin kökeni) Kültürel evrim

Detaylı

Başkent Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. Doç. Dr. S. EKER

Başkent Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. Doç. Dr. S. EKER TÜRK DİLİ ÜZERİNE BİRKAÇ NOT Başkent Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Doç. Dr. S. EKER 1 Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir Dilin millî ve zengin olması millî

Detaylı

Tarihin Faydalandığı Bilim Dalları

Tarihin Faydalandığı Bilim Dalları Tarihin Faydalandığı Bilim Dalları Coğrafya Her tarihi olay belli bir coğrafi mekanda meydana gelir.tarihi olayların oluşumu esnasında iklim,yeryüzü şekiller,ekonomik faaliyetler konum vb. coğrafi faktörler

Detaylı

TÜRK MİTOLOJİSİ DR.SÜHEYLA SARITAŞ 1

TÜRK MİTOLOJİSİ DR.SÜHEYLA SARITAŞ 1 TÜRK MİTOLOJİSİ DR.SÜHEYLA SARITAŞ 1 Çeşitli Türk topluluklarının mitolojileriyle ilgili malzemelerin bir çoğunu bilim adamları, misyonerler, seyyahlar ya da bazı yabancı araştırmacılar tarafından derlenmiştir.

Detaylı

BİRECİK REHBER KİTAP. Birecik Turizm Envanteri Projesi T.C. BİRECİK KAYMAKAMLIĞI 2011

BİRECİK REHBER KİTAP. Birecik Turizm Envanteri Projesi T.C. BİRECİK KAYMAKAMLIĞI 2011 Birecik Turizm Envanteri Projesi Bu kitabın içeriğinden sadece Birecik İlçesi ve Köylerine Hizmet Götürme Birliği sorumludur ve bu içeriğin herhangi bir şekilde DPT'nin veya Karacadağ kalkınma Ajansı'nın

Detaylı

MİT VE DİN İLİŞKİSİ. (Kutsal Metinlerle İlişkisi) DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1

MİT VE DİN İLİŞKİSİ. (Kutsal Metinlerle İlişkisi) DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1 MİT VE DİN İLİŞKİSİ (Kutsal Metinlerle İlişkisi) DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1 Mit ve Din Mitolojiler genel olarak dinsel, ruhani ve evrenin ya da halkların oluşumu gibi yaratılış veya türeyiş gibi temaları içerirler.

Detaylı

En eski uygarlıklardan biri olan Mısır Uygarlığı Nil nehri vadisinde gelişmiştir. Mısır mimarisinin en önemli yapıtları Mısır Piramitleri dir.

En eski uygarlıklardan biri olan Mısır Uygarlığı Nil nehri vadisinde gelişmiştir. Mısır mimarisinin en önemli yapıtları Mısır Piramitleri dir. MISIR BAHÇELERİ En eski uygarlıklardan biri olan Mısır Uygarlığı Nil nehri vadisinde gelişmiştir. Mısır mimarisinin en önemli yapıtları Mısır Piramitleri dir. pramitler Mısırlıların kralarına yaptıkları

Detaylı

Hitit Devleti M.Ö 1200 yılında Anadolu ya gelen Frigyalılar tarafından yıkıldı.

Hitit Devleti M.Ö 1200 yılında Anadolu ya gelen Frigyalılar tarafından yıkıldı. HİTİTLER: - M.Ö 2000 yıllarında Anadolu ya gelerek Kızılırmak çevresinde devlet kurmuşlardır. - Başkentleri Hattuşaş ( Boğazköy) şehridir. Çorum yakınlarındadır. - Hititliler Suriye yi ele geçirmek için

Detaylı

T.C. SİNOP ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLGİLER ENSTİTÜSÜ TARİH TEZLİ YÜKSEK LİSANS PROGRAMI

T.C. SİNOP ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLGİLER ENSTİTÜSÜ TARİH TEZLİ YÜKSEK LİSANS PROGRAMI T.C. SİNOP ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLGİLER ENSTİTÜSÜ TARİH TEZLİ YÜKSEK LİSANS PROGRAMI I. YARIYIL II. YARIYIL Adı Adı TAR 501 Eski Anadolu Kültür 3 0 3 TAR 502 Eskiçağda Türkler 3 0 3 TAR 503 Eskiçağ Kavimlerinde

Detaylı

Roma İmparatorluğu nda uygulanan taş kaplı yol kesiti A: toprak, B-D: taş katmanlar, E: taş kaplama, F: kaldırım ve G: bordür

Roma İmparatorluğu nda uygulanan taş kaplı yol kesiti A: toprak, B-D: taş katmanlar, E: taş kaplama, F: kaldırım ve G: bordür KARAYOLLARI İLK KEZ MEZOPOTAMYA DA GELİŞTİ İlk taş kaplı sokak, Ur kentinde geliştirildikten sonra İranlılar krallar yolunu yaptı. Romalılar karayollarını mükemmelleştirip ilk karayolu ağını kurdu. Mezopotamya

Detaylı

ESKİ İRAN DA DİN VE TOPLUM (MS ) Yrd. Doç. Dr. Ahmet ALTUNGÖK

ESKİ İRAN DA DİN VE TOPLUM (MS ) Yrd. Doç. Dr. Ahmet ALTUNGÖK ESKİ İRAN DA DİN VE TOPLUM (MS. 226 652) Yrd. Doç. Dr. Ahmet ALTUNGÖK Eski İran da Din ve Toplum (M.S. 226-652) Yazar: Yrd. Doç. Dr. Ahmet Altungök Yayınevi Editörü: Prof. Dr. Mustafa Demirci HİKMETEVİ

Detaylı

SümeraYaradılışb Mitosu

SümeraYaradılışb Mitosu ')igurat" yapıların Sümer tapınak mimarlığının bir özelliğini oluşturması da, aynı dağlık yöne bir işaret olarak yorumlanmıştır. Bu durumda, mitosun özgün biçiminin, Sümerlilerin deltaya yerleşmeleri üzerine

Detaylı

11/26/2010 BİLİM TARİHİ. Giriş. Giriş. Giriş. Giriş. Bilim Tarihi Dersinin Bileşenleri. Bilim nedir? Ve Bilim tarihini öğrenmek neden önemlidir?

11/26/2010 BİLİM TARİHİ. Giriş. Giriş. Giriş. Giriş. Bilim Tarihi Dersinin Bileşenleri. Bilim nedir? Ve Bilim tarihini öğrenmek neden önemlidir? Bilim Tarihi Dersinin Bileşenleri BİLİM TARİHİ Yrd. Doç. Dr. Suat ÇELİK Bilim nedir? Ve Bilim tarihini öğrenmek neden önemlidir? Bilim tarihi hangi bileşenlerden oluşmaktadır. Ders nasıl işlenecek? Günümüzde

Detaylı

ESKİÇAĞ TARİHİ ve UYGARLIKLARI-III 2.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. Eski BATI Hellen Kavramı Yunan Arkaik Çağı ve Ege Göçleri

ESKİÇAĞ TARİHİ ve UYGARLIKLARI-III 2.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. Eski BATI Hellen Kavramı Yunan Arkaik Çağı ve Ege Göçleri ESKİÇAĞ TARİHİ ve UYGARLIKLARI-III 2.Ders Dr. İsmail BAYTAK Eski BATI Hellen Kavramı Yunan Arkaik Çağı ve Ege Göçleri HOMEROS DA YUNAN ORTA ÇAĞI / KARANLIK ÇAĞI Büyük Kolonizosyon hareketlerinin başladığı

Detaylı

BERGAMA [PERGAMON] DOSYASI

BERGAMA [PERGAMON] DOSYASI BERGAMA [PERGAMON] DOSYASI [Derleyen: Salih Yapıcı] Pergamon, günümüzde İzmir iline bağlı Bergama ilçesinin merkezinin yerinde kurulu antik kentin adıdır. Pergamon, eski çağlarda da Misya bölgesinin önemli

Detaylı

İktisat Tarihi II. I. Hafta

İktisat Tarihi II. I. Hafta İktisat Tarihi II I. Hafta Tarih Öncesi Çağların Bölümlenmesi Taş Çağı Bakır Çağı Tunç veya Bronz Çağı Tarihsel gelişim türün sürdürülmesi ve çoğalmasına katkıda bulunma ölçütüne göre de yargılanabilir.

Detaylı

Sikkeler: (Sağda) Tanrısal gücün simgesi Ammon/Zeus un koç boynuzuyla betimlenen İskender. (Solda) Elinde kartal ve asa tutan Tanrı Zeus

Sikkeler: (Sağda) Tanrısal gücün simgesi Ammon/Zeus un koç boynuzuyla betimlenen İskender. (Solda) Elinde kartal ve asa tutan Tanrı Zeus T KİNİK 1 ANCAK ÖÜMÜN DURDURABİDİĞİ, DOĞUNUN V BATNN GNÇ İMPARATORU İSKNDR İN KİŞİİĞİ V SRİ K a yn a k 1 : H N U Y G A Amenhotep Tapınağı nda Amon-Ra ve firavun İskender rölyefi R Kay n a k 2 : Ğ Sikkeler:

Detaylı

Bu dönem hakkında en önemli bilgileri Uruk kentinden alıyoruz. Bu kentin bugünkü adı Warka'dır. Bağdat-Basra demiryolu üzerinde Hıdır istasyonu

Bu dönem hakkında en önemli bilgileri Uruk kentinden alıyoruz. Bu kentin bugünkü adı Warka'dır. Bağdat-Basra demiryolu üzerinde Hıdır istasyonu XI. BÖLÜM URUK ÇAĞI Uruk döneminin önemli bir karakteristiği de yerleşim miktarında görülen artış ve gelişimdir. İlk kez yerleşimler kent olarak adlandırılabilecek ölçüde büyümüştür. Dönemde daha karmaşık

Detaylı

COĞRAFYA BÖLÜMÜ NDEN EDREMİT KÖRFEZİ KUZEY KIYILARINA ARAZİ ÇALIŞMASI

COĞRAFYA BÖLÜMÜ NDEN EDREMİT KÖRFEZİ KUZEY KIYILARINA ARAZİ ÇALIŞMASI COĞRAFYA BÖLÜMÜ NDEN EDREMİT KÖRFEZİ KUZEY KIYILARINA ARAZİ ÇALIŞMASI Fen Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü 4. Sınıf öğrencilerine yönelik olarak Arazi Uygulamaları VII dersi kapsamında Yrd. Doç. Dr.

Detaylı

Hazırlayan Muhammed ARTUNÇ 6.SINIF SOSYAL BİLGİER

Hazırlayan Muhammed ARTUNÇ 6.SINIF SOSYAL BİLGİER Hazırlayan Muhammed ARTUNÇ 6.SINIF SOSYAL BİLGİER SOSYAL BİLGİLER KONU:ORTA ASYA TÜRK DEVLETLERİ (Büyük)Asya Hun Devleti (Köktürk) Göktürk Devleti 2.Göktürk (Kutluk) Devleti Uygur Devleti Hunlar önceleri

Detaylı

TARİH BOYUNCA EKMEK. Dr. Ahmet UHRİ Ege Üniversitesi Arkeolog, Gıda Mühendisi, Öğretim Üyesi

TARİH BOYUNCA EKMEK. Dr. Ahmet UHRİ Ege Üniversitesi Arkeolog, Gıda Mühendisi, Öğretim Üyesi TARİH BOYUNCA EKMEK Dr. Ahmet UHRİ Ege Üniversitesi Arkeolog, Gıda Mühendisi, Öğretim Üyesi DIŞARIDA BİR DİLİM EKMEK GİBİYDİ GÖK İlhan Berk (Bir kıyı kahvesinde) LEŞ YİYİCİLİKTEN TAHIL DEVRİMİNE GİDEN

Detaylı

4. Yazılı belgeler dikkate alınırsa, matematiğin M.Ö. 3000 2000 yılları arasında Yunanistan da başladığı söylenebilir.

4. Yazılı belgeler dikkate alınırsa, matematiğin M.Ö. 3000 2000 yılları arasında Yunanistan da başladığı söylenebilir. MATE417 ÇALIŞMA SORULARI A) Doğru/Yanlış : Aşağıdaki ifadelerin Doğru/Yanlış olduğunu sorunun altındaki boş yere yazınız. Yanlış ise nedenini açıklayınız. 1. Matematik ile ilgili olabilecek en eski buluntu,

Detaylı

titi fer Dünyanın en güzel N efertiti nin Tüm Zamanların En Güzel Kadını:

titi fer Dünyanın en güzel N efertiti nin Tüm Zamanların En Güzel Kadını: BD NİSAN 2017 96 ÜNLÜLERİN BİYOGRAFİLERİ BD NİSAN 2017 Tüm Zamanların En Güzel Kadını: Ne fer titi Dünyanın en güzel kadını denince akla ilk gelen isim yine bir Mısır kraliçesi olan Kleopatra dır. Ama

Detaylı

HELLENİSTİK DÖNEM UYGARLIĞI 2.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. İSKENDER Gençlik yılları

HELLENİSTİK DÖNEM UYGARLIĞI 2.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. İSKENDER Gençlik yılları HELLENİSTİK DÖNEM UYGARLIĞI 2.Ders Dr. İsmail BAYTAK İSKENDER Gençlik yılları 19.10.2017 MÖ.336-323 yılları arasında Makedonya kralı ve tarihteki en büyük imparatoru. Makedonya kralı II. Filip'in oğlu.

Detaylı

BİLİM TARİHİ VE JEOLOJİ 6

BİLİM TARİHİ VE JEOLOJİ 6 BİLİM TARİHİ VE JEOLOJİ 6 ROMALILARDA BİLİM http://www.tarihbilimi.gen.tr/icerik_resimler/roma-imparatorlugu.jpg Prof.Dr. Atike NAZİK Ç.Ü. Jeoloji Mühendisliği Bölümü GİRİŞ M.Ö.3.y.y. da Romalılar bütün

Detaylı

TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DOKTORA PROGRAMI DERSLER VE KUR TANIMLARI

TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DOKTORA PROGRAMI DERSLER VE KUR TANIMLARI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DOKTORA PROGRAMI DERSLER VE KUR TANIMLARI GÜZ DÖNEMİ DERSLERİ Kodu Dersin Adı Statüsü T P K AKTS TAE 700 Özel Konular Z 5 0 0 30 TAE 701 Kültür Kuramları ve Türkiyat Araştırmaları

Detaylı

Helen Birliği/İskender İmparatorluğu

Helen Birliği/İskender İmparatorluğu Helen Birliği/İskender İmparatorluğu Makedonyalı İskender in tahta çıkışı = Per İmp. Aile kavgaları+yunan sitelerinin iflası Yunan Siteleri= Artan nüfus+işsizlik ve besin eksikliği+çiftçilerin sürekli

Detaylı

Makedonya Cumhuriyeti ; 1991 yılında Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti nin iç savaşlara girdiği dönemde bağımsızlığını ilan etmiştir.

Makedonya Cumhuriyeti ; 1991 yılında Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti nin iç savaşlara girdiği dönemde bağımsızlığını ilan etmiştir. Makedonya Cumhuriyeti ; 1991 yılında Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti nin iç savaşlara girdiği dönemde bağımsızlığını ilan etmiştir. Kuzeyde Sırbistan ve Kosova batıda Arnavutluk, güneyde Yunanistan,

Detaylı

İncirin yıl boyunca meyve vermesi atalarımızın hayatta kalması açısından da büyük önem taşımıştır.

İncirin yıl boyunca meyve vermesi atalarımızın hayatta kalması açısından da büyük önem taşımıştır. Çok sayıda dinsel ve folklorik söylenceye konu olan incir ağacı, hem tarihe tanıklık etmiş hem de onu biçimlendirmiştir. Peki incir geleceğimizi nasıl zenginleştirebilir? Yeryüzünde 750'den fazla incir

Detaylı

MED SANATI: Arkeolojik kaynaklar ise çok sınırlıdır. Iran arkeolojisinde Demir Devri I I I. safhasıdır (Orta Batı İran da: ).

MED SANATI: Arkeolojik kaynaklar ise çok sınırlıdır. Iran arkeolojisinde Demir Devri I I I. safhasıdır (Orta Batı İran da: ). MED SANATI: Arkeolojik kaynaklar ise çok sınırlıdır. Iran arkeolojisinde Demir Devri I I I. safhasıdır (Orta Batı İran da: 850-500). Ö n e m l i M e d merkezleri: Nush-i Jan, Godin II Safha, ve Baba Jan

Detaylı

ŞAMANİZM DR. SÜHEYLA SARITAŞ 2

ŞAMANİZM DR. SÜHEYLA SARITAŞ 2 DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1 ŞAMANİZM Şamanizmin tanımında bilim adamlarının farklı görüşlere sahip olduğu görülmektedir. Kimi bilim adamı şamanizmi bir din olarak kabul etse de, kimisi bir kült olarak kabul

Detaylı

1. DÜNYADAKİ BAŞLICA DİL AİLELERİ

1. DÜNYADAKİ BAŞLICA DİL AİLELERİ 1. DÜNYADAKİ BAŞLICA DİL AİLELERİ Kaynak bakımından birbirine yakın olan diller bir aile teşkil ederler. Dünya dilleri bu şekilde çeşitli dil ailelerine ayrılırlar. Bir dil ailesi tarihin bilinmeyen devirlerinde

Detaylı

kutuphaneci - eskikitaplarim.com

kutuphaneci - eskikitaplarim.com kutuphaneci - eskikitaplarim.com S.ımuel Henry Hooke, l874'te lngilten_,'nin Gloucestcr bölgesınde Cirenceskr k.:ıs.:ıb.:ısıııd.:ı doğdu. Eğitiminı, Windsor'd.:ıki St. J\;Lırk's Sclıuol'd.:ı ve birk.ıç

Detaylı

PRT 403 Geç Asur-Geç Babil Arkeolojisi

PRT 403 Geç Asur-Geç Babil Arkeolojisi PRT 403 Geç Asur-Geç Babil Arkeolojisi 7. II.Sargon Dönemi ( siyasi tarih, Anadolu-Assur ilişkileri, kabartmalar ve diğer sanat eserleri) II.Sargon, Strommenger,E., 1962, no.224 II. SARGON / II. Şarru-kin

Detaylı

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 9. SINIF TARİH DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ YILLIK PLANI

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 9. SINIF TARİH DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ YILLIK PLANI KASIM EKİM 07-08 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 9. SINIF TARİH DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ YILLIK PLANI Ay Hafta Ders Saati Konu Adı Kazanımlar Test No Test Adı TARİH VE TARİH YAZICILIĞI

Detaylı

DiJiTAL TÜRKÇE ANSiKLOPEDi

DiJiTAL TÜRKÇE ANSiKLOPEDi DiJiTAL TÜRKÇE ANSiKLOPEDi E N Z E N G İ N D İ J İ T A L T Ü R K Ç E K A Y N A K Okulpedia, Türkiye için özel olarak hazırlanmış en zengin dijital okul ansiklopedisidir. Binlerce sayfadan oluşan Okulpedia

Detaylı

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ZİRAAT FAKÜLTESİ PEYZAJ MİMARLIĞI BÖLÜMÜ MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI MİMARİSİ

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ZİRAAT FAKÜLTESİ PEYZAJ MİMARLIĞI BÖLÜMÜ MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI MİMARİSİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ ZİRAAT FAKÜLTESİ PEYZAJ MİMARLIĞI BÖLÜMÜ MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI MİMARİSİ Mezopotamya Uygarlıkları Mezopotamya sözcüğü Grekçe Potamos (nehirler) ve Mezos (arası)sözcüklerinin birleşiminden

Detaylı

İnsanı Diğer Canlılardan Ayıran Özellikler

İnsanı Diğer Canlılardan Ayıran Özellikler İnsanı Diğer Canlılardan Ayıran Özellikler Hani, Rabbin meleklere, Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti. Onlar, Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd

Detaylı

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci; Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : İLKÇAĞ TARİHİ Ders No : 0020100003 Teorik : 2 Pratik : 0 Kredi : 2 ECTS : 3 Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim Dili Öğretim

Detaylı

Urla / Klazomenai Kazıları

Urla / Klazomenai Kazıları Urla / Klazomenai Kazıları Oniki İon kenti arasında anılan Klazomenai, Urla-Çeşme yarımadasının kuzey kıyısında, İzmir Körfezi'nin ortalarında yer almaktadır. Klazomenai arazisinin (khora) doğuda Smyrna

Detaylı

YARATILIŞ MİTLERİ DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1

YARATILIŞ MİTLERİ DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1 YARATILIŞ MİTLERİ DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1 Yaratılış Mitleri Orta Asya ve Sibirya da yaşayan Türk toplulukları arasında yaygın olarak anlatılan efsaneler yaratılış mitlerini oluşturmaktadır. Daha çok Altay

Detaylı

EĞİTİM - ÖĞRETİM YILI 6. SINIF SOSYAL BİLGİLER DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU PLANI, KAZANIMLARI VE TESTLERİ

EĞİTİM - ÖĞRETİM YILI 6. SINIF SOSYAL BİLGİLER DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU PLANI, KAZANIMLARI VE TESTLERİ AY EKİM HAFTA DERS SAATİ KONU ADI OLAYLAR KİMLERİ NASIL ETKİLİYOR OLAYLAR KİMLERİ NASIL ETKİLİYOR OLGU VE GÖRÜŞÜ AYIRT EDİYORUM OLGU VE GÖRÜŞÜ AYIRT EDİYORUM ÇÖZÜM BULUYORUZ ÇÖZÜM BULUYORUZ 07-08 EĞİTİM

Detaylı

TARSUS DA BİR GÜN...BELKİ DE İKİ... Adanalılar...Mersinliler...Gaziantep, Hatay ve Osmaniyeliler...Türkiye nin gezmeyi sever insanları...

TARSUS DA BİR GÜN...BELKİ DE İKİ... Adanalılar...Mersinliler...Gaziantep, Hatay ve Osmaniyeliler...Türkiye nin gezmeyi sever insanları... TARSUS DA BİR GÜN...BELKİ DE İKİ... Adanalılar...Mersinliler...Gaziantep, Hatay ve Osmaniyeliler...Türkiye nin gezmeyi sever insanları... Hatta Tarsuslular. Dünyanın öbür ucundan gelen Japonlar,Koreliler,Almanlar

Detaylı

Kazak Hanlığı nın kuruluşunun 550. yılı dolayısıyla Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümümüzce düzenlenen Kazak

Kazak Hanlığı nın kuruluşunun 550. yılı dolayısıyla Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümümüzce düzenlenen Kazak Kazak Hanlığı nın kuruluşunun 550. yılı dolayısıyla Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümümüzce düzenlenen Kazak Hanlığı ve Kazakistan konulu bu toplantıda Kısaca Kazak

Detaylı

ASTRONOMİ TARİHİ. 3. Bölüm Mezopotamya, Eski Mısır ve Eski Yunan da Astronomi. Serdar Evren 2013

ASTRONOMİ TARİHİ. 3. Bölüm Mezopotamya, Eski Mısır ve Eski Yunan da Astronomi. Serdar Evren 2013 ASTRONOMİ TARİHİ 3. Bölüm Mezopotamya, Eski Mısır ve Eski Yunan da Astronomi Serdar Evren 2013 Fotoğraf: Eski Yunan mitolojisinde sırtında gök küresini taşıyan astronomi tanrısı, ATLAS. Daha modern nesil

Detaylı

YILDIRIM BEYAZIT ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH BÖLÜMÜ LİSANSÜSTÜ PROGRAMLARI

YILDIRIM BEYAZIT ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH BÖLÜMÜ LİSANSÜSTÜ PROGRAMLARI YILDIRIM BEYAZIT ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH BÖLÜMÜ LİSANSÜSTÜ PROGRAMLARI TARİH TEZLİ YÜKSEK LİSANS Tezli yüksek lisans programında eğitim dili Türkçedir. Programın öngörülen süresi 4

Detaylı

GÖÇ DUVARLARI. Mustafa ŞAHİN

GÖÇ DUVARLARI. Mustafa ŞAHİN Mustafa ŞAHİN 07 Eylül 2015 GÖÇ DUVARLARI Suriye de son yıllarda yaşanan dram hepimizi çok üzmekte. Savaştan ötürü evlerini, yurtlarını terk ederek yeni yaşam kurma ümidiyle muhacir olan ve çoğunluğu göç

Detaylı

Bozkır hayatının başlıca ekonomik faaliyetleri neler olabilir

Bozkır hayatının başlıca ekonomik faaliyetleri neler olabilir Kısrak sütünden üretilen kımız, darıdan yapılan begni bekni ve boza Türklerin bilinen içecekleriydi Bozkır hayatının başlıca Bu Türklerin kültürün bilinen önemli en eski gıda ekonomik faaliyetleri neler

Detaylı

AST101 ASTRONOMİ TARİHİ

AST101 ASTRONOMİ TARİHİ AST101 ASTRONOMİ TARİHİ 2016-2017 Güz Dönemi (Z, UK:2, AKTS:3) 7. Kısım Doç. Dr. Kutluay YÜCE Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü Romalılar Döneminde Bilim (devam) Romalılar

Detaylı

ÖZEL EGEBERK ANAOKULU Sorgulama Programı. Kendimizi ifade etme yollarımız

ÖZEL EGEBERK ANAOKULU Sorgulama Programı. Kendimizi ifade etme yollarımız Disiplinlerüstü Temalar Kim Olduğumuz Bulunduğumuz mekan ve zaman Kendimizi ifade etme Kendimizi Gezegeni paylaşmak Bireyin kendi doğasını sorgulaması, inançlar ve değerler, kişisel, fiziksel, zihinsel,

Detaylı

İslam ın Serüveni. İslam ın Klasik Çağı BİRİNCİ CİLT MARSHALL G. S. HODGSON

İslam ın Serüveni. İslam ın Klasik Çağı BİRİNCİ CİLT MARSHALL G. S. HODGSON İslam ın Serüveni BİRİNCİ CİLT İslam ın Klasik Çağı MARSHALL G. S. HODGSON 4 İçindekiler Tabloların Listesi... 6 Haritaların Listesi... 7 Önsöz... 9 Marshall Hodgson ve İslam ın Serüveni... 13 Yayıncının

Detaylı

Roma Öncesi İtalya da Etrüskler ve Yunanlar, İ.Ö. 8.- 5. yüzyıllar

Roma Öncesi İtalya da Etrüskler ve Yunanlar, İ.Ö. 8.- 5. yüzyıllar Roma Öncesi İtalya da Etrüskler ve Yunanlar, İ.Ö. 8.- 5. yüzyıllar İtalya, Akdeniz de gelişen uygarlıklar bağlamında göreceli olarak sonradan ortaya çıktı, fakat kolonizasyon açısından göçmenlere oldukça

Detaylı

GÖKDELEN YARIŞI 4500 YILDIR SÜRÜYOR

GÖKDELEN YARIŞI 4500 YILDIR SÜRÜYOR GÖKDELEN YARIŞI 4500 YILDIR SÜRÜYOR Dünyanın en yüksek yapısı binlerce yıl boyunca 146,5 metrelik Büyük Giza Piramidi idi. Günümüzde en yüksek bina 829,8 metrelik Burc Khalifa dır. İlk Firavunların Anıt

Detaylı

TARİH 1.

TARİH 1. TARİH 1 16.02.2017 ARİF ÖZBEYLİ ERBAA ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ TARİHİ ÇAĞLARA GİRİŞ... VE,TARİH YAZIYLA BAŞLAR TARİHİ ÖNCESİ DEVİRLER Taş Devri (MÖ.600.000-5500) Kalkolitik Dönem (MÖ.5500-2500) Maden Devri

Detaylı

ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ ARKEOLOJİ BÖLÜMÜ DERS KATALOĞU

ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ ARKEOLOJİ BÖLÜMÜ DERS KATALOĞU ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ ARKEOLOJİ BÖLÜMÜ DERS KATALOĞU 23.9.2017 Arkeoloji Bölümü Düzey Teori Uyg. Lab. AKTS ARK101 - Arkeolojiye Giriş I L 2 0 0 4 Arkeoloji bilimine alt yapı

Detaylı

Ders Adı : UYGARLIK TARİHİ Ders No : Teorik : 3 Pratik : 0 Kredi : 3 ECTS : 5. Ders Bilgileri. Ön Koşul Dersleri.

Ders Adı : UYGARLIK TARİHİ Ders No : Teorik : 3 Pratik : 0 Kredi : 3 ECTS : 5. Ders Bilgileri. Ön Koşul Dersleri. Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : UYGARLIK TARİHİ Ders No : 00003009 Teorik : 3 Pratik : 0 Kredi : 3 ECTS : Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim Dili Öğretim Tipi

Detaylı

2016 Özalp Tarihçesi: Özalp Coğrafyası: İlçe Nüfus Yapısı: Yaş Grubu Erkek Kadın Toplam 0-14 Yaş Yaş Yaş Yaş Yaş

2016 Özalp Tarihçesi: Özalp Coğrafyası: İlçe Nüfus Yapısı: Yaş Grubu Erkek Kadın Toplam 0-14 Yaş Yaş Yaş Yaş Yaş Özalp Tarihçesi: Özalp ilçesi 1869 yılında Mahmudiye adıyla bu günkü Saray ilçe merkezinde kurulmuştur. 1948 yılında bu günkü Özalp merkezine taşınmış ve burası ilçe merkezi haline dönüştürülmüştür. Bölgede

Detaylı

İletişim Yayınları SERTİFİKA NO Κρατύλος

İletişim Yayınları SERTİFİKA NO Κρατύλος PLATON Kratylos PLATON (Atina, MÖ 427/428 - MÖ 347), antik Yunan filozofu ve Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olarak kabul edilen Atina Akademisi nin kurucusudur. Hocası Sokrates, en ünlü öğrencileri

Detaylı

URARTULAR. topografik özelliklerinden dolayı federasyon üyelerinin birbirleriyle bağları gevşekti.

URARTULAR. topografik özelliklerinden dolayı federasyon üyelerinin birbirleriyle bağları gevşekti. E T KİNLİK 5 URARTULAR U Y G A R L I K L A R T A R İ H İ - I A Y D A N D E M İ R K U Ş K AY N A K 1 : 178 (Lloyd, Seton, Türkiye nin Tarihi, Tübitak Yayınları, 2007, s. 106) K AY N A K 2 Hitit İmparatorluğu

Detaylı

Senin güzeller güzeli kızını bir yılan sokup öldürecek.

Senin güzeller güzeli kızını bir yılan sokup öldürecek. TAŞKÖPRÜ NÜN ÖYKÜSÜ Günlerden bir gün... Ama en az 1700 yıl önce... Belki de 3500... Büyücülerden biri Adania denilen kentin kralına bir kehanette bulunmuş: Senin güzeller güzeli kızını bir yılan sokup

Detaylı