Vidadi Babanlı. QU Vidadi Babanlı, 5 Ocak 1927 tarihinde Kazak beldesinin Şıhlı köyünde (Şimdiki adı Ağstafa beldesinin

Ebat: px
Şu sayfadan göstermeyi başlat:

Download "Vidadi Babanlı. QU Vidadi Babanlı, 5 Ocak 1927 tarihinde Kazak beldesinin Şıhlı köyünde (Şimdiki adı Ağstafa beldesinin"

Transkript

1 Vidadi Babanlı Qafqaz Üniversitesi Yayınları Bakü-2011, 5 Ocak 1927 tarihinde Kazak beldesinin Şıhlı köyünde (Şimdiki adı Ağstafa beldesinin Muğanlı köyü) öğretmen bir ailede dünyaya gelir. Şıhlı köyünde ilk öğrenimini aldıktan sonra ADU filoloji fakültesinde yüksek öğrenimini tamamlar ( ). Sabirabat beldesinde bir yıl öğretmenlik yaptıktan sonra Azerbaycan Müellimi gazetesinde çalışır. Moskova'ya M. Gorki Enstitüsüne yüksek öğrenimini sürdürmek için gönderilir. Sağlık sorunlarından dolayı Bakü'ye geri dönmek zorunda kalır. Edebiyat Gazetesi nde çalışır, daha sonra aynı gazetede şube müdürü olur ( ). Sumgayıt işçi yurdunda terbiyeci olarak görev yapar. Bu süreçte Hayat Bizi Sınıyor eseri için malzeme toplar. Buna müteakip Azerbaycan Jurnali nde nesir şubesinin başına getirilir ( ). C. Cabbarlı adına açılan Azerbaycanfilm stüdyosunda dublaj şubesi baş redaktör vekili olarak atanır ( ). Yazıcı neşriyatında baş redaktör yardımcısı olarak görev yapar ( ). Halen edebi faaliyetlerine devam etmektedir. İlk eseri 1947 yılında Azerbaycan Gençleri Gazetesi nde Anam Sen Oldun başlıklı şiiridir. İlk şiirleri ve edebi eserleri Vidadi Şıhlı mahlasıyla yayımlanır. Gelin hikâyesiyle nesirde eserler vermeye başlar yılından bu güne kadar roman, hikâye, şiir, edebi makaleler, piyesler ve senaryolar kaleme alır. Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir. Yazar arkadaşlarıyla birlikte Almanya, İspanya, Fransa, İtalya, Danimarka, Çekoslovakya ve Hollanda gibi ülkeleri ziyaret eder. Şair ve yazar Babanlı'ya 1986 yılında Emektar İncesanat Hadimi ünvanı verilir. QU Qafqaz Üniversitesi Yayınları Bakü-2011

2 Qafqaz Üniversitesi Yayınları Yayın No: 44 Kitabın Türkiye Türkçesine aktarılması Qafqaz Üniversitesi Tercüme ve Aktarma Merkezi tarafından yapılmıştır. Azerbaycan Türkçesinden Türkiye Türkçesine Aktaran: Dr. Erdal Karaman Editör Prof. Dr. Cihan Okuyucu Yayım Sorumlusu Dr. Memmedali Babaşlı r o m a n Qafqaz Üniversitesi Yayınları Bakü 2011 Kapak tasarımı ve iç düzen Sahib Kazımov Dizgi Qafqaz Üniversitesi Dizgi ve Basım Şubesi Baskı ve Cilt İlay MMC Matbaası Şerifzade küç., No: 202, Yasamal, Bakü, Azerbaycan Tel: ( ) ISBN: XXX-XXXX-XX-X, Qafqaz Üniversitesi, Bu kitabın Azerbaycan da Yayın hakları Qafqaz Üniversitesi ne aittir. Yayıncıdan izin alınmadan kısmen veya tamamen yeniden yayınlanamaz. Qafqaz Üniversitesi Yayınları, Ocak Qafqaz Üniversitesi Adres: Bakü-Sumgayıt Yolu, 16. km., AZ0101, Hırdalan, Bakü, Azerbaycan Tel: ( ) /66, Fax: ( ) /67 info@qu.edu.az;

3 İçindekiler Takdim 5 Vugar a inanalım mı? 9 I. Kitap 17 I. Fasıl 19 II. Fasıl 95 III. Fasıl 172 II. Kitap 417 I. Fasıl 419 II. Fasıl 505 Epilog 619

4 B Takdim ir sanat eserini kalıcı kılan şey nedir? Belli dönemlerde çok okunan bazı eserler neden bir iki kuşak sonra tamamen unutuluyor da diğer bazıları değişen şartlara ve zamana rağmen dimdik ayakta kalabiliyorlar? Sözgelimi Sovyetler devrinin devlet destekli bazı çok meşhur yazarlarını niçin şimdi hiç kimse hatırlamıyor yahut hatırlamak istemiyor.? Babanlı Vidadi Yusif oğlu nun, Azerbaycan ın guzide eğitim kurumlarından biri olan, Azerbaycan-Türkiye bilimsel ve kültürel ilişkilerine katkıda bulunan Qafqaz Üniversitesi öğretim üyelerinden Erdal Karaman tarafından Türkiye Türkçesine aktarılan Vicdanlar Susanda isimli romanı okuyucuya bütün bunları yeniden düşünmek için iyi bir fırsat sunuyor. Bir araştırma merkezindeki hocaların iç çekişmeleri etrafında gelişen Vicdanlar susunca bu merkez nokta etrafında neredeyse insani konuların tümüne yer veriyor: Akademik ahlak, aşk, vefa, sadakat, kıskançlık, yalan, şöhret, güç, kin, fedakarlık Kısaca iyi ve kötü olan hemen her şey Romanda akademinin iyi tarafını hak edilmiş bir şöhret sahibi olan Profesör Söhrab ve onun gayretli asistanı Vugar temsil ediyor. Karşı tarafta ise bilimsel ahlakı şahsi ihtiraslarına kurban eden ve bunu yaparken de siyaseti arkalamış olan Profesör Beşir Bedirbeyli bulunmakta. Yaşlı kuşakla genç kuşak arasındaki bir yaş dilimini temsil eden Ziya Leleyev ise hakim güce göre saf değiştiren bencil pragmatizmin somutlaşmış hali. Profesör Bedir- 5 beyli rakibi olan Profesör Söhrabı sindirmek için onun genç asistanı Vugar ı ezmek ve bilimsel başarılarını söndürmek ister. İlke tanımaz mücadele metotlarıyla birçok yardımcı bulmayı da başarır. Bütün bunlara mukavemet etmekte olan Profesör Söhrabı yıkan nihai darbe kendi evinden gelir. Adıyla karakteri ilginç bir ironi teşkil eden eşi Merhamet, bir zamanlar zorla elde ettiği kocası gibi şimdi de kızı için onun genç asistanı Vugarı ayartamayı kafasına koymuştur. Ancak Arzu yu seven damat adayı buna yanaşmayınca Merhamet onu iftiralarıyla cezalandırmaya kalkar. Vugarın tezinin görüşüldüğü celsede okunan bu iftira mektubu bir yandan Söhrabı can evinden vururken diğer taraftan Vugarın Üniversiteden uzaklaştırılmasını sağlar. Genç asistan işiyle birlikte nişanlısını da kaybeder. İki perdeli bir tiyatroya benzeyen eserde ilk celse kötülüğün zaferiyle sonuçlanmış gibidir. Ancak iyiliğin temsilcileri sarsılmışlar; fakat yıkılmamışlardır. Hem Söhrab hem de Vugar çok geçmeden kendilerini toplar ve daha donanımlı olarak tekrar mücadele alanına dönerler. Sonuçta hikaye aradaki bazı trajediler bir yana Vugarın ve hocasının parlak zaferiyle sonuçlanır. Bu sarsıcı romanı bitirdiğimde uzun yıllardır Üniversitenin entrikalarını yaşamış biri olarak okuduklarımla yaşadıklarım arasında ne çok benzerlik olduğunu hayretle gördüm. İşte bu tesbit benim için en baştaki sorularımın cevabı oldu. Eldeki roman yazılalı neredeyse iki kuşak geldi geçti. Şimdi yirmi yaşında olan gençler eserde bahsedilen siyasi rejimi ne yaşadılar ne de gördüler. Buna rağmen roman günümüz gençleri tarafından da hala ilgiyle okunuyor ve beğeniliyorsa bunu eldeki eserin çağının şartlarını aşan evrensel mesajlarında ve ilk insandan beri hiç değişmeyen insan tabiatını işlemekteki başarısında aramak gerekir. Evet roman, kalıcılığını şüphesiz herkese bir şeyler söylemesine borçlu. Ama bu herkes arasında özellikle üniversite camiası kendisine esaslı bir ders payı çıkarmalı. Hz.Mevlana, layık olmayanın elindeki ilmi, haraminin elindeki kılıca benzetir. Aynı şekilde Toynbee de 20 asrın felaketlerini insanlığın bilgi çıtasıyla ahlak çıtası arasındaki 6

5 derin uçuruma bağlar. O halde demek oluyor ki bilgi ancak Söhrab gibi gerçek ilim adamlarının elinde olmalıdır, yoksa Bedirbeyli yahut onun gibilerinin elinde değil. Sonuç olarak evrensel mesajları ve roman tekniğinin bütün imkanlarını kullanmadaki başarısıyla gördüğü ilgiyi fazlasıyla hak eden bu romanı Türkiye Türkçesine kazandıran değerli dost Erdal Karaman ı kutlarken okuyucuyu da keyifli okumalar dilerim. Prof. Dr. Cihan Okuyucu 7 8

6 T Vugar a inanalım mı? emiz vicdan en objektif kıstastır. Her olayın ve etkinliğin asıl hüviyetini ve kıymetini ortaya koyan mihenk taşıdır. Vicdanın güçlü sesini kendi varlığında her zaman işitenler en yüksek sosyal kazanımlara sahip olurlar. Böyleleri toplum karşısında alnı açık başı diktir. Şahsiyet, kendi halkının inkişafında harekete geçiren bir kuvvet olduğu için vicdan halkımızda ahlaki değerlerin kazanılmasında önemli yer oynar. Milli liderimiz Haydar Aliyev in 1979 yılında basın mensupları ile yapmış olduğu toplantının birisinin isminin Vicdanımızın Normları ile şeklinde isimlendirilmesi tesadüf değildir. Kayda değer ömür sürmek, halka, cemiyete faydalı olmak, her türlü şeraitte hakka, adalete sahip çıkmak temiz vicdan sahipleri için hayat kanununun önemli bir maddesidir. Taş vicdanlı, kendisini beğenenler her zaman kendisini ve yakınlarının çıkarlarını düşünürler. Onlar hiçbir zaman düşenin elinden tutmaz, hakkın çiğnenmesi karşısında sessiz kalırlar. Su bulandırmak, kalp kırmak, insanların arasını açmak onlar için basit bir iştir. Onlar başkalarının mutsuzlukları üzerine kendi saadetlerini bina ederler. Usulsüz olarak servetlerine servet katar, seven gönüllere engel olur. Düğünleri yasa çevirirler. Bundan da zerre kadar vidan azabı çekmezler. Gerçek vatanperver her türlü sübjektif isteklerden uzak durup toplumda faal olarak yer almalı, büyük ve küçük olmasına aldırmadan, hadiseleri değerlendirirken vicdanın susmasına izin vermemeli, vatana millete layık mücadele de bulunmalıdır. Meşhur, yetenekli 9 Azeri yazar Vicdan Sustuğunda romanında okuyucularına vermek istediği en önemli amaç kanaatimizce bundan ibarettir. Bu eser, yaklaşık on yıl süren hummalı bir çalışmanın ürünüdür. Vicdan Sustuğunda romanında bugüne kadar edebiyatımızda geniş çaplı ele alınmamış bir sahanın, Azerbaycanlı kimyacıların hayatını ve mücadelesini anlatır. Eserin kahramanlarından Söhrap Güneşli, genç asistanı Vugar Şemşizade kimya sahasının en önemli problemlerinden yüksek oktanlı motor yakıtı elde etmeye çalışırlar. Modern dünyanın başına bela olan enerji buhranı bu problemin güncelliği kaçınılmaz kılar. Bunun yanında eserin kahramanları sadece yüksek oktanlı benzin elde etmekle vazifelerini yerine getirmiş saymazlar. Onlar, yeni yanacakla çevrenin kirlenmesini önlemeye çalışırlar. Aynı zamanda onlar bir taraftan çevrenin kirlenmesini engellemeye çalışırken diğer taraftan da insanın sağlığını korumak için gayret gösterirler. Sözü edilen yüksek gaye uğrunda kahramanların vicdanları da temizlenir, billurlaşır. Onlar, dürüst çalışkan, insani değerlerle donatılmıştır. Şahsi çıkarlar gibi çirkinliklere tevessül etmezler. İlgi çekici hikâyelerin, Hayat Sizi Deniyor, Ayaz Geceler, Gelin, Ana İntikamı, Kocamayan Muhabbet, Ömürlük Azap gibi roman ve uzun hikâyelerin yazarı Babanlı, bu eseriyle kendisini bir yazar olarak ispat eder, sanatını ortaya koyar. Vicdan Sustuğunda gereksiz ayrıntıdan, olayları yüzeysel ele almaktan uzak olup manevi değerlerin inceliklerini ortaya kor. Kimyagerlerin, bu alanda çalışanların hayatlarını ve faaliyetlerini tahkiye eden bu eser, laboratuarın, deneylerin, kimyevi reaksiyonların can sıkıcı yorucu tasvirleri yoktur. Romanın bölümleri birbiriyle tabii bağlarla bağlıdır. Hayatın renkli ve girift hadiseleri arasındaki kanuna uygunluğun açılmasına, çok yönlü insan karakterinin bedii şerhine yardım eder. Söhrap Güneşli, Sovyetler Birliğinin ilk yıllarında Azerbaycan da yetişen görkemli bilim adamlarındandır. Geçen asrın 30 lu yıllarda tarım ekonomisine dayalı kayda değer müesseselerin kurulmasında 10

7 onun çok büyük hizmetleri olmuştur. İkinci Dünya savaşı yıllarında uçaklar için donmayan, çökmeyen yakıtlar ilk defa onun laboratuarında üretilmiştir. Güneşli nin karakteri haline gelen ilmi prensiplere sahiplik ve sürekli arayış içerisinde bulunmak sabır ve sebat gibi keyfiyetlere dair romandaki yazıları okudukça elimizde olmadan gözümüzün önüne halk kahramanı büyük ilim adamı Yusuf Memmedeliyev in nurlu siması gelir. Güneşli nin beklenilmez saldırılara mukavemeti, sinesini engellere karşı germesi, doğru bildiği yoldan dönmemesi okuyucuyu kendisine bağlamaktadır. O, toplantılarda uzun uzadıya konuşmayı sevmez; laboratuarda meslektaşları, talebeleri ile sohbette ipin ucunu kaçırmıyor. Yaklaşık beş yüz sayfalık romanında Güneşli den daha az konuşan kahraman bulamazsınız. Bunun yerine Babanlı, Güneşli yi az konuşan çok iş yapan bir şahsiyet olarak vermiş. Onun iç âlemine derinden nüfuz etmiş, düşünceler, kendisini tahlil dünyasına başvurmuş böylece yüksek insani değerleri ön plana çıkarmaya kadir olmuş. Yazar, somut delillerle Güneşli nin gençliğinde yaptığı yanlış bir evlilikle hayatını nasıl zehir ettiğini, gün yüzü görmediğini başarılı bir şekilde ortaya koymuş. Güneşli, menfaatleri peşinde koşan, patavatsız, kaba sözlü eşinin her haline sabreder. Fakat eşi Merhamet in iftira dolu mektubuyla Enstitüye gitmesi Güneşli yi sırtından vurur. Bundan dolayı da tepesinden duman çıkar. O, talebelerine sadece ilmin sırlarını öğretmez, aynı zamanda mücadele ruhunu, amaç uğrunda yapılan çalışmaların kutsallığını, iradeye hâkim olma yetisini de öğretir. Yetenekli gençlerde yarının rakiplerini gören, bundan dolayı da kendilerini düşünen dar görüşlü ilim adamlarından farklı olarak, Güneşli, gençliğin timsalinde, kendisiyle birlikte çetrefilli yolları adımlayacak, ilmin daha da ilerlemesini sağlayacak, vatana faydası dokunacak, halkına hizmet edecek ilim adamlarını görür. O, gençliğe yeni bir fikri ortaya koymanın, yeni bir metot bulmanın ve keşifler yapmanın ilmin kolay yönü olduğunu telkin eder. Asıl kahramanlık, fikirleri usul ve tezleri sonuna 11 kadar layıkıyla müdafaa etmek, onu her türlü cahillerin hücumlarından korumak, haklı olduğunu sonuna kadar sabırla, bilimsel esaslara dayanarak ispat etmekten ibarettir. Gerçek bilim adamı ancak bu yolla halkın itimadını kazanır, onların toplumda başı her zaman yukarıda olur. Vicdan temizliği, insanın başının dik olması en muteber, değerini hiçbir zaman kaybetmeyen güzelliktir. Güneşli nin liyakatli ve istidatlı öğrencisi Vugar, sadece kabiliyetine güvenmez. İlimde sansasyon ve şatafattan uzak olan bu genç, saatle değil vicdanıyla çalışır. İşinden ilham alır, gerektiği zaman laboratuardan çıkmaz. Kundakta anasını kaybettiği için komşu çocuğunun sütüne ortak olan, babasını cephede kaybeden Vugar, köyün sağduyulu insanlarının, özellikle de bir gün bile gün yüzü görmemiş sütannesi Şahsenem tarafından büyütülmüş, emeğin kutsiyetini öğrenmiş, önce köyde okumuş sonra da üniversiteyi bitirmiştir. Babanlı nın, özel duygusal ölçülerde verdiği ayrıntıda Vugar da kendisini bulur, duygu ve düşüncelerini tahlil etmek yoluyla gerçeklerin farkına varır. İster bilimsel faaliyetlerde, ister muhabbet serüveninde Vugar ın kendisini ve hayatını bu şekilde derk etmesi ve hadiselerin peşi sıra gelmesi romanın dinamizmini artırıyor. 12 Tek kelimeyle Vugar ın hayatı resimdir. O, esere hazır galip, yani doğruluk abidesi olarak dâhil edilmemiş, kendi tabii heyecan ve şüphe ve tereddütleriyle girmiştir. Romanın ilk sayfalarında Vugar a muhabbet besleyen okuyucu, tezinin müzakere edildiği toplantıdaki pasif olmasını kabullenemez. Bu sayfaları çevirdikçe alçak gönüllü olmanın güzel olduğunu düşünürsünüz; fakat Vugar haksız yere yapılan saldırılar ve iftiralar karşısında tepki göstermeden niçin salonu terk etmek için acele etti? O, bu hareketle hem kendi tezinin gerçekliğini suya düşürdü, hem de danışmanı Güneşli nin nüfuzuna darbe vurdu. Güneşli nin kızı Alagöz le ilgili iftiranın tekzip edilmesi herkesten daha ziyade Vugar a düşmez miydi? Yazar, Vugar ın psikodownloaded from KitabYurdu.org

8 lojik durumunu maharetle yansıtır. Buna bizi inandırır. Bu durumda insan ister toplumda ister ailede, karşılaştığı bu ve benzer beklenilmez durumlarda her zaman doğru hareket edemeyebilir, isabetli karar veremeyebilir. Sanki bir anlığına onun duygu ve düşüncesi sükûta uğrar, iradesine hâkim olamaz. Karşımızda robot yok, Vugar gibi iç âlemine aşina olduğumuz canlı bir varlık olduğu için burada da tabii olmayan bir durum yoktur. Tek kelimeyle okuyucunun Vugar a inanmaması için hiçbir sebep yoktur. Üniversitenin kütüphanesinde karşılaştıkları andan, romanın sonuna kadar Vugar la Arzu nun ilişkileri, ahlaki güzellikleri, yüce aşkları etkili bir şekilde tasvir edilir. Arzu ile karşılıklı muhabbeti bazı iradesiz gençler gibi Vugar ı dersten, işten ve sosyal etkinliklerden soğutmaz, çevresindekilerle münasebetlerini zayıflatmaz, egosunu kabartmaz. Aksine bilimsel çalışmasını bitirme arifesinde olan bu gencin kendisine karşı olan sorumluluğunu artırır. O, Arzu nun sevgisine layık olmak için gayretini artırır; yaşama, çalışma ve başarma azmi en üst seviyeye çıkar. Bunun yanında kendi sevgisine münasebetinde de Vugar, sunilikten, kalıplardan uzaktır. Güçlü iradesine, yeteneğine, iş bilirliğine rağmen o hem aldanır hem de sarsılır. Arzu ya iftira atan Merhamet i önce defolun buradan diyerek kovsa da biraz sonra olmayan şeyi insan nasıl söyler? diyerek şüpheye düşer. Gerçekleri öğrenmek için Arzu nun yanına gitmek için acele eder. Sonra da bütün hayatı boyunca pişmanlık duyacağı sözlerle sevgilisinin zarif kalbini kırar. İçinde fırtınaların coştuğu bir anda köyüne gelir, sütannesi Şahsenem, dostu Cevdet ve çok sevdiği ilkokul öğretmenleriyle görüşmesi Vugar ın fikirlerinin durulmasına kalbinin sakinleşmesine, kendi tezi ve sevgilisi hakkında aklıselim düşünmesine yardımcı olur. Neticede doğru karar vermesini sağlar. Özellikle de onu mücadeleden kaçmakla suçlayan akıllı dostu, köylüsü necip, hayırsever bir insan olan Cevdet ona tesir eder. Vicdan Sustuğunda romanında bedii tahlili röntgen ışıkları altında bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığında ikrah doğuran şahsiyet- 13 lerden birisi de, belki de en önemlisi, Beşir Bedirbeyli görülür. Vugar, romanda Bedirbeyli gibi korkunç bencil, Ziya Leleyev gibi rüzgâr nerden esse o tarafa eğilen kişiliksiz yaltaklara, Merhamet gibi cahillere, İsmet gibi dar görüşlülere karşı mücadele eder. Vicdanını ömür boyu uykuya daldıran Bedirbeyli için rakiplerine karşı mücadelede her türlü usul mubahtır. Vaktinin çoğunu dedikodularla, fitne çıkartmakla geçiren, bundan dolayı da bilime yeni bir şey getiremeyen Bedirbeyli tutucudur. O, zamanında bilimsel araştırmaları enstitüsünün ve fabrikalar birliğinin müdürlüğünü yapmış, önemli görevlerde bulunmuş, beceriksizliğinden dolayı da görevden uzaklaştırılmıştır. Buna rağmen, Bedirbeyli nin gözü her zaman koltukta, kulağı şan ve şöhrette olmuştur. O, insanların arasına karışmak, sahte samimiyet göstermek suretiyle, melek elbisesini giymiş, hatalarını belli düzeyde unutturmuş; fakat kendisi hiçbir şeyi unutmamış, intikam almak için fırsat kollayan birisidir. Bundan dolayı da ne zaman devlet menfaati ile ilgili meseleler gündeme gelse açar ağzını yumar gözünü, yenilik peşinde olan ilim adamlarına dumanlı faraziyeler, perspektifsiz problemler yaftası vurur, onları devletin malını boş yere harcamakla suçlar. Bedirbeyli - nin nazarında insaf, vicdan artık eskimiş, asıl manasını yitirmiş mefhumlardır. Vicdan susması rezalettir diyen bir hatibe karşı süslü sözler söylemesi de onun iç yüzünü gösterir. Eserde önemli bir yer tutan Merhamet karakteri oldukça canlıdır. O, çocuğunun okuması, terbiyesi ve sağlığı yerine; isabetli bir evlilik, adı sanı olan bir eş, yahut zengin kadın, varlıklı bir yaşayış, hayatın mahiyetini de bu yolla elde edilen anne babaların tipik bir örneğidir. Üyesi olduğumuz temiz, gururlu bir aileye leke atan, eşi Güneşli yi, toplumda yere bakıdan Merhamet, hiçbir zaman ayakları yere basmaz, gerçekleri görmez, fantezilerinden asla vazgeçmez. Diğer taraftan amansız derde düşmüş kızının sıhhati, talihi hakkında düşünüldüğünde, kaygı gösteren bir ana olarak Merhamet i anlamak mümkündür. Fakat kapı kapı gezip kızına eş, kendisine damat aradığında, hem de bu işte Bedirbeyli ye has çirkin iftira ve yalanlarla hakaret 14

9 ettiğinde biz ona kızarız. Bir dönemde kendisini bin bir oyunla Güneşli ye yamayan Merhamet, şimdi aynı yolla kızını bir başkasına eş yapmak ister. Önce kendi evindeki süslü eşyalarla oğlanın gözünü boyamaya çalışır. Fakat buna muvaffak olamayınca daha bayağı ve mide bulandıran hareketlere tevessül eder. Vugar ın kaldığı eve gelip ev sahibinin kalbini kırar. Arzu ya iftiralar atar. Çocukları olmadığı için başka bir çocuğu evlatlık alan Gülbalabeylerin yirmi yıllık sırlarını aleme yayar. Bu necip aileyi derde salar. Bedirbeyli ve Merhamet gibi bedbahtların bütün hatalarına göz yummasıyla kol kanat germesi Leleyevler ve İsmetlerin küçük çevrelerinde elverişli zemin bulur. Vugar ın süt kardeşi İsmet karakter yönünden İsmet in diğer yüzüdür. Manevi yönden zayıf olan bu genç, para, lüks eşya peşindedir. O, evliliğe yükselmede bir basamak olarak bakar. Leleyev ise ilim alemine tesadüfen gelmiş yeteneksiz birisidir. İşi gücü, ona buna yaltaklık etmektir. Kendi çıkarları için her şeyi mubah görür. Eserin her bölümünde yeni pencere açılır. Olaylar canlanır, biz yeni şahsiyetler ve insanın talihleriyle karşılaşırız. Buna rağmen bütün bunlar yazarın dikkatini esas kahramanlardan uzaklaştırmaz. Aksine onların karakterini daha geniş daha güzel sergilemeye yardım eder. Gayretle çalışıp Vugar gibi evlat yetiştiren Şahsenem, savaşın gözünü yolda koyduğu namuslu merhametli Cennet ana, Vugar ın sevgisine layık Arzu, Bakü madenlerinin gazisi Ağarza gibi onun cana yakın eşi Şirinbacı, cesareti, işgüzarlığı ve bir o kadar da çılgın haysiyetiyle Narın, Vugar ın medeni yönüyle akılda kalan okul arkadaşı Cevdet romanda tanıdığımız güzel insanlardır. Onlar, faal, vicdan sahipleri olarak aklımızda kalır. Onların hayatları baştan ayağa gönüllü olarak cemiyete hizmet etmek için gayret gösteren şahsiyetlerdir. Vicdan Sustuğunda hacim olarak büyük olmasına rağmen kompozisyon bakımından derli topludur. Akıcı bir üslupla yazılmıştır. Kahramanların dili onların karakterine uygun olarak kişileştiril- 15 miştir. Verimli Azerbaycan toprağı, ovalarının kendisine has güzellikleri, Bakü nün, Abşeron bağlarının yazı, sonbaharı sevgiyle çizilmiş tablolarda, eserin bütün tahkiyesi için has olan tabii üslupta canlanır. Babanlı nın Vidan Sustuğunda adlı romanı Azerbaycan edebiyatının en güzel örneklerinden birisidir. 16 Prof. Dr. Bekir Nebiyev 5 Şubat 2010 Bakü

10

11 I. Fasıl 1. Bölüm O, beyaz mermer basamakları çift çift çıktı. Yüksek duvarlarına anne ve çocuk resimleri oyulmuş, eski, fakat güzel binanın üçüncü katında durup nefesini topladı. Kız, sık ve kıvırcık saçlarının halka halka olup alnına dökülen kâkülünü her iki avucunun içiyle sıvazladı, kalp atışları normale dönene kadar yerinden kıpırdamadı. Sonra yavaş yavaş ilerledi, kalın, altın harflerle Prof. Dr. Söhrap Güneşli yazan kare levhanın bulunduğu kapıya yaklaştı. Sağ elini yavaşça, isteksiz bir şekilde kaldırıp köşede, adeta, siyah bir leke gibi duran zile uzattı. Fakat titreyen parmakları düğmeye dokunmadan yavaş yavaş aşağıya doğru kaydı. O, bir adım geri çekildi. Pantolonun cebinden henüz hiç kullanılmamış bir mendil çıkardı. Yavaşça boynundaki ve boğazındaki teri sildi, elbiselerine çeki düzen verdi, elini tekrar zilin düğmesine uzattı. Ağır, süslü kapı sessizce aralandı. Arkasından gür, kınalı saçları omuzlarına kadar dökülmüş kısa boylu bir kadın çıktı. - Kimi aramıştınız? Diye sordu. Genç heyecandan yutkundu. - Profesör evde mi? Kadın cevap vermedi. Başını önüne eğip karşısında duran kara yağız, yakışıklı genci, nedense, tepeden tırnağa kadar dikkatlice süzdü. Şişman kadın, kilolardan kat kat olan bedenini zorla çevirip odadakilerden birisine seslendi. Löbdeşambrını giymiş, kuşağını ortadan bağlamış boylu poslu, soluk yüzlü bir adam aradan çok geçmeden kadının yanında göründü. Şakakları tamamen ağırmış, geniş alınlı, sakin bakışlı bu adam gencin biraz önce sorduğu Prof.Dr. Söhrap Güneşli nin kendisi idi. - Ooo sen misin? Profesör dostça gülümseyip öne doğru gelip kapıyı ardına kadar açtı Buyur, hoş geldin! Onlar geniş evin uzun koridorunda yan yana yürüdüler. Koridorun başında, ziyaret salonlarını anımsatan geniş bir odaya girdiler. Burada beyaz örtülü açılmış masanın arkasında çok nurani bir yaşlıyla, beyaz tenli, zayıf genç bir kız oturuyordu. Masaya yeni konmuş altından kaplamalı derin tabaklardaki yemeklerden buğular çıkıyordu. Yemeklere henüz el değmemişti. Profesör misafirlerini sofranın yanına götürdü, onu babasına ve kızına sevinerek tanıttı. Mutfaktan odaya geç gelen biraz önceki kadına ise yüksek sesle: - Benim yeni asistanım Vugar Şemsizade, işte bu genç, deyip sevincini ondan gizlemedi. Affedersin biraz önce sizi tanıştırmayı unuttum... Kadının iri, badem gözleri garip bir şekilde yuvarlaklaştı, donuk yüzü bir anda değişti yüzünde tebessüm açtı. - Yiğidin adını duy, yüzünü görme derler. Ama biz sizin hem adınızı duymaktan hem de yüzünüzü görmekten çok mutlu olduk. Sizi her zaman bekleriz! - O, büyük gövdesinden beklenmedik bir çeviklikle gence doğru gitti, samimiyetle ona elini uzatıp sıktı. - Peki, niye ayakta duruyorsunuz? Rica ederim oturun, lütfen. Vugar, oturmak istemedi. Hazır sofra üzerine gelmekten çok rahatsız olmuştu, utancından kıpkırmızı oldu. Kadın, o tarafa bu tarafa bakındı, süratli bir şekilde kenarda duran yumuşak bir sandalyeyi aldı, sürükleyerek oğlanın yanına getirdi, ona, ricayla: - Oturun, oturun! Dedi: Vugar heyecandan dili dudağı titreyerek ev sahibine memnuniyetini bildirdi ve sonra Profesöre dönüp bu vakitsiz teşrifinin sebebini acele acele anlatmaya başladı: - Bugün enstitüde beni aradığınızı duydum Geldim ki Profesör onu dinlemek istemedi: 20

12 - Hoş geldin sefalar getirdin. Bizimle sofraya buyur. İş meselesini sonra konuşuruz, dedi. - Çok teşekkür ederim, ben aç değilim. - Tamam, inat etme! - Profesör Vugar ın omzundan hafifçe aşağı doğru bastırdı, yumuşak sesi ciddileşti. Elimizin obamızın âdeti var, misafir ne kadar tok olsa da ev sahibinin teklifini reddetmez! Vugar çaresiz kaldı. Reddetmeye devam ederse Profesörün kırılacağı açıktı. Mecburen oturdu. Ama kendisi hiç rahat değildi. Danışman hocasının yanında her zaman utangaç ve çekingen idi. Bugüne kadar Profesör Güneşli nin olduğu yerde bir yudum su bile içmemişti. Şimdi onunla yan yana oturup göz göze bakarak yemek yemek, arkadaşlık etmek elbette kolay bir şey değildi! Asistanın huzursuzluğunu Güneşli de hissetmişti. Utangaç gencin geçirdiği heyecanlar onun kızarmış yüzünden açıkça belli oluyordu. Profesör gülümseyerek biraz önceki yumuşaklığıyla: - Sandalyeni ileri çek, yakın otur, dedi. Belki de bizim Merhamet Hanım, insafa gelip senin hatırına iştah açacak bir şeyler bulup getirir. Merhamet Hanım, hafifçe gülümsedi, imayı anlamıştı. Fena halde yakalanmıştı. Başka zaman olsaydı, o, belki de kocasıyla münakaşa edip, içki meselesini kesinlikle reddederdi. Fakat şimdi hiçbir şey söylemedi. Önce misafirin önüne çatal, bıçak koydu, yemeğini ikram etti. Sonra da salına salına yan odaya geçti, ne zamandan kaldıysa, bir şişe yıllanmış şarap ve iki kristal kadehle döndü. Profesör, Vugar a baktı. - Gördün mü? Bak sen olmasaydın, biz bu şarap şişesinin yüzünü asla göremeyecektik! Deyip gülerek yarı şaka, yarı ciddi hanımına takıldı. Sanki kayadan bir parça koparmış gibi olduk, dedi. Merhamet Hanım eşinin sözlerinden alındı. Ciddi bir şekilde: 21 - Kalbinden rahatsızsın içki sana zarar veriyor! Dedi; - Tabiî, tabiî! Her zaman bahane bulunur. Merhamet Hanım şımarık bir tavırla sallandı. Vugar dan özür diledi; - Sız bunun söylediklerine önem vermeyin, lütfen. Eve yabancı biri geldiği zaman neşelenir, her zamanki şakalarını yapar. Gerçekten neşelenen Profesör, Vugar a şöyle bir baktı. - Öyledir, dedi. Bizim Merhi doğru söylüyor. Çünkü yabancı biri geldiği zaman gözümüz az çok böyle şeyler görüyor ve neşemiz artıyor. Yoksa böyle leziz nimetlere her zaman hasretiz. Merhamet Hanım kirpiklerini oynatıp eşine incinmiş bir şekilde baktı. Profesör karısının ciddiyetini anlayınca konuyu hemen değiştirdi. Merhamet i kızdırmak onun zararınaydı. O, kadehlere şarap koyup yumuşak sandalyede mahzun mahzun oturan Vugar ı yavaşça dürtükledi. - Ne düşünüyorsunuz? Soğutmayın lütfen, dedi. Vugar dehşete kapıldı. Profesörle kadeh doluşturarak şarap içmek, aklının ucundan bile geçmezdi. Bu nasıl olabilirdi? Belki de Profesör onu deniyordu, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordu? Vugar ne yapacağını bilemedi yanaklarının kızarması biraz daha arttı. Biraz önce susup, birbirine karışmış, ağarmış kaşlarının altından genç misafiri gizli gizli süzen yaslı adam sohbete karıştı. - Utanma, oğlum! Hazır sofranın üstüne gelmek hayra alamettir. Anlaşılan kaynanan seni çok sevecek Merhamet Hanım hemen müdahale etti: - Tabiî ki çok sever! diyerek kayın pederinin sözlerine destek verdi. - Böyle güzel geleceği olan damadı hangi kaynana sevmez? - Sonra kurnazca Vugar a sordu: - Belki abes olacak, ama yoksa evli misin? 22

13 Vugar utancından yutkundu; dili sürçerek henüz evlenmediğini söyledi: Merhamet Hanım bu cevaba çok memnun oldu. Belini düzeltip, rahat bir nefes aldı. Sanki bir şeyin endişesinden kurtulmuş gibiydi. - Çok isabetli karar vermişsiniz. Hemen evlenmek doğru değil. Doktorayı bitiririn, savunmanızı yapın, sonrasında Allah kerimdir. Hadi başlayın. Yemeğiniz buz gibi oldu. Vugar, ter içinde kalmıştı. Sıkılmaya başlamıştı. Profesörün ısrarı, Merhamet Hanım ın ricalarıyla zar zor kadehini yarıya kadar içti. Yemeğinden de üç dört lokma alıp ayağa katlı. Orada bir saniye daha oturmaya hali kalmamıştı, çok mahcup olmuştu. - İzin verirseniz, ben gideyim İşim var. Güneşli itiraz etmedi. Genci bu ortam çok sıkmıştı, rahatı kaçmıştı, kendisini ifade edemiyordu. Bu durumda onu zorlayıp alıkoymak işkence etmekten başka bir şey olmayacaktı. - Nasıl istersen. Acil bir işin varsa tabiî ki git, dedi. - Ama yarın işe erken gel. Saat onda bizim bölümün yönetim kurulu toplanacak. Asistanların tezleriyle ilgili görüşme yapılacak. Seni de bugün bu mesele için aramıştım. İkimiz oturup tezini bir daha gözden geçirelim demiştim. Önemli değil Şimdi git, dinlen. Sabah enstitüde görüşür, toplantıya kadar bu meseleyi hallederiz. Misafiri, Merhamet Hanım geçirdi. Merdivenlere kadar ona eşlik etti, ayrılırken kuvvetlice elini sıktı. Özel bir ilgi ve hürmetle; - Bizi sakın unutmayın! Ne zaman isterseniz, buyurun, gelin. Başımızın üstünde yeriniz var! Dedi. Vugar, dik ve dolambaçlı merdivenleri nasıl indiğini anlayamadı. Gözlerini açtığında kendini birinci katta buldu. 23 Durup, boğazını sıkan kravatı çıkartı, yakasını büsbütün açtı. Gömleği su gibi olmuştu. O, ceketini çıkartı. Özenle katlayıp sol kolunun üstüne attı. İki üç defa derin derin nefes aldı. Omuzlarından dağ gibi bir yük kalkmıştı sanki. İyice kendine gelince durdu, dönüp gururla kendisine baştan aşağı şöyle bir baktı. İçine dolup taşan ferahlık dudaklarından döküldü. - Sevin, yetim Vugar, sevin! Bak yüzüne nasıl kapılar açılıyor, nasıl mutlu günler başlıyor? Aylar yıllar geçecek, zaman gelecek, böyle güzel binaların kapısını büyük harflerle Profesör filan filan sözleri yazılacak Hah hah! Vugar hayalinden geçenleri bir anlığına gözlerinin önüne getirdi. Sevinçten içi içine sığmıyordu. Kuş gibi kanatlanıp kendisini yola attı. Kenarlarında çınar fidanları sıralanmış, tenha yolun, düz kaldırımında elini kolunu sallayarak, hızlı adımlarla yürüdü. Hava yeni kararmıştı. Şimdi yanmış küme küme lambalar geniş göğsüyle şehrin üstünü kaplamış masmavi gökyüzünün parlayan yıldızlarına karışıp ışık saçıyordu. Bakü nün şairane gezelerinden biri, belki de en sihirli gecelerinden birisi başlıyordu. Vugar, heyecanından bu bahar kokulu, serin sonbahar akşamının güzelliğini hissetmedi. O, kalbini coşturan sevincini birileriyle paylaşmak için acele ediyordu. O kadar telaşlıydı ki bastığı yeri bile görmüyordu. Sokağın sonuna kadar aynı hızla gidip, buradan başka kaldırıma geçmek istediğinde sanki yanında bomba patlamış gibi oldu. Sert bir sesle ayakları yere mıhlandı. - Kör müsünüz, nesin? Nereye bakıyorsun? Vugar, uykudan uyandırılmış gibi şaşkın bir vaziyette kalakaldı. Ne olduğunu anlayamadı. İkinci adımında donup kaldı ve yabancı kadının yüzüne şaşkın şaşkın baktı. - Kim? Ben mi? diye hayretle sordu. Kadın sinirlendi. 24

14 - Evet, siz! Yürümeyi bilmiyor musun?! Vugar yine de bir şey anlamadı, gözlerini çevirdi. Fakat az sonra kadının ayakları altına düşmüş dolu sepeti, etrafa dağılmış patates ve soğanları görünce, her zaman olduğu gibi yüzü kızardı. Ceketini kolunun üstünden alıp, çabucak giydi. Patatesi, soğanı kaldırımdan tek tek toplayıp doldurdu, kadına verdi. - Affedersiniz, çok özür dilerim, dedi. Kadın fısıldayarak içini boşalttı. Sepeti kızgın bir şekilde aldı. - Serseri!!! Dedi. Vugar olduğu yerde donmuş gibi kalakaldı. Kadın gözden kayboluncaya kadar bekledi, suçluluk psikolojisiyle onun arkasından baktı, kaldı. Sonra yoluna devam etti. Karşısına ilk çıkan telefon kulübesine girip numaraları cevirdi. Biraz önceki sıkıntısı geçmiş, yine içi neşeyle dolmuştu. Fakat telefonda konuşamadı. Vugar ın bekleyişi sevincini bastırmıştı. - Alo! - deyip dudaklarını ahizenin ağızlığına iyice yapıştırdı. - Alo! Nihayet ahizeden kulağına zayıf bir ses geldi ince, tatlı bir ses duyuldu: - Kimsiniz? Vugar ın aniden nutku tutuldu. Kalbi çarpmaya başladı heyecanını yenemeyip kekeledi: - Be -be -benim, Arzu. İ-i- iyi akşamlar. Avizedeki ses yumuşadı, tatlı bir hal aldı. - Sana da iyi akşamlar, Vugar ne oldu? Sesin niye titriyor? Vugar ın içinde biriken sözcükler artık taşıyordu. O, artık kekelemiyordu - Çok şey oldu, Arzu, çok şey. Kız bir şey söyledi; ama Vugar işitmedi. Telefon cızırdamaya başlamıştı, oğlan şüpheye düştü, yanaklarını şişirip, avizeye tekrar tekrar üfürdü, bağırmaya başladı Alo, Arzu!!! Alo! Cızırtı, nihayet, kesildi. Kızın yumuşak sesi yeniden duyuldu. Şimdi o da heyecanlanmıştı. - Niye sustun, Vugar? Doğrusunu söyle, ne oldu?... Saklama benden! Vugar, yavaş yavaş konuşuyordu. Başkalarının duyacağından çekiniyormuş gibi, elini ağzına götürüp usulca; - Hayır, dedi; - Bu, telefonda konuşulmaz, uzun sürer. Gel yüz yüze konuşalım, dedi. - Nereye geleyim, Vugar? - Dün görüştüğümüz yere, Nizami müzesinin yanına. O tarafta derin bir sessizlik oldu. Vugar cevabı beklemeden ahizeyi yerine koydu, randevu yerine doğru koşar adımlarla gitmeye başladı Bölüm Dört yol ortasında ihtişamla duran Nizami müzesinin yanı her zaman olduğu gibi yine kalabalıktı. Buradaki taksi durağına gelenlerin tamamı, elbette ki, vasıta beklemiyordu. Vugar, durağın yanına gelmedi. Bir köşede durup gözünü Arzu nun geleceği yola dikti. Kalbi sevincinden küt küt atıyordu. Merhamet Hanım ın Bizi unutmayın, ne zaman isterseniz, buyurun misafirimiz olun. sözlerini hatırladı. Başımızın üstünde yeriniz var sözleri kulaklarında çınladı. Ne büyük samimiyet! Dünyada ne kadar güzel, hoş insanlar var, diye düşündü. O, düşüncelerinin etkisiyle Arzu yu ne kadar beklediğini hatırlamadı. Yüzünde sıcak bir nefes hissedip kendisine geldiğinde sevgilisinin nefes nefese kalmış halde yanında durduğunu fark etti. Şaşırıp kaldı. - Arzu!? Ne çabuk geldin?

15 Kız konuşmadı. Elini hızlı hızlı çarpan kalbinin üstüne koydu derinden nefes aldı. Vugar, solgun yüzüne baktı ve telaşla sordu. - Neyin var, Arzu? Ne oldu? Kız kalbinin çarpıntısını güç bela durdurup nefesi boğularak: - Sen konuş, dedi. - Bana hiçbir şey olmadı. Asıl haberler sendedir, dedi. Vugar tatlı tatlı gülümsedi. - Bana da hiçbir şey olmadı, tatlım, güzelim, dedi! Arzu, Vugar ın yüzüne azarlar gibi baktı. Kızın kapkara gözbebeklerinin tam ortasında yeni kapatılmış televizyon ekranındaki kıvılcıma benzer bir ışık yanıp söndü. - O zaman neden beni telaşa soktun? Az önce telefonda dilin dönmüyordu. Kötü bir şey oldu zannettim. Koşarak geldim, buraya. Vugar sevgilisini kollarından tutup kendisine çekti. Arzu - nun bu ilgisine karşılık onu orada hararetle öpmek istedi. Fakat etrafına bakıp vazgeçti. Eğilip kızın kulağına sevinçle fısıldadı; - Doğru tahmin etmişsin sevgilim. Bir şeyler oldu. Ama kötü şeyler değil, aksine, çok güzel şeyler! Arzu rahat bir nefes aldı. Rengi düzeldi; Fakat gözlerindeki sorgulu ve endişeli ifade gitmemişti. Vugar yüksek sesle gururla ekledi: - Profesörün evine gitmiştim, bizim bölüm başkanımızın evine. Söhrap Güneşli yi diyorum. Biliyor musun beni nasıl karşıladılar? Arzu konuşmadı. Ona yine sorgulayıcı bir ifade ile bakıyordu. Vugar mutluluktan ayakları yerden kesilmiş gibiydi, sözlerine devam etti: - Bilmeyi bırak, tasavvur bile edemezsin! Ben ömrümde hiç kimseden böyle hürmet görmedim Onlar mı çağırdı; yoksa sen mi gittin? - Hayır, çağırmadılar. Bugün Profesör enstitüde beni aramış. Sonra beni aradığını bir arkadaşımdan öğrendim. Herhalde önemli bir şey söyleyecek diye düşündüm. Bölümden adresini alıp, tek başıma evine gittim Vugar birden tutuldu. Sesi alçalıp yumuşadı. - Doğrusunu söylemek gerekirse çok utandım, çok sıkıldım. Çünkü gittiğimde sofra hazırdı, yemek vaktinde gitmiştim - Keşke gitmeseydin. Evine telefon etseydin. Ne diyecekse, telefonda derdi. - Nereden bileyim? - Vugar omzunu silkti. Telefonla konuşmanın, hoş karşılanmayacağını, büyüklenme emaresi olarak algılanabileceğini düşündüm. - Artık üzülmene gerek yok. Bu bir kabahat değil, sen de saygıyla karşıladılar diyorsun. - Çok güzel karşıladılar, bu hususta diyecek söz yok. Profesörün kendisinden çok hanımının eli ayağı birbirine dolaştı, etrafımda döndü, durdu... - Evlerinde başka kim vardı? - Başka hiç kimse yoktu, kendileri vardı. Yaşlı babası ve kızı. - Kızı büyük mü? - Evet, on sekiz, belki de on dokuz yaşında olabilir. - Mesele anlaşıldı. - Arzu nun dudakları hafifçe titredi. - Hangi mesele? Vugar şaşkınlıkla Arzu ya baktı. - Hiç. - Oku atıp da yayı gizleme. - Gizleyecek bir şey yok. Anlaşılan senin hakkında başka düşünceleri var. - Ne düşüncesi? 28

16 - Sen benden daha iyi bilirsin. - Hayır, ben hiçbir şey bilmiyorum. - Ay kalın kafa! Arzu gözlerini cilveli cilveli süzdü. Seni kendilerine damat yapmak istiyorlar. Vugar Arzu nun yaptığı şakayı ciddiye aldı, morali bozuldu. - Nasıl konuşuyorsun, Arzu sen? - Ben söylemiyorum, Vugar, her şey ortada. Vugar uzun sure sustu. Arzu ya yan gözle azarlar gibi baktı. Sonra ellerini şak diye birbirine vurdu, kahkaha attı, herkesin bir anda dikkatini çekti. - Kıskanıyor musun? Arzu konuşmadı. Vugar gülmeye devam etti, onun koluna girdi ve nezaketle onu kaldırımdan indirdi. Tatlı ve nazik bir dille ona! - Sana bir sir söyleyeceğim, dedi. Bana yaklaş! - Söyle dinliyorum. - Hayır, bu şekilde söyleyemem. Çok önemli bir konu Birileri duyabilir. - Hiç kimse bizi dinlemiyor. - Hiç olmasa bu tarafa dön de aklının bende olduğunu bileyim. - Arzu başını çevirdi. Vugar ağzını kulağına dayadı fısıldayacağına yüksek sesle bağırdı: - Alagöz e bizim İsmet aşık oldu? Arzu dilinin ucuyla sordu: - Alagöz kim? - Nasıl kim? Profesörün kızından bahsediyorum. İsmet i sen de tanıyorsun Benim sütkardeşim - Eee Ne yapayım? Bunun benimle ne ilgisi var? - Seninle mi? Seninle ilgisi çok. Kaynın olacak adamın gönül işleriyle ilgilenmek istemez misin? 29 - Hayır, istemiyorum! Şimdiye kadar kasıtlı olarak ciddi davranan Arzu, sonunda gülümsedi. - Artık seninle de ilgilenmiyorum. - İnanmıyorum! - Vugar konuşmasını biraz yumuşatarak: - Gel sana bir sır daha söyleyeyim... - Buyur - Ben Ben de seni seviyorum. Arzu nazlandı. - Bunlar eskide kaldı. Sen bunu bana tam üç yıl önce de demiştin. - Gerçekten mi?! Vugar komik bir hareketle kaşlarını çattı. Duyduğuna şaşırmış gibi kalakaldı: - Olamaz!... Hatırlamıyorum! - O zaman git, bir doktora görün! - Doktora mı?!... Niçin? - Hafızana bir baksın - Hah, hah, hah! Vugar kahkaha attı. Onlar bu şekilde şen şakrak şakalarla bulvara kadar geldiler. Arzu ayaklarını birleştirip birden olduğu yerde durdu. - Nereye böyle, hayrola, Vugar? - Nasıl nereye? Vugar ın gözleri neşeyle parıldadı. Tabiî ki gezmeye, baksana hava ne güzel! - Bize gitmiyor muyuz? - Size mi? Sizde ne var ki? Arzu nun yüzü asıldı, kaşları çatıldı. - Dün ben sana ne demiştim? - Hatırlamıyorum... 30

17 - Bir şey demedim öyle mi... Kız kırgın bir eda ile konuştu. Yarın babamın doğum günü, hani bunu birlikte kutlayacaktık. Vugar ın keyfi kaçtı, yüzü gerildi. - Doğru, söylüyorsun. Fakat... - Kelimeler ağzından zorla çıktı. - İki de bir ben size nasıl gideyim, Arzu? Arzu kızarak: - Gidelim! Deyip inatla emretti. - Gidelim, Vugar! Kız değilsin ki utanasın. Annem bana tembih etti, seni zorla da olsa götüreceğim. Misafirler bizi bekleyecekler. Vugar şüphe içinde ayakkabılarının ucuna baktı. O gerçekten de utanmıştı. Arzu nun ailesiyle tanışmamıştı, daha yüzlerini bile görmemişti, nasıl gidecekti?!... Bahane arıyordu. - Kırılma, Arzu! Ben önemli bir günde size eli boş gelemem. Affedersin unutmuştum. Hazırlıklı değilim, şimdi... Bu saatte mağazalar da kapalıdır zaten. Ona layık bir hediye bulmak çok zor olacak Arzu bunların hiçbirini dinlemedi. İnatla: - Hiç önemli değil! Senin hediyen oraya gelmendir! Dedi ve samimiyetle oğlanın kolundan tutup çekiştirdi. - Acele et, gecikiyoruz. Vugar yerinden kıpırdamadı. Arzu iyice ciddileşti. - Sana iki seçenek sunuyorum, Vugar. Ya benimle gidersin ya da bu günden sonra beni göremezsin. Bu tehdit de Vugar ı yerinden kıpırdatmaya yetmedi. Arzu yeniden yumuşadı. - Yalvarırım beni kırma Vugar, niçin böyle yapıyorsun? Biz ne zamana kadar böyle saklanacağız? Daha ne kadar annemden babamdan gizli görüşeceğiz? Tanıştığımız günden beri sen beni her aradığında annem de babam da yüzüme 31 öyle bakıyorlar ki ben onların bakışları karşısında adeta eriyorum. Onların karşısında bitiyorum. O gün babam şakayla karışık bana: Kızım, bu adını duyup kendilerini göremediğimiz kahramanın yüzünü bize ne zaman göstereceksin? Ne zaman onun mübarek elini sıkıp tanışacağız? dedi. - Hayır, Vugar! Ne olur beni kırma, ben artık dayanamıyorum. Eğer beni gerçekten seviyorsan, inat etme, gel gidelim. Arzu, ona öyle içten yalvarıyordu ki, Vugar ın ona teslim olmaktan başka çıkar yolu kalmamıştı Bölüm İçeri şehrin iki katlı, bakımsız, basık evinden yükselen şen kahkahalar bütün mahalleye yayılmıştı. Sanki düğün evi gibiydi. Buraya geldiklerinde Arzu öne geçti. Ayaklarını sürüyerek gelen Vugar ın bileğinden tutup çekti, küçük bir bahçeye girdiler. Camlı balkondan onları zayıf, uzun boylu bir kadın karşıladı. Çok şık giyinmiş bu yaşlı ve gözlüklü kadını Vugar ilk defa görse de hemen tanıdı. Arzu çok önceleri, Vugar la yeni görüşmeye başladıkları zamanlarda anne ve babasını ona uzun uzun anlatmıştı. Aynı konuşmadan sevdiği kızın babası Ağarza Gülbalayev petrol kuyularında uzman; annesi Şirinbacı nın da Bakü deki ortaokullardan birisinde Almanca öğretmeni olarak çalıştığını hatırladı. O zaman karşısına çıkan zayıf gözlüklü kadının öğretmen Şirinbacı olduğunu düşündü. Utana sıkıla kadının yanına gitti ve selam verdi. Şirinbazı gülümseyerek elini sıktı. - Hoş geldiniz! -Onu içtenlikle karşıladı. - Buyurun içeri girin, misafirler sizi bekliyor, dedi. Ara kapı açılınca misafirlerin kahkahaları Vugar a güçlü bir dalga gibi vurdu. Ayakları kapının eşiğinden ileri gidemedi. Uç uca eklenmiş masaların arkasında iki sıra halinde oturan misafirleri gözlerinin ucuyla süzdü. Aralarında kendine

18 yakın birisini göremeyince canı daha da sıkıldı. Niçin Arzu - nun sözünü dinledim. Burası bana göre değil, burada çok rahatsız olacağım dedi. O, arkasından yavaş yavaş gelen Arzu ya dönüp bir şeyler söylemek istedi; ama fırsat bulamadı. - Kapının önünde durmayın içeri girin! Öğretmen hanımın yüksek sesle söylediği bu sözleri misafirler de duydu. Bakışlar bir anda Vugar a yöneldi. Bu hırslı, dikkatli bakışlar Vugar ı şüpheye düşürdü: Bunlar bana niçin böyle bakıyorlar?... Bende garip bir şey mi var?... diye düşündü. Vugar ın yüzü kızardı. Yanakları ateşlendi. Buna rağmen misafirlere selam vermeyi ihmal etmedi. Aşağı tarafta, kapıya arkası dönük oturan, karşısındakiyle ateşli ateşli konuşan, saçları dağınık ve karışık; ufak kemikli bir şahıs biraz vakit geçtikten sonra birisinin geldiğini fark etti. Sandalyesini geriye çekip, çevik bir hareketle döndü. Vugar la Arzu yu eşikte görünce sıçrayıp ayağa kalktı. -Evet kızım Geldiniz mi?! Vugar Bakü ağzıyla konuşan bu çelimsiz, yaşlı adamı da hemen tanıdı. O da Ağarza Gülbayev idi. Ağarza, Vugar la çok önceden tanışıyormuş gibi konuştu. Onun hatırını sordu. Sonra da neşeyle misafirlere döndü: - Bu genç Sözünü tamamlamadan, bir an düşündü ve gülerek: - Niçin başınızı ağrıtayım ki bu bizim oğlan - dedi, Vugar ı öne çıkardı.- Geç misafirlerle tanış, hepsi de dost ve yakınlarımızdır. dedi. Vugar, ter içerisinde bütün misafirlerle el sıkıştı. Nihayet masanın başında oturan iri cüsseli, kalıplı adamın yanına geldiğinde bir hayli terlemişti. Masada hâkim konumda oturan adam Vugar ın elini havada bıraktı. Ayağa kalkıp kollarını asker gibi yanlara indirdi, kendisini tanıttı: 33 - Kılıçov Şahmalı İsrafiloğu! Vugar kızarıp bozardı. Kılıçov onu kızdırmak ister gibi aynı resmiyetle, asker gibi sordu: - Senin adın, soyadın nedir? Yeğenim. Vugar adını, soyadını alçak sesle ve zorla söyledi. - Evet! Demek Vugar Şemsizade. Çok güzel! Kılıçov iri gövdesini zoraki çevirip sohbet ettiği gençle yüz yüze geldi. - Şimdi el sıkışabiliriz. O, kaplan pençesini andıran kıllı elini gururla Vugar a uzattı. Yeni gelen misafirin aşağı düşen elini yukarı kaldırıp iki üç defa salladı ve sormaya başladı: - Duyduğuma göre ihtisas yapıyormuşsun. Öyle mi? - Evet, Vugar tevazuyla cevap verdi. - İhtisasın nedir? - Kimya uzmanı olmaya çalışıyorum. - Öyle miiii? - Kılıçov sesini tuhaf şekilde uzattı. - Çok güzel, çok hoş. Kimya çok önemli bir sahadır. Hayatımızda mucizeler yaratır Kimya nın hangi dalını seçtin? - Motor yakıtlarıyla ilgileniyorum. Kılıçov başını takdirle salladı. - Çok önemli bir alan! Çağdaş yaşamımız için çok önem arz eden bir konu! Biraz sustuktan sonra bir şey düşünüp tekrar sormaya başladı: - Peki hocan kim? - Profesör Güneşli nin asistanıyım. - Ooo, bu çok güzel! Kılıçov un esmer yüzü parladı. - Tanıyorum onu, hem de çok yakından, dedi. Güneşli çok kaliteli bir ilim adamıdır. Çok önceleri savaş yıllarında kendisiyle beraber çalıştım. Büyük bir fabrika yapmıştık. İlmi gibi insanlığı da mükemmeldir. Öyle bir şahıstan ders alan genç saygıya layıktır. 34

19 Kılıçov bunları söyledikten sonra Vugar a yanında yer açtı. Sonra Arzu yu da yanına çağırdı: - Gençlerle bir arada oturmanın tadı başka olur. Kızım gel sen de öbür tarafıma otur, dedi. Gençler yerlerini aldıktan sonra dazlak bir adam sohbeti ateşlendirdi: - Bağışlayın, delikanlı sana benim de bir sorum olacak, deyip Vugar a döndü. Çok uzun süredir gazeteler, radyolar kimyanın mucizelerinden bahsediyor. Bahsedilenler gerçek mi, yoksa propaganda mı yapıyorlar? Vugar sorunun kulağa hoş gelmeyen tonundan rahatsız oldu. Kılıçov, kasıla kasıla cevap verdi: - Propagandaya hiç gerek yok, Mirkazım. Ne duyduysan hepsi gerçektir. Dazlak adam verilen bu cevaptan tatmin olmadı. Yüzünü ekşiterek: -Sen dur Şahmalı! Mani olma! Deyip derinden gizli gizli gülümseyen, küçük gözlerini Vugar a dikti. - Beni kınama delikanlı, son zamanlarda bazı olaylar bende biraz güvensizliğe sebep oldu. Bir de bakıyorsun ki boş, manasız şeyleri şişiriyorlar, övgüler yağdırıyorlar. Sonunda da hiçbir şey çıkmıyor Maalesef böyle şeyler oluyor işte. Hiç gizlemeye gerek yok!.. Evet, şimdi bu da onun gibi. Söylediklerine göre ağaç kırıntılarından kumaş dokuyup onlardan elbiseler yapıyorlarmış. Daha neler neler. Ama benim aklım almıyor. Belki yaşlanıyoruz değil mi? Herkes birbirine baktı, gülüştüler. Kılıçov da kara, kalın dudaklarının gülümsemesine mani olamadı. - Doğru anlamışsın Mirkazım, yaşlılıktandır! Bunamışsın sen. Misafir Kılıçov un sözlerine aldırmadı. Onun dikkati Vugar ın üzerindeydi, devam etti: - Benim sana başka bir sorum daha var. Mademki kimya senin dediğin gibi çok faydalı bir ilim, o zaman, niçin eskiden ilim adamları bu konuda çalışma yapmadılar? Niçin kimyanın kurallarını tarıma uygulamadılar? Ağarza dazlak adamı sakinleştirmeye çalıştı. - Laf aramızda komşu, her halde, genç adamı imtihan ediyorsun! - Hayır, imtihanla alakası yok. Gerçekten merak ediyorum. Bu konuda çok kafa yordum. Bana, kimyayı gereğinden fazla abartıyoruz gibi geliyor. Toprağı güya daha verimli hale getirmek, bol ürün almak için çeşitli suni gübreler, kimyasal maddeler icat etmişler. Belki kanser hastalığının, tansiyon ve kalp krizinin son zamanlarda artmasının sebebi bu icatlardır, değil mi? Yiyeceklerden alınan kimyasal kalıntılar zamanla vücudu zehirliyor. Karpuzun, kavunun eski tadı kalmadı. Tadı ekşileşti. Artık para kazanmak, kısa yoldan zengin olmak için insanlar hileye başvuruyorlar. Hormon mudur ne menem şeyse onunla bitkileri çabucak yetiştirmek, büyütmek mümkünmüş. Geçen yaz o hormonlu kavun ve karpuzdan birçok insan zehirlendi. Misafirlerden birisi onun sözlerini tasdik etti: - Çok doğru, böyle bir şey olmuştu. Uzman olarak bir arkadaşım çalışıyor. O da buna benzer bir hadisenin yaşandığından bahsediyordu. Başka bir misafir de yüksek sesle şikâyet etti: - İşte böyle, görüyor musunuz? Karaborsacılık, aç gözlülük bakın hangi felaketlere sebep oluyor!.. Sonunda öyle bir hale geleceğiz ki canımızın istediği meyveleri gönül rahatlığıyla yiyemeyeceğiz. Dazlak adam sözlerinin desteklendiğini görünce daha da galeyana geldi. Cesaret ve kibirle, kendi fikrine kendisini destekleyenlerin fikirleri üzerinde ısrarla durmaya başladı ve devam etti: - Allah, rahmet eylesin, rahmetli dedem, suni gübrelerden, fosfatlı besinlerden, zehirli gıdalardan uzak durmak suretiyle tam doksan yıl asude bir hayat sürdü. Öldüğünde büdownloaded from KitabYurdu.org

20 tün dişleri daha sapasağlamdı. Saçı sakalı benimkiden daha siyahtı. Saçında bir tane bile beyaz yoktu. Mirkazım, nereden bilelim babanın saçının ak ya da kara olduğunu? Şahmalı nın şakası herkesin gülümsemesine sebep oldu. Dazlak misafir kızarsa da kendisini ele vermemeye gayret gösterdi. - Rica ediyorum Şahmalı, müsaade et. Konumuz benim kelliğim değil, burada çok ciddi bir meseleden bahsediyoruz. Bu genç, bilim adamı olmak için çalışıyor. Anlaşılan kimyayı ezbere biliyor. İzin ver de onun diyeceklerini dinleyelim. Vugar bütün bakışların kendisinde toplandığı hissetti. Fakat ortamın samimiyeti onda hoş bir tesir bıraktı. Sıkıntısı biraz da olsa azalmıştır. Sakin sakin konuştu: - Bir kural olarak hayatta da bilimde de yenilikler her zaman tartışılır. Büyük engellerle karşılaşır. Sosyal hayatta da fikir olarak da her yeni şey zor kabul edilir... - Dediğin doğru delikanlı. Sen beni o kadar da kalın kafalı, düşüncesiz zannetme. Benim de az çok bildiğim bir şeyler var. Kimya alanındaki gelişmelerin tamamının da karşısında değilim. Benim söylemek istediğim, niçin şimdi bir bardak suda fırtına koparıyorlar. Daha önce bunların akılları yok muydu? - Vardı tabiî ki. Eski Mısır da milattan önce bu ilimle ilgili birçok araştırma yapılmış. Boyayı, sabunu ilk defa onlar bulmuşlar. Ölülerini ilk defa onlar mumyalaşmış, petrolü de yine Mısırlılar kullanmışlar. Eski Hintliler ise kumaşları boyamada, kumaş üzerine nakış yapmada ve resim çizmede bütün dünyada şöhret kazanmışlar... - Sen beni yine de doğru anlamadın yeğenim. Benim eskiyle bir işim yok. Kendi devrimizi göz önünde tutup öncekilerden bahsediyorum. Yani yirmi, otuz yıl öncesini kastediyorum. - Kılıçov un sabrı tükendi. Dazlak adamın maksadını şimdi anlamaya başladı. O, sohbeti başka yerlere çekmek istiyordu Yeter, Mirkazım! Sorularına son ver artık, boş yere vaktimizi alma! Dedi, tamada 1 resmi bir şekilde yüzünü ekşitti. Boş konuşmalar artık bitti, dedi. Kadehlerinizi doldurun! Diye emretti. Bir anda sessiz sakin mecliste hareketlilik oldu. Çatal ve bıçaklardan çıkan sesler kulakları çınlattı. Kadehler, bardaklar bir anda kırmızıya boyandı. Kılıçov günün konuşmasını yaptı: Saygıdeğer misafirler! - Bugün, burada çok önemli bir günü kutlamak için bir araya geldik. Hepimizin çok aziz dostu Ağarza altmış yaşını tamamlamış bulunuyor. Yani, bugünden itibaren o yaşlılığın ikinci ve daha şerefli bir basamağına ayak basıyor... - Dur! Bir çuval inciyi berbat ettin! Ağarza komik bir şekilde ayağa kalktı. - Bana bak, masa beyi kardeş, yani sen kendi adını bana mı veriyorsun? Men kim ihtiyarlık kim? - Biliyoruz Ağarza, sen Şirinbacı nın yanında kendini küçük düşürmek istemiyorsun. - Ben şimdiye kadar hiç kimsenin yanında küçük düşmedim, teyzesi güzel! Yine diyorum kendi adını bize verme! - Ağarza iki çeşit yaşlılık vardır. Sen gün geçtikçe gençleşenlerdensin. - Öyle mi?.. O zaman başka mesele. Allah geçmişlerine rahmet etsin, söyle kadehleri doldursunlar! Ağarza kendisini geri çekip gururlu gururlu oturdu. - Kılıçov yavaş yavaş devam etti: - Ağarza ile dostluğumuz çok eskiye dayanır. Biz tanıştığımızda bugün meclisin süsü, şu gençlerin hiçbiri yoktu. Otuz, otuz birinci yıllardan bahsediyorum. O zaman, gördüğümüz bu ak saçlı Ağarza bıyıkları yeni terlemiş genç idi. 1 Masabeyi, düğün, nişan ve yemekli toplantılarda meclisi yöneten aynı zamanda sunuculuk yapan kişi. 38

21 Gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Nasıl olduysa kazdığı her kuyudan petrol su gibi fışkırıyordu. Petrol yerin altından çay gibi akıyordu. Herkes ondan bahsediyordu. Sürekli o gazetelerde çıkıyordu. Fotoğraflarını sokaklara yapıştırıyorlardı. Her toplantıda, o övülüyordu. Bu uzun bir hikâye O zaman ben köyden yeni gelmiştim. İşe başlayalı on beş gün olmuştu. Onu görmek istiyordum. Onun pehlivan gibi iri yarı birisi olduğunu düşünüyordum, uzaktan gördüğümde zayıf ipince bir kişi olduğunu gördüm. Yüze de kömür gibiydi. Kendimi gülmemek için zor tuttum. Kendi kendime, Sizin yerlere göklere sığdıramadığınız adam bu mu? Dedim. Bunun eti budu nedir? Burnunu sıksan canı çıkar zavallının dedim. Ağarza, komik bir biçimde çoğu zaman konuşmalarında hissettirmediği Bakü ağzını şimdi daha çok kullanarak dostuna laf attı: - Peki, kendini niçin söylemiyorsun? İri yarı birisiydin. Söz anlamaz birisiydin. - Kılıçov onun şakasına çok soğuk cevap verdi: - Doğrudur, dedi. Ağarza doğru söylüyor. Ben o zaman çok sağlamdım. Gedebey in güzel yaylalarında büyüdüm, kaynak sularından içtim, günde iki üç kez kuzu budu dişleyen adam başka türlü olamazdı tabiî ki. Yüzümdeki kan damarları çıkmıştı. Ortadan ikiye ayırsalar iki tane Ağarza olurdum. Ama şunu da söyleyeyim ki bu ağaç kurusu hiç de göründüğü gibi değildir. Sanki ateş parçası gibiydi. Bir dakika bile durup dinlenmiyordu. Her gün başka bir yerden haberi geliyordu. İki üç hafta gizlice onu takip ettim. İçimden, işin aslını öğreneyim, sonra seninle konuşurum dedim. O zaman onun sırtını yere vurmak bu garibin üzerine düştü! Kel adam ufak gözlerini hilekâr bir şekilde süzerek sordu: - Sonra nasıl oldu? Yenebildin mi? Ağarza elini havaya kaldırıp alay ederek salladı. - Vah, vah!... O söylüyor sen de yutuyorsun. Ben öyle kolay lokma mıydım? 39 Gilicov yarı şaka yarı ciddi dedi: - Kendini çok övme, Ağarza kibirlenme, inan ki seni ilk gördüğümde kanım kaynamıştı. Madende kalıp orda işe devam etseydin sonun gelmişti. Şansın varmış ki beni başka işe gönderdiler. - Mademki kendine bu kadar güveniyordun o zaman niçin gittin? Kalsaydın hünerini görürdük. - Ne yapayım kalsaydın sana zararım dokunacaktı belki de! Şöhret kazanmıştın, belki şöhretine ortak olurdum. Namertlik edemezdim. Sonradan dost olmuştuk. Birlikte oturup yedik, içtik. Bunu ben nasıl görmezden gelebilirdim!... Ağarza elini havada bir daha salladı. - Evet, evet!.. Şimdi öyle diyorsun. Peki çözüm nedir?! Kılıçov, gülümsedi. Ona cevap vermedi meseleye geçti: - Sohbeti uzatsam da ben bunları bir amaç için söyledim. Ağarza gerçekten de çok becerikli adamdır. Bu yaşa geldi hiç dinlenmedi, rahatlığın ne anlama geldiğini bilmez. Nerede işin ağırı var gider onu bulur. Onun haberleri bazen Lökbatan dan bazen Artyom dan bazen Karadağ dan bazen de Gumadası ndan gelir. Gittiği her yer de ona güzel işleri için teşekkür ederler. Sekiz dokuz yıl önce denizin ortasından petrol çıkarma söz konusu olduğunda kara taslar hadisesinde de dostumuz durup dinlenmedi, beni de oraya gönder diye dilekçe verdi. Açıkçası bu meseleyi duyduğumda çok kızdım. Sizden iyi olmasın, üç beş yakın arkadaşımı da alıp bunun yanına gittim. Yaşlı adamsın yaşın elliyi geçti. Senin gününü gün edeceğin bir iş gerekiyor. Binlerce genç, petrol kuyularında ihtisas yapmış, bırak bundan sonra bu zor işleri onlar yapsınlar. Dedim. Sinirlenip yüzünü benden çevirdi. Bizimle konuşmak bile istemedi Neticede Ağarza farklı bir karaktere sahipti. Sanki Allah bunu iş için yaratmış, mayası işle yoğrulmuş. Saçı sakalı ağarsa da gönlü çok gençtir Misafirlerden biri yüksek sesle teklif etti: - Onun genç yüreği için içelim! Bırakın kendi dilediği gibi yaşasın, istediği kadar da kuyu açsın. 40

22 Birden bir gürültü koptu. Dolu kadehler, bardaklar her taraftan Ağarza ya doğru uzandı. - Bir dakika arkadaşlar, bir dakika sabredin! Kılıçov misafirleri zorla sakinleştirdi. Şirinbacı yı mutfaktan salona çağırdı. Onu Ağarza nın yanına oturtup konuşmasına devam etti: - Ben öğretmenin sağlığını Ağarza dan ayırmak istemiyorum. Çünkü dostumuzu öyle sağlam, genç kalmasını sağlayan onun eşi Şirinbacı dır. Gördüğünüz gibi bu esmer adama ne kadar büyük muhabbeti var, onun için muhteşem bir sofra kurmuş. Bizim gibi dostlarını da bu önemli günde buraya davet etti Ağarza şakayla derin bir nefes aldı. - Allah layığını!... Bana sanki iyilik mi yapıyorsun? Yaşlılığımı hatırlattın yarama tuz bastın. - Kendini naza çekme Ağarza! Böyle kadir kıymet bilen bir hanımı gece gündüz durmadan arasan yine bulamazsın. - Evet, evet. Dört ayaklarımın üzerine düştüm. Kılıçov gözlerini kısıp Ağarza yı şüpheli şüpheli süzdü. Onu işaret parmağını sallayarak tehdit etti: - Bak, dilini tut, yoksa kirli çamaşırlarını ortaya dökerim. - Benim gizli saklım yok ki neden kirli çamaşırlarım olsun? Beni iki de bir niçin tehdit ediyorsun? - Demek öyle? - Evet daha da çok! - Tamam şimdi izin ver şu kadehleri bitirelim sonra senin hesabına bakarız! * * * Kadehler şakırdayarak boşaldı. Şahmalı Kılıçov muhteşem kaşlarını çattı. Ağzına aldığı lokmayı yutup tatlı tatlı konuşmaya başladı: - Evet, şimdi size bizim bu kara oğlanın, bizim Şirinbacı ile evlenmesini anlatayım Söz sözü açar. Yanlış hatırlamıyorsun bu mevsimlerdeydi. Bir akşam işten yeni gelmiş ken- 41 dime yemek hazırlıyordum. Bekârlığın sultanlığı varsa kara günü de az değildir. Bir de baktım, bizim kapı birden açıldı. Ağarza kederli bir eda ile içeri girdi. Çok kötü bir şey oldu sandım. O her zaman bize geldiğinde bin bir oyun çıkarır, ortalığı birbirine katardı. Evinde kiracı olduğum Rus kadın bundan artık illallah çekmişti. O zaman Sabuncu istasyonundan epeyce yukarıda oturuyordum. Zavallı kadın ara sıra kapıyı aralayıp Seni de onunla birlikte kovacağım deyip bizi korkutmasa Ağarza nın kendisine geleceği yoktu. Onu sakinleştirmek mümkün müydü? Böyle olunca tabiî ki süt dökmüş kedi gibi olurdu. Taştan ses çıkardı da ondan ses çıkmazdı. Yanına yaklaştım elinden tuttum. Eee Ağarza ne oldu? Niçin bugün keyfin yok? dedim. Hiçbir şey demedi. Tekrar sordum, sesi yine çıkmadı. Yine artistliği tuttu bana numara yapıyor diye düşündüm. Daha fazla üzerine gitmedim. Gidip çay getirdim. Onu da davet ettim, ama o yerinden kıpırdamadı. Boynunu büküp evin ortasında sakin sakin duruyordu. Buna bir şeyler olduğunu anladım. Kendisine Hastalandın mı diye sordum. Ağarza güç bela başını salladı. Derin bir nefes aldı. İçini çekti. Aklıma olmadık şeyler geldi. Kalkıp önünde yürüdüm, onu alıp yatağımın yanına götürüp oturttum. Yalvar yakar öğrendim ki bizim ki fena halde birisine tutulmuş. Aşk başına vurmuş Gülmekten kendimi kaybettim. Bu kadar güldüğümü hiç hatırlamıyorum. Sakinleştikten sonra sordum: - Eee kim bu kız? Nasıl birisi? Nerede gördün? - O da kızın kim olduğunu bilmediğini kendisini birkaç defa sokakta gördüğünü söyledi. Bunu üzerine ben tekrar gülmekten kendimi kaybettim. Ağarza acınacaklı bir şekilde yalvarmaya başladı: Ne olur Şahmalı, tek ilacım sensin. Ben ona gidip konuşamam. Bugün tam vaktidir. Kalk giyin de gidelim, onunla konuşalım. Kızın okuldan dönme vakti. - İyi de Ağarza, seven sensin, ben kimim ki? Dedim. Kelin ilacı olsa, kendi başına sürer. dedim. Baktım Ağarza nın sözden anladığı yok. Abayı yakmış. Yarı şaka yarı ciddi: Gidelim 42

23 diyorsan, tamam, gidelim. Ama diğer taraftan bir şeyi göz önünde bulundurmalısın. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Kız beni görünce seni terk etmesin? Sonra aramıza kara kedi girmesin zinhar! Bu da ona fayda etmedi. Tekrar yemin edip yalvarmaya başladı. Çaresiz kaldım. Yemeği yarıda bırakıp elbiselerimi giydim. Aceleyle evden çıktık. Gide gide en sonunda Yirmialtılar bağına ulaştık. Nefesimizi daha yeni almıştık ki Ağarza birden yırtıcı kuş görmüş civciv gibi büzüşüp yanıma sokuldu. Beti benzi attı, kapkara yüzü bir anda bembeyaz kâğıt gibi oldu. Ne oldu? Niçin böyle sararıp soldun? Dedim. Zavallının konuşmaya mecali mi kaldı. Birkaç gün çölde susuz kalmış insan gibi dudakları kurumuştu. O anda önümüzden boylu boslu, güzel yürüyüşlü, elinde çantası olan güzel bir kız geçti. Meseleyi anladım. Bir kıza baktım bir de kendimize. Bu aşk doğrusu pek aklıma yatmadı. Kendi kendime, Boşuna kürek çektik, böyle güzel bir kız bizi önemsemez dedim. Doğrusu bu kadar yolu teptikten sonra eli boş dönmeyi de kendime yediremedim doğrusu. Gidip kızın yolunu kestim. Utana sıkıla, Affedersiniz bacım. Dedim. Bir dakika vaktinizi alabilir miyim dedim. Kız bana öyle sert baktı ki, kızın bu durumundan birden irkildim. Fakat geri adım atmadım. Dilimin ucuyla acele acele, Arkadaşımın size söyleyecekleri var, rica ediyorum onu dinler misiniz? Yan tarafıma baktım, Ağarza - yı ona takdim etmek istedim. Bir de ne göreyim. Ağarza nın yerinde yeller esiyordu. Bir anda taa karşı kaldırma geçmiş bize bakıyor, halde gördüm. O an onun sözünü dinleyip yola çıktığıma ne kadar pişman oldum bilemezsiniz! İçimden ona küfürleri sıraladım! Allah tan ki kız dönüp de bize bakmadı. Yoksa yerin dibine geçerdik. Kız sert sert Çekil yolumdan! dedi, beni elinin tersiyle itti. Adımlarını sıklaştırdı, yakındaki büyük ve güzel binanın demir kapısından içeri girdi ve kaşla göz arasında kayboldu Kılıçov burada nefesini topladı. Misafirlerin sıkılıp sıkılmadığını gözünün ucuyla kontrol etti. Ağarza fırsattan istifade edip ortaya bir laf attı: 43 - Eee güzel arkadaşım madem ki o kadar samimisin, niçin senin öğretmenin daha sonra benim peşime düştüğünü anlatmıyorsun? Gölge gibi beni takip ettiğini, senin için ölürüm dediğini niçin söylemiyorsun?! - Ben birçok şeyi söylemiyorum, Ağarza. Gördüklerinin çoğunun üstünü kapatıyorum. Eğer hepsini fahşetsem, çok kötü şeyler olur. Gençlerin yanında mahcup olurum Öyle değil mi Şirinbacı? Şirinbacı tatlı tatlı gülümsedi. Kılıçov un sözlerini tasdik etti. Şahmalı, galip gelmiş bir eda ile Ağarza yı şöyle bir süzdü konuşmaya devam etti: - Evet, kız gitti, Ağarza geldi. Ağarza ne olduğunu sordu. Kız ne dedi? Dedi. Güldüm bir şey söylemedim. Baktık ki arkadaşımın hali çok kötü kendisine destek oldum. Canını hiç sıkma, Naz etmek kızların âdetidir. Nasıl olsa yaşadığı yeri öğrendik. Artık elimizden kurtulamaz. dedim. Bunu duyunca biraz da olsa rahatladı. Eve döndük. Bir de ne görelim Şirinbacı meğer bizi aldatmış. Burası onun oturduğu mahalle değilmiş. Diğer evin bahçesinden başka bir sokağa geçmiş Sahmalı Kılıçov hikâyesini yine tamamlamadı. Dinleyenlerini merakta bırakmaktan zevk alan, eski masalcılar gibi, epeyce susup bekledikten sonra, yanındakilere kendisi hakkında bir şeyler fısıldayan Ağarza ya yukarıdan bakıp sesini yükseltti: - Hadise çok uzun. Ayrıntılı anlatsam sabaha kadar bitmez. Anlaşılan Ağarza rahatsız oldu. Sırları açıldıkça sinirlenmeye başladı Velhasıl işkencemiz sona erdi. Uzun bir aradan sonra Sirinacı yı bulduk. Bunları acilen tanıştırmam gerekiyordu, tanıştırdım da. Kızı istemeye de ben gittim. Sirinbacı nın rahmetli babası çok iyi bir insandı. Benim zahmetlerimi boşa çıkarmadı. Fakat bu kara oğlandan çektiğim bütün eziyetler karşılığında biz kez olsun Teşekkür ederim. bile demedi. - Aaa.. Şahmalı, sen ne insafsız adamsın?! Annemin deve etinden senin için yaptığı yemeklere ne diyeceksin?! Onları saymıyor musun?! 44

24 Kılıçov, dostunun sitemini duymazlıktan geldi, oturup tabağını önüne çekti, iştahla yemeğe devam etti. Ağarza da sustu. Onun gerçekten de morali bozulmuştu. Ağlamaklı gözlerle oradakilerin gözlerine baktı. Sonra Şirinbacı ya döndü, içini çekerek yumuşak bir ses tonuyla: - Gel, hanım, gel, sana bir sarılayım, dedi. Allah insaf versin Şahmalı ya gençliğimizi aklıma getirdi, kalbim bir tuhaf hal aldı. Şirinbacı öğretmen söz dinleyen uslu bir çocuk gibi sandalyesini kocasına yaklaştırdı. Misafirlerin şen şakrak kahkahaları tekrar mahalleye yayıldı 4. Bölüm Vugar Arzugilden ayrıldığında içerişehrin dar sokakları tamamen boşalmıştı. İçi içe girmiş dar, basık evler, yüksek duvarlı küçük bahçeler derin bir sessizliğe dalmıştı. O, dağ yolu gibi dar bir sokağı sonuna kadar gidip yol ayrımında durdu. Birbirine girmiş, karışık sokaklar onu şaşırtmıştı. Birbirinden hiç farkı olmayan, nerede başladığı nerede bittiği belli olmayan, eski, taş döşemeli yollarda kaybolmak sadece içkinin tesirden kaynaklanmıyordu. Vugar düşündü. Birkaç saat önce Arzu yla birlikte geldiği yolu hatırlamaya çalıştı. Ama boşuna kürek çekiyordu, beceremedi. Şansını deneyip karşıdaki sokağa girdi, loş ışıklı sokakta nefes nefese yürümeye başladı. Sanki arkasından birileri onu kovalıyordu. Şansı yaver gitti bu ürkütücü sokaktan hemen kurtuldu. İlerde parlak ışıklar göründü. Yerin göğün rengi belli oldu. Her şeyin görüntüsü bir anda değişti, canlandı, büyüdü. Aman Allah ım genişlik ne kadar güzelmiş! Vugar kendinde bir hafiflik hissetti. Adımlarını sabitleştirdi. Bakü Saveti nin yanından İçerişehre doğru kıvrılan aydınlık yola ulaştı, durdu. Burada artık yeni Bakü başlıyordu. 45 Manzara muhteşemdi. İç içe girmiş yüksek binalar, dümdüz, yemyeşil alanlar, temiz düzenli yollar ve meydanlar, bahçeler sanki ışık gölünde yüzüyor gibiydiler. Yeni sulanmış ayna gibi parlayan yollar, dümdüz kaldırımların sonu görünüyordu. Vugar yeni şehrin iç açıcı güzel manzarasına hayran hayran baktı. O, yedi yıldır Bakü de yaşıyordu. Fakat bu ünlü şehrin nadide güzelliklerini daha yeni keşfediyordu. Peki, şimdi, birden bire onun gözlerini açıp kalbinin heyecanla ve gururla çarpmasına sebep olan ne idi? Vugar, bu soruya cevap aramak için kendisini zorlamadı. Yavaş adımlarla eski kale kapısından geçti. Bakü Saveti binasıyla yan yana geldiğinde, kuledeki elektrikli saat yavaş yavaş vurmaya başladı. Saat tam birdi. Her zaman gürültülü ve her zaman kalabalık olan Komunist sokağı da boşalmıştı. Şehir tatlı ve huzurlu bir uykuya dalmıştı. Yakın sokaklardan arada bir gelen araba sesleri derin sessizliği bölüyordu. Vugar adımlarını daha da yavaşlattı. Az önceki neşeli, gürültülü kalabalıktan sonra bu sessizlik onun çok hoşuna gitmişti. Yakasını açtı. Terli, hararetli sinesini incecik kız parmağı gibi yavaş yavaş gıdıklayan ılık bir rüzgâr, serinleyerek yukarıdan aşağıya doğru indi. Eski fakat gösterişli, azametli üniversite binasının sokağa açılan büyük kapısı önünde ayakları birden bire yere mıhlandı, kıpırdanmadan durdu. Burada, hayatının en güzel en tatlı yıllarını, üniversite yıllarını hatırladı, nedense, iç geçirdi. Bu sade tahta kapı, bu kalın taş duvar ona ne kadar da yakındı! Beş yıllık tahsili boyunca, kim bilir, bu kapıyı kaç defa açıp kapatmıştı? Üniversitenin geniş, mermer merdivenlerini kaç defa inip çıkmıştı? Kaç hocanın karşısında ter döküp zorlu imtihanlardan geçmişti? Kaç defa heyecanlanmış, kaç defa üzülmüş, kaç defa sevinmişti?!. Vugar bekleyip ikinci kata, kimya bölümünün bulunduğu tarafa baktı. Hasret dolu bakışlarla vaktiyle güzide ilim adamlarının ders verdiği salonu aradı. Fakat gözleri boş döndü. Odaların ışığı söneli saatler olmuştu. Sınıfları bulup ayırt etmek çok zordu. O, derinden bir daha nefes aldı, ağır ağır 46

25 yoluna devam etti. Artık acelesi yoktu. Sessiz gecenin sihirli hali onu büyülemişti. Muhabbeti gönlünde birden bire coşan güzel Bakü yü karış karış dolaşmak, yolu düşmediği, adını adresini bilmediği sokakları gururla gezmek istiyordu. Sabirbağı nın kenarında sanki tatlı bir rüyadan uyanır gibi oldu. Ayakları yeniden yere yapıştı. Parkın içindeki derin düşüncelere dalmış şairin heykeli gibi, sokağın tam ortasında donup kaldı. O, bu şekilde nereye gidiyordu? Niçin bu kadar rahattı? Evde akşamdan beri onu sabırsızlıkla bekleyen birisi vardı. Söhrap Güneşli nin evinden çıktıktan sonra hemen eve döneceğine, Alagöz den İsmet e sevinçli bir haber getireceğine söz vermişti. Ama o zamandan beri kaç saat geçti?.. Herhalde İsmet yatmamıştır. Sevdiği kızdan güzel haber işitmeyi hasretle bekleyen birisi nasıl yatabilir ki?!. Vugar ın kalbi çarpmaya başladı. Sütkardeşinin sabırsızlığı aklına gelince çok rahatsız oldu. Her şeyden çabucak morali bozulan, en basit meseleleri büyütüp abartan, hemen küsen, günlerce konuşmayan İsmet, herhalde, bu dakikalarda sinir krizleri geçiriyordur. Onunla dalaşmazsa, kavga etmezse iyi olacaktı! Vugar heyecanlandı. Akşamdan beri kalbine sığmayan sonsuz sevinçleri bir anda uçup gitmişti * * * Onlar 1 Mayıs sokağında Cennet adındaki yaşlı bir kadının evinde kirada kalıyorlardı. Kanlı ve belalı savaş, bütün ailelere gözyaşına felaket getirmişti. Savaşın acısını, dehşetini yaşamayan aile yoktu. Cennet Ananın yaşadığı ise ayrı bir felaketti. O, cepheye üç kişi göndermiş, hiç birisi de, maalesef, geri dönmemişti. Sesleri solukları kesilivermişti. Bir zamanlar yürüyüşünden yerin sallandığı, güçlü kuvvetli kadın şimdi bir deri kemik kalmıştı. Fakat insan her şeye dayanabiliyordu. O, zamanla sakinleşti. Kendinde yeni bir kuvvet buldu. Acı çeken kalbinde yeni bir ümit ışığı yandı. Aldığı kara haberlere artık inanmaya başladı. Peki, nasıl inanmalıydı?! Nasıl olurdu ki üç erkekten birisi dahi geri dönmezdi?! Hayır! Böyle bir zulmü Cennet Ananın aklı almıyordu. Hiç bir şekilde Allah ın böylesine bir zulmü ona reva göreceğine ihtimal vermiyordu. Anlaşılan hata olmuş diyordu. - Aynı isim ve soy adla dünyada binlerce insan var! Mutlaka hata etmişlerdir, yanlış yapmışlardır! Cennet Ana gözlerinin yaşını artık silmişti. Kocasının ve çocuklarının ölüm haberini veren resmi mektupları yılda bir kez olsun kapağı açılmayan sandığın en alt kısmına koydu, kendisini teselli etmeye çalışarak hayata tutunmaya çalıştı. Savaş bitmişti, ölenler ve kalanlar belli olmuştu. Fakat Cennet Ana ümidini, Allah a olan güvenini hala yitirmemişti. Kim bilir, belki de ölmemiş, kaybolmuştur, dedi. Dünya hali, belki de, savaşta korkup, düşmandan kaçarken başka bir memlekete gitmişlerdir. Bir de bakarsınız çıkıp gelirler diye düşündü. O, bu teselliyle çok bekledi. Yaraları zamanla kabuk bağladı. Kaderiyle artık barışmıştı. Yalnızlık her geçen gün onu rahatsız etmeye, içten içe kemirmeye başlamıştı. Geceleri sessizlik basınca kulakları çınlıyordu. Artık bir iş yapmaya eli kalkmıyordu. Bir yandan yaşlılık, diğer taraftan da dertler belini bükmüştü. Evde onunla her an dertleşecek, onunla konuşacak birilerini arıyordu. Taşradan Bakü ye okumaya gelen talebelere evini kiraya veriyordu. Yıllardır kapısı açılmayan odaları şenlenmişti. Duvarlarından, gam, keder yağan bu odalara yeniden canlılık gelmişti. Kendisine yeni aile bireyleri bulan Cennet Ana, her gecen gün daha canlandı. Böylece yalnızlık, kimsesizlik onu rahatsız etmiyordu. Kiracılarına gönülden bağlandı, her birisine anne şefkati, anne merhameti gösterdi. Artık o yeni kızları, yeni oğulları olan bir anne oldu! Aile fertleri, üç dört yılda bir değişse de Cennet Ananın ilgisi yeni gelen misafirine karşı değişmiyor, öncekiler gösdownloaded from KitabYurdu.org

26 termiş olduğu ilgi ve alakayı misliyle yeni kiracılarına da gösteriyordu. Hatta o, kiracılarının resimlerinden oluşan özel bir albüm bile yapmıştı. Evine bir misafir geldiğinde veya tanıdıklarından birisi, yolunu şaşırıp ona uğradığında Cennet Ana kalkıp albümü hemen çıkarır, sayfalarını bir bir çevirir: Bu çocuk şimdi falan köyde öğretmenlik yapıyor. Evlendi çocukları var. Allah ona torunlar nasip etsin Bu kız ise falan şehirde başhekimdir; çok terbiyeli, beceriklidir. Ömrü uzun, bahtı açık olsun Bu da falan fabrikada yüksek mühendistir. Adı sık sık gazetelerde çıkıyor. Her zaman başarılı olsun, güzel haberlerini duyalım Diğerleri de çok mahir sondaj ustasıdır. Denizin ortasından petrol çıkarıyor. Allah onları da kazadan beladan korusun! Diye eski kiracılarını dua ve muhabbetle anıyor, hepsine ayrı ayrı hayır dua ediyor. Hepsini de kendi çocukları gibi kabul ediyor. Doğrusu onlar da Cennet Anayı unutmuyorlar. Arada bir, Bakü ye yolları düştüğünde gelip onunla görüşüyor, bayramlarda ve önemli günlerde hediye ile gönlünü alıyorlar. En azından önemli günlerde telgraf çekip kimsesiz ananın gönlünü hoş tutuyorlar. Tabiî ki, kiracıları arasında nankör çıkanlar, Cennet Ananın kadrini, kıymetini bilmeyenler de çıkmıyor değil. Fakat fedakâr Cennet Ana böylelerini bile kalbinden silmiyordu. Ara sıra şikâyet etse de hayır dualarını onlardan da esirgemiyordu. Vugar la İsmet Cennet Ananı evinde iki yıldır oturuyorlardı. Açık yürekli, güzel huylu Cennet Ana, bu yeni aile üyelerine de çabucak alışmış ve onları yürekten sevmişti. Özellikle, onun Vugar a karşı sevgisi daha büyük, daha derindi. Bu sevginin sebebi, Vugar ın aşırı yumuşaklığı, cana yakın bir yetim olmasından kaynaklanıyordu. Annesi öldüğünde Vugar henüz kundakta idi. Zavallıya bir süre eş dost sahip çıkmış, bakmıştı. Emzikli kadınlar kendi yavrularının kısmetinden kesip bu yetimi doyurmuşlardı. Biraz büyüdükten sonra büyüklerinin tavsiyesi ile onu Şahsenem adında dul bir kadının himayesine vermişlerdi. 49 Şahsenem in kocası vefat etmişti. İki çocukla bir çatı altında dul kalmıştı. Son çocuğu İsmet i daha memeden kesmemişti. Büyüklerin tavsiyesine göre, o, bu anasız zavallıya her türlü annelik şefkatini gösterecek, karşılığında da Vugar - ın babasından emeğinin karşılığını alacaktı. Fakat Vugar annesi gibi babasını da hatırlamıyordu. Duyduğuna göre, babası orta tahsilli, çok yumuşak tabiatlı bir öğretmen imiş. Şehre çok uzak bir köyde görev yapıyormuş. Oğluyla yılda bir iki defa görüşürlermiş. Daha sonra bu seyrek görüşmeler tamamen kesilmiş. Onu askere almışlar. İlk önce Sovyet-Finlandiya savaşlarına katılmış, daha sonra da Büyük Vatan Muharebesi nde savaşmış ve... Ölmüş. Vugar a kısa ömürlü, macera dolu babasından sadece: Kâğıdı sararıp solmuş bir resim ve küçük bir deftere sayfasına yazılmış baba yüreğinin hararetini dile getiren cepheden gelen mektup, kalmıştı. Cennet Ana her şeyden haberdardı. O, kiracılarının özgeçmişleriyle yakından ilgileniyor, onların anne babalarıyla ilgili bilgileri ilk günden itibaren öğreniyordu. Vugar yukarıda bahsettiğimiz kısa ve kederli özgeçmişini de ona İsmet söylemişti. Cennet Ana onun hazin hikâyesini öğrendiğinde çok üzülmüştü. Bu iki etkili his, yetimlik ve kimsesizlik, hassas merhametli kadının kederli yüreğini dağladı, sızlattı. Onun kalbinde, Vugar a karşı, güçlü, karşılıksız bir evlat sevgisi uyanmıştı. Üstelik onun dikkatli, merhametli ana yüreği, Vugar da kendisinin son beşiği, sevimli oğlu Ramiz le, nasılsa, bir benzerlikte arayıp buluşmuştu. İlk zamanlar yanılıp onu birkaç defa Ramiz diye çağırmıştı. O zaman geceleri için için ağlamıştı. Cennet Ana yeni kiracılarını şimdi daha fazla düşünüyor ve onlara derin bir saygı duyuyordu. Her sabah erkenden kalkıp kahvaltılarını hazırlıyor, vaktinde yemeklerini pişiriyor, elbiselerini yıkayıp ütülüyor, odalarını da silip süpürüyordu. Akşam olunca Vugar ya da İsmet gittikleri yerde fazla kalıp eve biraz geç geldiklerinde, Cennet Ananın canı rahat etmiyordu. Kâh bahçeye çıkar, sokağa bakar, kâh pencereden 50

27 bakardı: Gözü yolda, kulağı seste kalırdı. Geciken kiracılarını kendi eliyle doyurmazsa rahat uyuyamazdı. Bu gece de kapıyı Cennet Ananın kendisi açtı. - Neredeydin, a evladım? Niçin böyle geç geldin? deyip kapının eşiğinde onu telaşla sorguya çekti. Vugar sevgiyle kolunu kadının boynuna uzattı. - Bir davete gittim, Cennet Ana. Affedersin, seni rahatsız ettim. Ananın uykusuz gözlerinde sevinç ışıltıları göründü. - Önemli değil, canım, deyip hemen yumuşadı. Niye rahatsız olayım ki?... Biraz endişelendim. Kim bilir nerede kaldı, dedim. İsmet e sordum, bana doğru dürüst cevap vermedi. Huyunu bilmiyor musun? Birine kızdığı zaman yüzünden düşen bin parça olur, ağzından sözü kerpetenle alırsın. Yine anlayamadım, ona ne olmuş? Akşamleyin yaş odun gibi ses çıkarıyordu. Vugar gülümsedi: Demek ki çok sinirli. Allah kavgadan gürültüden korusun!... - Yattı mı, yoksa hala uyanık mı? - Az önce uyanıktı. Çay götürdüm, geri verdi. Onun kalbini kim kırdı, oğlum? Vugar konuyu Cennet Anaya açmadı. Gülümseyip omzunu silkti. - Bilmiyorum, Cennet Ana. Haberim yok, dedi; fakat içten içe bir rahatsızlık hissetti. Hayır, bu iş böyle başladı, herhalde, kavgasız da geçmeyecek. Yanına yaklaşıp, konuşup biraz gönlünü alabilseydim, fena olmazdı. Yoksa bu güzel günümü bana zehir edecek... İsmet yorganı başına kadar örtüp, duvara dönüp yatmıştı. Elbiseleri toplanıp yatağının ayakucuna atılmıştı. Odaya korkarak, parmaklarının ucuna basarak giren Vugar, bu manzarayı görünce, biraz daha korktu. Düzenli olmaya özen gösteren, pantolonunu, gömleğini, kravatını her akşam ütüleyen, ceketinin ve şapkasının tozunu alan (O, üniversitenin üçüncü sınıfından beri şapka takmaya başlamıştı.) getirip her birini ayrı ayrı vestiyere asan İsmet in bu düzensizliği onun 51 Vugar a ne kadar öfkeli ve kırgın olduğunun gösteriyordu. Vugar gülerek onun yanına gitti: Alıngan arkadaşının başucunda durup yüksek sesle selam verdi. İsmet in sesi çıkmadı. - İsmet, hey İsmet! Vugar sesini biraz daha yükseltti. - Burada yanındayım, yatıyormuş numarası yapma. Uyanık olduğunu biliyorum. Vugar gelip onun böğrüne oturdu. Omzundan tutup yavaş yavaş salladı - Yeter artık, dedi - Kocaman adamsın, insan her şeye küsmez. Kalk, sana söyleyeceklerim var. İsmet taş gibi kımıldamadan yatıyordu. - Sen, benim neden geciktiğimi biliyorsun, İsmet. - Önce öğren, günahım varsa, sonra küs. İsmet oralı bile olmadı. - Bu akşam başıma çok ilginç olaylar geldi: Profesör den ayrıldıktan sonra Arzu lara gitmek zorunda kaldım. Kalk, olanları sana anlatayım. - Söyleme, kendine lazım olur! İsmet in kırgın sesi sanki yorganın altından değil de kırk arşınlık bir kuyunun dibinden gelir gibiydi. - Sana da lazım...inat etme, kalk, dertleşelim. - Git başımdan! - Hayır, gitmeyeceğim. Nasıl kardeşsin sen, benim gelecekteki aile hayatım seni ilgilendirmiyor mu? - Onu önce kendine sor! - Sordum. Bende hiç suç yok. - Çok mu temizsin? - Dupduruyum, kaynak suyu gibi! İsmet yorganın altından sert bir şekilde fısıldadı. Kalkıp sinirli bir halde yüzükoyun uzandı. Yorganı yeniden başına çekti. Bu hareketle sütkardeşinin sesini bile duymak istemediğini anlatıyordu. Ama bu da Vugar ı durduramadı. Şakayla İsmet in üstüne doğru uzandı. Elini yorganın altından uzatıp, kardeşinin koltuk altını, gıdıkladı. İsmet yumuşamadı. 52

28 - Zaferden gelmedin ya bırak da yatalım! Deyip Vugar ın elini öfkeyle yana doğru itti. Vugar şımarıklık yaparak, yorganı çekip onun üstünden yere bıraktı. - Evet, zaferden geldim! İstiyorsan kalk, kavga edelim. İsmet gerçekten de kavga etmek niyetindeydi. Bir kedi çevikliğiyle sıçradı, yatağının içinde dimdik oturdu. Ona sakin sakin baktı, hafiften gülümseyen Vugar ı kin dolu bakışlarla süzdü. Yorganı halıdan alıp, kızgın yılan gibi yine fısıldandı: - Sen sarhoşsun! Vugar bu durumdan ustalıkla çıktı, ciddileşti, Alagöz den söz açtı: - Zevkine diyecek yok, kardeşim! Sende sarraf gibi göz var. Ben o kıza daha önce hiç dikkat etmemiştim. Bu defa dikkatle baktım. Doğrusu melek gibi bir kız, seni tebrik ederim. İsmet meğerse bu kelimeleri bekliyormuş. Siniri bir anda geçiverdi. Bakışlarındaki hiddet perdesi kalktı. Kendisi de fark etmeden gülümsemeye başlamıştı. - Demek, kız hoşuna gitti, ha? - Hoşa gitmek de ne demek, çok güzel ve iyi bir kız. - Yakından mı gördün, yoksa?... - Çok yakından hem de. Gittiğimde, sofraya yeni oturmuşlardı. Beni de davet ettiler... - Uzatma. Sadede gel! - Asıl konu bu işte, görüştük, tanıştık. - Bu kadar mı? Vugar düşündü. İsmet ondan başka şeyler söylemesini bekliyordu. İyi ki, Cennet Ana onları duyup onun yardımına yetişti. Ara kapıyı açıp ortaya laf attı. - Vugar, aç mısın? Yemeğini ısıtayım mı? İsmet Vugar a fırsat vermedi. Yüzünü ekşitip: - Müsaade etseler de... Bırakmaz ki, derdimizi, sıkıntılarımızı konuşalım! Diye sızlandı Ne diyorsun, güzel hanım? Misafirlikten gelen insan hiç aç olur mu?!! - Niye olmasın, güzel oğlum?...öyle misafirlikler var ki, insan ne yediğinden hoşlanır ne de içtiğinden. - Bunun misafirliği senin dediğinden değil... Kızın yanındaymış!... Anladın mı?! - Kızın yanında mı?!..hangi kızın yanında oğlum? - Arzugilde!!...Sevgilisinde!!...Aşkının yanında!!.. Yine mi anlaşılmadı? - Anladım, oğlum, iyi anladım. Cennet Ana bir an bozuldu. İsmet in kaba konuşmaları onun kalbini kırmıştı. Fakat üstünde durmadı. İki üç adım öne gelip, büyük bir mutlulukla Vugar a sordu: - Peki bunu bana niye demiyorsun, a yaramaz şey? Niye benden saklıyorsun? Güzel güzel anlat bakalım, seni nasıl karşıladılar, nasıl hürmet ettiler? - Tam gönlüne göre! Harika!.. İsmet yine Vugar ın yerine cevap verdi. - Tamam git, rahatına bak. Bizi yalnız bırak da rahatça konuşalım. Cennet Ana hiçbir şey söylemedi. Sorusunun cevabını almadan pişman olmuş halde gitti. İsmet onun arkasından söylenerek yatağından indi, ara kapısını örttü ve sürgüyü taktı. Dönüp yatağının içinde rahat ve emin bir biçimde bağdaş kurdu, meraklı bakışlarını sabırsızlıkla Vugar ın ağzına dikti: - Eeee, sonra? - Sonrası... Başka bir şey yok. Cennet Ananın kalbini boşuna kırdın. - Konuyu değiştirme!... Söyle bakayım, sonra neler oldu? - Bu kadar anlattım, az mı? İsmet ona ters ters baktı. - Benden hiç söz etmedin mi? 54

29 - Hayır, ona fırsat olmadı. - İsmet`in kaşları çatılıp yüzünde hoşnut olmadığını belirten bir ifade belirdi. - Mektup ne oldu?.. Verdin mi onu kıza? * * * Vugar sustu. Evden çıkarken, İsmet`in zorla onun cebine koyduğu, Alagöz`e ulaştırırsın! diye ısrarla hatırlattığı mektubu unutmuştu. Şimdi aklına gelebildi. Ortam gerginleşti. Güç bela gönlünü aldığı sütkardeşini bir daha küstürmemek için düşünüp kafasından bir şey uydurmak istedi. Fakat yalan konuşmayı adet edinmediğinden hiç bir şey aklına gelmedi. Ona gerçeği söylemeğe mecbur kaldı: - Doğrusu, fırsat olmadı. Gider gitmez kalabalığın içine girdim. - Bahtın açık olsun!! - İsmet başka hiç bir şey demedi. Hırsla elini salladı. Birden titremesi tutmuş hasta gibi, burnunun ucuna kadar örtünüp Vugar`a arkasını döndü. Konuşmak istese kavga etmeye her an hazırdı. - Vugar, kalkıp, kendi yatağının yanına gitti. Soyunup yatağına girdi. Misafir olduğu evde içtiği şarapların etkisinden kurtulamamıştı. Yorganı kenara attı. İnce çarşafını göğsüne kadar çekip kollarını başının altına aldı, gözlerini uzun zamandır tamir görmemiş sarı, kirli tavana dikti. Hayali bir anda kanatlanıp dar ve sıkıcı odadan çıktı. Önce Profesör Söhrap Güneşligile gitti, oradan Arzu`nun evine indi ve havalanıp hoş dilekler dünyasının engin ufuklarında uçtu, uçtu... Çok ilgi çekicidir. İnsan kendi geleceğini düşündüğü anlarda niçin yalnızca mutlu, neşeli dakikaları arayıp bulur? Niçin?! Bölüm Vugar, uyandığında güneş, pencereden onun üzerine gelmişti. Yüzünde oynaşan ılık, altın rengi ışıkların altında mesut geçen günün hadiselerini hatırladı; kendisinden geçti, mest oldu. Konuşturmasalar, belki de bir saat boyunca yerinden kıpırdamaz, dünkü tatlı hatıralardan ayrılmak istemezdi. Fakat birden nasıl olduysa, gözü İsmet`in boş yatağına takıldı. Uykusu o anda açıldı. Heyecanlandı. Korkuyla birden ayağa kalktı. Gece unutup kolundan çıkarmadığı saatine baktı. Profesörle yapacağı görüşmeye gecikiyordu. O, pantolonunu ve gömleğini aceleyle giydi. Koşup koridordaki küçük lavaboda yüzüne bir iki avuç su çarptı. Dönüp şapkasını örttü, ceketini omzuna atıp içinde her zaman lazım olacak belgelerle dolu çantasını koltuğunun altına aldı, tam kapıdan çıkarken pazardan gelen Cennet Anayla karşılaştı: - Hayırlı sabahlar, Vugar, nereye böyle? - İşim var, Cennet Ana, bir yere yetişmem gerekiyor. - Kahvaltı yapmayacak mısın? - Vaktim yok, gidip enstitünün büfesinden bir şeyler alıp yerim... - Olmaz! Cennet Ana yüzünü ekşitti. Vugar`ı göğsünden geri iteleyip, kapıyı örttü. Bu günün sabahı da var, oğlum. İnsan bilerek kendi canına kastetmez. Bir de bakarsın ki, Allah göstermesin, bir hastalık gelip kapını çalmış. Ondan sonra iyileşmek için ilaç arar durursun... Hadi çabuk kitabını defterini koy yerine. Rahatça kahvaltını yap, sonra git. Vugar işinin çok olduğunu, onu bir Profesörün beklediğini söyledi. Cennet Ana hiç birini duymadı. Onu dikkatlice süzdü, birden sakin bir eda ile gülümsedi. - Bu ne biçim surat?.. Aynada kendine baktın mı? Vugar dondu kaldı. Cennet Ana onun yüzünde ne görmüştü? Şaşkınlık içinde geri dönüp, tahtaları çoktan karardownloaded from KitabYurdu.org

30 mış eski vestiyerin küçük aynasının önüne geçti. Aynadan ona gözleri kararmış, solgun benizli bir genç bakıyordu. - Evet, nasılmış?.. Cennet Ananın sorusundaki kınamayı Vugar hemen hissetti. Solgun yüzüne zayıf bir kızartı serpildi, konuşmadı. Ana, arkasından ona yaklaşıp, çantasını koltuğundan çekti, şapkasını başından aldı. Israrla: Git, dedi. Git bir güzel yıkan, yüzüne renk gelsin. Saçlarını da tarayıp, düzelt. O ne öyle, püskül gibi her biri başka taraftan sallanıyor?.. Eşin dostun, arkadaşın, kızların gelinlerin arasına karışıyorsun, ayıp olur. Alay ederler... Genç adamın har zaman üstüne başına önem vermesi, düzenli olması gerekir... Aklından çıkmasın, kravatını da tak. Sabah ütüleyip vestiyere asmıştım. Vugar mecburiyet karşısında yeniden yıkanıp tarandı. Üstünü başını düzeltti. Cennet Ana ise çabucak sofrayı hazırladı. Marketten yeni alıp getirdiği sıcak, beyaz ekmekten büyük bir dilim kesti, üzerine yağ ve bal sürdü. Onun üstüne de peynir koydu. Çayını da hazırladı. Vugar`ın kolundan tutup, sofraya oturttu. Ekmeğinin bitizene kadar yemesini çayını da bitirmesini bekledi. - İşte böyle! Şimdi git, Allah yardımcın olsun, başarılar dilerim!... Enstitü Bakü`nün Karaşehir tarafında bulunuyordu. Yolu çok uzaktı. Vugar tramvayı beklemedi. Taksi durdurup, şoföre acele etmesini söyledi. Fakat şansından, çok rahat, laf anlamaz bir şoföre rastlamıştı. O ulaşması gereken yere geldiğinde, yönetim kurulu çoktan başlamıştı. Birisi kasıla kasıla konuşuyordu: - Asistan Şemsizade`nin tez konusu ayrıca ve uzun uzadıya görüşülmelidir. Onun ele alınması başka bir tarihe alınsın. 57 Vugar heyecanlandı. Bu kimdi? Ele alınması başka vakte ertelenmesi ne demekti. Amaçları neydi?.. Vugar birden bire içeri girmeye çekindi. Aralanmış kapıyı yavaşça açtı, konuşan adamın yüzünü görmek istiyordu. Fakat danışman hocasının sakin ve yumuşak sesi onu önledi: - Affedersiniz, Beşir Osmanoviç, sizin ne düşündüğünüzü anlamadım, niçin itiraz ediyorsunuz? Vugar ın rahatsızlığı daha da arttı. İtiraz edenin yüzünü görmese de, Güneşli`nin konuşmasından onu hemen tanıdı. Bu, Profesör Bedirbeyli idi. Beşir Bedirbeyli`nin cevabı gecikmedi. - Burada zor, anlaşılmayacak bir konu yok. Söhrap Murğuzoviç. Asistanınızın konusu doğru seçilmemiş, o güzel bir konu değil. Ben bu meseleyi daha önce de size söylemiştim. Vugar ın morali iyice bozuldu, canı sıkıldı. Beşir onu nedense sevmiyordu, ondan hiç hoşlanmıyordu. Sokakta veya dışarıda bir yerde karşılaştıkları zaman yanından kaşları çatık ve kibirli bir halde gelip geçer; Vugar`ın selamını isteksizce alırdı. Nedenini Vugar da bilmiyordu. Ona karşı hiçbir zaman, hiçbir yerde saygısızlık ve kabalık etmemişti. Uzun süredir sağdan soldan kulağına, Söhrap Güneşli`yle, Bedirbeyli`nin arasının açık olduğu kulağına geliyordu. Aynı soğukluğu Vugar da birkaç defa açıkça sezmişti. Toplantılarda bu iki Profesörün fikir ayrılıklarına ve tartışmalarına şahit olmuştu. Ancak Beşir Osmanoviç`in kendisine soğuk davranmasının, hatta kendisinden nefret etmesinin sebebini bilmiyordu. Güneşli`nin yumuşak sesi tekrar duyuldu: - Söyledikleriniz aklımda, sayın Profesör. Eğer yeni delilleriniz yoksa tabiî ki, ben eski sohbetleri tekrarlamayı gerekli görmüyorum. - Siz burada yalnız değilsiniz! Ve sizin şahsi fikriniz de herkes için geçerli olamaz! - Özür diliyorum, Beşir Osmanoviç, bana öyle geliyor ki, ikimizden birisi bir şeyleri karıştırıyor. Bugünkü toplantımızın sebebini ya ben doğru anlamıyorum, ya da siz. 58

31 * * * Vicdan Sustuğunda - Hayır, Söhrap Murguzoviç! Biz birbirimizi çok güzel anlıyoruz. Siz inat ediyorsunuz. Dostlarınızın ve iş arkadaşlarınızın düşünceleriyle hesaplaşmak istemiyorsunuz. Böyle olamaz. Bu şartlarda birlikte çalışmamız mümkün değil! - Rica ederim. Lütfen ifadelerinize, dikkat edin, Beşir Osmanoviç! Ben inat etmiyorum. Kendimi kimseden yüksekte görmüyorum. Objektifliği kaybetmemek için çalışıyorum. - Peki, ben niçin çalışıyorum, sizce? - Siz... Güneşli`nin sesi kesildi. Siz, Profesör, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, konunun güncelliğinden ve gerekliliğinden şüphe ediyorsunuz. Aynı meselenin bundan bir yıl önce karar verilip bitirildiğini, aklınızdan çıkarıyorsunuz. Müdür de üst makamlar da bu meseleyi onayladılar. Geçmiş konuşmaları tekrarlamanın anlamı nedir? - Gerekli olduğuna inandığım için tekrarlıyorum. (Zararın neresinde dönülse kardır!) - Maksadınızı açıkça söyleyebilir misiniz? - Açıklamayı ayrıca yapacağım. Başka zaman. - Niçin sonra?... Şimdi burada, herkes buradayken konuşsanız iyi olur. - Burada genç arkadaşlar var. Onların bazı gerçekleri öğrenmesini istemiyorum. - Bizim hiç kimseden gizli saklımız yok. Lütfen konuşun! - Şimdi, siz beni açık konuşmaya mecbur ediyorsunuz, tabiî ki, söyleyeyim!... Bedirbeyli yüksek sesle boğazını temizledi, sesi hayli yükseldi. - Söhrap Murguzoviç! Siz asistanınıza ilmi manada danışmanlık yapmıyorsunuz, onu koruyor, ona sahip çıkıyorsunuz. - Mesela! - Mesela, sadece birisi bu. Asistanın kendisi katılmadığı halde, onun çalışmasını toplantıda gözü kapalı onaylamayı düşünüyorsunuz. Hani kendisi nerede! Niçin gelmedi? Herhalde, başına bir olay gelmiş olmalı... Asistanın gelip gelmesi, tartışmak için yeterli değil. - Ben onun faydası için söylüyorum, Söhrap Muğuzoviç. Doğru söze sinirlenmeniz, yersizdir. Birilerine bu şekilde uygun olmayan tavizler, özel uygulamalar pedagojik yönden uygun değildir. Pedagojik prensiplerle ters düşer. Diğer asistanları olumsuz yönde etkiler... Özlük, üveylik meselesi ortaya çıkar. Vugar sinirlendi. Az önce korkup içeri girmeyip Güneşli`yi zor durumda bıraktığı için çok pişman oldu. Damarlarındaki kan birden öyle coştu ki kapıyı ne zaman iteleyip açtığını, toplantı odasına nasıl girdiğini dahi hatırlamadı. Kendine geldiğinde, herkesin dönüp ona hayretle ve kınayarak baktığını gördü. Utana sıkıla kapıyı örtüp en arka sıraya oturdu. Güneşli onu kınayan bakışlarla süzüp, yüzünü Bedirbeyli`ye çevirdi - Buyurun, Profesör, Şemsizade geldi! Bedirbeyli Söhrap`ın güçlü sesinde gizli bir ima hissetti. Biraz bozuldu. Sonra çenesini kibirlenerek yukarı kaldırıp sol omzunu çeke çeke konuşmaya başladı. - Geldi, çok güzel! Kendisi de duysun. Şemsizade doğru yolda değil. Geleceği olmayan, belirsiz bir işe başladı. Onu bu yoldan kurtarmalıyız. Biraz önce de söylediğim gibi zararın neresinden dönersek kardır. - Doğru değil! Güneşli inatla itiraz etti. Şemsizade çok doğru ve önemli bir çalışma yapmaktadır. Öncelikle, onun laboratuvarda yaptığı çalışmalar, meselenin lüzumsuz olmadığı, çok önemli olduğunu göstermektedir. Teknolojinin baş döndürücü gelişmesi, şehirlerde araba sayısının on kat artması benzine ihtiyacı artırmıştır. Çok geçmeden, bütün dünyada benzin sıkıntısı ortaya çıkacaktır. Birçok ülkede taşıtlar, motorla çalışan her türlü ulaşım araçları, benzin kıtlığı yüzünden çalışamaz hale gelecektir. Yeni yakıt tezi göz ardı edilemez, tehir edilemez. Bu mesele, yakın bir gelecekte daha ciddi bir şekilde karşımıza çıkacaktır. Böylece ilim adamalarının karşıdownloaded from KitabYurdu.org

32 sında birinci derecede çözülmesi gereken bir problem haline gelecektir. Bedirbeyli kibirli bir eda ile kendisine güvenerek konuşmaya başladı: - Bakın, siz kendiniz de, ister istemez, benim dediğime geliyorsunuz, benim haklı olduğumu tasdik ediyorsunuz. Evet, Yeni yakıt arayışları geleceğin meselesidir. Bilimin gelecekte çözmesi gereken bir problemdir. Biz her şeyden önce bugünün ihtiyaçlarına yönelik çalışmalar yapmalıyız. Sanayi ve tarım ekonomisinde üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmeliyiz. Bugünü bırakıp yarının işlerini yapmaya kalkmaya hakkımız yoktur. Güneşli sakince başını sağa sola salladı, iç geçirdi. - O nasıl bir ilimdir ki sadece bu günle, önümüzdeki üç beş yılın ufak tefek para meseleleri ile sınırlanıp kalıyor, dedi. Bilimin ufukları geniş olmalıdır. İlmi çalışmalara hiçbir şekilde sınır konulmamalıdır. Yarım asır sonrasını göremeyen ilim kördür. İlim adamaları da idraksiz ve ufuksuzdur! Bedirbeyli sinirlendi omuzlarını silkti. Söhrap`ın üstü örtülü iğnelemesine kaba bir şekilde cevap verdi: - Yarım asır ileri gitmek fanteziden başka bir şey değildir. Aç tavuğun rüyasında darı görmesinden başka bir şey değildir!... Bu durum aynı zamanda toplumumuzun ilerlemesi, çağdaş gelişmeler için bir ilim adamı olarak topluma olan borcumuzu ödemekten kaçmak demektir. Doğrusu söylemek gerekirse bu durum siyasi sabotaj anlamına gelir! Toplumu bile bile yanlış yollara sevk etmek demektir. Sovyetler Birliği`nin bilimsel çalışmalarını, insancıl istikametinden, halka hizmet arzusundan saptırmak, uzaklaştırmak demektir. Bu tür fanteziler bize çok zarar vermiştir. Yirmili ve otuzlu yıllar, kırkların bize verdiği dersler yeterlidir! - Siyasi suçların hepsini toplayın bir kenara koyun, Beşir Osmanoviç. Tehdit ve korku zamanı geçti artık, bu usul eskiyeli yıllar oldu. O korkularla artık hiç kimseyi korkutup sindiremezsiniz. Cesaretsizlik devri bitti. Mevzu ile ilgili gerçek 61 sözleriniz varsa, buyurun, dinliyoruz. Eğer yoksa esassız inatlaşmalarla vakit kaybetmeye değmez. - Hayır, bu hiç de boş anlamsız inatlaşma değil. Çok ciddi delillere dayanan ve ispatı olan bir itirazdır. - Sizi dinliyoruz. Delil ve ispatlarınızı memnuniyetle duymak isteriz. - Herşeyi bir tarafa bırakıp sadece bir tek hakikati göz önüne getirmek istiyorum: Her bir ilim, elbette, Sovyet ilminden bahsediyorum, halkın, refahının iyileşmesine, üretiminin yükselmesine, sosyalizmin gelişmesine hizmet etmelidir. Çağdaşlık hissini her zaman, her şeyde korumak gerekir. Yirmi otuz yıl sonrasının derdini çekmek olsa olsa kendini kandırmaktır. İlmi tuzaktır ve maceradır!.. -Yanlış bir düşüncedir!, Güneşli, üyeyi sabırlı bir şekilde yalanladı. Bugünün istekleri çerçevesinde sıkışıp kalmak, gelecekti önemli işlerden kendini soyutlamak yetersizlik ve her şeye boyun eğmek demektir. Hayata, gelişmelere ayak uyduramamaktır. Biz ilmimizi ileri götürmek, zamanın önüne geçmek için yukarılardan bir yerden sipariş beklememeliyiz. Geleceğin problemlerini önceden görüp ona göre çalışmalıyız. - Biz olmadan da gelecek için kaygılananlar vardır. Onunla daha büyük ilim adamları ve merkezler ilgileniyor. Endişeye düşüp rahatsız olmaya gerek yok. Güneşli bir müddet konuşmadı. Karşısında kibirli bir biçimde oturan Beşir Bedirbeyli`ye sakin, aynı zamanda teessüf dolu bakışlarla baktı. Yetmiş yaşındaki ilim adamının çocukça gururuna, basit düşüncelerine acıdı. Bunun kaşları da ağardı, ama aklı başına gelmedi. diye hüzünle düşünüp başını çevirdi. Jürideki diğer üyelere şöyle bir baktı. Hepsi dalgın ve suskundu. Gözlerini bile kırpmadan arka sıralardan bakan asistanların bakışlarında tuhaf bir his vardı. Güneşli, nefes alıp, münakaşaya son vermeye çalıştı. - Gelecek için herkes kendi çapında endişe duymalıdır. İnsanlara bel bağlayıp rahat hareket etmek zararımıza olur. Bedirbeyli ince çenesini uzattı. Konuşmaya başladı: 62

33 - Şu anda genç bir çocuktan, tecrübesiz bir asistandan bahsediyoruz! Benim fikrimce, onu gücünün yetmeyeceği bir meseleye sevk etmek ilim çevrelerini de o genci de aldatmak demektir. Biz gençliğe daha değişik görevler vazifeler yüklemeliyiz. Onları kendi şöhretimiz, menfaatimiz için kurban etmemeliyiz. - Ben bu fikri kabul etmiyorum! - Güneşli ayağa kalktı, yumuşak sesini resmileştirdi. Gençleri doğru yönlendirmek bizim esas görevlerimizden biri ve en önemlisidir. Çünkü biz, bizi layıkıyla temsil edecek yerimizi dolduracak gençler yetiştirmeliyiz. Kimyanın gelecekte ilerlemesi onların sorumluluğunda olacaktır. Bırakın şimdiden zor görevlerin altına girsin güçlensinler. - Bal bal demekle ağzı tatlanmaz, Söhrap Murguzoviç! Unutmayın ki, bu sıradan bitirme çalışması değil, tezdir. Parti ve hükümet bizden, tezlerin savunulduktan sonra, enstitülerin ilmi araştırma müesseselerinin arşivlerinin raflarında tozlanarak yatıp kalmasını istemiyor. Devlete ve topluma faydalı olmasını talep ediyor. Bu isteğe kulak vermek, ona riayet etmek bizim en kutsal vazifemizdir. Bu görev Sovyet ilim adamlarının en şerefli vazifesidir! - Kendisini gerçek ilim adamı, namuslu vatandaş, olarak gören her bireyin vazifesi vardır, Beşir Osmanoviç. O da vicdanını susturmamak, yenilikleri görebilmek ve onu layıkıyla değerlendirmeyi bilmektir! Ben Şemsizade`nin çalışmasını enstitümüzün önemli başarılarından biri, belki de en önemlisi olarak görüyorum. Onu çağdaş kimyanın çok önemli bir keşfi olarak kabul ediyorum. - Böyle şatafatla, güzel övgülerdense, insan diliyle, herkesin anlayacağı şekilde, lütfen açıklayın da görelim bu dünya değerindeki keşfin, geleceğin önemli başarısının mahiyeti nedir? Nelerdir onu nadir kılan, göklere çıkaran? - Şemsizade`nin üzerinde çalıştığı yeni motor yakıtı nın anlamı oldukça büyüktür, Beşir Osmanoviç! Onun değeri sadece petrolden ve benzinden doğan ihtiyacı azaltmakla, motorların, arabaların hareket veren parçaların ömrünü iki kat 63 uzatmakla bitmiyor. Bu keşfin en önemli yönlerinden birisi de bazı çevreyle ilgili konuların halledilmesinde bize yardımcı olması, hayatımızı bir miktar da olsa kolaylaştırmasıdır. Büyük şehirlerdeki otomobillerin baş döndürücü surette atması, insanlara gaz ve benzin kokusundan nefes aldırmamaktadır. Böyle devam ederse, yakın bir zamanda dünya yeni bir felaketle karşı karşıya kalacaktır. Atmosferde oksijen azlığı başlayacak. Biyosfer bozulacaktır. İnsanlar temiz havaya hasret kalacak, sıkıntı çekecekler, çeşit çeşit hastalıklar ortaya çıkacaktır... Güneşli nefesini topladı. Biraz ara verip, temkinli bir şekilde devam etti. - Hürmetli meslektaşlar, kıymetli Beşir Osmanoviç, siz benden işin mahiyetini anlaşılır bir dille açıklamamı istediniz. İşte, bu tezin mahiyeti bunlardır! İnsanlığın başına gelen ekolojik belaya karşı vaktinde tedbir almak için, sizin beğenmediğiniz, kişisel şüphelerle yaklaştığınız, Şemsizade`nin keşfi, çok önemli bir rol oynayacaktır. Devlete, cemiyetimize faydası ise milyonlarla değil, birçok milyar manatlarla ölçülecektir. Evet, nasıl, açıklamam, sizi tatmin etti mi? İkna oldunuz mu? Beşir Bedirbeyli yutkundu. Anlaşılan, başka kusur bulmayıp, alay etme yolunu seçmişti. İnce çenesini iki üç defa uzatıp çekerek yapmacık bir biçimde gülümsedi. - Sözle ikna etmek kolaydır, bunun için özel bir kabiliyet gerekmez. Şimdilik, bakalım, Kalbur sudan ne alacak ortaya ne çıkacak? Her bağrına vuran Köroğlu olmuyor! Dedi dikkat çekici bir şekilde ayağa kalktı, toplantı salonunu terk etti Bölüm Arkadan ince, tatlı bir ses duyuldu: - Nedir bu acele, Şemsizade? Nereye gidiyorsun?! Vugar ister istemez durdu. Şaşırarak sese doğru döndü. Ondan bir kat yukarıda merdivenin korkuluklarına dirseklerini dayamış, eni boyuna eşit, kısa boylu bir adam duruyordu.

34 Kabarık göz çukurlarının derinliklerinde ışıldayan küçük, keskin ışıltılı gözlerini yukarıdan aşağıya Vugar`a dikmişti. O, enstitünün en önemli araştırmacılarından Ziya Leleyev`di. Ziya Leleyev`e enstitüde çalışanların çoğu haset ediyorlardı; cimrilik derecesinde ona gıpta ediyorlardı. Elbette, onun olağanüstü yeteneğine, yüksek ilmi kabiliyetine değil, bahtının açık olmasına, her zaman dört ayağı üzerine düşmesine hayrandılar. Hatta bazıları, çok yanıp yakılıyorlardı. Fakat ne yaparsın ki, annesi onu kadir gecesinde doğurmuştu. Hiç bir zaman, hiç bir şeyden sıkıtı çekmemişti. Hangi işe el attıysa başarılı olmuştu. Özellikle de kadın yönünden çok şanslıydı. Nasıl derler, turnayı gözünden vurmuştu. Şehrin en güzel, en seçkin, en akıllı kızlarından birini sevmiş onunla evlenmişti. Leleyev canı istediği zaman Şule`nin koluna girip, akşam yürüyüşüne çıktığında, gelip geçtikleri sokaklarda, park ve caddelerde herkes onları seyrederdi. Bu boylu poslu, güzel endamlı genç kadının nadir güzelliği sadece kadın düşkünü insanları değil, aynı yaştaki kadınları, hatta göze çarpan, yeni yetme kızları da kendine hayran bırakıyordu. Genç ve bekâr oğlanların ise morali bozulurdu. Şule yi Ziya Leleyev le gördüklerinde, sinirden küplere biniyor, tepelerinden duman çıkıyordu. Kusursuz güzelin taze çileğe benzeyen yüzüne, narin karakaşlar altındaki gizli utangaç bakışlara, mahmur gözlerine, güzel boyuna posuna, güzel ayaklarına hayran hayran bakıp içten içe eriyorlardı. Elleri hiçbir şeye varmıyor, kendi kendilerine, müstesna güzel yanında, müstesna çirkin, yahut da Armudun iyisini ayı yer. deyip en incitici sözlerle Ziya Leleyev e açıktan açığa sataşmak suretiyle içlerindeki kıskançlığı, bir nebze de olsa, söndürüyorlardı. Leleyev, şüphesiz, bu sözlerin hepsini işitiyor, ama kılı bile kıpırdamıyordu. Güzel zevcesine dikilmiş olan aç gözlü, müptela bakışları da görüyor, kalplerdeki arzuları da zorlanmadan hissediyordu. Fakat oralı olmuyor, hiçbir şekilde sinirlenip rahatsızlık hissettirmiyordu. Aksine, gurur ve kibirle gülümseyip, Şule nin kolundan daha kuvvetli tutuyor, kendini gererek daha da kibirlenerek yürüyordu. Bununla birlikte ona sata- 65 şanlara, kısmetine gıpta edenlere: yanın, yakılın! İş insanın güzelliğinde değil, kaderinde, kabiliyetindedir. diyordu. Ziya nın Şule ile evlenmesi konusunda çeşitli dedikodular dolaşıyordu. Bazıları Şule nin, Ziya tarafından zorla kaçırıldığını, bu edebli kızın namusunun kirlenmesinden sonra mecbur kalıp, onunla evlendiğini, kötü kaderine razı olduğunu söylüyorlardı. Bazıları ise ortada çok miktarda altın, para ve elbise olduğunu iddia ediyordu. Leleyevler çok zengin insanlardır. Ziya nın ailesi, kızın kendisinin de ailesinin de gözlerini altın ve mücevherlerle kamaştırıp, onları büyük miktarda başlık vererek kandırmışlar. Bu söylenenlerin her ikisi de, şüphesiz ki, akla mantığa uygundu. Fakat gerçek bu şekilde değildi. Ziya, hanımı tarafından Profesör Söhrap Güneşli nin yakın akrabası idi. Şule Merhamet Hanım ın öz bacısının kızıydı, çocukluktan beri onun himayesinde büyümüştü, Şule - nin babası savaşa gidip geri dönmediği için, Merhamet, çocuğu çok olan bacısına yardım maksadıyla kızı yanına almıştı. Değerli hala ona çok yakın ilgi göstermiş, onu öz çocuklarından ayırmamıştı, okutup yüksek tahsil almasına yardımcı olmuştu. İlgisini yeğeninden hiçbir zaman esirgememişti. Yeğeninin nail olduğu en son mutluluk a da Merhamet Hanım vesile olmuştu. Ziya, bir yolunu bulup Merhamet Hanım ın nasıl sempatisini kazanıp onu ustalıkla kendi tarafına çektiğini ikisinden başka bilen yoktu. Kadın binbir oyun ve hileyle Şule nin de bacısının da kalbini çelmişti. Sevimsiz Ziya Leleyev i, düğümü hiçbir zaman açılmayacak bir tasma gibi, bu güzelin ince, zarif boynuna geçirtmişti. Leleyev çok kurnaz işini bilen, her şeyde menfaati düşünen bir insandı. O, akla gelmeyen hilelerle Şule ile evlendikten sonra, ilim dünyasında da kendine sağlam bir yer edinmişti. Saygıdeğer, itibarı olan, bir ilim adamıyla akrabalık kurması birçok yerde onun işini kolaylaştırdı. Çok kısa sürede akademik kariyer yapmış, bölümde en önemli araştırmacı olmuştu. Hatta üniversitenin kimya bölümünde de ders verip 66

35 doçentliği de kazanmıştı. Velhasıl, hanımının kuvvetli halası sayesinde bir eli, yağda bir eli baldaydı. Vugar onu üniversiteden, talebelik yıllarından beri tanıyordu. Teneffüslerde öğretim elamanları odasından çıkıp koridorlarda eli arkasında, büyüklenerek gezen, hiç kimseyle arkadaşlık etmeyen, hiç kimseyle selamlaşmayan, bu kibirli, küçük dağları ben yarattım edasında olan adamı talebeler de sevmezdi. Onun hakkında çeşitli şakalar uydurup, alay ederlerdi. Açıkgözlerden biri Leleyev in hiç kimsenin bilmediği bir sırrını da öğrenmişti. Ziya, Şule Hanım için yanıp tutuştuğu dönemlerde şairlik hayallerine kapıldığını herkes tarafından biliniyordu. Bu dönemde bir hayli şiir karalamıştı. Şiirlerinden birini önemli gazetelerin birinde Ziya Bariz takma adıyla yayımlatmıştı. Kızlar başlıklı bu şiir Ziya nın basın dünyasına hem girişi, hem de ayrılışı olmuştu. Bariz takma adlı şair gazete ve dergi sayfalarında bir daha görünmemişti. Leleyev in bu gizli sırrını öğrenen talebe arşivleri karıştırarak bu şiiri bulmuştu. Kopyasını çekip, ertesi gün sınıfta yüksek sesle okumaya başlamış. Tamamı üç kıtadan oluşan şiir, daha sonra ustalıkla değiştirilip, yazarının aleyhine çevrilmişti. Kızlar redifi ise kazlar la değiştirilmişti. Şiirin son kıtası şöyleydi: Bariz in sizsiniz hem demi, yari, Sizde muhkem olur dostluk ilgarı 2. Misgal beyninizden pay verin bari, İlmin piyadesi Ziya ya, gazlar! Şiir hemen ezberlenip bütün öğrenciler arasında yayılmıştı. Onun buraya yazdığımız kıtasını ezbere bilenler hiç de az değildir. İş arkadaşlarının birçoğu aynı gün Leleyev e şaka yapmak için Ziya Bariz demeye başladılar. Söhrap Güneşli nin kendisi de aile içinde ona çoğu zaman bu lakapla seslenirdi. 2 İlgar: vefa Ziya Leleyev i Vugar da sevmiyordu. Onunla yüz yüze geldiğinde nedense, ondan tiksiniyordu. O, şimdi de aynı şeyi hissetti. Leleyev e cevap vermedi, yoluna devam etmek istedi. Ziya hızla sıçrayıp, indi ve Vugar ı yakaladı. Hiç bir sebep yokken bayağılıkla mırıldanarak: - He, he, he... Laf aramızda, arkadaş Şemsizade, çok şanslı çocuksunuz!- deyip samimiyetle Vugar ın koluna girdi. Kirpikleri birbirine yapışınca gözlerini kıstı. - Doğrusu, ben sizin uğurlu, başarılı sonunuza imreniyorum. Niçin gizledim, biraz kıskançlığım tutmuştu. İnsanda böyle şans, böyle hoş kader, vallahi, görülmemiş bir şey!. Vugar ın zaten morali bozuktu. Ziya nın hoş olmayan gülüşü ve sözleri onun sinirlerini iyice bozmuştu. Yüzünü ekşitip kolunu çekti. Ziya alındı: - Bu ne saygısızlık bana karşı? Samimiyetime inanmıyor musunuz yoksa?! Ne kadar ilginç bir adamsınız?! O, kırıldığını açıkça hissettirmek için Vugar dan ayrıldı. Merdivenlerin korkuluğundan tuttu. Şişman, kısa bacakları basamaklara yetişmediği için, orman güvercini gibi, atlaya atlaya ikinci katın eşiğine kadar indi. Burada durup Vugar ı bekledi. Ve yine sırıtarak kırıştı: - Evladım, niçin kaşlarını bu kadar çattın! Dedi. Niçin kaygılanıyorsunuz?... Şimdi sizin keyfinize diyecek olmamalı. Bu kadar övmeden sonra yine de asık surat olmak da neyin nesi? Doğrusu çok garip bir adamsınız! Vugar, sözlerine önem vermedi, kayıtsızca onun yanından gitmeye çalıştı. Fakat bu mümkün olmadı. Ziya eşiğin tam ortasında durup kütük gibi yolunu kesmişti. - Biliyorum, arkadaşım, biliyorum, alçak gönüllülük ediyorsunuz. Ama boş yere. Ben yabancı değilim. Söhrap dadaşın sevdiği adam, benim de gözümün nurudur. Evet, işittiniz değil mi!... Gördünüz adam sizi nasıl övdü?!... Vallahi, hiç bir baba öz evladı hakkında o şekilde konuşmazdı. Kalkıp bu şedownloaded from KitabYurdu.org

36 kilde savunmazdı. Her kelimesinden açıkça belli oluyordu ki adamın size sevgisi çok büyük. Profesör Güneşli gibi büyük bir bilim adamının teveccühünü kazanmak herkese nasip olmaz. Bu büyük bir bahtiyarlıktır. Sizi can u gönülden tebrik ediyorum. Vugar, elinden kurtulmak için dilinin ucuyla teşekkür etti. Leleyev sülük gibi yapıştı, onu bırakmadı. Sol kaşını oynatarak: - Aklınıza başka bir şey gelmesin, deyip aceleye ilave etti: - Bunları ben, Güneşli akrabam, bana saygısını, hürmetini esirgemeyen birisi olduğu için söylemiyorum. Allah a şükür, sizden de hiç bir beklentim yok. Siz kendi halinde bir asistansınız, bense o yolları çoktan geçtim... Velhasıl, kaç yıldır Bakü de yaşıyorsunuz, Profesör Güneşli nin hiç kimseye kötülük ettiğini duydunuz mu? Elbette, hayır! Çünkü adamın kalbi çok temiz. O kadar temizdir ki deniz kir götürür de, onun yüreği götürmez. Beğendiği bir iş, bir buluş olduğu zaman, herkesten önce o ayağa kalkar, öne çıkar; elinden gelen yardımı, iyiliği hiç kimseden esirgemez... Bunun yanında, Güneşli den başka ilim adamlarımız da var, hangisi onun kadar genç nesil için yanıp tutuşuyor? Hiç birisi! Hepsi de kendi başının derdinde... Az önce kibirli kibirli konuşan Beşir Bedirbeyli yi düşünün. Sizin yaşınızdan fazla onun Profesörlük stajı var. Azerbaycan da kimya sahasında ilk önce o Profesör unvanını almış. Fakat kime faydası var? Hiç kimseye! Kimin elinden tutmuş? Hiç kimsenin! Bilime getirdiği yenilikler nelerdir? Hiç bir şey!... İddiası? Dünyalar kadar? He, he, he... İyi aklıma geldi. Sizin arkadaşlar ona nasıl isim takmışlardı?... Profesör bebe Çok güzel yakışır, vallahi. Gerçekten de o şekilde, bebek gibi. İlim dünyasında onun anlaması, bir bebeğin anlamasından fazla değil. Sizin iddianız da az değil. Kör körle alay etmese bağrı patlarmış... Vugar bu sözleri Ziya ya söylemekten kendisini zor aldı. Leleyev in konuşması bitmedi: 69 - Dikkat ettiniz mi nasıl hararetli konuşuyordu. Size demediği kalmadı?! Bu da yaşına, adına, mevkiine hürmet ettiğiniz yaşlı başlı ilim adamı!... Konuşmasında zerre kadar tutarlılık yoktu. Lakin başımızı boş yere ağrıtmayın, anlamsız bir mesele, içinden hiç bir şey çıkmayacak... O, niçin böyle haddinden fazla hassasiyet gösteriyor, biliyor musunuz?... Çünkü o herkesi kıskanıyor. Bilim dünyasına asıl yetenekli insanların gelmesini istemiyor. Kendi yerinden, mevkiinden korkuyor. Benim gibi, sizin gibi gençlerin bir gün kendisini zor durumda bırakacağından ürküyor. Gençlerin bir gün bebe nin işe yaramaz olduğunu ispatlamasından korkuyor. Zaten bilgisi de, bilime yaptığı katkı da sıfırdır... Vugar, Leleyev in bu uzun, şikâyetlerle dolu konuşmasına ilk defa gülümseyerek karşılık verdi. O, kırk yaşını aşmış, saçı sakalı ağarmaya başlamıştı. Ziya Bariz in kendisini genç olarak görmesine de şaşırmıştı. Leleyev ise onun yumuşak tebessümüne başka anlam vermişti. - Hayır, gülmeyin! Dedi ciddileşti. O suratsız sizin düşündüğünüz kadar akılsız bir adam değil. Kendisi neye sahip olduğunu çok iyi bilir. Çok kurnazdır. Az önce orada, toplantıda yaptığı çıkışla, sadece size mi hile yaptığını zannediyorsunuz?... Hayır, arkadaşım! O, bir okla iki kuşu birden nişan alıyordu. Sizin araştırmanıza şüphe uyandırmakla danışmanınızı da lekelemeye çalışıyordu... Söhrap hocayı görmek istemiyorum. Her zaman onun ayağını kaydırmaya uğraşır, akşama kadar köşede bucakta gizli gizli onun lafını eder, arkasından çekiştirir. Niçin Söhrap Güneyli yi herkes seviyor, onu sevmiyor. Niçin Söhrap Güneşli nin her yıl bir fabrikası açılıyor, da onun açılmıyor, neden Söhrap Güneşli akademiye üye seçiliyor, o, seçilmiyor. Niçin Söhrap Güneşli nin icatları mükâfata layık görülüyor da onunki görülmüyor. O, Güneşli in tırnağı bile olmaz. Onun eserlerini üst üste koysan onun ağırlığı kadar olur. Her icadı insanlara fayda sağlıyor. Gece gündüz sürekli çalışıyor. İlim uğruna kendisini feda etmiş. Mademki beceriklisin, kabiliyetin var buyur sen de hünerlerini göster. Senin elini kolunu bağlayan mı var?.. Velhasıl, 70

37 kardeş başını eğ, rahatça işini yap. İşte bu bebe bir dönem benim de peşime düşmüştü. Güneşli nin acısını benden çıkarmak istemişti. Elinden hiçbir şey gelmedi, kötülüğü yanına kaldı. Savunmamı da yaptım, gelmem gereken makama da geldim. İnsanlar bana, siz de görüyorsunuz, ondan çok saygı duyuyorlar. Sözü geçen, hatırı sayılır üç dört kimyacı varsa onlardan birisi de benim. Leleyev, sözünü tamamlayamadı. Göğsünü dövmeye başladı, kibirlendi. Sonra da ona sen diye hitap etmeye başladı. - Moralini bozma. Söhrap ın canı sağ olsun. O, her ikimizin de arkasındadır. Canı sağ olduğu müddetçe hiçbir köpek oğlu bize Gözünün üstünde kaşın var. diyemez. Güzel bir söz vardır: Dağ dağa dayansa, kalesi kudretten olur. O bize destektir, bizim için o sığınılacak bir limandır. Bunları kendine sıkıntı yapma. Yüce dağlara kar da yağar dolu da. Bunları sana söylememdeki maksat dostunu düşmanını iyi tanıman içindir. Bizim bu tür ilim adamlarının bebeler in çok olduğu yerde sadece bilgi ve istidada güvenmenin saflık olduğunu aklından çıkarmayasın. Her şeyden önce insana sahip çıkacak, destekleyecek birisi lazımdır. Destekçi, destekçi, yine de destekçi!... Artık birinci kata gelmişlerdi. Leleyev elini şakaklarına götürdü, Vugar a asker selamı vererek vedalaştı. Hemen oracıkta yan tarafa dönüp uzaklaştı. Beş altı adım gittikten sonra aceleyle geri döndü. - Selam! Selam! Diyerek Vugar ı tekrar yakaladı. - Esas meseleyi az daha unutacaktım. Sana çok önemli bir haber vermek istiyorum Aslında bu tür güzel haberleri bahşiş almadan söylemek doğru değil; ama sen artık bizden birisi olduğun için sana söylüyorum. Tabiî ki zamanı geldiğinde borcunu ödersin. Leleyev, kıs kıs güldü. Yoğun boynunu tamamen gizleten etli omuzları, ipli terazinin kefeleri gibi aşağı yukarı inip çıktı. - Sen bizim Merhamet Hanım ın da çok hoşuna gitmişsin. Hanım ın gönlüne girmişsin. Dünden beri ismin dilinden 71 düşmüyor. He, he, he Daha ne istiyorsun yavrucuğum, işlerin her yönden iyi gidiyor. Leleyev, Vugar a göz kırptı. Kurnazca güldü, tekrar vedalaştı. - Selam! 72 * * * Ziya nın dokunaklı, imalı sözleri, sık sık ona ilişmesi, yaltaklanması hiç de sebepsiz değildi. İnadından akı ve karayı ayıramayan, hiç kimseyi özellikle de Vugar gibi ağzı süt kokanları kale almayan Leleyev ın başına taş mı düştü, ne oldu böyle? Nasıl gururunu ayaklar altına aldı? Onun bu sevecenliğine, kanatlarını yere sermesine sebep olan hadise ne idi? Vugar, bir hayli düşündü. Fakat beynini kurcalayan sorulara cevap bulmak için kendisini yormadı. Aslında buna vakti de yoktu. Savunma sırasında yaşadıkları moralini çok bozmuştu. Bütün bunlar çok zorlu günlerin habercisiydi. Bunlar bir nevi güç denemesinden ibaretti. Yarın çalışma neticelenince tartışmaların, münakaşaların artacağı, ortamın gerginleşeceği muhakkaktı. Beşir Bedirbeyli nin taraftarı da artacaktır. Kim bilir daha onun yüzüne karşı daha nice ithamlar, suçlamalar söylenecektir?! O, enstitüde daha fazla kalmadı, dışarı çıktı. Kalbi sıkışmıştı. Sabah kalktığında kalbinde ayrı bir sıkıntı vardı: Kim bilir dün benden sonra Arzu nun anne ve babası hakkımda ne konuştu?... İnşallah sarhoş olup o toplantıda bir hata etmemişimdir? Hoşa gelmeyen bir şey yapmamışımdır inşallah! Rahatsızlığı gittikçe daha arttı. Hemen Arzu ya telefon edip zihindeki sorulara cevap bulmak istedi. Saatine bakınca bu düşüncesinden vazgeçti. Arzu üniversiteden dönmemiş olabilirdi. Çaresiz kalıp telefon meselesini akşama bıraktı. Vakit kaybetmeden üniversite kütüphanesine gitmeye karar verdi. Baştan işini sağlama almalı, ciddi çalışmalı, beklenilen hücumları göğüsleyebilmeli idi. Hem de geçen gün arşive birkaç kitap sipariş etmişti. Muhtemelen bu kitaplar hazırdownloaded from KitabYurdu.org

38 lanmıştır. Onlardan bugün faydalanmazda tekrar arşive kaldıracaklardı. Vugar vakit kaybetmeden şehre yöneldi. Monolitin yanına ulaştığında hoş bir sürprizle karşılaştı. Orada sevgilisini gördü. - Arzu! Kız konuşmadı. Gülmekten kendinden geçti. Dudakları birbirine geçmiş, titriyor; beyaz ipek bluzunun altında zayıf omuzları üşümüş gibi durmadan titriyordu: - Sana ne oldu, Arzu? Niçin gülüyorsun? Arzu gülüşünü güç bela kesip: - Merhaba, Vugar! Dedi ve birden kıs kıs güldü. - Sana gülüyorum, sevgilim! Uzaktan seni izliyorum. Sanki ayakta uyuyordun, uyurgezer gibiydin. Gah gidiyor gah geliyordun Ne düşünüyordun? Vugar çok şaşırmıştı. Arzu yla karşılaşmasına çok şaşırmıştı. Cevap vermek için hazırlandı: - Nereye gidiyorsun? - Gitmiyorum, geliyorum! Arzu yine kıs kıs güldü. Şimdi de Vugar ın şaşkınlığına gülüyordu. - Üniversiteden geliyorum, koltuğumun altındaki kitap ve defteri görmüyor musun? - Görüyorum Vugar yavaş yavaş konuşmaya başladı. Peki, niçin bu tarafa doğru geliyorsun, eviniz bu tarafta değil ki. -Seni görmek için! - Beni görmek için mi? Vugar kıza aptal aptal anlaşılmaz bir ifade ile baktı. - İnanmıyor musun? Arzu yumuşak bakışlarını Vugar ın parlayan gözlerinin içine dikti. Vugar bu keskin bakışlara daha fazla dayanamadı. Arzu nun ellerini avucunun içine aldı, teslim işareti olarak tebessüm etti. - Delilin ne? Buna inanmalı mıyım? Arzu ciddileşti: 73 - Yemin ederim, doğru söylüyorum, şaka yapmıyorum. Dersten çıkıp eve gidince birden kalbim sıkıştı. Sen aklıma geldin. Sanki birisi çabuk ol, geri dön, Vugar karşına çıkacak dedi Nedense bugün seni görmek geldi içimden. - Ben de öyle, Arzu. Biraz önce evinize telefon edip seni sormak istiyordum. Sonra eve henüz dönmemiş olacağını düşündüm. Arzu işittiklerine çok memnun oldu, gülümsedi. Vugar Arzu nun gittiği istikamete döndü. Bir hayli sakin bir şekilde yere baktılar. Sonra Vugar düşünceli bir eda ile konuşmaya başladı: - Dün ben ayrıldıktan sonra evinizde ne konuştunuz, Arzu? Annen baban benim hakkımda ne dedi? - Bilmiyorum, mutlaka bir şey demeli miydiler? - Ben de bilmiyorum. Vugar duygularını ifade etmede zorlandı. Boğazı kurudu, yutkundu. - Dün içki bana tesir etti, belki uygun olmayan bir şey yapmışımdır. Arzu nun dudakları hafif gülümsemeden yine kıpırdadı. Fakat kendisini hemen toparlayıp suni bir keder takındı. Yavaş yavaş: - Vugar aklıma nereden getirdin, dedi. Dün senin yerine ben utandım. Öyle sarhoştun ki oturup kalkmayı bilmiyordun. Deli gibi sağa sola yalpalıyordun. Ağzına geleni söylüyordun. Annem babam neyse, onlar bizimkiler, misafirlerin yanında ben utandım. - Gerçekten mi? Vugar ın beti benzi attı. Gerçek mi söylüyorsun? - Evet, doğru söylüyorum. Utancımdan yerin dibine girdim. Vugar pişmanlık hissiyle başını aşağıya eğdi. Yanakları kızardı. Aradan bir dakika geçmeden avucunun içinde Arzu - nun ellerinin titrediğini hissetti. Ayağa kalkıp kızın yüzüne baktı. Arzu yine kahkaha attı. 74

39 Vugar meseleyi anlamıştı. Arzu bunları uydurmuştu. Sevinçle dedi: - Seni gidi yalancı! - Yalancı sendin! Arzu nazlandı. - Niçin ben? Asıl sensin! - Hayır sensin! - Peki, o zaman her ikimiz de. - Olsun! Onlar çocuk gibi şakalaştılar. Önceki akşam görüştükleri yerden, Nizami müzesinin köşesindeki saatin altından geçip yine denize doğru yürümeye başladılar. Sanki konuşacakları tamamen bitmişti. Bir daha hiç konuşmadılar. Sık sık dönüp birbirlerine bakışıp göz göze geldiler. 7. Bölüm - Buyur, kayıp çocuk, buyur! Odanın kapısını büyük bir tereddütle aralayan Vugar, Profesör Güneşli nin sözlerine hayret etti. Önünde bir yığın kâğıt olan ve dikkatini bir an bile bu kâğıtlardan ayırmadan düzeltme ve tashih yapan Profesör, Vugar ı nasıl görmüştü? Kapıyı açanın başkası değil de o olduğunu nasıl bilmişti?... Vugar, kulağına bir ses geldiğini sandı. Profesörü rahatsız etmemek için sessizce geri dönmek istedi. Güneşli çalışmasına devam ederek sesini yükseltti: - Buraya gel, kapıyı açık bırakma! Rüzgâr şimdi kâğıtları dağıtacak. Pencere açık. Vugar, kapıyı örttü. Yavaş yavaş öne doğru geldi. Adımları gibi, dudakları çok yavaş hareket ediyordu: - Günaydın, hocam! - Günaydın, hoş geldin! Profesör okuduğu sayfayı acele etmeden bitirdi, düzensiz bir şeyler yazdı. Sayfayı çevirip ince gözlüğünü çıkardı. Kale- 75 mi kâğıt yığınının üstüne attı. Masadan yorgun argın kalkıp karşı taraftaki divana oturdu, bacak bacak üstüne attı. - Yüzünü görelim, kaçak oğlan. Kaç gündür nerelerdesin bakalım?... Hasta değildin değil mi? - Hayır hocam, Vugar kulaklarının ısındığını hissetti. Güneşlinin kaşları çatıldı: - İşlerin ne âlemde? - Fena değil. - Vugar, yere baktı. Tezimin teorik bölümlerini hazırladım. Sizin notlarınızı da ekledim. Şimdi deneylere başlamam gerekiyor. - Başlamak mı? Profesör sorusunda şaşkınlıkla kinaye vardı: - Peki, ne bekliyorsun? - Bekliyorum ki Vugar sözlerini bir nefeste söyleyemedi. Nefesi yetmedi. Siz de biliyorsunuz, hocam, önceki çalıştığım laboratuvarda şartlar müsait değildi. - Anlaşıldı! Demek, şartların düzelmesini bekliyorsun. Profesörün yorgun yüzünde memnuniyetsizlik ifadesi göründü. Laboratuvardaki şartların düzelmesini sen nerede bekliyorsun, evde mi?! Laboratuvarın anahtarını da getirip sana evde takdim etmelerini m bekliyordun?! Vugar, konuşmadı. Ona her zaman yumuşak ve dostça yaklaşan Profesör bugün niçin kinayeli ve alaycı konuşuyordu? Vugar, gergin ve üzüntüyle Güneşli ye baktı. Profesör başını sallayarak divandan kalktı. Ellerini arkasına koydu. Bir köşesinde, kendisinin icatlarının yer aldığı, fabrikaların küçük maketlerinin sergilendiği dar odada dolaşarak konuştu: - Garip, hem de çok garip!.. Toplantı olalı neredeyse bir hafta geçti. Beyefendi konuyu kavrayacağı yerde, kendinden emin bir şekilde vakit geçiriyor. Özel olarak davetiye gönderilmesini, birilerinin yanına gelip rica etmesini bekliyor Çok ilginç bir durum! 76

40 Vugar, meselenin ciddiyetini anladı. Profesörün kendisiyle bu tarz konuşmasının bir sebebi olmalıydı. Acaba ne olmuştu?.. Ona kim ne demişti?.. Vugar ın rahatsızlığı artmış ve heyecana kapılmıştı. Profesör, sesini yavaş yavaş yükseltti: - Bu lakaytlıktır!.. Lakaytlık ve umursamazlık bilimin düşmanıdır! O, odasının sokağa açılan penceresinin önüne gelip durdu. Burada Vugar a arkası dönük halde sessiz sedasız öylece durup, bir yerlere, bir şeye bakıyordu. Epey bir zaman geçtikten sonra konuşmaya başladı: - Evet! Buna başka bir şey söylenemez.! Senin yerinde eğer başka birisi olsaydı, bütün gücüyle çalışır gayret ederdi. Kapıdan kovulsa, bacadan girerdi. Günde birkaç defa gerekli yerleri başvurur, dilekçe yazar, âlemi ayağa kaldırır, herkesin dikkatini celp ederdi. Ama sen O, tekrar sustu. Dönüp omzunun üstünden Vugar a yandan baktı, teessüfle devam etti: - Sense bekliyorsun. Uzaklarda dolaşıyorsun, gelip derdini söylemeye utanıyorsun Vugar, ayakta donup kalmıştı. Profesörden ilk defa işittiği bu azarlar onu şaşırtmıştı, konuşmadı. Terbiyeli asistanının bu suçlu duruşu, suskunluğu Güneşli nin sinirlerini hemen yumuşattı. Hatta belki de, sebebini söylemeden sinirlenip sesini yükseltmesine de pişman bile olmuştu. Tekrar divana oturdu. Arkasına yaslanıp, gözlerini yorgun bir eda ile kapatarak, uykuda konuşuyormuş gibi hüzünlü bir fısıltıyla devam etti: - Tevazu, aslında çok güzel bir haslettir. İnsanın süsü, güzelliğidir. Fakat fazla olduğunda o da kibirlilik kadar insana zarar verir. Kalbin ateşini söndürür, insanın faaliyetleri sınırlandırır. Mücadele ruhunu ve cesaret hissini köreltir. Üstelik bazen insanı korkaklığa ve vesveseye de alıştırır. - Vugar, birden doğruldu. Endişeli bakışlarını Güneşli ye çevirdi. Bu sözlerin anlamı neydi? Profesör bu bilinen ger- 77 çekleri ona niçin hatırlatıyordu? O, uygun cevabı bulup konuşana kadar, Güneşli onun yüzündeki telaşlı ifadeyi sanki hissetmişti. Bakışları, yaz yağmurundan sonra doğan güneş gibi dostlukla parladı: - Beni bağışla, Vugar, deyip bu defa özel bir incelikle söze başladı. - Yanlış anlama, son günlerde çok değiştin, seni tanıyamıyorum. Belki başka şeylerle ilgileniyorsun, çalışmaya vaktin olmuyor. Bu ne zamana kadar devam edecek? Vugar ın yanakları kızardı. Profesörün neyi kastettiğini anlamıştı. Son zamanlarda çalışmalarını biraz azaltmıştı. Enstitüye az uğruyor, hocasıyla da arada bir görüşüyordu. Toplantıdan beri laboratuvara ise hiç gitmemişti, Arzu yla sinemaya, tiyatroya gidiyor, eğlencelerden geri kalmıyordu. Vugar, hayret etti. Profesör bunları nereden biliyordu? Kimden öğrenmişti? Merak edilecek bir durumdu! Güneşli ondan cevap beklemedi. Yavaş yavaş asıl maksadını söyledi: - İşine engel olan başka düşünceleri şimdilik aklından çıkarmalısın. İlim, insanda her şeyden önce tükenmeyen bir heves, enerji ve fedakârlık bekler. Onun mahrumiyetlerine dayanmayı beceremeyenler, bu meydanı çok çabuk terk ederler. Tek kelimeyle, işinle meşgul ol. Senin konunla şimdi üst makamlar da ciddi olarak ilgileniyorlar. Anlaşılıyor ki, bizim, bedhahlar, sözden vazgeçip harekete geçmişler. Gerekli gördükleri yerlere dilekçe yazmışlar. Dün mesai sonunda akademiden de Bakanlar Kurulundan da beni aradılar. Geniş bilgi istiyorlar. Vugar, Profesörün onunla neden kinayeli ve üstü kapalı konuştuğunun asıl sebebini şimdi anladı. - Ne yazmışlar? Diye sordu, heyecanlandı. - Ne yazdıklarını henüz ben de iyi bilmiyorum. Ama medeni bir şekilde bize küfrettiklerini biliyorum. Dün beni arayanların bazılarından bunu hissettim 78

41 - Güneşli, sustu. Derin bir üzüntü içinde iç geçirdi. Aynı üzüntüyle ekledi: - Evet, vicdanını çiğnemiş, hadiselere karşı objektifliğini kaybetmiş, cılız ve kötü emellerle hayat sürmüş bir insandan her şey beklenebilir. Bu tür şeylere her zaman şahit olmamız gerçekten çok üzücü bir durum. Ama elden ne gelir?.. Bu, kör bağırsak gibi kolayca tedavi edilip, bir defada kesilip atılacak bir hastalık değil ki. Alçaklık, çekememezlik, iftira etmek birçoklarının kanına, ruhuna işlemiş. Bu korkunç hastalıklarla insanoğlunun daha çok, hem de pek çok, mücadele etmesi gerekecek, çoklarının bundan dolayı ağzının tadı kaçacak. Bunların isimlerini tarih kitaplarından ve ansiklopedilerden öğrenecek olan nesil mutlu nesildir. Profesör kaşlarını çattı. Gözleri uzak bir noktaya yöneldi, birkaç anlığına hayale daldı. Sonra ellerini dizlerine dayayıp divandan kalktı. Yazı masasının arkasına geçip içinde bir huzurla: - Önemli değil! Dedi. Böyle yazılar, demagojiler sakın senin canını sıkmasın. Diğer yandan bakarsan bunların da bir hayrı vardır. İnsanın düşmanı ne kadar çok olursa, kendini o kadar çok mücadeleci hisseder. Aklı ve zekâsı güçlenir, özel bir gayretle çalışır Şahsen ben böyleyim. Sana da öyle olmayı tavsiye ederim. Bizim camiada zafer ancak bu yolla mümkündür. Güzel iş kalıcı olur, yaşar ve sahibini de yaşatır O, ara verdi. Biraz daha sakinleşip, devam etti: - İdare ile konuşup senin için oda ayırdım oda. Yardımcıların da olacak. Git, düzenle, eksiği varsa gider. Senin bir dakikayı bile boş geçirmemen gerekiyor. İşinin en zor, en fazla sorumluluk isteyen zamanı bundan sonrasıdır. Demagojiyi önlemek için bir tek yol vardır, o da problemi çabuk ve başarıyla ortadan kaldırmak! Vugar, konuşmadı, odadan sessizce çıktı Bölüm 102. oda o katın sonundaydı. Odanın ihtiyaca göre, tahta bölmelerle sonradan yapıldığı anlaşılıyordu. Duvarları ve tavanı is lekesi olmuş, bu küçük laboratuvarın sadeliği ilk bakışta göze çarpıyordu. Tam ortada uzun, ensiz dolaplarda irili ufaklı koni şeklinde cam ısıtma kapları, çeşitli şekillerde sıvıları ölçen şişe ve bardaklar, büyük cam kavanozlar, cihazlar, aletler düzensiz bir şekilde, yığılmış kalmıştı. En köşeye konulmuş tek tezgâhın üstündeki analiz terazisinin kahverengi kutusu uzun haftaların, belki de ayların tozu altında rengi kaybolmuş, bomboz olmuştu. Döşemenin rengini belirlemek mümkün değildi. Kim bilir, temizleneli ne kadar zaman geçmişti. İçerisinin havası da çok ağırdı. Yumurta kokusuna benzeyen ağır bir koku kapıdan girene tesir ediyordu. Fakat Vugar, buna önem vermedi. O, laboratuvarlarda bu tür kokulara çoktan alışmıştı. İçeri geçti. Odanın karşı duvarını tamamen kaplamasına az bir kısım kalmış olan büyük, ışık saçan pencerenin önünde, içerideki düzensizlikle hiçbir şekilde uyuşmayan beyaz önlüklü, zarif bir kız oturuyordu. Kınalı saçlarını modaya uygun olarak, zayıf, uzun boynunun arkasına toplayıp birkaç yerinden toka takan bu kız, yarı açık gözlerini dizinin üstündeki açık kitaba dikip öylece hareketsiz duruyordu. Canlı insandan çok, şık giyimli bir mankene benziyordu. Vugar hem kızı, hem de odayı bir daha dikkatlice gözden geçirdi, yavaş yavaş öne doğru geldi. Kız eski parke döşemenin yerinden oynamış tahtalarını gıcırdatarak ona doğru yaklaştı. Ağır adımların sesinden birden ürperen Vugar şaşırıp kaldı. Ani şaşkınlıktan sonra kitabı kapatıp pencerenin köşesine attı, süratle ayağa kalktı. Küçük, hızlı adımlarla Vugar ın doğru yürüdü. Çok ilginç bir acelecilikle ona selam verdi, nefes nefese: - Şimdiye kadar neredeydiniz?.. İki gündür sizi bekliyoruz, dedi. Başını kaldırıp Vugar ın yüzüne bakmadı.

42 Vugar cevap vermek yerine omzunu silkti. Gözleri yine odanın içinde geziyordu. Bu dar labaratuvar odası, onun eline sanki gökten düşmüştü, seviniyordu. O zamana kadar bundan daha dar bir odanın, sakin, müstakil kendine ait bir iş yerinin hasretini o, az çekmemişti! Kız, gencin suskun ve dikkatli bakışlarını başka şekilde yorumladı. Küçük aralıklarla: - Odaya bilerek dokunmadık, deyip Vugar bir şey söylemeden, ondan önce davranmak istedi: - Odada yapılacak çok iş var. Durumu sizin görmenizin, iyi olacağını düşündük... Vugar bu defa da sesini çıkarmadı. Düşünceli bakışları şimdi de dolaplardaki yığın yığın cihazlarda geziniyordu. Kız susmaktan sıkılmış gibi, yine acele acele konuştu: - Hatice hala sizden biraz önce eve gitti. Bizim yardımcı laborantımızı diyorum. Küçük çocukları var. Yarım saate, en fazla bir saate döner... Burada, yakında oturuyor. Konuşmalarından maşallah, çok usta kıza benziyor. Acaba kabiliyeti nasıldır?... Vugar kızı gizli bir merakla süzüp, başını yavaşça çevirdi. Bakışları cihazlar arasında dolaştı. Kız çabuk davrandı. - Affedersiniz, deyip salınarak, bir iki adım daha yakına geldi, Vugar la nefes nefese durdu. - Özür dilerim, şaşkınlıkla kendimi size takdim etmedim. Benim adım Narin. Narin Mahmudova. Narin yaramaz bir kız gibi oynaklığıyla Vugar ın gözlerinin içine baktı. Onun kısık kapkara, küçük gözlerinin derinliklerinde hafif, hilekâr bir tebessüm gizlenmişti. Vugar önce buna hayret etti. Kızarıp bozardı. Sonra Narin in cesaretine mi, oynaklığına mı, neye ise ister istemez gülümsedi. - Özür dilemeye gerek yok. Bizim tanışmamız gerekiyor. Aynı yerde çalışacağız, ismimizi muhakkak öğrenmeliyiz, dedi. Fakat kural gereği, kızla el sıkışmadı. Kendi adını söylemeye de hiç acele etmedi. 81 Narin neşeli neşeli gülümsedi. - Siz adınızı söylemeseniz de olur, zaten biliyorum. Sadece ben değil, bütün enstitü biliyor. - Bütün enstitü mü? Vugar hayret etti. Narin tasdik işareti olarak uzun kirpiklerini birbirine kapatıp açtı. - Evet, niçin hayret ediyorsunuz? Değerli oğlanı herkes tanımaya mecburdur. - Değerli oğlanı mı?.. Vugar memnuniyetsizlik içinde sordu. Narin in zayıf, solgun yüzü kızardı. Bir an susup, sonra ince dudaklarının kenarları titreye titreye söylemek istediğini anlattı: - Yetenekli insanı... Sizin hakkınızda herkes böyle diyor. - Herkes mi? - Evet, herkes. Narin in açıktan aşırı övgüsü Vugar ı kötü durumda bırakmıştı. O, diyecek söz bulamadı, kızdan uzaklaştı. Dolaplara doğru gitti. Cihazları dokunup, onları kontrol etmek istediğinde (O konuyu değiştirmek için yapıyordu) Narin birden bire, korku uyandıran garip bir sesle bağırdı: - Dokunmayın... Onlara dokunmayın! Vugar hayret içinde geri çekildi. Kıza donuk gözlerle baktı. - Niçin? - Çünkü hepsinin elden geçmesi lazım. Temizlenmesi gerekiyor. Üstündeki tozu görmüyor musunuz?... Elinizi kirletmeye değmez! Narin heyecanla konuştuğu için hala nefes nefeseydi. Toparlanıp sakin bir ses tonuyla ilave etti: - Onların çoğunu yenilemeliyiz. Profesör böyle emretti. Sizden çok önce kendisi buraya geldi. Her şeyi gözden geçirdi. Siz işe başlar başlamaz bir istek mektubu yazalım dedi. Gidip teçhizat şubesinden yeni cihazlar, araçlar alalım... 82

43 Vugar, hiç bir şey söylemedi, başını sallayıp sustu. Narin hızla geri dönüp, az önce pencerenin önüne koyup oturduğu tabureyi yakına getirdi. (bu, odadaki tek sandalyeydi) üzerini eski gazete kâğıdıyla silip, Vugar a doğru itti: - Oturun! Aklımızdayken bize lazım olacak bütün araçların listesini yapalım. Şimdi size kâğıt kalem de bulup getireceğim. Vugar kızın emrine gülerek tabi oldu. Narin içeride dolanıp, keskin ve hızlı adımlarla odadan çıktı. Vugar şaşkınlıkla onun arkasından baktı. Çok ilginç bir kız! dedi. Narin in gitmesiyle dönmesi bir oldu. İki tane defter kâğıdını ve tükenmez kalemi Vugar ın önüne koydu: - Çabuk yazın! Sonra Profesör çıkıp bir tarafa gider, işimiz gecikir. Vugar, kızın samimi buyruklarına yine gülümseyerek kalemi aldı ve önüne koydu. Fakat hangisinden başlayacağını bilmiyordu. Etraftaki eşyalara bir bir göz gezdirip onları fısıltıyla tek tek saydı. - Aparatlardan: Vesvalt, Gadaskin, Vakum pompası var. Engler, Refraktometr de az önce gözüme çarpmıştı... Narin ciddi bir şekilde itiraz etti: - Hayır! dedi. Onların hiçbiri işe yaramıyor, ben baktım. Çok eskiler. Fırsattan istifade hepsini yenilemek gerekiyor. Ben söyleyeyim, siz de bir taraftan yazın. Müdürümüz bürokrat bir adamdır. Sonra bizi süründürür, git gel yaptırır. Vugar Narin in söyledikleriyle bütün bir sayfayı yazıp doldurdu. Kız ona dilekçenin altına imza attırdı. Kâğıdı acele alıp, topuklarının üstünde döndü ve yıldırım gibi dışarı çıktı. Vugar, onun arkasından bu defa gönül rahatlığıyla baktı. Koridorun parkelerinde süratle takırdatarak uzaklaşan hafif adımların ahenkli sesini bir hayli dinledi, yine gülümsedi: Tuhaf ve becerikli bir kıza benziyor. Galiba okuma yazması da fena değil. Dili de neredeyse adamı yiyecek... Böyle becerikli ve cesur yardımcı benim için gökten düşmüş gibi! 83 O, Narin hakkındaki düşüncelerini daha tamamlamadan, kızın keskin adımları odada duyuldu. Kapı eşiğinde büyük bir mutlulukla: - Hazır! İmzalattım! Dedi kâğıdı yukarı kaldırıp, omzunun üstünde salladı. Sonrada yana çekilip, arkasında duran kadına yol açtı. Hatice hala işte bu, dedi. Hatice hala kısa boylu, zayıf bir kadındı. Saçı başı vaktinden önce ağarmıştı, fakir, zavallı, utangaç bir görüntüsü vardı. Onun halinden ne kadar çok sıkıntı çektiği hemen anlaşılıyordu. Hatice hala Vugar la Narin gibi, şamatayla tanışmadı, utana sıkıla el sıkışıp, hemen kenara çekildi, odanın tek penceresinin önüne geldi. Narin in okuduğu kitabı aldı, yavaşça çevirdi, kendini meşgul göstermeye çalıştı. Narin Vugar a baktı. - Sizden saklanıyor, diye Hatice halayı işaret edip kıs kıs güldü. Sonra bir anda ciddileşip gitmeye hazırlandı. Siz Hatice halayla sohbet edin. Ben çıkıp lazım olan şeyleri almak için aşağıları bir yoklayayım, bakayım kimler var. Vugar kızı durdurdu. - Zahmet etmeyin, ben kendim giderim. Narin gülümsedi. - Öncelikle, bu benim için zahmet değil, büyük bir şereftir. İkincisi siz beceremezsiniz. Bizim enstitüdeki bazı görevli şahıslarla konuşmak için özel bir dil gerekiyor. - Yoksa beni zavallı, aciz biri mi zannediyorsunuz? Ya da yeteneğinden şüphe mi ediyorsun? - Aksine! Siz çok yeteneklisiniz. Narin, biraz düşündü, sonra kibirlenerek devam etti: - Haddinden daha fazla yeteneklisiniz. Bu sizin hareketlerinizden ve davranışlarınızdan hemen belli oluyor. - Bizim idari görevlileri için terbiye, edep, erkan, yetenek gibi şeylerin bir kuruş değeri yoktur. Onlara boğaz çatlatman, 84

44 bir sözlerine beş misliyle cevap vermelisiniz. Onları tehdit etmelisin. Yoksa seni kapının arkasına koyarlar; bugün git, yarın gel derler. Sonra da yarın git, öbür gün derler! İki yıldır burada çalışıyorum, hepsinin geçmişini, karakterini çok iyi bilirim. - Her halükarda, benim gitmem gerekli. Alınacak şeylerin sorumlusu benim. Size vermezler. Narin biraz düşündü. Nedense yine gülümsedi. - Tamam, dedi. O zaman gelin birlikte gidelim. Ben olmadan orada işinizin yapılmayacağına hiç şüphe yok. Bürokratla bürokrat dili konuşmak lazım. Vugar kabul etti. Birlikte aşağı indiler. Enstitüdeki bütün çalışan görevliler birinci katta bulunuyordu. Onları müdürün odasında buldular. O, çıkmak üzere idi. Narin, kapının eşiğinde duran Vugar a, çabuk hareket etmezse, müdürün hemen çıkıp gideceğini işaret etti. Vugar selam verip, izin istedi. - Girebilir miyim? Müdürü çok kaba, sert birine benziyordu. Başını yerden kaldırmadan homurdandı: - Vaktim yok! Vugar bu soğuk, umursamaz cevaba bozuldu. Düşündü. Narin onu arkadan bir kere daha dürttü. Vugar iki adım ileri yürüdü. - Rica ederim, bizi dinleyin. Önemli bir iş için geldik, vaktinizi çok almayacağız. Müdür, oralı bile olmadı. Önündeki kâğıtları karıştırarak aynı cevabı aynı tarzda tekrar etti: - Vaktim yok! Narin in sabrı tükendi. Birden içeri dalıp, dilekçeyi Vugar - ın elinden aldı ve götürüp şak diye müdürün önüne koydu. - Bizim de vaktimiz yok! Buyurun, lütfen istek formunu imzalayın. 85 Müdürün tüyü bile kıpırdamadı. Donuk, ifadesiz yüzünü lakayt bir şekilde çevirip, acele eden kıza soğuk bir ifade ile baktı. Tekrar: - Vaktim yok! Dedi ayağa kalktı. Vugar nazik bir şekilde sordu: - Ne zaman gelelim? Ne zaman müsaitsiniz? Müdür omzunu çekti. Kaşları çatılıp gözlerinin üstünde sallandı. Narin inatla konuştu: - İstediğimizi yapmazsanız, buradan gitmeyeceğimizi bilin! Müdür bu sözlere de aldırış etmedi, yine omzunu çekti. Yani bu sizin işiniz, beni ilgilendirmez anlamına geliyordu. Ve masasının çekmecesini kapatıp, anahtarları ceketinin cebine koydu, Vugar la Narin i odada bırakıp çıktı. - Şuna bak! Konuşmak bile istemiyor!.. Narin onun arkasından konuştu. Papağan gibi iki de bir: Vaktim yok, Vaktim yok!... Ben sana vakit buldururum! Çok güzel buldururum!... Sonra Vugar ın kolundan tutup dışarı çıktı. Gidelim buradan. Yarın erkenden onu hesaba çektiririm. Deveden de büyük fil var. Onlar geri döndüler. Basamakları kızgınlıkla çıktılar. Narin in hırsı çabuk geçti. Gülümseyip, Vugar ı teselli etmeye başladı. - Siz dert etmeyin. Her şey düzelecek. Yarın işe geldiğim zaman, nereye gerekiyorsa gidip, yerin dibinde de olsa, aletlerimizi bulup yerine koyduracağım. Kesinlikle rahat olun! Dedi ve yolun yarısında yönünü başka tarafa çevirdi. Aradan on dakika geçmeden bir elinde su dolu kova, öteki elinde bir paspasla odaya girdi. Kovayı ve paspası kapının dibine koyup kollarını dirseklerinin üstüne kadar sıvadı, Vugar a döndü: - Siz şimdilik gidip başka işlerinizle uğraşın. Biz bugün Hatice halayla burayı silip süpürelim, duvarların kirini pasını temizleyelim. Yarın gelirsiniz esas işimize başlarız. 86

45 9. Bölüm Vicdan Sustuğunda - Ne güzel, oğlum, ne güzel! Hangi dağın kurdu öldü? Ne olur her gün böyle erken gelsen. Çayın, yemeğin soğuyor, buza dönüyor. Aç susuz kalıp kendine eziyet ediyorsun, benim de emeğim boşa gidiyor. Vugar, Cennet Ananın bu azarlar gibi, dokunaklı sözlerini çok duymuştu. O, eve gece saat on birden, on ikiden önce gelmezdi. Ya kütüphanelerde oturup ışıklar sönene kadar dergileri, kitapları karıştırır, çalışmalarına dair notlar alır, ya da önemli toplantılarda, meclislerde takılıp kalırdı. Boş vakitlerinde arada bir Arzu yla sinemaya, tiyatroya gider, Cennet Anayı merak ve endişeye koyardı. Fakat şu çok ilginçti: Vugar ın işte, önemli toplantılara katılıp gecikmesine, aç susuz kalmasına sinirlenen Cennet Ana onun Arzu yla gezdiğini öğrendiğinde, gecenin yarısı da geçse üzülmez; aksine; buna sevinirdi: Bak, bu başka mesele, derdi. Kızla gezmeye çıkmak, sinemaya tiyatroya gitmek, zaten bir tür dinlenmedir, diyordu. Sonra nedense gülümseyen Vugar a yan yan baktı, dudakları titreyerek konuştu: Eeee, niçin gülüyorsun, yaramaz? Yabancılarla, sokaktaki kızlarla gezmekten bahsetmiyorum ki... Kendi sevgilinle gezmekten bahsediyorum. Yanlış işlerle uğraşıyorsan, bileyim ha! Kâkülünden tutup tek tek yolayım. Sen Cennet Anayı daha tanımıyorsun!.. Yaşlı kadın yarı şaka söylediği bu sözlere her ikisi de anne ve çocuk gibi birden yüksek sesle kahkaha atarlardı. Sonra Vugar, gönül rahatlığıyla geçip sofraya otururdu, Cennet Ana büyük bir hevesle, bütün sevecenliği ve nezaketiyle ona hizmet ederdi. Evde ne var ne yok getirir, sofraya koyar, Vugar ın yan tarafına geçer, ona iştahsız bebek gibi dil döker, doyuncaya kadar yedirir, yemekten sonra bir bardakta reçelle çay verirdi. Vugar, bu asil tabiatlı, kırılgan ve yumuşak ananın zayıf yönünü keşfetmişti. Son zamanlarda işte, ya da kütüphanede uzun süre kaldığında bahanesini hazırlamıştı: Kapıdan girer 87 girmez, Arzu nun adını anar ve onu azarlamaya hazırlanan Cennet Ananın ağzını dilini bir anda bağlayıverirdi. Ama bugün hiçbir bahaneye ihtiyacı yoktu. O, gülerek, teklif beklemeden sofraya oturdu. Çok acıktığını söyledi. Sonra da Cennet Anaya müjde verirmiş gibi, yüksek sesle, sevinçle: - Artık gecikme meselesi bitti, Cennet Ana. Bugünden itibaren asıl işime başladım. İdare yedi saatlik mesai istiyor. Ben de bu rejime uyacağım. Cennet Ana bu habere çok memnun oldu. Ona hizmet etmek için canını ortaya koydu. İsmet öteki odada yalnızdı. Konuşmalarını duyuyor; fakat ses çıkarmıyordu. Vugar sofradan kalkıp onun yanına geçti. Kaç gündür küstüler. Daha doğrusu, İsmet küsmüştü, Vugar ı konuşturmuyordu. Sütkardeşiyle yüz yüze gelmemek, onunla aynı masada oturmamak için akşam yemeğini erkenden yiyor, işlerini de yapıp hemen yatıyordu. Sabah ise erkenden kalkıp kahvaltısını yapıyor, aceleyle hazırlanıp enstitüye gidiyordu. Vugar, bir iki defa onun gönlünü almak için çaba göstermiş, ancak sonuç alamamıştı. İsmet ten ağır sözler işitmişti Bırak ne kadar isterse küssün, bir gün kendisi pişman olacak. diye düşünmüştü. Fakat dayanamadı. Teslim bayrağını yine kendisi kaldırdı: - Hıı, nasılsın? Keçilerin gitti mi? diye İsmet e şaka yaptı. İsmet başını kaldırıp cevap vermedi. Ama ister istemez gülümsedi: - Çok şükür! Vugar da gülümsedi. Sandalye çekip ona yakın oturdu. İşlerin ne âlemde? - Fena değil. - Anlıyorum! -Vugar onun sakin konuşmasından biraz daha cesaretlendi. - Aşk meşk meselesi ne alemde? Kız arkadaşınla son günlerde görüşebildin mi? - Gördüm, biraz önce onlardaydım. - Onlarda mıydın?!- Vugar şaşkınlığını gizleyemedi. Nasıl, ne cesaretle gittin? 88

46 - Yalnızca!... Hocayla işim vardı. - Ne işi? - Onunla konuşmak istiyordum. - Alagöz hakkında mı? Vugar gülümsedi. - Hayır. - Peki, başka ne olabilir ki? Senin onunla başka ne işin, ne konuşman olabilir; - Ben de onun bölümüne geçmek istiyorum. - Nasıl?!..- Vugar ın yüzündeki mutlu ifade birden değişti. Fakat ne düşündüyse, yeniden gülümsedi.- Hııı, şimdi anladım, - dedi. Doğru, o söz... Şair, maksat yâri görmek, her şey bahane demiş! - Bahane değil, bu konuda ciddiyim. Vugar ın parlayan gözleri acı bir üzüntüyle kısılıp küçüldü. - Buna Profesör ne dedi?... Kabul etti mi? - Profesörü evde bulamadım. Toplantıdaydı. Bekledim, gelmedi. Odaya derin bir sessizlik çöktü. Üç dört dakika hiç biri konuşmadı. Vugar sohbeti ciddileştirmek istemedi. Yeni düzelen ilişkilerini bozmak istemiyordu. Şakayla sordu: - İyi, söyle bakalım, kızla ne konuştun? Özel olarak konuşabildin mi? İsmet cevap vermek için acele etmedi. Omzunun üzerinden geriye dönüp baktı. Ara kapı açıktı. Aceleyle kapıyı kapattı. Çekinerek fısıldadı: - Mümkün olmadı. Annesi bizi yalnız bırakmadı. - Ah beceriksiz!... - Vugar yüksek sesle güldü. - Kaç gündür, mektubunu ona vermediğim için benimle küs duruyorsun. Düşündüğün kadar kolay bir şey olmadığını şimdi sen de gördün mü? Hiç utanmıyor musun?! Ben neyse de hiç olmazsa o çocuklardan utan! 89 Vugar yazı masasının arkasından duvara asılmış kestane renkli tahta çerçeve içindeki resmi gösterdi. Fotoğrafta dört, ya da beş yaşlarında iki erkek çocuk birbirine sıkı sıkı sarılmış, öpüşüyordu. Bu onların çocukluklarıydı. Bu resim, Vugar ın babası yaşarken çekilmiş olmalıydı. Onlar yıllardır, çocukluğun aziz hatırası olan bu fotoğrafı, sütkardeşliğinin ve dostluğun bir remzi olarak her zaman yanlarında taşır, nereye gitseler, nerede yaşasalar onu evin en güzel yerine, gözlerinin önüne asarlar. İsmet resme bakmadı. O, özür dilemeyi de aklına getirmedi. (Bu tür insanlar kendilerini her zaman haklı zannederler.) Yarı kırgın, yarı küskün halde mırıldandı: - Senin durumun başka, benim durumum başka. - Anlamadım, konuyu biraz aç. - Başkasının söylediğini, bir başkasına ulaştırmak kolaydır! - Yani sen şimdi yenge düğünden önce lazımdır, demek mi istiyorsun? - Yenge değil, konuyu açacak birisi gerekiyor! - Yani aracı, öyle mi?.. Kusura bakma, kardeş, bu benim yapabileceğim bir iş değil. - İstesen yaparsın. Elçiye zeval olmaz. Onların sana karşı büyük hürmeti var. - Atalarımız bu konuda ne demişler biliyor musun? Gönlü balık isteyen kendisini soğuk suya atar. - Elimden gelecek bir iş olsaydı, sana yalvarmaz, ağzımı açmazdım. Vugar hayret ifadesi olarak ellerini yana açtı. - Sen çok değiştin, İsmet,- dedi. Ben seni tanıyamıyorum artık. Kızların başına torba takıp oynatan feleğin çarkından geçen genç şimdi eli kolu bağlı aciz kaldı. - Ben aciz kaldım, avare oldum, sense bana gülüyorsun! - O kızı gerçekten seviyor musun?.. Samimi misin? 90

47 - Şaka yapacak mevzu mu buldum?! - Niye şaka olsun? Doğrusunu bilmek istiyorum. - Sevginin doğrusu, yalanı olmaz! - Ama, laf aramızda, sende oluyor. Bundan bir yıl önce Zarife diye bir kıza vurulmuştun. Geceleri adını uykuda sayıklıyordun. Köye, annene, tasını tarağını satıp nişana hazırlık yap, dedin. Sonu ne oldu?.. Ondan öncekileri, şapka gibi yılda bir değiştirdiğin kızları şimdi söylemeye gerek var mı? İsmet sinirlendi: - Geçmişe, mazi diyorlar. Ben o konuları artık bitirdim. Ama sen... - Evet, ben... Sonra?... Açık konuş, homurdanma. - Sen ise her şeyi gizliyorsun. Düşündüğünü açıkça söylemekten korkuyorsun. - Mesela; nerede, ne zaman ve ne hakkında? - Sevdiğin kız hakkında! Profesör Söhrap Güneşligilde! - O, Vugar ı sanki cinayet işlerken yakalamış gibi kükredi: - Merhamet Hanım sana nişanlını sormuş, ona nasıl cevap verdin? - Hatırlamıyorum. İsmet sesindeki suçlayıcılığı artırarak: - Nişanlım filan yok, demişsin. Çok masumsun ve suçsuzsun. - Öncelikle, öyle bir konuşma olmadı. O, bana öylesine evli olup olmadığımı sordu. Ben de dedim ki... - Ne dediğin belli oluyor!.. Kendini sütten çıkmış ak kaşık gibi görüyorsun. - Yalan! - Yalan değil, beyaz yalan!.. Öyleyse Arzu kim? O, senin neyin oluyor?! - Arzu benim sevgilim. Ama daha nişanlı değiliz. İş resmiyete dökülmeden hangi hakla ben bunu herkese söyleyeyim? 91 Vugar ın sade ve net mantığı İsmet i susmaya mecbur etmişti. Fakat o, yine de söylenmeyi bırakmadı. Kaşlarını çatıp, yüzünü yana çevirdi. Vugar münakaşayı devam etti: - Mademki konuyu açtın sonunu da getir bari. Bizim orada konuştuğumuz şeyleri sana kim söyledi? - Merhamet Hanım ın kendisi! - İsmet duvara dönüp konuştu. - Bugün mü? - Evet, bugün Bana seni tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben de kardeşim olduğunu, beraber kaldığımızı söyledim. Bu sözlerden sonra beni sorguya çekti. Ben de hiçbir şeyi saklamadım. Bildiğim her şeyi açıkça söyledim. - İyi yapmışsın, o zaman niçin hala sinirleniyorsun? Başka ne konuştunuz? - Başka hiçbir şey. Baştan sona kadar seni konuştuk. İsmet ara verdi. Vugar a döndü. Sesinin tonunu alçalttı, birden yumuşadı. - Ben bir şeyden şüpheleniyorum, Vugar. - Niçin? Vugar, lakayt bir şekilde sordu. - O kadının seninle ilgilenmesinden. - Kızını bana mı vermek istiyor, yani? - Sanırım öyle bir düşüncesi var - İsmet gözlerini Vugar - dan çevirdi yere dikti. - Ben ona senin sevgilinin olduğunu söylediğimde biraz daldı, kaldı. - Kalbi doğru bir insan değilsin, İsmet! Neler düşünüyorsun? Vugar, başını sallayarak yatağına doğru gitti. İlgilenince ne olur?.. Tanıdıklar kocası beni kendi oğlu gibi görüyor. Kadınlar her şeyi merak eder, biliyorsun. Bu onların hastalığıdır: İyisinin de kötüsünün de! Tek kelimeyle senin şüphelenmene hiç gerek yok. Ama benim tereddütlerim yavaş yavaş doğru çıkmaya başlıyor. 92

48 O, bir hayli düşündü. Sonra elinde olmadan konuşmasını sertleştirdi. - Bölümünü niçin değiştiriyorsun? İsmet, Vugarın bu tarz sert çıkışına alışık olmadığından birden durakladı. Kirpiklerini kırpa kırpa konuştu: - Hoşuma gitmediği için. - Hoşa gitmemek basit bir sebep, bunun ilimle alakası yok! Vugar, ondan rahatsız olduğunu hisseder şekilde baktı. Güneşli nin ailesine yakın olmak için böyle bir şey yaptın, değil mi? - Diyelim ki öyle, sana ne? - Beni ilgilendirmez. Senin için diyorum. Bölüm değiştirmeden de o dediğini yapabilirim. Bilimi kız tavlamak, niyetiyle aşka kurban vermek affedilmez. - Belki başka sebepler de vardır, nereden biliyorsun? - Hayır, benimle kafa bulma, İsmet. Başka sebep olamaz. Aklını başına topla. Senin kendi sahan hiç de fena değil. Modern kimyanın problemleri her geçen gün artmaktadır. Bu alanın geleceği parlaktır. - Ben hiç de gelecek görmüyorum. - Çünkü sevgi gözlerini kör etmiş! Vugar, acı acı güldü.- Kardeşim şapkanı önüne koy iyice düşün. Sen kendine güzel bir yol seçtin. Güneşli ile akraba olup şan, şöhret kazanmaya çalışmak ahlaksızlıktır. - Bana nutuk çekme! - Nutuk çekmiyorum sana gerçekleri söylüyorum. Asistanlık süresinin çoğu gitti, azı kaldı. Sen de bölüm değiştirme düşüncesindesin, ayıp değil mi? - Hiç de değil. Aksine tam zamanı. - Nasıl zamanı? Herkes tezini tamamlayıp savunduktan sonra mı? - O, ağzı bağlı bir bohçadır. Savunmayı kim nerede, ne zaman yapar, belli olmaz. Bazılarının sahte övmelerinden gözü kör olmasın. Sonra ah vah ederler Bazı şahısların övmeleri gözünü kamaştırır. Zayıf iradeli insanlar ümidini başka şeylere bağlarmış. - Hayat tesadüflerle doludur. Birçok ihtiyaç da bunlara bağlıdır. İlimde de böyledir. Önceden yapılan planlar, projeler genellikle iflas edebilir. - Yanlış bir düşünce! Metafiziktir! - Bu düşünce bana ait değildir. Meşhur İngiliz bilim adamı Josef Pristli nin fikridir. Modern kimyada çok önemli bir yere sahip olan gazı keşfeden, hayatımızı kolaylaştıran bir ilim adamına karşı bunu söylemek haddi aşmaktır. - Pristli ye kadar ve ondan sonra bu sahada araştırma yapan ilim adamı az değildir. Flogiston nazariyecileri daha sonra Kelmont, Boyl, Lord Keendiş, Lavuazye! - Paskal, Faradey, Valter Nernst vs. - Evet, belli sahada onlar da Yani ilim dünyasında senin dediğin gibi tesadüfe yer yok. Bir düşünce kendisinden önceki fikirden doğar. Biri diğerini farklı yollarla geliştirir, tamamlar. - Sen kimi?! - Biz büyük bilim adamlarından bahsediyoruz. - Sen de büyüksün ya! Her yerde senden övgüyle bahsediyorlar! - İşe bak! Kendi sütkardeşin bile beni kıskanıyor. Az çok elde ettiğin şöhrete dayanamıyor Seni gidi köftehor! Vugar, üzüldü. Ona çok ağır cevap verip haddini bildirmek istedi. Ama ne faydası olacaktı ki? Aklına Cennet Ana geldi. Onların küsmesi, aralarının açılması onu da üzüyor canını sıkıyordu. Birkaç defa bu konuda Vugar a kızgınlığını belirtmişti. Ona yalvarır bir tarzda: Sen ona aldırma ne olur! demişti - Onu idare et, yabancı birisi değil ki senin sütkardeşin. Allah herkesi aynı yaratmamış. O da böyle bir insan işte. Sen üzerine gitme. Bir gün gelir, her şeyi anlar Sizin aranız açıldığında benim de günlerim berbat oluyor. Benim için onun hareketlerini, sözlerini hoş gör. Vugar, iç çekti, sustu. 94

49 II. Fasıl 1. Bölüm Vicdan Sustuğunda Son günlerde Merhamet Hanım, çok düşünceli görünüyordu. Genellikle o gecenin geç vakitlerine, saat on bir on ikiye kadar, ayak ayaküstüne atıp koltukta oturur, sallana sallana dost ve arkadaşlarıyla şen şakrak telefonda sohbet eder, filmlere bakar, sunucunun İyi geceler... deyip televizyon programlarının bittiğini söylediğinde koltuğundan kalkar esneyerek yatak odasına çekilirdi. Burada, garip yaz akşamları gibi gönle sürur veren, mavi lambanın latif ışığı altında, iki kişilik alçak, yaylı yatakta o kadar huzurlu, o kadar tatlı uyurdu ki görenler ona imrenmekten kendisini alamazdı. Ama son birkaç gündür Merhamet in o güzel, tatlı uykusuna zehir karışmıştı. Yatağında adeta kıvranırdı. Ağır vücudunu bir taraftan diğer tarafa çevirdiğinde yatağın altındaki yayların gıcırtısıyla, şikâyetleri birleşirdi. O, ne düşünüyor? Bu şen şakrak kadının derdi ne idi? Onun her zamanki sevinçli, dinç, gönlü rahat kadının böyle olmasına kim sebep olmuştu? Bunlar şimdilik anlaşılmaz sır idi. Ailede hiç kimse bu sırrı çözemezdi. Her gün bir şikayetten dert yanardı. Bazen başı ağrır, bazen böbreğinden rahatsız olduğunu söylerdi. Merhamet Hanım ın bugün de keyfi yoktu. Her zaman yaptığının aksine, bugün sağa sola ne telefon etti, ne de dizilere baktı. Akşamın erken saatlerinde yatak odasına geçti. Yatağın yaylarını gıcırdatarak bir sağa bir sola döndü. Gece yarısı geçti. Alagzöz le dedesi uyuduktan sonra kalkıp yastığa dirseğini koydu. Nazlanarak diğer odaya seslendi: - Söhrap, Söhrap! Cevap gelmedi. Merhamet yorganı üzerinden attı, yatağa bağdaş kurdu. Sesini yükseltti: - Hayatım, niçin sesin çıkmıyor? 95 Söhrap, onun kendisine seslendiğini yine işitmedi. Merhamet Hanım sinirlendi. Yataktan güç bela indi. Geceliğini giyip terliklerini şakırdata şakırdata eşinin odasına yöneldi. Profesör meşgul idi. Uzun enli masanın üstünde deste deste notlarından oluşan yazılar, kitaplar, bilimsel ve tekniki dergilerle dolu masada, zürafa boğazına benzeyen lambanın sarıya çalan ışığı altında belini eğip oturmuş, bir kısmı ağarmış gür saçları sanki rüzgâr vurup dağıtmış gibi bölünmüş bir kısmı alnına, bir kısmı da kulaklarının arkasına dökülmüştü. Merhamet Hanım bir dakika kapının önünde bekledi. Eşine uzaktan imrenerek baktı. Hoca çok dalmıştı. O, bazen bir eyler yazıyor bazen de elini alnına koyup bir şeyler düşünüyor, tekrar kalemi eline alıyordu. Merhamet Hanım ona iyice yakınlaştı. Yanında durdu. Söhrap ın önünde duran kâğıtlarda zincirvari dizilmiş kimya formüllerine nefret nazarıyla baktı, sinirlenerek sallandı: - Niçin konuşmuyorsun? Yanına geldim. Profesör kulağının dibinde bomba gibi patlayan bu sesle birlikte irkildi. Başını ağır ağır çevirip sakin, aynı zamanda dalgın bakışlarını burnunun üstüne kadar düşen gözlüğünün üzerinden baktı, hiçbir şey demedi. Söhrap ın lakaytlığı, Merhamet i çileden çıkardı: - Niçin susuyorsun, dilin mi tutuldu? Anlaşılan Profesör kendisini işinden ayıramamıştı. Hanımının serzenişine aldırış etmedi, sessizliğini korudu. Merhamet Hanım kükredi: - Anan seni taş mı doğurdu? Bu ne biçim hayat? Gece gündüz çalışıyorsun! Senin başka işin yok mu? Çoluk çocuğun yok mu? Profesöre bu sözler de pek tesir etmedi. İstemeyerek konuştu: - Ne oldu, Mehri? Yine neye hırslandın? Garip bir ses tonuyla sordu. 96

50 Merhamet Hanım, daha fazla çıngar çıkarmadı. Küsüp yüzünü başka tarafa çevirdi. Derinden nefes aldı. Konuşmaya başladı: - Dışardan görenler benim çok mesut olduğumu sanırlar. Bilmezler ki dışım başkasını yakar içim beni Herkesin eşi var, insanın imrenesi geliyor. Hanımlarını başları üzerinde gezdiriyorlar. Konuştuklarında canım diyorlar. Benim ki de adı erkek. Seslendiğinde sesi de çıkmıyor. Ne gençliğinden fayda gördüm, ne de ihtiyarlığından!... Profesör eşinin şikâyetlerini sabırla dinledi. O, sözlerini bitirdikten sonra yine gülümseyerek cevap verdi: - Merhamet yine ne oldu söyle bakalım? Niçin canın sıkkın? - Ne demek ne oldu? Merhamet Hanım cilvelendi- Sen erkek misin yoksa taş mı? - Ne biçim konuşuyorsun, Merhamet? - Sen söyle bakalım, hangisisin? Profesör, hiç aldırmadı. İşi şakaya vurdu: - Sen hangisi dersen oyum - Bana kalırsa sen erkek değilsin!- Kadın sinirinden titredi. - Evet erkek değilsin! Eğer erkek olsaydın bütün ömrünü bu kâğıtların arasında, labaratuvarda, toplantılarda, fabrikada geçirmezdin. Hiç olmazsa ara sıra eşini, çocuklarını da düşünürdün. Onların da dertleriyle ilgilenirdin. Sabah erkenden kalkıp işe gidiyorsun akşam gelince de burada devam ediyorsun. Ne evin işlerinden haberin var, ne de hasta sökel olandan. Söhrap hiçbir şey demedi. Sakince ayağa kalkıp eşinin yüzüne dalgın dalgın baktı. Sonra ne düşündüyse yavaşça başını salladı, çalışmaya devam etmek istedi. Merhamet Hanım eşi olmasının verdiği düşünceyle kalemini elinden aldı bir tarafa attı. - Yeter artık! 97 Söhrap soğukkanlılığını korudu. Söz dinleyen çocuk gibi geri çekildi. Masaya yaslandı, ellerini göğsüne bağladı, burnunun ucundaki gözlüğünü geriye doğru çekti, bekledi. Soğuk bakışlarla hanımını süzdü. Merhamet Hanımın sinirleri yatıştı. O, sadece inatla yoğrulmuş akılsız bir kadın değildi. Ortama göre hareket eder, çılgınlıkla beraber, yeri geldiğinde çok mülayim olur, alttan almasını bilir, bütün bunları ustalıkla becerirdi. Özellikle de Söhrap tan bir şey talep ettiğinde onun karşısında ipeğe dönerdi. Ağzından bal dökülürdü. Söhrap işten geldiğinde onu kapıda güler yüzle karşılar, bin bir türlü cilve ile koluna girer, onu konuştururdu: - Nasılsın hayatım? İşlerin nasıl geçti? Bugün seni çok özledim, yolunu gözledim! Derdi. Bu gönül alıcı sözlerle o, Söhrap ın elbiselerini çıkarmasına yardımcı olur, elin yüzünü yıkayınca havlusunu tutar, etrafında pervane gibi dönerdi. Yemekte de kızının, kayınpederinin yanında işi şakaya vurup eşinin boynuna sarılır, onu öperdi. Yemekten sonra Söhrap dinlenmeye çekildiğinde onun yanına giderdi. Yeni gelin gibi ona cilve yapar, maksadına nail oluncaya kadar da bu edasını sürdürürdü. Söhrap ev işlerine fazla karışmazdı. Merhamet Hanım ın dediği gibi ev işlerinde yüzü yoktu. Gece gündüz bilisel çalışmalarla vakit geçirirdi. Para işlerinden nefret ederdi. Canının sıkılmasındansa hanımının istediklerinin yerine gelmesi için elinden geleni yapardı. Yeter ki sinirlenmesin, ailenin ağzının tadını bozmasın. Merhamet e de zaten bu lazımdı. Ta gençken eşinin zayıf yönlerini keşfetmişti: Evinin tek sahibi olmuştu. Her şey onun elinden geçiyordu. Hatta bazen Söhrap ın arabasını da o eve getiriyordu. O, şimdi de bir yol buldu. Hemencecik yumuşayıverdi. Kollarını açıp Söhrap ın üzerine atıldı, yalvarmaya başladı: - Canım benim! Bu kadar çalışmak yeter artık. Kendine acımıyorsan bari bana acı. Öbür odada yalnız kaldım, gözüme 98

51 uyku girmiyor. Sanki duvarlar üzerime geliyor. Hadi kalk yatalım! Söhrap hanımının niyetini anladı. Omuzları kalka kalka gülmeye başladı: - Sen ne kadar şen şakraksın Merhi! Sanki yirmi, yirmi beş senelik hanım değil de, yeni gelin gibisin. - Sen yeni gelin diyorsun, Söhü! Ben şimdi beş yaşındaki çocuk gibiyim. Kalk hadi. - Ama benim işim var! - İş kalmıyor ya! Yarın yaparsın. - Yarının da kendin göre işleri var ama. - Tamam inat etme! Kal gidelim - Sen git, ben işimi bitirir gelirim. - Öyle şey olmaz.- Merhamet masanın üstündeki yazılara nefretle baktı. Onları kenar itti. Bak bunlar bizim aramızı açanlar. dedi. Bunları her şeyden çok seviyorsun. Bunlar benim düşmanın. Sevgilimi elimden alıyor, onunla sohbet etmeme engel oluyorlar. Seni onlardan kıskanıyorum, Söhü! Söhrap güldü: - Sen her geçen gün çocuklaşıyorsun, Merhi, başka birisi oluyorsun. Meninle dalga mı geçiyorsun? - Hayır Söhrap, doğru söylüyorum. Merhamet kollarını eşinin boynuna attı. - Dur, lütfen dur! Kadının hal ve hareketi, Söhrap ın inadını kırdı. Yatak odasına geçtiler. Yatağa uzandılar. Bir süre hiçbirinin sesi çıkmadı. - Beni bu mesele çok rahatsız ediyor, Söhü! - Hangi mesele? - Alagöz ün meselesi. Hanımının sözlerine pür dikkat dinleyen Söhrap birden endişelendi, korktu. O, kızını çok seviyordu. Alagöz on dört 99 yaşında kalp hastası olmuştu. Söhrap onu bütün doktorlara gösterdi, gezdirmediği şehir kalmamıştı. Bütün doktorlar aynı şeyi söylüyordu: Rahatsız olmayın. Korkulacak bir şey yok. Kız evlenince bu hastalık da tamamen yok olacak. Epilepsidir Söhrap aceleyle sordu: - Yoksa, hastalığı yine şiddetlendi mi? - Hayır! Maşallah çok iyi - Dersleri mi zayıf? - Düşündüğüne bak Başka bir mesele. Söhrap loş ışıkta eşine manalı manalı baktı. Onun yarı açık dudaklarında sihirli bir gülümseme vardı. - Niçin bana öyle dik dik bakıyorsun? Anlamadın mı? - Hayır, hiçbir şey anlamadım. - Ah cahil!! Merhamet, artık konuşmuyor içten içe kaynar gibi gülüyordu. Eşinden ayrıldı, sırt üstü yattı. Kollarını yanlarına açtı sevinçle genleşti. Kızın büyüdü, artık yirmi yaşına bastı. Söhrap bu sözlerden de bir şey anlamadı. Sorgulu bakışlarla hanımına baktı. - Şimdi de mi anlamadın? - Yok, hayır! Merhamet hanın biraz sessiz kaldı. Sonra yavaş yavaş tekrar konuşmaya başladı: - Kızın evlenme meselesini diyorum! Artık vakti geldi. Gelin etmenin zamanıdır. Evde biraz daha kalsa hastalığı şiddetlenecek. Doktorlara göre onu biz iki sene önce gelin etmeliydik. Söhrap derin derin düşünmeye başladı. Merhamet Hanım ara verdikten sonra sevinçle fısıldadı: - Kızımız için ben çok güzel bir damat buldum. Senin düşünceni de almak istiyorum. 100

52 - Buldun mu? Merhamet, Söhrap ın cevabındaki kinayeyi anlamadı. Yüksek sesle devam etti: - Evet, buldum! Biliyor musun kim o? O gün bize gelen genç. - Bize gelen mi? - Evet, o senin meşhur asistanın - Merhamet Hanım ın sevinçli gözleri güneşe tutulmuş ayna gibi parladı. Çocuk çok hoşuma gitti. Ben de damadımızın güzel ve akıllı olmasını istiyorum. Geleceği de kendisi gibi parlağa benziyor. Nasıl bulmuşum ama? Söhrap hiçbir şey demedi. Sabırsızlıkla ondan cevap bekleyen Merhamet Hanım daha fazla dayanamadı: - Sana ne oldu böyle? Niçin bir şey demiyorsun? Söhrap sinirlendi cevap verdi: - Ben bu konuda hiçbir şey demeyeceğim, Mehri! Böyle lüzumsuz işlerle uğraşmamanı tavsiye ederim. Kızla oğlanın hiçbir şeyden haberi yok, sen kendi kendine gelin güvey oluyorsun! Kendi kızının dünürlüğünü de kendin mi yapmak istiyorsun? Ayıp değil mi? - O da ne demek! Neden ayıp oluyormuş? Bunun neresi ayıp? Bir kız bir oğlanındır. Öyle değil mi? - Bir kız bir oğlanındır, ama bu şekilde değil. - Ne var bunda? - Kızla oğlan birbirini sever, aile de ister. - O adet şimdi modadan düştü. Senin dediğin aşk şairlerin çok eskiden uydurduğu palavradır. Aile kurmak için daha önemli şartlar gerekir. Bir defa senin kızın evden dışarı çıkmıyor. Bütün gün ders çalışmakla, kitap okumakla meşgul. Hiç kimseyle konuşmuyor, dostluk kurmuyor. Utanır. Söhrap artık hiçbir şey duymuyordu. Bu sözler onu başka bir aleme götürmüştü. Çok eski bir mesele, hatırladıkça yüreğine köz gibi düşen bir meseleydi bu Bölüm Söhrap Bakü de yüksek okulu bitirip köyüne döndü. Bir yıl öğretmen olarak görev yaptı. Sonra okulda müdür oldu. (O yıllarda ortaokul öğretmenlerine ihtiyaç çoktu.) Ona tabanca da verdiler. Silahlanıp dağlara çıkan, düşmanlar ara sıra köylere baskın yapıyor, genç Sovyet öğretmenlerini amansızca öldürüyorlardı. O yıllarda onlarca doktor, öğretmen, işçi kurban gitmişti. Birçok devlet dairesi, okul yakılmıştı. Söhrap tabancasını sürekli hevesle taşıdı. Ütülenmiş jilet gibi pantolon, güzel gömlek, çizme çekip köyde dost düşman önünde gururla gezdi. Genç, delikanlı birisi için bu az bir saadet değildi! Söhrap mutluluğunu şehirde devam ettirmek istedi. Talebelik yıllarında pejmürde giyimiyle, ezile büzüle geçtiği yollardan şimdi gururla yürümek istiyordu. Yanından imrenerek geçtiği lüks restoranların, kahvehanelerin cebi dolu müşterisi olmanın, sinemaya gitmenin, tiyatroları takip etmenin elbette ayrı bir zevki vardı! O, yaz tatilinde Bakü ye geldi. Ağzına o zamana kadar içki almamıştı. Aslında içkiye hiç hevesi de yoktu. Merak için lüks restoranları ziyaret etti. Buralardaki eğlenceyi doyuncaya kadar takip etti. Tiyatrolara, sinemalara gitti. Sevincinden ayakları yere basmıyordu. O, sokaklarda, tiyatro ve sinema önlerinde kol kola gezen gençler görüyordu. Onlara imrenerek bakıp yanlarından geçiyordu: Keşke benim de güzel bir kız arkadaşım olsaydı Söhrap ın bu gençlerden neyi eksikti? Giyimi kuşamı yerinde, yanakları sanki dağ lalesi gibi kırmızı idi. Cebinde para kum gibiydi! Bir akşamüstü yolu bankaya düştü. Niçin olduğunu o da bilmiyordu. Kasada şık giyimli bir bayan vardı, vezneden aldığı paraları sayıyordu. Söhrap onu dışarıdan görmüştü. Camların ayrılan beri tarafında kadından başka hiç kimse yoktu. Söhrap ileri yürüdü, kadına yaklaştı, gözlerini onun

53 yüzüne dikti. Bayan onun bakışlarını hissetmişti. Nazik parmaklarını biraz önce kasadan alıp saymaya başladığı paradan ayırdı, yanında duran Söhrap a bakmaya başladı. Söhrap bu sert bakışlardan hiç rahatsız olmadı. Huşu ile başını aşağıya eğdi. Genç kadın yüzünü ekşitti, ona arkasını döndü. Parayı saydıktan sonra cüzdanına koydu, tekrar döndü, sert bakışlarını Söhrap a çevirdi, dışarı çıktı. Söhrap biraz önceki durumunu bozmadı. Onun imrenen bakışlarında şimdi de, nedense, biraz üzüntü ve acıma hissi vardı, boynu bükülmüştü. Genç kadının sinirleri birden gevşedi. Söhrap ın kendisini para için takip etmediğini anladı. Yüzündeki memnuniyetsizlik ifadesi bir anda tebessümle dağıldı. Bakışları yumuşadı: Belki tanıdık birisidir. diye düşündü. Başını kaldırdı, Söhrap ı daha dikkatli süzmeye başladı. Gencin halini bozmadan duruşu, onu biraz daha cesaretlendirdi. Samimi bir ses tonuyla: - Bir şey mi lazımdı? dedi. Söhrap sanki derin uykudan uyandı. Kadının onunla konuşacağına ihtimal vermemişti. Heyecandan boğazı kurudu: - Ba Bana?.. O, konuşmakta güçlük çekti. Yanaklarının kırmızısı daha da koyulaştı. -Sizin sağlığınız Genç kadının zarif dudaklarında tebessüm belirdi. Hiçbir şey demeden yavaşça kapıya doğru yürüdü. Acele edip gençten kurtulmak isteyen bir hali yoktu. Bunu Söhrap da hissetti. Böyle işlerden pek anlamıyordu. Dışarı çıktı, beklemeye başladı. Söhrap ı kendisi konuşturdu: - Affedersiniz, nerelisiniz? dedi. - Bakülü birine benzemiyorsunuz. Söhrap sadece konuşmasıyla değil, giyim kuşamıyla da Bakülü gençlere benzemiyordu. Genç kadın onun kırılacağını düşünüp bunları söylemek istemedi. Söhrap yavaş yavaş: - Gencebasardanın, - dedi. - Hayırdır, niçin buraya geldiniz? Öylesine gezmeye. Genç kadın başını salladı. Sokağı dönüp yavaş yavaş yola devam etti. Söhrap yerinde kalakaldı. Genç kadının arkasından tereddütle baktı. Onunla gidip gitmemeye karar veremedi. Kadın dört beş adım yürüdükten sonra geri döndü. - Peki niçin gidip gezmiyorsun? dedi. Söhrap şaşırıp kaldı. Bu sorunun cevabını nasıl yormalıydı? Onunla dost olmak istiyor muydu acaba? Söhrap tereddütle ona yakınlaştı: - Yalnız sıkılıyorum. -dedi. - Yalnız mı? Kadının kirpikleri oynadı. Dudaklarında samimi bir gülümseme belirdi. Hemen ciddileşip yoluna devam etti. Söhrap da onu takip etti. Bir hayli sessizce yürüdüler. Kadın çok dalgın idi. Söhrap çok heyecanlanmıştı. Birden yüreğindeki dilinin ucuna geldi: - Sizinle arkadaş olabilir miyim? Kadın şaşırır gibi oldu. - Ben mi? Onun ses tonundaki garip ifade Söhrap ı da şaşırttı. Ama kendisine hâkim oldu hemen. Bütün cesaretini toplayıp genç inatla devam etti: - Evet, -dedi. Daha ne zamana kadar beklemeli idi? Ya evet, ya da hayır! Kadın gözlerini süzdü. Gülümsedi. Çok garip bir gülüş idi. Söhrap bunun takdir mi, alay mı olduğunu anlayamadı. Sahil sokağına indiler. Buradan da Bayıl tarafına yöneldiler. Söhrap ümidini kaybetmiş kadının kendisiyle alay ettiğini düşünmeye başlamıştı. Ama ondan ayrılamadı. Kadın birden durdu. Söhrap a döndü, düşünceli düşünceli sordu: 104

54 - Siz nereye gitmek istiyorsunuz? Söhrap şaşırdı. Sorunun ne anlama geldiğini anlamadı. Kadının yüzüne öylesine baktı kaldı: - Siz nereye gidiyorsanız, ben de oraya. dedi. Kadın kirpiklerini indirdi. Bir şeyler düşündü. Sonra karşısında her emre amade vaziyette duran genci süzdü. Söhrap dikkatlice onun gözlerinin içine baktı. Simsiyah gözbebeklerinin derinliklerinde gizli bir keder ifadesi vardı. - Gideceğimiz yerde bir şey olsa beni korur musun? dedi. Söhrap durakladı. Bu ne anlama geliyordu? Kadın daha açık konuştu: - Diyelim ki seninle restorana gittim Birden orada bana birisi sataşsa, beni korumaya gücün yeter mi? Kadının yumuşamasına sevinen Söhrap elinde olmadan belindeki tabancayı yokladı. Dili kalbinden önce: - Benim yanımda hiç kimse sana bir şey diyemez! Kadın dikkatli bakışları ondan ayıramadı. - Öyle ise önce tanışalım, benim adım Ziynet. - Benimki de Söhrap. - Memnun oldum! Kadın altın saatine bakıp acele etti.- vakit geçiyor, hadi acale edelim. dedi. Söhrap kulaklarına inanamadı. Bu güzel kadın gerçekten mi onunla restorana gidecekti. Kalbine bin bir türlü şüphe geldi. Ayaklarının takati kesildi. Artık çok geç oldu, sözünden de dönemezdi. Elini beline uzattı, tabancasını kontrol etti. Henüz erken olduğu için restoranda çok az insan vardı. Beyaz örtülü, satranç resimlerinin olduğu masalar paralı müşterileri gözlüyordu. Restorana önce Ziynet girdi. Ancak oturmak için acele etmedi. İçeridekileri dikkatlice süzdü. Bakışları masalarda sanki birini arıyordu. En sonunda bir köşede oturanları görünce gözlerine kin bürüdü. 105 Onlar iki kişi idiler. Sanki yılların hasretini gideriyormuş gibi birbirlerine sokulup sohbet ediyorlardı. Öncelerinde çeşit çeşit yemek ve iki boş şampanya şişesi vardı. Birisi daha yeni yarılanmıştı. Ziynet in beti benzi attı. Birden başı döndü dengesini kaybetti, ama kendisine hâkim oldu. Söhrap ın koluna girip kendisine geldi. Gürültüyle, ayakkabılarının tabanına basa basa en üst başa geçti. Yeni misafirleri garsonlar da diğer misafirler de gözlerinin ucuyla süzdüler. Ama köşedeki iki kişinin hiçbir şeyden haberi yoktu. Kafaları öyle karışıktı ki top atılsa duymazlardı. Ziynet öndeki masaya oturdu. Yüksek sesle garsonları çağırdı. Söhrap a da karşı karşıya oturmayı teklif etti. İçkilerin ve yemeklerin adını hemen söyleyip yüksek sesle siparişlerini yaptı. Gözlerini de yan masada oturanlara dikti. Onun bu anormal hareketleri Söhrap ı şüphelendirmeye başladı, dönüp o da Ziynet in biraz önce baktığı masaya göz attı. Ama orada hiç de anormal bir şey görmedi. Gür, kıvırcık saçlı esmer bir gençle bir kız baş başa vermiş sohbet ediyor, konuşup gülüyorlardı. Garson hemen geldi. Yemekleri özenle masanın üstüne dizdi, müşterilerine tazimde bunup ayrıldı. Bardaklara şarap koydu. Ziynet yemeğe dokunmadan şişelere el attı. Söhrap a konyak kendisine de şarap koydu. Kadehi başının üstüne kadar kaldırdı, Söhrap ın kadehiyle tokuşturdu. Yüksek sesle: - İçelim, -dedi. Her ikimizin sağlığı için içelim.- dedi. Söhrap, onun niçin bu kadar yüksek sesle konuştuğuna bir anlam veremedi. Ziynet niçin kendisini kaybetmişti? Ziynet kadehi dudağına yakınlaştırdı, ama içmedi. Yerine koydu. Söhrap ın kulağına eğilip: - Beni bağışlayın, siz içmeye devam edin. dedi. Söhrap istemeyerek kendi konyağını içti. Ziynet bi kadeh daha doldurdu, elini eline vurup kahkaha attı. Bu gülüşe 106

55 Söhrap bir anlam veremedi. Ziynet deli gibi tekrar bir kahkaha attı. Yanaklarından damla damla yaşlar inmeye başladı. Bu gülüş hayra alamet değildi. Sesi titremeye başladı. Ağlıyordu. Kederini gizlemek için gülerek ağlıyordu. Restorandakiler şaşırıp kalmışlardı. Herkes onlara bakıyordu. Nihayet yandaki masadakiler de sohbetlerini bitirdiler. Kıvırcık saçlı genç sinirlenip geri döndü. Bu ne biçim gülme böyle? demek ister gibi bir hali vardı. Ama birden kelimeler ağzında kaldı. İçkiden mi yoksa kadın sesinden mi nedense kızarmış suratı birden bembeyaz kesildi. Gözleri biraz önce hayret içerisindeyken şimdi hiddette halka gibi açıldı. - Ziynet?!!! Gencin sesi restoranda dalga dalga dağıldı. Ziynet bu vahşice çığlıktan zerre kadar etkilenmedi. Parmaklarının ucuyla nemli kirpiklerini kimseye aldırmadan sildi, sesin geldiği tarafa döndü. Gence nefretle baktı, tekrar döndü. Kendisini mutlu göstermek istercesine kadehi aldı, Söhrap a döndü. - Ben seni hiçbir zaman unutmayacağım, sevgili Söhrap! dedi birden senli benli konuşmaya başladı. Kendisini onunla samimi br dost gibi göstermeye çalıştı. Allah bizi hiçbir zaman birbirimizden ayırmasın, her zaman mutlu yaşayalım! Söhrap, olanların ne anlama geldiğini şimdi anlamıştı. Bu güzel ve namuslu kadının restorana niçin geldiğini ortaya çıktı. Söhrap ın morali bozuldu. Demek ki beni buraya birisinden intikam almak için getirmişti. Kıvırcık saçlı genç masasından kalktı onların yanına geldi. - Ziynet!!!- Sen burada ne yapıyorsun? - diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Ziynet aldırış etmeden: - Senin yaptıklarını, dedi. Oğlan dudaklarını ısırdı. - Çabuk buradan git,- dedi. Ziynet, oralı bile olmadı. Kadehini tekrar Söhrap a uzattı. Genç kadehlerin tokuşmasına mani oldu. Elinin arkasıyla ka- 107 dehe vurdu, şarap sağa sola döküldü. Kadeh de havada döndü, duvara çarpıp kırıldı. - Dur, diyorum!!! - Sen kimsin? - Kim olduğumu öğreneceksin! - Git, bunları oynaşına ver! Gencin dişleri kilitlendi. Gözleri kızardı. Sağ eliyle Ziynet e tokat attı, tokat kamçı gibi ses çıkardı. - Şimdi kalkacak mısın, yoksa!!! Ziynet aldığı darbe ile sendeledi. Düşmemek için masaya dayandı. Yüzünün bir tarafı kızarıp yansa da sesini çıkarmadı. Söhrap a bakıp: Hani senin erkekliğin nerede kaldı? Dedi. Söhrap onun dolu dolu olmuş gözlerinden ve tahrik edici sözlerinden harekete geçmek istedi. Genç ondan erken davrandı. Omzundan aşağı bastırıp: - Otur, dangalak! Seninle sonra görüşeceğiz! dedi. Ziynet in üzerine yürüdü: Kalkmıyor musun?! - Hayır, - İnatla cevap verdi.- Genç titremeye başladı. Ziynet i ayağının altına almak istedi. İleri atıldığında Söhrap ın eller yukarı sesiyle irkildi. Genç şaşırdı: Ağzından süt kokusu gelen bu köy zibi-disi bana emrediyor! O, bu cesareti nereden alıyor? diye düşündü. Geri döndüğünde başına dayanmış silahı gördü. Birde yerinde donakaldı. Dili dudağı kurudu, elleri aşağı düştü. Yüzü sararıp soldu. Söhrap gencin durumunu görüp cesaretlendi. Hemen ayağa kalktı, rakibini duvara yasladı: - Defol buradan hemen!!! Yoksa yedi mermiyi de boşaltırım.- dedi. Gencin morali bozuldu. Sendeleyerek geri çekildi. Kapıya yöneldi. Silah onu öyle korkmuştu ki ne masadaki kızın feryadını işitti, ne de hesabını ödemek aklına geldi. 108

56 * * * Vicdan Sustuğunda Gözyaşları Ziynet in gözlerini yaktı. Hüngür hüngür ağlamaktan kendisini zor tuttu. Söhrap erkekliğini gösterdiğinden memnun kalsa da iştahı kalmamıştı. Boğazından hiçbir şey geçmedi. Bir müddet öylece sessizce oturdular. Ziynet garsonu çağırdı, Söhrap tan önce hesabı kendisi ödedi. Sokağa çıkınca dayanamadı, gözlerinden damlalar yanağına süzülmeye başladı. Hıçkırıklar peşi sıra geldi. Elleriyle yüzünü kapattı, omuzları kalkıp inmeye başladı. Sessizce ağlıyordu. Söhrap fayton çağırdı. Onu evlerine kadar götürdü. Ziynet yol boyunca elini yüzüne kapadı, hiç konuşmadı. İçin için ağladı. Söhrap çok üzüldü. O, hiçbir şey anlamamıştı. O genç kimdi? Ziynet niçin ağlıyordu? Olanlara bir anlam veremedi. Bütün bunların bir anlamı olmalıydı. Söhrap bunda bir iş olduğunu anlamıştı. Sebep neydi anlamamıştı. Eve varıncaya kadar bu bulmacayı çözemedi. Kafasındaki sorular onu rahat bırakmadı. Genç kadına da bir şey sormadı. Onun derdini tazelemek istemedi. Eve gelince Ziynet memnuniyetle onun elini sıktı. Hıçkırıklara ara verip: - Çok teşekkür ederim, bana kardeşim gibi yardım ettiniz, - dedi. Söhrap konuşmadı. Sorgu dolu bakışlarını Ziynet in gözlerine dikti, ona cevap verecek söz aradı. Ziynet de bakışlarının ne anlama geldiğini anlamış gibi: - O rezil benim eşimdi. İç çekip güç bela konuştu. - Bir sene bile olmadı evleneli Ama o Ziynet tekrar ağlamaya başladı. Tekrar susup devam etti: - Bilmiyorum. dedi Belki doğru bir iş yapmadım. Ama ondan intikamımı aldım. Söhrap yine konuşmadı. Ne diyebilirdi ki? Aile hayatı, aile kavgaları ona uzak şeylerdi. 109 Ziynet nispeten sakinleşti. Çantasından mendilini çıkardı, gözyaşlarını sildi. Dudaklarında ılık bir tebessüm belirdi hemen kayboldu. - Beni affedin, Söhrap kardeş.- dedi.- Sizi de zor durumda bıraktım, moralinizi bozdum Keşke benimle restorana gitmeseydin, o terbiyesize ben bir şekilde haddini bildirirdim. Söhrap itiraz etti: - Öyle söylemeyin, kırılırım.-dedi.- Ben sizi yardım ettiğim için çok mutluyum. Gerekirse yardımınıza her zaman hazırım. - Çok teşekkür ederim - Kelimeler Ziynet in dudaklarında kaldı. Tekrar omuzları inip kalkmaya başladı. Söhrapla vedalaştı, yavaş adımlarla evinin yolunu tuttu. Sonra ayakları birbirine dolaşa dolaşa yürüdü 110 * * * - Ne kadar çok düşündün, Söhü? Söylediklerim aklına yatmadı mı? Güneşli hayalinden geç ayıldı? İstemeyerek cevap verdi: - Hayır, akla yatacak söz demiyorsun. Kendin de biliyorsun, bu tür sohbetleri sevmiyorum, canım sıkılıyor. Çöp çatanlık etmek, birilerin arasını düzeltmekten nefret ederim. Edebinle otur, bu yaşta bizi ele güne rezil etme: Merhamet inat etti: - Çok korkuyorsun- dedi- Bunda korkulacak, çekinilecek ne var? - Bilmiyorum. Güneşli çok sert konuştu.- kendin bir düşün konuştukların akla mantığa uyumuyor mu? - Ben senin fikrini almak için diyorum - Bu konuyu kapatmanı istiyorum. Bu son olsun artık, bu konuda bir şey duymak istemiyorum. Bu meseleyi yarın el alem duyarsa: Profesör kendi kızını asistanına yamamak

57 istiyor, ondan dolayı da ona yardım ediyor. Diyecekler. Bu sözler bizi rezil etmek için yeterli olacak. - Peki, biraz önce dediğin gibi kızla oğlan birbirlerini sevse, o zaman ne diyeceksin? İstemeyenler bu sözleri o zaman da söylerler. - Duruma bakarız, o zaman karar veririz! Güneşli biraz sustu, tekrar konuşmaya başladı: - Bak, sana tekrar söylüyorum, Mehi, bu tür planları kafandan çıkar! Yoksa bozuşuruz. Merhamet Hanım ısrar etmedi. Kocasının tehdidinden kendisine göre netice çıkardı: Söhrap birkaç yıl önce Ziya ve Şule meselesini işittiğinde Merhamet e çok kızmıştı. Onu uzun süre susturup konuşturmamıştı. Kalbinde hala o uğursuz evlenmenin hacaletini çekiyordu. Şimdi de: Bu tür sohbetler beni üzer, sinirlendirir diyince bu meseleyi hatırlattı. Merhamet Hanım hileye baş vurdu: - Canı sağ olsun.- diyerek eşine teminat verdi- Kim kızını zorla birisine verir? Aslını neslini bilmiyorum ki ona kız vereyim! Öylesine ağzımdan çıktı işte. Seni denemek istedim. O genci gerçekten beğenip beğenmediğini öğrenmek istedim. Başka hiç maksadım yok. Senin rızan olmadan bir şey yapmam. Güneşli sakinleşti. Ama kalbinde bir sızı vardı, gençlik hatırları onu duygulandırdı. Hanımına arkasını döndü. Birkaç dakika sonra tekrar hayalleri gençlik yıllarına gitti 3. Bölüm Bakü ye gezmek için gelen Söhrap çabuk yoruldu, hevesi kalmadı. Şuç Ziynet te idi. O, henüz yirmi yaşına giren hayatın zevk ve sefasını yeni yeni öğrenen genci kedere sokmuştu. O gece Söhrap uyuyamadı, uykusu kaçtı. Bazen gülüp eğlenen bazen de için için ağlayan Ziynet in restorandaki hali gözünün önüne geldi, bir an olsun aklından çıkmadı. Rüyasında da o genci gördü. Kavga, gürültü Sabah erkenden uyandı. Başı çok ağrıyordu. Dayak yemiş gibi bütün vücudu sızlıyordu. Önem vermedi. Kalktı direk Ziynet in evinin önüne geldi. Burası onun kaldığı otele çok yakındı. Şehrin en rahat bulunacak yeri idi. Burasını iyi öğrenmişti. Saatlerce burada gezindi durdu. Gözü gelip geçende idi. Ziynet i tekrar görmek, onunla konuşmak, hatırını sormak için can atıyordu. Ziynet onu çok etkilemişti, aklından atamıyordu. Ama arzusuna ulaşamadı Gerisin geri döndü. Yüzüstü yatağa yattı. Öylece uyuya kaldı. Akşama doğru kalktı. Lokantaya gitti, iştahsızca akşam yemeği yedi. Tekrar Ziynet i görmek için yola çıktı. Gece yarısı o bahçede nöbet tuttu. Bu defa da bir netice elde edemedi. Üç gün boyunca sabah, akşam buraya geldi. Her defasında saatlerce burada bekledi. Bekleme onu çok yordu. Fakat Söhrap ümidini yitirmedi. Bakü de daha fazla kalamadı köye döndü. Burada Ziynet aklından çıkmadı. Gece gündüz onu düşündü. Ziynet hayallerinde daha güzel oldu. Gözünde biraz daha yüceldi. Niçin? Niçin onu sevmişti? Kesin bir şey söylemek çok zordu. Bu soruların cevabını kendisi de bilmiyordu. O, elinden tuttuğu tek kadındı. Bazen cana yakın, bazen sırlı, bazen de kederli kadınların bakışlarına muhatap olmuştu. Bu bakışlardan duymadığı sıcaklığı Ziynet de hissetmişti. Her şeyden önemlisi onu birisi kendisine yardım etmek için çağırmıştı. Bunlar az şey midi? Bir yıl geçti. Söhrap Ziynet i unutamadı. Aziz hatıralar aşka döndü. Yüreğinde yuva kurdu. O, tekrar Bakü yü özledi. Yola çıkmak için hazırlandı. Bu defa yaz tatilinde değil, imtihan döneminde geldi. Okumak için geldi. Böyle bir düşüncesi önceden de vardı. Ziynet in arzusu bu duyguyu körükledi. Bakü de kaldğı müddetçe kaderin bir yerde onları buluşturacağına kalpten inanıyordu. Hayatta bu tür mucizeler az mıydı? Şehre gelir gelmez Ziynet i aramaya başladı. Birkaç gün onların evinin yanında nöbet tuttu. Sonra utana utana komdownloaded from KitabYurdu.org

58 şularından onu sordu. Bazıları ona: Tanımıyorum dedi. Bazıları da onu sorguya çekti: Burada Ziynet adında kadın çoktur. Hangisini soruyorsun. Annesinin, babasının adı ne? Soyadını bilmiyor musun? Evlerinin numarası kaç? Söhrap kızardı, bozardı, söyleyecek söz bulamadı. O, bunları nereden bilecekti?! Artık ümidini kesti. Sevgisini kalbinin derinliklerine gömüp imtihanlarına hazırlanmaya başladı. Bir ay sonra onun ismi Üniversitenin Kimya bölümünü kazananları arasında yer aldı. Dersler başladıktan sonra Söhrap çok meşgul olmaya başlamıştı. Ziynet i düşünmeye vakti bile olmuyordu. Gündüz dersler, akşam da laboratuvar çalışanları bütün vaktini alıyordu. Üç dört ay böyle devam ederse sadece Ziyenet i değil kendisini de unutabilirdi. Yine hoş bir tesadüf her şeyi yoluna koydu. Kalbinin derinliklerine sıkışan aşk tekrar kıvılcımlandı Ara sınavlar yakınlaşmıştı. Söhrap neredeyse yorganını getirip kütüphanede yatacak hale gelmişti. Gece herkes çekilip ışıklar yanıncaya kadar burayı terk etmiyordu. Bu gece de sona kalmıştı. Kitaplarını toplayıp çıkmaya hazırlandığında ışıklar söndürülüştü. Burada çalışan kadın Söhrap la anlaşamıyordu. Her zaman sona kaldığı için gelip ona çıkışıyordu. Foyanın bazı ışıkları da söndürülmüştü. Sadece girişteki kapının büyükçe aynanın yanındaki küçük lamba binayı kaplayan karanlığı dağıtıyordu. Aynanın karşısında arkası Söhrap a dönük genç bir kadın elbiselerini düzeltiyordu. Söhrap onun yanından geçtiğinde ayaklarının takati kesildi, yere yığılayazdı. Söhrap ın aklı başından gitti. Çok mu yorgundu yoksa halüsinasyon mu görüyordu? Bugün sabah erkenden Ziynet yine aklına geldi, aklı başından gitti. Kütüphanede kitap okurken iki üç defa hayal kurmuştu. Ziynet kitabın siyah satırları arasında peyda oldu, onun dikkatini dağıttı. O bir sayfayı birkaç kez okumak zorunda kaldı. Belki şimdi de aynı hayalleri görüyordu?! 113 Söhrap ileri çıktı, aynaya dikkatlice baktı. Sadece gözleri değil orada bütün canlılığı ile güzel zarif kız duruyordu. Söhrap önce donakaldı. Sonra kalbinden gelen bir sesle büyük binayı adeta titretti: - Ziynet!!1 Kadın irkildi. Korkuyla geri döndü. Ürkek bakışlarından onun çok korktuğu belli oluyordu. Söhrap ı tanımamıştı. Söhrap sevincini saklayamadı. Ziynet e uçarak gitti. - Nasılsın Ziynet? Ziynet in bakışları normale döndü. Korkudan solan benzi düzeldi. - Teşekkür ederim - O, duraksadı belki de Söhrap ın adını hatırlayamadı. Söhrap çok üzüldü Unutmuş beni diye düşünmeye başladı. Adını ona kırgın kırgın hatırlattı. Ziynet memnuniyetini gösterdi. Elini hararetle sıktı. - Merhaba, Söhrap kardeş - dedi. Neredeyse ona sarılacaktı. - Affedersin tanıyamadım Çok değişmişsin. İşler nasıl gidiyor? Söhrap iç geçirdi. Üzgün olduğu sesinden hissedildi: - Teşekkür ederim, iyi - dedi. Ziynet sustu bu tür durumlarda söylenecek söz bulunmaz. Biraz düşündükten sonra sordu: - Ne güzel sürpriz!... Burada ne yapıyorsunuz? - Okuyorum. - Çok mu oldu? - Hayır, bir yıl oldu. - Tebrik ederim! Yine söylenecek söz kalmadı. Biraz vakit geçince Söhrap konuşmaya başladı: 114

59 - Burada niçin duruyoruz, gidelim.- dedi- O dışarı çıkmak için acele etti. Sanki bu suskunluğun sebebi içerisinin ürkütücü sessizliği idi, dışarı çıksalar dilleri çözülecekti. Ziynet acele etmedi. - Bekleyelim, arkadaşım da gelsin.- dedi. - Arkadaşınız mı?!... Söhrap ın sesi bir tuhaf çıktı. - İşte.- Ziynet kütüphaneye doğru baktı. İş arkadaşımı diyorum. Ben burada kütüphanede çalışıyorum. Yarım gün. Öğleden sonraları. Aynı zamanda okuyorum. - Nerede? - Burada Matematik bölümünde. Söhrap ın heyecanı geçti. Rahatladı. - Kaçıncı sınıf? - İkinci. Ziynet ara verdi.- Geçen sene başladım. O olaydan sonra. - Ayrıldınız mı? Ziynet geç konuştu. Yüzünün ifadesi değişti. Anlaşılan bu ayrılık kolay olmadı. - Ayrıldık dedi. Derinden nefes aldı.- O ahlaksız hadiseden sonra devam edemezdim. Söhra bu habere çok sevindi. Emin olmak için tekrar sordu: - Pişman mısınız? Ziynet kaşlarını çattı, yere baktı. - Pişman olsam da acısı hala yüreğimdedir. İnsan bazen öyle hata yapıyor ki ömür boyu unutamıyor. Söhrap rahat nefes aldı. Gönlünde taze ümit kıvılcımları parladı. Ziynet i evine kadar götürüp yatakhaneye döndü * * * O gece deliksiz uyku uyudu. Ertesi gün kütüphanedeki yerini daha da kuvvetlendirdi, hem imtihanlara hazırlandı 115 hem de Ziynet i takip etti. Onu bu defa da kaybederse bir daha bulamayacağını düşündü. Söhrap la arası limonu olan kütüphaneci kadın da artık ona iyi davranıyordu. Bir ay böylece geçti. Kalbini ona açamadı. Çekiniyordu: Bakalım Ziynet benim hakkımda ne düşünüyor? Söylesem beni reddeder mi? diye düşünüyordu. Son iki aydan beri Ziynet in de kalbinde bambaşka duygular vardı ona karşı. Önceleri onunla saygı duyduğu içi görüşen Ziynet, son zamanlarda onunla görüşmek için adeta can attı, bu içinden gelen bir duygu idi. Aynı zamanda içinde bir korku da vardı. Çünkü bu hisleri o çok iyi biliyordu. Sütten ağzı yanmıştı. Sevgi kelimesini bir daha aklına getirmeyeceğine yemin etmişti. Ama onun kalbi, kalbinin iradesini, aklının diktasına karşı çıkıp yeni bir aşkla çırpınıyordu. Yok! Asla! Bu ateşi hemen söndürmek, ilk kıvılcımda son vermek gerekir. Ziynet, Söhrap a bu işe bir son vermek için kendi kendine söz verdi: Artık beni eve getirme Fakat onunla yüz yüze geldiğinde bu söylemeye cesaret edemedi. Dili onu dinlemedi. Kararın tam aksine, hazin ve tatlı bir dille: - Sana zahmet veriyorum, Söhrap. dedi. Her gece beni eve kadar getirmek zahmet olur sana. - Benim için zahmet olmaz, Ziynet! deyip heyecanlandı Hatta sesi titredi. Seninle gitmek benim için zevktir. Ben bu günlerin hasretini çok çektim. - Niçin Söhrap, bunun sana ne faydası var? - Sevgide menfaat yoktur, Ziynet! - Muhabbet!!! Ziynet kinaye ile gülümsedi. Sevgi boş şeydir, Söhrap! - Hayır, Ziynet! Kıymetini bilen için çok şeydir.- Söhrap sustu. Sanki güç topladı. Aynı heyecanla devam etti: Ben seni seviyorum, Ziynet! Gece gündüz aklımdasın! Ziynet yavaş yavaş başını salladı: 116

60 - Bu sözlere gerek yok! O başını tekrar tekrar salladı. Sonra dalgın düşünceli bakışlarla ona baktı. Sordu: - Sen kaç yaşındasın, Söhrap? Söhrap durakladı. Bu sohbetle yaşın ne ilgisi vardı? Ziynet ne demek istiyordu? Onun gözlerinin içine baktı ama bir şey okuyamadı yılında dünyaya geldim, dedi. Sanki rakamları tek tek söylemekle ona bir mesaj vermeye çalışıyordu. Fakat onun yüzünde bir üzüntü emaresi vardı. Gözlerinin nuru kayboldu, gazı bitmiş ocak gibi ışığı azaldı. - Ben senden üç yaş büyüğüm!... Bu meseleyi burada bitirmek mümkün. Söhrap şaşırdı. Bakışları Ziynet e yöneldi. - Neyi? - Bu sohbeti! Ziynet nefesini topladı.- Aramızda yaş farkı çok. Hem de - Hem de ne? - Hem de ben bir kez evlendim, boşandım. Eşimden ayrıldım. - Bunları zaten biliyorum ben. Hayır, Ziynet böyle şeylerle benim karşıma çıkma. Bunlar benim için engel değil! - Sen şimdi böyle diyorsun, Söhrap! Ben bu işlerde tecrübeliyim. - Bana bunları anlatma, Ziynet! Söhrap kızdı.- Ben gerçek diyorum, düşündüm karar verdim, kalbimin hislerini söylüyorum. Ben seni seviyorum. Ziynet i o ikna edemedi. Yine yavaş yavaş başını salladı: - Az düşünmüşsün, Söhrap! Aynı hüzünlü haliyle inatla devam etti.- Git iyice düşü, o zaman beni daha iyi anlarsın! Söhrap, onun dediklerine aldırmadı. Duygularını bir nefeste söyledi: - Çok düşündüm. Bir ay değil tam bir sene düşündüm. Hem de gece gündüz. Hiçbir zaman da kalbimden çıkmadın Buraya okumaya gelmeme de sen sebep oldun. Seni bulmak için geldim. Geçen sene senden ayrıldıktan sonra belki yüz defa sizin mahalleye geldim. Saatlerce seni orada bekledim. Yolunu beklemekten gözlerim yoruldu, ama kalbim yorulmadı. İyi ki kader bizi tekrar karşılaştırdı. Beni ıstıraptan kurtardı. - Niçin Söhrap? Ben sana söz vermedim. Hele hele bu konu hakkında hiç sohbet etmedik. - Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum! Kalbim beni dinlemiyor, sırlarını bana açmıyor. Ziynet sustu. Söhrap ın samimi içten cevapları onun aklını allak bullak etti. Tılsım için bir adım daha atmak, bir söz söylemek yeterli idi. Söhrap artık güçten takatten düşmüştü. Boynu büküldü, başı göğsün üzerine düşmüştü Ziynet onun bu duruşunda, boynu bükük halinde samimiyet hissetti. İlk adımı kendisi attı. Başını elleriyle tutup nezaketle yukarı kaldırdı. Şefkatle, onun gözlerinin içine baktı. Bir dakika boyunca hiçbir şey konuşmadı. Ziynet, bir adım daha ileri attı, şen şakrak bir kız edasıyla Söhrap ın alnında öptü, evin bahçesine girdi. Söhrap sanki sinirlenmişti. Ne olduğu anlayamadı. Kendisine geldiğinde Ziynet in dudaklarının sıcaklığını alnında hissetti. Şaşkınlığı, beklentisi bir anda kayboldu, yerini sevinç ve mutluluk almıştı. Ziynet hemen onu anne va babasıyla tanıştırdı. Yaşlı anne ve baba Söhrap ı çok samimi karşıladılar. Onların sayesinde Bakü de Söhrap ın bir anne babası oldu. Sofralarında her zaman ona yer verdiler. Söhrap olanları bir mektupla köye bildirdi. Annesi okuma yazma bilmiyordu. Mektubu babasının okuyacağını biliyordu. Buna rağmen yüreğini annesine açtı. Mektubunda ona seslendi. Olanları biraz abartılı anlattı. Bir ay geçmeden babası şehre geldi. Murguz istikbaldeki gelini ve dünürleriyle tanıştı, onları çok sevdi. Kız eviyle böylece tanışmış oldu. Her iki taraf da çocuklarının okulunun bitmesi gerektiğini söylediler. Evlidownloaded from KitabYurdu.org

61 lik için henüz erken olduğu görüşüne vardılar. Ziynet in babası: - O zamana kadar gençler birbirlerini daha yakından tanırlar. Aile kurmak mesuliyet ister. Muhabbetle yaşadıktan sonra başka söze ne hacet! Anlaşılan kızının ilk tecrübesi onun gözünü çok korkutmuştu. Anne babalarının kararına gençler saygıyla karşıladılar. O, hoş günü sabırsızlıkla beklediler. Fakat kaderlerinde başka şeyler varmış * * * Profesör hayallerinden tekrar ayrıldı. Kalktı hanımına döndü. Sevgi her zaman vardır! Onu hiç kimse uydurmamıştır. Hayat devam ettiği müddetçe o da sürecektir. Sonsuza kadar yaşayacaktır. diye avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. Ama o sıralarda Merhamet Hanım onu duyacak halde değildi. Bütün amaçlarına ermiş bir insan gibi sırt üstü yatmıştı, hiçbir şey duyacak halde değildi. Güneşli iç geçirdi. Merhamet Hanım ın sevgi hakkında söyledikleri sözlere itirazı dilinin ucuna geldi, söyleyemedi. Sonra kalktı, ayaklarını yataktan aşağı salladı. Odasına çekilip yarım kalan işini tamamlamayı düşündü, zaten sabaha kadar gözüne uyku girmeyecekti. Sıkıntı bastığında her zaman işle meşgul oluyordu. İş onun tek tesellisi, manevi sığınağı idi. Ama bu defa öyle olmadı, hayallerinden kurtulamadı. Üstelik kafasına takılan Ziynet acaba şimdi nerededir, mutlu mudur, günah bende ben onu aramadım. sorular onu çok rahatsız etti. Bunun üzerine çalışmadan vazgeçti, yatağa uzandı. Acı tatlı hatıralar zihninden süratle gelip geçti. Bu onun hayatının dolambaçlı yollarının sayfası açılmamış kitabı gibiydi Bölüm Söhrap, akademik kariyerini çabuk tamamladı. Daha üçüncü sınıfta iken çeşitli dergilerde ilmi makaleleri yayımlanmaya başladı. O dönemde daha yeni gelişmeye başlayan petro-kimya endüstrisi ile ilgili makaleleri Moskova daki bazı dergilerde yayımlandı. Onu üniversitede herkes çalışkan terbiyeli bir talebe olarak tanıdı. Ona bilim adamı demeye başladılar. Onu diğer ünlü bilim adamlarının yer aldığı akademik kurullara aldılar. Her yıl rektörlüğün, çeşitli meslek kuruluşlarının başarılı ilim adamlarına verdiği ödüllere layık görüldü. Kızlar ona gizli aşk mektupları yazmaya başladı. Ama hiç kimse onun aklını çelemedi. Bu tür dedikoduların önünü almak için o toplantılara Ziynet le birlikte geldiler. (Önceleri onlar Ziynet in ricası üzerine üniversitede gizli gizli konuşuyorlardı.) Sevgilisi ile kol kola gezerek yüzsüz kızların önünü aldı. Kısa bir süre sonra aşk mektuplarının sonu geldi. Ama bir tanesi hariç Merhamet, Söhrap tan iki sınıf aşağıda idi. Çok güzel olmasa da beyaz tenli, hafif şişman bir kız idi. Fettan, cazibeli gözleri vardı. Üniversitede şen şakrak olarak bilinirdi. Genelde bu tür kızlar erkeklerin dikkatini çok çekerler. O, da üniversiteye geldikten sonra birçoğunun dikkatini hemencecik çekmişti. Ama hiç kimsenin ağına düşmemişti. Söhrap ın şöhreti onu da avladı. Herkes yalan oldu, o gerçek. Genci adım adım izledi, hiç kimseden çekinmeden köşede bucakta yolunu kesti. Bazen Biz hemşeriyiz. Annem babam da sizin şehirden, tanışalım. Dedi. Bazen de onun makalelerini okuduğunu bazı yerleri anlamadığı, kendisine anlatmasını rica etti. Bazen iki eski dost gibi yanına geldi, hal hatır sordu. En sonunda sağda solda herkese Söhrap ın kendisine vurulduğunu çok yakında nikâhlarının olacağını anlattı Tabiî ki Merhamet e inananlar çok az oldu. Çünkü Söhrap a gizli gizli aşık olanlar çoktu. Her şeyi uzaktan takip ediyorlardı. Söhrap ın bu arsız kıza yüz vermediğini görüyorlardı.

62 Merhamet le herkes dalga geçmeye başladı. Meseleyi öğrenenler, sınıf arkadaşları onu makaraya alıyor, onunla kafa buluyorlardı. Ama Merhamet in kılı bile kıpırdamıyordu. Söhrap yolundan dönmedi. Dersi olsun olmasın bütün gün üniversitede idi. Sürekli Söhrap ı takip etti. Ziynet i öğrendiğinde divaneye döndü. Deli gibi koşup kendisini kütüphaneye attı. Ziynet i yakaladı: - Söhrap tan uzak dur! O, benim sevgilim.- deyip herkesin yanında onu azarladı. Onun bu sözlerini duyanlar hem şaşırdılar, hem de kahkaha atıp güldüler. Ziynet de güldü: - Seninse niçin yanında değil o zaman?- diye ona önemsemeden cevap verdi. Merhamet çok kızdı. Kendisinden emin bir şekilde ona cevap verdi: - Bugün olmazsa da yarın mutlaka benim olacak. Sana baştan söylüyorum. Ondan uzak dur. Kendine başka birisini bul! Hayâsız bu kızın sözlerine oradakiler kahkaha attılar. Sözlerine önem vermediler. Aklı başında bir insan böyle konuşmazdı. Ama kim bir gün onun bu hayallerinin gerçekleşeceğine ihtimal verirdi. Dördüncü sınıfta, 1937 yılının başlarında Söhrap ı üniversitenin Genç Komünistler komitesine çağırdılar. Komitenin kâtibi ona: - Oturun! Dedi. Söhrap şaşırdı. Üniversiteye girdiğinde herkes ona saygı gösterir, ona yer gösterirdi. Ama şimdi niçin bu şekilde davrandılar bir anlam veremedi. Komitenin kâtibiyle Söhrap ın arası çok iyi idi. Seyfeli Halilov onu uzaktan gördüğünde kollarını açar koşarak sarılırdı. Kendisi önce selam verir, onunla yakından ilgilenirdi. Ona Sen bizim gurur kaynağımızsın derdi. Ama şimdi niçin böyle oldu? 121 Söhrap düşünceli düşünceli oturdu. Gözlerini önündeki kâğıtlardan ayırmayan suratını ekşitmiş Halilov un yüzüne uzun süre baktı. Halilov resmiyetini bozmadı. Odaya derin bir sessizlik çöktü. Bu çok ciddi bir meseleye işaret ediyordu. Söhrap düşündü aklına hiçbir şey gelmedi. Sormak istedi, dili açılmadı. Kâtip nihayet konuşmaya başladı: - Siz bu günden itibaren genç komünistler birliğinden uzaklaştırıldınız! Söhrap, bu sesi sanki gaipten geliyor gibi hissetti. O ses Halilov un her zamanki yumuşak sesine benzemiyordu. Kilitlenen çenesi açıldı: - Nasıl! - Nasılı yok! Büronun kararı böyledir. Söhrap işittiklerine inanmadı. Söylenilenleri şaka olarak kabul etti. Tebessümle sordu: - Benden habersiz mi? - Evet, - Halilov un yüzü daha gerildi. Söhrap şakayla devam etti: - Ama bu karar yönetmeliklere terstir. Genç komünistin iştiraki olmadan böyle bir karar alınamaz. - Uzatmayın! Halilov elini sertçe masaya vurdu, bağırdı. Böyle karar alınmıştır, bu kadar! Söhrap ın kanı dondu. Ağlamaktan kendisini zor aldı. - Niçin, Seyfeli? - Seyfeli değil, Halilov! Söhrap, yutkundu kaldı. Her zaman samimi olduğu arkadaşına böyle resmi olarak konuşmak çok ağır geldi. - Neye göre, yoldaş Halilov? - Yoldaş mı? Söhrap dayanamadı. Bu resmen tahkirdi. Damarlarındaki donmuş kanı birden coşturdu. Ayağa kalkıp bağırarak: - Sebebini söyleyin, tahkir etmeyin! 122

63 - Sebebi mi!... Seyfeli nin ekşimiş suratında birden kinayeli bir tebessüm belirdi. Başını kaldırdı Söhrap a küçümseyerek baktı. Sakin ama amirane devam etti: - Lenin düşmanı birisinin oğlu genç komünistler komitesinin üyesi olamaz. - Ne? Söhrap ın boğazı iyice kurudu. Seyfeli, gayet resmi bir eda ile: - Sizin babanız halk düşmanı olarak hapse atıldı! Söhrap sarsıldı. Başı döndü. Sanki bir darbe ile ayakları kesilmiş gibi oldu. Elinde olmayarak sandalyeye yığılıp kaldı. Biraz kendisine gelince yavaş yavaş konuşmaya başladı: - Yalan! dedi, iftira atmışlar. Ben onun yanından geleli daha on gün olmadı. Seyfeli güldü: - On gün çok uzun bir süredir. Günümüzde her saatin çok büyük anlamı var. - İftiradır!- Söhrap tekrar haykırmak istedi, ama sesi çıkmadı. Yavaş yavaş konuşarak ilave etti: - Benim babamı sen de tanıyorsun, Seyfeli, sen birkaç kez bize geldin. - Maalesef iyi tanıyamamışım! - Onu cümle âlem biliyor! - Söhrap, ümidini kesti. Konuşmaya devam etti - Yirmi yıldan daha çok Bolşeviklerin partisinin üyesi olan partiye inkılâptan önce de hizmet eden birisi nasıl halk düşmanı olur? - Yeter artık! Kâtip sinirlendi ayağa kalktı. Gidebilirsiniz! O, elini uzattı. Söhrap donup kaldı. Bu el ona niçin uzanmıştı? Vedalaşmak için mi? Söhrap ın kafası karıştı. Hiçbir şey anlamadı. Seyfeli nin açık avucuna çekine çekine baktı. - Parti kimliği vardı. Söhrap kendisine uzanan elin ne anlama geldiğini şimdi anladı. Donakaldı. Artık her şey bitmişti. Komiteden atılması ona ciddi bir uyarı idi. Bugün olmasa yarın üniversiteden de kovulacağı anlamına geliyordu. Son bir sene içinde bu tür on- 123 larca olay olmuştu. Onun bildiği birçok öğrenci önce komiteden uzaklaştırıldı, sonra da üniversiteden atıldı. Sözü edilen toplantılara kendisi de katılmıştı. Hatta toplantılarda halk düşmanlarına karşı o da ateşli nutuklar çekmişti. Şimdi şaşırıp almıştı: Babası gerçekten halk düşmanı mıydı? O, gerçekten de Komünist Partisinin aleyhinde çalışmış mıydı? O, zor sorulara beyninde cevap arayarak dışarı çıktı. Beyni uğulduyordu. Duydukları karşısında ayaklarının bağı çözülmüştü, ayaklarını sürüye sürüye dışarı çıktı. Hiçbir yerde durmadı. Birkaç gün önce kiraladığı eve geldi. Bir yatakla küçük bir masanın bulunduğu odayı arkadan kilitledi. Başındaki ağrı gittikçe şiddetlendi. Elbisesiyle yüzüstü yatağa uzandı. Babası hakkındaki sorular onu burada da rahat bırakmadı Bölüm Murguz Sultanoğlu, eski Bolşeviklerdendi. Uzun süre Bakü petrol kuyularında işçi olarak çalışmıştı. Köye yirminci yılların başında Bakü Şura hükümeti kurulduktan sonra dönmüş, mahalle inkılâp komitesine üye seçilmişti. Yeni görevinde elinden geleni yapmıştı. Sultanoğlu kaçaklarla ve hükümete isyan edenlerle uzun süre mücadele etmişti. O zor yılları Söhrap da hatırlıyordu. On iki, on üç yaşlarında idi, her şeyi anladığı yaşlardı. Babasının o yıllardaki canlı, genç halini çok iyi hatırlıyordu. Siyah pantolonu, uzun gömleği, kaşlarına kadar indirilmiş kazak şapkası, her zaman kaygılı, endişeli bakışları, uzun boyu Söhrap ın gözlerinin önünden gitmiyordu. Sultanoğlu nun her zaman belinde taşıdığı, sarı renkli kılıfındaki mavzeri, yürüdükçe aşağı inip çıkıyordu. Murguz köyde çok az bulunurdu. Söhrap annesinden onun isyancılarla kaçaklarla vuruştuğunu, mücadele ettiğini söylerdi. Bir gece onların evinin önünde bir gürültü koptu, köpekler havlamaya başladı, bütün köy ayağa kalktı. Söhrap da bu gürültüyle uyandı. Korkarak dışarı çıktı. Komşular, elinde kürek, bel, yaba, kova alıp onların evlerinin önüne geldiler. Işıkdownloaded from KitabYurdu.org

64 la her taraf gündüz gibi aydınlatılmıştı. Söhrap insanların koştuğu tarafa doğru yürüdü. Yakınlarda alevler göğe yükseliyordu. Yanan Söhrapların ot yığını idi. İnsanlar oraya koşmuyorlardı. Hemen yakınlarında bir şeyler tütüyordu. Bazen sarı bazen de kırmızı renkte dumanlar yükseliyor, ot yığını dumanı çevreliyor, duman gittikçe etrafı kaplıyordu. Sesler arasında Söhrap annesinin ağladığını duydu. O, birilerine durmadan çabuk olun, acele edin diye yalvarıyordu. İçeride hayvanlar boğuluyor, çocukların nasibi yanıyor diye insanlardan yarım istiyordu. Duman çıkan yer ahır idi. Söhrap koşarak oraya gitti. Birçok insan öksüre öksüre ahırın yakınlarından toprak kazıp alevlere atıyor, kadınlar kovalarla su taşıyor tutuşan ateşi söndürmeye çalışıyorlardı. Ateş daha güçleniyordu. Söhrap ahırda kendisini ateşten kurtarmak için sağa sola atan hayvanların feryadını işitiyordu. Hiç kimse onlara yardım edemiyordu. Kapıya yaklaşmak mümkün değildi. Ot yığını tamamen kül olmuştu. Ahırdan hala duman çıkıyordu. Tan yeri ağardığında duman da azalmıştı. Koyu duman yavaş yavaş çekildi. O gün köpekler bayram ediyordu. Murguz iki gün sonra köye geldi. Mesme nin acı gözyaşlarıyla olanları anlatması herkesi üzdü: - Çocukların nasibi yok oldu, Murguz. Yavan ekmeğe muhtaç kaldık! Murguz un kederi bu haberleri duyunca daha da arttı. Gidip ahırdaki ot yığınına baktı. Sinirden gözlerinin önü karardı. Hiçbir şey yapmadan donakaldı. Ellerini pantolonunun cebine koydu, orada gezinmeye başladı. Sakinleştikten sonra: - Kesinlikle düşman işidir.- dedi. Çetelerin elinden başka bir şey gelmiyor, çocukların kısmetini telef ediyorlar! O, kederden kurtulup gülümsemeye çalıştı. Hanımına yakınlaşıp elini boynuna attı. Teskin edici bir ses tonuyla devam etti: - Önemli değil, Mesme, önemli değil üzülme! Bizim işimiz böyle kurban talep ediyor. Çocukların canları sağ olsun. On- 125 ları kimseye muhtaç etmem. Üzülme! Onların hepsini buradan çıkaracak, köklerine kibrit suyu dökeceğiz. O zaman her şey düzelecek. Ertesi gün ata binip gitmeye hazırlandığında Mesme hüngür hüngür ağlamaya başladı. Üzengiye sarıldı: - Gitme! Ne olur gitme! Çocuklarımız için gitme, kalbime doğdu, sana ya da evimize zarar verecekler. Kimse imdadımıza yetişemeyecek, gitme! Murguz eşini teselli etti: - Korkma, Mesme! Ona cesaret edemezler. Artık son çırpınışlar bunlar. O, attan inmedi. Mesme nin yalvarmasına aldırmadı. Altında durmadan hareket eden, ön ayaklarıyla yeri eşeleyen Kama nın gemini gevşetti. At kuş gibi uçtu, gözden kayboldu. Bir ay geçmeden başlarına bir bela daha geldi 126 Söhrap ın büyük kardeşi beşinci sınıftan sonra komşu köyde okumaya gidiyordu. Sabah erkenden gidip akşam da geç dönerdi. Bir gün eve gelmedi. Annesi bütün gece uyumadan oğlunu bekledi. Ağladı, sızladı uyumadan sabaha kadar bekledi. Sabaha yakın köpek havlamaları duydu. Köpekler bir şeye saldırdıktan sonra seslerini kestiler. Mesme, önce çok sevindi. Oğlunun geldiğini sandı, onu karşılamak için dışarı çıkmak istedi. Yatağından sıçradı kalktı, kapıya doğru yöneldi. Elini kapının koluna uzattığında bir güç onu durdurdu. Büzüldü duvara yaslandı, kalbi atmaya başladı. Dışarıda at sesleri geldi. Acaba Murguz mu gelmişti? Belki de oğlunu alıp getirmiştir! Anne kendisine geldi, elini kapıya uzattı. O sırada dışarıdan bir ses işitildi: - Ev sahibi, ev sahibi!

65 Mesme şüphelendi, titremeye başladı. Sesi tanıyamadı. Aynı şahıs dışarıda kahkaha ile güldü, devam etti: - Size hediye getirdim, gelin alın! Kapının önüne sert bir şey atıldı. Gürültüyle yere düştü. Nal sesleri geldi. Atlar uzaklaştı, köpeklerin sesi çıkmadı. Bu adam kimdi? Getirdiği hediye ne idi? Köpek niçin sesini çıkarmadı?... Mesme düşünmeye başladı. Duvara yapıştı, ayrılmadı. Kalbine şüphe düştü, küçüldü, küçüldü Söhrap da uyanıktı. Annesi onu da uyutmamıştı. Dışarıdaki sesi duyunca yatağına oturmuştu. Gözleri büyümüştü. Gözlerini kırpmadan duvarı dibine oturan annesine bakıyordu. Mesme kendisine zor geldi. Ama konuşmaya, hareket etmeye hali yoktu. Başını zorla çevirip Söhrap ı yanına çağırdı. İşaretle: Kapıyı aç - dedi. Yabancı şahsın şüpheli sesinden ve annesinin garip hareketlerinden sonra korkuya kapılan çocuk ayakları titreye titreye yataktan indi. Ayakları birbirine dolaşarak kapıya yaklaştı. Elleri titreyerek kapının koluna elini uzattı. Artık güneş doğmuştu. Yakınlarda tek tük insan görülmeye başlamıştı. Çobanlar sürülerini çıkarıyorlardı. Mesme oğlunun elinden tuttu, birlikte eşiğe çıktılar. Eşikte kadın birden bire fenalaştı, yere yığıldı. Bir defa anne yüreğinin bütün feryadıyla: Oğlum, yavrum diyebildi. Söhrap sendeleyip yüzüstü yere düştü. Söhrap, daha da korktu. Annesinin şuurunu kaybedip yere yığılması onu daha da korkuttu. Bunun sebebini anlayamadı. Kapının kenarına atılan kanlı çuvalın içinden dışarı çıkan kanlı eli görmemişti. Mesme nin gür saçları dağılıp bahçedeki ocağın küllerine bulanmıştı. Düştüğü yerde hareketsiz kaldı. Sadece omuzları titriyordu. Ara sıra zayıf zayıf inliyordu. Söhrap ağlamak, bağırmak istiyordu; ama sesi çıkmıyordu. Bir hayli vakit geçtikten sonra dili açıldı. Önce annesini 127 çağırdı, ama annesinden ses çıkmıyordu. Sonra feryat edip komşulara haber verdi. Komşular hemen geldiler. Kadınlar Mesme yi alıp eve götürdüler. Erkekler kanlı çuvalı açıp baktılar. Hediye kaybolan çocuğun doğranmış cesedi idi. Cesedi Söhrap a göstermediler. Bir yerde gizleyip Murguz un akasından haber gönderdiler. Murguz köye akşama doğru geldi. Oğlunun ölümü onun belini büktü. Atından indi yavaş yavaş kalabalığa doğru yürüdü. Bahçeyi dolduran insanlar arasından yürüyüp cesede yaklaştı. Kilime sarılı cesede yakınlaşıp dizleri üzerine çöktü. Anlaşılan oğlunun yaralarına bakmak istiyordu. İzin vermediler. Parçaları topladılar. O ana kadar ağzından söz çıkmayan Murguz, yaşlı gözleriyle elinden kolundan tutanlara yalvararak Niçin bırakmıyorsunuz oğlumun yaralarına bakmak istiyorum dedi. Sonra elleriyle yüzünü kapatıp başını öne eğdi. Geniş omuzları bir hayli titredi. Eşinin geldiğini duyan Mesme de dışarı çıktı. Kalabalığı yarıp ileri çıktı Murguz un başı üzerine kana susamış kunduz gibi atıldı: - Geri getir oğlumu, getir! deyip Sultanoğlu ya saldırdı- Sensin onun sebebi, geri getir onu! Mesme nin ağzı köpükle doldu. Gözleri yerinden çıktı. Tekrar şuurunu kaybetti. Anne feryadı oradaki herkesi ağlattı. Söhrap babasının yanında sığındı kaldı. İçin için ağlıyordu. Anasının çığlığı onu da ağlattı. Yaşlılardan birisi müdahale etti: - Çocuğun burada ne işi var, götürün onu buradan! Söhrap ı hemen oradan uzaklaştırdılar. Yaşlı bir kadın elbisesinin eteği ile gözyaşlarını sile sile ona yakınlaştı: - Sen ağlama, yavrucuğum. Hadi gidelim yemek yiyelim, dünden beri açsın. Söhrap dünden beri açtı. Akşamdan beri kardeşini bekliyordu. Sabaha kadar boğazından bir yudum su dahi geçmemişti. Açlıktan karnı gurulduyordu. Yaşlı kadının teklifini geri çevirmedi. Kadın onu uzaktaki bir eve götürdü. 128

66 Söhrap döndüğünde ağlama kesilmişti. İnsanlar cenazenin yanından bahçeye dağılmışlar, kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Murguz ise her zaman yaptığı gibi ellerini cebine koymuş, düşünceli düşünceli geziniyor, arada bir duruyor birilerine bir şeyler söylüyor, bahçede ileri geri geziniyordu. Yürümesinden konuşmasından vakarını koruduğu belli oluyordu. Sanki başına hiçbir şey gelmemiş gibiydi. Söhrap gidip bir köşede durdu. Mahsun mahsun babasına baktı. Sultanoğlu birden onu gördü. İşaret ederek yanına çağırdı. Eğilip alnından öptü. Sonra ona sarıldı. Ayağa kalktı, oğlu ile birlikte bahçede yürümeye başladı sanki bu tavrıyla Evim boş kalmadı. Oğlumun birini çeteler alsa da diğeri yanımda der gibiydi. Cenazeyi ertesi gün kaldırdılar. Sultanoğlu, Mesme yi kabristanlığa götürmedi. Kadın ve çocukların da kabristana gitmesine izin vermedi. Birkaç gün eve misafirler taziye ziyaretine geldiler. Murguz oğlunun ölümünün yedisinde yemek verdi, ailesini güvenliği için yakın bir köye götürdü. Silahlanıp atına bindi. Şura hükümetinin düşmanlarını oradan kaldırmak için yola çıktı. Onun intikam hisleri şimdi daha da arttı. Fakat bu onun düşündüğü kadar kısa zamanda olmadı Murguz, oğlu Söhrap için de endişe etmeye başladı. Onu köyden uzaklaştırıp Bakü ye okumaya gönderdi. Silahını elinden bırakmadı. Yaklaşık dört yıl boyunca çetelerle mücadele etti. En sonunda onların köküne kibrit suyu döktü. Köyde sovhoz ve kolhoz kurdu. Ama yine de mücadelesi bitmedi Bu yaz Söhrap köye gittiğinde babasını göremedi. Onun oturup uzun uzun dertleşemedi. Sabah şafak sökerken evden çıkan kolhoz müdürü gece yarısı evine dinlenmeye gelirdi. Sanki annesi on çalışmak didinmek için doğurmuştu. Yorulma nedir, bilmiyordu. Oğlunun işini de bundan dolayı sonbahara bırakmıştı. Gelin görün ki buna rağmen onu bazıları halk düşman ilan etmişlerdi. Şaşılacak şeydi Söhrap, geçmişi hatırlayarak kendisini teskin etti. Kalbinde babasına olan güven daha da arttı. yok diye haykırdı. 129 Asla benim babam devletin düşmanı olamaz. Devleti uğruna on beş yaşındaki oğlunu kurban verdi. Her şeyiyle devlete karşı ayaklananlarla savaştı. O, hükümet aleyhine hiçbir şey yapamaz. Her şey çok yakında ortaya çıkacak. dedi. Söhrap bu sözleriyle sanki omzundaki dağ gibi yükü atmış gibi oldu. Hiçbir yere gitmeden direkt Ziynetlere doğru yol aldı. Kalbindeki dertleri birisiyle paylaşmaya ne kadar ihtiyacı vardı! Ziynet evde yoktu. Onu babası karşıladı. Her zaman olduğu gibi bu defa da nur yüzlü adam Söhrap`ı güler yüzle, sevinçle karşıladı. Samimi bir şekilde sordu: - Gözüme bir tuhaf görünüyorsun, evladım. Bir şey mi oldu? Söhrap cevap vermek için acele etmedi. Adamın samimi, cana yakın sorusu onu etkilemiş, duygulandırmıştı. Kendisine zorla hakim oldu. Olayı kısaca anlattı ve tekrar duygulandı. Adamın samimi, nurlu yüzü aniden değişti. Biraz suskunluktan sonra - bu kötü bir haber oldu... Çok kötü haber oldu!... Dedi. Ellerini göğsüne koyarak odada düşünerek dolaşmaya başladı. Sonra kendisinin bile inanamadığı umutla teselli vermek istedi. Şayia olabilir... Belki birileri sana şaka yapmış olabilir. Söhrap başını aşağı eğdi. İşin ciddi olduğunu, şayiaya benzemediğini söyledi. Biraz ara verdikten sonra komünistlik belgesinin elinden alındığını söyledi. Adamın yüzü daha da buruştu, alnının kırışları daha da belirgin hale geldi. Kaşları çatıldı. Uzun uzun nefesini toplamaya çalıştı. -Allah yardımcın olsun!... Adam çarpılmışa döndü. Kara haberi duyunca kıpırdayamadı, evin ortasında heykel gibi duran eşiyle anlamlı anlamlı bakıştı. Eşi yarasına tuz basılmış gibi iç çekti. - Allah ın işine bak!... Bedbahtlığa seyirci kal, elinden bir şey gelmesin!... Diyerek ağladı. Kaderinden dert yandı. 130

67 - Gariban kızın şansı açılmıyor... O zaman öyleydi şimdide böyle. Adam derinden bir ah çekti. - Artık hiçbir şeye inanılmıyor. Zamanın tadı tuzu kalmadı... Sonra derin bir sessizlik oldu. Hiç kimse konuşmuyordu. Korku içinde düşünmeye başladılar. Aslında şaşılacak bir şey yoktu. Son zamanlar böyle hadiseler çok yaşanmıştı, evler dinleniyordu, sürekli gözetleniyordu. Kendi evleri bile dinleniyor olabilirdi. Bundan dolayı yüksek sesle konuşmuyorlardı. Ne yapsınlar? Her gün bir olaya şahit oluyorlar. Bir ailenin felakete düştüğünü görüyorlardı. Her gün birkaç kişinin hapse atıldığını, birkaç evin kontrol altına alındığını duyuyorlardı. Bugün bu komşunun, yarın bir başkasının çocuklarının, annelerin, kardeşlerin çaresiz çığlıklarını işitiyorlardı. Herkes kendisinden korkuyor, endişe ediyordu. Hiçbir suça bulaşmadıkları halde korku içindeydiler. Kardeş kardeşle, eşi hanımıyla, akraba akrabayla sohbet etmekten korkuyordu. Hatta baba kendi oğluyla bile dertleşemezdi. Parti üyeleri, genç komünistleri yukarı makamlarla korkutuyordu. Evlatlarını anne babalarına karşı şahit tutuyorlardı. Sen artık çabala ki nerede yanlış yaptım diye! Şahidi zaten gözünün önünde fazla uzağa gitmeye gerek yok. Bir anda Milletin düşmanı ile akraba oluverirsin. Korkunçtu, hem de çok korkunçtu. Bu durum kefeni diri diri boyna dolamak gibiydi. Ama ne her ne kadar dehşet içinde olunsa da insanlık bazen galebe çalabiliyordu. Yakın gördükleri insanlara yardım etmeliydiler. Ama nasıl? Eli kolu bağlı kalmıştılar. Teselli için bir söz söylemek bile tehlikeli idi. Söhrap, Ziynetlere geldiği için pişman oldu. Dertlerini azalacağına daha da artmıştı. Aldıkları kara haberden kayınpederi ve kayınvalidesinin korktuğunu, yüzlerinin solduğunu 131 gördü, sebebini de hemen anladı. Ayakta zor duruyordu; ama buna rağmen oturmadı. Aklından çok kötü şeyler geçti: Şimdi de benden yüz çevirecekler, akrabalık ilişkileri bozulacak... Halk düşmanını oğluna kim yakınlık gösterir.?!.. O, iki büklüm olarak geri döndü. Kapıya vardığında kadın ve eşi sanki kendilerine geldiler. Koşarak Söhrap`ın yanına gittiler. Kolundan tutup getirdiler. Masaya oturdular. Çay ikram ettiler. Yemek yaptılar. Dilleri çözülmeye başladı ve onu teselli etmeye başladılar: Biri: - Çok düşünme Allah kerimdir. Adalet er ya da geç yerini bulacaktır, -dedi. Diğeri: - Allah yardımcımız olsun, evladım. Allah yüzünüzü güldürsün! dedi. Ama bu söylenilenler Söhrap`ı rahatlatmıyordu. Sadece insanlık için yapılan şeylerdi söylenilenler.. Söhrap çocuk değildi, her şeyi anlıyordu. Çok oturmadı. Yemeğe de dokunmadı. Çok susamıştı. Çaydan bir kaç yudum aldıktan sonra kendine gelmeye başladı, ayağa kalktı. Onlara teşekkür etti. Hiç kimsenin yüzüne bakmadan boğuk bir sesle rica etti: - Ziynet i bu akşam tiyatroya götürmeye söz vermiştim; ama gelemeyeceğim... Kendimi çok kötü hissediyorum. Ona ulaştırırsanız çok sevinirim. Kadın acil bir şekilde: - Ulaştırırım merak etmeyin dedi. Kocası: - Git rahatlan biraz dedi.- Üzülme. İnşallah her şey düzelir. Söhrap, bu samimi, tabiî olmayan sözlerden rahatsız oldu. Karı kocanın ondan kurtulmak istediğini anladı. Kapıyı açtı dışarı çıktı. - Sağ olun. 132

68 - Güle güle - Allah yardımcın olsun. Söhrap, daha merdivenden inmemişti, kapıyı kapattılar. Kapıyı hemen kapamaları onu çok incitti. Söhrap ın kalbi sızlandı. Dünyası yıkıldı. O, her zaman Ziynetlerden çıktığında onu yalnız bırakmazlar, onlardan birisi bahçenin kapısına kadar uğurlardı. Tekrar tokalaşırlar, çok samimi şekilde ayrılırlardı. Her zaman beklediklerini ısrarla söylerlerdi. Şimdi ise... Söhrap bu sıkıntılı uzun bahçenin sonuna geldi. Sarhoş gibi yürüyordu. Kapıya vardığında birileri ona yetişip kolundan tuttu. Karanlık bir köşeye çekti. - Bizi bağışla evladım. Kusura bakma hakkında yanlış düşündük. Kendin de görüyorsun. Herkes kendi gölgesinden korkuyor. Kardeşin kardeşine bile güveni yok... Kocam çok yaşlı, hem de kalp hastası, onun kalbi bunlara dayanamaz. Konuşan kadını Söhrap ilk önce tanıyamadı. Kafası karışık olduğundan neden bahsettiğini anlamadı. Daha sonra sesinden ve boyundan tanıdı. Kadın Ziynet in annesi idi. O, konuşmasına devam etti: - Aklına kötü bir şey gelmesin evladım. Bizleri korkaklıkla, vefasızlıkla suçlama. Zor durumda olan insanı yarı yolda bırakmak hiç de insani değil. Buna insanlıktan uzaklaşma denir. Ama ne yapalım. Bizi senin yanında zor durumda bırakanlar utansınlar. Herkesi küstürmek için fırsat kolluyorlar. Zaten bizi sevmeyenler çok. Akrabalarımız bile bizden uzak duruyorlar. Bizi hiç sevmiyorlar. Kötülerin Allah evini yıksın, zaten ev yıkmaya hazırlar. Evladım, bizi sakın yanlış anlama. Bunları kocamın yanında sana söyleyemedim. O, biraz farklı birisi senin yanında bana hakaret ederdi. Bunun için senin peşinden koşarak geldim, yalnız konuşalım diye... Biraz bize gelme. İşler düzelsin ondan sonra her zaman kapımız sana sonuna kadar açık. Eskisi gibi gelip gidersin. Söhrap hiç bir şey söylemedi. Kuru odun parçasına gibi başını önüne eğip söylenilenleri dinliyordu. Kadın konuşma- 133 sına ara verip, derinden nefes aldı. Etrafına bakındı. Hiç kimsenin onları görmediğinden, dinlemediğinden emin olmak istedi, konuşmasına devam etti. - Ziynet de seni görmesin şimdilik... Sen de biliyorsun, kızımın ilk arkadaşı iyi çıkmadı. Kötü birisiydi. Bir kız için bu çok zor durumdur, adını lekelemektir. İkinci defa da...- Kadın ağlamaklı oldu ve sustu. Derinden ah çekti. Sözünü zorlukla bitirdi: - Kızlarının bahtsızlığı anne baba için büyük dert evladım. Sağalmaz yaradır... Kusura bakma! Söhrap yüreği yana yana söylenilenleri dinledi. Başını sallaması onun dediklerini kabul ettiğini gösteriyordu. Söhrap kapıya doğru ilerledi. Kadın hata ettiğini çok geç anladı. Oğlanın gönlünü almak için peşinden koştu. - Bize küsme, bizden el çekme, yanlış anlama lütfen! Allah`ın izniyle tekrar görüşürüz. Biz her zaman buradayız. Bu teselli edici sözlerin Söhrap için hiç bir önemi yoktu. Onu hiçbir şey durdurmuyordu artık. Beyninde dehşetli bir uğultu vardı. Sanki dünya dağılmış, altında sadece kendisi kalmıştı. Caddede yürüyordu. Ne yapacağını, ne işle uğraşacağını, nereye gideceğini bilmiyordu. Umudunu kaybetmiş, serseriler gibi olmuştu. Gidecek yeri, yardım edecek kimsesi yoktu. Duvara yaslandı, başındaki uğultunun geçmesini, aklının başına gelmesi için bekledi. Istırabı sanki dinmişti, kalbine bir rahatlık, umut geldi. Ziynet le görüşüp ondan yardım istemeye karar verdi. Her halde o da anne babası gibi yapmazdı. Konuşup belki bir çıkış yolu bulacağını ümit ediyordu. Bunun için Ziynetlerin evlerinin önünde iki saate yakın dolaştı. Çok yorulmuştu. Ayaklarına kara sular inmişti adım atmaya takati kalmamıştı. Çevrede oturacak, bir park bile yoktu. Duvarın dibinde dilenci gibi oturdu. Biraz da orada bekledi. Ziynet in iş yerine gitmek, söyleyeceklerini kendisine orada söylemek aklına bile gelmedi. (Belki de tanıdıkların görmesinden korkmuştu.) Yollara bakmaktan yoruldu, beklemekten vazgeçti. Kadının haklı olduğunu düşündü. Ziynet le konuşup 134

69 onun da üzülmesine gönlü razı olmadı. Zaten bütün kapılar yüzüne kapanmıştı. Düşman oğlu na artık kim sahip çıkmaya cesaret edebilirdi. Daha başına neler geleceğini nereden bilebilirdi? Bırakın beni insafsız, güvenilmez, sözünde durmaz birisi olarak tanısınlar. Beni kınasın, lanetlesinler. Sevgisi nefrete, gazaba dönsün. Bu hafif bir derttir. Çabuk unutulur, bir ömür boyu vicdan azabına mahkûm olamayız. Nefret çaresi olmayan bir hastalıktır. Kalbindeki kötü duygular sevda ateşini söndürecek. Hep gam çekmektense böylesi daha iyi... Söhrap, kalktı avucunun içi gibi tanıdığı Ziynetlerin mahallesindeki postaneye geldi. Ziynet e mektup yazmaya karar verdi. Beş on kelimelik bir mektup yazmak için çok zorlandı. Kalem elinde titriyordu. Hiç bir şey yazamıyordu, sanki hafıza kaybına uğramıştı. Kalpten gelmeyince yazmak çok zordu! Sevgili Ziynet! Beni bağışla. Elimde olmayan hatalarımdan dolayı beni affet! Ben seni mutluluğun zirvesine taşımak istiyordum. Yaşananları kalbinden silerek mutlu bir kadın yapmak istiyordum. Senle beraber ben de mutlu olacaktım... Başaramadım. Unut beni ebediyen unut! Yazdıklarını yeniden okudu. Zarfa koydu. Posta kutusuna bıraktı. Son umudu, tesellisi de böylece elinden çıkmış oldu. Büyük şehirde yalnızlık, gariplik, kimsesizlik duygusu onu dehşete düşürdü. Sanki bütün bedeni mengenede sıkılıyor gibiydi. Bundan sonra ne yaptığı umurunda bile değildi. Kendinde olmadan ayakları, çok iyi bildiği evine, onu getirdi. Yatağına yüzüstü uzandı. 6. Bölüm Gece yarısı kapı şiddetle çalındı. Söhrap, geç kalktı. Halsizlikten ne kadar uyuduğunu bilemedi. Ölü gibi yatmıştı. Kapı bir daha çalındı. Söhrap gözlerini güçlükle açtı. İsteksiz isteksiz yataktan kalktı. Bu saatte kimdi acaba? Aniden 135 umutlandı: Belki Ziynet tir... Belki Ziynet in babasıdır, pişman olmuştur?... Sevinerek elbiselerini giyinmeye başladı. Ama kapıda ne Ziynet i ne de babasını gördü. Başka birisiyle karşılaştı. Sevinçten parlayan gözleri aniden parlaklığını kaybetti. Uzun boylu Albay, hiç teklif beklemeden içeri girdi. Söhrap ı ve odayı dikkatle inceledikten sonra soğuk bir ses tonuyla sordu: - Söhrap Murguz oğlu Soltanov siz misiniz? Söhrap konuşamadı. Başını aşağı eğerek evet cevabını verdi. - Toplanın gidiyoruz. Söhrap ın umutları bir anda suya düştü. Hayalleri yıkıldı. Beyninde şimşekler çaktı: Demek ki buraya kadarmış?! Artık her şey bitti... Ben de düşman oğluyum. Korkulacak, tehlikeli bir adamım, hür yaşamam mümkün değil... Ah!.. - O derinden nefes aldı. Nereye gittiğini, Niçin gittiğini sormadı bile. Nereye gittiği belliydi zaten. Gecenin bu vaktinde gidilen yer neresi ola bilirdi ki?! Söhrap kanadı kırılmış kuş gibi geri döndü. Elleri, dizleri titriyordu, çantanı aldı, Albaya baktı. Albay masanın üzerindeki defterlere ve kitaplara baktı. - Gerekli eşyalarınızı alın. Bir daha buraya dönmeyeceğiz. Bu sözlerle Söhrap kalan umudunu da yitirdi. İsteksiz bir şekilde: - Artık bana hiç bir şey lazım değil...-dedi. Sesi güçlükle duyuluyordu. - Toplayın!- Albay emretti. Söhrap mecburen kitap ve defterlerini topladı. Onları da çantasına koydu, diğer emri bekledi. Albay odaya dikkatlice baktı ve gitmek için işaret etti. Dışarıda Siyah araba yoktu. Böyle gidenleri son yıllarda siyah arabayla götürürlerdi. Söhrap, bu arabalar hakkında çok 136

70 şey duymuştu. Onlar sessiz ve kimsesiz sokakta yürümeye başladılar. Her ikisi de hiçbir şey konuşmuyordu. Birinin yürüyüşü gecenin sessizliğini bozuyordu, caddelerin uykusunu dağıtıyor, öbürünün süslü ayakkabılarının sesi hiç duyulmuyordu. Gözleri hiç bir şey görmüyor, elindeki çantanın ağırlığını bile hissetmiyordu. Beyninde onlarca cevapsız soru peşi sıra geliyordu: Niçin?..., niçin?..., niçin?... Merdivenlerden çıkmaya başlayınca Söhrap kendine gelmeye başladı. Etrafına bakmaya başladı. Burası devlete ait bir bina değildi. Dönüp Albaya baktı. Albayın kalın kaşları çatılmıştı. Çok düşünceliydi. Onun kendisine baktığını hissetmedi. İkinci katta durdular. Albay acele etmeden kapının zilini çaldı. Bir an oğlanın geçirdiği heyecandan sonra şaşırdı. Kapıyı orta boylu güler yüzlü, güzel bir kadın açtı. Söhrap`ı görünce: - Buyurun, buyurun! -dedi ve çantasını onun elinden aldı.- Hoş geldiniz, geçin içeri. Albayın tavrı da aniden değişti. Yüzündeki ciddi çizgiler yok oldu, yumuşadı. Göz bebeklerindeki buz tabakası eridi. Samimi bir şekilde misafirin koluna girdi ve içeri geçtiler. Albayın bu samimi davranışı Söhrap`ı da şaşırtmıştı. Burası neresiydi? Onu niçin buraya getirmişlerdi?... Bu kadında kimdi, ne iş yapıyordu?... Kadının büyük gözleri, gülümseyişi ona tanıdık geliyordu, bir yerlerde sanki onu görmüştü. Ama nerede? Düşündü hatırlayamadı. O gün yaşadıkları kafasını tamamen karıştırmıştı. Büyük, temiz bir odaya girdiler. Daha yeni oturmuşlardı ki, bir kız geldi. Kız sağa sola koşuyordu, sevinçli bir halde misafirle el sıkıştı, daha sonra sandalye alıp misafirin yanına oturdu. Bu kız Söhrap`a tanıdık geldi. Kıza gözünün ucuyla dikkatlice baktı ve hemen tanıdı. Bu onu üniversitede adım adım takip eden, Ziynet i kıskanan kız, Merhamet idi. Söhrap nihayet kadını hatırlayabildi. Bu kadınla da üniversitede iki defa karşılaşmıştı. Birinci defa öyle böyle karşılaşmışlardı. 137 Kadın sabah erkenden okulun girişinde onunla tanışmıştı: Biz hemşeriyiz demişti. Hatta Söhrap ın babasını tanıdığını, Muguz Soltanoğlu nun iki üç defa kendilerinde misafir olduğunu söylemişti. Sonra ona evin adresini verdiğini, her zaman kendilerine gelmesini rica ettiğini söyledi. İkinci görüşmeleri ise çok şatafatlı olmuştu. Kadın kızı Merhamet le beraber ellerinde çiçeklerle Söhrap`ın diploma törenine gelmişti. Kutlamadan sonra herkesin gözünün önünde ona sarılmış ve tebrik etmişti. Bütün dost tanıdıkları ile beraber evine misafir çağırmıştı, ısrarla Mutlaka gelin. Oğlumuzun başarısını ailece kutlayalım. demişti. Bu cana yakınlığın sebebini Söhrap anlamıştı. Teşekkür etti, ondan yakasını zor kurtardı. Şimdi de kendisi ayağıyla buraya geldi. Bu nasıl bir işti? Albay onu niçin buraya getirmişti? Yoksa bu rüya mıydı? Söhrap şaşırmıştı. Albay onu şüphelerden kurtardı: - Heyecanlanmayın, -dedi. Sesinde teselli edici bir ton vardı.- Şimdi her şey anlaşılacak. Söhrap, ağırlaşan başını yavaş yavaşa kaldırdı. Derinlere dalmış gözleri Albaya yöneldi. Dilinin yerine gözleri konuştu: Siz kimsiniz? Beni niçin buraya getirdiniz? Bu nasıl bir oyun? der gibiydi. Albaya kuru ciddiyet, şüpheci bir şahıs özelliği veren mavi şapkasını çıkarıp bir yere koydu. İnce saçları alnının üzerine düştü. Yüzü sanki biden bire nurlandı, parladı. - İşte böyle.- deyip mukaddimesiz söze başladı.- babanız bir haftadır ceza evindedir. Suçlu bulundu.-albay sustu, birkaç dakika sonra tekrar konuşmaya başladı.- O, gerçek komünisti. Yıllarca onunla arkadaşlık yaptım. Beraber yiyip içtik. Kaçaklara, kanuna karşı geleneklere karşı onunla birlikte mücadele ettik. Kaç defa kendisinde misafir oldum. Sen o zaman küçüktün hatırlamazsın. Murguz da Bakü ye geldiğinde mutlaka bize uğrardı, geçen kış yine kendisiyle görüşmüştük. Bu hadisede kendisine yardımı dokunmadı. İşler biraz karışık, bakalım nasıl olacak. Albay, çok şey bilen birisine benziyordu. Ona bazı şeyler söylemek istiyordu. Ama bir şeyler mani oluyordu. Tekrar 138

71 sustu, cebinden sigara çıkardı, yaktı. Acele acele içti. Duman gür, beyaz saçlarını yalaya yalaya yukarı doğru süzüldü. Öksürdü. Öksürüğü bitmeden sordu: - Aldığım habere göre bu sabah seni partiden de üniversiteden de uzaklaştırmışlar... Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun? Söhrap sorunun amacını anlamadı. Dalgın dalgın omzunu silkti. Albay soruyu daha açık sordu: - Köye dönmek istiyor musun? Söhrap ümitsizce cevap verdi. - İzin verseler dönerim. Albay razı olmadığını ima eden bir tavırla başını salladı. - Hayır, -dedi.- Dönmek uygun değil.- O, sigarasını acele acele tekrar içine çekti tekrar ateşledi. Parmakları titreye titreye külünü kül tablasına bıraktı tekrar ekledi: - Köyde artık senin hiç kimsen yok, oraya gitmen anlamı yok, dedi. - Nasıl?...-Söhrap ın dudakları morardı.- Peki anam? Albay yere baktı, yavaş yavaş cevap verdi: - Anneni Sibirya ya gönderdiler. Bu haber onu babasının tutuklanmasından daha kötü yıktı. Onu diri diri toprağa gömdü. Anası yıllardır ağır hasta idi. Büyük oğlunun acı ölümüyle o da yıkılmıştı. Eriyip gitmişti kadın. Şimdi bu belaya nasıl dayanacaktı? Bu ne büyük adaletsizlik?!! Söhrap sıçrayıp kalktı. Kapıya doğru yürüdü. - Ben gidip anamı bulmalıyım. Onu yalnız bırakmamalıyım! Kadın onun önünde durdu. Albay da hemen yardımına yetişti. - Çocukluk yapma! Gecenin bu vaktinde nereye gidiyorsun?! dedi.- Söhrap ın kolundan tutup geri çekti oturttu. Derdi büyük olanın sabrı da büyük olmalıdır. Denilene göre yetenekli bir gençmişsin. Topluma çok faydan dokunabilir. 139 Söhrap ın gözleri yaşla doldu. Ağladığını hissettirmemek için elleriyle yüzünü kapattı. Açıklı, dokunaklı sesi elleri arasından zor işitildi. - Halk düşmanının oğlundan bu vatana ne fayda olur? Ona kim inanır, kim itibar eder? Gözyaşları parmaklarını ıslattı. Sesi boğuldu. Bitti artık! Her şey bitti! Albay konuşmadı. Geniş odada omuzlarını sallayarak dolandı, durdu. Yeniden sigara yaktı. Dumanını burnundan bıraka bıraka Söhrap a itiraz etti: - Ümitsizliğe düşmek senin gibi akıllı birine yakışmıyor. Bunların böyle devam etmeyeceğine inanıyorum. Bir gün gelecek iyi kötüden, dost düşmandan ayrılacak. Bu hercümerçlik sona erecek. Yoksa... Albay sözünün devamını getirmedi. Acı dumandan çıktı. Yarıya kadar gelmeden sigarasını avucunda ezdi, açık pencereden dışarı attı. Tekrar yerine oturdu. Bacak bacak üstüne atıp alnını ovuşturdu, yorun yorgun konuşmaya başladı: - Neyse şimdi bu meselenin zamanı değil, şimdi bir çay içelim. Sabah konuşuruz. Kadın hemen çay getirdi. Söhrap içmedi. Albay, çayını sesli sesli yudumlayıp yatmaya gitti. Kadın Söhrap ı başka bir odaya götürdü. Yatın Allah kerimdir. deyip ışıkları söndürdü, kapıyı kapattı. Söhrap karanlık odada dertleriyle baş başa kaldı. 140 * * * Sabah kahvaltıda Albay Söhrapla yine resmi konuştu. - Köye gitmeyeceksin. Burada kalman senin için daha uygun. Gidip orada birilerinin gözü önünde bulunursan seni de tutuklarlar. Zaten annenin yerini sana söylemeyecekler. Ben annenle ilgileneceğim, hasta raporu alıp onu buraya getirmeye çalışacağım. Söhrap kabul etmedi. Dünya yıkılsa da gideceğini söyledi. Başına ne gelirse gelsin umurunda değildi. Bugün annesinin

72 yanında olmadıktan sonra evlat olmanın ne anlamı olacaktı. Niçin yaşıyordu. Saklanarak süreceği bir ömrün ona ne faydası olacaktı? Albay anlayışlı bir insandı. Söhrap ın ne düşündüğünü hemen anladı. Meseleyi biraz daha açık ve net anlattı. - Halk düşmanı olanların yeri gizlidir. Moskova dan izin alınmadan onların yerini hiç kimse bilemez. Yakınlarıyla konuşmak, görüşmek de kesin yasaktır. Tavsiyelerime uy! Akıllı, temkinli olup sabırla beklemek gerekir. Ben işin içindeyim. Elime fırsat geçer geçmez meseleyi halledeceğim. Albay ona gerçekleri söylüyordu. Söhrap meselenin ciddiliğini şimdi anladı. Düşünüp ister istemez teslim oldu. Bu durumda duygusal hareket etmek hiç de onun lehine değildi. Bu durumda annesini bulamayacak, onunla görüşemeyecekti, öyleyse kendisini ele vermenin bir faydası olmayacaktı. Bunu yapmaktansa biraz sabredip işin neticesini beklemek en güzeli idi. Belki gerçekten de bir yolu bulunur, annesi babası döner, gelirdi. Zaten onların hiçbir günahı yoktu!... Albay onun bu konuda ikna ettikten sonra bir konuyu onunla açık olarak konuştu. - Bu günden sonra sen benim bacımın oğlusun. Kim sorarsa böyle dersin. Belli bir süre şehirde görünmeyeceksin. Bütün tanıdıklardan alakanı kesmelisin. Yoksa senin yüzünden beni de baban gibi sürerler. Şimdi insanları damgalamak çok kolay. Kimsenin hizmetine, rütbesine bakmıyorlar. Herkes gölgesinden korkuyor. Sanırım ne demek istediğimi anladın. Söhrap dalgın dalgın cevap verdi: - Evet, anladım... * * * Ziynet, o akşam eve geldiğinde anne ve babasını elleri koynunda dalgın dalgın düşünür halde buldu. Çok üzüldü. Annesine, babasına baktı, endişeyle sordu: Ne oldu? Niçin böyle düşüncelisiniz? Annesi başını öne eğip, iç çekti. Babası bacağını bacaklarının üzerinden indirdi, yutkundu. Cevap veremedi. Ziynet endişelendi, ağa düşmüş balık gibi çabaladı. - Biriniz söyleyin ne oldu? Niçin susuyorsunuz? Babası nihayet konuşabildi. Daha önce anlaştıkları gibi o konuşmalı idi. - Heyecanlanma kızım! Önemli bir şey yok! Ziynet babasının sesinin titremesinden iyice endişelendi, beti benzi soldu. - Nedir o önemsiz şey? Bir şeyler olduğunu hissediyorum. Hadi söyleyin. Ziynet artık hiç konuşmadı. Kendisini içten saran korku onun takatini kesmişti. Sandalyenin ucuna halsiz bir şekilde oturdu. Korkudan endişe saçan gözlerini babasına dikti. Babası kızının keskin bakışları karşısında daha fazla dayanamadı. Aralıklarla öksürdü, burnunun ucuna baka baka konuştu. - Söhrap biraz önce buradaydı. dedi, sesi kesildi. Konuşmasına bir şeyler mani oldu. Ziynet babasını bekledi. Acele etmedi. Bu sessizliğin, üzüntünün Söhrap tan dolayı olduğunu sezmişti. Kalbinde bir sızı vardı. İşiteceği kötü haberin korkusundan kalbi aralıksız atıyordu. Babası tekrar yutkundu. Kızının renkten renge girmesi onu endişelendirmişti. Ne desin? Olanları nasıl anlatacaktı? Ziynet gelmeden öce karı koca bu konuda istişare ettiler. Meseleyi kızlarına nasıl anlatacaklarını kararlaştırdılar. Elbette böyle bir hadiseyi direkt olarak söylemek doğru değildi. Ziynet zor durumda kalabilirdi. Alıştıra alıştıra söylemek daha uygundu. Uzunca istişareden sonra hakikati kendisine söylememeyi uygun buldular. Ömürlerinde yalan nedir bilmeyen bu iki yaşlı insan Allah ın azabı na razı olup yalan söylemeye karar verdiler. Hatta ne söyleyeceklerini de belirlediler. 142

73 Muhtemel sorulara da cevaplar bulmuşlardı. Hata yapmamak için söyleyeceklerini birkaç kez tekrar ettiler. Ama, iş başa düştüğünde bunun ne kadar zor olduğunu gördüler! Acele ediyordu. Babası yavaş yavaş, kendisini zorlayarak devam etti.- Köye gidiyorum, dedi. - Köye niçin gitti, ne oldu? - Telgraf gelmiş, sanırım babası hasta imiş. Ziynet biraz rahatladı. Kalbinin atışları sakinleşti. Ama şüphesi vardı. Babasının yüzüne endişe ile bakamaya devam etti. Söhrap ı çok iyi biliyordu. Böyle bir şey olsaydı ona hemen haber verirdi. - İyi ama, bana niçin haber vermedi?...akşam görüşecekti ama... - Onun için gelmişti. Annesi de müdahale etti. Trene gecikiyorum, dedi. Ziynet in iş yerine gitmeye vaktim yok, hemen trene yetişmeliyim, dedi...garip çocuk çok acele ediyordu. Bir bardak çay içmek için bile beklemedi. Babası bekledi. Yardımına gelen kocasına destek çıktı: - Sana uğramaya vakti yoktu, kızım. Bilet için acele ediyordu. Eczanelere uğraması gerekiyordu. Sonra da birilerine uğrayacaktı. Kötü haber insanı zor durumda bırakır, aklını başından alır. Köye gidip babasını gördükten sonra hemen dönecekmiş. Ben de annen de babasına bir şey olursa hemen bize bildirmesini istedik. Ziynet kendisine geldi. Rengi düzeldi. Ama kalbindeki sıkıntı hala geçmedi. Söhrap ın kirada kaldığı evi biliyordu, gidip eve uğramak istedi. Ama çok geç idi. Saat on bire geliyordu, bu vakitte bir genç kızın sokağa çıkması uygun değildi. Şehirde güvenlik sorunu vardı. Başıboş olanlar, sarhoşlar sokaklarda geziyordu. Annesi kızının kalbinden geçenleri hemen anladı. Onu uyardı, azarladı. - Bize inanmıyor musun, kızım? Niçin öyle bakıyorsun? 143 Ziynet bir şey demedi. Sessizce kalkıp öbür odaya geçti. Bir şeyler yemek içmek istemedi. Yatağına girdi. Bütün geceyi huzursuz geçirdi. Uykusu kaçtı. Karmakarışık rüyalar gördü. Sabah erkenden uyandı odada gezindi, kendisini kafesteki bir kuş gibi hissetti. Sokaktaki insanları pencereden izledi. Sabah aydınlanır aydınlanmaz hemen yola düştü, Söhrapların evine gitmeye karar verdi. Dedikleri doğru çıktı onu evde bulamadı. Bir gün sonra rahatsızlığının sebebini anladı. İş yerinde bir fısıltı dolaşmaya başladı. Söhrap ın partiden ve üniversiteden uzaklaştırıldığı ağızdan ağza dolaşmaya başladı. (O dönemde bu tür haberleri insanlar birbirlerine gizli gizlice söylerdi.) Ziynet, o günden sonra karalar giydi. Artık yüzü hiç gülmedi. Ümitsiz aşkı için hayat boyu yas tutmalıydı... Söhrap ın bunlardan hiç haberi olmadı. Yağmurdan kaçarken, doluya tutulan Ziynet in neler çektiğini de bilmedi. Hiçbir zaman da bilemeyecekti. 144 * * * Haftalar geçti. Söhrap dışarı çıkamadı. Albayın evinde gönüllü tutsak gibi kaldı. Anne babasının kederini çekti. Kalbini dağladı acılar. Ziynet in hayali gözlerinin önünden hiç gitmedi, uyanıkken de rüyada da onun hayali gözlerinin önüne geldi hep. Dert üstüne dert kattı. İnlemeleri arşa ulaştı. Saatlerce düşündü: Acaba Ziynet olanlardan haberdar mıydı? Benim hakkımda ne düşünüyordu?... Başıma gelen belalar biliyor muydu? Babam serbest bırakılmazsa halk düşmanının oğluyla evlenir miydi? Bu düşünceler onu gece gündüz bırakmadı. Aradan üç dört ay geçti. Söhrap ın anne babasından haber gelmedi. Ülkede sınıf düşmanlarıyla olan mücadele daha da arttı. Albay, bir şekilde Söhrap ın kimliğini değiştirdi. Yeni kimlikte ona kendi köyünün ismi Güneşli soyadı olarak verildi. Böylece onun hayatı başka şekilde devam edecekti. İlk günlerde Albayın ailesi Söhrap a çok iyi davrandılar. Onun üzülmemesi için ellerinden gelen ihtimamı gösterdiler.

74 Ona kimsesiz bir misafir gibi baktılar. Onun nazını çektiler. Ona dertlerini unutması hususunda yardımcı oldular. Olanları kabullenmesi ona için zaman tanıdılar. Hem de Merhamet le birbirlerine alışmalarını beklediler. Canını Söhrap için vermeye hazır olan Merhamet, mecburen sabretmek zorunda idi. İçten içe yana yana dayandı. Bu çekilmez işkence idi, günlerce uzaktan kendisini seyrettiği, yüzün görmeye can attığı gençle şimdi aynı evde idiler. Fakat oturup konuşamıyor, el ele tutup gülemiyor, eğlenemiyordu. Onun için bundan daha büyük azap olur mu?! Sonunda beklenilen zaman geldi. Kıza kimse karışmamaya başladı. Evde daha serbest oldu. Vakitli vakitsiz oğlanın odasına girmeye başladı. Ona hiç kimse bu konuda hiçbir şey demedi. Üstelik öğlen ve akşam yemeklerinde annesi kızına misafiriyle ilgilenmesi için direktifler vermeye bile başladı. Ona: - Misafirimize yakın otur kızım, demeye başladı. Ona hizmet et, -dedi.- Söhrap a da gizli gizli dokundurmaya başladı: - Oğlum utanma, çekinme. Kendi evin gibi bil burasını. Bundan sonra sen bu ailenin bir parçasın. Sen bizim evladımızsın. Senin Merhamet ten hiç farkın yok bizim için. Merhamet her şeye hazırdı. Annesinin emirlerini hemen yerine getirmeye başladı. Sandalyesini sürüyerek hemen Söhrap ın sandalyesiyle birleştirdi. Söhrap a yaslandı. Onun tabağına yemek servisi yaparken bilerek omzuna dokundu. Fırsat buldukça ellerinden tuttu. Annesi, kızının yaptıklarını görmezlikten geldi. Söhrap yemeğe oturduğunda kendisini sanki diken üstsünde gibi hissediyordu. Kızın utanmadan yaptığı hareketler karşısında aciz kaldı, ne yapacağını bilemedi. Masanın altından kızın elini iteler, yüzüne sert sert bakardı. Kendisini geri çekerdi. Ama kızın umurunda değildi hiçbir şey. Gizli yaptıklarını bazen açıktan yapmaya bile başladı. Yemekten sonra Söhrap odasına çekilip dertleriyle baş başa kaldığında hemen yanına gelirdi. Bazen ona çay, çerez getirir, bazen şehirde yeni 145 olmuş bir hadiseyi ona aktarır, bazen de okuyup anlamadığı bir yeri getirip ona sorardı. Saatlerce onun yanında bu bahaneyle dururdu. Bahane kalmadığında yeni bir şeyler mutlaka bulurdu. Bu yönden kafası çok güzel çalışıyordu. Düzenbazlıkta onun üzerine yoktu. Söhrap ı yasaklarını şeytanlıkla iptal ettiriyordu. Kızların, kadınların oyunlarından dünyada hiçbir dahi kurtulamamıştır! Söhrap yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu. Bir çıkmazın içerisinde kalmış, çıkar yol bulamamıştı. Ne yapıp da nefret ettiği bu kızdan kurtulmalıydı? Çok düşündü; ama bir çıkış yolu bulamadı. Ne yapsa kar etmiyordu. Yüzünü asıyor, ona yüz vermiyor evden çıkıncaya kadar öylece duruyordu. Merhamet ona iliştiğinde, sakız gibi yapışığında kendisine göre onu yola getirmeye çalışıyordu: Bu hareketlerine son ver. derdi.- Ayıp olur, dedi kodu çıkar. Kendini düşünmezsen beni düşün. Halime acı. Görüyorsun ben ne haldeyim sen ne düşünüyorsun? Başıma neler geldi, bir de sen bana zulmetme! Bana acı, misafire böyle davranılmaz. Misafire bu şekilde muamele etmek günahtır. Allah bunu hoş görmez. Onun bunun dilinden kurtulamayız. Merhamet onu sessizce dinliyordu. Gözlerini Söhrap ın ağzına dikip söylediklerine dikkat kesiliyordu. Ama söyledikleri bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Kendi burnunun doğrultusunda gidiyordu. Gencin gözünün içine baka baka açıkça: Ben seni seviyorum, sözümden de dönmem diyordu Söhrap sinirden küplere biniyordu. Homurdanarak yüzünü başka tarafa çeviriyordu. Elinde değildi ki bu arsız kızı kovsun, yanından uzaklaştırsın. Gemide yolculuk edip gemiciyle nasıl dalaşsın ki?... Kızın evinde mecburen kaldığı halde nasıl kıza sert davransın? Bir şekilde bu arsız kıza tahammül etmeliydi. Kız bin bir türlü oyun kursa o kendisinden emindi. Kendisine güveniyordu. Dünya yıkılsa da Ziynet e ihanet edemezdi. Ona verdiği sözün arkasında idi. İlk aşkını hiç kimseye değişmezdi. Buna emindi. 146

75 O dişini sıktı, dayandı. Kendi kendine Merhamet in bütün oyunlarının üstesinden gelmek için söz verdi. Babasının durumu belli oluncaya kadar sabretmeye, kızla da arasındaki mesafeyi korumaya karar verdi. Başka çaresi de yoktu zaten. Fakat işler istediği gibi gitmedi. Feleğin çarkı ters döndü. Onu göz göre göre tuzağa düşürdü. Bir sabah herkes evden çıktıktan sonra Albayın hanımı, Söhrap ın sofradan kalkmasına izin vermedi. Havadan sudan konuştuktan sonra sadede geldi: - Biliyorsun Söhrap kardeş, çok önemli bir mesele var. dedi.- Seninle bunu baş başa konuşmak istiyorum - Kadın biraz sustu. Bazen yere bazen de Söhrap ın yüzüne bakıp konuşmaya devam etti.- Sen de biliyorsun, bizim kız sana çoktandır vurgun. Gözü senden başka hiç kimseyi görmüyor. Seni dilinden hiç düşürmüyor. Senin için aklını kaybedecek nerdeyse. Ne söz dinliyor, ne de yola geliyor. Sen bu eve geleli aklını tamamen kaybetti. Ele güne rezil oluruz diye korkuyorum Kadın yere baktı. Sözlerine ara verdi. Bir şeyler söylemek istedi ama dili varmadı. Söhrap onu zor durumdan kurtardı: - Korkmayın!- dedi- Rezil olmazsınız. Ben çıkıp giderim bir daha da görünmem, her şey son bulur Zaten benim burada daha fazla durmam da uygun değil. Misafirliğin üç günden fazlası yüzsüzlüktür. Ben haddimi açtım, misafirliğin sınırlarını aştım. Kaç aydan beri yabancı bir evde çakılıp kaldım. Asıl utanılacak şey budur! Albayın hanımı renkten renge girdi. Telaşlandı: - Hayır, hayır!... Ne diyorsun sen?!- dedikten sonra yalvarmaya başladı.- Ne olur, bu söylediklerini bir daha deme. Bir daha böyle şeyler aklının ucundan da geçmesin. Çıkıp gitmek de ne demek İsrafil amcan (kendi eşi) bunu işitirse evden beni kovar. Seni kıracak bir şey yaptığımı sanır. Evde çıngar çıkarır, bütün günahı benim üzerime yıkar. O, sana çok saygı duyuyor. Kendi oğlu yok, seni Allah tarafından kendisine verilmiş bir lütuf olarak görüyor. Sadece o değil hepi- 147 miz sana ısındık. Sana kanımız kaynadı. İsrafil her zaman senin hakkında konuşuyor, geleceğinden bahsediyor. O, gün sabaha kadar yatakta gözüne uyku girmedi, beni de uyutmadı. Sonda Söhrap ın geleceği ile ilgili düşünüyorum dedi. Allah nazardan korusun, çok akıllı, becerikli genç, onu başka bir şehre okumaya göndereceğim, dedi. Senin, toplumumuz için çok faydalı bir insan olacağına inanıyor. Ben de sözlerine destek çıktım. Şimdi senin de buradan ayrılacağını, başka şey düşündüğünü duyarsa aklını kaybeder, kalp krizi geçirir. Yine söylüyorum tek suçlu ben olurum o zaman. Senden rica ediyorum gitmek kelimesini bir daha ağzına alma, unut ne olur! Söhrap yakındı: - Ama bu da yaşamak mı, daha ne zamana kadar burada gizlenebilirim? - Onu ben bilmem, bu meseleyi kendisiyle konuş. O daha iyi bilir. Söhrap derinden nefes aldı. Başını ellerinin arasına aldı, kendisini kadından gizletti. Ağlamaklı olmuştu. Kadın da etkilendi. Biraz hüzünlü hüzünlü öylece beklediler. Sonra kadın yaşaran gözlerini sildi. Kalktı çayı tazeledi. Hazin ve suçluluk psikolojisiyle konuşmasına devam etti: - Ben kendi suçumu biliyorum. Yaptıklarım hiç de uygun değil.- diyerek özür diledi.- Bütün bunları sana ben açmamalıydım. Seviyeyi korumalıydım. Bizim çok güzel adetlerimiz var, anne kızına koca aramaz. Onurunu ayaklar altına almaz. Yabancı birisi yanında kendisini de kızını da küçük düşürmez. Ama nedense ben seni hiçbir zaman bize yabancı olarak görmedim. Buraya gelince seni can ciğer dost olarak gördük. Geçen üç dört ay zarfında sana daha da ısındık. Bir aile gibi olduk. Biz senin oğlumuz olmanı istiyoruz. Kızımızı tanımadığımız bir aileye vermek istemiyoruz. Sen de mutluluğu başka ailelerde arama! Huyunu suyunu bilmediğin insanlarla akrabalık kurmayasın! Ben seninle bu hususu konuşmak istedim. Aklına başka şey gelmesin. Biraz önce de dedim, İsrafil de ben de seni çok sevdik. Eğer dediklerimi tasvip etmiyorsan ikimiz arasında kalsın. Hiç konuşmamış olalım. 148

76 Kadın rahat bir nefes aldı. Hüzünlendi biraz daha sesini yükseltti: - Sakın, aklına bunlar benim sıkıntılı durumumdan istifade edip de kızlarını bana yamıyorlar diye düşünmeyesin. Asla! Asla! Öyle bir şey düşünmeyiz. Allah a şükürler olsun kızımız kör değil, topal değil. Sen de görüyorsun kendisi çok güzel bir kızdır. Evde kalacak değil. Büyük ablası gibi birisi ona talip olur, o da yuva kurar. Ablası iki yıldır evli, mutlu bir hayat sürüyor. Merhamet hususunda da hiç endişem yok. Sana öylesine kalbimi açtım. Kıza gönlün ısınmadıysa, beğenmediysen senin bileceğin bir iş. Bu da gayet normal bir şey. Her şeyden önemlisi kızı beğenmen gerekir. Aksi takdirde kızın da oğlanın da hayatı zehir olur. Burada özellikle şunu da söyleyeyim, bu benim teklifim İsrafil in rüyasına da girmez bu tür şeyler. Bu konuda rahat ol. Bu teklife hayır dediğinde benim sana kırılacağımı, senden nefret edeceğimi de düşünme. Asla! Bu konuda müsterih ol! Sana önceden olduğu gibi bundan sonra saygı duymaya devam edeceğiz. Gönül işinde kırılıp gücenme olmaz. Söhrap ın gerilen yüzü yavaş yavaş düzelmeye başladı. Albayın hanımının samimi sözleri onu memnun etti. Heyecanı, sıkıntısı kalktı. Hiçbir şey demedi. Sakince kalktı odasına gitti. Ayrıldıktan sonra kapı arkasından Albayın hanımı özür diledi. Bütün bunlar Söhrap ın sinirlerine iyi geldi. Onu kötü düşüncelerden uzaklaştırdı. Sakin kafayla geleceğe yönelik plan yaptı Zor günler geçiriyordu. Öyle bir zamanda yaşıyordu ki aile bireyleri bile birbirinden kaçıyordu. Kırılıp bu evden çıksa gitse ona kim sahip çıkacaktı? Halk düşmanı na kim sahip çıkar? Albay dan ve hanımından Allah razı olsun. Ona evlerini açmaları bir yana onunla akrabalık bile kurmak istiyorlar. Böyle bir zamanda kim ona sahip çıkabilirdi?! O, bu düşüncelerin cenderesinden kendisini kurtaramadı. Uykusu kaçtı. Bütün günü düşünerek geçirdi. Ziynet le görüştükleri anı hayal etti. Ziynet in anne ve babasının kendisine söylediklerini hatırladı. Koskoca insanların tir tir titremeleri, 149 yalvarıp yakarmaları Ziynet i unutması gerektiğini aklına getirdi. O, kaderin cilvesine razı olmak zorunda kaldı. Başka ne yapabilirdi ki? İlk aşkına ulaşamayanlar sadece onlar mıydı bu dünyada? Merhamet in işleri yolunda gitti, talihi açıldı. Daha bir hevesle harekete geçti. Oyunlarını, cilvelerini biraz daha artırdı. Oğlanın aklını çalmak için her yolu denedi. Bir geceyi de onun yatağında geçirdi. Aile hemen nikâh derdine düştü. Günahı gençlerin üzerine attılar, alelacele düğün hazırlıklarına başladılar. En yakınlarını eve davet ettiler, gençlerin geleceği için dua ettiler. Aradan altı ay geçti. Ülkede siyah bulutlar dağılmaya başladı. Siyasi hava tamamen değişti. Halk düşmanı olarak kabul edilen insanlara karşı davranışlar da değişti. Gazeteler manşetten, radyolar ilk haber olarak Oğullar babalarının sucuyla yargılanamazlar diye haberler vermeye başladı. Söhrap da ev hapsinden kurtuldu. Gölgesinden korka korka köşe bucakta gezmeye başladı. Parka, insanların toplu halde bulundukları yerlerde göründü. Bir zamanlar Ziynet le gezdiği yerlerde ilk aşkı gözünün önüne geldi. Aşkı depreşti. Ziynet i aramaya onunla görüşmeye can attı. Onu hiçbir yerde göremedi. Ziynet in çalıştığı yere gitti, onu orada da bulamadı. Söhrap ümidini kesti. Ona mektup yazmaktan, evine gitmekten de utandı, cesaret edemedi. Ama hangi yüzle görüşecekti?! Albay, Söhrap ın okul işini de yoluna da koydu. Onu her ihtimale karşı Moskova ya gönderdi. Şimdilik gözden uzak olmasında yarar vardır, dedi. Söhrap, anne ve babası hakkında malumatı da Moskova - da aldı. Köydeki akrabalardan birisine mektup yazdı. Geç de olsa aldığı cevapta annesinin Sibirya ya yakın bir yerde vefat ettiğini öğrendi. Yakınları mezarının yerini bilmediklerini yazdı. Babasından ise hiçbir haber alamadı. 150 * * *

77 Acı hatıralar Profesörü çok yordu. Oda, ona dar geldi. Derinden nefes aldı. Böylece sanki geçmişin bütün sıkıntılarını sildi, süpürdü. Biraz hafifler gibi oldu. Birkaç dakika sessiz ve hareketsiz öylece durdu. Sonra hafızasının derinliklerine dağılan hatıraları bir yerde topladı, bir araya getirdi. Vugar aklına geldi. Kabiliyetli talebesi için Sen çok şanslısın, çok dedi ve gülümsedi. Benim çektiğim sıkıntıları, ezaları sen çekmeyeceksin. İnsanı insanlıktan çıkaran zilletlere sen maruz kalmayacaksın. Masallardaki şüphelerle karşı karşıya kalmayacaksın. Engeller, beklenilmez oyunları hissetmeyeceksin. Şimdi devir değişti. Hiç kimse seni susturamaz. O, içinde huzur duydu. İç geçirdi. Kirpiklerini yavaş yavaş kırptı. 7. Bölüm Vugar, bu sabah her zamankinden daha erken uyandı. Bir önceki gün kafasında yeni düşünceler vardı, çabucak giyindi, çantasını eline aldı, kapıya yöneldiğinde, her zaman olduğu gibi, Cennet Ana kendisini durdurmak istedi. Yine aç susuz nereye böyle? deyip çıkışmaya başladı. Fakat kiracısının yüzündeki ciddi ifade ona bir şey söylemesine mani oldu. Vugar, işe yürüyerek gitmeye karar verdi. Mesainin başlamasına daha bir saat vardı. Hava da çok güzeldi. Böyle havalarda yürümeyi çok seviyordu. O, Karaşehir köprüsünü geçer geçmez peşi sıra iki, üç defa arkadan korna sesi duydu. Geniş kaldırımda yürüyen Vugar arkasına bakmadı. Sebepsiz yere şehirde kornaya basan birçok genç vardı. Onlardan birisi olabilirdi. Korna onun yanında tekrar çalmaya başladı. Kadın sesine benzeyen bir ses ona seslendi: - Şemsizade! Şemsizde! Vugar yavaşladı. Mavi renkli Moskoviç onun yanında durdu He, he, he Yanındayım nereye bakıyorsun? Arabanın arka aynasından görünen Ziya Leleyev in yumru, şişman yüzünü o an görebildi. - Gel! Vugar, isteksiz bir şekilde araba yakınlaştı. Leleyev, ıkına ıkına karnını direksiyondan kurtardı. İreli yöneldi. - Selamün aleyküm, nereye öyle? Vugar, Leleyev in pencereden uzanan etli elini istemeden sıktı. Dilinin ucuyla işe gittiğini söyledi. - O zaman gel, beraber gidelim. - Çok teşekkür ederim, yürüyerek gitmek istiyorum. - Gel, bin. Şimdi gezmenin sırası mı? Sana diyeceklerim var. Ziya, arabasının kapısını açtı. Vugar ı ısrarla yanına oturttu. Tekrar yerine yerleşti. - Arkada birisinden gizlenir gibi oturan eşi ile onu tanıştırdı. Al yanaklı, piyale gözlü, sakin ve sevgi dolu bakışlı kadını Vugar, süzdü. Bakışlarını ondan ayırsa da aklı onda kaldı. Gerçekten de güzelmiş, dedi. Onun hakkında duydukları aklına geldi. Hafifçe gülümseyip işittiklerine hak verdi. Kıskanç erkekler gibi bir gözü Vugar da kalan Leleyev, yola koyuldu, sessizliği bozdu: - Bunca zamandır nerelerdesin, yavrum? Niçin gözükmüyorsun? - Burada mısın? Vugar, düşünceli şekilde ona döndü. - Elbette buradayım. He, he, he Zatıâlinizden, aklınızın nerede olduğunu soruyorum? Vugar soruyu iyi duyamadığı için durakladı. Ziya başka konuya geçti: - Duydum ki Söhrap kardeş üniversitede senin için özel bir laboratuvar açmış. Nasıl bari işine yarıyor mu? - Fena değil çalışıyorum işte. 152

78 - Hım!...Yine mütevazılık, - Leleyev Vugar a ters ters bakıp laf attı. Anladım! Her şey iyi öyle mi... Aslında iyi olmalı. Söhrap kardeşin yaptığı iş her zaman iyi olur. Leleyev, konuşma anında aniden arabanın frenini basarak sinirli halde kafasını salladı. - Of! Artık bunlar canımıza tak ettiler sokakta rahatça dolaşmamıza da izin vermiyorlar. İkide bir orman güvercinin kuyruğuna benzeyen sopaları burnumuza kadar uzatıyorlar. Rahatça çalışamıyoruz... Leleyev, caddenin ortasında durup araçlara yol gösteren polisin arkasından bir hayli konuştu. Yol açılınca yine Vugar a döndü. - Sen ne düşünüyorsun, Vugar? Önce Şule Hanım ı işine bırakıp sonra yine yolumuza devam edelim mi? Rahatsız olmazsın değil mi? - Hayır.-Vugar Ziya Leleyev in samimi bir şekilde fikrini sormasına şaşırmıştı. - Tamam!- Leleyev arabanın hızını artırdı. Konuşmaya başladı. Başka çaremiz yok, kadınlara saygı duymak zorundayız. O, dikiz aynasından eşine baktı, yüzsüzce gülümsedi. Sonra yeniden Vugar a baktı: - Sahi unuttum, sen de sormuyorsun... De bakalım arabam nasıl? Hoşuna gitti mi? - Yeni mi aldınız? - Evet, iki ay kadar oldu. - Hayırlı uğurlu olsun! Fena değil. Ziya Leleyev, başın yukarı kaldırdı, kahkaha attı. - Ne biçim söz? Fena araba değilmiş O, derinden nefes aldı, tekrar kahkaha attı. Çok garip bir adamsın, başkasına bunu söyleseydin sana kırılırdı. Ama ben senden incinmiyorum. Çünkü seni çok iyi tanıyorum. Senin dilinde fena değil kelimesi çok güzelden biraz daha yukarıdır... Doğrusunu söylemek gerekirse araba almayı düşünmüyordum. Bazı 153 insanlar gibi arabaya binerek hava atmayı beceremiyorum. Mizacım buna elvermez. Ben de Şule Hanım da sadeliği seviyoruz. Servetimiz başımızdan aşsa da bizim içim bir anlam ifade etmez... Evet, mecbur kaldık. Doktorlar tavsiye etti... Ama özel araban olması çok güzel bir şey. İnsanı dinç tutuyor... Ama biraz da vakit alıyor. Çabuk sinirleniyorsun. Bak yine ızbandut gibi kesti önümüzü. Böyle olunca nasıl sinirlenmezsin?! Leleyev, Vugar a hava atmak için kafasını pencereden dışarı çıkardı. Trafik polisine çıkıştı: - Hey buraya bak!.. Ne sağa sola bakıp duruyorsun? Görmüyor musun seni bekliyoruz? Polis, ona aldırmadı bile. Hiçbir şey olmamış gibi işine devam etti. Tanımadığı, belki de hiç görmediği bu şoföre kızmak şöyle dursun ona gülerek yol verdi. Polisin bu aldırmazlığı Leleyev i çileden çıkardı: - Aptal! Bu kadar beklettiği yetmiyormuş gibi bir de laf atıyor. Arka kapıyı açtı. Şule nin elinden tuttu. Onu indirdi. Sonra da centilmenlik göstererek eşinin elini öptü, hoşça kal, dedi. Karaşehir in yolu çok güzeldi, Ziya gaza bastı. Leleyev in dili yine çözüldü: - Bu kadınları anlamak çok zor. Evde oturup yiyip içeceklerine, eşlerine bakacaklarına, yeteneklerinin olup olmasına bakmadan, sokak sokak gezip iş arıyorlar. Çalmadıkları kapı bırakmıyorlar. Aldıkları para bir şey olsa bari... Tramvay, troleybüs biletine bile yetmiyor. Şule Hanım da öyle. Evde hiç bir şeyi eksik değil. Hadi bir şeye ihtiyacı olsa çalışsa neyse! Eski parayla yaklaşık dört bin alıyorum. Bazen ek gelirim de oluyor. Gazete ve dergilerde yazım çıkıyor, telif ücreti alıyorum. İnsan becerikli olunca Allah da veriyor. Daha doğrusu becerikli insanı para kendisi buluyor Aslında, ailemiz o kadar büyük değil. Ben, karım ve hizmetçimiz. Kardeş ben yanlış yaptım; ama sen yapma. Kadın çalışmamalı. 154

79 Vugar, hiçbir yorumda bulunmadı. Ziya da konuşmadı. Petrol - Kimya Üniversitesine vardıklarında o küçük gözlerini aniden titreyip oynattı... Gözlerini kısarak kurnazca gülümsedi. - Bak az daha unutuyordum, durup dururken başıma iş açacaktım... Bugün Merhamet Hanım, seni görmek istedi. Sabah bize telefon açtı, sana haber vermemi benden rica etti. Akşam işten döndüğünde onlara uğrasan iyi olur. Bekleyecekler seni. Vugar şaşırdı. - Merhamet Hanım benimle görüşmek mi istiyor? Peki, ama niçin? - Ben nereden bileyim, niçin olduğunu? Sebebini kendisi söyleyecektir. Leleyev bir an durakladı, sonra sert bir şekilde ilave etti. - Bak, unutma! Sonra beni niçin uyarmadın deme. Merhamet Hanım çok hassas birisidir. Onu kırmasan iyi olur. Çünkü kadın ailede her şeydir. Kendi deneyimlerinden hareketle söylüyorum bütün bunları... Bu kadar! Vugar içten içe güldü: Bu niçin beni korkutuyor? Merhamet Hanım la benim ne işim olabilir ki?... Usulca arabadan indi. Ziya nın söylediklerini o anda unuttu. Laboratuvara gitti. İşe kendisini verdi, başka hiçbir şey düşünmedi. 102 numaralı oda değişmişti. Döşemeler, aynalar temizlenmiş; ama odadaki bayatlamış yumurta kokusunu andıran koku hala gitmemişti. Vugar bir anlık başka bir yerde olduğunu düşündü. Hayalinde bu küçücük oda genişlendi ve büyük bir laboratuvar oldu. Köşede yan yana toplanmış yeni teçhizatı gördüğünde daha da sevindi. Dün olduğu gibi, pencere önünde utangaç halde duran Hatice halaya ve Narin e minnet duygusuyla: - Çok teşekkür ederim, size zahmet oldu!- dedi. - Bu teşekkür ü siz Hatice halaya borçlunuz. İşin büyük bir kısmını o yaptı. 155 Haitce hala duygulanarak gülümsedi: - Şeytan kız! Öyle yalan söyle de inansınlar! Senin gibi hamarat kızın yanında Hatice hala ne yapa bilir ki?! - Narin, tartışmaya girmedi. Bu sözleri Hatice halaya söyletmek istediği belli idi. Bir anlık kirpiklerini mütevazı şekilde aşağı indirdi. Sonra eski, hareketli haline dönerek öne geldi, Vugar la karşı karşıya durdu. - Biliyor musunuz bunları nasıl aldım?... Diyerek yeni teçhizatları gösterdi.- Tarım işleri müdürü ile kavga ettim. Ağzıma geleni söyleyip üzerine yürüdüm. Dinsizin hakkından imansız gelir. Baktım müdür, hık mık ediyor, işçisini savunuyor, ona da haddini bildirdim. Yüzüme şaşırmış halde bakarak güldü: Çok yaman biriymişsin!- dedi Vay seninle evlenecek adamın haline!... dedi. Yüzüme baka kaldı. Sonra da: Niçin sinirleniyorsunuz?.. Lütfen sakin olun... dedi. Ben de daha sözümü bitirmedim, dedim: Beni ikna etmek için zahmet çekmeyin. İmza atacaksanız atın, atmasanız kendiniz bilirsiniz. Şimdi Merkezi Komiteye gidiyorum. Hiç bir şey söyleyemedi. Kafasını sallayarak kalemi aldı, müdürü çağırıp söylediklerini yerine getirin dedi. Hatice hala manalı manalı güldü. - Doğru söylüyor yavrum yaman biriymişsin, Annen seni kız değil, ateş parçası doğurmuş. Nereye gitsen işini halledersin. Narin ona itiraz etti: - Sen de bilmiyorsun Hatice hala. Onlar bu dilden anlıyorlar. Ateş ol ki sana el değmesinler. Kül olursan havaya savururlar. Doğru değil mi Vugar kardeş? Vugar ciddiyetini bozmadan gülümsedi. Doğru söylüyorsun diyerek kafasını salladı. Bu zarif kızın becerikli olması ve açık sözlülüğü de onun çok hoşuna gitmişti. Narin, hiçbir şey konuşmadan bekledi. Sonra dizgini çekilmiş huysuz at gibi yeniden konuşmaya başladı. Elbisesinin 156

80 kollarını sıvayarak hızlı adımlarla bir yere koştu. Hemen döndü. Elinde tuttuğu beyaz elbiseyi Vugar a verdi. Hatice halayı yardıma çağırdı. Çalışmaya başladı. Yeni teçhizatlar onların bir hayli vakitlerini aldı. Bunları istenilen şekilde kurmak, sonra vakum pompasının ayarlarını yapmak, basit ama dikkat isteyen işlerdi. Bütün bu işlerin üstesinden gelmek için bir alanda uzman olmak yeterli değildi. Alanında uzman kimyacıya ve mühendis yeteneği olan tecrübeli, yeterli düzeyde donanıma sahip uzmanlara ihtiyaç vardı. Vugar enstitünün küçük laboratuvarında böyle şeylerle çok az uğraşmıştı. Orada her şey ona hazır şekilde teslim edilmişti. Narin in bilgi ve becerisi burada da onun işine yaradı. Bu zayıf vücutlu kız öyle istekli çalışıyordu ki onu görenlerin çalışmasına hayran olmaması mümkün değildi. Narin, Vugar ın kendisine hayran hayran bıraktığını gördükçe mutlu oluyordu. Daha çok gayret ediyor, bazen Vugar a tatlı tatlı bakıyor, gülümsüyor, ama işini bir an bile aksatmıyordu. Hatice hala bile kızın hareketliliğine şaşıyordu. Bir gözüyle Vugar a bir gözüyle de Narin i bakıyor, sessiz sessiz gülüyordu. Uzun süre suskunluktan sonra kız konuştu: - Size baktıkça kendi kendime şüphe ediyorum,- deyip söze Hatice halaya hitapla başlasa da bakışlarını Vugar ın üzerine çevirdi. - Belki bir yerde hata yapıyoruz! Vugar mutlulukla: - Hayır, hayır!,- dedi kendisi Hatice halanın yerine cevap verdi. - Tam tersi her şey yolunda gidiyor. Çok güzel çalışıyorsunuz. - Gerçekten beğeniyor musunuz?..- Narin nazlandı. Hoşunuza gidecek ne var burada? İşimizi yapıyoruz sadece. - Bir iş iki şekilde yapılır, biri zorla, diğeri de içten gelerek hevesle Narin tevazuuyla başını önüne eğdi.- İşimin birileri tarafından beğenileceğini hiçbir zaman aklıma gelmezdi. - Güzel iş herkesin hoşuna gider!- Vugar sesini biraz daha yükseltti. - İşin güzelliği kolaylığında ya da zorluğunda değil, onun nasıl yapılmasındadır. Hatice hala destek verdi: - Doğru söylüyor, en sade işi bile çok kötü yaptığında herkes o işten nefret eder. - dedi. Bu sözler Narin in çok hoşuna gitti. Tevazu ile başını aşağı eğdi. - Ne bileyim diyerek omuzlarını çekti.- Vugar kardeşin işimi beğenmediğini düşünüyordum. İlk defa nasıl çalıştığımı gördü. Benim çalışmalarımı beğenmeyebilir. O, çok yetenekli, çalışkan birisi bense sıradan bir memurum. Vugar, onun sesindeki inceliği hissetti; ama neyi ima ettiğini anlamadı. Samimi bir şekilde cevap verdi: - Her işin bir uzmanı var. Bilim adamlarının çoğu bu işlerden anlamazlar. Örneğin benim gibi. - İnanmıyorum!- Narin ince dudaklarını büzerek kendinden emin şekilde kafasını salladı.- Sizin bu işten anlamayacağınıza ihtimal vermiyorum. Bu olamaz! Vugar güldü. - Elbette az çok anlıyorum. -dedi.- Ama sizinle kıyaslandığında ben daha işin başındayım. - Evet, bu biraz doğru olabilir.- Narin istese de istemese de kabullendi.- Çünkü sizin işiniz farklıdır. Siz, işin daha çok ilmi taraflarıyla ilgileniyorsunuz - O, birden sustu. Bir şeyler hatırlayıp devam etti:- Ben, bu üniversitede işe başladığımda çok sıkıntı çektim. İşi nasıl yapılacağını bilmiyordum. Zamanla alıştım. Ne yapacağımı bilmiyordum. İşleri üstün körü yapmak da istemiyordum. Bir taraftan da laboratuvar müdürümüz tahammülsüzdü. Her zaman kavga ederdik. Ben, çocukluktan beri başka birisinin işine karışmayı sevmiyor, kimsenin de benim işlerime müdahale etmesini istemiyordum. Sabdownloaded from KitabYurdu.org

81 ret işimi bitireyim, sonra gel kontrol et. Nerede hata yaptıysam söyle. Her beş dakikada yanıma gelme. Bana engel olma. Böyle çalışamam. Bu şekilde benim çalışmam mümkün değil. Hür yaşamayı seviyorum... Dedim. En sonunda onu bu yaptıklarından vazgeçirdim. Korkusundan benim yanıma gelemedi. Bana karışmayın, kendinize güvendiğiniz kadar bana da güvenin. Rahat olun ben işimi iyi yaparım. Anlamadığım işi hiç bir zaman yapmam. - Tamam!- Vugar şartını gülerek kabul etti.- Söz veriyorum işinize hiç bir zaman karışmayacağım. Bilmediklerimi sizden öğrenmeğe gayret edeceğim. Narın Hatice halaya baktı. Bu yaşlı iffetli kadının tavrından çizmeyi aştığını, ifrata kaçtığını anlayıp, Vugar n hoşuna gitsin diye nazlanarak, tatlı dille konuşmaya başladı: - Size bir şartım daha var. Çekinmeyin ne işiniz olursa söyleyin. Gerekirse işten sonra da sizinle ilgilenirim. Yeter ki sizin işleriniz yolunda gitsin. Ben çalışmaktan korkmuyorum. Bütün gün ayakta kalsam da, yorulmam, uf bile demem. En sevmediğim şey boş boş oturup onun bunun gıybetini yapmaktır. On dakika bile boş duramam. Oturduğumda bile mutlaka kendime bir iş bulurum. Geç saatlere kadar bir şeylerle uğraşırım. - Onun için çok zayıfsın. Hatice hala dedi.- İnsan kendine zulmetmemeli. Bugünün yarını da var. Narın sakinleşti. - Annem de bana çok kızıyor. Hatta haftalarca benimle konuşmuyor. Ama ne yapayım ben böyleyim işte. Elimde değil. Çocukluktan beri böyleyim. Can çıkar huy çıkmaz. Hatice hala bu sözden rahatsız oldu, başını eğdi. Vugar da hiç bir şey söylemedi. Narın sözlerini şakayla tamamladı.: - Eh, ne olacaksa olsun. Zaten bu dünya hayatı ebedi değil. Beş gün önce beş gün sonra ne fark eder, sonunda toprağa gireceğim. Orada istesem de istemesem de uyuyacağım. En iyisi nefes alıp verirken, aklım başımdayken çalışayım, öldükten sonra arkamda bir şey bırakmak istemiyorum. Yiyip içe- 159 rek şişmanlayan et yığını haline gelenlerden nefret ediyorum. Şişmanların yazın nefes nefese kalmasından, kışın da pineklemesinden nefret ediyorum. Bir poşet et gibi yığılıp kalıyorlar. Şişman kızları seven erkekleri anlamıyorum. O, bu son sözleri Vugar duysun diye söylüyordu. Bu sözleri de sessizlikle karşılandı. Ne Hatice hala, ne de Vugar konuşmadı. Akşama kadar durmadan çalıştılar. İşin sonunda Vugar ı yan odadan telefona çağırdılar. Telefondaki Ziya idi. Konuşmadan önce, her zaman olduğu gibi, yersiz gülüşünden onun olduğunu hemen anlamıştı. Leleyev in tüyleri diken diken eden ürpertici sesi çınladı: - Benim Ziya... Tanımadın mı yoksa? He, he, he! Vallahi çok garip birisin. Ne çabuk unuttun?... Sana en yakın olan birisini nasıl unutursun?!.- Leleyev biraz konuştuktan sonra kendinden emin halde dedi: - Bu kadar kendini yorma. Ne senden ne benden daha bilgili birisi olmayacak. Beş dakikalığına aşağı in seni bekliyorum. Birinci katın girişinde kapının önündeyim. Çabuk ol! Merhamet Hanım şimdi telefon etti. Sana hatırlatmamı istedi onlara gitmeyi unutma. Nasıl?.. Niçin?... Onu ben bilmiyorum. Kendin gidince görürsün... Şimdi aşağı in. Seni ben bırakacağım. Ne dedin?.. Kendin geleceksin?...he, he, he Beni kandıramazsın. Hiç kimseye güvenim yok benim. Seni kendi elimle bırakacağım söz verdim. Bu benim için zahmet olsa da yapmam gerekiyor, başka çare yok. Annem beni önemli insanlara hizmet için doğurmuş. Merhamet Hanım ın dediğini yapmalıyım. Çabuk ol, in aşağı! Vugar ahizeyi yerine bıraktıktan sonra düşünceye daldı: Acaba bu davetin sebebi ne idi? Bölüm Merhamet Hanım bekliyordu. Kapı zilinin çalınmasıyla birlikte kapıya koştu, hemen kapıyı açtı. Misafirini burnundan soluyarak karşıladı.

82 - Şükür, Allah a en sonunda geldiniz!.. Nerede kaldınız, gözlerimiz yollarda kaldı. İnsan bu kadar ihmalkar olur mu?! Kaç gündür nerelerdesiniz? Sesiniz soluğunuz çıkmıyor? Madem zamanınız yok, insan bir telefon da mı açmaz? Merhamet Hanım böyle konuşmaya başlayınca Vugar şaşırdı, hayret etti. Onları ziyaret etmediğini, telefon edip hatırlarını sormadığını düşünüp hata ettiğini düşünüp utandı. Ne diyeceğini bilemedi. Bu suçu nasıl telafi edeceğini düşündü. - İçeri buyurun, buyurun!... Sizde hiç bir suç yok, devir değişmiş. Şimdi gençler başka şekilde yetişiyorlar. Bizim zamanımızda böyle değildi. Biriyle selamlaştıktan sonra bu ölünceye kadar sürerdi. Böyle giderse ne arkadaşlık, ne vefa, ne itibar kalacak. - Merhamet Hanım, ciddi olarak serzenişte bulunsa da gözleri mutluluktan parlıyordu. Bütün bunların geçici olduğu anlaşılıyordu. Nisan yağmurları gibi kızgınlığı kısa sürdü. O, bu defa çok farklı idi. Saçları dağınık bir ev hanımı gibi değildi. Sosyete hanımlarına benziyordu. Süslenmiş, hatta parfüm bile sürmüştü. Merhamet Hanım misafiri içeri davet ettikten sonra, kapıyı kapadı, sonra şikayeti bırakıp tatlı dille konuşmaya başladı. Vugar la bu defa daha çok ilgilendi. - Size geçen defa da söyledim, şimdi de diyorum, kendinizi bu aileden birisi olarak kabul edin. Bize her zaman gelebilirsiniz. Söhrap ın sevdiği birisini onun ailesi de sever. Size açıkça söyleyeyim, biz sizi çok sevdik. Bizim ilk çocuğumuz oğlandı. Beş yaşında vefat etti. Size baktığım zaman onu hatırlıyorum. - Teşekkür ederim. - Vugar içtenlikle cevap verdi. - Bir şey değil! Merhamet Hanım iyi başladığı sözü tamamlayamadı. Kayınpederi dışarı çıkmıştı. Büyük ihtimalle her zamanki gibi kalbine iyi gelsin diye yürüyüşe çıkmıştı. Üzerinde kalın paltosu olan Soltanoğlu Vugar ı görünce ona yaklaştı Selamun aleyküm! - dedi, bıyığının altından ona güldü. Vugar la tokalaştı. - Nasılsınız, kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Vugar, bu nur yüzlü ihtiyarın elini samimiyetle sıktı. Elinde olmadan sevinçle: - İyiyim,- dedi. - Siz nasılsınız? - Ben mi?.. Soltanoğlu içini çekti.- Nasıl olunur bu halde oğlum? Bir adam üç beş gün daha fala yaşamak için her gün yürüyüşüne çıkıyorsa günlerini bahçede hava almakla geçiriyorsa onun hali nice olur? Ben bu dünyadan elimi eteğimi çektim. Sizlerin canı sağ olsun. Muguz Soltanoğlu sözünün sonunda gelinine baktı. Onun sözlerinden rahatsız olduğu belliydi. Soltanoğlu onun bu halini görünce yine içten içe gülümsedi. - Beni affet ben gitmeliyim, yolum çok uzak - diyerek vedalaştı. Merhamet Hanım, kayınpederi dışarı çıkar çıkmaz rahat nefes aldı. Hemen devam etti: - Evet, kendinizi her zaman bizden biri olarak görebilirsiniz. Kalbimizde her zaman yeriniz var. O, bu sözleriyle misafiri içeri götürdü. Büyük oda bugün özenle süslenmişti. Yenice temizlenmiş döşeme pırıl pırıldı. Geniş paspas döşemeyi ikiye bölmüştü. Odanın bir tarafında porselen kaplar, bir tarafında siyah piyano, kanepe ve yatak, yukarı tarafta köşede kadife örtülü televizyon, televizyonun yanında büyük bir radyo vardı. Oda maviye boyanmış, duvarın en güzel yerinde Söhrap la Merhamet in yan yana resimleri, hemen yanlarında Alagöz - ün resminin altına da halı asılmıştı. Büyük pencerelerin yanlarından ince tüllerle beraber çeşitli renklerde perdeler ağır ağır sallanıyordu. Dikkatli ve zevk sahibi bir insan buraya baktığında birçok dekorun gereksiz olduğunu hemen anlayadownloaded from KitabYurdu.org

83 bilir. Ev sahibinin amacı kendilerinin zengin ve lükse düşkün olduğunu herkese göstermeye çaba harcadığı hemen belli oluyordu. Vugar, her şeye hayran kalmıştı. İlk defa böyle şeyler görüyordu. Hocasının yanında evi istediği gibi gözlemleyememişti. Evdeki bir resim çok dikkatini çekmişti. Bu resim şöminenin yanında ısınan iki çıplak erkek çocuğunun resmi idi. Çocuklardan biri oturmuş, minicik ellerini alevlere doğru uzatmış, diğer çocuk da şömineye dönmüştü. Şöminenin sarı alevleri çocukların mutlu yüzlerinin bir taraflarını aydınlatmıştı. Resmin tasvirleri, boyaları o kadar doğaldı ki sanki canlı gibi duruyordu. Vugar sobanın sıcaklığını hisseder gibi oldu. Misafirin eve hayran kalması ev sahibini sevindirdi. Baksın. Zavallı böyle bir evi nerede görsün?... - diye düşündü, ona oturmayı bile teklif etmedi. Vugar Merhamet Hanımın iyi uyuyamamış köpek sesine benzeyen nefesini yanında hissedip aniden utandı. Ancak Merhamet Hanım ustaca hareket etti: - Biraz ara ver kızım. Bak bakalım kim gelmiş!- deyip piyanonun arkasındaki sandalyede oturup piyano derslerine hazırlanan Alagöz e seslenerek, misafirin rahatlamasını sağladı. Vugar şaşırdı, içeride ne kızı fark etmiş, ne de piyanonun sesini işitmişti. Alagöz, ellerini piyanodan kaldırıp omuzları üzerinden geriye baktı. Vugar ı görünce nedense solgun yüzüne renk geldi. Kirpikleri titreyip yavaşça gözlerinin üzerine indi. - Kalk kızım. Buraya gel insan misafiri böyle mi karşılar! Dedi. Kız annesinin ısrar etmesinden yüzü kızardı. Bir an yerinden kımıldamadı. Sonra istemeden ayağa kalktı. Onların yanına geldi. Hızla kaldırıp indirdiği kirpiklerini aşağı indirdi, misafirlerle istemeden selamlaştı. Sonra nedense kaçıyormuş gibi geri döndü. Başını piyanonun üzerine indirdi. Ne çaldığını kendisi de bilmiyordu. 163 Merhamet Hanım, kızının hareketlerinden memnun kalmadı. Gözünün ucuyla ona ters ters baktı. Lakin kızgınlığını misafire sezdirmedi. - Sizden utandı- diyerek güldü.- Diğer odaya geçelim onu rahatsız etmeyelim dersine çalışsın, dedi. Merhamet Hanım yan odayı alelacele düzenledi. Önceden hazırlanan çay takımını hemen odaya getirdi. Çeşitli reçeller koydu masaya. Bir bardak Vugar a bir bardak da kendisine çay koydu. - Lütfen Alagöz e aldırmayın büyüse de o hala çocuktur, dünyadan haberi yok- diyerek kızından bahsetmeye başladı. Şehirde büyüdüğüne hiç kimse inanmıyor. Sanki köyden dün gelmiş gibi. Günümüzde böyle akıllı iffetli kızlar pek bulunmaz. O, sustu. Sonra omuzları hareket ede ede gülmeye başladı. - Ama, siz birbirinize çok benziyorsunuz. Sanki hamurunuz ayı kapta yoğrulmuş gibisiniz. Vugar, onun bu sözlerinden bir şeyler söylemek istediğini anlamıştı. Kulaklarına kadar kızardı ve yere baktı. Asıl konuya gelmek için Vugar ın fikrini almak istiyordu. Vugar ın ciddiyetini bozmadan durmasından, susmasından ve kızarmasından rahatsız oldu: Tekrar havdan sudan konuşmak zorunda kaldı. - Savunmanız ne zaman? Ne zaman sizi tebrik edeceğiz? Vugar dudaklarının ucuyla cevap verdi: - Bilmiyorum. Daha çok işim var. Merhamet Hanım: - Biraz acele etmeniz gerekiyor. Duyduğuma göre siz yavaş hareket ediyormuşsunuz. Bu tür şeylerde çabuk olmak gerekir. Yeni sorunlar çıkarabilirler karşınıza. İşinizi hemen halletmenin yollarını bulun. Bu konuda sizden daha çok biz rahatsızız. Merhamet Hanım burada rol yaptı. İlk oğlunun kabirde kemiklerinin bile çürüdüğünü hatırladı, gözleri dolu dolu oldu. 164

84 - Yavrumun aziz ruhu için seni onun kadar çok seviyorum. Seni onun yerine koyuyorum. İşte bundan dolayı rahatsızım. Sizin o güzel gününüzü hemen görmek istiyorum. Anne yüreği acele eder! - Vugar dilinin ucuyla minnettarlığını dile getirdi. Dikkati başka yerde idi. Büyük odada Alagöz piyanoda bir şeyler çalıyordu. Piyanonun karışık sesleri şimdi durulmuştu. Meşhur Avrupalı bestecinin parçası gönül okşuyordu. Vugar bir hayli yan odadan gelen musikiyi dinledi. Sonra rahatsız olmaya başladı. Merhamet bunu sezdi hemen harekete geçti: - Ben sizi bir meseleden dolayı rahatsız ettim Daha doğrusu sizden küçük bir ricam olacaktı. Mümkünse haftada bir iki defa gelip Alagöz e derslerinde yardımcı olabilir misin? Vugar, düşünceye daldı. Merhamet Hanım hemen araya girdi: - Kızımız on yıldır, musiki okuluna gidiyor. Bu yıl son sınıfa geçti. Dersleri çok ağır. Müzik derslerinin yanında diğer dersleri de alıyorlar. Ne ben ne de babası bu konuda ona yardımcı olamıyoruz. Vugar ın aklına İsmet geldi. Güzel bir fırsattı, hemen cevap verdi: - Benim zamanım yok. Ama size birisini önerebilirim. Benim sütkardeşim var, aynı evde kalıyoruz. Çok becerikli birisidir. Sizin onu tanımanızda fayda var. Kendisine söylerim, gelir yardımcı olur. Merhamet Hanım, yüzünü ekşitti. Teklife razı olmadığını ima etti: - Önemli değil. Alagöz bekler. Hem imtihanlara da çok var. Önemli olan sizin işiniz, siz çalışın işinizi hemen bitirin. İşleriniz azaldığı, hafiflediği zaman yardımcı olursunuz. Ama bir şartla bundan sonra bizi unutmayacaksınız. Sık sık gelemezseniz de telefon etmenizi bekleriz. Biz ailece sizi çok seviyoruz. Sesinizi soluğunuzu duymadığımızda rahatsız oluyoruz Bölüm Vugar, birkaç basamağı yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde indi. Merhamet Hanımın söyledikleri onu düşünmeye sevk etmişti: Bu kadı niçin iki de bir kızından söz ediyor, sözü dönüp dolaşıp kızına getiriyor? Birden Arzu nun söylediklerini hatırladı: Seni kendilerine damat yapmak istiyorlar... Kalbi üzüntüyle atmaya başladı. Bedeninde bir ağırlı hissetti. Ayaklarına sanki taş bağlanmış gibi oldu. İsmet in şüphelerini, sitemlerini hatırladı: Ben ne kadar safım, gerçekleri görmüyorum. diyerek kendisini kınadı. Onlar haklıymış. Onlar uzağı benden daha iyi görüyorlar Demek ki o kadının bütün cana yakınlığı, benimle yakından ilgilenmesinin bir sebebi varmış. Ah, insanlar siz ne kadar farklısınız. Sizleri tanımak ne kadar zor! O, dalın dalgın birkaç basamak daha indi. Ziya nın hatırlattıkları aklına geldi: Merhamet Hanım her şeyi üzerine alır. Sakın onun gözünden düşme. Bir daha seni hiç kim kurtaramaz. Vugar, daha da endişelendi. Elinden yeni kurtulduğu Merhamet Hanım, gözünün önüne geldi. Onunla karşı karşıya oturduğunda göremediği, hissedemediği hilelerini, hayalinde şekillenen kadında açıkça gördü. Merhamet in oturuşu, duruşu, bakışı; bazen ağır temkinli hareketi bazen genç bir kız gibi hemen değişen, kaygılı, kederli, muammalı ifadeleri Vugar ın gözünün önüne geldi. O, iri, badem gözlerinin derinliklerinde ara sıra peyda olup parlayan fitne kıvılcımları ne kadar güçlü, ne kadar sihirli idi! Vugar, sıkıldı. Büyük binanın kalan merdivenlerini hızlı hızlı indi. İlk defa o, kalbine sığmayan sevinci, en mutlu aile den edindiği teessüratı Arzu yla paylaşmak istiyordu. Şimdi ise kalbinde birden beliren bir korku, bir endişe ona acele ettiriyordu. Sanki şimdi hemen Arzu yu görmesi onu ebediyen yitirecek, bir daha onunla görüşemeyecek gibi bir duyguya kapılmıştı.

85 Vugar, birinci katta da durmadı. Nefesini toplamadan sokağa çıktı. Kendisini önceden sık sık telefon ettiği kulübeye zor attı. Kaldırımda durdu, yakasını düğmeledi, ceketinin yakasını kaldırmak zorunda kaldı. Hava çok soğuktu. Rüzgâr çok sert esiyordu. Sokakta birçok insan kışlık palto giymiş, şapka takmıştı. Kış artık kendisini hissettirmeye başlamıştı. Rüzgâr kâh şiddetleniyor kâh yavaşlıyordu Bu sabah güneş doğmuştu. Doğada ilkbahar kokusu, ilkbahar nefesi vardı. Vugar evden paltosuz ve her zaman olduğu gibi başı açık çıkmıştı. Öğleden sonra hava tamamen kapandı. Boz bulutlar göğü kapladı. Şimdi kışın sert de rüzgârı esiyordu! Vugar ı ateş bastı. Ancak kalbindeki hasret ateşi öyle güçlüydü ki hemencecik dışarıdaki keskin soğuğu unuttu. Kulübeye yetişmek için biraz daha acele etti. Karşısından gelen insanlara çarpa çarpa koştu. Kulübeye girdi acele acele numarayı çevirdi. Telefonun diğer ucundan boğuk bir erkek sesi cevap verdi. Vugar bu sesi önce tanımadı, hatta başka yeri aradığını zannetti. Bir anda alnından soğuk ter boşaldı. Onunla konuşan Ağarza idi. Demek ki o evdeymiş, tatilden geri dönmüş Kendini tanıtmadan ahizeyi geri komak istedi ama beceredi. Ağarza, onu sesinden tanımıştı. - Vugar? Sen misin oğlum?..- Bu boğuk seste bir baba samimiliği vardı. - Hayırlı akşamlar! Artık o nasıl susabilirdi ki? Dudaklarının kilidini güçlükle açtı: - Hayırlı akşamlar! Bir anlık sessizlik oldu. Vugar, selamdan sonra Ağarza nın kendisine mutlaka: Buyur, sen nasılsın?.. diyeceğini bekledi. Ama o başka türlü soru sordu: - Keyfin nasıl? İşlerin yolunda mı? Vugar`ın sıkıntısı geçti. - Teşekkür ederim. Fena değil. - Peki niçin gözükmüyorsun? Bir problem mi var, yoksa bize kırıldın mı? 167 Vugar sustu. Bu son söz ona dokunmuştu. Ağarza, onun geç cevap vermesinden işkillenip hemen cevap beklemedi. - Vaktin olduğunda bize gel, - dedi. Hala bir hafta evde kalacağım, tek başıma sıkılıyorum Hiç bir şey olmasa da sana güzel incir reçeli ikram ederiz. Kendi bağımızın meyvesidir. Arada bir tavla da oynarız. Oynayabiliyor musun? Önemli değil, zaten ben de pekiyi bilmem. Yine sustular. Vugar Arzu`yu telefona çağırmağa utandı. Ağarza aniden öksürmeye başladı. Bu yaşlı adamın bir hilesiydi: Gencin konuşması kendisini toplaması için ortam oluşturuyordu. O konuşmayınca kendisi başladı: - Arzu kızımız evde yok. Uzun zamandır annesinin yanında. Bir, iki saate dönerler. Mutlaka ara. - Tamam! Vugar, ahizeyi yerine koydu, alnındaki ter damlalarını sildi. Telefon kulübesinden çıkar çıkmaz, Arzuyla karşılaştı. - Merhaba, Vugar! Nereye böyle? Vugar cevap vermek için değil, onunla görüşmek için acele ediyordu. Arzu`nun zarif, yumuşak elini avucunda hissederek duraksadı. - Seni arıyordum. Ahizeyi şimdi yerine koydum. Arzu gülücük dolu gözlerini anlamlı anlamlı süzdürdü ve derinden nefes aldı. Vugar bu sessiz imanın ne anlama geldiğini hemen anladı: Vefasız, çok geç hatırlıyorsun Vugar, bir şey demedi, yere baktı. Arzu`nun dudaklarındaki sitem gülücüğü silindi. Yüzünde kaygılı bir ifade belirdi. - Peki, şimdi nereden geliyorsun?.. Palton, şapkan nerede? Vugar ilk soruyu duymazlıktan geldi. - Ben üşümüyorum. Soğuğa alışığım.- diyerek sohbeti başka tarafa çekmeye çalıştı. Arzu onun hocasında olduğunu bilmese iyi olurdu! Çabucak sordu: - Peki sen nereden gelip, nereye gidiyorsun? 168

86 - Ben mi?.. Sinemaya gidiyorum. Kesik kesik söylenen bu kelimelerin sitem olduğunu hissetti. Gönül alıcı hoş söz aradı, ama bulamadı. Şakayla dedi: - Anlaşıldı! Demek ki gezmekten geri kalmıyorsun! Sevgilisi senin gibi çok ezen gencin vay haline! Arzu kırgın bir tavırla ona baktı. Uzakta duran annesini gösterdi. - Annemle gidiyorum. Vugar`ın yüzüne eski bakır kızartısı çöktü. O, Şirinbacı öğretmeni görmemişti. Öğretmen yakınlaştı. Vugar a selam verdi, gülerek kızına: - İzin ver, artık ben gideyim, sana arkadaş bulundu, -dedi ve dönüp uzaklaştı. Arzu aniden telaşa kapıldı. - Hemen gidelim, filim başlayacak. Vugar öylesine sordu: - Filim güzel mi? - Bilmiyorum. Gitmedim. Ama çok övüyorlar. Çok bekledim sen aramadın. Ben de annemi zorla gitmeye ikna ettim Yine mi sitem! Vugar tekrar şaka yapmaya başladı: - Kanunda bir madde var: Suçlu suçunu itiraf ettiğinde cezası hafifler, şeklinde. - O suçun derecesine bağlı. - Ve de hakimin adaletine! - Doğrudur. Arzu çabucak Kabul etti. Sonra da ince alıngan bir ses tonuyla ilave etti: - Nedense son zamanlarda bizi tesadüfler karşılaştırıyor. - Demek ki, böyle olması gerekiyor! Marksizm felsefesine göre bütün tesadüfler zarureti doğurmaktadır. Genç bir tarihçinin bunu bilmemesi çok garip doğrusu. - Of - Arzu`nun yavaş yavaş göğsü kalkıp indi. - Sen hiç bir şeyi ciddiye almıyorsun, Vugar. Bu özellik sende son zamanlarda çıkmaya başladı Şaka sağlıklı, dinç insanların anahtarıdır. İnsan için ilaç gibidir. Tabiî ki bunlar tarih kitaplarında yazılmaz. Böyle şeyleri sen benden öğrenmelisin. - Ben senden başka şeyleri öğrenmeğe başladım, Vugar. - Ne gibi? - Soğukluğu, lakaytlığı, unut - Arzu`nun sesi kesildi, kederlendi.- Artık benimle görüşmüyorsun, beni çok az arıyorsun. Önceler böyle değildin. İki gün görüşmediğimizde aramalar arka arkaya oluyordu, beni rahat bırakmıyordun. Şimdi haftalarca hatırlamıyorsun. - Sen her zaman benim aklımdasın, hayatım. Hem de her dakika, her saat! - Tabii, tabii sadece sözde! - Dil, insanlara duygu ve düşünceleri anlatmak için verilmiştir. - Dil her zaman kalbe tercüman olmuyor. - Evet, haklısın. Ancak herkes için geçerli değil. Senin dediğin riyakâr vicdansız insanlarda olur. Ben onlardan değilim. Arzu bir şeyler düşündü fısıltıyla konuşmaya başladı: - Seni birilerinden kıskandığımı düşünme, Vugar. Asla, öyle bir şey yok! Kıskançlık sevginin makasıdır, diyorlar. Bunu anlıyorum, hak da veriyorum. Ama senden bir ricam var. Baştan tedbir alalım, kalbimize hiçbir şüphe gelmesin. Senin bize kendi eviniz gibi her zaman gelmenizi istiyorum. Sokaklarda, parklarda görüşmemiz artık yeter. Bunu annem de babam da istiyor. - Olacak, güzelim, bunların hepsi olacak! Size gidip gelmeyi ben de istiyorum. Babanı da, anneni de hoşlanıyorum. Sade ve samimiler. Ama kafam şimdi çok karışık. Bana ayrı bir laboratuvar verdiler. Asıl işime yeni başladım. Seninle sık sık görüşemememin sebebi de budur. Başka hiç bir sebep yok, zaten olamaz da! Vugar, bu sözleri söylediğinde Merhamet Hanım gözünün önüne geldi. Söylediklerini ona da duyurmak istiyormuş gibi yüksek sesle kararlı bir ses tonuyla devam etti: 170

87 - Ölümden başka hiçbir şey seni benden ayırmaz, ayıramayacak. Bundan emin olabilirsin! Arzu konuşmadı. Vugar`ın omzuna yaslandı. Vugar onun başını göğsüne bastırdı. Hallerinden hoşnut olmalı ki hiçbiri kıpırdamadı. - Ha unuttum, filmin adı neydi? - İtalyan filmi. İki gencin aileleri arasındaki ilişkileri konu ediniyor. - Galiba sen filmi izledin? Çok övdüğüne göre. - Evet gördüm. Annemle sinemadan geliyorduk. - Peki biraz önce görmediğini söyledin Ayıp değil mi bana yalan söylüyorsun? - Çünkü senin de izlemeni istiyorum Birlikte izleyelim. - Anlaşıldı, bana bu filim aracılığıyla mesaj vermek istiyorsun öyle mi? Arzu cevap vermedi. Vugar tatlı dille konuşmaya başladı: - Yüzde yüz emin olabilirsin, canım! Ben, her zaman senin kalbinde olmamı istediğin gibi olmak istiyorum. Arzu düşünceli bir eda ile fısıldadı: - O zaman ben dünyanın en bahtiyar insanı olurum, Vugar. Şanslı olurum!.. Aile mutluluğunun, bütün mutlulukların kaynağı olduğunu söylüyorlar. Ben de öyle düşünüyorum, ya sen? - Ben de öyle düşünüyorum, Arzu. - Demek, biz şanslı insanlarız! - Gelecekte daha şanslı olacağız! El ele tutuştular. Güzel sözler, güzel arzular onların kalplerini kanatlandırdı. Filme koşarak gittiler. Sanatın mucizeli gücünün kendilerine güveni artırmalarını düşünerek sinemaya koştular. Fakat arzu ettikleri o mutluluğun sadece onlara bağlı olmadığını akıllarına getirmediler! III. Fasıl 1. Bölüm Bakü nün iklimine hiçbir zaman güven olmaz. Kışın ortasında bahardan güzel bir gün yaşamak ya da ilkbaharın en güzel günlerinde çiçeklerin açtığı bir dönemde kıştan bir gün yaşamak işten bile değil. Beşikten yaşlılığa kadar ömrünü bu eski ve tuhaflıklarla dolu şehirde geçiren Bakülüler bile mevsimlerin başlangıcını ve sonunu doğru dürüst tayin etmekte acizdirler. Kışın sert soğuklarına henüz alışmadan güneş kızdırmaya, üzerinizdeki kış elbisesi ağır gelmeye başlıyor, neredeyse omuzlarınızı koparacak gibi oluyor. İlkbaharda da yeni açan çiçeklerin, üzerine kırağı düşen küçük otların, zarif çiçeklere doymadan bir bakıyorsunuz ansızın sıcaklar bastırıveriyor. Can sıkıcı sıcaklardan gölge aramaya başlıyorsunuz. Vugar Şemsizade de bu kışın nasıl gelip geçtiğini hissetmedi. Yeni laborutuar onu her şeyden mahrum bırakmıştı. Yıllardır yaptığı deneyler, araştırmalar son zamanlarda daha da zorlaşmıştı. Her deneyi en az on, on beş kez tekrar ediyordu. Sonuçta yine mutsuz, rahatsızdı! Dünkü deneyin sonucu bugünkü ile bugünkü de yarınki ile uyuşmuyor; birinde basınç yüksek veya alçak çıkıyor, diğerinde hararet gerekli ölçüde olmuyor, bir diğerinde ise özgül ağırlık farklı çıkıyordu. Daha neler neler uygun düşmüyordu. Bilim adamı olmak şanslı olma demek değilmiş! Gözünü bir noktaya dikerek daha ne kadar oturabilirsin? Aynı kelimeler, aynı sorular bir günde kaç defa tekrar edilir? - İyot oranı ne kadar? - V akum? - Reaksiyon! - Temizlik? Hatice halanın artık buna sabrı kalmamıştı. O, sık sık uyukluyordu. Beyaz cuna ile makine arkasında başı ağır ağır

88 inip kalkıyordu. Sanki eski petrol kuyusunun hareketleri gibi aşağı yukarı inip çıkıyordu. Vugar`ın gün boyunca sesi soluğu çıkmazdı. Köşede küçük yazı masasında dalgın dalgın oturuyor, sürekli bir şeyler düşünür, verilere göre çeşitli hesaplamalar yapıyordu. Ayakları üşümesin diye mi yoksa zihnindeki düşünceleri dağıtmak için mi nedense arada bir kalkıp yavaş adımlarla odada dolaşıyor, araçları kontrol ediyor, cihazları gözden geçiriyor; makinenin basıncını düzenliyor, verileri ayaküstü not alıyordu. Sonra yine hesaplamalar, hesaplamalar... Vakum pompasının boğuk sesinden başka hiçbir şey hissedilmeyen sessiz odanın derin ve sıkıcı sessizliğini ara sıra Narin bozuyordu. O, bazen Hatice halanın kestirmesine aniden kahkaha ile gülüyor, (bu gülüşle o sadece Vugar ı, Hatice halayı kızdırmıyor, yanındaki cam tüpleri de titretiyor, oynatıyordu) bazen de Vugar`a işle ilgili yerli yersiz sorular soruyor, onunla tartışıyor, böylece Hatice halanın uykusunu kaçırıyor, laboratuarın sessizliğini bozuyor, havasını değiştiriyordu. Yazın ilk günlerinde yeni problemler çıktı. Haziranın ortalarında deneylerde kullanılmak için buz bulunamadı. Bu durum laborutuardaki işleri hayli aksattı. Narin burada da herkesten hızlı ve cesur davrandı. O, bu kez hiç kimseyi tehdit etmedi ve hiç kimseden de şikayetçi olmadı. Kendine göre çıkış yolu buldu. Her sabah elinde içi buzla dolu iki kova ile işe geldi. Bunu nereden, kimden alıyordu, hiç kimsenin haberi yoktu. Vugar bunu sormaya nedense utanıyordu. Ama bir sabah mesele anlaşıldı. Temmuz ayıydı. Hava daha da ısınmıştı. Narin içeri eli boş girdi; çok heyecanlıydı., yanakları kızarmıştı. Sık sık nefes alıyordu. Sanki onu birisi kovalamış gibiydi. Bir hayli nefesini toplayamadı. Sandalyeye oturup kaldı. Vugar çok şaşırdı. Şaşkın şaşkın Narin e baktı. Kızın durumu sormaya kelime bulamadı. Narin biraz sakinleşti. Sandalyeden kalkıp ani bir hareketle Vugar`ın üzerine yürüdü. Çok yakın dostuymuş gibi şımarıkçasına kolundan tutup tüm gücüyle çekiştirdi Gidelim! dedi. Gidelim de haddini bildirin ona! Vugar hala da hayretler içerisindeydi. - Kime? - Ona! O, yaramaza! - Vugar sonunda kendini toparladı. Ne yaptı size? Biraz sakinleşin öyle anlatın... - Zamanımız yok! Gidelim, her şeyi orda öğrenirsiniz. Vugar, çekinerek yürüdü. Aklına, birisinin Narin e sokakta sataşmış olabileceğini, bundan dolayı da Narin in heyecanlı olabileceği geldi. Adımlarını daha da ağırlaştırdı. Zaten kavga etmek, birileriyle tartışmak onun işi değildi. Gidip o yaramaz a ne diyecekti?... O, Narin e her ağzı bozuk olana cevap verirse evinin yolunu bulunamayacağını anlatmaya çalıştı. Toplumda her çeşit insanın olacağını söyledi. Ama Narin onun kolunu bırakmadı: - Gelin! - diyerek inatla onu çekti. Yüzünde hayır meymenet yok. Ama o kendisine o kadar çok güveniyor ki sanki küçük dağları o yaratmış!? Ben üniversite falan takmam... İlim adamından filan anlamam... Kız zayıf avurtlarını şişirterek komik hale getirdi. Ağzını, burnunu eğerek birisini taklit etmeye başladı: - Aklına yanayım, sanki çok önemli beni tanıması! Vugar, olayın onun düşündüğünden çok daha ciddi olduğunu anladı. İşle ilgili bir mesele olduğunu düşündü. Narin in peşinden gitti. Yakınlarda bulunan su istasyonuna geldiler. O gün sıcaklar erkenden bastırmıştı. Evlerinin üzerinde görünen köz renkli güneş her yeri kavuruyordu. Sokakta kesif bir yanık kokusu vardı. Su istasyonunun karşısında insanlar sıraya girmişti. İnce gömlek giymiş büyük bir erkek homurdanarak ter içerisinde su satıyordu. Elindeki borudan fışkıran su ara sıra onun enli, etli suratına sıçrıyor tere karışarak yumru çenesinin ucunda damla damla olup kendinden bir karış ileri çıkmış olan göbeğine damlıyordu. 174

89 Adam Narin i görür görmez işe ara verdi ve yüzünü buruşturdu: - Yine mi sen geldin?! Narin, Vugar ı kendisine doğru çekerek kendisine yardımcı olmak için getirdiğini göstermek istedi. Ancak onun yardımına ihtiyacı kalmadı. Biraz önce moralini bozan iri yarı adamla tekrar burun buruna geldi: - Evet, geldim! - dedi. - Boşuna gelmişsin! Adam sarsıldı. - İnsana olana bir kere söylenir! Ben sana buz vermeyeceğim. Anlaşıldı mı! - Hayır, anlaşılmadı! - Lütfen, işime engel olma, - dedi. - İzin ver, işimizi yapalım, beni sinir etme! Narin ekledi: - Siz çok büyük insansınız ya! Sanki siz sinirlenseniz dünyanın sonu gelecek! Adam iç çekti. Göbeği oynadı. Nefesini çekerek sırada duranlara döndü: - Şunun konuşmasına, edasına bakın! Babası yaşındaki bir insana söylediklerine bakın! Dünyanın sonu gelmiş, saygı sevgi kalmamış! Narin saldırıya geçti: - Dünyanın sonunu getirenler sizin gibiler! Sizin gibi her türlü hile ve düzenbazlıkla uğraşanlardır! Adamın büyük vücudu birden titremeye başladı. Yeni doldurduğu kabı çalkaladı, suyu dalgalandırdı. Kırmızı renkte suratı koyulaştı, narçiçeği rengine döndü. - Defol buradan! - diyerek bağırdı. - Defol karşımdan!... Sana buzun zerresini de vermeyeceğim. Bu cehennem sıcağında senin için zahmet çekip getirmedim onları. - Peki, kimin için getirdin? - Bak, bunlar için! Bir bardak su için bu sıcaklıkta güneşin altında yananlar için getirdim! 175 Adam eliyle sırada nöbet bekleyenlere işaret etti. Bu hareketiyle kendisine taraftar çıkmalarını ister gibiydi. Narin hiç kimseye fırsat vermedi. Konuşmaya hazırlananların sözlerini ağızlarında koydu: - Hayır, doğru söylemiyorsunuz! Kendi cepleriniz için! Büyük karınlarınız için! Taş başınız için! - dedi. Karın kelimesi tekrar edilince adam beyninden vurulmuşa döndü. Sanki soyuna sopuna küfretmişlerdi: - Benim karnım senin gözüne batmasın, kızım! - diyerek acıklı acıklı nefes aldı. - Büyük karınlar sizin üniversitede de çoktur. Git onlarla ilgilen. Devleti aldatıp kucak dolusu para alıyorlar. İnsanlara ne faydası var onların? Kime ne hayırları var? Aldıklarının karşılığında ne yapıyorlar?... Ben hiç olmazsa yüreği yanana bir bardak su satıyorum. Bu sıcakta onlarla birlikte yanıyorum. Sizinkiler de yaz gelmeden işi gücü bırakıp kendilerini serin yerlere keyif sürmeye gidiyorlar. Menfaatçileri git sen onların arasında ara. Ben çocuklarımın ekmek parasını kuruş kuruş kazanıyorum. Benimle uğraşma! Narin, bir su satıcısından böyle cevap alacağını beklemiyordu. Sesi soluğu kesildi. Sıradaki insanlar fısıldamaya başladılar. Ona bazıları güldü. Biraz vakit geçtikten sonra: - Büyük konuşmayın! İlim adamlarını değerlendirmek sizin haddinize düşmemiş! - Dili böyle dese de kalbi tam tersini düşünüyordu. Sahte ilim adamları, bilimi, kariyer yapmayı sadece kazanç kaynağı olarak görenler az mıydı?... Böylelerini Narin bilmiyor muydu?! O, sustu. Sanki söyleyeceği kelime kalmamıştı. Başını önüne eğdi, konuşmadı. Vugar da susuyordu. Baştan beri hiç konuşmadı. Su satan kişinin sözleri ona da dokunmuştu. Yavaşça ileri çıktı. Narinin kulağına fısıldadı: - Yeter artık. Gitmemiz lazım, yoksa daha çok şey duyacağız. Narin, pişman olarak geri çekildi. Karı kaldırıma geçtiler. Taksiye binip ara sokaklarında buz aramaya gittiler. 176

90 * * * Vicdan Sustuğunda Onlar enstitüye döndüklerinde günün yarısı geçmişti. Vugar ın eli ayağı birbirine dolaştı. Her dakika onun için çok kıymetliydi. Yaz bitinceye kadar, kesin sonuç elde etmese de son deneylerini tamamlaması gerekiyor, aksi takdirde eline rahat çalışacağı vakit olmayacak. Bu sıralar hiç kimse ona bir şey sormuyor, ondan bir şey talep etmiyor. Onu sürekli kontrol eden hiç kimse yoktu. Enstitüdeki ilim adamlarının bazıları tatile çıkmıştı. Sonbaharda hareketlilik yaşanacaktı. İstekler artacak, sorular peşi sıra gelecekti. Vugar vakum pompalarını çalıştırdı. Cihazları, makineleri, her zaman olduğu gibi, kontrol etti. Cam balonlardaki sıvıları yeniledi, buzdolabına buz için su koydu. Hesap cetvellerini, gündelik deneylerini kontrol etti, not defterini alıp masaya oturdu. Narin ise hala kızgındı, kaşları çatıktı. Ellerini göğsü üzerinde bağlayıp uzun kirpiklerini ara sıra oynatıp duruyordu. Deney için hazırlıkları her zaman o yapardı. Vugar ın bu işlerle vakit kaybetmesini istemezdi. Ama şimdi sanki burada misafir gibi duruyordu. Ya da sanki bugün işe başlamış bir talebe gibiydi. Birilerinden emir bekler gibi hali vardı. O birkaç dakika, her zaman olduğu gibi, sessizce durdu. Sonra doğruldu, yüksek sesle konuştu: - Aslında doğru söylüyorlar. Bizde hakiki bilim adamı parmakla sayılacak kadar azdır. Gerçek bilim adamı diyeceğimiz çok az sayıda. Geçen sene müdürümüz gazetede bu konuya dikkat çekmişti: Enstitüde yirmiden fazla kimya sahasında Profesör, yetmiş kadar doktoralı elaman, yüzlerce laborant ve asistan çalışıyor... Anlayamıyorum bu kadar insan küçücük bir enstitüde ne yapıyor? Burası kuluçka makinesi fabrikası değil ki her sene şu sayıda civciv hesabı versin! Vugar kafasını kağıtların üzerinden kaldırdı, hayretle Narin e baktı. Yüreğiyle kalbi hiçbir zaman örtüşmeyen bu kız galiba ona laf vuruyor, işlerinden memnun olmadığını ima ediyordu Aslında, o şişman adam haklıydı. Hükümetimiz ilim için gereğinden fazla fedakârlıkta bulunuyor. Bazen basit bir mesele üzerinde birbirinden habersiz kaç kişi çalışıyor, yüzlerce insan maaş alıyordu. Aslına bakarsanız devletin harcadığına karşılık binde birini dahi karşılayamıyor. Bundan dolayı da işler için buz bile yetmiyor. Vugar`ın rahatsızlığı çabuk geçti. Narin in, su satan şahsın sözlerini unutmadığını gördü. Hiç bir şey söylemedi, dudağının ucuyla gülümseyerek işine devam etti. Birkaç dakika sonra o çalışmalarına kendisini verdi. Bütün dikkatini önünde duran hesaplara verdi, sadece Narin i değil kendisini bile unuttu. Sonunda Narin de sakinleşti. Önlüğünü giydi, kollarını sıvadı. Her zamanki aşk ve şevkle dikkatini cihazlara yöneltti. Sessiz odada onun keskin adımları aralıksız çalışan vakum pompasının monoton sesine karışarak odaya coşkunluk veriyordu. Onlar bugün laboratuvarda her zamankinden daha çok kaldılar. Mesai saatinin bittiğinden herkesin enstitüden ayrıldığından haberleri bile olmadı. Dışarıda hava kararmış, içeride de cihazlar da zor seçiliyordu. Narin dikkatini cihazlardan ayırdı, Vugar a baktı. O, hala dünyadan habersiz işine bakıyordu. Yavaş yavaş yürüyüp ışığı yaktı. Vugar odadaki canlanmayı hissetti. Kafasını elleri arasından bir anlık ayırdı, meraklı bakışlarla Narin i süzdü. Ama bir şey demedi. Narin Vugar`ı artık çok iyi tanıyordu. O, çok iyi biliyordu ki bu anlarda onun dikkatini dağıtmak, kafasında planladığı herhangi bir planı mahvetmek demekti. Narin topukları üzerinde yerine döndü. Aradan iki üç saat geçti. Kız artık ellerine hükmedemiyordu. Bacakları sızlamaya başlamıştı. Şakaklarında ağrılar vardı. Çok yorulmuştu. Vugar ı düşünceli halinden ayıramadı. Cihazları durdurdu. Hatice halanın her zaman sessizce oturduğu tabureyi çekip oturdu. Vugar ı izlemeye başladı. Onun halden hale geçen ekşimiş suratına, alnında kah sıklaşan, kah da seyrelen kırışıklıklara 178

91 sık sık kirpikleri oynayan küçülmüş gözlerine, bazen aceleyle bir şeyler yazan bazen de bir noktada takılan kalan kalem tutmuş eline merakla, tuhaf bir hayranlıkla baktı. O, Vugar la bu kadar hiç ilgilenmemişti. Bilim adamları ne kadar komikmiş! Onlar, hayale dalınca daha da gülünç duruma düşüyorlar!.. diye düşündü. Vugar`ın oturuşu, duruşu çok değişmişti. Yaramaz çocuk gibi yerinde duramıyordu. Bazen dudaklarını çiğniyor, bazen kulağıyla oynuyor bazen de alnını ovuyordu. Bazen de eli ile gözlerini kapatıp sessiz bir şekilde dakikalarca duruyordu. Velhasıl bütün bunlar Narin için izlemeye değer eğlencelik şeylerdi. Sanki hiçbir yerde sergilenmeyen tiyatro gibiydi! O, sessiz sessiz mırıldandı. Herhalde Vugar da artık yorulmuştur. Genleşerek tabureden kalktı. Dikkatini ilk önce yüksek tavanın tam ortasında sallanan elektrik lambası çekti. Yüzlük lambanın gür ışığı biraz daha artmıştı. Demek ki hava bir hayli kararmıştı. Diğer laborutuarlarda elektrikler kesilmiş, çalışanlar evinin yolunu çoktan tutmuştu. Vugar, birden bir şeyler hatırlayıp yan tarafa baktı. Ellerini yüzüne koyup ona dalgın dalgın bakan Narin i gördü, yerinde donakaldı. Biraz vakit geçtikten sonra sordu: - Siz hala burda mısınız? Narin konuşmadı. Kımıldamadı. Dalgın bakan gözleri süzülüp kısıldı, alaylı tavırla hafif gülümsedi. Vugar, sesinin yüksek çıkmasından rahatsız oldu. Güzel bir şeyler söylemek için saate baktı. Şaşkınlığı biraz daha arttı: - Saat on bir mi?! Narin bir şey demedi. Sert bakışlarını ondan gizletmedi. Vugar, bu küskün, tebessümlü bakışlarda suçlama ile beraber fevkalade bir ifade gördü. Tiksindi. O, önceleri de Narin`in bu tür bakışlarına şahit olmuştu. Ama hiç bir anlam verememişti. Daha doğrusu pek önemsememişti. Hatta son iki, üç gün içerisinde kızın çok değiştiği gözünden kaçmamıştı. Şen şak- 179 rak, şakacı kız bir anda başkalaşmıştı. Her zaman dalgın, düşünceli, kaygılı görünmeye başlamıştı. Az konuşuyor, az gülüyordu. Özellikle Hatice hala izne ayrıldıktan sonra o çok sessizleşmişti. Herhangi bir konuda Vugar a başvurduğunda sesi titriyor, heyecanlanıyordu. Yüzü halden hale giriyordu. Vugar ciddileşti. Gayet resmi bir ses tonuyla: - Artık geç oldu. - dedi. - Siz gidin! Ben biraz daha çalışacağım. Aklıma yeni fikirler geldi, yarına kalırsa unuturum. Narin, ağır ağır yerinden kalktı. Önlüğünü isteksiz şekilde çıkardı. İş yerinde giydiği ayakkabıları çıkardı, diğer ayakkabılarını giydi. Vedalaşarak koridora çıktı. Vugar, birden rahatsız oldu. Narin`in isteksiz gidişinin sebebini geç de olsa anlamıştı. Genç kız, gecenin bu vaktinde tek başına nasıl gidecekti? Şimdi tramvaylar, troleybüsler de azalmıştı. Karaşehrin yavaş yavaş uykuya daldığı vakitti. O telaşla kapıyı açtı, arkasından Narin e sesledi: - Bekleyin, ben de geliyorum! Kızın adım atmakta zorlanan ayakları bir anda iyice yavaşladı. Vugar geri döndü, masasını topladı. (O, yorgunluğu geçince çalışmak istiyordu. Bu saatlerde hava serinliyordu.) Çantasını koltuğuna aldı, lambayı kapattı. Bina boşalmış, sessizlik her yeri kaplamıştı. Onların ayak sesleri bütün katlarda yankılanıyordu. Aşağıda, çıkışta bekçi Vugar a kuşkulu kuşkulu baktı, rahatsız olmuş bir tavırla başını salladı. - Çok gecikiyorsunuz, genç adam. Bu kadar gecikmeye gerek var mı? - Bekçi önce çok ciddi idi. Sonra gözlerini kıstı, gözleri küçüldü, parladı. Narin e yol vererek, Vugar`ı kenara çekti. Fısıltıyla: - Anlıyorum, -dedi.- Gençliktir. Ama.. böyle olmaz. Burada öyle şeylere kesinlikle izin vermezler. 180

92 Vugar, bu sözlere önem vermedi. İzin isteyip Narin in arkasından acele ile dışarı çıktı. Gökyüzü pırıl pırıldı. Hilal yolunu yarılamıştı. Hava ılıktı. Onlar tramvay durağında biraz oturdular. Tramvaydan ses yoktu. Narin Vugar a: - İstersen yürüyerek gidelim? Vugar, sağına soluna baktı. Öylesine sordu? - Uzakta mı yaşıyorsunuz? - Hayır, evimiz tam sizin yolunuzun üzerinde. Narin, bilerek evinin yakın olduğunu söyledi. O bütün yolu Vugar`la birlikte yürümek istiyordu. Vugar, kızın ne düşündüğünü anlamadı, çaresiz teklifine evet dedi. Kaldırıma çıktılar. Onlar da etraftaki sessizliğe uydular. Bir hayli sessiz yürüdüler. Sonra Narin sıkıldı. Vugar ın ona bigane kalmasından rahatsız oldu. - Ben her şeyi kendime göre yapıyorum. - diyerek tekrar konuşmaya başladı. İsterseniz bekleyelim?... Ama siz çok yorgunsunuz... Vugar, tekrar dönüp arkaya baktı. Tramvay yine de görünmüyordu. Cevap verdi: - Önemli değil. Vakit kaybetmektense gitmek daha iyidir. Narin başını kaldırdı, gözlerini gökyüzüne dikti, uzaktaki yıldızlar arasında bir şeyler aradı: - Ben sizin için diyorum... Ben bu yolun on katı uzaklığı bile yürüyerek gidebilirim.- O, sizinle demekten kendisini zor aldı. Vugar, konuşmadı. Tekrar arkasına baktı. Onu yolun uzunluğu değil, Narin in biraz önce söylemekten kendisini zorla aldığı kelimeye duymaktan korkuyordu. Kızın sesindeki tuhaf titreyiş onu kuşkulandırmıştı. Narin devam etti: - Biliyorum, yürümeyi siz de seviyorsunuz. Birkaç defa sizi sabah penceremden yürüyerek işe geldiğinizi gördüm Pencerenizden? - Evet! - Narin in sesi çınladı. - Bizim pencereler sokağa bakıyor. Birinci katta oturuyoruz. Vugar düşünceli halde: - İlginç, - dedi.- Peki nasıl oluyor da siz beni pencereden beni işe giderken görüyorsunuz, oysaki ben sizi her defasında iş yerinde buluyorum? - Bunda anlaşılmayacak ne var? Benim adımlarım çok hızlıdır. Yolda sizi geçiyorum. Siz hep düşünceli oluyorsunuz, sağınızdan solunuzdan gelip geçenleri görmüyorsunuz. Narin biraz ara verdi. Vugar a ters ters baktı. Onun konuşmasını istedi. Ancak sessizliği yine kendisi bozdu: - Önceler gelip yanınızdan geçtiğimde üç dört defa size selam verdim. Ama hiç Birisini almadınız... - Hayır olamaz! - Maalesef oldu! - Narin sallandı. Yabancı birisine yeni ısınan çocuk gibi konuştu. - O zaman size çok kırılmıştım, sizinle bir daha konuşmamayı düşündüm. Sonra sizin çok düşünceli olduğunuzu, selamımı işitmediğinizi öğrendim... Şimdi de böylesiniz. Vugar, elinde olmadan gülümsedi. - İyi ki konuşmuşsunuz. Küsmek çok kötüdür. - Ama konuşmak tam olarak barışmak demek değildir. - Neden? - Çünkü konuşmaya mecbursun, bu işimizin gereği. Ama kalbin de kendine özgü istekleri vardır. Vugar ın, biraz önceki korkusu yeniden başladı. Sohbet dönüp dolaşıp istemediği mevzua geliyordu. Konuyu değişmek için tramvayı bahane ederek ekledi. - Bu tramvay nerede kaldı, bir türlü gelemedi... Narin elini salladı. 182

93 - Bu saatten sonra gelmese de olur, artık nasıl olsa geldik. Vugar sustu. Narin, tekrar dillendi: - Bizim evin yeri ve manzarası çok kötüdür. Gürültüden kulaklarımız sağır olacak. İş yerime ve okuluma yakın olması çok güzel. Geçen sene annem evi değişmek istiyordu, iyi de müşteri bulmuştu. Ben izin vermedim. Üniversiteyi bitirdikten sonra değişelim dedim. Doğru mu yapmışım? Vugar ın sesi çıkmadı. Narin ısrarla sordu: - Sizin fikrinizi almak için bir şey sordum, doğru mu yapmışım? Vugar omzunu silkerek: - Siz daha iyi bilirsiniz. Anladığım kadarıyla doğru yaptım, aksi takdirde benim için çok tehlikeli olurdu. Akşam okuldan eve döndüğümde karşıma koyun postunda bir sürü kurt çıkardı. Şimdi bile eve ulaşıncaya kadar yüreğim ağzıma geliyor... Size nerede okuduğumu söylemiş miydim? - Herhalde söylemiştiniz. - Yok söylemedim... Hatırlamıyorum. Söylesem de hatırlamıyorum... Söylememde fayda var. Belki sizden birisi sorabilir. Kendi yardımcınızın okuduğu okulu, ihtisasını bilmenizde fayda var. Vugar kızardı. Narin haklıydı. Böyle cesur, işgüzar yardımcı hakkında bir şeyler bilmemek gerçekten de uygun değildi. - Ben Petrol Kimya Üniversitesinin, Teknoloji bölümünde okuyorum. Akşam okulu dördüncü sınıf talebesiyim. Annem gündüzlü olmamı istedi. Ona kıyamadım. Kendisi hasta. Bizi tek başına büyüttü. Üzerimizde çok hakkı var... - Babanız yok mu? - Hayır. - Vefat mı etti? Çenesi kapanmayan Narin bir anda durakladı Vefat etmedi, başka birisiyle evlendi... - Onun sesi tekrar tutuldu. Bu durum Vugar a dokundu. Yetim kalbi çok yufka olur! - Çok mu oldu? - Evet çok. Ben o zamanlar okula yeni başlamıştım. - Peki babanız size yardım etmiyor mu? Narin derin nefes aldı. Hazin bir ses tonuyla: - Hayır, etmiyor,- dedi ve alt dudağını dişleriyle ısırdı. Sonra üzüntü ve gazapla ekledi: - Sarhoşun, ehlikeyfin birisidir. Kazancını restoranlarda, pavyonlarda bitiriyor. Ayık vakti olmuyor ki bizi hatırlasın?! Narin sustu. Kederli gözlerini uzaklarda dolaştırdı. Tekrar derinden nefes alarak konuştu: - O, bizi terk ettikten sonra annem üzüntüden hastalandı. Dört ay hastanede yattı. Ben postanede işe başladım. Evlere gazete, dergi dağıtarak ailemi geçindirdim... Vugar, daha da etkilendi. Narin e acıyarak baktı. İnsanları tanımak ne kadar da zormuş! Bu şen şakrak kızın ne kadar acı kaderi varmış? O, kaderini nasıl da ustalıkla saklıyormuş?!. - Benim bu hızla yürüyüşüm postanede çalıştığım dönemden kaldı. - Gülümsedi. Çocukluğunun kederli masalını garip bir zindelikle tamamladı: - Artık babama ihtiyacımız yok. Şimdi maaşım iyi ve bize de yetiyor. Bu sene küçük kız kardeşim de işe başladı. İki yıla kadar ben de Üniversiteyi bitireceğim. Sonra annem inşallah sıcak sudan soğuk suya elini sokmayacak. Evde oturup dinlenecek ve kendi tedavisi ile meşgul olacak. Beş on adım yine sessizce yürüdüler. Narin kendi kendine konuşuyormuş gibi yavaşça fısıldadı: Ama çok kötü bir şey yaptım. Annem öğrense buna çok üzülecek... - Ne? - Vugar birden sordu. O, artık her şeyle ciddi olarak ilgilenmeye başlamıştı. 184

94 - Bahar dönemi sınavlarında başarılı olamadım. - Hiç birinde de mi? - Evet. - Niçin? - Çalışmaktan vakit ayıramadım... Hatice hala hastalandığı için izne erken ayrıldı. - Peki bana niçin demediniz, size izin verirdim. - Siz, tek başınıza kalırdınız. - Narin kafasını salladı. Hayır, bu doğru olmazdı. Siz, izin verseniz de ben gitmezdim. Son sınav değil ya çalışır, sonbaharda tekrar girerim. Narin in düşüncesi Vugar ı bu defa da kendisine hayran bıraktı. Kalbinde bu tuhaf kıza karşı sonsuz minnet hissi belirdi. Ama bu hissi nasıl ifade edeceğini bilemedi. O, düşünene kadar kız tekrar konuşmaya başladı: - Teşekkürler! Vugar şaşırdı. Be ne demekti şimdi? Kıza hayretle baktı. Narin ayaklarını yan yana getirip durdu. - Size zahmet verdim, hakkınızı helal ediniz. Vugar, bu sözlerin ne anlama geldiğini anlamadı. Kızın şeytan gözleri birden parladı. - Evimiz burası. Size hayırlı geceler! Vugar, kendisine uzatılan küçük eli aceleyle sıktı. - Size de hayırlı geceler! 2. Bölüm Cennet Ana yatağını terasa çıkarmıştı. Bütün camları açıp kendine yer yapmıştı. Ancak uyuyamıyordu. Sıcakta beklemek yaşlı kadının uykusunu kaçırmıştı. Vugar, onunla bahçede karşılaştı. Cennet Ananın elinde büyük bir mendil vardı. Yavaş yavaş geziyor, ara vermeden iki de bir mendili yüzüne sallıyordu. O, Vugar ı her zamanki gibi 185 azarlamadı. Nerede kaldığını, aç olup olmadığını da sormadı. Anlaşılan sıcaklık yaşlı kadını bunaltmıştı. Sıcakları görüyor musun oğlum?.. Sanki cehennem sıcağı, her yeri yakıp kavuruyor diyerek yakındı. Gerçekten de hava çok sıcaktı. Yaprak bile kıpırdamıyordu. Dört tarafı yüksek apartmanlara çevrilen küçük bahçe gece yarısı olmasına rağmen hala serinlememişti. Alt katta kalanların bazıları dışarı taşınmışlardı. Hafif, katlanan yataklar kapıların önüne sırasıyla dizilmişti. Vugar, konuşmadı. Yavaşça eve geçti. Mendilini elinden bırakmayan Cennet Ana da onun arkasından gitti. Ama terasa geçmedi. İçeri girme. diyerek Vugar ı gömleğinden geri çekti. Odalara girmek mümkün değildi. Cennet Ana sandalye çekerek pencerenin karşısına koydu, oturdu. Vugar a da sandalye verdi, şimdilik orada oturmasını söyledi. Geniş basma gömleğini yakalarından tutup yellendirdi, sıcaktan yakındı. Bugün ölüp ölüp dirildim. Öğlenden sonra nefes alamadım. Kalbim az daha duracaktı. Bu sıcaklarda nasıl çalışıyorsun? Nasıl dayanıyorsun? Ben yalnız değilim Cennet Ana. Enstitüde benimle birlikte çalışanlar var. Yok, çocuğum, yok! Yaşlı kadın kararlılıkla başını salladı. Ben de çalıştım, çalışanları da gördüm; ama senin gibisini hiç görmedim. Çalışmanın da bir sınır var, insan bu kadar da canına kastetmez ki! Benim işim bunu gerektiriyor, Cennet Ana. Zaman çok önemli, beklemeye gelmez. Peki İsmet senin gibi değil mi? O, niçin istediği gibi zaman bulabiliyor?... İki de bir dinlemeye gidiyor. İsmet in işi biraz kolaydır. Öyle deme! Cennet Ana itiraz etti. O, benden daha çok canının kıymetini bilir, desene. Kendisini boş yere yormaz, üzmez. Böylesi daha doğru olurdu! 186

95 Vugar, ısrar etmedi. Sütkardeşi hakkında daha fala konuşmanın bir anlamı yoktu. Kendisi onun dinlenmeye değil de başka amaçlar için gittiğini çok iyi biliyordu. Alagöz ün aşkı Büyük bir ilim adamının damadı olma hevesi onun aklını başından almıştı. Bunun için Kislovodski ye gitti. (Güneşlinin ailesi her yaz orada dinleniyordu.) Vugar, bunları Cennet Ana ya söylemeye gerek duymadı. Çok yorulmuş, susamıştı, ağzı kurumuş çok zor konuşuyordu. Su istedi. Cennet Ana ona yeni demlenmiş kokulu çay getirdi. Al, şunu iç dedi. Su kafi gelmez. Yaz çayıdır. Susuzluğunu hemen giderecek. Vugar, çay içti. Daha da hararet bastı. Kalkıp bahçeye çıktı. Cennet Ana onun dışarıda uyumasını tavsiye etti. Kimden utanıyorsun? Sen de herkes gibi bu mahalledensin. Yatağını dışarı çıkar, orada rahatça uyu. Vugar, teri biraz soğuduktan sonra içeri tekrar döndü. Oda çok sıcaktı. Aldırmadı. Teri soğuduktan sonra yatağına uzandı. Çabucak uyumak için kirpiklerini sıkıca kapattı. Uyumadan önce yarım saat hayal kurmak adetiydi. Ama bu kez âdetini bozmak istedi. Artık yorulmuştu. Narin den ayrıldıktan sonra yürüyerek geldi, adımlarının sayısı kadar kafasına fikir geldi. Hem bedenen hem de ruhen yorulmuştu. Uyumak istiyordu, sadece uyumak! Ama içerisinin sıcağı onun da uykusunu kaçırmıştı. İnce yorganı yan tarafa attı, sağa sola döndü; ama yine de rahat edemedi. İlk defa sütkardeşi İsmet e imrendi: Cennet Ana doğru söylüyor. İsmet canının kıymetini biliyordu. Keyfine düşkündü. O, denizde sefa sürüyor ben de bu cehennem sıcağında kavruluyorum... Bu düşünceler, onun yorgun beynini karıştırmaya yetti de arttı bile. O, yine İsmet i düşündü. Sütkardeşinin önceleri tasvip etmediği hareketlerine şimdi kendisi imreniyordu: Aslında iyi yapıyor. Hem dinleniyor hem de... Belki orada işi de iyi gider. Böylece ben de rahat ederim. Canımı Merhamet hanımdan, Ziya Leleyev den kurtarırım. Söz sohbet de böylece biter. Arzu nun bu işlerden haberi olmaması güzeldi. Merhamet Hanım ın niyeti belli idi. Bütün olup bitenlerden Arzu nun da haberi olsa beni sıkboğaz eder, canımı sıkardı... Vugar, birden aklına gelen ikinci düşünceden telaşlandı. Daha da tedirgin oldu. Hemen kalbinin derinliklerinde bir rahatsızlık beliriverdi: Narin in dalgın bakışları, ışık saçan gözleri hayal ekranında canlandı. İşim çok iyiydi, şimdi bu nereden çıktı! dedi. O, sinirinden arkasını döndü. Elini karanlıkta havaya salladı. Sanki sinek kovalıyordu. Biraz sessiz kaldı, içten gülümsedi: Ama çok garip bir kız. Çocuk gibi masum. Hile nedir bilmiyor. İçi de dışı da aynı... Narin e olan ilgiden doğan bu candan tebessüm Vugar ın dudaklarından bir hayli silinmedi. Biraz sonra güvenlik görevlisinin ona Narin den gizli dediği sözler aklına geldi: Anlıyorum gençliktir...ama bu tür.. Şaştı kaldı. Onun söylediklerini şimdi daha iyi anladı. Yok, dedi. Güvenlik görevlisinin şüphelenmeye hakkı var. Genç kızla koca binada tek başına kalmak doğru değil. Kim olsa bundan kuşkulanır... Bu kadarı yeter artık. Yarından itibaren onu izne göndermek gerekir. Tek başıma olduğumda bundan daha iyi çalışırım, böyle gereksiz şeylerle zihnimi de yormam. Dedi kodu da çıkmaz böylece... O, birazcık olsun rahatladı. Heyecanı, rahatsızlığı azaldı. Sanki odanın sıcaklığı da azalmıştı. Ayağa kalktı. Yastığı terden vıcık vıcık olmuştu. Diğer tarafını çevirdi. Rahatça uzandı. Bir iki dakika hiç kımıldamadı. Hiç bir şey düşünmedi. Sonra yine hayal çilesi başladı. Bu defa da Arzu yu hatırladı. Bir aydan beri görüşemiyorlardı. Okullar tatil olur olmaz, Şirinbacı yla yazlığa gitmişti. (Ağarza hala izne ayrılmamıştı.) Bu süre zarfında Vugar iki defa Arzu nun sesini duymuştu. Her ikisinde de kız kendisi aramıştı. Vugar a adres verip onu yazlıklarına davet etmişti. Fakat Vugar, görmek için can attığı sevgilisinin bu teklifini geri çevirmişti. Vaktinin olmamasındownloaded from KitabYurdu.org

96 dan, işinin fazlalığından şikâyet etmişti. Geçen hafta Ağarza da onu aramış: Yazlığa gidiyorum. Vaktin varsa gel seni de götüreyim. Bir gün bile dinlenmek ganimettir demişti. Vugar bu saygılı ihtiyarın davetini de geri çevirmedi. O, şimdi bütün bu olaylardan, sonra Arzuyu daha çok özledi. Onunla acil olarak görüşmek için can attı. Allah kahretsin! Arzu nun gözünü yolda koydum. Böyle aşk mı olur?... Böyle gençlik mi olur?!. Yok, ben galiba, hislerim kaybetmişim, hevesim kalmamış, ihtirasım sönmüş... Vugar kendinden kuşkulandı. Kalbindeki hasret duygusu giderek güçlendi. O kadar ki bu saatte araba bulsa kalkıp yola koyulabilirdi Bölüm Enstitünün girişinde omzuna hafif bir el dokundu. Sıçrar gibi oldu. Ancak o anda da kalbindeki şüpheden vücudu titredi. Ziya Leleyev den başkası böyle bir şey yapmazdı. Kendisini çok kötü hissetti. Bu da nereden çıktı şimdi?... Yine ne konuşacak? diyerek kalbinden Ziya ya küfretti. Arkaya dönmek istemedi, onu görmemek için. Belki ondan kurtulabilirdi. Ancak Leleyev in ince sesi yerine kalın bir ses onu yolundan çevirdi. Hayırlı sabahlar, Şemsizade! Vugar, elinde olmadan sesin geldiği yöne doğru döndü. Profesör Bedirbeyli yi karşısında görünce şaşırdı. Şaşılacak şey! Hangi dağın kurdu ölmüştü? Bedirbeyli ona böyle samimi davrandı?!. Geç cevap verdi: Hayırlı sabahlar, hocam! Bedirbeyli onu baştan aşağı süzdü. Hiç iyi görünmüyorsun, hayırdır bir şey mi oldu? Hayır! Vugar tuhaf aceleyle cevap verdi. Sesinde nedense bir şeylerden çekinen bir insanın haletiruhiyesi vardı, yüzü kızardı. 189 İnanmıyorum! Bedirbeyli dudaklarının ucunda titreyen dalga geçirmişçesine gülüşünü gizletmek istermiş gibi elini ağzına tuttu. Cevabın da benim kuşkuma hak veriyor... Çok mu heyecanlısın. Vugar, cevap vermede zorlandı. Bakakaldı. Bu da neyin nesiydi? Bedirbeyli den korkuyor muydu yoksa? Neden dili, dudağı kurumuştu? Kalbi neden çırpınıyordu?... Böyle zayıf irade ve zayıf kalple yarın tartışmalarda ne yapacaktı?! O, hatasını düzeltmeye çalıştı. Ancak gecikmişti. Bedirbeyli yine de elini ağzına yakınlaştırdı. Gözleri kurnazca gülümsedi. Benden saklama, açık konuş! Bir şey gizlemiyorum, hocam. Tedbir yiğidin ziynetidir, demişler, yavrum. Ama ihtiyatın nerede ve nasıl olması önemlidir. Benim gözlerimden hiçbir şey kaçmaz. Ben insanın yüzünden ne düşündüğünü hemen anlarım. İşler senin dediğin gibi iyi gitseydi böyle telaşlı görünmezdin. Yazın bu sıcaklarında şehirde kalıp canını sıkmazdın. Bir deri kemik kalmışsın. Beşir Osmanoviç, bir şeyler düşünüp aniden sesini kesti. Vugar a dik dik baktı, kederli bir şekilde devam etti: Sorun olduğunu gözlerinden okuyorum. Sen de, peki kendin niçin bu sıcaklarda şehirde kalıyorsun, burada seni gözleyen birisi mi var, diye düşünebilirsin. Herkes evini terk etti, tatil yerlerinin yolunu tuttu. Peki ben niçin buradayım?... Öncelikle şunu söyleyim, ben şehirde değil, Bilgehteki yazlığımda kalıyorum. Çok önemli bir işim olduğunda enstitüye geliyorum. Buraya göre orası biraz daha serindir, yayla gibidir. Benim kendime göre sıkıntılarım var. Senin patronun gibi Kislovodskiye, Pyatigorski gibi yerlere keyif çatmaya gidemem. Maddi bakımdan değil tabiî ki. O bakımdan bir sıkıntım yok. Kazancım onunkinden çok. Ama benim yüküm ağır. Birkaç aydır hanımım felçli yatıyor. Başka şehirlere götürmeye doktor izin vermiyor. Onu da yalnız bırakıp gidemiyorum

97 Bedirbeyli, öylesine öksürdü boğazını temizledi. Adeti üzere çenesini ileri geri hareket ettirip yeniden konuya döndü: Kırılma ama senin halini bir misalle anlatacağım. Tilkinin pazarda ne işi var, demişler ayağını kırmışlar. Duydun mu darbı meseli? Evet, duydum. Vugar alçak sesle cevap verdi. Çok güzel! Bu senin durumunu çok güzel anlatıyor. Üzerine vazife olmayan bir işin altına girmişsin. Gereksiz bir işin altında eziliyorsun. Ne kadar çalışıp çabalasan da bir şey çıkmayacak. Doğru mu?... Dürüstçe kabul et bunu. Kıskanmakla alakası yok. Ben seni dostunum. Bunu da bilmeni istiyorum. Sana acıdığım için söylüyorum bütün bunları. Vugar konuşmadı. Meseleyi anladı, her ne kadar içinde fırtınalar kopsa da belli etmemeye çalıştı. Bedirbeyli esas konuya geçti: Ben senin istidatlı ve becerikli olduğunu biliyorum. Akıllı, düşünceli bir gençsin. Bilim dünyasına kendi çalışmalarınla bir şeyler kazandırmak istiyorsun. Bu takdir edilecek bir durum. Ancak istemek başka, onu hayata geçirmek başkadır. Sen çok acele ediyorsun. Dereyi görmeden paçalarını sıvıyorsun. Acele etmenin faydası yok. Affedersiniz, hocam. Siz... Sabret! Bedirbeyli Vugar a bağırarak sözünü ağzında koydu. Sabretmesini bil! Biz her şeyden önce Azeri yiz. Halkımızın çok güzel bir adeti var. Büyükler konuşurken küçükler dinler. Ben senin baban yaşındayım. Vugar, bir şey demedi. Bedirbeyli, unvanına, eskiden gördüğü saygıya dayanarak yavaş yavaş konuşmaya devam etti: Ben, biraz önceki sözleri boşuna demedim. Biraz kırıcı da olsa bilerek söyledim. Duyduğuma göre yetimmişsin, kimin kimsen yokmuş. Sana mı kaldı aslı astarı olmayan boş işlerle uğraşmak. Güneşli nin sana acıdığını, merhamet ettiğini mi sanıyorsun?... O, seni kullanıyor. Kendi emellerine alet ediyor. Kendi danışmanlığı altında bir şeyler yapmak istiyor. 191 Bu konuları çalıştırıyor desinler diye çabalıyor. Yarın senin emeklerinin boşuna çıkması pek de umurunda değil!.. Söz dönüp dolaşıp Güneşli`ye gelmesi Vugar`ın canını sıktı. Bedirbeyli, bu durumu onun gözlerinden hemen okudu. Açıkça hücum etmeye başladı: Önceleri sana çok kızıyordum. Niçin? Nedenini biraz önce söyledim: Düşünmeden hareket edip sonu olmayan bir işin altına girdin. Yıllardır Amerikan ın önde gelen bilim adamlarının, sınırsız imkanları olmasına rağmen, üstesinden gelemediği bir meseleyi sen mi çözeceksin?... Çok komik! Boşuna kürek çekip duruyorsun. Yedi sekiz ay önce gerekli imkanların olmadığını bahane etmeye başladınız. Kendinize yeni bir laboratuvar bile ayarladınız. Peki sonuç ne? Soruyorum, hadi cevap ver?! Neticesi var, hocam. Var çok genel bir cevap. Somut konuş! Zamanı gelince somut konuşacağız. Ölme eşeğim ölme... Bedirbeyli ağız dolusu kahkaha attı. Ne zaman gelecek o zaman?! Yakında. Anlaşıldı. Her şey ortada!... Bu konuda bir neticeye varmanız mümkün değil. Bedirbeyli, kendisinden memnun bir eda ile çenesini uzatıp çekti. Bak, söz dinlememenin sonu bu. Sesin soluğun kesiliyor. Cevap veremiyorsun. Sen ve danışmanın Güneşli, bir şeyi çok iyi bilmelisiniz. Moskova`daki, Leningrad`daki dünya çapındaki ilim adamlarının üstesinden gelemedikleri bir meseleyi siz mi çözeceksiniz. Şapkanı önüne koy, düşün bu ukalalık değil de başka nedir? Vugar şaşırdı. Çok ilginç bir iddia idi bütün bunlar. Bu iddiada tutuculuk da cahillik de vardı. Filan filan şahıslar bu meseleyi ele almamışlarsa o zaman bu konu önemli değildir... Ah otorite ah!

98 Özür dilerim, hocam, sizin iddialarınızda gereğinden fazla temkin söz konusu, hiçbir dayanağı yok. Biz kendi gücümüze inanmalıyız. O, hangi güçtür, yavrum? Peki, bu güç şimdiye kadar neredeydi? Bedirbeyli, suçlayıcı bakışlarını Vugar ın gözüne dikti. Kibirli bir eda ile: Hiç zahmet etmeyin, dedi. Kendini haklı çıkarmaya çalışma! Senin de, danışmanının da yerine mantık çok güzel cevap veriyor. Ben size o zaman toplantıda boş bir hayalin peşinde olduğunuzu defalarca söylemiştim. Ama dinlemediniz. Bir büyük olarak size tekrar söylüyorum. İster inanın ister inanmayın benden söylemesi. Ben üzerime düşeni yapıyorum. Yetimsin, kimsen olmadığı için sana açıyorum. Emeğin boşuna gitsin, heder olsun istemiyorum. Vugar, vücudunun titrediğini hissetti. Bedirbeyli`nin ona sık sık yetim olduğunu, kimsesinin olmadığını hatırlatması rencide edici idi. Tahammülü kalmamıştı. İsyankar bir ses tonuyla: Bunun meselenin bilimle ne alakası var? dedi İsyankâr bir ses tonuyla: Benim öksüzlüğüm, kimsesizliğim beni ilgilendirir! Bedirbeyli`nin dudaklarında ince alaylı gülümseme belirdi. Bak, gördün mü? O, elini ve başını aynı anda salladı. Gençlik hissine kapıldın yine... Sen hangi dünyada yaşıyorsun? Bizde her şeyin insanın mutluluğu için olduğunu, Sovyet ilminin buna hizmet ettiğini bilmiyor musun? Toplumumuzun faydasına, insanımızın refahını yükseltmeye yaramayan bilim gıyl ü kaldir. Sen de bu ülkenin vatandaşısın. Senin geleceğini biz de düşünmeliyiz. Yarın bütün çalışmaların boşa çıktığında, işsiz güçsüz kaldığında biz de zarar göreceğiz. Herkes bize o zaman siz neden uyarmadınız diye soracaklar. Niçin ona doğru yolu göstermediniz diyecekler... O zaman ne cevap vereceğiz. Sanki benim sözünü dinleyen var da! Herkes bir yol tutmuş gidiyor Vugar, tekrar susmak zorunda kaldı. Deneylerden hala kesin sonuç elde edememesi onun ağzını, dilini bağlamıştı. Bu, ilk ve en önemli deneylerdi. Yarın yapacağı deney sonuçları da istediği neticeyi vermezse Bedirbeyli gibilerin ağzını nasıl kapatacaktı. Onların suçlamasından yakasını kurtarması mümkün değildi. Şimdi ağzına geleni söyleyen Bedirbeyli bakalım o zaman ne diyecekti!... Vugar aniden irkildi. Tereddütler, kuşkular kalbinde anbe an arttı; onu sarstı. ruhunu sıktı. Bedirbeyli, Vugar`ın korkularını hemen sezdi. Aynı tarzda deva etti: Zararın neresinden dönersen kardır, demişler. Cehennem olsun yeni yakıt da diğerleri de. Neyine gerek böyle karışık işlerle uğraşmak. Horoz olmayınca sabah olmaz mı?... Başkaları ne yapıyorsa sen de öyle yap. Kolayca netice elde edeceğim yüzlerce konu var. Al onların birisini hazırla ve savun. Sen aile kurmalısın. Yemen, içmen iyi olmalı, boş işler karın doyurmaz. Bedirbeyli, söylediklerinin tesir edeceğine inanarak sesini kesti. Bir dakika sonra aynı tarzda devam etti: Ben, tabiî ki, bu konunun tamamen aleyhinde değilim. Şehirlerimizin havasını zehirli dumanlardan temizleyen, motorların ömrünü uzatan, insan sağlığını koruyan, bütün canlılara faydası olan yeni yakıt fikri çok güzeldir. Ama şu an bu tezi gerçekleştirecek teknik imkanlar yok. Belki on, on beş yıl sonra teknolojik gelişmeler bunun da gerçekleşmesini sağlayacaktır. Sonu belli olmayan bir problem üzerinde kafa yormaktansa kendi hayatını düşünmek daha akla uygundur. Ben bu kadar söylüyorum. Gerisini siz düşünün. Git, salim kafayla bu meseleyi tekar düşün, kararını sen ver. Söylediklerimi eğer anlarsan, yanıma gelirsin, gerekeni yaparız. Bedirbeyli, nasihatini vurgulu bir şekilde tamamladı. Şehadet parmağını havada gezdirdi, ağır adımlarla oradan uzaklaştı. O, gururlu yürüyüşüyle, el, kol hareketleriyle bir şeyler ima ediyordu. Vugar, bir süreliğine yerinde dona kaldı. Bedirbeyli bütün bu uyarıları niçin yapıyordu? Niçin bu işle ciddi olarak ilgiledownloaded from KitabYurdu.org

99 niyordu? Yoksa burada bir hile mi saklıydı?... Belki Beşir Osmanoviç onu bilerek endişelendiriyordu! Vugar yerinde kalakaldı. Profesör Beşir Bedirbeyli gözünden kayboluncaya kadar kirpiklerini oynatmadan arkasından baktı. Önceleri de bu ihtiyardan nefret ederdi. Güneşli`nin ve diğer büyük bilim adamlarının bu şımarık ihtiyara olan saygısı, her zaman, her konuda onu haklı bulmaları, asılsız ilmi tartışmalarına gereken cevabı vermemeleri ona hem garip gelirdi. Bunları şahit olunca sinirlenirdi. O, şimdi bütün bu tavizlerin sebebini anlamıştı: Hayır, Beşir Bedirbeyli onun düşündüğü kadar, Ziya Leleyev`in söylediği gibi arkası kolayca yere vurulacak, üstesinden kolayca gelinecek birisi değildi. Bu hamura daha çok su gerekecekti! Bölüm Profesör Beşir Osmanoviç Bedirbeyli ilim alemine direkt olarak üretim sahasından gelmiştir. Tabiri caizse, cefa çekerek taşlı, kayalı yolları baştan sona adımlamamıştı. Sanki Allah, ilmi dereceleri ona gökten zembille indirmişti. Hayatın bu hoş lütufları İlahi bahşişler herkesin bahtında, talihinde olmuyor. Devlet kuşu her fakiri bulup omzuna konmuyor. Bedirbeyli Allah`ın en sevimli kulu, dünyanın en mesut insanlarından birisiydi. Yetmiş yaşını bitirmesine rağmen, şimdiye kadar maddi manevi bir sıkıntı, sarsıntı geçirmemişti. Zamanın kavgaları, keşmekeşleri onu teğet geçmişti. Sağlığı iyi, bünyesi de çok güçlüydü. Buz baltasından bile sertti. Zayıf olmasına rağmen bugüne kadar ne başı ağrımış, ne dişi sızlamıştı. Diğer akranları gibi hastane nedir, doktor nedir bilmiyordu. Nezlesini soğuk algınlığını da her zaman ayaküstü geçirmişti. Kısaca bir eli yağda bir eli balda idi. Beşir, fakir, yoksul bir petrol işçisi ailesinde doğmuştu. Babası devrimden çok çok önce Güney Azerbaycan`dan Bakü madenlerine gündelik yevmiye ile çalışmak için gelmişti. Burada da kendisi gibi fakir, yoksul bir kızla evlenmişti. Eli na- 195 sırlı, yüreği kederli idi. Miskin bir ömür sürmüştür. Ömrünün baharında vefat etmişti. Öldüğünde üç metrelik bir kefene bile sarılmamıştı. Ailesinden uzakta, vurduğu sondajdan petrolün şiddetle fışkırması neticesinde canından olmuştu. Vücudundan bir parça bile bulunamamıştı. Ama üzülmeye gerek yoktu. Ömrü az olan babanın kara bahtı, oğlunun bahtını açmıştı. Azerbaycan, Sovyet yönetimine geçtikten sonra Beşir himaye edilmişti. İlk önce çocuk esirgeme kurumunda büyütülen Beşir, daha sonraları çalışmak için yeni açılmış fabrika okuluna gönderildi. O, çok çevik ve kabiliyetli bir çocuktu. Hem okudu, hem çalıştı. Sanat mektebini bitirdikten sonra da işçi gençler fakültesini kazandı. Artık tüm kapılar onun yüzüne bir bir açılmaya başladı. Çünkü o bir işçi çocuğuydu. Adaletsiz zamana günahsız kurban olmuş işçi çocuğu! Beşir in aynı talihi taşıyan yüzlerce çocuk vardı o dönemde. Ama bu fırsattan yararlanan, sosyal geçmişinden istifade ederek meşhur olanı çok az idi. Hiç şüphesiz bunun için de güçlü bir yetenek beceri gerekiyordu. O, üniversiteyi de imtihana girmeden çok kolaylıkla kazandı. Eğitimini bitirip, iş hayatına atıldığında da talihi kendisine yardımcı oldu. Büyük bir petrol rafineli fabrikasında işe başladı. Çok kısa sürede çalışkanlığı ve yüksek gayretleri neticesinde başarıya ulaştı. Üç yıl boyunca üç önemli vazifeye geldi, fabrikaya baş mühendis olarak atandı. Hakikaten de o yıllarda fabrikanın işleri güzel gitti, üretim çok güzel idi. Gazeteler sayfalarını Beşir`e sonuna kadar açtı. Muhabirler kalemlerini büyük bir şevkle onu övmek için kullandılar, en değerli söz incilerini ondan esirgemediler. Beşir, yükseldi, prestij sahibi oldu. Kısa bir süre sonra onu fabrikalar birliği idaresine başkan seçtiler. Bütün teşkilat ve müesseselerde çalışanlar Bedirbeyli`nin emrine amade oldular. Petrol üretiminde önde olanlara ödül vermek gerekiyordu. Beşir in ismi listenin en başında yer alıyordu. Devlet nişanı, madalya sohbetleri başladı. Beşir, madalyaların en şereflisine layık görüldü. Bir yere saygın bir temsilci gönderilmesi gerektiğinde Beşir yine unutulmadı. Doğum günlerinde, bayram 196

100 şenliklerinde de o, her zaman hatırlandı, birçok yere fahri başkan seçildi. Ülkede petro kimya endüstrisi güçlendiğinde, yeni ilmi araştırma merkezleri açılması gündeme geldiğinde Beşir Bedirbeyli ilk hatırlanan kişi oldu: Bu yeni bir meseledir, çok sorumluluk isteyen bir iştir. Ona partiye üye olan, güçlü, istidatlı ve teşkilatçılık yönü güçlü olan bir yönetici lazımdır. Bedirbeyli önemli ilmi araştırma enstitüsüne müdür olacak en uygun adaydır. Onun karlı ve isabetli teklifleri, üretime getirdiği yeni görüşlerin sayısı sınırsızdır. Bizim hiçbir ilim adamımız Beşir Bedirbeyli kadar devlete faydası olmamıştır... Evet, Bedirbeyli yeni açılan Bilimsel Araştırmalar Enstitüsüne müdür olarak atandı. Beşir, çok uyanık birisiydi. Yüksek eğitimli, her yönden hazır olan bilginlerle iş birliği yapmak ve ilmi çalışmalara rehberlik etmenin nasıl sorumlu bir iş olduğunu algılıyordu. Bundan dolayı da ilk günden itibaren işini sağlama aldı. Çevresine yalaka ve avanak tipli insanları topladı. Onları sadakatlerine göre değerlendirdi, çeşitli görevler verdi. Tecrübesine dayanarak biliyordu ki, ilmi bakımdan kendinden zayıf olan insanlarla çalışmak daha kolaydı. Böyle insanlarla çalışırsa kendi faaliyetleri öne çıkacak ve onlardan daha ileride görülecektir. İstidadından, bilgisinden çekindiği insanları enstitüden uzaklaştırmaya başladı; onun lisanıyla onları, zararsızlaştırdı. Bu uzaklaştırılan şahıslardan birisi, belki de en tehlikelisi Söhrap Güneşli idi. Bedirbeyli daha fabrikalar birliğinin başkanı görevini icra ederken onunla çok şiddetli bir şekilde vuruşmuştu. Güneşli`nin darbesini almıştı, öcünü kıyamete bırakmaya niyeti yoktu. İlim adamları onun hakkında çok yazı yazmış, onun kaba tutumundan, kendi başına buyruk olmasından şikayet etmişler, farklı teşkilatlara dilekçeler yazmışlardı. Ama bir netice elde edememişlerdi. Çünkü, Bedirbeyli`nin arkasında çok yetkili şahıslar vardı. Kısa sürede isyanı bastırdılar. 197 Beşir, enstitüde makamını sağlama aldıktan sonra akademik kariyer elde etmek için harekete geçti. Çarpışmaya başladı. O da çok iyi biliyordu ki çok yakın bir zamanda ondan akademik kariyer de soracaklardı. Çok kısa bir sürede doktor, daha sonra da Profesör oldu. Yine övüldü, yine gazetelerde çarşaf çarşaf haberleri yer aldı. Ama onun ilme getirdiği yenikleri hiç kimse anlamıyordu. Beşiri methedenler, onun hakkında uzun uzun makaleler yazanlar bile, bu ince mesele hakkında üç beş cümle kurmakla yetiniyordu. Daha çok onun geçmişteki üretime yapmış olduğu katkıdan, teşkilatçılığından becerilerinden genişçe bahsediyorlardı. Her çıkışın bir inişi vardır. derler. Sonunda Bedirbeyli de inişe geçmişti. Söhrap Güneşli`nin ve diğer ilim adamlarının gayretleri ve sıkı çalışmaları neticesinde onu enstitüdeki idari görevinden uzaklaştırdılar. Beşir in keyfi kaçtı, boynuzu kırıldı. Ama o yılmadı, çalışmaya devam etti. Eski prestijini korumak, meslektaşları arasında saygınlığını korumak için çaba sarf etti. Uyanıklığı, kurnazlığı burada da onun yardımına koştu. Kendisini muhaliflerinin yerine koydu. Onlardan özür diledi. Yalvarışa geçip yanlış yaptığını, hata ettiğini itiraf etti. Dost meclislerinde, özel sohbetlerde, gizli toplantılarda bahaneler uydurup, yeminler ederek suçun kendisinde olmadığını bütün olanların yukarıdan gelen bir emirden dolayı olduğunu iddia etti. Yalanın ne olduğunu bilmeyen, saf ve ince kalpli insanlar, Beşir`in yalanlarına, yakarışlarına yeminlerine inandılar. Yüreklerindeki kin ve nefreti sildiler. Hatta, onu çok iyi tanıyan, kurnazlığını bilen Güneşli bile Beşir`in bu oyununa geldi. Hem, düşene vurmanın ne anlamı vardı? O cezasını aldı, bitti! Bedirbeyli`nin karakterinde bazı değişiklikler görülmeğe başlandı. Başkanlık devrinde işçilerin selamını gönülsüz, itinasız alan Beşir, şimdi küçükten büyüğe herkesle selamlaşıyordu. Onlarla tokalaştı. Davet edildiği her yere de gitti, edilmediği yere de. Böylece insanları büyüledi. Bir anda melek gibi oldu. Eski günahlarını unutturdu. Kendi ise hiçbir şeyi 198

101 unutmadı. İntikam almak için fırsat kolladı. Ayları yıllara bağlayarak bekledi. Ve sonunda Bedirbeyli nin yeniden yükselme günü geldi. Üretimin tüm sahalarında kimya ürünlerini kullanma projesi gündeme geldiğinde o, maskesini çıkardı, eski gururu ve tekebbürünü tekrar takındı. Enstitüde bu konuda yapılan toplantıda kürsüye ilk o çıktı. Nutkuna yüksek sesle başladı: Arkadaşlar!!. Beşir`in ilk kelimesi gösterişli toplantı salonlarında, çok güçlü mikrofonlardaki gibi, yankılanıp dalgalandı. O bundan ilham aldı. Kucağına sığmayan kürsüye her iki taraftan sarıldı, kabarık göğsünü kürsüye öyle yapıştırdı ki sanki ebediyen orada heykel olup kalacaktı. Çok değerli meslektaşlarım!.. Devrin, zamanın talebi yeni açılımları gerekli kılmaktadır. Hayat hiç durmadan ilerlemekte, toplumumuz gelişmektedir. Eşi benzeri olmayan cihanşümul gelişmelere gebe dünyamız!... Bedirbeyli, elini kolunu ölçüp, göğsünü kürsüye daha da yaklaştırdı. Daha büyük, daha azametli görünmeğe çalıştı. Tabanlarını kaldırarak, dik durdu. Gelin, bu talepler açısından kendi işlerimize daha açık, daha objektif bakalım. Komünist prensiplere dayanarak son yıllarda yaptığımız faaliyetleri iyi ve kötü şeklinde değerlendirelim. Bakalım, şimdiki başarılarımız nedir, görelim? Devrin isteklerine nasıl yanıt veriyoruz? Hayata, onun dev adımlarına ayak uydurabiliyor muyuz? Bir ilim adamı, saygın bir insan olarak halkımıza, vatanımıza, partimize nasıl hizmet ediyoruz?.. O, kızgın, soğuk bakışlarını sıraların arasında dolaştırdı. Rakiplerine galip nazarıyla baktı. Ve sorularına kesin bir hükümle cevap verdi: Elbette, kötü!...hatta daha da kötü!!. Peki, bunun sebebi nedir? Suçlusu kimdir? Böyle başarısız faaliyetlerin ucu kime dayanmaktadır? İşte, ilk olarak buradan başlamak gerekir. 199 Bizim geri kalmamıza sebep olan amilleri araştırmalıyız. Bu sebepleri hiçbir şeyden çekinmeden ortaya çıkarmalı, toplum karşısında açıkça söylemeliyiz. Beşir Osmanoviç derinden nefes aldı. Ciğerlerini hava ile doldurdu ve bundan sonra hızını alamadı. Sözü söze ekleyerek tam bir saat boyunca nutuk çekti. Partinin yeni kararının zaruretinden, onun tam zamanında ileri sürüldüğünden, Sovyet hükümetini ilim adamlarına verdiği değerden, ağzından köpük saçarak uzun uzun anlattı. Fırsattan yararlanarak kendi düşmanlarını da unutmadı, güzelce onları da payladı. Onlara, Mücerretçiler, Teorik problem taraftarları, Sahte ve yalancı yenilikçiler damgası vurdu. Tabiî ki, bunların başında Söhrap Güneşli gelmekteydi. Ve böylece kaybettiği prestijini avanaklar karşısında yeniden elde etmiş oldu. Biraz sonra sosyal ortam onun lehine değişti. Eski arkadaşları, şakşakçıları yeniden merkezi teşkilatlarda en saygın yerleri tutmuş oldular. Bedirbeyli`nin sönmeye yüz tutmuş talih yıldızı yeniden parlamaya başladı. O, dişlerini göstermeye başladı. Herkesi korkutmaya, tehdit etmeğe başladı. Kuzu postuna bürünmüş kurt gerçek kimliğini ortaya koydu. Herkesle husumete son verdi, Güneşli`yle yıllardır süregelen adavetini yeniledi. Açık açık savaşa, mücadeleye başladı. O, çok iyi biliyordu ki, Güneşli kendi mevkiinde durdukça, ilim camiası onu saygıdeğer biri olarak gördüğü müddetçe Beşir Osmanoviç saygıdan, hürmetten geri kalacaktı. İstediği mevkie, şöhrete ulaşamayacak; her zaman gölge gibi olacaktı. Yüksek mevki sahipleri yanında her ne kadar hoş görülse, sayılsa da, kendi meslektaşlarının karşısında kıymeti bilinmeyecekti. Ona layıkıyla ihtiram gösterilmeyecekti. Tek yolu mevkiini güçlendirerek, kendisini ispatlamak ve Güneşli`nin nüfuzunu zayıflatarak saygıdan düşürmekti. Bunu da Vugar Şemsizade`nin ilmi çalışmasıyla yapabilirdi ancak. Beşir Bedirbeyli biliyordu ki, keşif sonuçsuzdur. Bu ortamda, tez sahibinin öne sürdüğü mesele hiçbir şekilde kanıtlanmayacaktı. Mutlaka başarısızlığa uğrayacaktı. Bundan dolayı da o kılıcını inançla sıyırmıştı

102 5. Bölüm Vicdan Sustuğunda Vugar laboratuvardan çok üzgün ayrıldı. Selamsız sabahsız başını kaldırmadan yerinde oturdu. Başını kaldırıp hiçbir şeyle ilgilenmedi. Cihazların, düzeneklerin olduğu tarafa göz ucuyla dahi bakmadı. Narin bu duruma çok şaşırdı. Günaydın, Hayırlı sabahlar! deyip telaş içinde ona yaklaştı. Ne oldu size?.. Hastalandınız mı? Bir yeriniz mi ağrıyor? Hayır, hasta değilim... Vugar düşünceli ve gönülsüz halde cevapladı. O zaman sizi üzen bir şey oldu...hangi uğursuz sizi sabahın bu saatlerinde üzdü? Vugar, sonunda kıza doğru döndü. Dalgın gözleriyle Narin - in yüzüne dikkatlice baktı, hiçbir şey söylemeden öylece kalakaldı. Sonra yine düşünceli düşünceli: Rahatsız olmayın, önemli bir şey yok... dedi. İşinizle mi ilgilidir? Evet, Vugar bu defa da dalgın bir şekilde cevap verdi. Birden kızın keskin bakışlarını hissedip uykudan uyanır gibi oldu. Dün akşamki kararını hatırladı. Ciddi bir tarzda, resmi bir eda ile: Dilekçe yazın ve bugünden itibaren izine çıkın, dedi. Niçin? Böyle uygun görüldü! Vugar, Narin`in yüzüne bakmamaya özen gösterdi. Siz imtihanlara çalışmalısınız... Ben istemiyorum. Narin çocuk gibi şımardı. Ben dinlenmek istemiyorum. Boş boş dolaşmaya alışık değilim. İzine de Hatice halanın dönüşünden sonra giderim. O zaman belki mümkün olmayabilir, işimiz gücümüz çok olabilir. En uygun zaman şimdidir. Siz de mi izne çıkıyorsunuz? Hayır, ben çalışacağım. 201 Nasıl olur?! Bu kadar büyük laboratuvarı yalnız nasıl idare edeceksiniz?! Laboratuvarlık işimiz fazla değil zaten. Aldığımız sonuçlarla yetineceğiz şimdilik. Ben bu sonuçlar üzerinde araştırmalar yapacağım. Onları birbiriyle karşılaştırmam gerekecek. Deneme sırasında yapılan hataların sebeplerini araştıracağım. Siz de biliyorsunuz ki bu tür işler için yardımcıya ihtiyaç duyulmaz. Narin alaycı bir tavırla dudaklarını büzdü, Vugar`ın söylediklerine inanmadığını ima etti. Vugar açık konuşmak mecburiyetinde kaldı. Doğrusunu isterseniz sizi burada gördüğümde şaşırıyor, fikirlerimi toparlayamıyorum. Kırılmayın; ama bana sakin bir ortam gerekiyor. Bunun yanında... Sizin sınavlara girmemeniz de beni menfi manada etkiliyor... Narin çocuk değildi. Bu türlü bahanelerle onu inandırmak mümkün değildi. Tek kelimeyle benimle çalışmak istemiyor, birilerinden korkuyor... diye düşündü. Vugar`a kırıldı. Hemen kağıt kalem alarak dilekçesini yazdı, vedalaşmadan çekip gitti. Vugar pişman oldu: Keşke başka türlü anlatsaydım, başka bahaneler uydursaydım. Söylediklerim çok kaba oldu, onu kırdım... Bir dakika sonra gülerek kendi kendini sakinleştirmeye çalıştı: Bir şey olmaz, dedi. bunlar geçici şeylerdir. Tatil bitince küslük de biter... O, Narin`in dilekçesini enstitünün idari işler şubesine götürdü. Odaya hakim olan garip sessizlik tam gönlünce oldu. Serbestlik çok güzel bir duyguymuş! Hevesli bir şekilde masaya yaklaştı. Kasayı açtı, hesap cetvelini çıkardı. Ama eli kalem tutmadı. Bedirbeyli`yle yaptığı tartışmayı biden hatırladı. Morali yeniden bozuldu. İhtiyar Beşir`in zahiren yumuşak gibi görünen sözlerinde tehdit nidalarını yeniden duymuş gibi oldu. Onun gururlu, kibirli bakışları gözünde canlandı. Aynı sorular kafasında yüzlerce defa döndü durdu: Ne yapmak 202

103 gerekir? Kimin mantığına itimat etmeli? Bedirbeylininkine mi yoksa kendi yüreğine, idrakine mı? Bu basit bir konu, geçici bir heves değildi. Ortada yılların zahmeti, cefası vardı. Ümidini, arzularını yapacağı icada bağlamıştı! O, hayalinde bazen Bedirbeyli`ye, bazen de kendisini hak verdi. Çok zor bir durumdaydı. İki fikir, iki düşman gibi onun kalbinde karşı karşıya durmuştu sanki. Bir tarafta basit insani arzuları: Mesut hayat, güzel bir yaşam, bahtiyar bir aile! Diğer tarafta ise bilme muhabbet, yeni yeni buluşlar, araştırmalar aşkı bir köşeye sıkışıp kalmıştı: Kendisine geniş bir yol, geniş bir meydan istiyordu! Vugar aniden kalbini inciten acı bir duygu hissetti. Arzu`yla tanıştığı, ona ümitler verdiği için pişman oldu. Eğer Arzu olmasaydı, ona verdiği ümitler, sözler olmasaydı tek başına her şeyden vazgeçebilirdi. Hiç kimseden, hiçbir şeyden çekinmez, korkup geri çekilmek zorunda kalmazdı. Ya maksadına ulaşır ya da bu uğurda of bile demeden canını kurban verirdi. Düşünceler onu yordu, bezdirdi. Diğer taraftan da Arzun - yu görme isteği yüreğinde canlandı. Zaten bugün hiçbir şey yapamayacaktı. Sinirleri sakinleşmemişti. Yarın pazardı. Erkenden sahile gidip dört beş saat dinlense hiç fena olmazdı. Belki sinirlerine iyi gelir, sinirleri yatışırdı. Acele acele yan odaya geçti. Telefona doğru yürüdü. Zaman geçerse fikrinden vazgeçeceğini düşündü. Numaraları bir hemencecik çevirdi. İyi ki, Ağarza evdeydi. Eğer cevap vermeseydi, Vugar büyük bir ihtimalle bir daha telefon etmeyecekti. Alo, kimsiniz?... Ağarza`nın yumuşak sesi Vugar`ın kulağına çok hoş geldi. Ama sesini çıkaramadı. Ondan çekinmişti. Utanarak: Selamun aleykum, dedi. Hayırlı günler. Ve aleykum selam! Ağarza Vugar ı tanıdı ve daha samimi davrandı: Nasılsın evlat? Bu sıcaklarla neler yapıyorsun? 203 Vugar: Fena değilim, dedi ve yine utandı. Ağarza onun utangaçlığını bildiği için konuşmaya kendisi devam etti: Araman iyi oldu. Deminden beri evde seni nasıl bulabileceğimi düşünüp duruyordum. Sabah erkenden yazlığa gideceğim. Yalnız çok sıkılıyorum oralarda. Çoluk çocukla olmuyor işte. Yanında halinden anlayan birisi olunca o zaman yazlığın tadı çıkıyor. Yiyip içtikten sonra denize girmek başka oluyor. Boğazın kuruduğunda da ceylan sütünden tatmak ne hoş olur. Evet, nasıl? Senin için uygun mu? Vugar, Ağarza nın sesini işiteli telaş içindeydi, yüreği küt küt atıyordu. Ona yazlığa gitmek istediğini nasıl diyebileceğini düşünüyordu. Şimdi ise onun kendi dilinden duyunca rahatladı. Dili çözüldü: Çok güzel olur! dedi. Bu cevabına çok sevindim. Şimdi söyle bakalım yarın benimle gidiyor musun? Zamanın var mı? Evet, gidiyorum. Yarın müsaidim. Çok güzel! O zaman şöyle yapalım... Ağarza bir şeyler düşündü. Sesi bir anlığını kesildi. Ben neft taşlarından yeni geldim. Gidip biraz alış veriş yapmam gerekiyor. Şirinbacı öğretmenin de bazı istedikleri var. Onları da alayım ki, bize orada iyi baksınlar. Sabah erkenden de yola çıkalım. Uyku ile aran nasıl? Saat altıda uyanabilecek misin? Kalkarım. Bakıyorum, çok geç cevap verdin. O zaman saat sekizde buluşalım. Saat sekizde Sabuncu istasyonunun kasasının karşısında seni bekliyor olacağım. Unutmazsın değil mi? Yok, unutmam. O zaman hoşça kal! Yarın görüşürüz! Siz de hoşça kalın! 204 * * *

104 İstasyon çok kalabalıktı. Omzunda çanta, elinde poşetlerle dolu insanlar, gözleri mahmur, uykudan tam uyanamamış, saçları taranmamış kızlar bekliyordu. Gençlerin içinde ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar da vardı. Herkes yazlığa, deniz kıyısına bir günlük dinlenmeye gidiyordu. Vugar, Ağarza yı çabucak bulamadı. O, beyaz takım elbise giyinmiş, gömleğini sonuna kadar düğmelemişti. Yanları bükük hasır şapkası kaşlarının üzerine inmişti. Her iki eli dolu olan, kasanın bir köşesinde duran bu zayıf adamı içerisinin boğucu sıcak havası etkilememişti. Güneşin esmerleştirdiği yüzü parlıyordu. Ağarza, Vugar`la selamlaştıktan sonra sepetin birini ona verdi. Biraz çabuk ol! Gitmemize beş dakikadan da az zamanımız kaldı. Perona çıktılar. Vagonlar tıklım tıklım doluydu. Ellerde yelpazeler, gazeteler sallanıyordu. Elektrik gatarı yola koyulduktan sonra hava az da olsa değişti; yelpazeler, gazeteler, mendiller azalmaya başladı... Güneş tepeye yükselmeden Merdekan`a ulaştılar. Ağarzaların evi denize çok yakındı. Denizle yazlığı arasında bir kilometre bile yoktu. Büyük bahçede iki büyük dut ağacı vardı. Kısa boylu asmalar, kavun fideleri gibi yere serilmişti. Daha yeni olgunlaşan üzüm taneleri kumların arasından kehribar gibi parlıyordu. Solgun yapraklı incir dalları büyük taş duvarın boyunca uzanıyordu. Bakü bağları hakkında hiçbir fikri olmayan, onu ilk defa gören Vugar`ın dudaklarında hafif istihzalı tebessüm titredi: Müthiş bir bahçe! Karşılarına Şirinbacı çıktı. O yalın ayaktı. Her zaman solgun gözüken yüzü canlanmış, kan gelmişti. Vugar, öğretmenin birkaç yaş gençleştiğini düşündü. Ağarza da bunu hissetmişti: Tü, Tü, Allah nazardan korusun! deyip karısına laf attı: Maşallah, çok güzelleşmişsin, sevgili Şirin, sana yeniden aşık oldum. 205 Öğretmen, gülümsedi. Bu ihtiyar yaşında delikanlılığa kalkışma, Ağarza. Nazara geliriz! deyip, şakaya şakayla cevap verdi. Şirinbacı öne çıktı. Önce Vugar`la, sonra da kocasıyla tokalaştı. Ama dikkati misafirde kaldı. Çok zayıflamışsınız. Herhalde Bakü - nün sıcağına dayanamıyorsunuz? Ağarza alaycı bir şekilde gülümsedi. Edalı bir tavırla: Evet, evet tabiî ki, zayıflayacak! Deyip gururla cevap verdi. Yazın bu sıcak günlerinde çalışmak öyle kolay mı? Bana niçin bakmıyorsun? Görmüyor musun sıcaklar beni ne hale getirdi? Sıcaklar sıkıp suyumu çıkardı, pantolonum bile belimde zor duruyor. Sen çoktandır suyu sıkılmışsın, Ağarza. Kendini Vugar - la bir tutma. Şirinbacı bunu tatlı dille dedi; ama hakikati de saklamadı: Aslına bakılırsa senin yüzün de zayıflamış. Geçen defa daha iyiydin. Ağarza hanımının samimi sözlerinden çocuk gibi sevindi. Sevinerek Vugar`a baktı. Duydun mu? deyerek, yeniden gururlandı. Erkeğin canı, ciğeri hanımıdır. İyi bir hanım eşinin etini yese de kemiklerini atmaz! Arzu dışarıdaki konuşmaları işitince içeriden koşarak geldi. Denizin havası, suyu ona da yaramıştı. Yanakları tombullaşmıştı. Arzu Vugar ı uzaktan muhabbet dolu bakışlarla selamladı. Babasıyla kucaklaşıp öpüştüler. Vugar`a parmak ucu ile selam verdi. (Anne babasının yanında başka türlü yapmazdı.) Ama gözleri sevinçten parlıyordu. Turuncu renkli yüzüne şimdi hafif renkte bir kızartı serpilmiş gibiydi. Bu da onun güzelliğine güzellik kattı. Ağarza, Vugar`ın dikkatini kızından ayırdı: Hadi oğlum, gel elini yüzünü yıka, biraz serinlen. Ama ayakkabı ve çoraplarını da çıkarman gerekiyor. Bu kumda 206

105 yalın ayak gezmek ilaçtır. Öyle yapmadıktan sonra kumun denizin ne anlamı var. Ağarza dediklerini önce kendisi yaptı: ayakkabılarını çıkarıp, pantolonunun eteğini dizine kadar sıvadı. Onun kömür gibi kara ve kıllı baldırları kasları ortaya çıktı. Vugar da ayakkabılarını çıkardı. Pantolonunun paçalarını sıvadı. Ayaklarını yıkadılar. Evet, şimdi sana bizim bahçeyi gezdireyim. İncirin, üzümün tadına bak. O zamana kadar öğretmen hanım da kendi işini yapsın. Bize yemek ve çay hazırlasın. Sonrasını düşünürüz. Karın tok olunca kafa daha iyi çalışırmış. Kızgın güneş komşu evlerin üzerinden buraya yeni yeni gelse de kum çoktan ısınmıştı. Vugar, sanki kor üzerine basıyormuş gibi hissetti. Sanki ayaklarının altını birileri kaşıyor, gıdıklıyordu. Vugar acıkmıştı. Kendini incir ağacının kalın dalları altında buldu. Olgunlaşmış, ortası açılmış incirlerden birkaçını yemeğe başladı. Ağarza onu gördü, çenesi oynaya oynaya: Biraz bekle! - dedi. En iyilerini seç ye. Yoksa iştahın gider. Vugar, çok utandı. Elini zarif dallara utangaçlıkla uzattı. İncir ağaçlarının olduğu yerden çıkıp asmaların olduğu yere doğru yürüdüler. Ağarza büyük bir salkım kopardı, Vugar`a uzattı: Beyaz şanıdır 3. Aç karnına bunun da tadına bak! Vugar Abşeron şanılarının ününü çok duymuştu. Tadını da iyi biliyordu. Talebeliğin fakir yıllarında pazardan şanı alıp kuru ekmeğiyle az yememişti. Ama böylesini hiç görmemişti. Sapsarı, kehribar taneleri kadar güzel üzüm göz kamaştırıyor, iştah açıyordu. Vugar, biraz önce alay ettiği bu bahçe hakkındaki fikirleri değiştirmeye başladı. Elbette, Bakü bahçelerinin, kendisine has güzellikleri vardı. Havasını anlatmaya ise kelimeler kifayetsiz kalır! 3 Bakü de yetişen meşhur üzüm. 207 Eve geldiler. Eyvanın gölge kısmında hazırlanmış olan sofrada karşı karşıya oturdular. Şirinbacı çabucak güzel bir sofra hazırlamıştı. Bir yanda taze kaymak, kaynamış yumurta yağ, peynir, diğer yanda gözleme, fasulye haşlaması... (Büyük ihtimalle bunlar Ağarza `nın en sevdiği yemeklerdi, onun için önceden hazırlanmıştı.) Kahvaltı çok uzun sürdü. Sofra toplanırken Ağarza yerine iyice yerleşti. Arzu kızım, tavlamız nerededir? Bul getir bakalım! Tavla ortaya geldiğinde, mutfaktan Şirinbacı`nın nazik sesi duyuldu: Oyun zamanı değil! Bırakın Vugar dinlensin biraz. Gitsin denize, rahatlasın. Doğru söylüyorsun! Ağarza hemen razı oldu. Denizin zamanını geçirmeyelim. Hadi, gidip orada oynayalım. O kalktığında tavlayı da kendisi ile götürdü. Hayırdır, sen nereye gidiyorsun? Denize, yüzmeye! Ağarza mutfak kapısından ona gülümseyen Şirinbacı`nın sorusunu şaka olarak kabul etti. Ona umursamadan cevap verdi: Peki, beni burada yalnız mı bırakıyorsun? Ağarza şaşırdı. Hanımına şaşkınlıkla baktı. Sen bizimle gitmiyor musun? Öğretmen hayır anlamında başını salladı. Ben hiçbir yere gitmiyorum, seni de bırakmıyorum. O, yine anlamlı anlamlı eşine gülümsedi. Ağarza meseleyi çok geç anladı. Derinden nefes aldı, yüzünü Vugar`la Arzu`ya dönüp: Siz gidin, dedi. Bana izin yok. Galiba öğretmen gençliğini hatırlamış. Gençler gülüştüler. 208 * * *

106 Onlar, ihtiyarların gözlerinden uzaklaşıncaya kadar araları açık yürüdüler. Evler, mahalleler arkada kalınca el ele tutuştular, adımları yavaş yavaş ağırlaştı, üşüyormuş gibi birbirine sarıldılar. Deminden beri hiç konuşmamışlardı. Hislerinin sonsuz çılgınlığı dillerini lal etmişti. Uzun suskunluktan sonra hazin bir fısıltı duyuldu: Seni o kadar çok özledim ki!.. Sen bir de bana sor! Konuşma bununla bitti. Ayaklarının takati kesildi. Karşı karşıya, nefes nefese durdular. Gözlerini kırpmadan birbirinin gözlerine sevgiyle baktılar. Sonunda bakışların da söyleyecekleri bitti. Vugar Arzu`yu deli bir ihtirasla kucakladı. Arzu bu çılgınlığa şaşırdı. Vugar`ı tanıyamıyordu. Hiç sabrı kalmamıştı. Tanışalı nerdeyse üç yıl olmuştu. Bu süre zarfında belki de bin defa görüşmüşlerdi. Ama o Vugar ı hiç böyle görmemişti. Ama şimdi... Bu çılgınlığın sebebi neydi? Bir aylık ayrılığın neticesi miydi? Yoksa Narin`in dünkü davranışı, bakışları mıydı? Anlamak çok zordu! Arzu yeniden fısıldadı: Niçin izne çıkmıyorsun, Vugar? Vugar kendisine geldi. Başını döndüren çılgınlık bir anda kayboldu. Yavaş yavaş konuşmaya başladı: Bu aralar işimiz çok yoğun, canım. İşlerimi yarım bırakamam. Arzu onun kollarından ayrıldı, öne çıktı. Sesindeki hazinlik değişmedi: Ama kendi sağlığını da düşünmen gerekiyor. Çok zayıflamışsın. İnsan dinlenmesini de bilmeli. Olsun, zayıflık o kadar da önemli değil. Vugar`da ileri doğru yürümeye başladı. Şimdi izne ayrılsam bir faydası olmayacak. İstediğim gibi dinlenemeyeceğim zaten. Aklım fikrim hep laboratuvarda kalacaktır. 209 Ama bu şekilde çalışmanın da bir faydası yok, Vugar. Son telefon konuşmamızda, kafam almıyor, ne kadar çalışsam istediğim sonuçlara ulaşamıyorum, her deney farklı şekilde neticeleniyor, diye şikayet eden sendin. Bence bütün bunlar yorgunluktandır. Geçen sene de böyle yoğun çalıştın. Senin dinlenmen gerekiyor. Bir ay boyunca dinlenmelisin! Yapamam! Vugar kararlı bir şekilde söyledi. Eylüle kadar tüm deneylerimin bitmesi, neticelenmesi gerekir. Niçin bu kadar acele ediyorsun, Vugar? Senin asistanlığının bitmesine daha bir yıl var. Mesele bu değil ki, Arzu. Nedir, peki?... Falancanın asistanlık süreci çabuk bitti demelerini mi istiyorsun? Buna senin ihtiyacın yok ki Vugar. Sen kendi istidadını çoktan kanıtladın. Ah, Arzu!... Vugar teessüflendi. Senin beni herkesten daha iyi anladığını, kalbimdeki her şeyden haberdar olduğunu, isteklerimi herkesten daha iyi bildiğini düşünüyordum. Demek ki, sen beni daha tanıyamamışsın?! O derinden nefes aldı, iç geçirdi. Küskün küsken devam etti: Ben diğerlerinden farklı olmak için mi çalışıyorum?... Mevki kazanmak için mi senden uzak duruyorum?... Hayır, canım! Sana yemin ederim ki, bu tür şeyler aklımın ucundan bile geçmiyor. Ben başka yolun yolcusuyum. Tüm bu zahmetlere, cefalara katlanmamın tek sebebi var. Kendi çapımda insanlara faydalı olmak istiyorum. Şehirlerin, arabaların hoş olmayan kokularından, zehirli dumanlardan kurtulmasını, milyonlarca insanın ömrünün uzamasını istiyorum. Güzel şehirlerimizin havası da güzel olsun, temiz olsun diyorum. Sen hiç Dağüstü parkından sabah sabah şehre baktın mı? Evlerin üzerindeki kapkara dumanı gördün mü? Bu duman yazın durgun havalarında daha çok oluyor, daha rahat gözüküyor. O, binlerce arabanın benzin atıklarından, fabrikaların zehirli dumanlarından kaynaklanıyor. Ben bu dumanlardan şehrimizin kurtulmasını istiyorum. Benim derdim bu, canım. 210

107 Bu düşünceler çok güzel. Buna kim ne diyebilir ki?! Ama... ya senin kendi sağlığın, kendi hayatın?... İnsanların ömrünü uzatmak isteyen birisi, kendi ömrünü de uzatmak istemez mi? Ömrümün uzaması bu maksadımın hayat bulmasına bağlı. İnsan çalışmalarının karşılığını, semeresini, gördüğünde nasıl seviniyor, nasıl zevk alıyor biliyor musun?! Arzu hiçbir şey söylemedi. Vugar`la aynı fikirde olduğunu başını hafifçe sallayarak gösterdi. Bir hayli sustuktan sonra: Ben son zamanlarda bir garip oldum, Vugar diye yeniden yakındı Arzu. Kendimi tanıyamıyorum. Son zamanlarda seni herkesten, hatta bilimsel çalışmalarımdan dahi kıskanıyorum. Herhalde çok az görüşmemizden kaynaklanıyor bütün bunlar. Yolda birbirine yakın bir çift gördüğümde, deliriyorum, onları kıskanıyorum. Ben önceleri böyle değildim. Vugar güldü. Çünkü sen beni şimdi daha çok seviyorsun, güzelim, daha çok sevdiğin için de kıskançlığın arttı. Kıskançlığının sebebi de bu! O, sevgilisini kendine doğru çekti, göğsüne bastırdı; saçlarını öptü, okşadı. Arzu Vugar`ın kucağında dili titreyerek itiraf etti: Doğrudur. Seni çok seviyorum. Hem de çok! Vugar, yürekten gelen itiraftan çok etkilendi. Ona, aslında bu sözler güç kuvvet verdi: Kötü günün ömrü az olur, sevgilim. Tüm işlerimi bir bitireyim, ondan sonra senden bir gün bile, bir saat bile ayrılmayacağım! Arzu`nun yüreği o mesut anların hasretiyle alevlendi: Keşke o günler çabuk gelseydi!.. * * * Plajda iğne atsan yere düşmez. Bir köşede yan yana park edilmiş, rengarenk özel Volga, Moskiviç, arabaların, oto- 211 büslerin çevresi bile kadınlar, kızlar, farklı yaştaki çocuklarla dolmuştu. Denizin içinde de durum aynıydı. Sineden yukarı tunç bedenler birbirine karışmıştı. Uzaklarda da onlarca insan görülür; köpüklü dalgalar da kah batıyor, kah suyun yüzüne çıkıyorlardı... Arzu, Vugar`ın elinden tutarak öne geçti. Uzun arayıştan sonra sudan yeni çıkmış bir ihtiyarın yanında durdu, onların yanına oturmak için izin istedi. Adam fısıltıyla kurulanmaya devam etti, bir şey demedi. İşini bitirince havlusunu karnının üzerine örttü, kuma uzandı ve Vugar`a yan yan baktı: Ne bekliyorsunuz? dedi. Hadi çıkarın üzerinizdekileri. Şimdi denize girmenin tam vakti, birazdan su ısınacak, dedi. Adam gazetelerle yüzünü kapattı, tekrar bir şeyler fısıldamaya başladı. Arzu zaman kaybetmedi. Elindeki havluyu yere bırakıp, elbisesini değiştirmek için kulübeye gitti. Vugar üst gömleğini çıkardı; bir kendine, bir de çevresindekilere baktı ve yeniden giyindi. Arzu çabuk döndü. Vugar`ın daha soyunmadığını görünce sordu: Niçin soyunmadın? Vugar geç cevap verdi. Onun nazarı Arzu`nun güzel vücudundaydı. O, sevdiği kızı ilk defa böyle görüyordu. Gözlerini ondan alamıyordu. Arzu nun güneşte yanmış güzel bedeni Vugar ı mest etti. O gözlerini ondan ayırmadı: Utanıyorum, dedi. Utanıyor musun?! Arzu kahkaha attı. Benden mi? Senden değil, kendimden. Niçin? Çünkü ben senin yanında bembeyaz kuzey ayılarına benziyorum. Arzu yine yakındı: Peki, bunun suçlusu kim!?. Kaç defa seni aradım, yalvardım ki, hiç olmazsa haftada bir kez bize gel, diye. Söz verdin ama gelmedin... Sözümü dinleseydin şimdi utanmazdın. 212

108 Suçumu kabul ediyorum. Adam gazetenin altından sohbete karıştı. Hayır, genç adam. Bu, aslında günah değil, cinayettir! Canının kıymetini bilen insanlar uzak uzak diyarlardan dinlenmek ve burasının güzel havasından istifade etmek için geliyorlar. Bronzlaşıyorlar; ama bizim insanlarımız doğanın bu güzel nimetinden kendilerini mahrum bırakıyorlar. Niçin? Çünkü çok tembeller!.. Yaşamaktan zevk almıyorlar, yaşamın ne anlama geldiğini bilmiyorlar. Bundan dolayı da hayatlarını yaşayamıyorlar! Arzu, ihtiyarın sözlerinden alındı. Onun herkesi, özellikle de Vugar`ı tembel ve hayattan zevk almaz birisi olarak nitelendirmesi hoşuna gitmedi. Yanılıyorsunuz! diye adama sert cevap verdi. Bu imkanla ilgili bir mesele. Herkes aynı şartlarda değil. Şartlar mı?! adam gazeteyi yüzünden iterek Arzu`ya alayla baktı: O nedir ki, kızım? Şu an şartın ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz, bundan dolayı da boş yere izah etmeye değmez. Adam yüzünü kapattı. Şart de zaman da bahanedir! deyip itirazını gazetenin altından dedi. Bunlar tembellerin bahanesidir. En zor iş yapanlar bile istese, deniz gitmek için zaman ayırabilirler. Atalarımız Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. demişler. İnsan kendi işinin, kendi sanatının hatırı için sağlığına özen göstermelidir. Sağlığın yerinde olmadıktan sonra işin ne faydası olur? Arzu tartışmayı uzatmadı. Tanımadığı birisiyle tartışmanın ne anlamı vardı. O, elini sallayıp, Vugar`ı acele ettirdi. Hadi gidelim! Vugar, soyunmak zorunda kaldı. Su soğuktu. O, ayağını sahil kumlarını yalayarak dönen dalgalara iki üç defa vurdu, geri çekildi. Arzu onun elinden tuttu, sürükleyip arkasından götürdü. 213 Su boğazlarına kadar geldiğinde Arzu Vugar`ı itti, kendisi de onun yanında atladı. Serin sudan zevk almaya başladılar. Yüzmeğe başladılar. Arzu kurbağalama yüzmeye başladı. Vugar geniş geniş kulaç attı. Tehlike çizgisine kadar bir nefeste geldiler. Geri döndüklerinde Arzu sırt üstü yüzmeğe başladı. Vugar da sırtüstü döndü. Ellerini başının arkasına koyarak suyun üzerine kalktı. Hiç hareket etmeden orada durdu. Sonra ayaklarının süratli hareketiyle ileriye doğru hareket etti. O, sanki suda değil de buz üzerindeymiş gibiydi. Arzu hayretini saklayamadı. Aferin! diyerek onu alkışladı. Önceleri ben senin yüzme bilmediğini bundan dolayı da denizden uzak durduğunu sanıyordum. Ama tam aksiymiş, sen usta yüzücüymüşsün de haberimiz yokmuş. Vugar şakayla karışık cevap verdi: Böyle düşünen sadece sen değilsin. Bakülülerin çoğu ilçelerden gelenlerin su yüzü görmediğini düşünüyor. Sizin deniziniz olduğu gibi bizim de sesi kulakları sağır eden coşkun derin nehirlerimizin olduğundan birçoğunun haberi yok. İlkbaharda coşkun aktığı zamanlar o nehirlere kimse yaklaşamıyor. Ben çocuklukken çok güzel yüzüyordum. Şimdi biraz unutmuşum. Aksine! Arzu sırtüstünden yan tarafa döndü, ellerini suda usulca kımıldattı. Biraz önceki o adam doğru söylüyordu aslında. Ben kasten onunla tartıştım. Çünkü biraz sert konuştu. Ama biz hakikaten de kendi denizimizin kıymetini bilmiyoruz. Yanılmıyorsan sağlık dergisinde ya da başka bir yerde okumuştum, Hazar denizi bazı hastalıkları tedavi etmede dünyanın birçok denizinden önde geliyormuş. Hazar denizinde iyot yönünden zenginmiş. Sahilindeki ince kuma diyecek yok. Öyledir. Hazar`ın suyunda iyot ve vücut için gerekli organik maddeler var. Deniz dalgalı olduğu zaman kimyasal maddeler suyun gözle görülmez zerreleriyle birlikte ciğerlere doluyor, bu da organizmanın daha rahat çalışmasına yardımcı oluyor. 214

109 Ama sen bütün bunları bildiğin halde denizden uzak kalıyorsun... Arzu yine suçlamaya başladı... Kendine önem vermiyorsun. Senin kusurunu elbise örtüyormuş. Vücuduna bakıyorum da, bir deri, bir kemik kalmışsın. Kaburgaların sayılır. Böyle devam ederse ciddi bir hastalığa yakalanacaksın. Korkma, hastalanmam, Vugar şakayla gülümsedi. Sen benim zayıflığıma bakma, bünyem kuvvetlidir. Çocukluktan zorluklara alışıktır. Arzu: Ah, deyip, derinden nefes aldı. Seni inadından vazgeçirmek ne kadar zormuş! Vugar bir şey demedi. Onu hiçbir şey düşündürmüyordu. Bir arzusu vardı: Bugün tüm düşüncelerden uzak olmak, herkes gibi doya doya dinlenmek istiyordu. Sadece bir gün... başka yok!... Çünkü kendisini çok iyi biliyordu ki yarın çalışmaya başlayınca her şeyi unutacaktı. O, suyu tekmeledi, bir hayli yüzdü. Sonra geri dönerek Arzu yu kollarına aldı, güle güle başı üzerine kaldırıp karşıdan gelen dalganın koynuna attı. Kendi de gözden kayboldu. Saklambaç oynadılar Bölüm Vugar, Merdekan da geçirdiği o güzel günden memnun kaldı. Plajda Arzu`yla beraber geçirdiği bir gün, Ağarza`dan, Şirinbacı`dan gördüğü ilgi onu çok etkilemişti. Çok rahatlamıştı. Zihninde, hafızasında bir rahatlık hissetti. Sanki bir gün değil, bir ay boyunca dinlenmiş gibiydi. Fakat bunun acısı evde çıktı. Bütün vücudu ağrıyordu. Vücudu kıpkırmızı olmuştu. Arzu`nun kendisini uyarmasını hatırladı, Güneşin altında çok kalma, sonra pişman olursun... O, bu sözlere o kadar da önem vermemişti. Sevgilisinin uyarısına aldırış etmeden güneşin altında uzun süre kalmıştı. Beyaz vücudunu bir günde bronzlaştırmak istemişti. İşte, şimdi sanki fırına girmiş gibi yanıyordu. Ateşi kırka çıkmıştı. 215 O, dişine sıkıp Cennet Anaya bu konuda hiçbir şey söylememeye karar verdi. Elbiselerini zorla çıkardı. Yatağına yatarken ağrılara dayanamadı...yumuşak döşek, hatta tüy yastık bile ona işkence gibi geliyordu. Cennet Ana yardıma koştu. Durumu öğrenince çok kızdı: Sanki küçücük çocuksun, dinlenmenin de usulü vardır. İnsan güneşin altında bu kadar kalır mı? Vugar cevap vereceğine of çekti. Cennet Ana hemen işe başladı. Eski dolaplarını bir bir aramaya başladı. Uzun zamandan beri bir köşede kalmış bir vazelin buldu. Vugar`ı tepeden tırnağa yağladı. Kürek kemiklerine ıslak havlu koydu. O, vücudunun acısı azalır azalmaz uykuya daldı. Gece çektiği acılardan dolayı dünkü yaptıklarından pişmanlık olmaya başlamıştı. Hasta olacağını ve birkaç gün işe gidemeyeceğini düşünerek yaptıklarından dolayı kendisini suçladı. Kendi kendine Tövbeler olsun, bir daha oraya ayak basmam dedi. Ama sabah tövbesini ve pişmanlığını çoktan unutmuştu bile. Laboratuvara ulaştığında dünün hoş hatıralarını yaşadı. Kendisinin de inandığı gibi güzelce dinlenmişti. Her pazar mutlaka gitmem lazım, diye düşündü. Sanki dünyaya yeniden gelmiş gibi oldum. dedi ve o anda Merdekan istasyonunda Arzu dan ayrılırken verdiği sözü hatırladı. Ona da her pazar geleceğine dair söz vermiş, onun yanında olacağını söylemişti. Deniz çok hoşuna gitmişti. Bundan sonra hafta sonlarını onunla yani Arzu`yla beraber geçirecekti. Hiç kuşkusuz! Pencereleri açtı. Çıkıp koridorda sevinçle gezindi. Yalnızlıktan zevk alıyordu. Keyfini bozacak, fikirlerini dağıtacak hiçbir şey yoktu. Odaya döndü; ama çalışma masasına yaklaşmadı. Çok ilginçti, sanki bu masadan, bu odadan uzun bir süre ayrı kalmış gibiydi. Bu ortamı yadırgamıştı. Biraz odada gezindi. Düşüncelerini, iradesini toparlayarak masasının arkasına geçti. Deneylerin kaydedildiği cetvelleri, günlük hesaplama defterlerini karşısına koydu. Her birini usulca, dikkatlice gözden geçirdi. Meşhur bilginler hakkında okuduğu kitaplardan, çalışma sırasında dikkatsizlik sonucunda yapılan küçük 216

110 hataların deneylerin sonucunu etkilediğini biliyordu. Vugar, kendi deneylerinden de bu dunu biliyordu. O dört yıl boyunca onu meşgul eden yeni motor yakıtı ile ilgili arayışlarını unutmamıştı. Bu meselenin hayata geçmesi teorik yönden de mümkün görünüyordu. Daha üniversite laboratuvarlarından aldığı ilk sonuçlar bunun prensip olarak da gerçekleşebileceğini kanıtlamıştı. Söhrap Güneşli gibi bu alanda söz sahibi olan ilim adamları da bu meselenin önemine inanmıştı. Şimdi nasıl olur da istediği sonuçlar mükemmel bir laboratuvar ortamında yapılmamış olsun? Buna ne engel olabilirdi ki? O, bu düşüncelerle sayfaları tekrar tekrar çevirdi. Deneylerin sonuçlarına yeniden baktı. Onları hayalinde canlandırdı, farklı neticelerin sebeplerini araştırdı ve böylece dakikalar, saatler geçti. İşe ne zaman başladığını, nasıl bitirdiğini anlayamadı. Diğer günleri de böyle geçti. Kuşkulandığı işlerle ilgili yeni çalışmalar yaptı. Her şeyi tek başına baştan sona kadar okudu. Bazen bununla yetinmeyerek deneylerini yeniden tekrarladı. Fakat bu da bir fayda vermedi. Yeni arayışlara başladı. Arzu da deniz de verdiği sözler de bu ara unutuldu. Sadece bir defa işten eve döndüğünde vücudunun kabuk bağladığını gördü, Arzu`yu hatırladı. Yarın erkenden kalkıp yola düşmesi gerektiğini düşündü. Ama mümkün olmadı, çünkü pazar çoktan geçmişti. O, sonraki pazarlarda da sözünde durmadı. Pazar günleri sıradan günlere karışarak bir bir arkada kaldı. Sıcakların kasıp kavurduğu ağustos ayı da bitti. Vugar yine yoğun bir çalışma içindeydi. Arayışları bitmek bilmiyordu. Bir defasında, iş gününün sonunda ilginç bir olayla karşılaştı. Esas cam balonda yer alan maddenin rengi değişmişti. Oldukça duru ve şeffaf gözüküyordu. Vugar dikkatlice baktı. Teorik olarak alınmış maddenin rengi son merhalede bu şekilde duru olmalı, şeffaf hale gelmeliydi. O, gözlerine inanamadı. Bunun sebebi neydi?! Uzun zamandan beri aradığını bulmuş muydu?... Problem çözülmüş müydü? Eğer böyleyse peki neden beklenmedik bir zamanda?... Neden bunu hissedememişti? 217 Vugar bir hayli yerinden kıpırdamadı. Daha doğrusu kıpırdayamadı. Hayreti zamanla derin tereddüde dönüştü. Bir şeylerden çekiniyordu. Korkmaya başladı: Yine mi yanlıştı?! Uzun zamandan sonra kendine gelebildi. Aceleyle aparata yakınlaştı. Isısı da normaldi: ampermetrenin titrek mili gereken rakamı gösteriyordu. İşte budur... tam kendisi!... Vugar sevincini dizginleyemedi. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Yanılmadığına yeniden bakmak için refrakrometreye, sonraysa piknometreye yaklaştı. Maddenin özgül ağırlığı da ışık düzeyi de istenilen seviyede idi. Vugar, kollarını yanına saldı ve derinden nefes aldı: Buldum!...sonunda, tılsım çözüldü! deyerek sevinçle ama bu defa yorgunlukla konuştu. Hemen sesi kesildi. Yine kuşkular beynini kemirmeye başladı: Belki gördüklerim bir hayaldir? Belki yorgunluktan, takatsizlikten gözlerim yanlış görüyordur, belki de aklımı kaybediyorum?... dedi. O, elini yüzünde gezdirdi, pencerenin önüne geldi, bahçeye baktı. Her şeyi kendi yerinde ve kendi renginde gördü. Demek ki her şey normaldi. Sevinçle gülümsedi. O kadar sevinçliydi ki neredeyse sevincinden uçacaktı. Bir anda çok yorulduğunu hissetti. Kalbinde yeni bir fikir geldi: Uyumak! Eve gitmeye ne takati vardı, ne de mecali. Laboratuvarı terk ederse her şeyin bir anda yok olacağını düşünüyordu. Vugar orada bir iki saat kestirip dinlenemeye karar verdi. Çalışma masasının arkasına geçti yorgun yorgun oturdu. Başını bileğine dayadı ve tatlı bir uykuya daldı... O, uyandığında güneş çoktan evlerin üstünden aşıyordu. Başını bileğinden zorla ayırdı. Kalkarken belinin tam ortasında bir acı duydu. Ellerini kaldırmak istedi; ama onlar da kıpırdamıyordu. Ellerini biraz oynattıktan sonra masanın üstünden yanlara düştü. Bir anda hafızasının da akim kalmıştı. Niçin burada kimsesiz laboratuvar odasında uyuduğunu bir hayli hatırlayamadı. Hastalanıp, bayıldığını ve hiç kimsenin de haberi olmadığını düşündü. 218

111 Biraz bekledi. Boynunun ve belinin uyuşması yavaş yavaş geçti. Çok terlemişti. Terini bileklerini sildi. Kendisini dengeleyip usulca ayağa kalktı. Ayakları da üşümüştü. Başını musluğun altında bir hayli tuttuktan sonra kendisine geldi. Bir hayli vakit geçmişti. Sıkı çalışmadan dolayı çok halsizdi. Üstelik başı dönmeye, gözünün önü de kararmaya başlamıştı. Biraz sonra bağırsaklarından ilginç sesler gelmeye başladı. Bu yirmi dört saat boyunca aç kalmış midesinin isyanıydı. Vugar toparlandı. Acelece yemekhaneye indi. Kapalıydı. Komşunun işçi yemekhanesine uğradı. Güveç sipariş etti. Derin kazandaki sıcacık yemeğin masaya gelmesiyle bitmesi arasında fazla zaman geçmedi. Böyle yemesinden kendisi de hayrete düştü. Utancından etrafındaki insanların ona bakıp bakmadığını kontrol etti. İyi ki ona bakan yoktu. Yemekhaneyi dikkatlice terk etti. Hava serindi. İnceden bir rüzgar esiyordu. Kavurucu sıcaklar sona ermek üzereydi. Vugar yüzü rüzgara dönük şekilde yavaş yavaş yürüyordu. Başının dönmesi, midesinin sancısı geçmişti. Serin hava ona iyi gelmişti. Böyle güzel havayı bırakıp yeniden laboratuvara dönmek istemedi. Gömleğinin yakasını açarak cadde boyunca süklüm büklüm ilerledi. İki caddenin kavşağında bir kamyon hızla yanından geçti, virajda egzozundan duman yükseldi. Vugar`dan beş on adım ilerde yürüyen kadını siyah bir duman kapladı. Kadın öksürdü, neredeyse, nefesi kesilecekti. Öksürüğü kesildiğinde nefretle kamyonun arkasınca baktı ve söylendi: Lanet şey nefesimi kesecekti. Bu manzara ilk önce Vugar`ı çok üzdü. Sonra gayri ihtiyari gülümsemeye başladı. Zahmetinin neticesi aklına geldi: Bu isli, boğucu, kötü kokulu dumanlar artık tarihe karışacak, dedi. O kadına destek verip ekledi: Endişelenmeyin, hanımefendi! Bunların bitmesine az kaldı. Bu dumanları artık görmeyeceksiniz. 219 Kadın, solgun yüzlü, yorgun görünümlü bu gence yan yan bakıp, taaccüple dudak büktü. Herhalde Vugar`ı ya sarhoş ya da sersem birisi sanmıştı. O, bütün canlılar için ciddi tehdit olan atık gazlar hakkında beyin yoran gecesini gündüzüne katarak çalışanlar yapan birisi olduğunu nereden bilecekti ki!? Vugar kadının şaşırmasına aldırış etmedi. Zafer sevinci yeniden yüreğinde coşup taştı. Yoluna devam etti. Az sonra vücudundaki ağrılar yeniden depreşti. Uyumak, yumuşacık yatakta doya doya uyumak arzusu tekrar zihnine hakim oldu. Bir an önce evine, yatağına kendisini atmak için acele etti. Cennet Ana onu çocuk gibi karşıladı. Neredeydin, yavrum, niçin geç kaldın? diye müteessir bir şekilde sordu. İnsan böyle yapar mı? Nereye gittiğini söylemez mi? Vugar heyecanlı, kendisini hasretle bekleyen ananın sitemli sorularına halsiz ama sevinçle cevap verdi: Bitti, Cennet Ana. Tamamen bitti! İhtiyar kadın bu sözlerin ne anlama geldiğini anlayamadı. Dünden beri beti benzi iyice solmuştu, sanki kaygıdan çökmüştü. Nereye gitmiştin? Neden dün gece eve gelmedin? diyerek, sorularına cevap aradı. İşteydim, Cennet Ana. Geceyi de orada geçirdim. Ana sanki onu duymuyormuş gibi kendi kendine söylendi: İnsan hiç bu kadar içer mi?.. Başın üzerinde durmuyor. İçmek mi?! Vugar yorgun yorgun gülümsedi. Ben içmedim ki, Cennet Ana. Uykusuzum sadece. Çok çalıştım... Ana ellerini dizlerine vurdu. Kendine hiç acımıyorsun, hem de hiç! Zayıfladın, çöp gibi kaldın. 220

112 Bundan sonra kilo alacağım, Cennet Ana. Gidip kaplıcada dinleneceğim. İnanmıyorum, hangi dağda kurt ölmüş! Ana kederle iç çekti. İsmet gelmiş. Git bak, maşallah, nasıl kilo almış. İnsanın hoşuna gidiyor. Canının kıymetini bilen öyle oluyor işte! İsmet mi gelmiş?.. Evet, evde. Vugar yan odaya geçti. Yorgunluğunu, uykusuzluğunu unutarak, sütkardeşine doğru kollarını açıp yaklaştı: Hoş geldin! İsmet yerinden kımıldanmadı. Dilinin ucuyla: Hoş bulduk, dedi. Vugar bu soğuk hareketten incinmedi. Aynı ses tonuyla devam etti: Konuş bakalım, yolculuk nasıl geçti? İyi dinlenebildin mi? Eh! İsmet elini salladı. Neden eh? Vugar onu hoş bir tebessümle baştan ayağa süzdü. Çok kilo almışsın, maşallah, çok yakışıklı olmuşsun. Oradaki kızların haline acıdım! İsmet donmuş suratını astı. Kızların mı? Niçin? Biliyorum ki, öyle elini kolunu sallayarak durmamışsındır; birkaçının yüreğinde muhabbet ateşi yakmışsındır muhakkak... dediklerim oldu değil mi? Evet, oldu! İsmet kırgın bir şekilde cevap verdi: Bilmez miyim! Vugar yürekten kahkaha attı. Pir benim olduğu için kerametini de çok iyi biliyorum. Peki, diğer mesele nasıl oldu? Hiç bir şey olmadı! İsmet kendi kendine homurdandı. Elagöz`ü göremedin mi? Karşına çıkmadı mı? 221 Gördüm... Ama keşke görmeseydim... Daha iyi olurdu... Vugar, Profesörün kızından söz açtığı için pişman oldu. İsmet`in ona soğuk davranması, gönülsüz konuşması, işlerin yolunda gitmediğimi gösteriyordu. Morallerinin bozulacağını düşünerek konuyu değiştirdi: Beni tebrik edebilirsin. Bugün çalışmamı tamamladım, noktayı koydum. İyi?!. Tebrik ederim. Sanki kelimeler İsmet`in ağzından zorla çıkıyordu. Vugar`ın morali iyice bozuldu. Vücudu yine ağırlaştı. Bu sevinçli haberiyle sütkardeşini sevindireceğini, gönlünü açacağını düşünmüştü. Ama İsmet hala vurdumduymaz, lakayt konuşuyordu! İnsanda bu kadar da katı yürek mi olurmuş!? Diye düşündü. Vugar kırgınlıkla ondan ayrıldı. Kendi yatağına yaklaşıp, elbiselerini soyundu: Kusura bakma, dedi. Ayakta zor duruyorum. Hiç halim yok. İki gündür uyuyamadım. Yarın bol bol sohbet ederiz. O yatağına yattı. Yüzünü duvara döndü. İsmet dayanamadı: Niçin yarın? Şimdi konuşalım, diyerek bir anda patlayıverdi: Söyle bakalım ne zamana kadar ikiyüzlülüğe devam edeceksin? Ne zamana kadar bir koltuğunda iki karpuz taşıyacaksın? Vugar acı acı düşündü: Çok garip bir kardeş. Bir buçuk aydır görüşmedik. Ahvalimi sorup gönlümü alacağına, sevinçlerime ortak olacağına bana surat asıyor. Yetmiyormuş gibi bana ikiyüzlü!,.. diyor. Böyle birisine ne diyeyim ki?!.. Sen ne diyorsun, İsmet? İkiyüzlülükle benim ne alakam olabilir? Tilki gibi kurnazlığı bırak! Açık konuş, ne zamana kadar bana tuzak kuracaksın? Ne güzel sözler duyuyorum senden: tilki, tuzak! Çok marifetlisin maşallah! Kırılma, İsmet ama çok acı konuşuyorsun. Bu kelimeler yenilir yutulur cinsten değil. 222

113 Boşuna kendini yorma! Artık beni böyle şeylerle aldatamazsın. Seni çok iyi tanıdım! Şimdiye kadar tanımıyor muydun yani? Maalesef, tanımamışım. Melek kılığına girmiş, şeytanı tanımak zormuş meğer! Vugar`ın yorgun ve sakin sesi uzaktan duyuldu. Uyku onu sersemleştirmişti. Galiba sende yeni haberler var. Rica ediyorum sabaha kadar sabret. Uykumu burnumdan getirme! Bana birazcık merhamet et ne olur... Senin bana acıdığın gibi mi? Vugar hiçbir şey demedi. İsmet cevap vermemesini kendi başarısı zannedip alevlendi: Bu senin eski adetindir. Her zaman sadece kendini, kendi menfaatini düşünüyorsun. Bencil ve düşüncesizsin. Yeter artık sabrettiğim! Vugar kapalı gözlerini zorlukla açtı. Kızgın sütkardeşini barışa sesledi: Günahım nedir onu söyle, İsmet. Son sözünü baştan söyleme. Bunlar az bile! Ama neden, İsmet? Ben sana ne yaptım? İçindekini niçin açık açık söylemiyorsun?! Niçin kendi sevgilin olduğunu, başkasında gözün olmadığını söylemiyorsun?!... Eğer dürüstsen, yalan söylemiyorsan, o halde niçin susuyorsun?!.. Ben bunları kime söylemeliyim ki, İsmet? Merhamet Hanıma! Kızın kendisine! Söhrap Güneşli ye! Yine başladı bu gereksiz sohbetler, ne zamandır kulağım rahattı. Komik şeyler söylüyorsun, İsmet. Çok komik hem de! Bunları benden soran olsa cevabını verirdim. Kendiliğimden nasıl söyleyeyim? Kelin ilacı olsa başına sürer! 223 Soran olmasa da sen söylemelisin! Mızrağı çuvalda saklamak olmaz! Merhamet Hanım kendi kızını alacağını düşünmüş. Kislovodsk`dayken durmadan senden bahsetmiş, sohbetlerin konusu sen olmuşsun. Her defa beni gördüğünde senin hakkında konuşurdu. Adın geçtiğinde Elagöz`ün de ilgilendiğini görüyordum. Bunlar boş şeyler! Vugar`ın sesi yavaş yavaş uzaklaştı. İnan ki boş şeyler. Hayır, boş değil! Ben gördüğümü gördüm, anlayacağımı anladım... Senin her şeyimde gözün var. Daha çocukken anne sütüme, şimdiyse Elagöz`e göz diktin. Vugar artık uyumuştu. O, İsmet`in son sözlerine tatlı ve sakin mışıltıllarla cevap verdi Bölüm Enstitü bugün çok kalabalıktı. Bayram günlerinde olduğu gibi bugün de foyada bir kaynaşma vardı. Bazı insanlar yeni kıyafetler giymişti. Herkesin yüzü gülüyordu. Vugar önce hayret etti: Bu kalabalığın, şenliğin sebebi ne idi?.. Sonra birden yaz mevsiminin yeni bittiğini hatırladı. Foyada yüksek sesle konuşan, kahkahalar atarak gülen bu insanlar, serin, güzel mekanlarda dinlenip gelen insanlardı. Onlar gittikleri tatil yerlerinde yaşadıklarını birbirlerine anlatıyor, izlenimlerini paylaşıyorlardı. Onlara bir anda gıpta etti. Sonra aniden yüreğinden bir his geçti, gurur hissi! O, herkes dinlenirken işinin başında idi. İlmi çalışmasını başarıyla tamamlamıştı. Artık onun da dinlenmeye, gezmeye zamanı, imkanı vardı!.. Vugar bu hoş düşüncelerle merdivenleri hızlıca çıkıp, laboratuvara geldi. Odayı yine düzenli buldu. Narin de Hatice hala de izinden dönmüştü. Her tarafı tertemiz yapmışlardı. Narin önceleri olduğu gibi yine belini bükerek pencerenin

114 önünde oturmuştu. Alnını kırıştırarak kitap okuyordu. Hatice halaysa ondan bir adım önde oturarak bir şeyler örüyordu. Ayak seslerini duyarak her ikisi aynı anda kalktı. Narin eski alışkanlıklarındaki gibi selamsız kelamsız söze başladı: Neredesiniz, niçin gelmediniz!?. Deminden beri sizi bekliyoruz. Çok endişelendik. Hastalandığınızı düşündük. Vugar ona minnettarlıkla baktı. Bu şen ve oynak kızın sesinde ve hareketinde yazdaki kırgınlıktan eser kalmamıştı. Önce Hatice halayla el sıkıştı, sonra Narin tokalaşıp sakin sakin konuştu: Hayır, hasta değilim. İşimi bitirdim. Tamamen mi? Evet Vugar hafif gülümsedi. Tamamen bitirdiğimi düşünüyorum. Narin bir anlığa hareketsiz durdu. Hayran hayran Vugar - ın gözlerinin içine baktı. Sonra adeti olduğu gibi yine cilveli bir şekilde fokurdamaya başladı: O ne güzel, çok sevindim! Tebrikler!.. Kız öyle ilginç tavırlar sergiliyordu ki sanki Vugar ı kucaklayıp öpecekti. Kim bilir belki de bu bu his onun kalbinden gerçekten geçiyordu. Ama Vugar`ın ciddiyeti Narin i zamanında durdurdu. Kollarını aşağıya bırakıp yerinde kaldı. Pek konuşmayan, Vugar`ın iş sohbetlerine katılmayan Hatice hala de konuştu: Çok şükür! Zahmetimiz karşılığını buldu, boşa gitmedi. Sonra odayı derin bir sessizlik aldı. Şiddetli gök gürlemesiyle güçlü yağmur yağması arasındaki sessizliğe benzer bir sükuttu gibiydi bu. Narin yine müdahale etti: Gidip, Profesöre bu müjdeli haberi vereyim. Sabah erkenden sizi sorup duruyordu. O da sevinsin bari. Kız kapıya doğru yönelmişken, Profesörün sesi eşikte duyuldu: Ben buradayım, kızım! 225 Güneşli yüzünde tatlı bir tebessümle içeri girdi. Vugar la selamlaştıktan sonra Narin e: Sen müjde konusunda rahatsız olma, kızım. Narin utandı. İzin döneminde biraz sulanmış zayıf yüzü kızardı. Seni tebrik ediyorum! Profesör Vugar`a doğru döndü, onunla tokalaştı. Narin yanılmıyor. Haber gerçekse müjdeye değer demektir! Güneşli ceketinin cebinden gözlüğünü alıp, Vugar`ın çalışma masasının arkasına geçti. Hadi sonuçlarınızı getirin de bakalım. Belki yanılıyorsunuzdur. Profesörün şakayla dediği bu sözler Vugar`ı şaşırttı. Bir anda aklı başından gitti Ya gerçekten yanıldıysam?.. O, endişeden dolayı elleri titreye titreye deneylerin bütün sonuçlarını Profesörün önüne koydu. Güneşli ilk önce ayrı ayrı rakamlarla ilgilendi. Şahadet parmağını cetvelin üzerinde gezdire gezdire uzun süre sustu. Başka bir kağıtta kendi hesaplamalarını yaptı. O, bu esrarlı rakamlar alemine öyle daldı ki, ne ayak üste donup kalmış Vugar`ı, ne de bir hayli ondan uzak durarak gözlerini ondan ayırmayan Narin`le Hatice halanın bakışlarındaki tükenmez sabrı görebildi. Nihayet kalemini bıraktı. Ciddi ve sorgulayıcı bakışlarını burnunun ucuna inmiş gözlüğünün üzerinden Vugar`a doğru yöneltti. Manometrenin temizliği ne kadardır? Ayrıca kontrol ettin mi? Evet... Vugar gergin bir şekilde cevap verdi. Endişeli gözleri Profesörün yüzünde kaldı. Bu sakin yüzde onu sakinleştirecek hiç bir ifade bulamadı, sustu. Güneşli düşündü. Peki, sıcaklık ne kadar? Bunun sonuçları nerede? Vugar çalışma notlarını açtı. Profesör sonuçlara baktı. 226

115 Statiğin oranı ne kadar? Vugar çalışma notlarından onun miktarını da gösterdi. Güneşli yeniden hesaplamalara başladı ve gözünden gözlüğünü çıkartıp, düşünceli düşünceli ayağa kalktı. Alete doğru yöneldi. İzomerlerin krom otografi tahlilleri ne gösteriyor? Kontrol etmedik. Vugar`ın sesinde derin ümitsizlik hissedildi. Danışmanının hiçbir söz söylememesi, zor soruları onu bitirmişti. Mutlaka kontrol etmek gereklidir. Narin arık dayanamadı: Yine mi kontrol etmek?! Bu kontroller ne zaman bitecek? Güneşli omzunun üstünden dönüp ona baktı ve gülümsedi. Biter, kızım, dedi. Birazcık sabredelim, biter. Peki, ne zaman? Narin rahatsızlığını açık açık söyledi: Biri bitir bitirmez diğerine başlıyorsunuz. Düşündüklerinizi açık açık söylemiyorsunuz ki zahmetimizin nasıl sonuçlandığını bilelim. Neredeyse kalbimiz duracak ama... Profesör aletlerin göstergelerini bir bir kontrol etti, geri döndü. Elini Narin`in omzuna koydu, ona cevap verdi: Genellikle fikrim olumludur, kızım. Sonuçlardan şimdilik memnunum. Narin şımarıklıkla sallandı: Of şimdilik, şimdilik!... Peki ne zaman şimdilik siz, genellikle siz konuşacaksınız? O zaman ki... Güneşli sevgiyle onun saçlarını okşadı. Bütün gün sizin yanınızda oturacağım, her şeyi, tüm sonuçları yeniden kontrol edeceğim. Neticenin doğruluğuna hiç şüphem kalmayacak. İşte o zaman ilk olarak sana aferin diyeceğim. Anlaştık mı? 227 Narin cevap vermedi. Ellerini koynuna koydu. Derinden nefes aldı. Üzülerek yere baktı. Vugar`ın da omuzları düşmüştü. Yüzünü ekşitmesi, kederli duruşu bütün emekleri boşa gitmiş bir insanın halini gösteriyordu. Güneşli onun halini gördü. Yumuşak bir ifade ile ekledi: Sözlerim sizin moralinizi bozmasın, aşkınızı şevkinizi söndürmesin. İşinizde bir hata bulduğumu, çalışmanızın eksik olduğunu düşünmeyin. Böyle bir şey yok. Çalışmanın önemli kısmının yapıldığını düşünüyorum. Biraz önce de söylediğim gibi her şeyi tekrar tekrar kontrol etmeliyiz, ta ki eksik hiçbir şey kalmasın. Savunmalarda bizi dikkatsizlikle veya başka eksikliklerle suçlamasınlar! Profesör Narin`den uzaklaştı. Kapıya doğru birkaç adım atıp durdu. Hala sakin, hareketsiz duran kıza özel olarak dedi: Sen müjde konusunda endişe etme, kızım. Artık onu cebinde bil. Haberin buna değer! Narin sevincinden yerinde duramadı. Elinde olmadan yerinde zıplamaya başladı, gözleri yeniden parladı. Mutluluğunu Hatice halaya sarılarak gösterdi. Kadını her iki yanağından öptü: Yaşasın...! yaşasın!... diye bağırdı. 228 * * * Söhrap Güneşli laboratuvardan çıktığında, Vugar da kendini dışarı attı. Göğsü kabarmıştı. Acele ediyordu. Bu güzel haberi Arzu`ya vermek için can atıyordu. Sonunda bütün endişeler sona ermişti. İlk zafer kazanılmıştı. O, enstitünün girişindeki telefon kulübesine baktı. Telefon kulübeleri çok kalabalıktı. Yabancı insanlar arasında sevgilisiyle rahatça konuşamazdı. Yüreği dolmuştu. Neredeyse bir aydan fazla Arzu`yla görüşememişti. Sevgilisinin ona küstüğüne emindi. Şimdi ilk olarak ona bu hoş haberi vermeyi düşünüyordu. Böylece onun gönlünü de almış olacaktı.

116 Vugar merdivenleri hızlıca indi. Birinci kattaki koridor a girdiğinde morali iyice bozuldu. Karşıdan Bedirbeyli geliyordu. Bu şeytan suratlı adam sanki havadan koku alıyor, her şeyi bir anda öğreniyordu. Artık kaçıncı defaydır ki, böyle güzel anlarında karşına çıkıp moralini bozmuştu. Vugar başını önüne eğip adımlarını biraz daha hızlandırdı. Bedirbeyli`yi görmemezlikten geldi, yanından hızlıca geçmek istedi. Tam yanına gelmişken Bedirbeyli onun yolunu kesti. Kolundan tutarak durdurdu. Ne haber, Şemsizade? Kanatlanarak nereye uçuyorsun böyle? Vugar dilinin ucuyla: İşim var, dedi. İçinden ona hakaret etti: Uğraşma benimle artık, bunak! Selam sabah da mı yok? Vugar hiçbir şey söylemedi. Bedirbeyli kaşlarını çattı. Tekebbürle sordu: Çok heyecanlı görünüyorsun, hayırdır inşallah? Hayırdı, hocam. Çok sevindim! Bedirbeyli biraz sustu. Sonra ekledi: Peki benim yanıma neden gelmiyorsun?... Seni çok bekledim. Zamanım olmadı, hocam. Öyle miiii...? Bedirbeyli öyle mi sorusunu sakız gibi uzattı. Dudaklarında donmuş hile tebessümü buz parıltısı gibidi. Peki işlerin nasıl gidiyor, bir yenilik var mı? Yenilik çok! Vugar gururlu cevaptan kendini tutamadı. İşimizi bitirdik. Bedirbeyli ona kinayeyle baktı. Alay edercesine gülümsedi. Yanılmıyorsun değil mi?! Böyle işlerde yanlışlıklar affedilmez ona göre. Geçen defaki görüşmemizde de söylemiştim bunu sana. Hayır, yanılmıyorum! 229 Bedirbeyli çenesini uzatıp çekti. Ağzından süt kokusu çekilmemiş bu gencin gururu onu delirtti. Kısılan gözleri yılan gözü gibi parladı. Aklını başına topla, evlat. Geçen defa sana söylediklerimi iyice düşün, henüz geç değilken. Vugar Bedirbeyli nin bu tehdidine aldırış etmedi. Görüşürüz, hocam. Hemen gitmem lazım, diyerek kolunu onun elinden çekti ve arkasına bakmadan gitti Bedirbeyli arkadan bağırdı: Artık benden günah gitti, Şemsizade! Bundan sonra olacakları kendinden bil! 230 * * * Vugar telefon kulübesine kadar keyifsiz ve asabi bir şekilde geldi. Numaraları çevirip Arzu`nun yumuşak sesini duyunca bütün sıkıntılarından kurtuldu. Merhaba, Arzu! Kimsiniz? Benim... Tanımadın mı? Şimdi tanıdım. Nasılsın, hayatım? Keyfin yerinde mi? Sen soralı iyiyim. Bak yine başladı. Uf, lanet olsun bu küskünlüğe! Arzu, canım! Buyur. Beni tebrik edebilirsin artık. Niçin? Her şey için! Ahizeden ses gelmedi. Arzu! Vugar ciddileşti. Yazlıktan ne zaman geldiniz?

117 İki gün oluyor. Arzu bu sözleri basa basa söyledi. Yine kırgınlık!...anlıyorum. Bu iki günde beni aramadın demek istiyorsun. Bana üzüm getirdin mi? Gönlü balık isteyen kuyruğu suda olmalıdır! Ha, ha, ha! Vugar kahkaha attı. Benim kuyruğum yok ki, ama... Ahizeden ses gelmedi. - Arzu! Kız konuşmadı. Arzu canım! Cevap gelmedi. Gülüm! Güller çoktan soldu. Artık sonbahar geldi. Sen solmazsın! Benim Arzu gülümü hiçbir mevsimde solduramaz! Neden susuyorsun, gülüm? Çok komik konuşuyorsun, Vugar. Sözlerin midemi bulandırıyor. Ne oldu sana bugün? Bugün?!. Benim istediklerim oldu. Arzularım hakikate dönüştü. Seni anlayamıyorum. Olsun. Biraz sabret, anlatacağım... Vugar ahizeyi sağ kulağından sol kulağına aldı. Derinden nefes alıp, sakin sakin konuşmaya başladı: Çalışmamı bitirdim. Nasıl?! Bitirdin mi?... Arzu`nun sesi ısındı sanki. Kırgınlığının yerini sevinç aldı. Nasıl da çabuk değişti. Asıl sevgili böyle olur işte! Evet, bitirdim! Profesör de beğendi. 231 O zaman tebrik ederim! En içten duygularımla tebrik ederim! Tebrik etmek yetersizdir. Seni öpüyorum! Gıyaben mi?!... Hayır, buna razı değilim. Tamam... Peki nerede? Ne zaman? Hemen şimdi. Hadi bize gel. Of!... Vugar elini salladı. Beni aldatamazsın. Sen gel. Bugün hava çok güzel. Ama işim var. Yemek yapıyorum. Ben anlamam. İş konusunu kapattık. Ben artık özgür bir insanım. Tamam. Senin istediğin gibi olsun! Onlar bir saat sonra, her zamanki buluşma yerlerinde Nizami müzesinin yanında görüşmek için sözleştiler Bölüm Vugar`ın başarısı herkesten çok Merhamet Hanımı sevindiriyordu. Kendi kurgusuyla bir anda Vugar ın gelecekteki kayınvalidesi olan Merhamet Hanım, müstakbel damadıyla nasıl gurur duymazdı? Bu bir bakıma biricik kızının da mutluluğuydu. Akıllı ve şöhret sahibi bir koca herkese kısmet olmuyordu. Özellikle de şimdi, şehir gençlerinin bir kısmının zahmet çekmeden, sıkıntıya girmeden hayat geçirme hayaline kapıldığı bir dönemde giyinip kuşanıp akşama kadar o köşe bu köşe gezip dolaşan gençler az mıydı? Böyleleriyle evlenenlerin de bunlara kız veren ailelerin de aklı yoktu. Kendine değer vermeyenler nasıl aile ve çocuklarına değer versinler? Onlar için hayat danstan ibaretti. Akşama kadar gülüp oynamak tek gayeleri idi.

118 Buna mukabil ifadeler, Merhamet Hanımın modern şehir gençleri hakkında her zaman söylediği sözlerdi. O, mutlu bir ailenin tek şartını zengin bir yaşayışta, kocanın toplumdaki makam ve mevkiinde görüyordu. Atalarımız boşuna Aşık gördüğünü çağırır dememişler. Merhamet Hanım, hayatı böyle görmüştü. Söhrap Güneşli`nin istidadı, ilim alemindeki başarısı, her geçen zirveye çıkan şöhreti onların yüzünü güldürmüş, onları nimete boğmuştu. Aile kurmak mücadeledir, çok ciddi mücadeledir! Bu mücadele kızın, akıllı, becerikli olması gerekir. Yeri geldiğinde kızı, hile ve kurnazlıktan da anlamalıdır. Aklın değil de yüreğin hislerine kapılan kızların vay haline. ar, utanç hislerini muhafaza ediyorlar. Aslına bakılırsa bu ar, utanç değil, acizlik, mutiliktir, diyen Merhamet Hanım aslında kendi deneyimlerini anlatıyordu. Kendi gençliğini, Söhrap Güneşliyle nasıl evlendiğini hatırladı. Onun Vugar ı desteklemesinin sebebi de bu idi. Merhamet Hanım, Vugar`ın geleceğinin çok parlak olacağını onu ilk defa gördüğünde anlamıştı. Onun sakinliği, düşünceli hali, ağır başlı olması, oturup kalkmayı bilmesi ona Söhrap`ın gençliğini hatırlatmıştı. Sanki Güneşli`nin gençliği bu genç adamla tekrarlanıyor gibiydi. Sadece bir konu onun rahatsız ediyordu: Elagöz ona benzemiyordu, çok utangaçtı. Onun marifet saydığı maharet, kız cilvesi maalesef kızında yoktu. Her ne kadar kızına anlatsa da onu bir türlü yola getirememişti. Bazen çok kızıyor; ama anne yüreği işte hemen yumuşayıveriyordu: Zavallı kızın ne günahı var ki? Tüm günahları kahrolası hastalığındadır diyordu. Onun başka bir tesellisi de vardı. Zamanı geldiğinde Elagöz`e oğlanın kendisi yaklaşacaktı. Söhrap`ın dediği gibi, Merhamet`in kendisini parçalayıp müdahale etmesine hiç gerek yoktu. Hangi akıllı Söhrap Güneşli`nin kızını bırakıp da gidip bir işçi kızı alır? Oğlana birkaç defa laf atması, cilve yapması yeterli olacaktı. Buna ne kendisinin ne de Güneşli`nin itirazı olmadığını hissettirmesi kafi idi. Mesele bu kadar basitti! Ama bu yaz Kislovodski`de iken İsmet`ten duyduğu bazı sözler onu çok düşündürüyordu. Rahatsız olmaya başlamıştı. İsmet, Elagöz`ün yanında Vugar`la Arzu`nun evlenme arifesinde olduklarını söylemişti. Hatta, İsmet Kislovodski ye gitmeden beş altı gün önce annesinin köyden gelip Arzu`yu nişanladığını ve düğün tarihinin de belirlediklerini söylemişti. Merhamet Hanım kendisine ve gücüne güveniyordu. Bu meselede ağırlığını koysa hiç kimsenin onun karşısında duramayacağından adı gibi emindi. Nişanlanıp da ayrılanlar o kadar çok ki! O, daha Kislovodsk`dayken Bakü`de yapacağı işlerin planını yapıyordu. Bu planlardan birisi de Vugar`ın, Elagöz`ü sevdiğini şehre yaymaktı. Bu söz özellikle de Vugar`ın çalıştığı yerde enstitüye yayılmalı, bütün ilim adamlarının kulağına gitmeliydi. Merhamet Hanımın bunu yapmasının altında iki sebep vardı. Birincisi; Bu yalan ne kadar çabuk yayılırsa Vugar`ın çıkış yolları kapanacaktı. Bu durumda Elagöz`le evlenmekten vazgeçmeye kalkışması imkansızlaşacaktır. Çünkü bu kadar dedikodudan sonra böyle bir şey yapamazdı. Bu durumda her şeyden önce danışmanına ihanet etmiş olur. Hocasının namusunu payimal etmeye cesaret edemezdi. Olay ahlak meselesi haline gelir, toplum bu ahlaksızlığa izin vermez. İkinci diğerine göre daha az önemli idi. Bu sadece Merhamet`in kendisini ilgilendiriyordu. rakiplerini, onu sevmeyen, kıskanan Profesörlerin hanımlarını kıskandırmak istiyordu. Özellikle de, Beşir Bedirbeyli`nin hanımını. Bu iki Profesörün arasındaki soğukluk ailelere de sirayet etmişti. Onların hanımları da birbirine düşman kesilmişlerdi. Merhamet`in tek arzusu Bedirbeyli çatlatmaktı. Çatla, patla! Senin hasta dediğin, derdinden öldüğün Merhamet in kızına kimler talip, desinlerdi. Merhamet Hanım, Vugar`ın ilmi çalışmasının bittiğini birilerinden duyar duymaz zaman kaybetmeden harekete geçti. Her zaman olduğu gibi yine kızı ve kayınpederi uykuya dalınca kocasının çalışma odasına geldi. Arkadan sessiz sedasız gelerek Söhrap`ı kucakladı. Yüzünü onun yüzüne yakındownloaded from KitabYurdu.org

119 laştırdı. Yazı masasına, onun üzerindeki düzensiz kağıtlara, bu kağıtların üzerinde yazılmış notlara baktı, genç kız edasıyla sordu: Yine mi çalışıyorsun? Çalışmayayım mı!? Güneşli kızgınlıkla cevapladı. Bu kadar dinlenmemiz yeterli değil mi? Çalış, hayatım, gözümün nuru, çalış! Merhamet Hanım onu şirin diliyle avladı. Eline, koluna sağlık! O zaman diğer odaya geç, beni rahatsız etme. Merhamet Hanım elini onun omuzlarından çekti. Bir sandalye çekerek kocasının yanında oturdu. Güneşli başını kaldırdı, ona dönüp gözlüğünün kenarından onu göz ucuyla süzdü: Niçin yatmıyorsun? Uykum yok, hayatım. Merhamet Hanım biraz daha tatlı dilli konuşmaya başladı. Seni izlemek istiyorum. Çalışmandan zevk alıyorum. O, eğilerek Söhrap`ın kağıtlar üzerinde yazdığı eğri büğrü yazılara, formüllere baktı. Şimdi ne üzerinde çalışıyorsun? Güneşli alaycı bir tavırla güldü. Seni çok mu ilgilendiriyor? Evet, canım. Tabiî ki, ilgilendiriyor Bana dünyada herkesten aziz olan kocamın yeni icadını ne olduğunu bilmek istiyorum. Güneşli hiçbir şey demedi. Uzun zaman bakışları hanımının yüzünde dolaştı. Kalbinde eski bir yara sızladı: Gençken bu ilgiyi ondan ne kadar çok beklemişti. Başarılı bir çalışmadan sonra duyduğu hazzı birileriyle paylaşmaya ya da çok zor bir duruma düştüğünde, işlerin kör düğüm olduğu vakitlerde ruhuna azap veren sıkıntıları dağıtmak için bir gönül dostuna, sırdaşa ne kadar çok hasret kalmıştı. Merhamet ise bunların hepsine bigane idi. Kocasının ince işlerini hiçbir zaman anlamamıştı. Kocasının ilmi çalışmaları onun ikinci büyük hayatı olan Merhamet`i ilgilendirmemişti. Şimdi bu heves 235 nereden, niçin doğmuştu? Belki ihtiyarlık artık kendisini göstermeye başlamıştı? İnsan yaşlandıkça hassas olmaya başlıyor! Güneşli hanımının düşüncesini okumaya çalıştı. Merhamet Hanımın duygusuz, ifadesiz yüzünde, anlamsız bakışlarında arzuladığını yine bulamadı. Hayır, onun bir derdi var, bana bunu söylemeye gelmiştir muhakkak. deyip, iç geçirdi. Meramını söyle, Merhi. Dilinin altında bir şeyler gizliyorsun. Söyleyeyim mi?! Merhamet Hanım aniden şenlendi. O zaman kalemini beş dakikalığına bırak. Güneşli kalemini gönülsüz kağıdın üzerine koydu. Kollarını göğsünün üzerine bağladı. Hanımına kederli kederli baktı. Merhamet Hanım sandalyesini ona biraz da yakınlaştırdı. Biliyor musun, ne düşünüyorum Söhü?... Zamanını alıyorum kusura bakma... Güneşli derinden nefes aldı. Hadi, söyle artık! Bir mesele hakkında seninle konuşmak istiyorum. Buyur! Merhamet Hanım sağ sola hareket etti, zorlukla konuştu: Elagöz`le ilgilidir... Biliyor musun gelecek hafta kızımız yirmi yaşına giriyor? Evet, biliyorum. Ne diyorsun, doğum gününü kutlayalım mı? Zaten her yıl kutluyoruz... Bu sene daha geniş kutlayalım. Çok sayıda misafir davet edelim, yirmi yaş az bir yaş değil. Tamam, itirazım etmiyorum. Merhamet Hanım, genellikle istediği konuda eşinden onay aldığında derinden nefes alır, Söhrap`ı öperek yatak odasına koşardı. Ama şimdi bunları yapmadı, yerinden kımıldamadı 236

120 bile. Sandalyesine yapıştı kaldı. Beyninde zonklayan düşünceler onun her halinden belli oluyordu. Güneşli bütün bunların daha başlangıç olduğunu hemen anladı. Hem böyle kolay halledilecek bir mesele için Merhamet bu kadar zahmet çekip, çenesini yormazdı. Güneşli kendiliğinden sıkıntı geçirdi: Kim bilir, aklına yine ne esmiştir?... Merhamet konuşuncaya kadar Söhrap`ın yüreği sıkıldı, patlayacak hale geldi. Bu suskunluğun boşuna olmadığını biliyordu çünkü. Sevgili Söhrap, sana söylemem gereken başka bir konu daha var. Ama önceden sinirlenmeyeceğine dair söz vermeni istiyorum. Güneşli daha çok merak etmeye başladı, onun önünü açmak, konuşturmak için imalı imalı yüzüne baktı ve sordu: Başka ne, Merhi?.. Bitmedi mi?! Merhamet Hanım gülümsedi. Ağzımı açmaya izin vermiyorsun ki. Çok sabırsız olmuşsun bu aralar... Sabır buna ne yapsın, Merhi?.. Biliyorsun, çalışmam gerekiyor. Tamam, sinirlenme, hayatım. Boş ver her şeyi. Bana sadece sen lazımsın. İstersen hiç söylemeyeyim. Yeter ki senin moralin bozulmasın. Şimdi kalkıp giderim. Merhamet Hanım hakikaten de kalkmak istedi. Biraz doğrulduktan sonra hemen geri oturdu. Bak, ben gidiyorum, ama yüreğim gitmiyor! dedi. Yüreğimdeki dikeni çıkar da öyle gideyim. Güneşli`nin sabrı tamamen tükendi. Uzatma Merhamet! Ne demek istiyorsan hemen söyle, bitsin. Merhamet Hanım yine uzatmaya başladı: O kadar da önemli değil aslında. Sadece kimleri davet edeceğimizi merak ettim. 237 Kimi istiyorsan davet et. Benim böyle şeylerle uğraşmaya vaktim yok. Güneşli karşındaki kağıtları düzenledikten sonra, kalemini alarak çalışmaya başladı. Belki benim çağırmak istediklerimin içinde senin beğenmediklerin vardır, diye düşünmüştüm. Güneşli cevap vermedi. Onun dalgın bakışları yazısının son satırları üzerinde dolaştı. Merhamet Hanım maksadını açıklamak zorunda kaldı. Ben istiyorum ki... O, kelimeleri ağzında geveledi, konuşmada zorlandı. Elagöz`ün bu doğum gününde senin iş arkadaşlarının da olmasını istiyorum... Hanımlarıyla beraber. Mesela kimler? Mesela... Merhamet Hanım düşündü. Müdürünüz, parti üyeleri, işçileriniz ve... Güneşli suratını astı. Ve kimler? Merhamet Hanım, yutkundu, ne diyeceğini bilemedi. Deminden beri lafı ağzında gevelemesinin sebebi Bedirbeyli - den dolayı idi. Söhrap`dan korkuyordu. Kocasının ondan hoşlanmadığını, ondan nefret ettiğini, onunla yüz yüze gelmek istemediğini iyi biliyordu... Ne bileyim, dedi. İş arkadaşlarının çoğunu tanımıyorum. Sen kimleri istersen onları davet ederiz. Güneşli gönülsüz halde başını salladı. Düğün mü yapıyoruz?!. Bu kadar misafiri nasıl ağırlayacağız?... Hem ne gereği var bu kadar masrafa ve tantanaya? Ağırlarız! Merhamet Hanım kendisini haklı çıkarmaya çalıştı. Biliyor musun, kocacığım... sana bir şey söyleyeyim, son zamanlar kulağıma bazı sözler geliyor. Duyduğuma göre sizin Profesörlerden bazılarının hanımları nişan ve düğünlerde bizim gıybetimizi yapıyormuş. Gül gibi kızımızı alaya alıyorlarmış. O gün Bedirbeyli`nin genç karısı(!) Elagöz`ün hastalığının ömür boyu süreceğini söylüyormuş... Zavallı kızımız, 238

121 daha çok gençtir, niçin ismi hastaya çıksın?... İşte bundan dolayı kızımızı gelip görmelerini istiyorum. Bundan sonra da dedi kodu yapmasınlar. Yoksa ben, ister miyim onlara el pençe durup hizmet etmeyi?! Onların canı cehennem, benim Söhrap`ımın tırnağı bile olamazlar! Güneşli, hanımının yalanlarına ister istemez inandı. Hem o, Elagöz için her şey yapmaya hazırdı. Kızının hastalığı onun zarif baba yüreğini uzun yıllar, titretiyordu. Tamam, ne istiyorsan yap! Yeter ki beni rahat bırak! Merhamet hanım daha başka bir şey demedi. Söz biraz sert söylense de onay alınmıştı. Bedirbeyli nin davetini uygun bir zamana bırakıp hemen ayağa kalktı. Kocasını şiddetle öpüp yavaş yavaş odadan ayrıldı. Ertesi gün de erkenden Ziya Leleyev i arayarak yanına çağırdı. Bu tür işlerde Ziya onun sağ koluydu. Onun kendisine yardım edeceğini düşündü. İkisi bir olurlarsa Söhrap`ı yola getirebilirlerdi. Ziya Leleyev sırıta sırıta odaya girince Merhamet Hanım kızdı. Sanki, onu kendisi çağırmamıştı. Ne var? Niçin gülüyorsun? Ziya bozuntuya vermedi. Merhamet Hanımdan böyle tatlı sözler ilk defa duymuyordu. Evvela selamün aleykum, diyerek yanına yaklaştı, Merhamet Hanımın elini öptü, huzurunda hazır ola geçti. Şimdi buyursun bizim çok saygıdeğer, merhametli halamız, canımız, ciğerimiz! (Şule gibi o da Merhamet Hanıma hala diyordu) Söylesin bakalım biz zavallı bendelerine nedir emri? Yeter! Artistlik yapma! Canım sıkkın! Tamam, emrin bu kısmını duydum: Baş üstüne! Ziya kendisine çeki düzen verdi, ama yine dişleri görünüyordu. Diğer emrini dinliyorum. Merhamet Hanım yine kızdı: Senden ciddi olmanı istedim! Canımı sıkma! Emredersiniz! 239 Ziya ciddileşti. Köşeye çekildi. Boynunu bükerek uzakta durdu. Merhamet Hanım biraz yumuşadı. Aksi takdirde onu üzmek işine zarar verebilirdi. Sandalye gösterdi: Hadi, otur bakalım! Sana diyeceklerim var. Ziya kırgınlıkla mırıldandı: Benim gibi ciddi olmayan insan uzakta dursa daha iyi olur. Tamam, kendini pahalıya satma! Hadi gel otur! Ziya öne çıktı. Karşı karşıya oturdular. Merhamet Hanım kısa bir girizgahla onu niçin çağırdığını söyledi, Ziya nın gönlünü aldı: Söhrap dayın seni çok seviyor. Onun en iyi anlayan da sensin. Düşün bakalım Bedirbeyli`yle, yüzünü şeytan göresi karısını davet etmek için Söhrap`ı nasıl ikna edebiliriz. Ben bu konuda kendisiyle konuşmaya korkuyorum doğrusu. Benden incinebilir. Ziya, Merhamet halasının fikrini çok beğendi. Bedirbeyli Söhrap`a olan öfkesinden dolayı onu da sık sık incitiyordu. Leleyev`e Güneşli`nin ilim alemindeki veled i zinası olarak nitelendiriyor, onunla her yerde alay ediyordu. Araları iyileşse tabiî ki, Ziya`nın da bu sıkıntılardan kurtulacak, yolu açılacaktı. Ama o düşündüklerini halasına söylemedi. Gururlanıp, keyifle güldü: He, he, he! Merhamet Hanım fısıldadı. Hayırdır seni şeytan mı gıdıklıyor, nedir?... Şimdi niçin gülüyorsun?! Bensiz bir şey yapamadığına gülüyorum, hala. Ben olmazsam işin harap. Bir sıkıntın olunca hemen beni arıyorsun. Merhamet Hanım Ziya`nın büyüklenmesinden hoşlanmasa da bir şey söylemedi. Mutfağa geçti. Ziya ya çay ikram etti, yanına da reçel koydu... Birlikte Söhrap`a tuzak kurdular. 240 * * *

122 Akşam Murguz Sultanoğlu hava almak için dışarı çıktığı zaman, anlaştıkları gibi, Ziya, Söhrap Güneşli`nin karşısında hazır oldu. Merhamet Hanım Elagöz`ü yan odaya gönderdi, kendisi de mutfağa geçti. Konuşmaların başına iştirak etmedi, güya hiçbir şeyden haberi yoktu. Ziya cebinden bir kağıt çıkartıp yılışa yılışa Güneşli`ye verdi. Söhrap dadaş, lütfen, buna bakabilir misiniz? Güneşli bir kağıda, bir de Ziya`nın yüzüne şaşırarak baktı: Bu ne böyle? Aslında hiçbir şey, küçük bir şey. Yani? Ziya yutkundu. Listedir. Elagöz`ün doğum günü partisine davet edeceğimiz misafirlerin listesi. Güneşli`nin yüzünden bulut gölgesi geçti, alnı kırıştı. Merhamet`le sen, galiba bu misafirliğe özel olarak hazırlanıyorsunuz? Bir hafta önceden eliniz ayağınız tutuştu, hayrola? Öyle bir hazırlığımız yok. Bu listeyi ben hazırladım. Niçin? Şey için... Ziya yine yutkundu. İstiyorum ki, unuttuğumuz biri kalmasın. Hani sonra küserlerse diye... Güneşli Ziya`nın elini havada bıraktı. Sert bir tavırla: Git, Merhi`nin yanına. Küsenleri o daha iyi bilir. Hayır, Söhrap dadaş, Merhi halalık bir iş değil bu. Bana siz yol gösterebilirsiniz. Yırt, at o listeyi. Böyle küçük şeylerle vakit geçirme! Ziya vazgeçmedi. Siz meseleyi bilmiyorsunuz. Küsenler sadece akrabalar değil. İş arkadaşlarınız da sizden küsüyorlar. Size bir şey demeseler de başka yerlerde gıybetinizi yapıyorlar. Kaç defa ben kulaklarımla, Söhrap Murguzoviç bizi umursamıyor, bizi 241 insan yerine koymuyor, dediklerini duydum. Evinin yerini bile bilmiyoruz, bayramlarda olsun bizi davet etmiyor, diye dert yanıyorlar. Güneşli gülümsedi. Madem misafiri çok seviyorlar, söyle onlara önce onlar misafir çağırsınlar. Söhrap dadaş, eğer onlar sizin bunu istediğinizi bilseler mutlaka çağırırlar. Baş köşeye de oturturlar. Ama siz... Ama ben gitmem, öyle mi? Bunu mu demek istiyorsun? Evet, Ziya biraz durakladı Siz nedense davetlerden, toplantılardan hoşlanmıyorsunuz, kaçıyorsunuz. Sence neden? Sebebini biliyor musun? Hayır, bilmiyorum. Ama arkadaşların bundan dolayı çok incindiklerini biliyorum. Bazı şom ağızlar, bundan faydalanıp hakkınızda ileri geri konuşuyorlar, güya siz büyükleniyormuşsunuz. Güneşli daldı, alnının kırışıklıkları derinleşti. Elbette, dedi. Davete gitmek de, iyi kötü günde bir arada olmak da güzeldir. Bunlar bizim güzel adetlerimizdir. Ama maalesef bizim göreneklerimiz bazı şerefsizler yüzünden biraz da olsa değişikliğe uğradı, mahiyetini kaybetti. Artık şimdiki davetler, eğlence meclisleri başka maksatlar için düzenleniyor. Suni münasebet, şahsi kazançlar için tertip ediliyor. Meslektaşlar arasındaki samimiyet, arkadaşlık bozuldu. Birliktelikler entrika yuvasına, çevriliyor. O zaman da yediğin de, içtiğin de içine sinmiyor. Bana göre kendisine saygısı olan, yaşadığı toplumu seven, toplumun değerini bilen birisi böyle davetlere gitmemeli, hatta bu durumla mücadele etmelidir. Dediğiniz doğru, Söhrap dadaş! Siz haklısınız. Ama bir şeyi unutuyorsunuz. Küçüklerin her zaman büyüklerden bir şeyler umduğunu aklınızdan çıkarıyorsunuz. Büyük adamın hoş sözü, tebessümü küçük insanlar için bahşiştir. Sizin namınız dünyaya sığmıyor. Bundan dolayı da herkes sizden 242

123 ilk adımı bekliyor. Enstitümüzün büyüğü de, küçüğü de sizden ilgi bekliyor. Sizinle aynı davette olmayı, sizin misafiriniz olmayı kendileri için büyük bir şeref kabul ediyorlar. Bütün kırgınlıklar, küskünlükler de işte bunun içindir. Ziya sözünün sonunu iyi bağladı. Mutfaktan onu dinleyen Merhamet Hanım derinden nefes aldı. Fırsattan istifade hemen onların yanına geldi. Ziya doğru söylüyor, kocacığım, deyerek sohbete katıldı. Basit bir meseleden dolayı niçin onları küstürüyorsun? Küstürmeye değer mi? Davet edelim de herkes gelsin. Güneşli hem karısını hem de Ziya`yı tepeden tırnağa süzdü. Herhalde bir şeyler hissetmişti. Omzunu silkti. Siz bilirsiniz, dedi. Sandalyeden ağır ağır kalktı kinaye ile ekledi: Nasıl uygun görürseniz öyle yapın! Herhalde iki adamın aklı bir adamınkinden üstündür. O, çalışma odasına doğru ilerlediğinde, Merhamet Hanım Ziya`ya sadede gel! anlamında göz kırptı: Ziya bir çırpıda ekledi: O zaman izin verin, Bebe`yi de davet edelim. Güneşli şaşırdı. O kim öyle? Ziya küstahça gülümsedi: Bebe, yani Beşir Bedirbeyli. Bizim arkadaşlar kendi aralarında onu böyle çağırıyorlar. Güneşli suratını astı: İnsanlara öyle ad takmak çok ayıp! Bu ismi ona biz vermedik ki, Söhrap dadaş. Talebeler vermişler, uğraşmak için. İyi yapmamışlar! Güneşli sinirlendi. Böyle alay etmek terbiyesizliktir. Atalarımız; Ne ekersen, onu biçersin. demişler. Ben de bunun terbiyesizlik, saygısızlık olduğunu söyledim! 243 He, he, he... Söhrap dadaş, siz çok kalender adamsınız, düşmanınızı da müdafaa ediyorsunuz. Benim hiç kimseyle şahsi düşmanlığım yok, Ziya. Sen de biliyorsun bunu. Beşir Osmanoviç`le bizim aramızdaki kırgınlığa tek sebep ilmi meselelerdir. Vallahi siz peygamber gibi insansınız. Yüreğiniz çok yumuşak. Bebe de sizin kanınızı içmek için fırsat kolluyor. Eline fırsat geçse asla affetmez. Ama siz... başkasınız. San ki, anneniz sizi insan değil, melek doğurmuş. Geneşli`nin kaşları çatıldı. Ziya`nın böyle yalakalığından tiksindi. Sessizlik içinde odasına geçti. Ziya Merhamet Hanımla işaretleşerek arkasından onun duyacağı şekilde seslendi: Anlaşıldı, Söhrap dadaş. Sizi anladım... Bedirbeyli`yi de listeye ilave ediyorum. Bırakın gelsin ve sizin kaynak suyunuzdan içsin, saf ve temiz kalbinizin farkına varsın, utansın Bölüm Ziya Leleyev Merhamet Hanımlara bu defa Şule`siz gelmişti. Davet biraz iş niteliği taşıdığı için, hem de acil olduğundan Şule`yi bekleyememişti. Onun hazırlanması için en az yarım saat beklemeliydi. Güzel kadınların ayna karşısında cilvelenmesi, çeşit çeşit elbise değiştirip süslenmesi, acele etmeden makyaj yapması adetleri idi. Bu zevkten onları hiç kimse mahrum edemez. Ölürler ama alışkanlıklarından vazgeçmezler. Ziya Halasının gazabından korktuğu için Şule`yi evde yalnız bıraktı. Söz verdiği saatte Merhamet Hanımın huzurunda hazır bulundu. Beş on dakika gecikmek haddine mi düşmüş! Merhamet halası onu bir kaşık suda boğardı. Şimdi de diken üzerindeydi. Zavallının fikri evde Şule`nin yanındaydı. Leleyev, ailesinin kıymetini bilen birisiydi. Canından çok sevdiği karısını akşamları evde asla yalnız bırakmaz, onsuz

124 hiç bir yere gitmezdi. Bunun sebebi onun evde yalnız kalıp sıkılacağından veya korkacağından değildi, Ziya`nın şüphelerinden kaynaklanıyordu. Yüreği her zaman sıkıntıdaydı. Onu çok kıskanıyordu. Şule beş dakika gözünden kaybolsa, aklına bin türlü fikir gelirdi. Öyleki namussuz birisi onu aldatıp gizlice Şule nin yatağına girer, onunla hoş dakikalar geçirir, diye düşünüyordu. Hemen, nerede olursa olsun koşarak evine gelir, rüzgar gibi içeri girerdi. Şule`yi ya televizyon karşısında ya da uzanarak kitap okur halde görünce rahat nefes alırdı. Sanki omzundan dünyanın yükü kalkardı. Peki, hakikaten o hanımını bu derece kıskanıyorsa, o zaman onun çalışmasını, farklı karakterdeki erkekler arasında olmasını, o namahremlerle bir arada bulunmasını nasıl kabul ediyordu? Sabahtan akşama kadar gözünden uzak olmasına nasıl dayanıyordu? Beş, on dakikalık ayrılığa tahammül edemeyen, kalbine bin bir türlü vesvese gelen birisi, yazın bu uzun günlerinde fenalık geçirmez mi? Buna Hz. Eyüp sabrı gerekmez miydi? Ziya hanımına kimsenin dokunmayacağına inanıyordu. Her türlü kuruntudan uzak gibi görünüyordu. Neden mi? Yüzden fazla işçinin çalıştığı bu fabrikada erkeklerin hepsi de sudan çıkmış ak kaşık değildi, elbette. Aklı başında olanı da cahili cühelası da vardı. Ancak hiçbir de beş para etmezdi. Hepsi de hilkat ucubesi şeylerdi Uzaktan baksanız, dünyanın bütün çirkinlerini, tipi kaçıkları buraya toplamışlar derdiniz. Böyle olunca Ziya nın rahatsız olmasının anlamı yoktu. Şule gibi güzel bir kadın erkek kırıntılarına gözünün ucuyla bile bakmazdı. Onlardan midesi bulanırdı. Başka türlü ona sağda solda hiç kimse görmezdi. Sokağa çıkmıyordu, pazara gitmiyordu. Bahçeye de ayda yılda bir kez çıkıyordu. Pazar işlerinin tamamını Ziya kendisi üzerine almıştı. Böyle olunca da Ziya kimden çekinsin?! Ama karısını evde kilitli kapı arkasında yalnız başına bırakıp gitmek ona zulümdü. Ne bağlı kapıya, ne taş duvarlara itibar etmiyordu. Bu kapıların yabancı ellerle açılabileceğini düşündükçe çıldırıyordu Bir köy halkının sığabileceği, pence- 245 releri birbirine böyle yakın olan apartman sakinlerinin arasında kötü niyetli insanlar az mıdır? Ziya evden çıktıktan sonra bin bir bahane bulup, tatlı dille, fitneyle kapıyı açtırabilir, Şule`nin elini kolunu bağlayıp ona zarar verebilirlerdi. Ziya`nın evde sevmediği, nefret ettiği bir şey de telefondu. Onu görünce başına ağrılar çıkardı. Elinden gelse o Şeytan icadı nı ayakları altında parça parça ederdi. Hatta camdan dışarıya fırlatırdı. Onu icat edene de her zaman içinden küfürler yağdırıyor, lanetler okuyordu. Her ne kadar nefret etse de kırmaya eli varmıyordu. Çünkü kendisi de kullanıyordu. İstediği biriyle hemen konuşabiliyor, şehrin bu başından öbür başına zahmetsiz irtibat kurabiliyordu. Yakınlarından dostlarından haber alıyor, söyleyeceklerini ayaklarına gitmeden telefonla söylüyordu. Telefonsuz hayat sürmek bu çağda mümkün değildi. Gel gör ki bu iletişim vasıtasını çirkin emelleri için kullananlar az değildi. Son zamanlarda Telefon manyakları bir hayli artmıştı. Rast gele aramalarla, tatlı sözlerle ne kadar masum kızı, namuslu ev kadınını aldattıklarını, yoldan çıkardıklarını Ziya az işitmemişti. Böyle bir tuzağın, hilenin, er ya da geç, Şüle için de kurulacağını düşündükçe küplere biniyor, sinir krizlerine giriyordu. Şüpheye düştüğü vakitler yakasını tutuyor, ateşli hasta gibi tir tir titriyordu. İşte bundan dolayı Şule`yi evde yalnız bırakmak istemiyor, evde olduğu zamanlarda da telefona kendisi cevap vermeye çalışıyordu. Bugün nedense işler tersine dönmüştü. Ziya adetini mecburen bozmak zorunda kalmıştı... O, Söhrap Güneşli`nin onayını aldıktan hemen sonra yola koyuldu. Sevinçten kanatlanan Merhamet Hanımın samimi duygularla yaptığı yemek teklifini iltifat etmedi. Zaman kaybetmeden evine gitmek istedi. Merdivenleri hızla indi, hemen bahçede duran arabasını bendi, süratle gitti. Evin anahtarı kendisindeydi. Kapıyı arkadan sıkıca kapatıp gitmişti. Heyecanlı bir halde, kapıyı aceleyle, elleri titreye titreye açtı. İçeriden tekrar aynı maharetle kapıyı kilitledi. Pencereden gizli gizli iç odayı gözetledi. (Televizyonun sesi gelmiyordu. Kapatılmıştı. Belki...) Şüphe kalbini yedi. Hıyaneti ortaya koymak 246

125 için çaba gösterdi. Şule onu görmüyordu. Yatak odasına geldi. Bir elini başının altına koymuş, pencere tarafa bakarak sakince hayallere dalmıştı. İpek yorgan göğsünden bir hayli aşağı inmişti. Vücudu bu al kumaş içinde daha da güzel görünüyordu. Bembeyaz etli omuzları, omuz çukurları, gerdanı gecelik içerisinde daha başka güzeldi. Hayallere dalmış pürüzsüz yüzü de bu güzelliğe ayrı bir letafet katıyordu. Uzaktan gören olsaydı aklı başından giderdi. Ziya`nın hanımına ağzı sulandı. Kalbinde takdir hisleri canlandı. Allah`ın gönderdiği bu güzel kısmete sevindi. Güzel bahtına, talihine şad oldu. Kim bilir kaçıncı defa hanımına böyle gizli gizli bakmış ve kendi kendine mest olmuştu. Bu meleğin kocası olduğu için şükretmişti. Ama onu rahatsız eden, yavaş yavaş içini kemiren bir şey vardı. Elinde olmayarak hüzünlenirdi. Derdini hiç kimseye açamıyordu. Şimdiye kadar sevgilisiyle arası çok soğuktu. Hanımına tam sahip olamamıştı. Beş yıldır evli olmalarına rağmen hala Şule`yi sevgiyle bağrına basamamış, istediği gibi kucaklayamamış nefes nefese sarılıp yatamamıştı. Onu üzeride nüfuz kurmamıştı. Leleyev`in göğsüne dağ çekmişti. Bunlar bir yana bunca yıldır, Şulenin dilinden bir kez olsun sevgi ifade eden, muhabbetini gösteren bir tek söz duymamıştı. Zifaf gecesinden beri Şule yi kendisine bağlamak, aile kurallarını öğretmek için zerre kadar gayret göstermedi. Şule ilk günlerde olduğu gibi sürekli ona arkasını dönüp yatmıştı. Leleyev ise sinesine dağ çekip bütün bunlara sabretmiş, bir gün bu soğukluğun biteceğine inanmıştı. Leleyev, Şule yi ürkütmekten korktuğundan, biraz da ters tepki yapmasından çekindiğinden kadın koca ilişkilerine derinden girmedi. Ayda yılda, yalvar yakar, rica minnetle yakın olmaya çalışıp buna da bin şükür demişti. Bu istenilmeyen durum daha ne kadar sürüp gidecekti? Ziya`nın yerine bir başkası olsaydı belki de bu duruma tahammül etmez, sevgisini nefrete dönüştürürdü. Güzeller güzeli değil, melek de olsa, Ziya nın yerinde başka birisi olsaydı bu meseleye bir çözüm yolu arar, bir çıkış yolu bulurdu. Ya şiş yanardı, ya da kebap. Ziya aşk yolunda cefa 247 çekmeyi kabul etmişti. Canından çok sevdiği Şule`nin uğrunda ıstırap çekmeye, her mahrumiyete sabretmeye razıydı. Yeter ki gözünden uzaklaşmasın, ondan başkasına yar olmasın. Ziya yavaş yavaş, parlayan gözbebekleri büyümüş bir şekilde ileri yürüdü. Sevgilisinin yanına yaklaşan çılgın aşık gibi alçak sesle selam verdi. Hanımına içten içten seslendi: Nasılsın, canım?.. Sıkıldın mı?.. Yalnızlık yordu mu seni?.. Şule oralı ile olmadı. Ziya`yı yanında görünce arkasını döndü: Geldin mi? diye sordu. Geldim, güzelim. Biraz oldu geleli. Beş dakikadır seni izliyorum. Düşüncelere dalmıştın. Seni böyle düşündüren nedir? Hiç... Şule kesik kesik nefes aldı. Öylesine. Ziya hemen soyundu. Yorganın ucunu kaldırıp sakince yatağa girdi. Elini çekinerek Şule`nin vücuduna dokundurdu. Sonra da: Niçin böyle iç çekiyorsun? Ben varken sen niçin böyle düşüncelisin? Ben hayatta olduğum, canım sağ olduğu müddetçe bu dünyada sana gam keder olmayacak. Seni, bir elin yağda bir elin balda yaşatacağım. Hiç kimsenin senden daha iyi giyinmesine, senden iyi olmasına gönlüm razı olmaz. Eğer dediklerini yerine getirmezsem o zaman beni öldü bil! Şule sesini çıkarmadı. Duyduklarına bigane olduğunu göstermek istercesine yine derinden nefes aldı. Ziya buna bir bir anlam veremedi. Bu defa eli devreye girdi. Şule hemen sinirlendi. Elini çek! Bedenim ürperiyor dedi. Ziya vazgeçmedi. Elini vücudunda gezdirmeye devam etti. Şule kendisini geri çekti, bileğini tutup itti. Rahat dur! Gıdıklanıyorum! He, he, he... Ziya sessizce güldü. Olsun gıdıklan! Senin gıdıklanmandan zevk alıyorum. O, yüzsüzlükle elini yine kullanmaya başladı, kendisini de öne çıkardı. Şule ile sohbet etmeye başladı. Senin için canımı veririm... Bana merhamet et! 248

126 Şule yüksek sesle bağırdı! Ne dediğimi duymadın mı?! Çek elini! deyip tekme attı, onu kendinden uzaklaştırdı. Eğer devam etmeye kalkışırsa yataktan kalkmakla korkuttu onu. Ziya aciz aciz yalvarmaya başladı: Halamlarda seni çok özledim, sevgilim. Hasretin beni yandı tutuşturdu. Sana bu kadar hiç hasret kalmamıştım. Buraya kadar arabayla uçarak geldim. Bari izin ver de sırtında sarılayım. Başka bir şey istemiyorum. Olmaz!! Şule inadından vazgeçmedi, itirazını tekrarladı. Yoksa kalkıp kendime ayrı bir yatak yaparım. Aramız açılır, bir daha da seninle barışmam. Ziya hemen pişman oldu, geri çekildi. Aralarının açılmasından korkmuştu. Bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Bu Şule nin haftalarca asık surat oturması demekti. Ziya nın konuşmasına izin vermedi. Keşke bununla yetinse, onun başına daha ne çoraplar örecekti. Bir de bakarsınız ki toplanıp dedesinin evine de gidebilirdi. Artık gel, ayıkla pirincin taşını. Onun gönlünü alıp eski düzene getirmek için Ziya aktan karayı seçecekti. Bu da Ziya için ölüp tekrar dirilmek gibi bir şeydi. İki defa bunu yaşamıştı, bundan dolayı da ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Sinirlenme, sinirlenme sevgilim, sakin ol! Ziya gerçek manada yalvarıyordu. Hata yaptım. Artık dokunmam sana. Rahat uyu. Şule yorganı tamamen kendine doğru çekti. Bürünüp yanlarını iyice sıkıştırdı. Kalk kendine başka yorgan getir. Ben çok üşüyorum. Galiba hastalanıyorum. Terlemem gerek, yoksa zor iyileşirim. Ziya, terlemen gerekirse, ben seni kucaklayım, terle demek istese de, kendisini zor tuttu. Kelimeler dilinin ucuna geldi; ama söylemedi. Deseydi alacağı cevap yaralarını iyileştirmeyecekti. Sakince kalkıp, kendine başka yorgan getirdi. Canı tüylü yorganda yatmak istedi. Kor olmuş hisleri sönüp, 249 üzeri kül bağladıktan sonra hanımıyla olan küslüğünü aradan kaldırmaya çalıştı. Sevecen koca edasıyla sormaya başladı: Şimdi nasılsın, canım?.. Terleyebildin mi? Evet, azacık. Şule çok isteksiz cevap verdi. Terle, başını da kapat. Yakında hayır bir işimiz var. Ona kadar iyileşmen lazım. Ne işi? Haberin yok mu? Halan sana söylememiş miydi? Hayır, haberim yok. Yoksa Elagöz`ün nişanı mı olacak? Nişan değil, ama onun gibi bir şey. Ziya hanımının sesinde sıcaklık duydu, devam etti. Kızın doğum gününü kutlayacağız. Halamız büyük davet için hazırlanıyor. Beni de bu yüzden çağırtmıştı. Söhrap amcanın onayını almak için. Razı oldu mu, Söhrap dayı? He, he, he... Ziya kendisine güvenerek gülümsedi. İtiraz etmeye koyar mıyım hiç?!... Öyle sözler, öyle örnekler getirdim ki, adamın söyleyecek sözü kalmadı. Sen daha kocanı iyi tanımıyorsun. Seni kendisinden çok seven bu zavallı feraset sahibidir. Halan boşuna beni yardıma çağırmıyor. İşi biraz yokuşa sarınca hemen beni arayıp buluyor. Telefonda ulaşamazsa arkamdan birilerini gönderiyor. Şimdi de mi zorda işi? Söhrap dayıdan kendisi de izin alabilirdi. Doğum gününü her zaman kutluyorlar zaten. Bu defa öyle değil, hayatım! Halanın başka şeyler düşünüyor bu defa. Hala, bu defa, Söhrap dadaşla iyi geçinemeyen, onu kıskananları da davet etmek istiyor. Mesela, Bebe Profesör gibi. Bizim baş düşmanımızı. Onu niçin? Allah bilir, bilmiyorum, halanın işini anlamak mümkün mü? Bana söylediklerine göre, Elagöz`ün iyileştiğini herkese göstermek istiyor. Herhalde kendinin de başka düşünceleri var. 250

127 Bebe nin şom ağızlı hanımı her yerde Elagöz hakkında ileri geri konuşup, hastalığının iyileşmediğinden bahsediyormuş. O kadının lüzumsuz konuşmalarını ben de çok işittim. Kızı kötülediğini, alaya aldığını ben de duydum. Halam bu konuda haklı. Ziya, bir anda duruşunu değiştirdi. Her ihtimale karşı Merhamet halasını gıyabında övmeye başladı. (Yerin kulağı vardı, söyledikleri ona gidebilirdi. Şule nin de sır saklamadığı belli idi.) Elbette, elbette, ona ne şüphe?... Hala hiçbir zaman boşa kurşun atmaz. Aptal değil ki boşuna o kadar masraf yapsın, yemeğini can düşmanına yedirsin. Ev hanımı olmasına, mutfaktan dışarı çıkmamasına rağmen politikayı Söhrap dadaştan daha iyi biliyor. Çok kurnaz ve çok bilmiş kadın. Şule yorganın altında kıpırdandı bir şeyler söyledi. Ziya onu anlayamadı. Yanlış bir söz söylediğini sanarak sözünü açıklık getirdi: Çok bilmiş derken, hayatı her yönüyle kavrayan demek istiyorum. Her durumdan doğru netice elde etmeyi çok iyi becerir. İleriyi görür, tedbirlidir. Ondan çok güzel devlet adamı olurdu. Şule hiçbir şey söylemedi. Ziya bir dakikalık aradan sonra bir şeyler düşündü hanımına yaltaklandı gülerek konuşmaya başladı: He, he, he... O davet için senin de acele etmen gerekiyor, güzelim. Hazırlık yapman lazım. Ben mi? Niçin?... Şule yine kırgın kırgın cevap verdi. Allah halama sağlık versin, ne gerekiyorsa kendisi yapacaktır. Aşçı da, yardımcı da getirecektir. Öyle şeylerde kesenin ağzını açar halam. He, he, he... Ben öyle hazırlık demiyorum ki. Giyim kuşam hususunda diyorum. O gün sen herkesten güzel giyinmelisin. Bütün kadınlardan güzel olmalısın Ne gerek var!,. Hayır, canım. Gereği var. Dostumuz var, düşmanımız var. Bebe Profesörler var. Onların gözlerinde melek gibi görünmeni istiyorum. Kıskançlıktan çatlasınlar. Tabiî sen zaten herkesten güzelsin. Bakü`de senden güzelini ne gördüm, ne tanıdım. Benim olduğun için demiyorum. Bu bir hakikattir. Dünyalar kadar sevdiğim aziz sevgilimsin. Sevenlerin gözünde sevgilisi herkesten daha güzel olurmuş. Bundan dolayı da en önde sen olmalısın. Senin güzel giyinmeni istiyorum. Bir söz vardır Güzelliğin onda dokuzu elbisedir diye. Yani güzel giyim insanı daha da güzelleştirir. Daha zamanımız var. Yarın işten izin alıp, alışverişe gidelim. Sana güzel bir elbise alalım. Şule Ziya`nın bu isteğini de kayıtsız bir tavırla geri çevirdi. Yeni elbiseye ne gerek var, dedi. Elbisem var benim. Tamam da, yani yeni olsun istiyorum. Doğum gününden hatıra kalır. Fazla mal göz mü çıkarır? Yeter ne olur, az konuş!.. Sinirlendiriyorsun beni. Bırak da uyuyayım. - Uyu canım, uyu, tatlı rüyalar... Ben sustum. Ziya itaat eder gibi parmaklarını dudaklarının üstüne koyup sustu. Düşüncelerini başka şeylere yöneltti. Beşir Bedirbeyli hakkında düşündü. Bebe dediği bu adamdan aslında çok çekinirdi, ona karşı dikkatli olurdu. Son bir iki senedir onun yine adının çok sık geçtiğini, toplumda prestijinin arttığını Ziya biliyordu. Beşir in her yerde sözünün geçtiğine şahit oluyordu. Güneşli ye göre eski düşmanlığın faal iştikakçısı olarak Bebe nin ona da zararı dokunacağını çok iyi biliyordu. Bu darbeyi zamanında uzaklaştırmak, düşmanlığı dostluğa çevirmek için şimdi eline fırsat geçmişti. Söhrap ın davetini kendisi organize eder, orada da işleri yoluna koyar. Ziya için bu mesele tereyağından kıl çekmek gibi bir şeydi. Maşallah tatlı dil onda, yalakalık onda, kurnazlık onda, üstelik bunları yaparken yüzü de hiç kızarmaz... Daha ne gerekir, dumanlı hava oluştu? Onların hayırları da şerleri de kendownloaded from KitabYurdu.org

128 disine... Arada garibanın başı derde niçin girsin?! Şimdiye kadar Güneşli`nin tarafını tutmakla şimdiye kadar yanlış yaptı. Gerekli gereksiz her zaman ona arka çıktı. Şu an için en güzel siyaset tarafsız kalmaktı. Ziya Leleyev, Şule`ye olan kızgınlığını hemen unuttu. Beşir Bedirbeyli ile ilgili düşünceleri onun keyfine keyf kattı. Sevinerek ellerini birbirine sürüp, sabahı sabırsızlıkla beklemeye başladı. 10. Bölüm Kapı usulca çalındı. İşe yeni gelen Profesör Bedirbeyli, her zaman ki gibi, gazetelere göz gezdiriyordu. Geniş ve çok güzel laboratuvarın (Buraya makam odası demek mümkün. Kendi müdürlüğü zamanında bu odayı tamir ettirmiş, her türlü konforla donatmıştı.) uzak bir köşesinde bacak bacak üstüne atıp, bir yandan çayını yudumluyor, diğer taraftan gazetelerin bir başına bir de sonuna bakıyor, köşe yazılarını nazardan geçiriyor, ilgisini çekecek bir yazı bulmazsa başka gazeteye geçiyordu. Kapının çalındığını geç fark etti. Meşguliyetine devam ederek kuru ve resmi ses tonuyla: Buyur! Dedi. Leleyev kapıyı tam açmadan içeri yan yan girdi. Büyük bilgin huzuruna gelmiş talebe gibi sınırı aşmadan kapının önünde durdu. Hayırlı sabahlar, Profesör! Bedirbeyli gazeteyi yüzünden yana doğru çekti. Burnunun ucuna inmiş gözlüğünün üstünden sese doğru baktı. Bir dakikaya kadar hiçbir şey demeden öylece kaldı. Leleyev i görünce gözleri dört açıldı. Bir hayli vakit geçtikten sonra sordu: Leleyev?! Sen misin?! Evet, benim. Ziya gülümsedi. Cesaretlenerek öne doğru ilerledi. 253 Hangi rüzgar attı sizi? Bedirbeyli gazeteyi masanın üzerine bıraktı. Dimdik durup, dirseklerini koltuğa koydu. Ziya`ya bön bön, sorgulu gözlerle bakmaya devam etti. Yolunu mu kaybettin nedir? Sen buralara uğramazdın. Hayır, Profesör, yolumu kaybetmedim. Sizin yanınıza geldim. Ziya`nın tutulan dili yavaş yavaş açılmaya başlamıştı. Onunla rahat konuşmak için biraz daha ona yaklaştı. Sağ elini Bedirbeyli tarafa uzattı. Selamünaleyküm! Bedirbeyli selamı almadı. Ona uzatılan ele de aldırmadı. Alaylı ifadelerle kısılmış gözlerini Leleyev`e dikti ve sordu: Benim yanıma gelmişsin demek? Evet efendim! Sizin yanınıza geldim. Çok saygıdeğer büyük bilgin Beşir Osmanoviç`in yanına geldim! Ziya havada kalan elini indirmedi. Yeniden yüksek sesle selamını verdi: Selamünaleyküm! Aleyküm... Bedirbeyli selamını isteksizce aldı. Bu da bir hakaret sayılıyordu aslında. Ziya yine de bozuntuya vermedi. Yüzsüzce Profesör el sıkışıncaya kadar aynı pozisyonda kaldı. Bedirbeyli, Ziya`nın bu yüzsüzlüğü karşısında parmağının ucuyla tokalaştı. Ziya bunda da muvaffak oldu. Ziya yine yüzsüzce teklif beklemeden sandalye çekti. İzin verirseniz oturayım, Profesör. Bacaklarım ağrıyor. Dizlerimden rahatsızım. Bedirbeyli alaycı bir tavırla: İzni oturduktan sonra istiyorsun, Leleyev. Maşallah çok saygılısın. Bu özelliğini müdüründen almış olmalısın. Haklısınız, Profesör. Atalarımız Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan demiş. Ama hakikaten bacaklarım çok ağrıyor. Bu tuz benim takatimi kesti. Bedirbeyli güldü. Ziya`nın yarım metre kendinden öne çıkan göbeğini göstererek: Çok şişmanlamışsın, Leleyev. Zavallı bacaklar ağrımasın da ne yapsın?! Bu kadar büyük bir yükü taşımak kolay mı sence?! 254

129 He, he, he...varım yoğum tek budur zaten. O da her yerde başıma kakılıyor! Ziya şakaya vurup karnını okşadı ve yerini iyice yerleşti. Bedirbeyli onun oturmasından çabuk kalkmayacağını anladı. Bu ziyaret tesadüf olamazdı. Vakit kaybetmeden söze başladı: Buyur, Leleyev, söyle bakalım, seni benim yanıma getiren sebep nedir? Ziya hiçbir şey demeden elini ceketinin cebine götürdü. Davetiyeyi çıkardı, Beşir Osmanoviç in önüne koydu. Bu nedir, Leleyev? Bedirbeyli bir zarfa, bir de Ziya`nın yüzüne baktı. Yüzünde ciddi bir hava oluştu. Ziya söze başladı: Bir saygıdeğer Profesörden, diğer saygıdeğer Profesöre zeytin dalı! Bedirbeyli daha da ciddileşti: Abartmadan konuş, Leleyev. Soruma açık cevap ver. Nedir bu? Ziyanın ayakları yere bastı. Beşir Osmanoviç`in korkusu onu boğdu. Boynunu yana doğru eğerek: Davetiyedir, Profesör. Söhrap Murguzoviç size gönderdi. Davetiye mi?!..ilginç... Bedirbeyli hayretle alt dudağını öne doğru çıkardı. Bizi hatırlaması çok ilginç. Bugüne kadar evinin eşiğine dahi bize adım attırmayan bize davetiye göndermiş. Hangi dağda kurt ölmüş? Orasını ben bilemem, Profesör. Ziya yakasını düzeltti. Benden sadece bunu size vermem rica olundu. Ben de ricayı yerine getirdim. Ben elçiyim. Bedirbeyli gözünün ucuyla zarfa baktı. Ama dokunmadı. Ziya`yı kasten konuşturdu: Niçin? Senin her şeyden haberdar olman lazım ama. Duyduklarıma bakılırsa Güneşli`nin en yakın adamısın, ailesi seni sever sayar. Onun senden gizlisi saklısı yoktur. 255 He, he, he... Bunlar boş sözler, Profesör. Bir insanın adı çıkmasın canı çıksın. Geveze insanlar işte, ne konuşacaklarını bilmiyorlar. Ben nereden onun yakını oluyorum? Yakın akraba değil misiniz, Leleyev? Neden inkar ediyorsun? Hem akrabalıktan da öte can ciğer dostsunuz. Nerede bende o şans?! İçi beni yakar, dışı seni. Hoşuma gitmedin, Leleyev. Hakkı inkar etmek büyük günahtır. Affedilmez cinayettir. Bedirbeyli hakaret dolu bakışlarını Ziya nın oynayan gözlerine dikti, kafasını karıştırdı. Düşmanım da olsa hakikati söylemek benim borcumdur. Söhrap`ın senin üzerinde emeği var. Hem de çok. Akademik kariyerde elinden tutması bir yana güzeller güzeli akrabasını, alınma ama, senin gibi birine(!) verdi... İsmi neydi onun? Bu söz Ziya`nın boğazını kuruttu. Kesik sesle sordu: Kimin? Senin evlendiğin o güzel kızın? Ziya birkaç defa yutkundu. Bedirbeyli`nin yine kendisiyle alay edeceğini düşündü, konuyu değiştirmek istedi. Ama Bedirbeyli`nin bakışları onu fikrinden döndürdü. Çaresiz: Benim hanımın ismi...şule`dir, dedi. Evet, evet, Şule hanım. Bedirbeyli bir şeyler hatırlamış gibi bıyığının altından gülümsedi. Oturuş şeklini değiştirdi. Masanın öbür tarafına dirseğini direyip alaylı bir ifade ile devam etti: Turnayı gözünden vurmuşsun, Leleyev! Hakikati söylemek gerekiyorsa, insan seni kıskanıyor vallahi. O, şehrimizin en güzel hanımıdır. Yakışıklı erkekleri bırakıp sana kısmet olmuş. Ziya`nın kulakları kızardı. Bu hakarete cevap veremese de, gururunda dönmedi. Ona üstü örtülü cevap verdi: Haklısınız, Profesör. Benim hanımımın eşi benzeri yoktur. Bazen kendimden de kıskanıyorum. Şule hanım sadece eş olarak değil, vefalı ve hamarat olması yönüyle de eşsizdir. Ben çok mutluyum! 256

130 Bedirbeyli omuzlarını oynattı, kaşlarını oynatarak konuşmaya başladı: Galiba sen gençliğinde şiir de yazıyordun, değil mi? Şule nin aşkı sana şiir yazdırmış. Mahlasında yanılmıyorsam, Ziya Bariz`di. Bizim arkadaşlar şiirlerinden birini okuyup, seninle alay ediyordu. İsmi... kazlar mıydı, yoksa kızlar mı? Ziya kırılmadı. Evet, Profesör. Zamanında şiir de yazmıştık! Şimdi de yazıyor musun? Yoksa Şule hanıma elde ettikten sonra ilham kaynağın kurudu mu? Bülbülün yanık nağmesi baharda olur, Profesör. Güller açtığı zaman!.. İki gönül bir olduktan, vuslat gerçekleştikten sonra gönül de huzur buluyor. Şiirler hasretten doğar. Bedirbeyli uzun süre bakışlarını Ziya dan ayırmadı. Seni değirmenin başından ölü bıraksalar, altından sağ çıkarsın! Çok kurnaz adamsın! Ziya nın kürküne pire düştü. Telaşa kapıldı: Bebe neyi ima ediyordu? Şule gibi güzel bir kadına sahip olmamı mı kıskanıyordu, yoksa gelişimin asıl maksadını anlamış mıydı?.. Ziya, şüphelere kapılıp kendisini kaybetmedi. Bedirbeyli ye şirin görünmek için acınaklı acınaklı konuşmaya devam etti: Sizin dediğiniz kadar kurnaz değilim, Profesör. Zamana ayak uydurmaya çalışıyorum sadece. Gemimi karada da yürütürüm. Bedirbeyli birkaç dakika sustu. Gözünün ucuyla yeniden davetiyeye baktı. Peki, bu davetin ne maksatla olduğunu söylemedin hiç! Söhrap Murguzoviç`in bize olan bu ihtiramının sebebi nedir öğrenelim bakalım. Sebebi de, münasebeti de davetiye de bildirilmiştir, Profesör. Okursanız, görürsünüz. Bedirbeyli merakla zarfı eline aldı. Gözlüğünü burnunun ucundan kaldırıp, davetiyeyi çıkardı. İsteksizce okumaya başladı. 257 Hımm!...Kızının doğum gününe çağırıyormuş demek. Evet, Profesör. Doğum gününe! Ben büyük bir davet olduğunu düşünüyordum; Hayırlı bir iş filan olduğunu... Bu da küçük bir davet değil aslında. Büyük bir davet. Kızları yirmi yaşına ayak basıyor. Tek göz ağrıları olan kızlarının doğum gününü güzel geçirmek istiyorlar. Sizin gibi büyük bir şahsı, halkımızın değerli ilim adamını sıradan bir davete çağırmazlar elbette! Bedirbeyli bu övgü dolu sözlerden hoşnut olsa da, gizletmeye çalıştı. Alayla gülümsedi: Söhrap Murguzoviç`ten her şey beklenilir, Leleyev. Karşındaki insanı küçümsemek, hakaret etmek için o her yola baş vurur. Onu bana tanıtma istersen. Ben onun cemaziyel evvelini bilirim. Ziya tarafsız kalmayı uygun buldu nalına da mıhına da vurdu: Bunu siz daha iyi bilirsiniz, Profesör. Ben o kadar da iyi tanımıyorum Güneşli`yi. Sırlarını bana hiçbir zaman açmaz. Ama bu davet şatafatlı olacak. Çok güzel hazırlanıyorlar. Bütün ekabiri davet ediyorlar. Kimler? Tabiî ki başta siz varsınız. Bunun yanında enstitümüzün en itibarlı ilim adamları, çalışanları... Öyle miii?! Tamam! Çok iyi!... Bedirbeyli düşüncelere dalarak dudağın altından söylendi. Ama yine de inanamıyorum. Cimrilikte nam salmış Söhrap Güneşli`nin böyle büyük bir davet düzenleyip kesenin ağzını açmasına hayret ediyorum doğrusu. İçimden inanmak gelmiyor. O biraz düşündü ve aniden kahkaha atarak güldü. Anladım!,.. Anladım!... Doğum günü bahanesiyle kızına nişan takıyordur. Şimdi yeni moda çıkmış, böyle meşhur insanlar bu tür şeyleri gizli saklı yaparlar. Üst makamlardan korktuklarından, kendilerinin uyarılacağını düşündükleri için böyle şeyleri başka adla yapıyorlar. 258

131 Ziya`nın dili kurudu. Beşir Osmanoviç`e hayretle baktı. Merhamet halası ile kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği bu sırrı Bebe nasıl haberdar olmuştu?...o bunu nasıl anlayabilmişti? Leleyev telaşlandı. Böyle bir niyetin olduğunu inkar etti: Hayır, Profesör, nişan falan yok! Bedirbeyli masanın arkasında kıpırdadı: Hayır, Leleyev, yine hoşuma gitmedin!.. Deminden beri bana saygıdan, hürmetten söz ediyorsun, şimdi de gözümün içine bakarak bana yalan söylüyorsun. Hiç utanmıyor musun?! Ziya kızarıp bozardı. Ama yine de bozuntuya vermedi: Boşuna kırılıyorsunuz, Profesör. Ben yalan söylemiyorum. Başka bir şey bilmiyorum. Bedirbeyli çenesini ileri doğru uzatıp geri çekti, yüzünde kırgınlık ifadesi belirdi. Bana bak, Leleyev, bu yalanları git başkasına anlat! dedi. Ben insanın bu tarafına bakınca öbür tarafını görürüm. Ziya elini göğsüne koydu. İtaatkar bir eda ile yemin etti: Vallahi, Profesör sizin dediğiniz konu hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Nasıl bilmiyorsun yani?!.. Bedirbeyli öfkelendi. Bütün enstitü kızını asistanı Şemsizade`ye verdiğini söylüyor. Bunları sen bilmiyor musun?! İnanın, bilmiyorum. İlk defa sizden duydum. Bedirbeyli Ziya nın inat etmesine çok kızdı. Kısık, küçücük gözleri tohum gibi gözleri, kuyruğu üzerine kalkmış engerek yılanı gibi heybetle parladı. Kendini tilki yerine koyma, Leleyev. Ben seni de iyi tanıyorum, senin kaçın kurası olduğunu çok iyi biliyorum dedi. Azarladı. Sonra da acı acı gülümsedi. Sen olacaksın da haberin olmayacak?...yok, Leleyev, inandıramazsın beni. 259 Ziya çok kırıldı. Dili dudağı kurudu. Sandalyeye yeniden yerleşti, sesi soluğu kesildi. Beni haksız yere yalanlıyorsun, Profesör? deyerek suçlu suçlu yutkundu. Sesi tamamen kısıldı. Sohbetimizin başından beri size Güneşli ailesiyle fazla ilişkim olmadığını söylemiştim. Çok gidip gelmeyiz. Onların gizli yaptıkları işleri ben nereden bileyim? Önceleri, daha yeni akraba olduğumuz dönemlerde evet, ilişkilerimiz iyiydi. Sizin dediğiniz gibiydi. Sık sık görüşürdük. Bayramları hep birlikte geçiriyorduk. Gizli saklımız yoktu. Bir aile gibiydik. Ama son zamanlarda, yaklaşık bir yıldır aramız biraz açıldı. Haftalarca bazen aylarca birbirimizin kapısını açmıyoruz. Hatta telefonlaşmıyoruz bile. Artık biz onlar için yabancıyız. Şemsizade ile Elagöz`ün meselesini de sizden işittim. Bedirbeyli sakinleşti. Düşük meşrep Ziya yı yeniden denemek istedi: Anlayamıyorum, neden böyle oldu?... Niçin soğuk rüzgarlar esti aranızda? Sebepleri vardır mutlaka, Profesör. Bu dünyada sebepsiz hiçbir şey yoktur. Belki, Şemsizade`den dolayıdır? Bedirbeyli Ziya`nın zayıf damarını yakalamak istedi. Onun aileye yakınlaşması seni uzaklaştırmış olmasın? Hiç kuşkusuz öyledir. Ziya da Bedirbeyli yi tasdik etti. O, gelince bizim pabucumuz dama atıldı. Bedirbeyli güldü: Bu bir kuraldır, Leleyev. Kendi damadı elbette ki, senden önde olmalıdır. Hanımın akrabasının yanında kendisininkinin adı olur mu? Ziya, sevindi: Şimdi bana inandınız mı? Benim yalan söylemediğimden emin oldunuz mu?.. Bedirbeyli bir şey demedi, başını salladı. Ziya daha da açıldı, yalakalık etmeye başladı: 260

132 Bir şeyi de bilmenizi istiyorum, emin olunuz, benim size saygım sonsuzdur. Siz çelikten yoğrulmuş, tunçtan dökülmüş bir şahsiyetsiniz. Kendinizden sonraki nesillere örneksiniz. Biz gençler sizden çok şey öğrendik, daha da öğreneceğiz. Şahsen ben sizin hayranlarınızdanım. Size olan saygım, ihtiramım her geçen gün biraz daha artıyor. Şu an ülkemizde sizden daha büyük ilim adamı, sizden nüfuzlu bir şahsiyet tanımıyorum. Bedirbeyli duyduğu mübalağaları hakikat gibi kabul etti. Kasten sordu: Güneşli`den de mi yüksekte görüyorsun beni? Evet Ziya bir an bile düşünmeden cevap verdi. Siz Güneşli`den de yüksektesiniz. Ben bunu bütün samimiyetimle söylüyorum, Profesör. İlim bakımından mı? Yoksa başka yönlerden mi? Her yönden! Başka yerlerde de söyleyebilir misin bunları? Nerede isterseniz, söyleyebilirim. Güneşli`nin yanında da söyleyebilir misin? Evet, onun yanında da söylerim. Kızının davetinde de isterseniz tüm misafirlerin karşısında şimdi söylediklerimi tekrar ederim. Eğer söyleyemezsem annemin sütü haram olsun bana! Sağ ol, Leleyev, adam gibi adammışsın meğer!.. Bedirbeyli kurnazca gülümsedi. Bu adamı Söhrap`ın aleyhinde kullanabilirim diye düşündü, onun omuzlarına ağır bir vazife koydu. Ziya`yı övmeye başladı: Şimdiye kadar senin hakkında yanlış düşündüğümün farkına vardım. Söhrap Murguzoviç`in kölesi, gölgesi olarak tanıyordum seni. Ne yalan söyleyeyim, seni yılana zehir veren kertenkele gibi görüyordum. Ama... hata yapmışım. Leleyev, benim düşündüğüm Leleyev`den çok farklıymış!... Ziya sevindi. Bedirbeyli`yi kendisine bağladığını zannetti. Ona nasıl teşekkür edeceğini bilemedi. Onu bağrına mı 261 bassın? Karşısında diz çöküp, elini mi öpsün?... Çok düşündü. Ama düşündüklerinin hiç birini yapmadı. Çünkü yalakalığıyla birlikte az da olsa gururu da vardı. Karşısında eğilerek: Çok sevindim, Profesör. Size çok minnettarım. Benim hakkımda düşüncelerinizi değiştirdiniz. Beni müspet yönden tanımaya başladınız. Ne mutlu bana Sizi kınamıyorum hepimiz böyle önyargılıyız. İnsan insana yakınlaşmasa, dostluk kurmasa, birbirini gereği gibi tanıyamıyor. Ben de sizin hakkınızda iyi şeyler düşünmüyordum açıkçası. Ne yalan söyleyeyim, birkaç yıl önceye kadar sizi sevmiyordum. Çünkü baskı altındaydım. Gözlerim kapanmıştı. Hem o zamanlar daha gençtim, iyiyi kötüden ayıramıyordum. Yeterince hayatı kavrayamamıştım. Sizin büyüklüğünüzü, manevi yüceliğinizi anlayamıyordum. Onun bunun sözüne bakıp sizi düşman görüyordum. Sonra yavaş yavaş gerçekleri idrak ettim. Aklımın, idrakimin ışığında her şeye fehmetmeye başladım. Sizin ilmi faaliyetlerinizi, şahsi niteliklerinizi objektif olarak akıl süzgecinden geçirdim. Yanıldığımı gördüm. Başımdan büyük işe girişmişim. Artık olan oldu, sizden af diliyorum. Beni bağlayın, günahlarımı mazur görün. Size karşı her ne saygısızlığım, uygun olmayan hareketim, kusurum olduysa hepsi de aymazlıktan başkasının tesiri altında kalmamdan ileri geldi. Bugünden, hatta şu saatten itibaren kendi yakın adamınız olarak görün beni. Sizin hizmetinizde canla başla mücadele etmeye hazırım. Zararın neresinden dönersek kardır. Sadakatime, samimiyetime inanın. Bedirbeyli Ziya yı baştan aşağı, bir daha süzdü, yine kurnazca gülümsedi. Kalbinden geçenleri tekrar tasdik etti: Bu gerçekten de Güneşli`den ayrılmış. O zaman onu Söhrap`a karşı kullanmak hiç de zor olmayacak. Düşmanı kendi akrabasının, dostunun eliyle vurmak en güzel politikadır. Bu tür darbeler ölümcül olur... Ama şimdi biraz daha sabretmem lazım. Bırakalım her şey kendi mecranda gelişsin. Ziya nın bana yakınlaşması için biraz daha azap çekmesi gerekir. O zaman eteğimden düşmez

133 Onu bakarak, Leleyev, sağlık olsun, ileride daha çok görüşeceğiz. Eğer senin dediklerine tam emin olursam, o zaman elbette geçmişi unutur, seninle barışırım. Geçmişe bir sünger çekeriz. Söylediklerimde zerre kadar yalan yoktur, Profesör. Size söylediklerimin hepsi hakikattir. Yüreğimden gelen sözlerdir. Çok güzel! Bedirbeyli razı oldu. Ama bir şey daha ekledi. Ne diyeyim, öyle olsun. Her halde söylediklerine inanmak gerekir. Aynı zamanda, sözün icraata döküldükten sonra anlam kazanır. Leleyev ne diyeceğini bilemedi, homurdandı. Bir şeyler daha söylemek istedi. Fakat Bedirbeyli sohbetin tamamlandığını bildirmek için biraz önce okuduğu gazeteyi eline aldı. Ziya sözlerini yuttu. Yavaş yavaş ayağa kalktı. Sandalyeyi özenle yerine koydu. Sakince sordu: O zaman, davete geliyorsunuz değil mi? İzninizle daveti kabul ettiğinizi Söhrap Güneşli`ye söyleyeyim? Ne diyeyim, vallahi... Bedirbeyli omzunu silkti. Sözü ağzında geveledi. Duruma göre, bakalım iyi olursam, keyfim yerinde olursam gelirim. Ziya aldığı cevap onu ikna etmedi. Bu olmadı işte. Biz kendi aramızda konuştuk, mutlaka gelmeniz lazım. Sizsiz olan toplantının ne anlamı olur. Ben de öyle düşünüyorum, Leleyev. Söhrap Güneşli`nin evini tanımak, sofrasında oturmak iyi olur bence de. Domuzdan bir tüy kapmak ganimettir. Rusların bu konuda çok güzel bir sözü var: Durujba durujba; sulujba sulujba 4 Yani düşmanın yüzüne gül, ekmeğini ye, yine de kılıcını hep hazır tut. Atalarımız güzel demiş: Köpekle arkadaşlık yap; ama sopanı yere koyma. Güneşli`yle benim barışmam elbette mümkün değil. Davetini kabul edip, dostlarını tanımak benim için iyi olur, diye düşünüyorum. 4 Dostluk dostluk;hizmet himet. (Dostluk başka iş başka. İkisinin yeri de ayrıdır.) 263 İşte ben de bundan dolayı mutlaka gelmenizi istiyorum. Bu konuda ısrar ediyorum. Sizin teşrif etmeniz oradakilere müspet tesir eder. Bu hareketinizle orada bulunan herkese sizin böyle küçük adavetlerden uzak olduğunuzu gösterir. Bütün düşüncelerin üstünde olursunuz. Tamam, Leleyev. Gelmeye çalışacağım. Aslında biraz sıhhatimde problem var. Ama gelmeyi düşünüyorum. Daha üç gününüz var. Davet hafta sonu cumartesi günü olacak. İnşallah o zamana kadar iyileşirsiniz. İnşallah, inşallah. Sizden bir ricam daha var, Profesör. Hanımınızı da davete getirin lütfen. Söhrap Murguzoviç`nun hanımı bunu önemle rica etti. Eğer hanımınızı getirmezseniz çok kırılır. O, size davetini iletmediğimi düşünebilir. Baş üstüne! Bedirbeyli güzel sözlerle Ziya`yı memnun etmeye çalıştı. Sıhhati iyi olursa, elbette getiririm. O zaman, hoşça kalın, Profesör. Görüşürüz! Ziya odadan mutlu bir şekilde ayrıldı. Bir taşla iki kuş vurmuştu. Hem Beşir Osmanoviç`le arasını düzeltmiş, hem de Merhamet Hanımın arzusunu yerine getirmişti. Mutlu haberi ona uçarak ulaştırmak için harekete geçti. İş bittikten sonra eve gidip her şeyi en ince detaylarına kadar anlatmak için can attı. Mesainin bitmesine daha çok vardı. Günün yarısı dahi geçmemişti. Yüreğindekini boşaltmasa, sevincini halasıyla paylaşmasa yüreği patlardı. Hemen koşarak telefona koştu. Merhamet Hanımı arayarak ona müjdeyi sevine sevine verdi. Bu müjdesine karşı da halasından içten bir teşekkür aldı. Bu teşekkür Ziya için en büyük hediyeydi Bölüm Bir hafta boyunca Söhrap Güneşli Vugar`ın çalıştığı laboratuvara gitti. Deney sonuçlarını bir iki gün kontrolle yetinmedi. Kollarını sıvadı işe girdi. Küçükten büyüğe en ince

134 ayrıntısına kadar her şeyi tekrar inceledi. Sabah erkenden geldi, akşam gün kararıncaya kadar laboratuvardan çıkmadı. Günlük hesapları, deney sonuçlarını yalnız başına, acele etmeden yeniden baştan aşağı kontrol etti. Sonuçları karşılaştırırken saatler geçti. Sonra elde ettiği bütün sonuçları birbirine ekledi. Bu süreç içerisinde gergin dakikalar geçirdi. Stres ve sıkıntıya girmekten kaçınmadı. Hiçbir sonucu göz ardı etmedi. Böyle yapmasaydı fırsat kollayan, kurnaz, hilekar araştırmacıların, pireyi deve yapan demagogların dilinden kurtulamazdı. Beşir Osmanoviç ve adamları onları yerden yere vururdu. Profesörün ifrat derecesindeki şüpheciliği, sorgulayıcı tavırları laboratuvarda çalışan diğer araştırmacıları canından bezdirmişti. Vugar, tekrar heyecanlanmaya, telaşlanmaya başlamıştı. Güneşli nin deneyleri tekrar etmesi, inatla sonuçları test etmesi onun boynunu armut sapına çevirmişti. Narin in ise beklemekten gözlerinin ışığı sönmüşü. Boynunu büküp sessizleşmişti. Sıkıldığından ne yapacağını bilmiyordu. Ara sıra Güneşli`yi taklit ediyor, yorulduğunda koridora çıkıp saatlerce volta atıyor, sıkıntıdan kurtuluyordu. Kah Profesöre sinirleniyor, onu fırçalıyor kah ona diş gıcırdatıyordu. Bazen de ondan habersiz hareketlerini taklit ediyor: Sol elinin işaret parmağıyla gözlüğünü ileri itiyor, burnunu kağıtlara kadar eğerek yazıları okuyor, ara sıra çenesinin altını kaşıyor, bazen de Profesörün hayale dalıp kirpiklerini oynatmasını taklit ediyor, ona benzemeye çalışıyordu. Ne Hatice halanın ne de Vugar ın ona ilgi göstermediğini görüyor tekrar sükunete dalıyor, boynunu büküp elleri koynunda bir köşede duruyor. Ara sıra dışarı çıkıp uzun dehlizde bir iki saat gezip sıkıntısından kurtuluyordu. Sadece Hatice halanın her zamanki gibi hiçbir şey umurunda değildi. Ne üzülür ne de sıkılırdı. Eski yerinde süklüm büklüm taburede oturur, torunları için yün çorap örerdi. Nihayet bütün intizarlar sona erdi. Can sıkıcı gerginler nihayet buldu. Profesör kalemini bırakıp kalktı. Gülümsedi. Her şey yolunda!... Sonuçlar güzel. 265 Söhrap Güneşli`nin söylediği bu kelimeler, Vugar`ın dört gözle güzel haber bekleyen kulaklarına çok hoş geldi. En yüce kürsüden denilmiş övgü kadar makbul oldu. Yorgun çehresine saadet nuru çiseledi. Narin in de yüzünden kırgınlıklar gitti. O anda kafasındaki bulutlar dağıldı. Kaşı gözü oynamaya başladı. Zayıf omuzları çingene kızlarının omuzları gibi fingirdemeye başladı. Göz açıp kapayıncaya kadar Profesörün üstüne atladı. Geçen defa Hatice halayı öptüğü gibi Güneşli`yi de öptü. Güneşli Narin in bu özelliğini bildiği için hiç şaşırmadı. Güneşli artık Narin in kendisine hakim olamadığı, sıra dışı hareketlerine alışmıştı. Onu zor durumda bırakmadı. Baba şefkatiyle gülümsedi: Beni niçin, öpüyorsun kızım? dedi. Onu öpmek lazımdır! Dedi Vugar`ı gösterdi. Çalışma onun, bütün teşekkürler onadır! Narin hiç bozulmadı. Yaptığından hiç pişman olmadı. Şakaya vurup yüreğindekileri teker teker söyledi: Onu sonra öpeceğim, Profesör. dedi ve şeytanca Vugar a baktı Odada ikimiz tek kalınca! Profesör kahkahayla güldü, kendinden geçti. Vugar utandı kızarıp bozardı, başını aşağı indirdi. Hatice hala de Nari`nin bu sözlerinden çok utandı, yüzünü başka tarafa çevirdi, kızı kınadı: Dilin kurusun!... Utanmadan nasıl konuşuyorsun?! Böyle yüzsüzlük olur mu?! Narin bozuntuya vermedi. Annesi yaşında olan bu kadının kınamasına aldırış etmeden: Günahkar değilim ki dilim kurusun!...gıybet edenlerin, ağzı gıybet yuvası olanların dili kurusun!! Hatice hala yüzünü ekşitti, Narin e sitemle cevap verdi: Yeter!...Bir hanım kıza böyle konuşmak yakışmaz. Ayıptır! Narin bir çocuk edasıyla şakaya vurarak karşılık verdi: 266

135 Bunun neresi ayıp?... Profesör gitsin, sende çorapla meşgul ol, o zaman görürsün nasıl öpüp öpmeyeceğimi! Güneşli yine güldü. Belki de ömrü boyunca böyle hiç gülmemişti. Cebinden mendilini çıkarıp gözlüğünün altından gözlerinin yaşını sildi. Ara sıra fıkırdaya fıkırdaya Narin`e sahip çıktı: Sen haklısın, kızım! Burada utanılacak bir şey yok. Büyük bir buluş yapmış, insanlığa hizmet etmiş iş arkadaşını samimi kalpten öpmek suç değil, Vugar bunu hak etti! Narin cesaretlendi. Küsmüş gibi yüzünü ondan çeviren Hatice halaya duyurmak için yüksek sesle: Siz bunu beni kınayanlara söyleyin, Profesör. Ona onun bildiği kızlardan birisi olmadığımı söyleyin. Vugar benim kardeşim, onu öpmek günah mı?.. Bu yaşlılar da her şeyi yanlış anlıyor, kötüye yoruyor. Güneşli hemen durdu. Gülmeyi kesti. Kızın yaşlılar demesi ona da dokundu. Bu defa hem Hatice halaya, hem de kendisine hak verdi: Evet, kızım, biz yaşlılar eski adetlerle, eski modayla yaşıyoruz. Çağdaş gençliğin bazı hareketlerini tasvip etmiyoruz. Açık saçıklığı kabul etmiyoruz. Galiba bu yaşlılık psikolojisiyle alakalı bir durum. İnşallah zamanı gelir sen de yaşlanırsın. O zaman hakikati daha iyi anlar, bizi affedersin. Hiç kuşkusuz sen de kendinden sonraki gençleri anlayamayacak, kabul edemeyeceksin. Narin hatasını kabul etti, sustu. Kalbini kırdığı Hatice halaya yaklaştı, onu sarılarak öptü. Profesör gözlüğünü gözlerinden çıkartıp ceketinin cebine koydu. Ağır ağır kapıya doğru ilerleyerek Vugar`a seslendi: Bugün geçti. Yarından itibaren otur ve işlerini düzenle. Proje şubesine vereceğimiz dosyaları titizlikle kontrol et. İdarenin imzalanması gerekenleri bana getir, imzalatalım. Kendin ise O eşikte durdu. Dönüp ciddi bir eda ile bakışlarını sevgili asistana çevirdi. Bir baba şefkatiyle ilave etti: Sen de biraz toparlan ve bir süreliğine dinlenmeye git. Projemiz bitene kadar dinlen, kendine gel. Çok zayıflamışsın. Güç toplaman gerek. Daha çok işimiz var. 268 * * * Her zaman olduğu gibi işe herkesten erken gelen, etrafı toplayıp düzenleyen tecrübeli kadın Hatice hala ertesi gün Vugar a bir zarf verdi. Ziya Leleyev verdi dedi. Vugar`ın morali iyice bozuldu. Ziya`dan hoş bir haber beklemiyordu. Elagöz`ün büyük harflerle doğum günü davetiyesi olduğunu görünce irkildi, endişeye düştü. Davetiyenin sonunda Ziya`nın kötü yazısını görünce ise iyice sinirlendi. Rica ediyoruz unutmayın. Davette sizin bulunmanız hassaten önemlidir. Vugar düşünceli bir tavırla pencerenin önüne yaklaştı. Korkuluğa dayanıp hayale daldı: Yine ne karıştırıyorlar? Neden davette benim olmam önemli?... Aklına İsmet`le yaptığı son konuşma geldi. Elagöz la ilgili yeni dedikoduların ortaya çıkacağını tahmin etmişti. Şimdi bu ısrarlı davetin arkasında yeni bir hilenin olduğunu hissetti. Sinirlenerek zarfı cebine koydu. Bu meseleye son koymanın zamanı gelmişti. Lakaytlık davrandığı, zamanında çözüm bulamadığı bu mesele, ileride çok ciddi problemlere sebebiyet verebilir, uzun süreli kırgınlıklara belki de, düşmanlığa kadar gidebilirdi. Zaten bundan dolayı sütkardeşiyle yaka paça olmuştu. Bir seneden beri yüzü gülmüyordu. Eğer mesele çözülmezse İsmet`in dilinden ömür boyu kurtulamazdı. Arzu`yu da kaybedebilirdi. Vugar davete katılmamayı düşündü. Bunun için bahanesi de hazırdı. Geçen gün bizzat Güneşli`nin kendisinden dinlenmek için Bilgeh kasabasına gitmek için izin almıştı. Gidiş tarihiyle davet tarihi aynı güne denk geliyordu. O güne kadar

136 tüm işlerini tamamlayıp, davetten bir gün önce şehirden ayrılmayı düşündü. Döndükten sonra da Allah kerimdi! O sakinleşti, masasının arkasına geçti. Yine iki gün, geceli gündüzlü çalışıp bütün işlerini düzene soktu. Yarın yola düşeceği sırada Ziya bir anda karşısına çıktı, sanki pusuda bekler gibi kendisini yakaladı. Eee işler nasıl gidiyor? Elagöz`ün doğum gününe hazırlandın mı? Vugar şaşırdı: Ne hazırlığı? Ziya bir hayli güldükten sonra: Sen ne kadar aptalsın?! Uzaydan mı geldin yoksa?! Doğum gününe hediyesiz mi gideceksin? Vugar sert cevap verdi: Herkes kendi durumuna göre hareket eder. İster hediyesiz giderim, isterim hediyeyle! He, he, he... Neden böyle garip konuşuyorsun? Seni kendi içimizden bildiğim için söylüyorum. Kızacağını bilsem söylemezdim. Vugar yüzünü astı. Bu yüzsüzle yüz göz olmak istemedi; ama o bir türlü onun yakasını bırakmadı. Sen daha gençsin, şehrin bazı gelenekleri bilmiyorsun. diyerek nasihate başladı. Bu tür davetlere mutlaka hediye götürmen gerekir. Başkası hediyesiz gitse de olur. Ama sen Elagöz`ün doğum gününe ona layık bir hediye götürmezsen, saygısızlık olur. Her şeyden önce seni davet eden şahıs, senin danışman hocan. Üzerinde çok emeği var. Bundan sonra da onunla çok çalışacaksın. Sen de üzerine düşeni yapmalısın?! Vugar hiçbir şey söylemedi. Ziya, boynu dönmediğinden gövdesini çevirdi, ona baktı. Sonra da tatlı dille tekrar konuşmaya başladı: Doğrusu, Söhrap dadaş bu tür şeylere önem veren birisi değil. Ama hanımı... Kendisi akrabamdır. Kendisini çok iyi tanırım. Dün bana, Vugar`ın marifetini şimdi göreceğiz. Ba- 269 kalım, Elagöz`e ne hediye getirecek, bize olan saygısını nasıl kanıtlayacaktır?... dedi. Aslında ben Merhamet Hanımı kınamıyorum. Onun bir suçu da yok. Çünkü gelenekler böyle. Dost cömertliğinden belli olurmuş. Tabiî ki, onların bu hediyelere ihtiyacı yok. Güneşli`nin aylığı birçok kişiden çoktur. Onlara yeter ve artar da. Sadece Merhamet halanın gizlediği, sakladığı bir yana boynunda ve parmaklarında binlerce liralık altın ve inci var. Ama biz de öyle sıradan insanlar değiliz. Bizim de toplumda bir yerimiz var. Bizim gibi akrabaların bu davete hediyesiz gitmesi uygun düşmez. Vugar dalmıştı yine. Leleyev`in gevezeliğini sanki duymuyordu. Ziya onu hayallerinden ayırdı: Ne oldu sana? Niçin donup kaldın?... Yoksa paraya filan ihtiyacın mı var, ondan dolayı mı böyle düşüncelisin? Vugar kızardı. Aslında Ziya doğru söylemişti. Burstan başka hiçbir geliri olmayan bir asistan için pahalı hediye almak cömertlik sergilemek çok zordu. Ama asıl mesele bu değildi. Vugar`ın düşünceli olmasının esas sebebi bu davetin arkasındaki hileydi. Bu durumdan çıkış yolları arıyordu. Ziya sorusuna cevap beklemeden: Hiç çekinme! dedi. Niçin utanıyorsun? Kardeşin ölmedi ya. Sana da, kendime de yetecek kadar param var. Hadi gel dükkanlar kapanmadan bakalım belki güzel bir şeyler bulabiliriz. O, Vugar`ın kolundan tuttu, dışarı çıkardı. 270 * * * İsmet evde Vugar`ın ayak seslerini duyunca yüzünü duvara çevirdi. Bu, Bana yaklaşma! Benimle konuşma! Seni görmek bile istemiyorum!... anlamına geliyordu. Vugar sütkardeşinin çocukça tavırlarına gülerek karşılık verdi. Tatlı dille selam verdi. İsmet yüzüne biraz da uzaklaştırdı. Keçilerin gitmedi mi hala?! Neredeyse bir haftadır suratını asıp duruyorsun. Buna nasıl dayanıyorsun?

137 İsmet sesini çıkarmadı. Eliyle def ol! anlamında işaret etti. Vugar sakin sakin: Tamam artık!... Kov hadi keçilerini. Hayırlı bir iş var. İsmet yine sesini çıkarmadı. Sadece omzunu oynattı. Vugar davetiyeyi cebinden çıkardı ve aldığı hediyeyle beraber önüne koydu. Bak, ne getirdim sana. Küsmek yok, bunun için bana teşekkür edeceksin. Taştan ses çıktı, İsmet ten çıkmadı. Yarın Elagözlere gitmen gerekiyor... Davetlisin. Ben mi? Sen mi?! Tabiî ki, sen! Alay etme! Doğru söylüyorum. Ben çocuk değilim. Boşuna nefesini yorma. Görüyorum. Çocuğun bıyıkları bu kadar olmaz. Sen yine soğuk ve boş şakalarından vazgeçmiyorsun! Ben sen değilim ki her şeye küseyim. Arsızsın sen. Hiçbir şey umurunda değil. Vugar a bu sözler çok dokundu. Kalbi kırıldı. Sütkardeşinin dediği sözleri acı ilaç gibi yuttu. Tamam, dedi. Beni nasıl biliyorsan bil. Sen bilirsin. Ama bu küslüğe bir son ver artık. Sana yakışmıyor. Yüzünü çevir de adam gibi konuşalım. İsmet isteksizce yüzünü döndü. Davetiyeni alıp okudu. Yine deliye döndü: Burada senin ismin yazıyor. Davetiyeyi Vugar`ın üzerine fırlattı. Bir de benimle alay mı ediyorsun?! Bu mu senin doğru sözün?!. Vugar sabırla cevapladı: İsmin meseleyle ilgisi yok. Ben oraya gitmeyeceğim. 271 Bana yutturamazsın!.. Başkasına gelmiş davetiye bana lazım değil. Çocukluk ediyorsun, İsmet! Önce beni dinle, sebebini öğren, son sözüne söylersin. Ben yarın burada olmayacağım. Dinlenmeye gidiyorum. Sabah erkenden yola çıkacağım. Senin yerine mi gitmemi istiyorsun?... Hayır! Yanlış adrese başvurdun. Başka birinin yerini doldurmayı şahsiyetime sığdıramam. Peki, ben oraya gitmiş olsam, arkamca gelir misin? Evet, gelirim! Bensiz gitsen olmaz mı? Hayır, olmaz! Niçin? Orada herkesin içinde seni ifşa etmek için! Yüzüne tükürmek için! Niçin? Ben sana ne yaptım? Sen bana düşmanlık yaptın. Bana hiç bir şeyden haberin olmadığını söylüyorsun. Ama gizli gizli kendi işini yapıyorsun. Bu düşmanlık değil mi?! Vugar teessüfle başını salladı. Ben bir şey için üzülüyorum, İsmet, dedi. Ben, senin benim samimiyetime inanmadığına çok üzülüyorum. Biz bir evde, bir annenin sütüyle büyüdük. O gün bunu benim başıma kaktın. Bu sözleri bana nasıl söyleyebildin?! Bunları söylerken hiç mi vicdanın sızlamadı?! O sütün benim için çok mukaddes olduğunu bilmeni isterim. Ben o sütü hiçbir zaman inkar edemem. Şahsenem annemin hakkını hiçbir zaman ödeyemem. Ben onu anne bildim. Anne şefkatini, anne merhametini ondan öğrendim. Seni de öz kardeşim sanmışım. Şimdi bir kız için bütün bunları yok mu sayalım?! Sen de çok iyi biliyorsun ki, benim sevdiğim var. Arzu`yu hiç kimseye, hiçbir şeye değişmem! Eğer söylediklerin doğruysa, peki neden şimdiye kadar hep sustun? O gün sana söylediğimde neden Merhamet Hanımın hayır demedin? 272

138 Çünkü, ben bugüne kadar çok saf idim. Sevgi konusunda mecburiyet olacağını, zor kullanılacağını aklıma bile getirmemiştim. Ama şimdi bunu açık görebiliyorum. Bunu çeşitli yollarla yapmak için gayret gösterdiklerini görüyorum. Bundan sonra o aileye hiçbir zaman gitmeyeceğim! Ya bunu Profesörün kendisi isterse? O zaman ne yapacaksın? O zaman da aynı. Peki, korkmuyor musun? İsmet alayla güldü. Neden korkayım ki? İşinin zora düşeceğinden. Yani kızını almazsam, Profesör benimle düşman mı olacak, bunu mu kastediyorsun? Elbette. İnanmıyorum! Vugar bu sözü inanarak söyledi. Ve ilave etti: Güneşli çok temiz bir insandır, objektif bir ilim adamıdır. Onu düşmanları bile takdir ediyor, bu hakikati inkar etmiyorlar. Elagöz konusuna gelince bütün bu dedikodulardan, eminim onun haberi yok. İsmet susmak zorunda kaldı. Vugar`ın söylediklerine itiraz edemedi. Ona hoşuna gitmeyecek bir soru sordu: Mademki gitmeyi düşünmüyordun, o zaman niçin bu hediyeyi aldın? Yoksa burada bir planın mı var? Plan filan yok. Bunu bana Ziya aldırdı. İşten çıkınca ondan yakamı kurtaramadım. Almasam iyi olmayacağını söyledi. Para meselesi aklıma geldi. Demek öyle?! İsmet alay ederek Ben de bu hediyeyi benim için aldığını düşündüm. Biraz önce söylediğin öz kardeşlik duygusuyla hareket ettiğini sanmıştım. Ne fark eder? Zaten onu sen vereceksin. O zaman hediye senindir demektir. İsmet çok alındı. Gururu, benliği kendinden önce dile geldi: 273 Olmaz! Ben başkasının davetiyle, hediyesiyle küçülüp de davete gitmem! Vugar gülümsedi, hayatında ilk defa o da kinayeli konuştu: İşte şimdi gözüme girdin, dedi. İnsanda gururun olması çok güzel bir şey. Bazı konularda da böyle gururlu olsan o kadar sevinirim ki anlatamam! İsmet onu anlamadı Bölüm Merhamet Hanım Elagöz`ün doğum günü için bir düğünlük masraf yapmıştı. Özel aşçılar davet etti, beş altı çeşit yemek hazırlattı. Geniş salonda iki sıra halinde kurduğu masaları renkli sofra örtüleri ile süsledi. Masayı pahalı turfanda meyvelerle donattı. Masaların ortasına çeşit çeşit çiçeklerden oluşan vazolar koydurdu. Bu gösterişli ortamı gören birisi düğün olduğunu düşünebilirdi. Elagöz`e tanıdık bir terziye götürdü, bir hafta içinde, çok pahalı kumaştan güzel bir elbise diktirdi. Kuaföre de hatırı sayılır para vermişti. Misafirlerin gelmesine az bir süre kala onu tavus kuşu gibi süsledi karşına geçip yürekten maşallah dedi. Sonra da Elagöz`ü bir köşeye çekip öğüt ve nasihat vermeye başladı. Annen sana feda olsun! Bak hiç kimseden utanma. Seni Vugar`la beraber oturtacağım sakın sıkılma! Onun hoşuna gitmeye çalış. Gül, konuş, tatlı sözler söyle ona. Gözlerini senden alamasın. Öyle yap ki, gözünü senden ayırmasın. Görenler size imrensin. Dostumuz kadar düşmanımız var, bunu sakın unutma! Merhamet Hanım, bununla da yetinmedi. İşi garantiye almak için kızı bir güzel imtihan etti. Kızına ne konuşacağını, nasıl konuşacağını öğretti, gülmenin, tatlı tatlı tebessüm etmenin yollarını, hatta, yeri geldiğinde nazlanmanın yollarını da güzelce tatbik ettirdi... Misafirler belirtilen saatte geldiler.

139 Onları Ziya ev sahibi adına karşıladı. Merhamet Hanım, mutfakta yemeklerle ilgileniyordu. Oradan çıkamıyordu. (Her gelenin karşısına koşarak kendisini küçük düşürmek istemiyordu.) Söhrap ise misafir karşılamaktan, hoş geldin demekten hiç hoşlanmazdı. Herkesin yüzüne gülmeyi, şahsiyetini, karakterini sevmediği insanlarla konuşmayı hiç beceremezdi. Bunun yerine sırtında yük taşımaya razı olurdu. Bundan dolayı karşılama işini Ziya`ya vermişti. Ziya da kendi işini kurallara uyarak hakkıyla eda ediyordu. Evin eşiğinde durdu, misafirlerin yaşına ve makamına bakmadan içeri buyur etti, hizmetinde bulundu, nezaketle buyur, buyur dedi. Yol gösterdi misafir odasına kadar yanlarında bulundu, nerede kiminle oturacağına onlara gösterdi. Hizmetlerinin daha da göze çarpması, şirin görünmesi için billur bardaklara çay koydu. Aslında çay meselesine Şule bakmalıydı. Halası bu işi ona vermişti. Ama Ziya, hanımının zahmet çekmesini istememişti. Daha doğrusu onu misafirlerden kıskanmıştı. Niçin Şule gibi zarif, güzel bir kadının, ağzına diline hakim olmayan, ne idiğu belli olmayan insanlara çay servisi yapmasına ne gerek vardı?!.. Her gelip gittiğinde onun arkasından bakıp, ona laf atmalarının, göz kırpmalarının ne anlamı var. Canı çıkardı da yine bunlara razı olmazdı. Hanımının yerine hizmet etmekle rütbesinden ne eksilecekti! En uçtaki odadan Şule nin hoş kokulu, güllü tepsiye koyduğu çayları ıkınarak taşıyor misafirlere ikram ediyordu. Misafirlere içip içmediğini sormadan çayları önlerine bırakıyordu. Çayları taşırken diğer taraftan da gelenleri karşılıyordu. Yüreğinde sıkıntıyla Bedirbeyli`ni bekliyordu. O, gelmezse bezi pazara çıkardı. Merhamet halasının dilinden kurtulmazdı. Başının etini yerdi. Böyle gayri resmi toplantılara, şenlik ve ziyafetlere ağır aksak gelen, ağır bir misafir gibi kasıla kasıla teşrif eden Bedirbeyli, nedense bu defa, erken geldi. O kapıda görünür görünmez Ziya yeni dostunu (Ziya artık böyle düşünüyordu) karşılamak için koşarak kapıya gitti. Onu görülmemiş saygı ve hürmetle karşıladı: 275 Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, Sayın hocam! Şeref verdiniz! İşte ahde vefa denilen şey budur. İnsan ahde vefa da böyle olmadır!! Bedirbeyli Ziya`nın bu davranışını çok da önemsemedi. Onun başı üzerinden odanın derinliğine doğru başını uzattı. Gözleri Söhrap Güneşli`yi aradı. Sesini yükselterek: Ev sahibi nerede?...neden bizi karşılamıyor? diye sordu. Evde Profesör!.. Deminden beri sizi sorup duruyordu, gelecek mi diye. Ziya onu lafa takıp içeri almaya çalıştı. Buyurun herkes sizi bekliyor. Herkesin gözü yolda kaldı. Bedirbeyli kolunu çekip Ziya nın elinden kurtardı. Ayağını eşikte bekletti. İçeri girmek istemedi. Sen dur, Leleyev. Çekil yanda dur! Yoksa evin sahibi bizden gizleniyor mu?!. Sesini daha da yükseltip içerideki konuşmaları bastırdı: Yoksa bizim gelişimizden memnun değil mi? Eğer böyleyse, kapıdan gerisin geri dönmek daha uygundur. Yok! Yok!... Böyle konuşmayın lütfen! Ziya Bedirbeyli - nin eline yapıştı. Geri dönmek de ne demek? Sizin gelişinizden habersiz. İçeride misafirlerle ilgileniyor. Şimdi gelir neredeyse... Tabanlarının üzerinde yükselip, mırıldanarak seslendi: Söhrap dadaş!... Söhrap dadaş!... Bu seslenişe içeriden Güneşli`den önce Merhamet Hanım cevap verdi. Nefes nefese selam verdi, kendisinden özür diledi: Hayırlı akşamlar, Beşir kardeş!... Hoş geldiniz! Lütfen kusurumuza bakmayın. Çok meşgulüz mutfaktan çıkamadık. Buyurun lütfen. Kapıda beklemeyin içeri buyurun. Merhamet Hanım aceleyle göz gezdirip merdivenlere doğru baktı. Peki niçin yalnızsınız?! Sorusunda rahatsız olduğu hissedildi Ya benim Leyla bacım nerede?.. Onu niçin getirmediniz? Bedirbeyli soruyu cevaplamadan önce centilmenlikle Merhamet Hanımın elini öptü. Ve donuk yüzünde gülümseme belirdi: 276

140 Leyla bacınız işleri zora soktu. dedi. Altı aydan beri hasta yatıyor. Nadiren evden dışarı çıkabiliyor... Siz de bacınızı ayda yılda bir kez olsun ziyaret edip de hatırını sormuyorsunuz. Bir telefon bile etmiyorsunuz. Vallahi, hiç haberim yok... Merhamet Hanım Bedirbeyli nin yalancı küskünlüğüne yalancı bir cevap verdi. Allah acil şifalar versin, dedi. Ve hemen yüreğinde bedduasını da yapmayı unutmadı: İnşallah hiçbir zaman ayağa kalkmaz. Hastalıkları da şiddetlensin, yatakta koksun!... Bedirbeyli de fırsatı kaçırmadı. Geneşli ye göndermede bulundu. Sizde suç yok, Merhamet Hanım! Manevi değerlerimiz dumura uğradı. Kadınlar erkeklerden daha kindar oldular şimdi. Kocalarının kinlerini güdüyorlar, onlara arka çıkıyorlar. Dışarıdaki kavga eve niçin taşınsın, buna ne gerek var?! İş yerinde mesai arkadaşlar arasında incinme de olur kırılma da. Hatta kavga da olabilir. Can sıkan bu tür sohbetler iş yerinde kalmalıdır. Eve, aileye taşınmamalı. Bu tür meseleler eve getirildiğinde üzerine katıldığında işte böyle oluyor! Hanımlar birbirinden soğuyor, dostlar dostundan uzaklaşıyor, tanıdıklar birbirinden selam kelamı kesiyorlar. Bütün suçlar ailenin reisinde. Kendimizi ne kadar medeni, kültürlü kabul etsek de hala şarkın menfur adetlerinden yakamızı kurtaramadık. Kin, nefret bizi içten içe yiyip bitiriyor. Bitirmek ne demek, kanımızı soruyor! Ziya horozlanarak Bedirbeyli`ye arka çıktı. Merhamet Hanım hiçbir şey söylemedi. O çok kızgındı. Planlarından birisi tutmamıştı: Rakip olarak gördüğü Lale Hanım kızının süslü püslü halini, sapasağlam olduğunu görmeyecekti. Bedirbeyli kibirlenerek çenesini uzattı. Yüzünü kaşlarını çatan Merhamet Hanıma dönüp Güneşli nin hatalarına dokundurdu: İşte bakın, biz böyle medeniyet sahibiyiz!.. Misafir neredeyse yarım saattir kapıda kaldı; ama saygıdeğer Söhrap Gü- 277 neşli tenezzül edip de bu kadar beklememize rağmen zatıalilerini göstermiyor. Yalandan da olsa dışarı çıkıp Hoş geldin! demiyor. Bu tür lakaytlığa, soğukluğa ne denir?! Ben buradayım, Beşir Osmanoviç... Güneşli yan taraftan hafif tebessümle cevap verdi. Hoş geldin! Bedirbeyli bir anda Söhrap`ın nereden nasıl çıktığını göremedi, hayret etti. Ama kendisini tutamadı: Hoş bulduk! dedi. Söhrap Murguzoviç! dokundurmaya kınamaya devam etti: Böyle olmaz ama! Misafiri kapıda bu kadar bekletilmez... Bana saygın yoksa halkımızın gelenek göreneklerine saygı duy. Misafiri sevmesen de saymasan da bu gibi durumlarda kinini nefretini saklaman gerekir. Her şeyin bir yeri vardır! Sana saygısızlık yapmam, Beşir Osmanoviç. Yanlış düşünüyorsun. Güneşli, Beşir in kinayeli konuşmalarına sakince cevap verdi. Elbette, misafire saygı bizim borcumuzdur. Ayrıca lütfedip geldiğiniz için size çok minnettarım. Ayaklarına sağlık. Şimdi rica ediyorum içeriye buyur. Bedirbeyli kasılarak içeriye girdi. Sofradaki misafirlere göz gezdirdi. Tanıdıklarına uzaktan uzağa selam verdi. Montunu, şapkasını çıkarttı etrafta pervane gibi dönen Ziya Leleyev`e verdi. Ceketinin eteklerini aşağıya doğru çekti. Ucu dışarı çıkan kravatını düzelti. Saçlarını sıvazlayıp Güneşliye tekrar sataştı: Benim inancıma göre, saygı ve hürmet karşılıklı olarak gözetildiğinde bir anlam ifade eder. Yani herkes sadece bir şahısa saygı duysun, güvensin, onu elleri üzerinde tutsun, o şahıs da hiç kimseyi önemsemesin, herkesi kendinden küçük görsün, böyle şey olamaz. Böyle olduğunda Hıyar eğri biter. Sana saygı duyana sen iki defa saygı duymalısın. O zaman ne şiş yanar ne de kebap. Eskiden kan davalarında bile insanlar barışabiliyorlardı. Hata etmiş birisi özür dilemeye geldiğinde, suçu ne kadar büyük olsa da, onu affedebiliyorlardı. Çünkü o devrin erkekleri müsamahalı idi. Civanmertlik o zaman kat kat fazla idi. İtiraf etmek gerekirse biz erkekler onlar kadar 278

141 değiliz. Çok küçülmüşüz. Atalarımızdan gönül zenginliğini miras olarak almamışız... Bedirbeyli keskin bakışlarını misafirler üzerinde gezdirdi. Herkese hitaben sordu: Nerede bizim büyüklerimiz? Nerede atalarımızın temsilcileri?.. Onlar dediklerimi tasdik etsin. Ziya hemen öne çıktı: Kimi soruyorsunuz, Profesör? Kimi istemiştiniz? dedi. Bu evin büyüğünü, muhteremini! Bedirbeyli araştırıcı bakışlarını sürdürdü. Murguz amcayı mı diyorsunuz? Evet, tabiî ki. O gerçek erkektir. Murguz amca diğer taraftadır. Gelin göstereyim. Bedirbeyli Ziya`nın işaret ettiği tarafa baktı. Ziya`yı hafifçe iterek Sultanoğlu tarafa doğru gitti. Her iki eliyle tokalaştı. Keyfini sordu: Nasılsınız? Sağlığınız, sıhhatiniz nasıl? Teşekkür ederim, oğlum. İyiyim şimdilik. Sultanoğlu saygıyla, samimi bir şekilde cevap verdi. Her zaman iyi olun!.. Bedirbeyli büyük gözükmeye çalıştı. Sizin iyiliğiniz bizim iyiliğimizdir. Evde bir büyüğün olması, nefesinin duyulması, en büyük zenginliktir. Söhrap çok bahtiyar bu konuda. Sizin gibi bir babanın gölgesi var üzerinde. Dünyanın en mutlu insanı o! Sultanoğlu isteksizce başını salladı. Bir şey demedi. Bedirbeyli çenesini uzatıp çekerek sadede geldi: Lütfen aksakal söylediklerimi siz tasdik edin. Benim dediklerim oldu mu olmadı mı?! Kan davası olanları bizim büyüklerimiz barıştırdı mı barıştırmadı mı?! Haklısın. Çok oldu böyle şeyler. Kanı kanla yıkamak cahillikten doğar. Medeniyette bu tür şeyler yiğitlik, mertlik değildir. Düşmanı dost yapmak büyük iştir. Ağzınıza sağlık!... Çok doğru söyledin. İşte benim de söylemek istediklerim, beni rahatsız eden hususlar bunlardı: 279 Herkesi dost olmaya çağırmak. Sizin aralarından kan davası olan birçok aileyi barıştırdığınızdan hiç şüphem yok. Sayısız sevap işlemişsinizdir. Bundan dolayı da uzun ömür sürmüşsünüz. Allah daha da üzün ömürler versin! Sultanoğlu bu defa hiçbir şey söylemedi. Teşekkürünü başını sallamakla ifade etti. Bedirbeyli dirsekleri ile düşen pantolonunu çekti. Enstitüde ders anlatır gibi masaların arasında gezindi. Ve ekledi: Yanılmıyorsam, bu muhterem insanın yaşı seksenden fazladır. Maşallah, bakın nasıl da canlıdır. Biliyorsunuz belki de, bu muhterem insanın ömrünün bir kısmı azap çekerek geçmişti. Ömrünün bir kısmı devrim zamanına denk düştü, bir kısmı da Stalin`in merhametine(!) Sibirya`nın kuytu köşelerinde karın, buzun içinde kaldı, oraların soğuğunu hapishanelerini, cehennemini, kendi gözü ile gördü. Saflığı, temizliği, güzel amelleri onu böyle korudu. Onun bu vasfı dizlerine takat, canına can kattı, sağ salim evine, ailesine dönmesine yardımcı oldu. Orada birçokları karanlık, işkence odalarında öldü, kör kuyulara atıldı. O, şimdi hayatının en güzel günlerini yeniden yaşıyor. İşte bunların hepsi onun güzel insan olmasının bir neticesidir. Biz çoğu zaman bu tür hasletleri unutuyoruz. İyilik etmeyi, menfi hayallere kendimizi kaptırmaktan koruyamıyoruz. Yani akılla ayak üzerinde yaşamayı bilmiyoruz. Hayırseverliğin, alicenaplığın insan için ne derece büyük bir kuvvet, tükenmez hazine olduğunu aklımızdan çıkarıyoruz. Atalarımız, büyüklerimiz gibi hareket etmiyoruz. Beşir Osmanoviç`i tanımayan, ahlakını bilmeyen bir insan, onun zekasına, saf kalbine hayran kalabilirdi. Onun söylediklerine Kuranı Kerim`in ayetlerine inanır gibi inanırdı. Hipnoz sanatını Başir çok iyi bilir. Bu alanda kabiliyeti vardır. Kalabalıklar karşısında, oradan buradan konuşur ahkam keser, göz boyar. Kendisini çok soylu, manevi yönü olan bir şahıs olarak gösterir, kendisini küçük, hırda meselelerden uzak, çok değerli bir şahsiyet olarak takdim eder. Gelişigüzel sözlerle, güzel nutuklarla yürekleri yumuşatmak, kalplere girmek 280

142 onun en güzel silahı idi. Bu itibarlı silahı sayesinde o çok büyük imtihanlardan başarı ile çıktı. Siyasette bin bir hile ile şeytana pabucunu ters giydirenleri dahi aldatmayı becermişti. Kitaplardan okuyup, öğrendiği güzel sözleri ezberler ve onlardan kendine müthiş bir kale kurar, bu kalenin etrafındaki tehlikeleri maharetle uzaklaştırırdı. Onu çok iyi tanıyan, insanları bile eline alır, makam ve mevkiini sağlama alırdı. Şimdi de o bu konuda muvaffak oldu. Oradakileri hemencecik büyüledi. Sanki karşısındakiler onu hiç tanımıyorlardı, sanki onlara hitap eden şeytan tabiatlı Beşir değil de bir melekti. Hatta Söhrap da onun süslü sözlerinden etkilenmişti. Sessiz sakin bir köşede coşan Beşir i memnuniyetle dinliyordu. Belki de kalbinin bir köşesinde hilekar rakibinin samimiyetine inanıyordu. Bedirbeyli başarısına çok sevindi. İnsanları kendisine hayran bıraktığı için keyiflendi. Sonra kendinden memnun bir halde Güneşli`nin yanına geldi. Elini onun omzuna koydu ve yüzünü misafirlere doğru çevirerek konuşmaya başladı: Bakın, çok değerli arkadaşlarım. Siz de şahitsiniz ben artık kılıcımı kınına koyuyorum. Aramızda olan bütün kırgınlığa, küslüğe bu dakikadan sonra nokta koyuyorum. Şimdi Söhrap Murguzoviç de de aynı şekilde harekete geçsin, sulh imzalasın. Ne demişler: Senden hareket benden bereket Söhrap Güneşli de elini saygıyla onun omzuna koydu ve sakin bir tavırla: Değerli Beşir Osmanoviç, dedi. Sen bu insanları şahit bilerek kılıcını kına koyduğunu ilan ettin. Çok teşekkür ederim. Samimi itirafın için sana minnettarım. Ama inanın, herkes buna şahit olsun, benim sana karşı kullanmaya ne kılıcım olmuştu, ne de onu sana çekmiştim. Eski küslükleri de çoktan unutulmuştu. Ben seni hiçbir zaman suçlamadım. Sana karşı kırgınlığım da yok. İlmi tartışmalarımız, ihtilaflarımızda gayet olağandır. İşimizin gereği bu. Bilim çekişmesiz, ihtilafsız gelişemez, ileri gidemez. O zaman tek düze, sıkıcı bir hayat olurdu. 281 Kör öküzün bataklıkta kalması gibi çaresizliğe düşerdik. Ama bilimin bataklığı daha derin ve daha dehşetlidir. Oraya düşeni hiçbir şeyin kurtarması mümkün değildir. Biz bunu anladığımız için, kendi akidemizden geri dönmüyor, bilimin inkişafı için bu tartışmalara devam ediyoruz. Ama bu ilmi tartışmalarımız bizim özel hayatımıza tesir etmemelidir. Biraz önce sizin dediğiniz gibi biz her şeyin fevkinde durmalıyız. Aydınlara yakışmayan davranışlara vermemeliyiz. Elbette, elbette!.. Bedirbeyli el kol hareketiyle destek verdi. Bizim bugünkü hareketimiz bilginlere has bir davranış. Sen bana saygı gösterip evine davet ettin. Ben ise bu daveti lütfedip kabul ettim, teşrif buyurdum. Bu basite alınacak bir şey mi? Beşir Osmanoviç, burada anormal olan hiçbir şey yoktur ki. Bu samimi insanların birbirleriyle olan münasebetidir. Biz meslektaş olmamızdan ziyade Azerbaycanlıyız. Bir halkın oğluyuz. İyi ve kötü günlerimizde beraber olmamız hepimizin görevidir. Çok doğru!...yürekten katılıyorum! Bedirbeyli her iki elini yukarı kaldırdı. Bütün rahatsızlıklar, küskünlükler bununla son buldu, bir vakte kadar tehir edildi... Ver elini, Söhrap Murguzoviç, bugünden itibaren bizim dost ve kardeş olduğumuzu herkes görsün!... Arkadaşlar, bizi canu gönülden tebrik edebilirsiniz! Misafirler alkışladılar. Beşir Bedirbeyli coştu. Merhamet Hanıma doğru yöneldi: Doğum gününü kutladığımız, güzel kız nerede? Bu güzel birlikteliğe sebep olan nerede? Gelsin, görelim onu. Sizden utanıyor, Beşir kardeş... Merhamet Hanım kendinden bahane buldu. Nedense Elagöz`ü onunla görüştürmek istemiyordu. Nereden çıktı utanmak?... Bedirbeyli ısrar etti. İnsan kendi amcasından utanır mı, canım? Leyla halası ona hediye yolladı. Gelsin de onu takdim edeyim. 282

143 Ceketinin cebinden küçük bir kutu çıkardı. Avucunun içinde tutarak herkesin görmesini istedi. Neden zahmet ettiniz, Beşir kardeş?! Hiç gerek yoktu buna. En büyük hediye sizin gelmenizdi. dediyse de gözleri hediyede kaldı. Bedirbeyli Merhamet Hanımın tavrından ne düşündüğünü hemen anladı. Merhamet Hanıma hediyeyi vermedi, ısrarla kızın gelmesini istedi. Çağırın, dedi, kızı. Rica ediyorum, söyleyin gelsin. Leyla hanım da onu tebrik etmemi ısrarla benden istedi. Hediyeyi de bizzat kendisine vermemi söyledi. Merhamet Hanım çaresiz kaldı, kızının yanına istemeyerek gitti. Aradan bir dakika geçmeden tavus kuşu gibi süslü kızını elinden tuttu, sürükleyerek misafirlerin yanına getirdi. Herkesin bakışları bir anda Bedirbeyli`den kıza doğru yöneldi. Tepeden tırnağa kadar altın ve takıyla süslenen kız canlı insandan daha çok güzel bir kuklaya benziyordu. Utancından yanakları kızarmıştı. Başını öne eğdi hiç kimseye bakmıyordu, herkesin gözü onun üzerindeydi. Bedirbeyli ye nazikçe selam verip karşısında durdu. Bedirbeyli onun selamını yüksek sesle aldı, kutunun kapağını açtı. İçinden parlayan çok pahalı olduğu belli olan bir küpe çıkardı. Elagöz ün kulaklarına yakınlaştırıp, herkese gösterdi. Sonra kutusuyla beraber kızın avucuna koydu. Ve yüksek sesle duasını ekledi: Bu amcanın ve halanın hediyesi kısmetini açsın, düğün gününü yakınlaştırsın inşallah! Düğününde de böyle bir araya gelelim. Misafirler kuvvetle alkışladılar. Herkes amin dedi. Alkışlar kızı daha da utandırdı. Birden mini bir güvercin gibi annesinin elinden uçup diğer odaya doğru koştu. Onun çocukça davranışı herkesin keyfini açtı; gülümsemeler ve takdir edici sözler peşi sıra geldi. 283 Beşir Bedirbeyli de kahkaha ile güldü. Yaşaran gözlerini sildi, baş köşeye geçti. Büyüklenerek masabeyinin 5 yanına oturdu. Artık herkes yerine oturmuştu. Davetlilerin hepsi de gelmişti. Ama Vugar dan hala haber yoktu. Merhamet Hanımın ikinci sıkıntısı başladı. Bedirbeyli nin genç hanımının gelmemesine üzülse de aklından çıkarmaya çalıştı. Vugar ın gelmemesi onu çok üzdü Bölüm Ziyafet gece yarısına kadar devam etti. Beklenilenden daha eğlenceli geçti. Merhamet in yüreği kan ağladı. En baştaki masada dedesinin yanına büzülmüş oturan kızının yanında Vugar için ayrılan boş sandalyeye baktıkça, sanki kadın, kabir azabı çekiyordu. Sanki beli bükülmüştü. Merhamet Hanım misafirlerin dağılmasını beklemedi. Yan odaya geçerek kendisini yatağa attı. Ama derdini hiç kim-seye açamadı, içten içe üzüldü. Soranlara: Üzgünüm, canım sıkılıyor, dedi. O asıl sıkıntısını Söhrap`dan da gizledi. Ona da aynı cevabı verdi. Güneşli onun dediklerine inandı, şüphelenmedi. Tabiî ki, otuz kırk kişilik misafire hizmet etmek, Merhamet gibi kilolu bir kadın için hiç de kolay değildi. Hem yaşı da bir hayli ilerlemişti artık. Geneşli şakayla hanımına takıldı: Bunun sebebi seksen yaştadır, Merhi. Artık ihtiyarlamışsın, yavaşlamışsın. Merhamet Hanım derinden bir ah çekti. Sesini çıkarmadı. Güneşli şaşırıp kaldı. Her zaman dişi veya başı ağrıyınca hiç kimseyi rahat bırakmayan Merhamet, şimdi sesini bile çıkarmıyordu. Niçin acaba? 5 Toplantıları idare eden, sunuculuk yapan kişi.

144 Güneşli şaşkınlığını belli etmedi. Onun da canı sıkılmıştı. Misafirleri yolcu ettikten sonra sakince odaya çekilip yatağına uzandı. Bazı iş arkadaşlarının içki aldıktan sonra riyakar ve ikiyüzlü davranmaları; aşırı övgüleri onun da sinirlerini germişti. Aynı zamanda çok yorulmuştu. Hemen uykuya daldı. Merhamet ise sabaha kadar gözlerini yummadı. Yatağında sağa sola döndü, uyuyamadı. Belki yüreğini birine açabilseydi biraz da olsa rahatlayacaktı. Ama derdi açılacak dert değildi. Davet boşa gitmişti. Yaptıkları bütün harcamalar, masraflar; çektikleri sıkıntılar heder olmuştu. Bir yetim onu saymamış, davetine icabet etmemişti. Şu gurura, kibire bak?! İt araba gölgesinde yatar, bunu da kendi hüneri sanır... Güneşli onu adam etsin, her türlü sıkıntısına katlansın sonuçta da o da böyle yapsın?! Olur şey değil. Bu edepsizlikten başka bir şey değil. Şimdiden böyle yapan birisi biraz daha ayakları yere bassa o zaman hiç ipe sapa gelmez!... Merhamet Hanım bunları düşündükçe yanmaktan ziyade, yaş odun gibi duman çıkarıyordu. Hayatında ilk defa planı tutmamış, istediği sonuca varamamıştı. Peki niçin? Belki arada fitne yayan birisi vardır! Yoksa, Vugar`a bir şeyler mi anlatıldı?... Kimdir o? Kimdir Merhamet`le gizlice mücadele eden?! Merhamet Hanım hayalinde herkesi kesti biçti. İlk önce eski rakiplerini: Söhrap`ı sevmeyen, kıskanan Bedirbeyli`nin ve diğer Profesörlerin hanımları aklına geldi. Her birisine içinden ayrı ayrı kin kustu, hakaret etti; onlara demediklerini bırakmadı. Biraz sakinleştikten sonra, aslında onların günahı olmadığını düşündü: Benim kalbimde ne olduğu onlar nereden bilsin! Birisi kulaklarına fısıldamadı ya. Hayır, bunda onların hiç suçu yok. Bu şeytan fitnesinin kaynağı başka yerdedir.!... O, biraz sakinleşti. Sinirleri yatıştıktan sonra, sonra biraz yumuşadı: Ben de neler düşünüyorum! Neyi aklımdan çıkarmışım?! diye kendisini kınadı. Ateşi bırakıp, külle oynamak diye buna derler işte. Asıl düşmanı bırakıp, başkalarını suç- 285 luyorum... Söhrap haklı ben çok ihtiyarladım, aklımı kaybediyorum galiba... Merhamet Hanım gamlı gamlı gülümsedi. Böylece omzundan gam yükünü attı. Derinden nefes aldı: Bütün bunların suçlusu onun sevdiği kız. Vugar`ı bizden uzaklaştıran odur!.. diye düşündü. Hiçbir şeyden haberi olmayan Arzu yu günah keçisi yaptı... İşe bak! Benim alanımda kimler at oynatıyor?! Vah zavallı?! Merhamet Hanımın kahkahası neredeyse herkesi yatağından kaldıracaktı. Kendisine zor hakim oldu. Bir kez daha derinden nefes alıp kendisini sakinleştirdi. Arzu gibilerle uğraşmak onun için çocuk oyuncağıydı. Su içmek kadar kolaydı. Sade bir işçi kızının, dünyayı parmağında oynatan, ünlü Profesör hanımı Merhametle aşık atması, karşısına çıkıp onunla mücadele etmesi, kızının saadetine ortak olması mümkün mü?! Kendi gücüne, kuvvetine olan inancı Merhamet Hanıma güç kuvvet verdi. Akşamdan beri kalbini yoran gizli telaşları bir anda unuttu. Hatta Arzu ya acımaya bile başladı. Tuhaf bir rahatlıkla: Zavallı kız, kendini harap edecek! dedi. Ama kalbinin bir köşesinde sıkışıp kalan gizli bir endişe hiç bir zaman silinip gitmedi. Onu tekrar endişeye sevk etti, ihtiyatlı olması gerektiğini aklına getirdi: Bugün bizi takmayıp davete icabet etmeyen yarın burnunu daha da dik tutabilir. İnsanoğlu çiğ süt emmiş. Çok geç olmadan rakibin işini bitirmek gerekir?!... Merhamet Hanım kendi kendine aldığı bu kararla gözlerini kapadı. Sabah bilerek çok geç kalktı. Kayınpederi yürüyüşe, kızı okula gittikten sonra kalkıp banyoya girdi. (Söhrap da bugün işe erken gitmişti.) Bir bardak çay koyup, telefonun başına oturdu. Aklına yeni bir fikir gelmişti: Arzu`nun bütün soyunu sopunu, en ince ayrıntısına kadar öğrenmeliydi! Her aile açılmamış bir bohçadır, kendisine has sırları vardır. Ama bunu kimden ve nasıl öğrenecekti? 286

145 O, ahizeyi eline aldı, bir hayli düşündü. Kimi arasın? Herkese de inanmak olmuyor. Tanıdıkların hepsi de aynı değil. Biri bundan haberdar olsa dünyayı ayağa kaldırır, herkese söyler. Evet, işi usulüne uygun olarak yapmak, tedbirli olmak gerekir. Mesele istenilen düzeye gelmeden herkesin diline düşürmek uygun olmaz... Merhamet Hanım düşünceye dalmıştı ki kapının zili kulakları sağır edercesine çalmaya başladı. O, ahizeden elini çekti, yüzünü buruşturdu, kapıya doğru koştu. Koridora doğru ilerledi. Sabah gezintiye çıkan kayınpederinin geldiğini sandı. Ama kapıyı açtığında kadının sanki yüzüne güneş doğdu. Kederli gözleri sevinçle gülümsedi. Bu ne güzel sürpriz, karşımda kimleri görüyorum?! Deyip kollarını yanlara açtı. Hoş geldin Zümrüt kardeş, hoş geldin! Yüreğimiz ne kadar da birbirine karşı imiş. Ben de şimdi seni arayacaktım ki sen çıkıp geldin... Çok az arıyorsun! Zümrüt Merhamet`in etli kollarında kayınvalidesine naz eden gelin gibi naz yaptı. İşittiğime göre kaç gündür şehirdeymişsin, aklına şimdi mi geldim? Vallahi, gelir gelmez seni aradım. İş yerine kaç defa telefon açtım. Birisinde partinin toplantısında olduğunu, diğerinde de bilmem hangi mahallede ev işleriyle uğraştığını söylediler... Her telefon ettiğimde başka bir yerde olduğunu söylediler. Bir yerde oturmuyorsun ki seni arayan yerinde bulsun. Ne yapalım. İşimiz böyle!... Zümrüt yine kırgın kırgın cevap verdi. Ne güzel ev hanımısınız, rahatça evde oturuyorsunuz. Üçte alacağınız yok, beşte vereceğiniz... Biz de emir kuluyuz işte. Sapan taşı gibi oradan oraya atılıyoruz... Emir kulu mu? Merhamet Hanım onun kalbine girmek için mübalağa yaptı. Sen de önder sayılırsın. Büyük bir şehirde ev idaresinin müdürü olmak öyle kolay bir şey mi?! Zümrüt kibirlenerek söylediklerini tashih etti: Ev idaresinin değil! Bari ismini doğru söyle. Bakü şehrinin bir numaralı ev işletme idaresi! 287 Merhamet Hanım bıyık altından güldü, ama ona hissettirmedi. Bak görüyor musun! diyerek kendini ciddi göstermeye çalıştı. Küçük bir iş değil. Adını bile bir gatar deve ancak çeker. Yönetiminde ne kadar cadde... her caddede ne kadar apartman, her apartmanda ne kadar ev var. Kaç insanın sorumluluğunu taşıyorsun. Vallahi, Zümrüt bacı, bu iş benim nazarımda bir şehrin idaresinden daha da önemlidir. Zümrüt kederlendi. Şöhret her gün yiyemediğimiz lezzetli yemek gibidir, tadı damağımızda kalır. Bu tat Zümrüt Vahidova`nın da damağında kalmıştı......vahidova otuzlu yılların en aktif kadınlarından birisi idi. Uzun yıllar çok önemli görevlerde bulunmuştu. Bakü dokumacılık fabrikasının sade işçiliğinden, büyük ilçelerin birinde yönetim kurulu başkanlığına kadar yükselmişti. Erkeklerin görevlerini deruhte etme gibi durumlar yeni uyanan Şark kadınları arasında ender görünen hallerdi. Bazı kadınlar çarşaflarını atsalar da, sosyal yerlerde yaşmaklı otururlar, iki üç kelimeyi bir araya getirip konuşmaktan çekinirlerdi. Zümrüt Vahidova çok faal idi. Ağzı laf yapıyordu. Toplantılarda, ziyafetlerde çok sık görünür, işçi kadınlar adına hamasi konuşmalar yapardı. Onun gibi kadıların önemli görevlerde bulunması, toplantılara iştirak etmesi o dönemin gereksinimlerindendi. Peki sonra?... Sonra devrin talebi değişti. Zümrüt zamanın süratli değişimine ayak uyduramadı. Gıpta edilen yükseliş bir anda akla hayale gelmez inişe geçti. Bir daha hiçbir yere fahri üye seçilmedi. Hiçbir toplantıya davet edilmedi. Makamı ise yıldan yıla düştü. Hiç kuşkusuz, Zümrüt Vahidova da görevinden ayrılmasının sebebini başka yerlerde, başka şeylerde aradı: O, Birileri kendisinden intikam aldığını, bazıları onun yükselmesini istemediğini düşünmeye başladı. Kendisine göre daha birçok sebep buldu. 288

146 Zümrüt hala görev peşindeydi. O, hala eski tas eski tarak diyordu. Bu durum onu çok kıskanç ve bencil yapmıştı. Meşhur, görevi olan kadınları çok kıskanıyordu. Son dönemlerde herkesin gıybetini yapar, sağ sola söz taşır, ağzı hiç durmazdı. Bu durum onda hastalık halini almıştı. Gazete ve televizyonda bulunmayan haberler bile Zümrüt`ün avucunda idi. Merhamet Hanım evde canı sıkıldığı zaman ona buna telefon açar, şehirde olan biteni birer birer öğrenirdi. İstediği zaman da keyfince güler eğlenirdi. Şimdi, tabiri caizse, Zümrüt Hanım onun eline gökten zembille düşmüştü. Planlarının hayata geçmesinde ona yardım edecek tek kişi o idi. O da kendi ayağıyla gelip Zümrüt Hanımın yanına gelmişti. Hadi gel geç içeri. Ne var ne yok? Şehrimizde benden sonra neler oldu bitti? Hele anlat bakalım! Hiç zamanım yok, acele işim var. Ne kadar acelen olsa da benim için beş on dakika bulabilirsin değil mi?! Merhamet Hanım onun kolundan tuttu, bırakmadı. Hayır, gitmem gerekiyor! Zümrüt kendisini geri çekti Bir iş için gelmiştim... İş için gelmen haha iyi ya, gel otur! Oturamayacağım!... Zümrüt çocuk gibi şımarıklık yaptı. Sonra gayet resmi bir tavırla sordu: Ev kirasını niçin bu kadar geciktirdiniz? İki aydır borcunuzu ödemiyorsunuz. Merhamet Hanım Zümrüt hanımın sinirlerini yatıştırmaya çalıştı, mülayim bir şekilde dedi: Dünden beri onu düşünüyordum ben de... Bugün mutlaka ödeyeceğim. Çok geciktiriyorsunuz, çok!! Zümrüt coştu. Sizin gibi sorumsuz insanların yüzünden bizim işçilerin maaşları da gecikiyor. Planlarımız da mecburen gecikiyor, müdürlerimiz de bize fırça çekiyor. 289 Tamam, tamam. Moralini bozma. Güzel pilavımız var. Teşekkür ederim, aç değilim! Biliyorum, sen bu zamana kadar aç kalmazsın. Canının kıymetini çok iyi bilirsin... Azıcık getireyim de tadına bak. Pilavın beklemişi lezzetli olur Merhamet Hanım onu içeri çekti, kapıyı kapattı. Ben hala hiçbir şey yemedim. Hiç iştahım yok. Seninle birlikte belki benim de iştahım açılır. Zümrüt mutfağa doğru baktı. Bulaşıkları görünce dudaklarını büktü: Hımmm... Anlaşıldı!...Dün misafirleriniz mi vardı? Evet, Zümrüt bacı. Söhrap`ın iş arkadaşları gelmişti. Hayırdır? Öylesine canım. Merhamet Hanım sözü ağzında eveledi, geveledi, anlatmak istemedi. Bizim Elagöz`ün doğum günü partisi vardı da. Beni neden çağırmadınız?... layık görmediniz mi yoksa? O nasıl söz, Zümrüt bacı... Merhamet Hanım ne diyeceğini bilemedi. Güzel bir bahane düşündü. Erkekler gelmişti sadece... Olsun, ne fark eder?... Ben de erkek gibiyim zaten! Öyledir de... Ne bileyim. Merhamet Hanım yine düşündü. Yine bahane bulmaya çalıştı. Eh Zümrüt bacı!... dünkü toplantının adı doğum günüydü, ama hiçbir işe yaramadı. Çok kötü geçti. İyi ki seni çağırmamışım çok üzülürdüm, yediğin içtiğin içine sinmezdi. Benimle dalga geçme Merhi! Seni çok iyi tanırım. Bahane bulmakta üzerine yoktur. Yemin ederim, hiçbir şey uydurmuyorum. Söylediklerimin hepsi doğru. O kadar masraf yaptık, zahmet çektik hepsi boşa gitti. Hem ne fark eder, dün olmadı, bugün olsun. Hele bir bak sana Kislovodski`den ne getirdim? Ne getirdin? Söylemeyeceğim. Geç de kendin gör. 290

147 Zümrüt nazlandı. Yerinden kıpırdamadı. Merhamet Hanım onu zorla misafir odasına çekti. Onu kucaklayıp sofrada boş bir yere oturttu. Ve hemencecik öbür odaya geçti. Çin kumaşına benzer çeşit çeşit renkteki parıltılı bir kumaşı sallayarak getirdi. Çok güzel bir şey, dedi. Kislovodski`den aldım. Birini Elegöz`e, birini kendime, birini de sana. Kaça aldın? O söylenmez! Merhamet kurnazca gülümsedi. Hediyenin kıymeti mi sorulmaz?! Hediye?! Zümrüt inanmadığından dudağını büzdü, omzunu oynattı. Bana hediye mi aldın?... Çok ilginç! Kaç yıl yüksek makamlarda çalıştım; ama bana hiç kimse hediye falan almadı. O zaman sana hediye getirseydiler, rüşvet yerine geçerdi. Peki şimdi bunun rüşvet olmadığı nereden belli? Şimdi rüşveti makam sahibi olmak için veriyorlar. Allah a şükür ne benim böyle bir makama ihtiyacım var, ne de sen öyle bir yetkiye sahipsin... Bu ancak kardeşinin bir hediyesidir. O zaman ver bakalım! Zümrüt hemen kumaşı alıp çantasına koydu. Teşekkür ederim, zahmet etmişsin. Güle güle kullan! Merhamet Hanım artık sakinleşti, Zümrüt hanımdan isteyeceklerinin artık çok kolay gerçekleşeceğini düşündü. Bunda hiç şüphesi kalmadı. Sevinerek mutfağa gitti. İki tabak pilav, yanında da konyak getirdi. Bunu da iç ki, iyice yiyebilesin. Zümrüt nazlandı. Yok, yok!...onu uzak tut benden, ben iş adamıyım. Ağzım kokar sonra. Korkma, buyur! 291 Ama sarhoş olurum, işim gücüm var benim. Olmazsın. Yüz gram konyak senin gibi dev birisine ne yapabilir, canım. Tamam, madem bu kadar ısrar ediyorsun, başka çarem yok, ben de içerim. Zümrüt bir yudumda konyağı kafasına dikti. Dudaklarını erkekler gibi avucunun içi ile silip yemeğe başladı. Şimdi Merhamet Hanım işi garantiye aldı. Zümrüt`ün içtikten sonra çenesi düşecek, dünyada olup biten her şeyi anlatacaktı. Sansürsüz haberlerine başlasa artık bitmeyecekti. Bundan dolayı da Merhamet Hanım erken davranarak; Senin idare ettiğin çevrede boş ev var mı? diyerek sadede geldi. Zümrüt kurnazca sordu: Boş derken, neyi kastediyorsun?... Satılık mı? Hayır, kiralık ev diyorum. Gerekirse bulunur... Önemli olduğu için soruyorum zaten... Ama iyi bir ev olsun. Bulmaya çalışırım... Kimin için istiyorsun? Yakın bir akrabamız var. Oturduğu evin şartları çok kötü. Bodrum gibi bir yerde kalıyor. Benden ısrarla ev sormamı rica etti. Şimdi seni görünce aklıma geldi. Mümkün! Nasıl bir ev isterse bulurum. Sen onu benim yanıma yolla. İyi akrabaya canımız feda olsun. Çok sevap işlersin, Zümrüt kardeş. İyilik yapmış olursun! Ama bize yakın bir yer olursa çok iyi olur. Bize sürekli gelip giden birisidir. Yoksa?... Zümrüt gülümsedi. Merhamet e baktı. O adam, sizin kızın sevgilisi mi? Merhamet Hanım telaşlandı. Şakayla karışık ekledi: Her şeyi bilmek zorunda mısın sen ya? 292

148 Bilsem ne olur ki?... Ben yabancı birisi değilim ki?! Merhamet Hanım ciddileşti. Kendini, geri çekti, sanki bu çok büyük bir sırmış da kimseye söylenmesi uygun değilmiş gibi bir tavır takındı. Aslında o Zümrüt`ün bilmesi için çaba sarf ediyordu. Hani derler ya Halam bildi, alem bildi bu da öyle bir şeydi. İki gün içinde bütün şehir haberdar olacaktı. Bakalım, dedi. Daha düşünüyoruz. Ama oğlan ısrar edip duruyor. Bari elinde bir işi filan var mı? Söhrap`ın asistanıdır. Bugün yarın doktor olacak. Çok akıllı biri olduğunu söylüyorlar. O zaman niçin düşünüyorsunuz verin gitsin? Merhamet Hanım Zümrüt`ü daha da alevlendirdi: Ne olur, bu konu aramızda kalsın. Bunu senden başka hiç kimse bilmiyor. Hatta Söhrap bile habersizdir. Dile düşmesin... Aaaa!...Beni tanımıyor musun?! Söyler miyim?! Öyle şey olur mu? Tanıyorum, iyi tanıyorum seni! Hatta şimdi, bu kapıdan çıkar çıkmaz aleme yayacaksın, duymayan kalmayacak... Merhamet Hanım içinden bunları düşündü çok ciddi görünmeye çalıştı ısrarla: Bak, eğer, söylediklerimi ağzından kaçırıp da birilerine söylersen seni ölünceye kadar affetmem! dedi. Zümrüt birkaç kez yemin etti. Ama bu yeminin sahteliği onun kurnaz bakışlarında, yağlı dudaklarının soğuk işaretleriyle karışmış hileli tebessümde ortaya çıkarıyordu. Merhamet Hanım sonunda asıl konuya geçti: Benim senden bir isteğim de var... Biliyorum senin tanıdıkların çok, herkes seni sever sayar, sana saygı duyar. Belki İçerişehir`in ev idaresinde de tanıdıkların vardır? Var! Zümrüt gururla cevap verdi. Benim her yerde tanıdığım vardır. 293 O zaman senden bir ricam olacak. Tabiî, buyur. Orada Gülbabayev soyadlı yaşlı bir petrol işçisi yaşıyor. Tam olarak adresini bilmiyorum. Denizde çalıştığını söylüyorlar, petrol çıkarıyormuş. Öğren bakalım nasıl bir insanmış. Neyine gerek? Petrolcü dedeyle senin ne alıp veremediğin var? Hiç... Merhamet Hanım telaşlandı. Aceleyle söyledi: Bir tanıdığım rica etti de. İşini gücünü mü öğreneyim? Yoksa... İşi gücü neyimize lazım? Sen onun neslini, soyunu öğren. Hangi yuvanın kuşu olduğunu araştır. Anket filan mı doldurayım. Merhamet Hanım biraz düşündükten sonra ilave etti: Onun Arzu isimli bir de kızı varmış, diyorlar. Önemli olan kızı. Ondan bir haber getirmeye çalış. Ahlakı, falan nasılmış diye öğren bakalım. Anladım!... Herhalde o kızı seven biri var tanıdıklarından, öyle mi? Öyle! Merhamet Hanım onun yanıldığı için sevindi. Söhrap`ın işçilerinden biri bir yerlerde görmüş o kızı. Hoşlanmış. Benden de rica etti. Ailesini falan öğrenmemi istedi. Ben de... kendin de biliyorsun işte hiç bir yere çıkamıyorum. O taraflara da hiç gitmediğim için hiç kimseyi tanımıyorum. Evet, yeni görevimiz var desene!... Zümrüt birden kaşlarını çattı. Benim idaremin arabuluculuk yapmak, kız istemek gibi bir görevi de varmış meğer! Hayır öyle söyleme, kızma! Bu arabuluculuk değil ki. Sadece bilgi elde etme. Senden başka bir şey istemiyorum. Bu yeterlidir. Zümrüt hiçbir şey söylemedi. Çok kırgındı aslında. Vaktiyle onun korkusundan yol değiştiren Zümrüt Vahidova bugün ne hallere düştü. Basit kadınlara havale edilen işler artık ona veriliyordu. 294

149 Merhamet, arkadaşının suratını asmasından bunları hissetti. Bu defa isteğini başka şekilde dile getirdi: Beni yanlış anlama lütfen. Seni kendime çok yakın hissettiğim için bunları senden rica ediyorum, başka çarem yok... O gençleri de kınanmanın bir anlamı yok aslında. Köyden gelmişler. Gelip şehirde yurt yuva kurmuşlar. Buralarda da akrabaları olmadığı için iş bize kalıyor. Bize sığınıyorlar. Bir dertleri, sıkıntıları olduğunda gelip bize anlatıyorlar. Yardım bekliyorlar. Hepsi de bana anne diyor. İstesem de istemesem de onlara bu anne şefkati göstermek mecburiyetindeyim. Öyle acıklı, öyle aciz yalvarıp yakarıyorlar ki benim onlara hayır diyebilmem için kalbimin taşa dönmesi, hissiz bir insan olmam gerekir. Öyle katı kalp ne sende var ne de bende var. Zümrüt tatlı sözlere çabucak inandı. Yüzünden küskünlük gölgesi silindi. Arkaşına bu konuda yardımcı olmaya söz verdi. 14. Bölüm Vugar Bilgeh e dinlenmeye giderken çok sakindi. Hiçbir şey düşünmüyordu. Proje şubesindeki bütün işlerini bitirmiş, ön savunma için de dilekçesini vermişti. Yazlığa gidip kafası rahat bir şekilde dinleneceğini düşünüyordu. Orada çok güzel dinlenmişti. Özel yerde kaldı. Sabah akşam deniz kıyısında hiçbir şey düşünmeden yürüyüş yaptı. Öğleye doğru denize girdi, kutup ayısına benzetilen derisini iyice bronzlaştırdı. Kendine çok iyi sohbet arkadaşları buldu; filimden, eğlenceden geri kalmadı. Ama bir hafta sonra canı sıkılmaya, kendisini yalnız hissetmeye başladı. Artık hiçbir şey onun ilgisini çekmiyor, gözünü gönlünü doyurmuyordu. Deniz kıyısında yürüyüşler de, arkadaşlarının yaptıkları güzel, matrak şakalar da de artık tat vermiyordu. Kendisinin de bilmediği bir sıkıntı onu içten içe kemiriyordu. Niçin? Arzu`yu mu hatırlamıştı?... Hiç kuşkusuz Arzu burada olsaydı, Vugar sadece günlerin değil, saatlerin, hatta saniyelerin de uzun geçmesini isterdi. Ama sıkıntısı 295 Arzu`yla ilgili değildi. Son iki üç gün enstitü, laboratuvar hiç aklından çıkmıyor, onu rahatsız ediyordu. Kim bilir proje şubesinde durumlar nasıldır? Keşke acele etmeseydim, birkaç hafta daha bekleseydim, kendim işin başında bulunsaydım daha güzel olurdu... diye düşündü. Vugar ın huzursuzluğu geceleri de bozulmuştu. Çok kötü rüyalar görüyordu. Sabah uyandığında başında ağrılar, bedeninde halsizlik hissediyordu. Bu onun rahatsızlığını daha da artırdı. Uyuduğunda da kabuslar onu rahat bırakmıyordu. Son gördüğü rüya onu çok korkuttu: Güzel, manzaralı bir dağın eteğiydi. Rengarenk çiçeklerin kokusu her yeri kaplamıştı. Vugar Arzu`nun elinden tutmuş dağın eteğinde geziyordu. Onlar en güzel çiçeklerden toplayıp, çelenk yapıp birbirinin başına taktılar. Yeşil otların üstünde koştular, kucaklaştılar... Sanki sevinçten uçuyor gibiydiler. Sonra... Bir anda hava karardı, duman çöktü... Vugar dehşete düştü. Sanki Arzu dumana karışıp uçmuştu. Ama sesi çok yakından geliyordu. Öyle yakın ki, Vugar adım atsa mutlaka ona ulaşacak, elini uzatsa mutlaka onu tutacaktı. Ama çok ilginçti, ona yaklaşamıyordu... onu yakalamıyordu... Deminden beri Vugar`ın bağlanan dili açıldı. Bütün gücüyle, çığlık attı, kendi sesiyle yataktan fırladı. Bedeni titriyordu. Çok terlemişti. Kalbi küt küt atıyordu. Uzun süre kendisine gelemedi. Titremesi geçtikten sonra yataktan kalktı. Masanın üstünden bir bardak su aldı. Suyu bir yudumda içtikten sonra kalp atışları azalmaya başladı. Uyku sırasında attığı çığlıkla oda arkadaşlarını da uyanmıştı. Karyolalar ağır ağır gıcırdadı. Fakat hiçbiri yataktan başını kaldırıp ona bakmadı. Daha sabahın olmasına çok vardı. Ufukların eteği daha yeni yeni ağarıyordu. Vugar yeniden yatağa uzandı. Uyumak istedi; ama gözleri kapanmadı. Hala titriyordu. Bu neydi böyle? Acaba kötü bir şey mi oldu? Belki Arzu kaza falan geçirmiştir? Ya da hastalanmıştır! Bazen rüyalar da gerçek çıkabiliyordu. 296

150 Vugar`ın aklına bin bir türlü vesvese geldi. Rüyasını yüz türlü yorumladı. Sonunda kendi kendine gülmeye başladı. Ne oldu bana böyle ya son zamanlarda her şeyi kötüye yorumluyorum. Galiba sinirlerim bozulmuş benim... Sabaha kadar uyuyamadı. Erkenden kalkıp elbisesini giydi. Artık sabrı kalmamıştı. Bu şekilde uyumanın ne anlamı olacaktı ki?! Kalkıp otobüsle şehre gitti. Şehre kadar sabredemedi. Hemen garajdaki telefon kulübesine kendisini attı. Arzu`yu aradı. Arzu dan haber almak için sabırsızlandı. Telefonu Şirinbacı açtı. Selamlaştılar. Vugar onun sesinde hiçbir telaş, heyecan hissetmedi. Kendi sıkıntısını da ona sezdirmedi. Dinlenmekten döndüğünü ve müsaitlerse akşam onlara geleceğini söyledi. Vedalaştılar. Ama Cennet Ana onu her zamanki gibi karşılamadı. Kendisiyle biraz kırgın, morali bozuk konuştu. Sanki bir şeylerden dolayı kalbi kırılmıştı. Vugar dinlenmeye gittiği on gün içerisinde sanki yaşlı ana on yıl daha ihtiyarlamıştı. Yüzündeki, alnındaki kırışıklar, çizgiler daha da derinleşmişti. Çukurda kalmış, ışığı sönmüş gözlerinde tedavisi mümkün olmayan hastalığın izleri vardı. Vugar hayret etti. Anaya ne olmuştu? Hasta mıydı? O, küçük çantasını aceleyle yere bıraktı. Cennet Anasının koluna girdi ve heyecanla sordu: Size ne oldu, Cennet Ana? Neden böyle keyifsizsiniz? Cennet Ana başını ağır ağır göğsüne indirdi. Cevap vermedi. Vugar ısrar etti: Çok halsiz görünüyorsunuz. Hasta mısınız? Cennet Ana derinden nefes aldı. Konuyu değiştirmek maksadıyla: Geç otur. Niçin ayakta kaldın? dedi. Vugar meselenin ciddi olduğunu anladı. Birisi Cennet Ananın kalbini fena halde kırmış, onun yaraları depreşmişti. Eğer hasta olsaydı bunu Vugar dan saklamazdı. 297 Vugar İsmet`ten kuşkulandı: Kim bilir yine ne söyledi de yaptığı kabalıkla kalbini kırdı? Bu çocuk hiç utanıp sıkılmaz, laf dinlemez. Kalbi zaten yaralı kadının. Bir de bunun üzerine tuz biber olmanın ne anlamı var!... Çantasını alıp, yan odaya geçti. Odaya girince hayretten gözleri fal taşı gibi açıldı, yerinde donakaldı. Sürekli masanın üzerinde dizili duran kitaplar kaldırılmış, yataklar toplanmıştı. Karyolanın paslı demirleri mide bulandırıyordu. Eski boyalı odanın eşyaları toplandıktan sonra ne İsmet ten ne de ondan bir tane bile işaret kalmamıştı. Bütün bunlar ne anlama geliyordu? Vugar boynunun üzerinden dönüp sorgu dolu bakışlarla Cennet Anaya baktı. Ana karşıda yetim çocuklar gibi boynunu büküp yere bakıyordu. Nemlenmiş gözleri dalmış gitmişti. Bu ne anlama geliyor, Cennet Ana? Ana kederlendi, ağlamaklı cevap verdi: Sen bilmiyor musun? Vugar hayır anlamında başını salladı: Hayır, ben hiçbir şey bilmiyorum. Cennet Ana kirpiklerini zorla araladı. Vugar`a kırgın nazarlarla baktı: Siz artık burada kalmayacaksınız, dedi. Sonra gözlerinden süzülen bir damla gözyaşı yanağına doğru süzüldü. Vugar hayret etti. Niçin, Cennet Ana? Cennet Ana omzunu silkti. Titreyen dudakları biraz vakit geçtikten sonra hareket etmeye başladı: Artık burayı beğenmiyormuşsunuz... Oda küçükmüş... Karanlıkmış... Havasızmış... Kim diyor bunları? İsmet. Anne artık dayanamayıp ağlamaya başladı. O, bütün bunları senin dediğini söyledi. Dinlenmeye giderken ona ben gelinceye kadar ev bul demişsin. 298

151 Vugar çok kızdı. Bu defa sesini yükseltti: İsmet yalan söylüyor! Eğer burasını beğenmiyorsa kendisi bilir, cehennem olup istediği yere gidebilir. Ana biraz sakinleşti. Benim adıma niçin yalan söylüyor. Ana biraz sakinleşti, kendisine geldi. Kirpiklerini kırpa kırpa çocuk masumluğuyla sordu: Gerçekten bütün bunlardan senin haberin yok mu yani? Siz ne diyorsunuz, Cennet Ana? Öyle şey olur mu? Bu kadar saygısızlık yapar mıyım ben? Biz her zaman sizden saygı gördük, anne şefkati gösterdiniz bize. Bizim başka bir ev aramaya ne hakkımız var?! Bu nankörlükten başka bir şey değildir. İnsan böyle bir şey yapar mı? Cennet Ananın morali düzeldi, Gözlerinin kenarındaki kederli kırışıklar seyreldi. Senin beni bırakıp başka bir yere gidebileceğine inanmıyordum!, dedi. Masum masum baktı. Razılığını ifade eden garip hisle gülümsedi. Vugar, bir kez daha, bu yaşlı, yabancı kadının kendisini öz oğlu kadar sevdiğinin farkına vardı. Ona bütün gönlüyle bağlanmıştı. Ondan ayrılmak, onu bu dört duvar arasında tek başına bırakmak, sözün gerçek anlamıyla, bu kadını diri diri toprağa gömmek demekti. Vugar`ın yüreği sızladı. Ananın bu haline tahammül edemedi. Yanına gelip, bir evlat muhabbetiyle ona sarıldı. Üzülme ana sen, hiç üzülme! dedi. Seni hiçbir zaman bırakıp gitmem. Hiç bir zaman... O, ana kelimesini ilk defa böyle içten söylemişti. Hem bu defa siz yerine sen diyebilmişti. Cennet Ana bu hitaptan daha da müteessir oldu. Yeniden gözleri dolu dolu oldu. Kirpiklerinden yeniden gözyaşları dökülmeye başladı, yanaklarında eğri büğrü iz bıraktı. Allah o günü bana göstermesin dedi, süratle kendisini dışarı attı. İsmet niçin böyle yaptı bilmiyorum. Ben ona karşılığında beni bu kadar üzecek ne yaptım?! 299 Aynı sorular, Vugar ın zihnini de zorluyordu. Evi değiştirmek İsmet in aklına nereden esmişti? Niçin benden izinsiz böyle bir şeye kalkışsın?... Hakikaten Cennet Ana onu hiçbir zaman kırmadı. Peki niçin onun Cennet Anayla yıldızı barışmıyordu?... Vugar kendi sorularına da cevap bulamadığı için anaya da bir şey demekten çekindi. Cennet Ana cevap beklemedi. Derinden ah çekerek masadan aldığı bir notu Vugar`a verdi. Bunu sana vermem için verdi. Vugar kağıdı açıp okudu. Ama yine bu dundan bir şey anlayamadı. Çünkü kağıtta yeni evin adresinden başka hiçbir şey yazılmamıştı. Cennet Anaya döndü ve: Eşyaları yalnız mı taşıdı? Yanında başka birileri var mıydı? Diye sordu. Yalnızdı. Ama ondan bir gün önce eve bir kadınla gelmişti. Adını İsmet söylemişti; ama hatırlamıyorum. Vugar parmağını ağzına götürdü, düşünceli dudaklarını dişlemeye başladı. Her şeyi anlamıştı. Merhamet Hanım...! Bütün bunlar onun başının altından çıkmış olmalı. Demek ki, yine bir şeyler planlıyor. Yoksa İsmet böyle bir halt etmezdi. Bensiz hiçbir yere kıpırdamazdı Bölüm Vugar evde biraz oturdu. Eşyalarını geri getirmek için harekete geçti. Fakat dışarı çıkınca birden bire fikrini değiştirdi. Aklına İsmet in şimdi evde olmayabileceği geldi. En iyisi onu enstitüde yakalayıp ağzının payını vermek ve götürdüğü eşyaları da kendisine tekrar getirtmekti. Köpeği öldürene taşıtırlar! diye düşündü. Enstitüye vardığında İsmet i de ona olan kırgınlığını da unuttu. Direkt laboratuvara doğru yürüdü. Laboratuvarın kapısı sonuna kadar açıktı. İçeriden ses soluk gelmiyordu. Başka

152 zaman sesi hemen fark edilen Vakum pompası da çalışmıyordu, sanki binada in cin top atıyordu. Kapının önünde durdu. Odaya merakla göz attı. Aletler, içi sıvı dolu balonlar, cam borular, deney araç ve gereçleri terk edilmiş gibi görünüyorlardı. Vugar odaya girdi. Hatice hala her zamanki yerinde oturmuş, her zamanki gibi örgü örüyordu. Sesi duyunca ayağa kalktı. Vugar ı görünce nedense utandı. Merhaba, Hatice hala. Nasılsınız? Hatice ağzının ucuyla mırıldandı: Merhaba, iyiyim. Hatice hala ilginç bir kadındı. Vugar onunla konuştuğunda her zaman utanırdı. Yavaş yavaş alçak sesle cevap verdi. Sanki, saçları beyazlamış, hayatın dolambaçlı yollarını kat etmiş yaşlı bir kadın değil de, tanımadığı insanlar arasına, yeni gelmiş utangaç genç bir kız gibiydi. Vugar onu çok iyi tanıdığı için, isteksiz, telaşlı cevabında bir şeyler aramadı, sorusunu yeniledi: Proje şubesinde durum nasıl? Çalışmamızdan bir haber var mı?.. Hatice hala duymazlıktan geldi. Hemen ayağa kalkarak: Narin buradaydı. Sizden biraz önce çıktı. Ben bir bakayım. Diyerek kapıdan çıkmak isterken Narin`nin ayak sesleri duyuldu. Hatice hala tekrar yerine oturdu. Vugar`ın döndüğünü görünce Narin`in de halinde değişiklik hissedildi, keyifsiz selam verdi. Vugar`ın endişesi arttı: Ne oldu, Narin Hanım? Neden keyifsizsiniz? Narin soğuk soğuk cevap verdi: İyi olmamıza, keyfimizin düzelmesine imkan veriyorlar mı ki!? Kim imkan vermiyor? Bizi sevmeyenler, ayağımızın altına sabun koyanlar! Rica ediyorum, lütfen açık konuşun. Narin başını indirdi. 301 Proje şubesinden çalışmamızda bir engel bulmuşlar... Vugar`ın beti benzi attı. Yüreğine sızı düştü. Niçin? Narin omzunu silkti: Sebebini ben de tam olarak bilmiyorum. Söylentilere göre ciddi yanlışlıklar bulmuşlar. Vugar birden felce uğramış gibi öylece donup kaldı. Kız devam etti: İyi ki, siz geldiniz... Şimdi Profesörün yanından geliyorum. Sizin ne zaman döneceğinizi soruyordu. Size telgraf çekmeyi düşünüyorduk. Vugar birkaç dakika yerinden kımıldayamadı. Sonra telaşla Narin`in yanından geçip kendisini Güneşli`nin odasına attı. Profesör yalnızdı. Üstü küçük cam balonlar, yılanvari kıvrım kıvrım borular, içi sıvı dolu rengarenk kaplar, cihazların kapladığı dağınık masanın arkasında oturmuş, dikkatlice bir şeyleri kontrol ediyordu. O, sesi duyunca başını usulca çevirdi, gözlüğünün siyah çerçevesinin üstünden gelene baktı; fakat işine ara vermeden: Sen miydin?! Buyur, dedi. Sağ elini kalemle birlikte ona doğru uzattı toklaştı. Otur dedi. Vugar oturmadı. Profesörün onu bu tür karşılaması hoşuna gitmedi. Söyle bakalım, dinlenmem nasıl geçti? İyi dinlenebildin mi bari? İyiydi, hocam. Öylemiiii?! Güneşli iki cam balondan şişe kaba sıvı bir şeyler döktü çalkaladı: Birkaç dakika gözünü ondan ayırmadı. Sonra bir balonu diğerine boşalttı, tekrar çalkaladı. İyi dinlendiğin pek fark edilmiyor. Çok değişmemişsin... Kaç gün kaldın? Vugar, Profesörün sıkıntılı anlar dahi, her şeyi hissetmesine hayret etti. 302

153 On gün. Peki niçin on gün?... Normalde yirmi dört gün kalman gerekmiyordu mu? Bu ne kadar tuhaf bir soruydu?... Hem beni çağırtmalarını istemiş, şimdi de bana niçin on gün kaldığımı imalı bir şekilde soruyor... Yoksa Narin bana bütün bunları şaka yapmak için mi söyledi?... Vugar susunca, güneşli Yeniden sordu: Demek öylee?! Başka ne var, ne yok? Vugar, Profesörün kendi aleminde olduğunu şimdi anladı. Bu soruları da onu yalnız bırakmamak amacıyla sorduğunu hissetti. Konuşmadı. Profesörün tam olarak işini bitirmesini bekledi. Güneşli biraz daha çalıştı ve nihayet masasında işini bitirince Vugar`a doğru yöneldi. İşte böyle işler! deyip gözlüğünü çıkarttı. Gözlerinin etrafını parmağının ucuyla silip kaşlarını alnına kaldırdı. Gözbebeklerinin uzaktan görünün ışığı nihayet ısınıp yakınlaştı. Profesörün şimdi kendi düşüncesinden ayrılmaya başladığı hissetti. Durumdan haberin var mı? Evet, hocam, duydum. Ama anlayamadım... Vugar`ın telaşlı sorusu Profesörü düşüncesinden tamamen ayırdı. Aslında o kadar da önemli bir şey yok. dedi. Ama bizi sevmeyenler büyük ihtimal ki, bu raporu büyütecek ve kendi maksatları için kullanmaya çalışacaklar. Eksiğimiz nedir peki? Neyi yanlış yapmışız? Temel bir meseleyi Meseleyi teknolojik açıdan doğru planlamamışız. Sonuç istenilen gibi çıkmıyormuş. Vugar ın ısırmaktan dudaklarının kanı kaçtı. Bütün bunların ne demek olduğunu o, çok iyi biliyordu. Proje şubesi çalışmanın fabrikada deneyimden geçmesini kabul etmiyordu. 303 Ayakta duramadı. Ayaklarında takat kalmadı. Profesör teklif etmeden yanda duran sandalyeye oturdu. Ne oldu?,.. Niçin rengin sararıp soldu? Vugar`dan cevap alamadı. Güneşli gülümsedi. Çok çabuk teslim i silah ediyorsun! diyerek onu hafiften azarladı. Güçlü ol, dimdik dur! Asıl savaş ileride olacak. Yeni bir buluş yapmak, yeni problem ortaya koymak madalyonu bir tarafı. Kolay olanıdır. Asıl kahramanlık ileri sürülen düşünceyi liyakatle savunmak, onu her türlü hücumlardan korumasını bilmektir. Projeden sorumlu şube olumsuz görüş bildirerek karşımızdakilerin ekmeğine yağ sürüyor Bizim de bildiklerimiz var. Gerektiğinde kendi fikirlerimizi söyleyecek, tezlerimizi ispat edeceğiz. Bu tür tartışmalar çoğu zaman meselenin zararına gibi görünür ama faydasınadır. Vugar Profesörün karşısında zayıflık gösterdiği için utandı. Başını öne eğdi. Güneşli daha da halim bir sesle ona destek oldu: Kafana takma! dedi. Bütün bunlar bizim alemin cilveleridir. Proje şubesiyle buna benzer ihtilaflarımız her zaman olur. En iyisi sen şimdi eve git, güzel bir çay yap, deneylerin sonuçlarını sil baştan yeniden dikkatli bir şekilde kontrol et. Dinlenmiş kafayla gözünden hiçbir şey kaçmaz. Güneşli sustu. Bir şeyler düşünüp yavaş yavaş konuştu: Meseleye büyük kurulda görüşülecek. Senin dönmeni bekliyorduk... Biraz önce dediğim gibi deneyleri çok dikkatli bir şekilde sil baştan kontrol et. Proje şubesine verdiğimiz evraklarda, belki de, eksiklikler bulmuş olabilirler! Sen tekrar bak. Sonra beraber kontrol ederiz. 304 * * * Vugar, odadan çıktığında kendisini hafiflemiş hissetti. Endişeleri geçse de, utancından yanaklarındaki kırmızılık hala geçmemişti. O, gerçekten de hemen teslim oluyordu. Belki de Proje şubesinin suçu yoktu, sunduğu belgeler eksikti. Bir

154 taraftan yazın çekilmez sıcakları, diğer taraftan son ayların yorgunluğu onu bu hale getirmişti. Bu durumda elbette basit hatalar yapabilir, dikkatinden bir şeyler kaçabilirdi. Bu sadece onun değil herkesin başına gelebilirdi! Sakinleşmiş bir şekilde laboratuvara döndü. Gerekli evrakları toparlayarak yola düştü. Çıkarken bazı önemli belgelerin Cennet Ananın evinde olmadığını, İsmet`in onları elbise ve diğer eşyalarıyla birlikte yeni eve götürdüğünü hatırladı. Sütkardeşinin bu hareketi şimdi onu daha da çok kızdırdı. Aceleyle geri döndü. İsmet`in çalıştığı laboratuvara gitti. Sinirden küplere binmişti. Gidip ona hesap soracağım. Haddini bildireceğim. Dedi. İsmet`le merdivende karşılaştı. Selamsız kelamsız sordu: Benim eşyalarımı nereye götürdün? Yeni evimize! İsmet gururlanarak söyledi. Niçin? Memnun değil misin? Soruma cevap ver! Ne zamandan beri beni düşünmeye başladın sen?! Her zaman! İsmet sinirlendi. İsmet bir anda sinir küpü olmuştu. Sabrı taşmıştı. Vugar çok üstüne gitmedi. Onun bir sorusu İsmet i sinirlendirmeye yetti. Vugar daha fazla üzerine gitmedi. Zaten kızmayı da beceremiyordu. Sinirleri hemen yatıştı. Haddini bildirmek için geldiği adam bir iki sözle pimi çekilmiş bomba gibi olmuştu. Tartışmaya mahal vermeden gayet sakin bir tavırla: İyi yapmamışsın, İsmet, dedi. Zavallı çok zor durumda kalmış, fenalık geçirmiş. Onun halini bir görseydin. Neden düşünmeden hareket ediyorsun. Bugüne kadar onun bize karşı bir hata yaptığını gördün mü?! Kendi evlatları gibi bize şefkat kollarını açtı her zaman. Kaç yıldır bize hizmet ediyor. Yemeğimizi pişirip, karşılıksız elbiselerimizi yıkıyor, ütülüyor. Biz bu iyiliklerin karşılığını böyle mi ödemeliyiz?! 305 Ne yapalım?! İsmet yüzünü buruşturdu. Kaç defa ona yaptıklarının karşılığı vermek istedik; ama kendisi kabul etmedi. Bizim bunda bir kabahatimiz var mı! Bizim suçumuz, yüreği kırık yaşlı bir kadını üzmek, İsmet! Bizim yeni bir eve taşınmamız o yaşlı kadını, ölmeden önce, diri diri toprağa gömmek demektir. Vicdanı olan birisi böyle bir şey yapar mı, İsmet? Şapkanı önüne koy bir düşün bakalım! Yaptığımız doğru mu?! O, bütün ümidini bize bağlamış, bizi arkadaş gibi görüyor, bize nasıl oğlum dediğini görmüyor musun? Derse desin!... Onun oğlum demesiyle biz onun evladımı oluyoruz? Ömrümüzün sonuna kadar onunla birlikte kalacak değiliz herhalde! Eninde sonunda ondan ayrılmayacak mıyız?! Bugün olmuş, beş gün sonra olmuş, ne fark eder?! Vugar sütkardeşine sinirle baktı: Bu senin fikrindir. Şahsen ben öyle düşünmüyorum. Peki sen ne düşünüyorsun? İsmet in dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi. Onun oğlu mu olacaksın? Gerçek manada ona layık oğul olmayı belki de beceremem. Çünkü bu çok zordur. Ama bunu yapmak için elimden geleni yapacağım. Aferin! İsmet kahkaha attı. Şimdiye kadar seni tanımamışım meğer! Ne kadar da fedakarmışsın!? Burada gülecek ne var, İsmet?! Bu fedakarlık değil, insani bir vazife. Kadir kıymet bilmektir, vefadır! İstersen kucağımızda gezdirelim onu, ne dersin? Fedakarlık diye... Onun buna ihtiyacı yok, sen de biliyorsun. Peki benimle derdin ne? Senden bir ricam var sadece. Ne ricası? Hadi, gidip Cennet Anadan özür dile. Yanlış yaptığını söyle. İnan dünyalar onun olacak o zaman. Çok mutlu olacak. 306

155 Gitmiyorum. Bunu yapmalısın, İsmet. Başıma ağrıtma! Ben o tavuk kümesi eve bir daha dönmem. Vugar ona ağır bir söz söylemek istedi; ama aniden göğsüne sert bir şey değdi. Bu, İsmet`in onun üzerine attığı anahtardı. Git, eşyalarını al götür! Sana hamallık yaptığım için çok pişmanım. Vugar hiçbir şey demeden anahtarları yerden aldı. Ve oradan uzaklaştı Bölüm İsmet de enstitüde çok kalmadı. Vugar`ın yeni evi istememesi aslında onu çok sevindirmişti. Hemen Merhamet Hanıma haber vermeğe gitti. Onların arasını bozmak için eline yeni bir fırsat geçmişti. Niçin İsmet`in yıldızı Vugar`la bir türlü barışmıyordu?... Elagöz`ü ona kıskandığı için mi?... Elbette sebep sadece bu değildi. İsmet Elagöz konusunda biraz rahattı. Sütkardeşinin Elagöz`ü istemediğini biliyordu. Vugar`ın kendi sevdiği, gönül verdiği birisi vardı çünkü. Ama Merhamet Hanımın bu tavrı Vugar`dan vaz geçmemesi meseleyi zorlaştırıyordu. Benim ondan neyim eksik ki?.. Niçin beni önemsemiyorlar?.. diye düşünüyordu. Bir bakıma onun böyle düşünmeye hakkı da vardı. İsmet, Vugar`dan daha yakışıklıydı. Onunla Vugar ı bu konuda kıyaslamak yanlış olurdu. Boyu posu, çatık kaşları, bembeyaz teni İsmet`e kızlar arasında ayrı bir saygı kazandırmıştı. Enstitüde herke ona güzel oğlan diyordu. Peki ne olmuştu da böyle yakışıklı birisi Vugar`ın gölgesinde kalmıştı? İsmet sadece Merhamet Hanımla samimi iletişim kurmakta zorlanıyordu. Hayır, onu bundan dolayı suçlamak da yanlış olurdu. 307 İstediği zaman kendisini büyük insanlar arasında entelektüel olarak gösterebiliyor, kendisini şirin göstermeyi de becerebiliyordu. Ama ne hikmetse Merhamet Hanımla yakınlık sağlamada sıkıntı çekiyordu. Akı karayı seçiyor ona yaklaşamıyordu. Bunun tek sebebi ona göre Vugar dı: O benim en büyük düşmanımdır!...tüm bunların sebebi o! yetenekliymiş, yetenek...! Sanki ondan daha bilgili hiç kimse yok. Merhamet Hanım da bu saçmalıklara kanmış?! Dilinden Şemsizade kelimesi hiç düşmüyor. Ben onun için bir hiçim. Evet, İsmet böyle düşünüyor ve tek çare olarak da, ne pahasına olursa olsun, Vugar`ı Merhamet Hanımın gözünden düşürmesi gerektiğine inanıyordu. Eğer o bunu başarabilirse, bütün işler kendiliğinde yoluna girecekti. Güneşli ister istemez ona da hamilik edecek, kısa zamanda Vugar gibi o da şan şöhrete kavuşacak, belki de ondan daha yüksekte duracaktı. İşte, eline güzel fırsat geçmişti. Onun hayallerindeki mutluluğa yakınlaştığı anlar artık çok yakındı. Bu fırsatı kaçırmaması gerekiyordu: Mutluluk kapısının anahtarı insana hayatta bir defa verilir. O kapıyı açmak ise kişinin kabiliyetine bağlıdır. Bir kitapta okuduğu bu cümleler İsmet`in omzuna kanat taktı. Bu düşünceler onu sanki uçurdu. Yürümedi sanki, uçarak nefes nefese gitti. Bir saatlik yolu yürüyerek yarım saate kat etti. Kapıyı Merhamet Hanım açtı. Eee, ne haber var? diyerek üstünkörü, soğuk bir tavırla sordu. Hayır mı? İsmet, bu şekilde kötü karşılanacağını, içeriye davet edilmeyeceğini bilseydi, belki de, canını dişine takarak kat ettiği bu kadar uzak yolu tepip gelmezdi. Morali iyice bozuldu. Ne diyeceğini bile şaşırdı, haberini ayak üstü iletti: O gitmedi, Merhamet Hanım... Gitmek istemedi. Kim gitmedi? Nereye gitmedi? Merhamet Hanım soğuk sorularıyla İsmet`i biraz daha şaşırttı. Kekeleyerek: 308

156 Vu...Vu... Vugar. Anlamadım. Sakin ve tane tane konuşun. İsmet`in ateşi birkaç derece düştü. İsteksiz isteksiz: Vugar geldi, dedi. Ama yeni eve taşınmak istemiyor. Niçin? Bilmiyorum... Benimle de tartıştı ve eşyalarını almaya gitti. Bir anlığa Merhamet Hanım daldı. Bir şeyler düşündü, gülümsedi. Önemli değil. Gençlik işte. Herhalde yaşlı kadını yalnız bırakmayı şanına yakıştıramıyor. Buna gönlü razı olmamış Aslında yaşlılara saygı duymak, onları unutmamak takdire şayan bir hususiyettir. Doğrusu takdire şayandır. İsmet canı sıkıldı. İsmet ondan çok değişik sözler beklerken bir anda onun Vugar ı övmesi bozuldu. Ya sizin ona yaptığınız iyiliklere ne demeli?! Bu daha da takdire şayandır. Yaşlı bir kadının yaptığı iyilikle sizin gibi soylu bir kadının yaptıkları bir tutulur mu?! Merhamet İsmet`e anlamlı anlamlı baktı, tekrar gülümsedi. Neyse... Herhalde bir anlaşmazlık olmuş. Ona taşınmanızı gerektiren sebepleri iyice anlatmamışsınız herhalde... O çok inatçıdır, Merhamet Hanım. Hiç kimseyi dinlemez, burnunun dikine gider. Her zaman kendi bildiğini yapar. Kaç defa tekrar tekrar bunu Merhamet Hanım ve Profesör istiyor, onun ricasıdır diye. Ama bağırmaya, sizin hakkınızda ileri geri konuşmaya başladı... Merhamet Hanım temkinli davrandı, sükunetini muhafaza etti. Çok kurnaz bir kadındı. İsmet`in derdini daha yazın, Kislovodski`deyken anlamıştı. Onun Elagöz`ü gölge gibi izlemesi, etrafında pervane gibi dönmesi gözlerinden kaçmamıştı. Olsun! dedi, canınız sağ olsun! Zamanı gelir, dediklerinden utanır. Dert etmeyin. 309 Eğer o sözler sadece benim yanımda söylenseydi hiç önemli değildi, size bile söylemezdim, Merhamet hanım. Onun söylediklerini bütün enstitü duydu... Merhamet Hanım kaşlarını çattı. Suratını astı. Bir hayli sustuktan sonra sordu: O kız meselesi nasıl gidiyor? Hala görüşüyorlar mı? Görüşmek ne demek, Merhamet Hanım. Hep beraberler. Günün çoğunu onlarda geçiriyor. Galiba yeni eve de onun yüzünden taşınmak istemedi. Cennet Anaya merhamet etmesi aklının ucunda dahi geçmez. Onun hayalinde kızın evine taşınmak da vardır. Merhamet Hanımın alnındaki kırışıklar daha arttı. Gözlerine kin bürüdü. Tamam, siz gidin. Ben ilgilenirim! İsmet maksadına ulaştığını, sonunda Merhamet Hanımı kendinden çıkarmayı başardığını düşünüp, bir iftira daha uydurmak istedi. Ama beklenmedik bir anda kapının sert kapanışıyla kendisine geldi. Ne olduğun ilk önce anlayamadı. Kapının karşısında şaşırmış halde bir hayli durdu. Aklı başına geldiğinde bedenini halsizlik kapladı. Ayaklarının ağrıdığını hissetti. Sendeleyip geri çekildi. Merdiven aşındaki korkuluğa yaslanıp sessizde durdu. Sonra çok sinirlendi. Ama bu kızgınlık kendi yaptıklarına ve kendisine saygısızlık yapan Merhamet Hanıma değil, Vugar aydı... Bütün bunlar onun yüzündendir... Benim önümü kesen, işlerime mani olan, yolumu kapatan o alçaktı!... diye düşündü. 310 * * * İçeri de kapının karşı tarafında da aynı durum yaşanmaktaydı. İsmet in karşısında kendini soğukkanlı göstermiş olsa da aslında o da çok kızmıştı. Merhamet Hanımın öfkesi evin her yerini kaplamıştı. Evin ortasında geziniyor kendi kendisine konuşuyordu: Beni düşürdüğü duruma bak! Bedownloaded from KitabYurdu.org

157 nimle alay mı ediyor!? Davet ediyorsun gelmiyor, ev tutuyorsun istemiyor... Dünkü çocuk seninle aşık atıyor. Ne sanıyor bu aptal kendisini?! Merhamet Hanım yaralı aslana dönmüştü. Eğer bir köşede sakince oturup gazete okuyan kayınpederinin ona bakmasını görmeseydi nara atacaktı. O, Sultanoğlu ndan çekindi, sesini kesti. Yatak odasına gitti, kapıyı arkadan kilitledi. Burada da bir hayli sövüp saydı. Vugar a küfürler hakaretler yağdırdı. Yine de sinirleri yatışmadı. Bu hafife alınacak küçük, sıradan bir olay değildi! Dünya alem biliyordu. Bütün tanıdıklarına Vugar Şemsizade nin Güneşli nin kızına aşık olduğunu söylemişti. Şimdi oğlan kendisini naza çekiyor. Böyle devam ederse kızının ismi lekelenecekti. Herkesle alay eden Merhamet in kendisi ise alay edilecek duruma düşecekti!! O, yanıp yakıldı. Kalbine titreme geldi. Kemikleri bile sızladı. Birden arkadaşı Zümrüt Vahidova yı hatırladı. Bu sokak çocuğu köpeğin kızı da bir gidiyor, pir gidiyor... konuşmaktan başka bir işe yaramıyor, yaptığı bir iş de yok... Hemen onu aradı: Zümrüt?!... Efendim! Kaç gündür neredesin?! Kimsiniz?!... Merhi? sen misin? Vahidova onu tanıdı kesik kesik güldü. Bu zehir küpü senden başka kim olabilir dedim!.. Yine ne haber var? Niçin böyle asıp kesiyorsun?! Yeter artık boş boş güldüğün! Sendeki keyif bende yoktur! Vahidova gülmesini kesti. İki arkadaşın bu tür samimi şakaları, erkekvari sohbetleri çok olurdu. Ama şimdi durum başkaydı. Merhamet in şaka yapmadığını hissederek sordu? Hadi, söyle bakalım ne oldu sana böyle? Sesin hiç hoşuma gitmiyor. Kim üzdü seni böyle? Ahhh!... Merhamet Hanım derinden ah çekti. Senin neyine! 311 Allah aşkına, hadi söyle artık. Merhamet Hanım iyice keyifsizlendi. Ağlamaklı: Öldüm ben Zümrüt, öldüm! Gel de beni göm! Vahidova kendisini büyük bir insan yerine koydu: Artistlik yapma kız! Boşuna zamanımı da alma. İşim var gücüm var benim. İnsanların talihini hallediyorum. Hadi sadede gel bakalım. Başka zaman olsaydı, hiç kuşkusuz Merhamet Hanım onun bu tavrına yürekten gülerdi. talih halledene de bak diyerek onunla alay ederdi. Ama şimdi mırıldanıp durdu. Senden bir şey istemiştim, rica etmiştim... dedi. Ne ricası?... Zümrüt düşündü. Bir rican vardı, onu da hallettik. Sana güzel bir ev buldum daha ne istiyorsun? Off, ne işe yaramaz adamsın! Sana o kızın soyunu sopunu araştır, öğren dememiş miydim?! Hangi kızın, kimin soyunu sopunu? Aklın kurusun senin! Merhamet Hanım fenalık geçirdi. Seni gidi düzenbaz! Seni gidi lafazan!...ben sana o içeri şehirdeki kızın aslını faslını git de öğren gel demedim mi? Haaa Onu mu diyorsun? Zümrüt ün sesi kısık geldi. O mesele maalesef olmadı, emeğimiz boşa gitti. Nasıl olmadı? Dili kuruyasıca! Haberler çok uzundur, Merhi. İşten çıkınca sana uğrar, konuşuruz. Hayır, şimdi söyleyeceksin! İki üç saat seni beklemeye takatim yok. Telefonda mı söyleyeyim? Evet, telefonda. Ama yanımda adamlar var... Olsun! Üstü örtülü söyle. Ahizeye fısılda, kulağım sendedir. Zümrüt işi yavaştan aldı, kasten Merhamet i kızdırmak istiyordu. Merhamet öldü öldü dirildi: 312

158 Bana çok zahmet vermiştin. Bir hafta boyunca İçerişehrin dar, sıkıcı sokaklarında yürümekten canımdan bezdim. Ayaklarıma kara sular indi. Bunlar anlaşıldı. Sonra? Kaç ev idaresine gittim. Kaç tanıdığıma sordum. Ama hiç kimse aileyi tanımıyor. O ona havale etti, o ona. Karışık yerde iz sürmek öyle kolay mı? Büyük bir deryada inci aramak gibi bir şey bu... Merhamet Hanımın sabrı tükendi. Offf! Kısa kes! Beni verem ettin! Kısası, kız piçmiş. Piç mi?!.. Merhamet Hanım kulaklarına inanamadı. Nasıl yani piç?.. Hangi anlamda piç? Yani anne babası belli değil! Hakikaten mi? Evet. O zaman annesi... Ahlaksız mı? Artık o tarafını bilmiyorum. Vebalını alamam. Peki, onu evlatlık edinenler kimdir? Akrabaları mıdır? Merhamet Hanım kederlendi. Bir hayli sesi kesildi. - Hayır, akrabaları değil, bildiğim kadarıyla başkaları. Çocukları olmadığı için evlatlık almışlar. Merhamet Hanım sevindi. Yüreğine soğuk su serpildi. Ama işini sağlama aldı. Zümrütçüğüm, yanılmıyorsun değil mi? Sonra el aleme rezil oluruz. Hiç benim yanıldığımı gördün mü sen?! Sen kalbini ferah tut. Bu haberde yanlışlık yok. İstersen ismini, yaşını, işini ne istiyorsan hepsini ayrıntılı olarak söylerim. Zümrüt öğrendiklerini aceleyle ahizeye fısıldadı. Arzu nun nerede, kaçıncı sınıfta okuduğu, Şirinbacı nın çalıştığı okulu, Ağarza nın öz geçmişini olduğu gibi anlattı. Nasıl?... Doğru mu? 313 Doğru. Tabiî ki, doğru olacak! Vahidova gururlandı. Başka?... Bana başka emrin var mı? Teşekkür ederim! Merhamet Hanım Zümrüt e teşekkürlerini ilettikten sonra vedalaştı. Gözlerinde yeni bir hile tebessümüyle derin fikre daldı Bölüm Bakü yazlıklarının misafirleri sonbahar sonuna kadar gelip gidiyorlardı. Yazlıkların vefalı sakinleri, sevenleri kışın başlarına kadar buradan ayrılmazlardı. Vakti olanlar bütün hafta boyunca, imkanı olmayanlar da hafta sonları da geliyordu. Elbette, bu dönemlerde tabiat çok fakir olur. Ağaçlar yapraklarını döker, asmaların kuru çubukları toprak üstünde kalır. Kum soğumaya başlar. Rutubet kemikleri sızlatır. Fakat hava her zamankiden biraz daha serin biraz daha temiz olur, ciğerlere merhem gibi gelir. Vücut temiz havayla hayat bulur. Yüzlerden şehir solgunluğunu, vücutlardan iş yorgunluğunu alır, iki günde sanki iki ay dinlenmiş gibi olur insan. İnsanın gözü gönlü açılır. Söhrap Güneşli de yazlık sevdalısıydı. O yaz mevsimini hanımı Merhamet in tekidiyle başka şehirlerde geçirse de, sonbaharı kendi yazlığında geçirmekten haz alır. Ailesiyle beraber yazlığa gitmediği, tabiatın bu güzel köşesinin kucağına kendilerini atmadığı hafta sonu yoktu. O, burada şehrin gürültüsünü, iş yorgunluğunu unutur, sinirleri sakinleşiyordu. Son üç dört yıldan beri kendisini daha rahat hissetmeye başlamış, ani kalp ağrıları dinmişti. Söhrap Güneşli bu sabah da erkenden kalktı. Akşam bir toplantıdan geç vakitte dönmüştü. Bağa geciktiği için bütün geceyi diken üstünde geçirdi. Aceleyle yıkandı. bağ elbisesini giydi. Ama yola koyulmak için hiçbir hazırlığın yapılmadığını gördü. Genelde Merhamet Hanım bu tür hazırlıkları bir gün önceden yapardı. Yemekleri hazırlar, içecekleri büyük

159 kaplara özenle yerleştirir, oraya gittiklerinde yemek için vakit kaybetmezdi. Şimdiyse... Söhrap hemen yatak odasına döndü. Merhamet Hanımı yatakta görünce şaşırdı. Niçin kalkmıyorsun, Merhi? Zaman geçiyor? Merhamet Hanım yorganı başına doğru çekerek: Ben gidemeyeceğim, Söhü... İstemiyorum. dedi. Niçin istemiyorsun?.. Bir gün dinlenme de ganimettir. Israr etme! Gitmek istemiyorum. Hastayım... Söhrap, Merhamet in nazlandığını, bir şeye canının sıkıldığını düşündü. Akşam da suratı çok asıktı. Israrla: Kalk hadi! diyerek yorganı başından çekti. Hasta olduğun için gitmen şart. Temiz havada iyileşirsin. Bırak! Merhamet Hanım yarasına dokunmuş gibi bağırdı. Beni sakin bırak! Söhrap yorganı bıraktı. Hanımına şaşkın şaşkın baktı. Merhamet Hanım kocasının kınayan bakışları altında bir dakika sustuktan sonra yalvar yakar konuştu: Rica ederim Söhü. Bugün bensiz gidin. Yerimi yeni ısıttım, biraz terleyeyim, ayağa kalksam üşütürüm. Murguz amcanı da al, git. Elagöz kalsın.o da hasta sanki. Söhrap düşündü: Biz iki erkek orada ne yapacağız? Aç mı kalalım? Niye aç kalıyorsunuz ki? Sizin için bir şeyler hazırladım ben. Yemekleri bozulmasın diye mutfakta pencerenin önüne koydum. Söhrap konuşmadan, mutfağa gitti. Merhamet Hanım kocasıyla, kayınpederinin ayak seslerini merdivenlerde duyar duymaz hemen yorganı üzerinden attı, ayağa kalktı. Geceliğini giydi, pencerenin önüne geldi, gelip, gidenlere baktı. Artık bütün gün onu rahatsız eden hiç kimse olmayacaktı. O, yeniden yatağına döndü. Daha güneş doğmamıştı. Sokak daha yeni canlanıyordu. İki üç saat uyuyabilirdi. Ama bir türlü uyuyamadı. Fikirler onu rahat bırakmıyordu. Zümrüt 315 Vahidova nın mutlu haberini düşünüp gülümsedi. Galiba işler yoluna giriyor. Niçin olmasın ki?! Söhrap Güneşli gibi bir şahsın kızını hangi ahmak elinin tersiyle iter?! Vugar çok kurnaz birisi, naza çekiyor, gururu incinsin istemiyor. Paçasını baştan kaptırmak istemiyor. Her saza oynamayan bir genç olduğu göstermeye çalışıyor... Böyle şeylere aldırmamak lazım, gençlik işte, zamanla o da kuzuya dönecek. Söhrap da gençken onun gibiydi. Evlendikten sonra değişti... Kıza söz verdiği için geri dönmeyi kendine yediremiyor herhalde... Ama artık şımarıklık yapamayacak. Zümrüt ten Allah razı olsun çok güzel işler yaptı..çocuk yuvasına verilmiş, soyu sopu belli olmayan bir kızla hangi aptal evlenmek ister ki?!. Vugar durumu öğrenince kızdan vazgeçecek mutlaka, kıza verdiği söz de ettiği yemin de bozulacak. Merhamet Hanım ayağa kalktı. Kızının odasına koştu. Kızın iştahı olmadığı için Merhamet kıza kendi eliyle bir şeyler yedirmek istedi. Piyanoda biraz çalıştıktan sonra Vugar ın yanına gitmesini istiyordu. Elagöz mışıl mışıl uyuyordu. Solgun görünen yanakları pembeleşmişti. Dudaklarında zarif bir gülümseme sanki sabahın ayazında donmuş kalmıştı. Kaşları ve kirpikleri o kadar güzeldi ki sanki efsanelerde uyuyan bir melek gibiydi. Annesi onun güzelliğine hayran oldu. Onu sanki ilk defa görüyormuş gibi uzaktan seyretti: Kızım nasıl da güzelmiş! diyerek gururla, anne şefkatiyle fısıldadı. Hemen acı bir teessüfle yüreği burkuldu: Allah bu hastalığı benim güzel kızıma verdi. Yoksa benim ne derdim olurdu ki?...böyle melek gibi kızı olan birisinin başka ne derdi olurdu? Yoksa kızıma koca arar mıydım hiç?!. Merhamet Hanım hüzünlü bir şekilde kızına yaklaştı. Elagöz ün yüzünün bir tarafını gölgeleyen siyah saçlarını yavaş yavaş okşadı. Şefkat dolu bir sesle: Kızım! dedi. Elagöz üm!...kalkıyor musun? Elagöz den cevap alamadı. Merhamet Hanımın yüreği sızladı: 316

160 Kalk hadi, elini yüzünü yıka, evimin yıldızı benim güzel kızım! Elagöz hafifçe kımıldadı. Ama yüzünü ifadesi hiç değişmedi. Rüyada konuşurmuş gibi hazin sesle sordu: Saat kaç ki, anne? Saati ne yapacaksın, güzel kızım. Çok uyumak senin için zararlı. Gözleri aç, sabahın temiz havasını teneffüs et. Elagöz ün kirpikleri hafifçe titredi, ama açılmadı. Dudakları füsunlu füsunu fısıldadı: Uykum var, anne. Kalk, annesinin gülü Kalk, kahvaltını yap, derslerini bak. Sonra uykun olursa yine uyursun. Elagöz cevap vermedi. Kirpiklerindeki titreyiş yok oldu. Yeniden uyudu. Merhamet Hanım onu uyandırmaya kıyamadı. Sabah uykusu tatlı olur, biraz daha uyusun, deyip diğer odaya geçti, dönüp kızına tekrar baktı. Kızının güzelliğinden ilham aldı elbise dolabına yöneldi. Misafirliğe giden birisi gibi elbiselerinden en yenisini alıp giydi. * * * O, Cennet Ananın evine geldiğinde, Vugar daha yeni uyumaya hazırlanıyordu. Bütün geceyi uyumadan masa arkasında geçirmiş, Profesörün dediği gibi sonuçları kontrol etmişti. Cennet Ana kapıyı açtı. Yutkundu, endişeli bir sesle: O, yine gelmiş, Vugar, dedi. Kim gelmiş, ana? Vugar, gözleri yumuk şekilde sordu. O işte, o kadın. Cennet Ana başını kapıdan dışarı uzattı. Sesini biraz daha alçalttı. O zaman İsmet le bize gelen kadın. Ne istiyor?! Cennet Ana sol elini dudaklarına yaklaştırıp, gelenin yakında olduğunu, onun söylediklerini işitebileceğini işaret etti. Nerden bileyim bana bir şey demedi. Seni görmek istiyor. 317 Ona uyuduğumu söyle, lütfen. Vugar soyunmağa başladı. Gömleğinin altını pantolonun içinden çıkarmamıştı ki içeriye Merhamet Hanım girdi. Günaydın Vugar! Günaydın! Merhamet Hanım Vugar ın gönülsüz karşılık vermesine aldırış etmedi, ileri yürüdü. Neden böyle geç kalkıyorsunuz? Sizin gibi genç birisi bu kadar uyur mu hiç? Kalkmıyorum, Merhamet Hanım. Daha şimdi uyumaya hazırlanıyor. Bu daha da kötü! Merhamet Hanım masanın üstünde olan kağıtlara gözünün ucuyla bakıp acımış bir eda ile: Gece çalışmak insanı daha çok yorar. Sağlığınızın değeri bilin. Sizin çalışmak için daha çok zamanınız olacak. Vugar ayaküstü son gücünü toplayarak durmaya çalıştı. Konuşmaya bile takati yoktu. Özür dileyerek yatağa oturdu. Saygısızlık yapmamak amacıyla sordu: Çok mu acil bir konu? Başka zaman görüşmemiz mümkün mü? Merhamet Hanım razı olmadı. Konu her ne kadar acil olsa da, senin sağlığın daha önemlidir. Herkes kendisine verilen ömrü hoş geçirmek, hayattan lezzet almak ister. Bu dünyadan göç ederken hiçbir şey götürmeyeceğiz. Ad da makam da zenginlik de kalacak burada. Vugar ın sabrı tükenmişti. Gözünden uyku damlıyordu. Sözünü kesmek istemedi. Cennet Ananın ne misafir hoşuna gitti, ne de tavırları, ona: Ayakta kaldınız, buyurun, oturun, diyerek ona sandalye uzattı. Sonra Vugar a göz işaretiyle karşısında bir kadın olduğunu ona saygısızlık yapmamasını işaret etti. 318

161 Merhamet Hanım çok hızlı yürüdüğü için yorulmuştu. Ayakları sızlıyordu. Cennet Ananın uzattığı sandalyeyi alıp, rahat rahat oturması Vugar ın canını iyice sıktı: Özür dilerim, dedi. Uykusuzluk beni yordu. Sizin için ne yapabilirim? Merhamet yerine daha bir yerleşti: Yok, hiçbir isteğim yoktur. Bir arkadaşa gidiyordum. Size de uğradım. Halinizi hatırınızı sorayım diye. Döndüğünüzü daha dün Söhrap dan duydum... Vugar hiçbir demedi. Misafir sonunda meramını açıkladı: Ama... Size çok kırgınım. Niçin? Beni utandırdınız. Bu nasıl olabilir, Merhamet Hanım? Sizi utandıracak ne yapabilirim ki?! Ev konusunu diyorum... Ben önceden konuşup, parasını bile vermiştim. Duyarlılığınız için teşekkür ederim. Ama... Önemli değil! Merhamet Hanım Vugar ın lafını bilerek kesti ki, devamını getirmesin. Yardımseverlik havasına girdi. Vazifemizdir!... Aslında bunu Söhrap istemişti. O kaldığınız evin size uygun olmadığını işitmiş. Bundan dolayı çok rahatsız oldu. Benden size ev bulmamı rica etti. Ben de buldum... Zahmet etmişsiniz. Merhamet Hanım Vugar ın bu tavrına hiç önem vermedi. Cennet Anaya duyurmak için: Ablam kırılmasın sakın. Onu evi de kötü değil. Özellikle de bugün daha bir güzel. Tertip ve düzeni bugün daha da yerinde. Ama... Alt kat olduğu için güneş almıyor, havası da kötü. Hem çok küçük. Kafes gibi. Bize yetiyor. 319 Merhamet Hanım bu defa da duymazdan geldi. Yüzünü Cennet Anaya cevirdi: Ablacığım, diyerek ona hoş görünmeye çalıştı. Sizin bu gençlere anne gibi davrandığınızı biliyorum. İki senedir kiracı olarak değil de öz evladınız gibi baktınız. Bunun için size minnettarım. Zamanı gelince Vugar da, İsmet de size olan borcunu öder. Şimdi sizden rica ediyorum. Onları saygısızlık ve vefasızlıkla suçlamayın. İşleri çok ağırdır. Doktor onların yüksek katta, ışıklı evlerde kalmaklarını öneriyor. Vugar ın rengine bir bakın nasıl sararıp solmuş. Sanki, Allah korusun, sarılık olmuş gibi. Bunun sebebi bu ışıksız ve karanlık odadır. Cennet Ana elleri koynunda öylece onu dinliyordu. Merhamet in dediklerinde hakikat vardı. Çaresizce: Ben bir şey demiyorum, kendileri bilirler. Benim onların işine karışmaya hakkım yok. dedi. Vugar kararlı bir şekilde cevap verdi: Boşuna kendinizi yormayın, Merhamet Hanım. Ben buradan hiçbir yere gitmem. Burası benim kendi evim gibidir. Merhamet Hanım bozuntuya vermedi. O, evden çıkarken meseleyi tatlılıkla halletmek için kendi kendine söz vermişti. Mülayim bir şekilde ekledi: Ben sizi çok iyi anlıyorum. Cennet hanımı kırmak istemediğiniz için böyle yapıyorsunuz. Ama ne yapalım? Durum bunu gerektiriyor. Vugar Merhamet Hanımın sözünü keserek: Ev konusunu kapattık, Merhamet Hanım. Başka deyecekleriniz var mı? Son verilen cevap sanki Merhamet in nefesini kesti. Birkaç dakika sesini çıkaramadı. Var! diyerek sandalyede sağa sola hareket etti. Sevdiğiniz o kız hakkında size birkaç diyeceğim var. Vugar telaşlandı. Kalbi hiç durmadan çarpmaya başladı. Bu Arzu yu da nereden tanıyor? Onun hakkında bana ne deyebilir ki? Herhalde iyi bir şey söylemeyecektir

162 O kızın çocuk esirgeme kurumundan alındığını biliyor muydun? Şimdiki anne babaları onu evlatlık almışlar. Vugar kalbi sızlayarak konuştu: Öksüzlük ayıp değil ki, Merhamet Hanım... Ben de öksüzüm. Bu nasıl bir öksüz olduğuna bağlıdır. O piçtir. Babası belli değil! Piç kelimesi Vugar ı çok kötü etkiledi. Sarsıldı, çok sevdiği bir insanın bu sıfatla nitelendirilmesi onu yıktı. Ama yine de sabrı elden bırakmadı. İlk önce bu kocaman bir yalandır, dedi. Tamamen yalan. Diyelim öyledir, onun bu durumda onun ne suçu var? Ayrıca sizi niçin bu kadar ilgilendiriyor? Tabiî ki, beni ilgilendirir! Merhamet Hanım yavaş yavaş kükredi. Unutmayın sizin için söylenilen her bir kelime ilk olarak bizim de adımıza söylenmiş oluyor. Niçin? Şundan dolayı... Merhamet Hanım nefes alıp, gururla devam etti. Siz Söhrap Güneşli nin asistanısınız. Bakü de herkes tarafından tanınan, toplumda yeri olan bir insan. Bunun için sizin attığınız her adımdan o sorumludur. Vugar Merhamet i sabahın bu saatlerinde buraya getiren asıl sebebi anlamıştı. Bundan dolayı da biraz daha sabretti. Cevap vermedi. Kayıtsızca yorganı üzerine çekti. Yastığını düzeltti. Ellerini gömleğinin yakasına getirerek sohbetin bittiğini ima etti. Merhamet Hanım buna bu işarete önem vermedi. Yüksek tizdeki sesini maharetle mülayimleştirdi. Yeni bir yalan uydurmaya çalıştı. Sakin sakin söylenilenlerin etkili olacağını çok iyi biliyordu. Atalarımız ne güzel demiş: Anası gezen ağacın kızı, dal dal gezer. Biliyorsun atalarımız yalan söz söylemezler. O kız sizden önce iki oğlanla çıkmış. Siz üçüncüsünüz. Kim bilir ileride daha kaçı olacak daha! 321 Sabrında bir sınırı vardı. Vugar artık sinirlerine hakim olamadı. Boğula boğula cevap verdi: Olsun!...Ben kabul ediyorum diyerek bağırmaya başladı. Gidin buradan! Defolun, cehenneme kadar yolunuz var! Neee?! Merhamet Hanım duyduklarına inanamadı. Kovulacağını tahmin etmemişti. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Birkaç dakika yerinde donup kaldı. Ayağa kalktı: Cehenneme kadar yolumuz var demek?! Tamam... Ben yapacağımı iyi biliyorum... Odadan kurşun gibi çıktı. Vugar o gittikten sonra yatağa girdi. Merhamet in dediklerini unutmak için hemen uyumak istedi. Yorganı üzerine çekti. Ama deminden beri kendiliğinden kapanan göz kapakları kapanmadı. Gerçekten Arzu piç miydi?... gerçekten de benden önce onun hayatında iki kişi olmuş muydu? soruları beynini kemirdi. Yoksa Merhamet bunları kendinden mi uyduruyordu?.. Olmayan bir şeyi insan nasıl söyleyebilir?! Bu tür bir yalanı, insafsızca iftirayı nasıl diline alabilir?! Sorudan soru doğdu. Kafası karıştı Bölüm...Onlar ilk baharda tanışmışlardı. O zaman Vugar son sınıftaydı. Tezini hazırlıyordu. Gece gündüz kütüphanede idi. Bir gün merkezi kütüphanelerin birinde geç vakitlere kadar çalışmıştı. Okuma salonunun ışıkları artık kapanmaya başladığında yorgun argın girişteki salona indi. Elbiselerin bulunduğu yere yaklaştığında tanımadığı bir kız da oraya geldi. Yaşlı görevli önce kızın paltosunu aldı. Vugar gayri ihtiyari kıza paltosunu alıp yardım etmek için izin istedi. Kız şaşırmış halde Vugar ın yüzüne baktı ve gülümsedi. Usulca: Size zahmet olmasın? dedi.

163 Rica derim, önemli değil! Koltuğunun altındaki kalın dosyaları koydu, kızın paltosunu giymesine yardımcı oldu. Kız giyindikten sonra teşekkür edip, aynanın karşısına geçti. Vugar onunla ilgilenmedi. O yıllarda o, hiç kimseyle ilgilenmiyordu zaten. Bütün zamanını okumakla geçiyordu. Tiyatroya, sinemaya çok az giderdi. Kızlarla ilgilenmek, birilerini sevmek aklının ucundan bile geçmezdi. Vugar giyindikten sonra çıkmak için acele etti. Kapıda yine karşılaştı onunla... Ona yol verdi. Ve sebebini kendi de bilmeden sordu: Yolunuz uzak mı? Kız Vugar a tebessümle baktı. Niçin sordunuz? dedi. Sesinde telaş vardı. Vugar ne diyeceğini bilemedi. Sorduğu sorudan utanarak yere baktı. Öylesine...Eğer uzakta oturuyorsanız size eşlik ederim, diye düşündüm. Kız anlamlı anlamlı güldü. Şaşkınlık ve saflıkla onun dediklerine hak vermeye çalıştı. Artık geç oldu... İnsanlar da kalmadı sokakta. Herhalde yalnız gitmek... O cümlesini bitirmedi. Biraz sessiz kaldıktan sonra güçlükle ilave etti. Yanlış anlamayın, ben de çekinmeyin lütfen... Kız yine gülümsedi. Ben yalnız gitmekten korkmuyorum... Sizi de yanlış anlamadım... Durup dururken kendisini zora soktu. Kızardı, bozardı. Susmaktan başka çaresi kalmadı. Kız birden dillendi: Siz üniversitede mi okuyorsunuz? Evet, Vugar aceleyle cevapladı. Sizde mi? Kız yine gülümseyerek. Başını salladı. 323 Kaçıncı sınıftasınız? Daha bu yıl kazandım. Hangi bölümü? Tarih bölümü. Öylemiiii... Vugar ne diyeceğini bilemedi. Sustu... İyi ki yol kısaydı. Çünkü susmak da büyük bir zulümdü onun için. Kusura bakmayın... Otobüs geldi. Kız onu yolda bırakıp tek başına yürüdü. Vugar kendini hafiflemiş hissetti. Kızdan hemen ayrıldığı için sevindi. Ama dumanlı, anlaşılmaz bir his onu bir hayli terk etmedi. Arzu nun anlamlı tebessümleri hayalinde sık sık canlandı. Sonra her şey unutuldu... Onlar birkaç gün karşılaşmadılar. Vugar kızı hatırlamadı. Eskisi gibi yine kütüphanelere gitse de kızı görmedi. Eskisi gibi çalışmalarına devam etti. Saatlerce masada oturdu, çalışmasını yaptı. Her zaman olduğu gibi hiç kimseyle ilgilenmedi. Bir gün yine... Vugar sabah erkenden gelip kitapların dünyasına girmişti. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Sanki birileri ona Yan masaya bak!... dedi. Vugar başını kaldırıp yan masaya baktığında o kızı gördü. Kız da aynı anda bakışlarını karşısındaki kitaptan alıp ona baktı. Gözler buluştu... Kızın kumral gözlerini tatlı bir gülümseme kapladı. Başlarının usulca sallanmasıyla, sessiz fısıltıyla selamlaştılar. Bu durum biraz sonra yine tekrarlandı. Vugar artık dikkatini bir türlü toparlayamadı. Kitabın satırları birbirine karıştı. Okuduklarını anlayamadı. İki üç dakikadan bir kıza bakıyordu. Ama kız, kitap okuyor, bir anlık da olsa o güzel bakışlarıyla Vugar ı sevindirmiyordu. Vugar bu efsunlu gözlerin resmini hayallerinde yatakhaneye götürdü. Onu düşünmekten kendini alamadı. Sabah yine kütüphaneye gitti, onu bulmak için. O gözlerin sahibini hasretle aradı. 324

164 Bu neydi, nasıl bir sırdı? Kendisini onu düşünmekten alamıyordu. Yoksa?.. O, birden irkilir gibi oldu. Aşk kelimesini diline getirmekten çekindi. Üniversiteyi bitirmeden, iş sahibi olmadan bu tür işlerle uğraşmayacağına dair kendisine söz vermişti. İlimden, yeni bilgiler öğrenmekten başka bir isteği yoktu. Evlenmek hiçbir zaman geç değildi onun için. Nasıl olsa Bir Allah ın kulunu bulup onunla yuva kuracaktı. Önemli olan üniversiteyi başarıyla bitirmekti. Son sınıfta aşk kelimesinden biraz daha uzakta kalmaya çalıştı. Yeni bir amacı olmuştu bu sınıfta: Asistan olup Profesörlüğe kadar yükselmek istiyordu. Onun tek düşüncesi hedefine ulaşmaktı. İmtihanların arifesinde bu düşünce onu daha sardı. Şimdi onun karşısında çok büyük bir hedef vardı. Kendisini sadece ilme vermek, sevincini neşesini ilimde aramak! Başka türlü olamazdı zaten. Kalbini ikiye bölmek, bir kısmını ilme, bir kısmını da sevgiye ayırmak, aile kurması mümkün değildi. Her ikisini aynı anda bir arada götürmek kolay değildi! Vugar aklı başında olduğu, muhakeme yapma gücünün çok yüksek olduğu vakitte her şeyi enine boyna ölçüp biçip sevgi işlerinin üzerine kalem çekmişti! Aşk, sevgi gibi meseleleri düşünmeyi kendisine yasaklamıştı. Kızlarla gezip tozan eve geç saatlerde dönen sütkardeşine de yarı şaka yarı ciddi Fuzuli nin bir mısrasını okurdu: Can verme gam ı aşka ki, aşk afet i candır... ama şimdi kendisi can afetine gönül vermeye başlamıştı. Kalbi ikiye bölünmüştü... Vugar hissettiklerinden bir anda ürktü. Sevdaya benzer bu dumanlı, anlaşılmaz duyguları daha büyümeden kalbinde boğup, gönlünün derinliklerinde gömmeye çalıştı. Birkaç gün etrafına bakmadı, onu aramadı. Ama kendine her ne kadar yasaklar koysa da, kafası allak bullaktı. Bunların bir faydası yoktu. Okuduğu satırlar arasında cezbeci o gözler ortaya çıkıyor, dakikalarca saatlerce o güzel gözler hayalinden çıkmıyordu. Bu durumdan kurtulmak için bir yol aradı. Başka kütüphanelere gitmeye karar verdi. Böylece onu unutacağını düşündü. Yeter ki, o kızı görmesin, ondan uzak olsundu. Ama 325 bunun hiç bir faydası olmadı. Merkezi kütüphanede en azından onu uzaktan görüyor, biraz da olsa sakinleşiyordu. Şimdi kendini çok rahatsız hissediyordu. Mecbur kalıp yeniden merkezi kütüphaneye döndü. Ama burada da sakinleşemedi. Istırabı daha da çoğaldı. O daha da zor duruma düştü. Kızın salınarak gelişi de ayak sesleri de sanki ona malum oluyordu. O yüzlerce ayak sesinin içerisinde Arzu nun ayak sesleri tanıyordu. Kız salona girdiğinde, Vugar ın aşkının bekçisi olan kalbi sevinçten mi, hasretten mi küt küt atmaya başlıyordu. Bedenini tarifi mümkün olmayan bir mutluluk sarıyordu. Kız salonu terk ettiğinde ise bedeni soğuk bir suya dalmış gibi oluyor, sanki donuyordu. Hasret dolu gözleri Arzu yu yolcu ediyor, saatlerce gözleri kapıdan ayrılmıyordu. Daha bu neydi ki? Sonraları o, kendini bile yönetemez oldu. Kızı gölge gibi izlemeye başladı. Arzu eve gitmek için hazırlandığında, Vugar da hemen merdivenleri aceleyle inerek kapıda onu bekliyordu. Kız paltosunu giyip, (çok ilginçti, paltosunu giymesinde ona yardım etmek için cesareti bile kalmamıştı.) gözden kayboluncaya kadar gözleriyle onu yolcu ediyordu. Sonunda, o beklenen gün geldi, onlar yine konuştular. Bu defa Arzu erken çıkmak için hazırlandı. Vugar da onun arkasından çıktı. Kız kapıdan çıkmak isterken Vugar nasıl olduğunu anlamadan kızın karşısına geçti. Affedersiniz... Neden böyle erken gidiyorsunuz? Nasıl yani?... Arzu Vugar ın gözlerinin içine baktı. Dudaklarında tatlı bir tebessüm belirdi. Gidemez miyim? Vugar kızardı. Gidebilirsiniz, Elbette, gidebilirsiniz! Biraz sustu, yavaş yavaş ilave etti: Bugün erken gidiyorsunuz da. Belki... Telaşını hiçbir sözle ifade edemedi, sustu. Arzu gülümseyerek cevap verdi: Hiçbir sebep yok. Bugün işim erken bitti sadece. Şimdi de sinemaya gitmek istiyorum. Boş vakit bulunduğumda hep sinemaya giderim ben. Yalnız mı gidiyorsunuz?.. 326

165 Arzu nun samimi gülümsemesi yerini alaya bıraktı: Evet, yalnız gidiyorum! yumuşak sesi ciddileşti. Bir şey ilgimi çok çekti. Siz neden yalnız kelimesini bu kadar sık kullanıyorsunuz? Geçen defa da bu kelimeyi vurgulayarak söylemiştiniz... Ben yalnızlıktan korkmuyorum. Vugar ne diyeceğini bilemedi. Kendisini tahkir edilmiş gibi hissetti. Arzu da zor durumda kaldı. Söylediklerinden pişman oldu. Anlaşılan bu cevap kızın da hoşuna gitmemişti. Dili kalbine iyi tercümanlık yapmamıştı. Hatasını düzeltmeye çalıştı: Ben sinemayı çok seviyorum. En çok da başka ülkelerin tarihini konu edinen filmleri tercih ediyorum. Anladım. Vugar, kendisine geldi. Hevesle sohbetine devam etti: Bunlar sizin bölümünüzle ilgili filmler. Budan dolayı mı seviyorsunuz? Hayır! Arzu kararlılıkla başını salladı. Sadece bu yüzden değil! Elbette ben tarihe etnografya ile ilgilenmeyi çok seviyorum. Bu kendi bölümünü seven herkes için söz konusudur bence. Ama sadece kendi ihtisasıyla ilgilenip, başka alanlardan uzak kalmak çağdaş geçlik için kabul edilemez bir eksikliktir. Doğrusu bunu tasvip etmiyorum. XX. yüzyılda yaşayan bir insanın her şeyden haberdar olması gerekiyor. Vugar, Arzun un bu sözleriyle kendisine taş attığını sandı. Dolayısıyla da kendisine ima yoluyla, Biz zevk itibariyle başka dünyalarının insanlarıyız. Git kendi dengini bul dediğini düşündü. Ümidi kesildi. Arzu nun titrek sesinde deminki alaycı gülüş yine belirdi. Demek istiyorum ki, hayat sadece sizin delicesine tutulduğunuz kimya mucizelerinden ibaret değildir!.. Vugar şaşırdı. Kızın kendisiyle dalga geçtiğinden artık hiç şüphesi kalmadı. Şaşırmış bir ses tonuyla sordu: Neyi kastediyorsunuz? Ne olacak... Arzu bir anlık düşündü. Vugar ın yüzüne baktı, dudaklarında hafif tebessüm belirdi Bütün gün labo- 327 ratuvarda, sonra kütüphanede uzun süre kalmak, başka şeylerle ilgilenmemek hiç de hoş bir durum değil, doğrusu. Vugar çok şaşırdı. Siz beni nereden tanıyorsunuz? Bu alay neden?.. Diyerek kıza kızmak geçti içinden. Ama hemen geçen defa bu sorusuna gereken cevabı aldığını hatırladı, sesini çıkarmadı. Arzu bu defa hakikaten ona sataştı. Kusura bakmayın; ama dışarıdan hiç de hoş birisi olarak görünmüyorsunuz. Eğer bu durumunuzu değiştirmeseniz, gelecekte resmi, sadece kendi alanınızda bilgi sahibi bir ilim adamı olacaksınız. Talebeleriniz bile sizi sevmeyecekler. Vugar ın bu kızın onu tanıdığına hiç kuşkusu kalmadı. Cesaretlenerek: İnsan karakterini nasıl değiştirebilir?... benim hamurum ezelden böyle yoğrulmuş. Kötü huyları şimdi değiştirmek mümkün. Henüz geç değil. Pekişmeden, sizin hayat anlayışınız haline gelmeden bunu değiştirebilirsiniz. Psikologlar, insanın her yaşta istediği bir özelliğini değiştirebileceğini söylüyorlar. Sadece iradenizin kuvvetli olması yeterlidir. Ya irade zayıf olursa? Onu da terbiye etmek mümkün. Ya o şahsın bunu yapmaya kudreti yetmezse?.. O zaman başkalarının tavsiyelerine baş vurmak gerekir. Ehh... Vugar ümitsizce iç çekti. O hiçbir zaman tavsiye ile yola gelmez. O zaman başka çareler denenmelidir... İsterseniz ben size yardımcı olurum. Bu konuda biraz tecrübem var... orta okuldayken tembel öğrencilere bu konuda çok yardım ettim. İşte bu olur! Vugar hiç tereddüt etmeden razı oldu. Ben sizin yardımınızı kabul ediyorum. Arzu nun sesi aniden kesildi. Yüz ifadesi değişti. O bu meselenin buraya geleceğini, utangaç bir gencin cesaretlenerek bu teklifi kabul edeceğini hiç düşünmemişti. 328

166 Vugar bu fırsatı kaçırmadı: Nereden başlayacağız?... Şartlarınızı söyleyin. Arzu nun bakışları yere dikildi. Omuzlarını oynattı. Vugar dedi: İlk işinize sinemaya beni götürmekle başlasanız?... Bugün ben de işimi erken bitirdim. Arzu çıkış yolunun olmadığını anlayınca: Olur, diyerek bir anlık tereddütten sonra eski tavrını aldı, devam etti: Bu filmi mutlaka izlemelisiniz. Afrika ormanlarından bahsediliyor. Kendinize ait bir çok bilgi edinebilirsiniz. Sizin gibi ilim adamları ilgilendiren doğal kauçuğu eskiden insanlar hevaya adlı bir ağacın şırasından hazırlamışlar. O ağaçlar şimdi Afrika nın tropik ormanlarında yok olmak üzere. Vugar gülümsedi. Ben kauçukla ilgilenmiyorum, benim alanım değil. Biliyorum. Arzu bu resmi sohbeti uzatmak istemedi. Tombul bileğindeki saate bakıp Acele etmemiz gerekiyor dedi. Geç kalmayalım. Şimdi benimle sinemaya gitmek istiyorsanız. Hemen yukarıdan kitaplarınızı alın gelin. Filmin başlamak üzere. Memnuniyetle! Bir dakika! Vugar sevinerek geri döndü. Merdivenleri uçarak çıktı. İşte onlar böyle başladılar. Aras sıra sinemaya gittiler. Bazen sahilde dolaştılar. Belli bir süre sonra kol kola olduklarını birbirine aşık oldukları hissettiler. Ama Seni seviyorum. Cümlesini hiçbiri kurmadı. Buna gerek de yoktu. Gözlerin, kalplerin açık açık konuştuğu yerde, dilin bunu söylemesine ne gerek vardı?! Önceleri Vugar ı ürküten düşünceler zamanla yok oldu. Arzu yla buluşmaları, onun tatlı, akıllı sohbetleri Vugar ı kendi işine daha da odaklandırdı. Buluşmalardan döndükten sonra o tez çalışmasını daha bir hevesle, zevkle yazmaya baş- 329 lardı. Aşk onun ufkunu açtı, zihnini, hafızasını daha da kuvvetlendirdi. Yorulmak, usanmak nedir, aklına dahi gelmedi... Vugar şimdi bile o sevginin gücüyle çalışıyordu. Arzu ya olan sonsuz sevgisi onu en umutsuz zamanlarında bile yalnız bırakmadı, kalbinde hayat ve mücadele aşkını kuvvetlendirdi. Ama şimdi Merhamet onun tertemiz bildiği sevgilisi hakkında neler diyordu: Piç, sokak çocuğu!! Vugar sıkıldı. Merhamet in söyledikleri onu huzursuz etti. Bunları düşündükçe aklını kaybeder gibi oluyordu. Her şeyi ayrıntılı düşünüp iyiyi kötüden ayıracak kudreti kendisinde bulamadı. O dakikalarda sağlam düşünecek halde değildi. Beyni yorgunluktan, uykusuzluktan ve işlerin herc ü merc olmasından dolayı adeta durmuştu: Gidip, kendisine soracağım. Hakikati söylesin bana!... Eğer söylenenler doğruysa, benden bütün bunları niçin sakladığını açıklasın. Eğer yalansa, bunu ispatlasın. Ben bütün mahrumiyetlere tahammül ederim; ama kirlenmiş, lekelenmiş bir ismi kabul edemem!.. Yapamam!... Hatta şimdi gideceğim. Daha sonraya kalırsa kalbim durur, parça parça olur... O deli gibi yataktan fırladı. Aceleyle giyindi. Cennet Anayı hayret içinde bırakıp, kendisini sokağa attı Bölüm Hafta sonları, temizlik yapmak şehir kadınları için vazgeçilmez adet haline gelmişti. Özellikle de çalışan kadınların için bulunmaz fırsattı hafta sonları. Elbette kınanacak bir durum değildi, diğer günlerin de kendisine has işleri oluyordu. Bugün Arzularda da temizlik yapılıyordu. Anne kız sabahın alaca karanlığında kalktı, kahvaltı yapmadan bütün eşyaları ortaya döktüler. Odalar sanki savaş alanı gibiydi. Vugar ın seslenmesine ilk olarak salonda bir şeyler yapan Şirinbacı cevap verdi. Onu sevecen bir tavırla içeriye davet etti. Ama evin durumundan dolayı da çok ısrar etmedi.

167 Arzu kısa, eski elbiseleriyle dışarı çıktı. Ortası boz bir iple bağlanmış su geçirmeyen muşambadan yapılmış önlük, kolları omuzlarına kadar kıvrılmış ince üstlük, burnunun ucu yırtılmış tabanları sökülmüş terlik onu çok komik gösteriyordu. Bir de başını Terekeme kadınlarının yaptığı gibi beyaz bir tülbentle örtmüştü. Kısaca kahkaha atılacak bir durumdaydı. Ama buna rağmen Vugar hiç aldırış etmedi. Arzu onun yanına koşarak geldi. Sevinerek selam verdi. Vugar ın kılı dahi kıpırdamadı. Kızın bu samimiyeti Vugar a geliş sebebini kısa bir anlığına da olsa unutturdu. Sadece bir anlığa... Sonra soğuk bir eda ile: Bu tarafa gel, sana söyleyeceklerim var, dedi. Arzu Vugar ın bu soğukluğundan, resmiyetinden rahatsız oldu. Gidelim de, söyleyeceklerini evde söyle. Yolun ortasında konuşmayalım. Hayır, eve gitmeyeceğim. Arzu Vugar a dikkatle süzdü. Bugüne kadar onda görmediği bu kabalıktan telaşlanmaya başladı. Kalbi titrese de hissettirmedi. Şakayla sordu: Bu kılıkta ben nereye götürüyorsun, Vugar?... Milletin bana gülmesini mi istiyorsun? Çok komiğim değil mi?... Çingenelere benziyorum değil mi?! Vugar hiçbir şey söylemedi. Suratı her geçen dakika daha arttı. Israr etti: Gel diyorum! Arzu yerinden kımıldamadı. Korkunç bir şey duyacağını hissetti. Buna rağmen soğukkanlı olmaya çalıştı. Temkinle: Tamam, dedi. Madem eve gelmiyorsun o zaman bahçemizde konuşalım. Bu kılıkta dışarıya çıkmam uygun olmaz. Olmaz! Vugar ın yüzü gibi sesi de boğuldu. Arzu tartışmadı. Ona itaat etti. Arkasından gitti. Yakındaki köşeyi dönüp durdu. Buradan gelip geçen azdı. Arzu kal- 331 binin çırpınışıyla beklemeye koyuldu. Kendisini duyacağı sözlere hazırladı. Vugar söyleyeceklerini bir anda unuttu, bir hayli ayaklarının ucuna baktı, daldı. Dün neredeydin, Vugar? Neden gelmedin? Bu üzücü sessizliği biraz sonra olacak tatsız şeylerin önünü almak bozmak istedi. Okuldan gelince annem hemen bana müjdeyi verdi. Senin dönünce beni aradığını duydum, çok sevindim. Geceye yarısına kadar senin gelmeni bekledim. Sevgilisinin sitemi, kırgınlığı ve sevgi dolu sözleri Vugar ı başka dünyalara alıp götürdü, sinirlerine derman oldu. Sakin sakin: Gelemedim, dedi. çok meşguldüm. İş, iş, işten başka şey düşünmez misin?... Arzu nun yumuşak sesi titredi. Yine ne oldu? Yine bir engel mi çıkı? Evet! Vugar samimi olarak söyle. Arzu nun rengi biraz da olsa açıldı. Kendisini endişeye sevk eden korkudan az da olsa uzaklaştı. Vugar ın anlaşılmaz tavrının sebebini işine bağlayıp biraz daha sitem etti: Olmaz olsun bu çalışma! Sende hal bırakmadı. Yüzünde bir damla kan kalmadı. Gözlerin içine çöktü. Sevgilisinin eseflenmesi, Merhamet Hanımın söyledikleri hatırlattı ve acı acı gülümsedi. Benim için çok mu endişe ediyorsun? Elbette! Buna şüphen mi var? Sen benim ilk ve biricik aşkımsın. İlk aşkın mı?! Tabiî ki! Arzu samimi olarak cevap verdi. Bilmiyor muydun? Demek ki, bilmemişim. Demek ki ne demek? Kuşkun mu var bundan? Evet, var! Vugar sert cevap verdi. Neden benden sırlarını sakladın?! 332

168 Hiçbir şey anlayamadığı bu soruya, beyni yıldırım hızıyla, bütün varlığını titreten bir cevap aradı. Aklını mı yitirmiş?... Son ayların gergin, aralıksız çalışması sinirlerini iyice bozmuş... ansızın hayalinden geçirdiği bu düşünce onu sarstı. Vugara baktı: Vugar Allah aşkına bu nasıl söz! Sen, ne diyorsun? Beni niçin aldattığını anlat? Arzu nun başı döndü. Düşmemek için duvara yaslandı. Nasıl aldatmışım seni, Vugar? Vugar sessizce yutkundu meseleyi açıklamakta zorlandı. Arzu dayanamadı. Sen hastasın... Hakikaten de hastasın! diyerek Vugar - ın kollarında tutarak eve doğru çekiştirdi. Gidelim bize, hadi! Doktor çağırayım... Bütün bunlar yorgun, uykusuz kalmanın sonucu. Kendine zulmettin! Sağlığını önemsemedin... Hata ediyorsun! Kollarını Arzu nun ellerinden kurtardı. Ben hasta değilim, gayet aklım da başında... Arzu onun aklı başında olduğuna inanmadı. Yine kollarından tuttu. Yalvardı. Tatlılıkla onu eve götürmek istedi. Hayatım Vugar, kendine gel ne olur. Eve orada rahatça konuşalım. Size gitmeyeceğim dedim! Vugar sesini yükseltti. Asıl konuya geçti: Ağarza amca senin öz baban mıdır? Arzu gülümsedi. Bu nasıl soru, Vugar? Elbette, kendi babam. Bilmiyormuş gibi konuşuyorsun. Şirinbacı öğretmen de öz annen mi? Evet! Arzu bu defa gururla cevap verdi. Şirinbacı öz annemdir! Ama... Vugar sözünün sonunu getiremedi. Kelimeler boğazında düğümlendi. Sende bir şeyler var, Vugar. Çekinmene gerek yok. Açıkça söyle. Dilinin altındakileri çıkar. 333 Arzu nun ısrarı onu cesaretlendirdi, dili açıldı: Senin evlatlık olduğun söyleniliyor. Gerçek anne baban da belli değilmiş... Arzu halsizleşti. Bir anda sanki onu yıldırım çarptı. Beti benzi attı. Yüzü bembeyaz oldu. Hayretten dudakları titredi, sinirlendi. Eğer bu kelimeleri başka birinden duymuş olsaydı, kavga çıkarırdı. Ona başka türlü cevaplar verirdi. Ama karşısında duran, ona bu kelimeleri söyleyen Vugar dı. öfkesini yuttu... Yani, ben piçim öyle mi?... Evlilik dışı doğmuşum... Bunu mu söylemek istiyorsun?! Vugar sustu. Kız alevlendi. Ağzına geleni söylemeye başladı. Bu, onun için beklenmedik bir durumdu. Büyük bir hakaret idi. Onun, anne babasına karşı saygısızlıktı. Vugar, bütün bunları nasıl söyleyebilirdi, nasıl onu kırabilirdi?! Hangi hakla bunları ona reva görebilir?! Arzu yutkundu. İrkildi, gözlerinden yaş, sıcağa konmuş cıva gibi süzüldü. Ama Vugar ın karşısında kendisini güçsüz göstermek istemedi. Ona karşı dimdik durdu. Sonra?! diyerek sordu. başka ne diyorlar?... Daha ne duydun? Hadi, yüreğini iyice boşalt! Vugar artık tereddüt içindeydi. Arzu yu kırdığı için, onun kalbini yaraladı için pişman olmuştu. Ama kızın bu tür davranışı onu sinirlendirdi. Dili çözüldü: Başka... senin benden önce iki kişiyle çıktığını söylüyorlar. Öyle miiii?! Arzu içini çekti. Sanki içerisinde bir şeyler kırılmıştı. Ağrısında kıvranıyordu. Yüzünü elleriyle kapatıp bir hayli hareketsiz kaldı. Omuzlarındaki titreyişi hissedince elini yüzünden çekti. Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı. Zorlukla konuşabildi: Bunları söylemek için mi gelmiştin?... Teşekkür ederim! O, üç dört adım atarak geri dönüp omzunun üstünden Vugar a baktı. Sonra da incinmiş bir tavırla: 334

169 Sen çok insafsız, iftiracının birisin! Kendi çıkarların, makam kaygısı için başkalarına iftira atıyorsun!.. Burada sesi kesildi. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Devam etti: Bu iftiralara, hakaretlere ne gerek vardı, Vugar? Sen erkeksin eğer artık bana olan sevgin bittiyse, hayatında başka biri varsa açıkça ayrılmak istediğini söyleyebilirdin. Ben seni tutmazdım... Eğer seni anlamayacağımı düşündüysen...çok yanılmışsın!... Gözyaşları artık durmuyordu. Boncuk boncuk yanaklarına süzülüyordu. Biraz önceki sakin sesinden de eser kalmamıştı. Arada bir sesi kesiliyordu. Sözleri arasındaki aralar artıyor, hıçkırıklar boğazında düğümleniyordu. O, üç dört adım atarak, arkaya baktı: Sen beni yalan söylemekle, olmayan bir sırrı saklamamla suçluyorsun. Birilerinin iftiralarına inanarak bana ahlaksız yaftasını vuruyorsun. Kendi yalanlarını da unutuyorsun. Nerdeyse bir yıldan fazla yüzünü haftalarca göremiyorum. Telefon ediyor, görüşmek için anlaşıyoruz; ama sen gelmiyordun. İşinin çok olmasını bahane ediyordun. Şimdi meselenin aslı anlaşıldı... Sen söyle buna ne denir?! Niçin yıllardır beni kandırıyor, boş vaatlerle beni avunduruyorsun? Ne yaptım ben sana?! Arzu hüngür hüngür ağlıyordu. Yüzünü yine elleriyle kapadı, koştu. Bir daha arkasına bakmadı. Vugar şaşırmıştı. Arzu nun sözleri iliklerine kadar işlemişti. Söylediklerinden utanç duydu: Ben ne yaptım?! Bu iğrenç kelimeleri nasıl söyleyebildim ona?! Utancından iki büklüm oldu. Birkaç dakika sonra kendine geldi. Arzu nun arkasından koşmak, diz çöküp ondan af dilemek, yalvarmak istedi. Ama ne ayakları yürüdü, ne de dili açıldı. Çok sarsılmıştı. Ayakta duramadı, duvara yaslandı. Bir hayli bekledi. Başının dönmesi geçtikten sonra kendisine geldi, Arzu nun arkasından gidip gönlünü almak istedi. 335 Ama bunu yapmaya gücü kalmamıştı, Bu sinirli haliyle Arzu beni yanına almaz, beni dinlemez. Dinlese bile samimiyetime inanmaz. En güzeli o biraz sakinleşsin. Ben de kendine geleyim. Şu halimle maksadıma ulaşamam zaten... diye düşündü. Vugar çok düşündü. Omuzlarını duvardan zor ayırdı, gerisin geri eve döndü Bölüm Merhamet Hanım eve döner dönmez telefona koştu. Çok sinirliydi. Tepesinden duman çıkıyordu. Nefes alış verişi sıklaştı. Normal zamanlarda evin merdivenlerini çıkınca nefes nefese kalan, salondaki kanepeye uzanıp on on beş dakika nefesini toplayan Merhamet Hanım, şimdi telefonun yanı başında bulunan koltuğa bakmadı bile. Ahizeyi alelacele alıp önce arkaya doğru sallandı. Birilerine hakaret edip sövmeye başladı. Kahrolası, lanet şeyleri görüyor musun?! Birisi telefonu açmıyor. Dünya ışığına muhtaç olasınız, zelil olasınız. Piyano arkasında ders çalışan Elagöz annesinin kime beddua ettiğini merak etti şaşırdı. Ellerini piyano tuşlarının üzerine koydu şaşkınlıkla bekledi. Sanki Merhamet Hanım onu görmüyordu. Yüzünü duvara çevirdi derinden nefes alıyordu. Telefonu çok geç açtılar. Merhamet Hanım Ziya nın cırlak sesini duyunca bağırmaya başladı: Neredeydin ölmüş müydün?... Niçin geç açtın? Merhamet hala siz miydiniz? Hayrola bir şey mi oldu?... Niçin sinirlisiniz? Merhamet Hanım daha da sinirlendi. Bana soru sorma! Çabuk gel! Hayır ola? Gel de hayır mı şer mi görürsün.

170 Merhamet Hanım kızgınlıkla ahizeyi yerine fırlattı. Takati kesilmiş gibi of çekip kendisini kanepeye attı. Oda onun oflamasıyla doldu. Vugar dan aldığı cevaplar, onun yüzünü soldurmuştu. Yol boyunca kendi kendine konuşmuş, çareler bulmaya çalışmıştı. Bu dehşetlerden, utançtan kurtulma yolu... O, gürültüyle kanepeye oturduktan sonra çare çare diye mırıldandı. Avucuyla alnını sıkıp, gazaptan sersemlemiş hafızasında ümit kıvılcımları aramaya başladı. Ama telefonun sesi ona imkan vermedi. Telefonu açtı. Benim, hala. Ziya! Kusura bakmayın rahatsız ediyorum... Eğer çok önemli değilse, sonra geleyim... Yapacak işim var da... Merhamet Hanımın ağzı köpürdü. Hergele şey ne işiymiş?... İşin batsın! Başını orada ıslat burada tıraş ettir! Hemen buraya gel! Bu kadar acele ne iş olabilir ki hala? Offff! Merhamet Hanım, açıldı. Kimlerin elinde kaldık.!? Yangın var, yangın! Şimdi de mi anlamadın. Pajar... pajar 6 Sinirli bir şekilde telefonu kapattı. Kalkıp odanın içinde yürümeye başladı. Elagöz hala hayret içindeydi. Gah elini başına vuruyor gah kalbine. Oflayarak odada dolaşıyordu. Sanki birisi vücudundan penseyle etlerini çekiyordu. Elagöz annesinin bu halini görünce hayret içerisinde kalmıştı. Annesinin feryat figanı onu çok üzmüştü. Anne, yangın nerede, kimin evi yanıyor? Kızının heyecanlı sorusuyla Merhamet Hanımın ayaklarını yere bastı. Biraz düşündükten sonra kızına döndü: Yangın burada işte! Diyerek yeniden yakınmaya başladı. İki eliyle yakasını tutup çekti. Eliyle peşi sıra küt küt kalbine vurmaya başladı. Burası yanıyor, burası. Can evimdir yanan, canımın alevi! Senin yüzünden küle döndüm!.. 6 Pajar: Rusça da yangın. 337 Elagöz hüzünlenip için için ağlamaya başladı. Anne ben ne yaptım! Suçum nedir? Merhamet Hanımın sinirden gözleri kararsa da, kızının bu şekilde üzülmesinin uygun olmayacağını düşündü. Bu onun sağlığı için zararlıydı. Ama kendisini tutamadı. Senin gibi başka kızlar da var, erkeklerin arkasından koşuyorlar. (Merhamet Hanım kendi gençliğini hatırladı, sesini yükseltti.) Ama sen, beceriksizin uyuşuğun tekisin. Erkek gördüğünde yağmura yakalanmış civcive dönüyor, sesin soluğun çıkmıyor. Sana geçen seneden beri öğüt vermekten, anlatmaktan yoruldum; ama sende hiçbir değişiklik yok. Ne olacak senin halin?! Ben öldükten sonra ne yapacaksın?! Merhamet Hanımın derin nefes alması odayı doldurdu, dili ağzında kurudu. Bilmiyorum, ne yapmalıyım?! Gittin baban tarafına çektin. Utanmak, çekinmek dünyada sadece size kalmış. Hile nedir, politika nedir bilmiyorsunuz. Sanki bu dünyada yaşamıyorsunuz. Her şeyde doğruluk, hakikat arıyorsunuz. Böyle olmasaydı baban şimdi daha güzel makamlarda olurdu. Sen de onun kızısın ya... Ot kendi kökü üzerinde bitermiş. Benim kızım olacaksın, sütümü içeceksin, bana benzemeyeceksin olacak şey mi bu?!. Off... biçare canım tuz dağıymış, derdinizden eriyor, hala bitmedi gitti. Annesinin söylediklerinden çok etkilenen Elagöz hıçkırarak içini çekti. Nefesi daralarak: Senin dediğini ben yapamam, anne. İstersen öldür beni; ama yapamam. diyerek hıçkırıkları gözyaşlarına karıştı. Merhamet Hanım, hemen sesini kesti. Kızının gözyaşlarıyla söylediği bu sözler, gazapla alevlenen yüzüne sanki su serpmiş gibi oldu. Kızı ilk defa bu konuda fikrini annesinin yüzüne karşı söylemişti. Bugüne kadar Merhamet Hanım ne kadar çalışsa da ondan bu konuda bir söz bile alamamıştı. Hatta Yoksa bu hastalık kızımın sevgi duygusunu mu öldürmüş diye düşünerek endişe ediyordu. Hatta o gizli gizli 338

171 doktorlara da danışmış ve hiçbir problemin olmadığını öğrenince rahatlamıştı. Elagöz ün aşk ve evlilik hususunda lakayt kalması onu endişeye sevk etmişti. Özellikle bu yaz o açıktan açığa her şeyi söylemeye başlamıştı. Her gün Vugar ın çok yakışıklı, ahlaklı bir çocuk olduğunu söylüyordu. Bunun da faydası olmadığını görüce düşüncelerini açık açık söylemeye başlamıştı. Buna rağmen Elagöz de en küçük bir kıpırdama görmemişti. Şimdi de birden bire kız dile gelmiş, beceriksizliğini anlatamaya başlamıştı. Bu da azımsanacak bir başarı değildi. Merhamet Hanım onun titrek ve hazin sesinden onun Vugar ı sevdiğini hissetti! Kadın sevincinden uçacak gibi oldu. Hemen kızının yanına yaklaştı. Ona sarılarak: Benim derdim de budur işte, kızım. Senin başaramaman. Eğer başarsaydın, dediklerimi yapabilseydin diyerek duygulandı. Sonra gururla başını kaldırdı, ekledi: Bu işi böyle bırakamam. O bencil, saygısız Vugar ı yola getireceğim... Öyle ki, elimi açtığımda avucumda, yumduğumda da yumruğumda olacak. Merhamet Hanımın göğsü inip kalktı. Hemen ayağa kalktı. Ağır adımlarla oda volta attı. Iri gözleri gah açılıyor gah kısılıyordu. Artık gülüm, balım devri bitti. Güzel laftan anlamıyor o. Artık onunla anladığı dilden konuşacağım!.. Geri döndü. Yeniden kızına yaklaştı. Elagöz ü göğsüne bastırıp kendisine güvenerek: Ağlama, kızım, dedi. Her şey güzel olacaktır. Bizim istediğimiz gibi, dilediğimiz gibi olacak. Daha senin annen ölmedi. O, seni mutlu edecek, mutlaka. * * * Ziya ve Şule Leleyev ler imdadına geldiklerinde Merhamet Hanım sakinleşmiş, kanepede sakin bir şekilde oturuyordu. Ziya sağa sola bakındı: Hala, yangın nerede? 339 Merhamet Hanım cevap vermedi. Şule teyzesinin sustuğunu görünce daha bir heyecanlandı. Halacığım, ne oldu Allah rızası için söyle! ne oldu sana... Neden böylesin?... O, cevap beklemeden piyanonun arkasında oturan Elagöz e baktı, daha da telaşlandı. Bu kız sanki ağlamış gibi?!. Merhamet Hanım kapalı kirpiklerini halsizce açtı, sönmüş gözbebekleri uzak yıldızlar gibi zayıfça parladı. Kısık sesi kuyu dibinden geliyormuş gibi duyuldu: Ağlamayı hak ederse, ağlar!... Korkudan titreyen Şule yeniden sordu: Niçin?... hastalığı mı yoksa...? Merhamet Hanım yine cevap vermedi. Ziya, meseleyi anlamıştı, gülümsedi. Karısına sandalye verdi. Kendisi de bir köşeye oturdu.: He, he, he... Halamı sinirlendirmişler, dedi. Başka korkulacak bir şey yok. Merhamet Hanım yine sustu. Ziya: Bizi neden telaşlandırdın bre kadın?... Yangını bahane ederek niçin çağırdın?! Bizi zor durumda bıraktın!! Merhamet Hanım kanepeye yasladığı başını kaldırıp yavaşça salladı: Ehh, keşke yanan evim, barkım olsaydı! Ah bile demezdi. O, sağ elini yavaş yavaş kaldırıp göğsüne indirdi. Burasıdır yanan. Kebap olan burasıdır!! Dedi. Ziya güldü. O da senin elindedir, halacığım. Orasını yakmamak da sana bağlı. Merhamet Hanım gözünün birini açtı, dişleri ağaran Ziya ya nefretle baktı. Nasıl yani? Yani kendini ayakta tutmayı bilmelisin hala. Her şeye kızıp böyle sinirlenmeyesin, kıyametler koparmayasın. 340

172 Kes sesini, şişko! Bana akıl verme! Ziya susmadı. He, he, he... Göbek konusu istersen hiç açmayalım, hala. Ondan sende de var. Hem de maşallahı var. Merhamet Hanım çıra gibi bir kıvılcımda ateşlendi. Hantal bedenine can geldi, sıçrayıp yerinden ayağa kalktı: Git kendinle alay et! Dingil haramzade diyerek neredeyse on parmağını da Ziya nın gözlerine sokacaktı. Sen nerenin itisin ki benimle alay ediyorsun! Kendini ne sanıyorsun ha?!. kadının gözleri yerinden fırladı. Ağzından köpükler saçmaya başladı. İt ağacın gölgesinde yatar, mahareti kendisinden bilir! Benimle alay edene bakın. Kimsin sen?! Nerenin köpeğisin?! Seni bu makama, bu rütbeye kim ulaştırdı? Kim seni insanlar içine soktu?! Karşılığı bu mu?! Saygın bu mu? Burnundan gelecek yaptıklarım!! Ziya tehlike hissetmiş kaplumbağa gibi kabuğuna çekildi, tebessümü dudaklarının ucunda dondu. Korkmaya başladı. Merhamet in bir şeye kızdıktan sonra içinde ne varsa hemen her şeyi çekinmeden söyleyeceğini çok iyi biliyordu. Titremeye başladı. Çok iyi biliyordu ki biraz daha sinirlense bütün sırlarını ifşa edecek, herkes her şeyi bir anda anlayacaktı. Şule nin yanında onu mahcup edecekti. Bir işaretle Merhamet Hanımın ayağına kapanmaya hazır oldu. Yanlış yaptım, halacığım. Özür dilerim! Ağlayacak gibi oldu. yalvarıp yakarmaya başladı. Ben kimim ki, seninle alay edeyim?!. Şaka yapmak istedim sadece, belki biraz rahatlar da içini dökersin diye düşündüm. Sinirlenme lütfen! Onun yalvarıp yakarmaları bir kulağından girip diğerinden çıktı. Hiç aldırmadı. Ağzına gelenleri saymaya devam etti: Ben bu yaşta kaç yıldır, çocuk gibi senin için kapı kapı gezdim. Ömrümde gitmediğim kapıları dövmek zorunda kaldım. Beğenmediğim, kendimden küçük gördüğüm insanlara dil döktüm. Evimde davetler düzenledim., niçin?! Senin savunmana yardımcı olmaları için! Adam olasın diye Ziya nın telaşı arttı. Merhamet böyle başladıysa, her şeyi açıklayabilirdi. Doğru söylüyorsun haklısın, hala! Size ömrüm boyunca minnettar kalacağım diyerek yutkundu, kekelemeye başladı. Sonra Şule ye baktı. Ona dert yandı. Vallahi bu halanın çok garip huyları var. Hangi alçak oğlu alçağa kızsa, haklı da olsa haksız da olsa, sinirini benden çıkarıyor. Merhamet Hanım onu taklit etti, güzel sözler söylemeye hazırlanırken, Ziya ondan erken davrandı. Muti bir hal alıp göz işaretiyle Şule yi gösterdi. Onun anında lütfen beni boğazlama dedi. İşte böyle! Merhamet Hanımın sinirleri birazcık daha yatıştı. Gülümseyerek Siz erkekler, hepiniz aynısınız, kuyruğunuz kapıda kalmayınca gözünüz ayağınızın altını görmez, iyilikten anlamazsınız. O aptalı da bu duruma getirmem lazım. Senin gibi o da benim ayaklarıma kapanacak! O daha beni iyi tanımıyor. Ben ona gücümü göstereceğim! Ziya sesini çıkarmadı. Merhamet Hanım ellerini beline koyarak kabadayı gibi ortada dolaşmaya başladı. Birden Elagöz le göz göze geldi. Kız, biraz daha ezilip büzülmüştü. Omuzları hala inip çıkıyordu. Merhamet Hanım bunu görünce Ziya yı suçladı yine: Bak, zavallı kızım ne hallere düştü!. Görüyorum, halacığım! Ziya yavaş yavaş dillendi. Peki niçin böyle oldu?.. Artık iyi olduğunu söylemiştiniz. Nedenini git o Vugar denen aptaldan sor! Söhrap dadaşınla yerlere göklere sığdıramadığınız o Vugar dan sor. Gizi gizli işler çeviriyor. Yetim birisiyle aşna fişne eyliyor. Benim gül gibi kızım da burada onun hasretini çekiyor... Eğer bu kızın başına bir şey gelirse, dünyayı başınıza yıkarım! Benim ne günahım var ki?... Elimden gelen her şeyi yaptım... Yaptıklarını başına çal! Yapsaydın böyle olmazdı. 342

173 Vallahi, yapıyorum. Kendisiyle defalarca da konuştum. Çok inat Nuh diyor peygamber demiyor. Hiçbir şey kar etmiyor. Olsun!... Sen anlatamadın, ben kendim ona anlatırım! Canına okur asistanlıktan kovdururum, siz de seyredersiniz. O zaman anlar! Şule utanarak araya girdi: Kızma hala, doğru iş yapmıyorsun. Haksızlık ediyorsun bence. Bu gönül meselesidir, zorla olmaz ki... Sen sus! Sana söz vermedik!.. Ne olur, halacığım sinirlenme! Bırak da düşündüklerimi söyleyeyim... Sevgi zorla olmaz. Muhabbet kalbe şırınga edilmez ki. Temelinde sevgi, saygı olmayan bir ailenin devam etmesi mümkün değildir. Anlamsızdır... Yeter! Kapa çeneni! Kadın nasıl bağırdıysa, kendinden geçmiş bir köşede oturan Elagöz korktu. Bana sevgi dersi mi vereceksin?! Anlat bakalım nedir o sevgi denen şey? Nerede satılıyor, nereden alınıyor?... O kimi mutlu etmiş?... Hadi söyle, bir örnek ver! Şule iki üç adım geri çekildi. Halasının sinirinden salladığı parmakları bu defa da onun gözü önünde oynuyordu. Bir değil, bin örnek verebilirim sana, şimdi herkes... Sus! Merhamet Hanım sözü yetersiz bulup, elleriyle kızın ağzını kapattı. Başkaları söylese de sen söyleme bari. Sevgi hiç kimseyi mutlu etmemiştir, hiç kimseye güzel günler yaşatmamıştır. Sevgi sadece kitaplarda, romanlarda oluyor. Sen kendin de Ziya yla evlenmek istemiyordun. Saçını başını yoluyordun. Bizi intiharla korkutup, kendimi yakarım diyordun, Onunla bir gün bile yaşamayacağım diyordun. Eee ne oldu? Niçin söylediklerinden hiçbirini yapmadın?!.. Şule nin güzel yüzünde rahatsızlık belirdi, bir şeylere itiraz etmek istedi; ama Merhamet Hanım izin vermedi: Çünkü, sonradan aklın başına geldi. Hayrını anladın. Halanın senin kötülüğünü değil, mutluluğunu istediğini anladın. İnsan gibi yaşamanı istiyordum. Seni kendi başına bırak- 343 saydım, aç birisiyle evlenip hayatını kendine zehir edecektin. Ömrün boyunca da zaruret içinde yaşayacaktın. Bunları söylemeye kalktığında da sevimli kocanın zehir zemberek sözlerini işitecektin. Şimdiki gibi bir elin yağda bir elin balda olmayacaktın. Günde birkaç elbise de değiştiremeyecektin. Ziya dan gördüğün hizmeti başka birinden göremeyecekti. Bak, seni nasıl koruyor, nasıl kolluyor. El üstünde tutuyor. İşte budur sevgi, budur mutluluk! Şule derinden ah çekti. Söylenilenler Ziya nın da hoşuna gitti: Çok güzel konuşuyorsun hala. Ben Şule için gökten zembille inmişim! Sen de sus! Boş boş konuşma! Senin de değerini bilirim. Ziya söylediklerine pişman oldu. Boynunu büküp sesini kesti. Merhamet kırılan bacısının kızına acıdı. Avlanmış ceylan gibi boynunu bükme öyle! Hadi, Elagöz ü odasına götür. Uyusun, dinlensin biraz, dedi. Yine sinirlenerek sanki Ziya yı dövecek gibi üzerine yürüdü. Bugünden itibaren Vugar denen o köpeğin ismini duymayacağım. Bu şehirde izi tozu kalmasın, yok edilsin!... Anladın mı beni?! Evet, Anladım, halacığım. Yok edilecek! 21. Bölüm Söhrap Güneşli nin yazlığı Şüvelan kasabasının en uç noktasında, denize çok yakın bir yerdeydi. Burası Abşeron un en güzel yerlerindendi. Havası temiz, toprağı bereketliydi. Her çeşit meyve yetişirdi. Üzümün, incirin tadı da bir başka idi. Anlatılanlara bakılırsa, burası Bakü zenginlerinden birisine aitmiş. Toprağını kervanlara Lenkeran dan getirtmiş. Dört beş hektarlık alanda kat kat toprak yığmış. O dönemim önde gelen ziraat mühendislerinin yardımıyla çeşit çeşit ağaçlar diktirmiş, bahçesini lalezara çevirmiş. Seyrine doyum olmazmış. 344

174 Devrimden sonra bu cennet bahçesi güzelliğini yitirmiş, bakımsız hale gelmiş. Sahibi yurtdışına kaçmak zorunda kalmış. Bakımsız kalan toprak verimini kaybetmiş. Toprak bölünerek bahçıvanlar arasında dağıtılmış. Bağbanlar, kiracılar yeni hükümetten korkup kaçmışlar. Ağaçlar, meyveler bakanı olmayınca susuzluktan kurumuş. Güller solmuş. Gönüllere sürur veren bahçe bir anda bozulup harap olmuş. Bu yetmiyormuş gibi birkaç kişi tarafından paylaşılmış, araya duvarlar çekilmiş. Toraktan anlamayan, bağ bahçe nazını çekmeyen, ekip biçmeyi bilmeyen insanlar bu cennet köşesini harabeye çevirmişler. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra savaş başlamış. Vatanı Almanlardan korumak zorunda kalan insanlar dinlenmeyi, bağa gitmeyi tamamen unutmuşlar. Yaşam mücadelesi vermişler. Bağlar, bahçeler kimsesizleşmiş, viraneye dönmüş. Kırklı yılların sonlarına doğru her şey yavaş yavaş yoluna girmeye başlar, bahçeler, yazlıklar eski değerini tekrar kazanır. Yaz ve ilkbahar mevsiminde şehrin gürültüsünden kaçmak, günlerini deniz kıyısında geçirmek isteyen insanlar, Bakü nün köylerine, kasabalarına akın etmeye başlar. Arsa alıp kendilerine yazlık yerler yaparlar. O yıllarda Söhrap Güneşli de yazlık sevdasına tutulur. Ve bahsettiğimiz bu bahçenin küçük bir kısmını alır. Söhrap zihni zahmeti sevdiği gibi, fiziki zahmeti de seven bir insandı. Bahçe işlerine daha çocuk yaşlarında ilgisi vardı. Gence de eski baba yurdunda bahçe işlerine hep o koşar, bahçenin bellenmesinde, ilkbahara doğru ağaçların budanmasında babasına yardımcı olur, asmaların budanmasında rahmetli anasına yardımcı olurdu. (Babası gece gündüz sosyal işlerle iştigal eder, eve döndüğünde bu işler için kendisinde mecal kalmazdı.) Çocukken edindiği bu alışkanlık, şimdi onun yardımına koşmuş, kendi bahçesini düzene sokmuştu. Kendisi yapamadığı işleri bahçıvanlara havale ederdi. Ölü toprağı böylece tekrar canlandırdı. Ağaçlarla ilgilendi, tekrar meyve vermesini sağladı. Yeni asmalar dikti. Kısaca bağında gerekli düzenlemeleri yapıp burasını cennet köşesine çevirdi. Bir köşesinde de bü- 345 yük eyvanlı güzel bir ev yaptırdı. Arada bir gelip bu evde kalıp dinlenmekten büyük zevk alıyordu. O bugün de yazlığa boşu boşuna, geçici bir hevesle gelmemişti. Günlerdir vücudunda birikmiş olan ağırlığı atmak, terlemek, üzerindeki ağırlıktan kurtulmak ve zihnini dinlendirmek için yazlığa gelmişti. Aslına bakılırsa, sonbaharda bahçede görülecek bir iş olmazdı. Bu mevsimde ne ağaçların dibi bellenir, ne fide ekilir, ne mıntıka temizliği yapılır. Bunların tamamı ilkbahar başlarında yapılır. Şimdi toprak derin bir uykuya hazırlanır, onu rahatsız etmek uykusundan uyandırmak cinayet gibidir. Söhrap oyalanmak için başka bir iş budu. Hava çok güzeldi. Rüzgar yoktu. Sanki bahar gelmişti. Denizin arkasından doğan, mavi ufukta iki üç kulaç açılan güneşin mavi ufukta rengi çok güzel görünüyordu. Sanki dalgasız sularda yıkanıp çıkmış gibiydi... Şuaları damarlardaki kanı coşturup kaynatacak güzellikte idi. Söhrap montunu çıkarıp yaprakları sararıp, dökülmüş dut ağacının dalından astı. Ceketini ve şapkasını da oraya bıraktı. Pantolonunun paçasını sıvadı. Havuzdan su çıkardı ve bahçeye serpti. Bir gün önce şiddetli rüzgar esmiş, toz toprak olmuştu her taraf. Süpürge buldu, bahçeyi güzelce süpürdü. Sonra elini yüzünü yıkayarak içeriden sandalyeler çıkardı. Sofra kurdu. Merhamet Hanımın akşamdan hazırladığı yemekleri sofraya dizdi. Sepetten emek aldı, yemeye başladı. Deminden beri dut ağacının altında durup oğlunu izleyen babasını yemeğe davet etti: Baba, gel istediğin yerde otur. Kahvaltımızın zamanını kaçırmayalım. Ben çok acım. Bu güzel hava iştahımı açtı. Şehirdeyken yemek aklıma bile gelmiyor. Sultanoğlu, oğlunun ağzında ekmeği gevelemesine değil, kendisine baba demesine tatlı tatlı gülümsedi. Oğlunun ona baba demesi hoşuna gitmişti. Başka zamanlarda ona şakayla genç adam veya başkalarının söylediği gibi resmiyetle Sultanoğlu derdi. Murguz duygularını oğlundan saklamadı. Biraz düşünceli: 346

175 Ara sıra diline yol bulan bu baba hitabın beni eskilere götürüyor, dedi. gençleştiriyor. Kulaklarımda senin küçükken söylediklerin geliyor. Söhrap yenice ağzına koyduğu lokmayı aceleyle yuttu, o da gülümsedi. O zaman sana her gün birkaç defa baba diyeyim. Her zaman genç kalasın.yaşlanmayasın! Sultanoğlu nun yüzü değişti, sesi titredi. Oğlu kendinden yaşlı görünen baba nasıl genç kalabilirdi ki?! Güneşli kalbinden geçenleri söyledi: Oğul yaşlanmasın da ne yapsın?... Derdi başından aşkın. Kendine dikkat etmeye zamanı bile yok. Baba böyle şeylerle kendini yormasın. Kendisini düşünmeye, sağlığını korumaya mecali kalıyor. Baba bu tür meseleleri kafasına takmamalı. Hiçbir şeyin kederini çekmemeli. O zaman oğlun da yükü hafifler, endişelerden kurtulur. Genç, dinç babasına bakar, o da genleşir. Sultanoğlu derinden nefes aldı: Ahh, oğlum, dedi. Benim zamanın geçti artık. Günlerim sayılı. Bundan sonra ne kadar yaşasam kardır. Sen kendini koru. Elli beş yaşına daha yeni girdin; ama yetmiş, seksen yaşında görünüyorsun. O gün sen tıraş olurken yanından geçtim. Aynadaki akislerimizle karşılaştım. Şok oldum. Bir sana baktım, bir de kendime. Sanki senin yaşındaki bendim, benim yaşımdaki sen. Kalbimde burkuldu. Sanki yüreğime ateş düştü. Akşama kadar kendime gelemedim Söhrap şakayla: Bu senin başarın, baba. Her baba oğlundan genç görünmez. Sultanoğlu ciddiyetle başını salladı. Şaka yapma. Senin halin beni çok düşündürüyor. 347 Ne olmuş benim halime?... Maşallah çelik gibiyim!... Molla Veli Vidadi nin sözlerini hatırladım... Ne kadar yaşlı olsa da gerçi hasta Vidadi, yine Vagif gibi, yüz oğlana yeter. Boş boş tesellidir bunlar. Tesellisiz hayat yoktur, baba. İnsan hep teselliyle yaşar. Maalesef, böyledir. Her ikisinin de kalbi dolmuştu. Sohbet uzarsa bir türlü toparlayamayacaklardı. Ortaya çok şeyler çıkacaktı. - Allah aşkına, baba, dedi, çıkar aklından bu düşünceleri. Moralimizi bozmayalım. Üç, beş saat dinlenelim. Yemeğimizi yiyelim. Akşama kadar buradayız. Şansımızdan bugün hava çok güzeldir. Akşam olmadıktan sonra buradan gitmek yok! Galiba Merhi nin yemekleri bize yetmeyecek. Aç kalacağız. Aklıma yeni bir fikir geldi. Şoförü pazara yollayalım. Et, patates, soğan yeşillik falan aldıralım. Yemek hazırlarız, bir de yanında içki oldu mu, tamamdır. Bu havada bizi etkilemez. O zaman sohbetimizde daha iyi olur. Baba oğluna bakarak güldü. Teklif gönlüne yattı. Avazın güzeldir, oğlum, okuduğun Kuran olursa. Peki yemeğimizi kim pişirecek? Kendim! Söhrap gururla göğsüne vurdu. beni öyle beceriksiz sanma baba! Sana öyle bir yemek pişireyim ki, tadı damağında kalır. Sultanoğlu alayla dudağını büktü güldü: Evet, inanıyorum. Profesör adamın pişirdiği yemek çok güzel olur! Şüphen mi var, baba?! Benim aşçılığıma güvenmiyorsun demek ki. Önemli değil, görünen köy kılavuz istemez. Yapınca hakkımı verirsin. Söhrap durakladı, ne düşündüyse birden bire çekindi. Sözünü gülerek bitirdi: Peki baba madem yemek yapmak elinden gelmez, o zaman mangala ne dersin?! Onu çok güzel yaparım. Ha bak, ona bir şey diyemem. Ama bunun için sağlam diş gerekiyor. 348

176 Öyle yaparız ki, problem olmaz. İkimiz de aynı dertten mustaribiz. İcabına bakarız. Sultanoğlu kabul etti. Baba oğul sofrada karşı karşıya oturdular. Konuşmadan yemeklerini yemeye devam ettiler. Sultanoğlu çok acıkmıştı, açlıktan karnı gurulduyordu. Söhrapla yemek bitinceye kadar sofrada kaldı. Tan doyduktan sonra güzel bir çay içtiler. Boş sofraya baktı. Pazar meselesini yine ortaya attı. Bak, nasıl bildim, baba. Merhi nin hazırladıkları bize zor yetti. Öğlen için bir çare bulmamız lazım. Benim aşçılığımı beğensen de beğenmesen de pişirdiğimden yemek zorundasın. Başka çaren yoktur. Bir yemek için böyle güzel havayı bırakıp, şehre dönmek cinayettir. Anlaştığımız gibi hava kararana kadar buradayız. O, hemen kalkıp şoförünü çağırdı. (Şoför çok saygılı biriydi. Hiçbir zaman Profesörle aynı masada oturmaz, saygıda kusur etmezdi. Önceleri Güneşli ona çok kızıyordu sofrada oturmuyor diye; ama bu bir sonuç vermedi, o, yine de aynı masada yemek yemedi. Güneşli de bir daha ısrar etmedi.) Şoför bahçenin arkasında arabayı temizliyordu. Sesi duyunca hemen koşup geldi. Söhrap ona para verip pazara yolladı. Kendisi de sofrayı toparlayıp ateş yakmak için kuru ağaç dalları, asma çubukları aramaya başladı. Sultanoğlu da boş kalmadı. Elinden geldiği kadar oğluna yardı etti. * * * Onlar her şeyi hazırlayıp sofraya oturduklarında güneş tepeden batıya doğru yol alıyordu. Saat neredeyse iki, üç civarındaydı. Kıpkırmızı etleri şişlerden tabaklara koyan Güneşli parmaklarını yalayarak babasına: Buyursun Sultanoğlu açılışı siz yapın bakalım, mangallarımızı beğenecek misiniz? Zahmetimizi yeterli puan verecek mi? Göreceğiz. dedi. Sultanoğlu resmiyetini koruyarak elini tabağa uzattı. Küçücük bir kebap alıp, çiğnemeye konuşmaya başladı: 349 Galiba iyi. O zaman, becerikli aşçıya aferin! Söhrap kendisini övdü: İzninle, şeytanın bacağını kırmak istiyorum, baba. Burada Merhi den gizli bir şişe rakı saklamışım. Bazen insanın buna ihtiyacı oluyor. Hadi birkaç kadeh içelim. Bugün neden bilmiyorum, ama keyfim yerinde. Senin şerefine içmek istiyorum. Az mı içmişsin benim şerefime? Yok, onlar başka... Şimdi söyleyeceğim sözler başkadır. İzin ver, getireyim o şişeyi. Sultanoğlu düşündü. İzin vermeye gönlü razı olmadı. Sana bir zarar vereceğinden korkuyorum. Kalbinden rahatsızsın. Bir şey olmaz!.. Söhrap ısrar etti. Korkma. Demin kendin söyledin ya, herkesin sayılı günü var diye. Nerede kırılırsa, kırılır. Bunu ben söyleyebilirim. Çünkü zamanla hesabımı yapmışım. Sen böyle düşünmemelisin. Sen daha yaşamalısın. Birkaç kadehle ömür sona erecekse, bırak ersin... Biz hiç böyle baş başa kalmadık. Senin şerefine içmek istiyorum. Hem hava da çok güzel. Yüreğimin enginliklerinde gömdüğüm, evde sana söyleyemediğim sözleri söylemek istiyorum. Sultanoğlu yeniden daldı. Hakikaten de ilginç bir durumdu. Baba oğul çoğu zaman bir birbirlerine kalplerini açmaz, içlerini dökmezdi. Biri utanır, saygı perdesini aradan kaldırmak istemez, diğeri de evladını kırmaktan çekinir, susardı. Ama eğer, onar içlerini birbirine dökseydiler her ikisi de hafifler, rahatlardı. Ne yazık bütün bunlar ya gereksiz bir ifrattan, utanmadan ya da lüzumsuz ihtiyattan doğan lüzumsuz davranışlardı. Bütün bunlar, kalbin kapısına kilit vurmaktan başka bir şey değildi. Murguz un da oğluna söylemek isteyip de söyleyemediği çok şey vardı. On sekiz yıl hapisten sonra vatana dönen 350

177 Söhrap la baş başa sohbet etmemişti. Başından geçenleri baştan sona kadar anlatmamıştı. Eski yaraları yenileyeceğinden, oğlunun moralini bozacağından korktuğu için bu konuya hiç girmezdi. İşte o an gelmişti. Eğer konuşabilirse ona birçok meseleyi anlatacaktı. Uzun uzun düşündükten sonra zor da olsa söze başladı: Ne diyeceğimi bilmiyorum, oğlum. Ben içki içmesem iyi olur. Sana da doktorlar yasakladılar zaten. Güneşli kızdı. Kabahatim için özür dilerim, baba... Boş konuşuyorlar işte doktorlar! Onlar da sahte imamlar gibiler. Hastalarına yasakladığı şeyleri kendileri daha beter yapıyorlar. Biliyoruz onları! Söhrap artık İzin veriyorum demesini beklemedi. Söylene söylene kalkıp, eve girdi. Rakı yerine, süslü bir şişe şarap getirdi. Ve sevinerek masanın üzerine koydu. Çok güzel bir şey buldum, baba. Bunu bana çok eskiden Gürcü bir arkadaşım vermişti. Bir zamanlar seninle içerim diye bir köşede saklamıştım. Birden hatırladım. Şerbet tadındadır. Bundan sen de içebilirsin. Bir zararı olmaz. Sultanoğlu süslenmiş şişeyi görünce iştahı açıldı. Bir, iki değil ama yarım kadeh içerim. Sana eşlik etmek için. Güneşli şişeyi açtı. Pekmez renkli katı şarabı iki kadehe yavaşça döktü. Birini babasının önüne koyup, diğerini eline aldı. Benim muhterem, dünyada herkesten ve her şeyden çok sevdiğim babam! diyerek babasına seslenmeye başladı. Senin şerefine arzu dolu bir yürekle, coşkun bir kalple, sonsuz sevgi ile kadeh kaldırıyorum... Senin şerefine... Sen sadece yıllarca hasretinden yandığım babam değil, benim canımsın, ciğerimsin. İşte bu yüzden senin şerefine çok yüce sözler söylemem gerekiyor. Ama bugün benim yüreğimi titreten, beni coşturan daha önemli bir sebep var. O, nefes alıp, kadehi 351 başının üzerine kaldırdı. Şakayla söylediklerini yavaş yavaş ciddiye çevirdi: Nedir o sebepler?... Sebeplerden birisi senin neslinin çok talih, bahtının kara olmasıdır. Zıtlıklarla, karışıklarla dolu bir asrın, hem müthiş, hem de çok zevkli bir devrin şahidisin. İkinci sebep ise, senin zahmetle, mahrumiyetle ve hiç yoktan yeni bir dünya kuran, yeni bir hayata adım atan, ama bu yeni dünyanın, yeni hayatın hiçbir güzelliğini görmeyen ender insanların en yücesi olmandır. Üçüncü sebep ise en ağır maddi ve manevi zorluklara, en korkunç hakaretlere dayandın, idam edilmeden sağ salim ülkene döndün!!.. Çok övme!.. Sultanoğlu mütevazılıkla oğlunun sözünü kesti. Öyle konuşuyorsun ki sanki baban çok büyük bir kahramanlık yapmış. Bu kahramanlık değil mi, baba?.. Bu sitemlere, işkencelere tahammül etmek, her adımda ölüme yaklaşmana rağmen sabretmek, kahramanlık değil de nedir? Sultanoğlu yine mütevazılık yaptı. Söhrap ın söylediklerini düzeltti: Keşke o işkenceleri, cehennem azabını sadece kendimiz çekmiş olsaydık. O zaman of bile demezdik. En büyük işkence kendi yakınlarını, evlatlarını, aileni sürgünlere götürmekti. Bir insan yüzünden kaç günahsız insanın ömrü heder oldu. İşte en acı, en dayanılmaz işkence budur! O konuya değineceğim, baba. Acele etme. Sözümü daha bitirmedim. Güneşli babasıyla kadeh tokuşturdu. İyi ki, varsın, baba. Ne büyük mutluluk ki, sağ salimsin, gözümün önündesin. Çok şükür ki, on sekiz yıllık ayrılıktan sonra yuvamıza, yurdumuza döndün. Senin dönmen beni de hayata döndürdü. Yüreğimi delen keder, aklımdan çıkmayan türlü düşünceler beni çoktan verem edip öldürmüştü belki de... Daha doğrusu, beni sevmeyenler, beni kıskananlar, benim kalbime indirmiş olacaktılar. Babamın halk düşmanı olduğunu yüzüme vururlar, benimle alay ederlerdi. Benimle alay edip dalga geçerlerdi. Benim yaşlandığımı, ihtiyara benzediğimi söylüyorsun.tabiî ki ihtiyarladım. Buna benzer manevi 352

178 işkence çeken, ruhi sıkıntı içerisinde olan birisi başka nasıl olabilir ki?!. Eğer sen geri dönmeseydin, yüzünü bana göstermeseydin, ben şuan hayatta olur muydum, bilmiyorum. İşte bu yüzden senin şerefine içiyorum, baba. Sana uzun ömür diliyorum. Çektiğin tüm azapları unutmanı diliyorum. Yaşa, benim yücelerden yüce babam. Çok yaşa!!! Söhrap kadehi bir nefeste içti. Sonra kebaptan yağlı bir pirzola alıp, iştahla yedi. Çok güzelmiş, baba. Hadi sen de iç! Hoşuna gideceğinden eminim. Murguz oğlu kırmak istemedi. Kadehi usulca kaldırdı. Üç, dört yudum aldı. Hoşuna gitti: Evet, hakikaten de iyiymiş. Ekşi falan değil. O zaman, sonuna kadar iç, korkma bir şey olmaz. Yok, yeter bu kadar. Sultanoğlu kadehi masaya bıraktı. Artık fazlası zarar. Arada böyle tadına bakarak sana eşlik ederim. Söhrap kabul etti. Teklif var, ısrar yok. Nasıl istersen, öyle olsun. Bir hayli konuşmadılar. Tatlı bir sessizlikte yemeğe devam ettiler. Sonra Söhrap kadehini tekrar doldurdu. Biraz kendinden geçmişti. Şarabın kırmızısı Söhrap ın yüzüne çıkmıştı. O, içmek için acele etmedi. Babasına bakarak sordu: Bir konu var. Çok eskiden, sen tutuklandığın gündün beri beni çok düşündürüyor. Çok çalışıyorum; ama bir türlü cevap bulamıyorum... Senin suçun neydi baba? Devrimci faaliyetin olduğu halde seni niçin tutukladılar? Bilmiyor musun? Tam bilmiyorum. O zaman herkesi aynı suçla itham ediyorlardı. halk düşmanı, toprak ağası, vatan haini... en etkili yaftalardı. Peki işin aslı neydi? Neyle suçluyorlardı seni? Hiçbir gerekçe yoktu. Arkadaşlarımın, yakın dostlarımın bulunduğu bir ziyafette coşup, Biraz maddi durumu iyi olan, 353 hali vakti yerinde olan köylülerin içerisinde zorba aramak doğru değil, yanlıştır. Onları kendimize karşı çıkarmayalım, demiştim. Bunu da bir çenesi düşük gidip, üstüne de bir şeyler ekleyerek gerekli yerlere ulaştırmış. Gece uykudan uyandırdılar. Sorgusuz, sualsiz beni kodese attılar. İki ay sonra sorguya çektiler beni. O haber ispiyoncuları da şahit olarak karşıma çıkardılar. Zorba taraftarı, Sovyet yönetimini aleyhtarı olarak suçlayıp Sibirya ya en uç noktasına gönderdiler. Dehşete bak!... Adalet perdesi altında yapılan adaletsizliğe bak!!! Güneşli kızdı. Ben seni birileriyle karıştırdıkları için, bir yanlışlık olduğu için sürdüklerini düşünüyordum. Er ya da geç yanlışlık ortaya çıkacak seni salıverecekler, diyordum. Uzun zaman bu ümitle, bu inançla yaşadım. Nasıl da aldanmışım. Sadece sen aldanmamışsın ki, herkes böyle düşünüyordu. Bütün bunların bir düşman hilesi olduğunu, devrimcileri kasten lekelemek istediklerini sanıyordum. Er ya da geç gerçek öğrenilecek mesele Stalin e ulaşacak ve her şey düzelecek diye düşünüyordum. Ne kadar de güzel bitmiş(!)... Güneşli acı acı gülümsedi. Bir insan hayatının yarısını hapishanelerde geçirecek, bir deri bir kemik kaldıktan sonra yuvasına dönecek. Bu mudur bizin kurduğumuz bağımsız toplum!? Bu mudur dünyaya haykırdığımız mutlu dünya!? Söhrap karşında duran dolu kadehi sinirli bir şekilde aldı. Günlerce susuz kalmış bir insan gibi başına dikti. Yüzünü yan tarafa çevirip sustu. Sultanoğlu bu duruma şaşırmadı. Kötü anlam da veremedi. Oğlunun heyecanını, onun içindeki karma karışık hislerin vuruştuğunu duyabiliyordu. Bundan dolayı da sözünü kesmedi. Kendi de içine kapanıp, sustu. Güneşli yavaş yavaş nefesini topladı. Bir hayli vakit geçtikten sonra Güneşli heyecanını boğarak önceki sakinliğiyle babasına döndü: 354

179 Beni bir mesele daha çok ilgilendiriyor, baba. Uzun zamandır yüreğimi kavuran; ama bir türlü cesaret edip soramadığım bir meseleyi senden öğrenmek istiyorum. Biraz duraksadı, bir şeyler düşündükten sonra sorusunu rahatça sordu. Bu uzun ayrılıktan sonra ülkemize geri döndüğünde, hayatımızla ilgili ne gibi değişikliklere şahit oldun? Ne gibi yenilikler gördün? Yaşam tarzımız, sosyal ve politik durumumuz sende hangi hisleri uyandırdı? Sizin, yani devrimcilerin kurmak istedikleri toplumla gerçekler arasında ne gibi benzer ve farklı yönler vardı?... Genel olarak senin bu hayat tarzı hakkında düşüncelerin neler? Murguz tam bir dakika oğluna dikkatlice baktı. Dudaklarında gülümseme belirdi: Çok zor sorular soruyorsun, dedi. Senin gibi büyük bir ilim adamı olmadığımı unuttun galiba. Ben o kadar bilgili değilim. Ben sıradan bir insanım. Bu tür soruları cevaplamak benim için çok zordur. Söhrap inatla ısrar etti: Benden yakanı kurtaramazsın, baba, dedi. cevap vermekten kaçma. Sen sıradan bir insan değil, feleğin çemberinden geçmiş bir insansın. Hayatın öğrettiklerini hiç bir okul, hiçbir üniversite öğretemez. Hem ben senden sorumun ilmi açıklamasını, şerhini istemiyorum ki. Kendi gördüklerini, düşündüklerini benimle paylaşmanı istiyorum sadece. Sultanoğlu yine yan çizmeye çalıştı, sorudan kaçmaya çalıştı: Geldiğimden beri nereyi gezdim, nereyi gördüm ki, bu konuda bir fikrim olsun. Gördüğüm yer bir senin evin bir de yüreğimi avutmak için her akşam seyretmeğe gittiğim sahil, o kadar. Güneşli biraz şaşırmış bir eda ile başını salladı. Babasına küsmüş gibi uzaklara bakarak konuşmaya başladı: Özür dilerim baba, kırılma ama doğru söylemiyorsun. Sen birçok şeyi bizden daha iyi görebiliyorsun. Bizden daha çok şey biliyorsun. 355 Sadece susmayı uygun görüyorsun. Yerin de kulağı var, diye düşünüyorsun, söyleyeceklerinin bir yerlere gideceğinden korkuyorsun. Hayır, korkma, baba. Yerin kulağı kesildi artık. Hiçbir şey duymuyor. Burada bizden başka hiç kimse duymaz. Pazarlıktan dönen şoförü de şehre gönderdim. Akşam bizi almaya gelecek. Bu yüzden çekinmene gerek yok. Bir sen varsın, bir ben. Hadi, açık konuşalım. Konuşmak istiyorsan buyur konuş. Murguz Sultanoğlu yerine daha da yerleşti. Sanki kendisini ciddi ve resmi bir röportaja hazırlanmış gibi oldu. Sen bizim kurmak istediğimiz toplumla ilgileniyorsun... Bizim kurmak istediğimiz toplum, sizinkine benzemeyecekti. Biz bu meseleyi çok derinden ele almıştık. Bütün dünyada inkılap yapmayı düşünüyorduk. Kısa sürede büyük bir birlik, sınıfların olmadığı toplum kurmayı planlıyorduk. Lenin in vasiyetlerini yerine getirmeye çalışıyorduk. Ama karşımıza başka şeyler çıktı: Yoksulluk, kıtlık, cehalet!.. Hukuk beraberlik de sözde kaldı. Pazarları, hastaneleri, dinlenme parklarını, hatta mezarlıkları bile ayırmışsınız. Yüksek makamda olanlar için başka, zavallı yoksullar için başka... Bu beraberlik midir?! Lenin in bıraktığı kanunlar nerede?!. Geldiğimden beri işittiğim tek şey Bu yetmiyor, o yetmiyor serenatları, ekmek almak için sıraya gir, et almak için sıraya gir. Ne zamana kadar devam edecek bu sıralar... geçici zorluklar?! Düzelir inşallah Güneşli nin kaşları açıldı ufukta yaz var, kış var, acele etmeye ne gerek var, baba? Hiç aklıma yatmıyor değişeceği. Onu eğen kökünden eğmiş, belini kırmış!.. Sultanoğlu içinden gelen heyecanla titredi İnsanlar da değişmiş, başkalaşmış, bizim zamanımızda insanlar daha çalışkandı. Şimdi sanki herkes yasta gibi. Ne bir şenlik var ne de başka bir yürek açan bir şey. İnsanlar suskun, dertli. Bir yerlere ulaşmak, bir şeyler elde etmek için acele ediyorlar. Sokaklarda her zaman, insanların fısıltıyla konuştuklarını, konuşanların birilerinden çekindiğini hissediyorum. Medeni olmuşlar, baba. Bu yüzden yüksek sesle konuşup gülmüyorlar! 356

180 Hayır, oğlum, hayır!.. Bu medeniyetten kaynaklanmıyor. Bence insanlar mutlu değiller. Geçim sıkıntısı onların belini bükmüş. Gülmeleri de, birbiriyle görüşmeleri de sahtedir. Bütün bunlar eski korkuların, şüphelerin sonucudur. İnsanlar unutamamış. Manevi azap hemen çabucak iyileşmiyor. Toplumumuz kırgın, insanlarımız üzgün, dükkanlarımız pazarlarımız tam takır. Neyimiz iyi peki? Neyle övünüp dünyaya meydan okuyoruz? Güneşli kahkaha attı: Bravo baba, bravo... Söyle bakalım! o aralıklarla güldü Hani hiçbir şey görmedim diyordun az önce? Bak, ne kadar da kusurlarımız varmış! Ne yapayım, mecbur konuşturdun beni. Konuş, baba, konuş! Sen konuştukça kusurlarımız daha da açığa çıkıyor. Şimdiye kadar biz alkışlamışız yaşasın demişiz, tenkit nedir işitmemişiz. Döşe nalına da vur mıhına da! Konuş, baba, yık bizi!! Daha ne söyleyeyim?.. Zaten her şeyi biliyorsunuz. Sultanoğlu sustu. Sonra aceleyle ilave etti: Unutmadan şunu da söyleyeyim Geçen gün Elagöz ün doğum günü partisinde atıp tutan Profesörü gözüm hiç tutmadı. Kaşı gözü sürekli fıldır fıldırdı. Söylediklerinin hepsi de boğazından aşağı geçmez. Namussuz adamın birine benziyordu. Doğru tanımışsın, baba. Çok iğrenç bir insandır. Aman oğlum, uzak dur o adamdan. Samimiyetine, tatlı diline inanma sakın. Böylelerinden korkulur... İnsanın başına ne gelirse böylelerinin yüzünden gelir. Az kötülük yapmadı o bana. Beni bir kaşık suda boğmaya hazır Şimdi de fırsat kolluyor. Sultanoğlu derinden nefes aldı. Orada ben hep seni düşünüyordum. Sadece hiç kimsenin sana dokunmamasını, sana kötülük yapmamasını, seni 357 kırmamasını istiyordum. Benim yüzümden senin de zulüm çekmene gönlüm razı olmazdı. Annen Mesme nin akıbetini nasıl olacağını tahmin ediyordum. Onu inciteceklerini biliyordum. Ya tutuklayacaklardı ya da sürgüne göndereceklerdi. Yollarda ölüp kalacaktı. Çünkü benden önce tutuklananların ailelerinin başına gelenleri, onlara yapılan işkenceleri çok görmüştüm. Aklım fikrim seninleydi. Sadece seni düşünüyordum. Daha küçüklüğünde hissetmiştim senin büyük adam olacağını. Dokunmasalar ileri gideceğine inanıyordum. Her halükarda senin başarılı olacağını biliyordum. Allah a şükürler olsun ki sana dokunmamışlar. Çünkü onlara ben lazım idim. Savaşın zaferle bitmesinde benim de katkım vardı. Yakıt alanındaki buluşlarım askeri teknolojinin ilerlemesine çok büyük rol oynamıştı. Ama bütün bunlara rağmen başım az ağrımadı... Beni çok uğraştırdılar, sıkıntıya soktular. Güneşli hayallere daldı, eski günleri hatırladı. Bir hayli düşündükten yavaş yavaş konuşmaya başladı: Derdimi açtın, baba. Müsaade et yüreğimdeki her şeyi söyleyeyim. Dertler yürekte kaldığında insanı boğuyor. O, genleşti. Sanki omuzlarındaki ağır bir yükü atar gibi yaptı. Son zamanlarda kendimle çok hesaplaşıyorum: Bir insan olarak ne kazandım ben bu dünyada? Aslına bakılırsa, hiçbir şey!.. İlk sevgim elimden alındı. Gençliğimde hakarete uğradım. Benliğim, gururum ayaklar altına alındı. Ailemi de kendin görüyorsun... Beni hayata bağlayan, yaşamaya teşvik eden bir kızım var, o da hasta... Söhrap yine ara verdi. Kederli bakışlarını uzaklardan ayırıp yakına getirdi. Önce babasına, sonra da yere baktı. Utanırmış gibi devam etti: Doğrusunu söylemek gerekirse Merhamet kötü hanımlık yapmadı bana. Her zaman yanımda oldu. Gerekirse benim için ölüme bile gider. Babasının, senin arkadaşın İsrafil amcanın da hakkını ödeyemem. Onlar olmasaydı, kim bilir benim akıbetim nasıl olurdu. Kim bilir hangi kıyıda köşede yok olur 358

181 giderdim. Bunları unutmak, değerlendirmemek nankörlük olurdu. Ama karşılıklı sevgiyle kurulan aile başkadır. Hiçbir şey onun yerini tutmaz. Ailene karşı olan soğukluğunu hissetmiştim... Evine geldiğim ilk gün bunu hissettim. Doğru tahmin etmişsin, baba. Bir türlü ona ısınamıyorum. Kendimi evimde yabancı gibi hissediyorum. Bu her zaman böyleydi bu. Çünkü hiçbir zaman Merhamet i sevmedim. Zerre kadar bile sevgim olmamıştı ona karşı. Önce, zamanla geçeceğini, alışacağımı düşünüyordum. Ama olmadı... Sevmemek bir yana, hem karakterlerimiz, huylarımız da uyuşmuyor. O, zengin anne babanın şımarık kızı olarak büyümüş. Bense... Hımm...maalesef! Sultanoğlu etkilendi. Önceki kızı nişanlını ben de çok beğenmiştim. Anne babası da iyi insandı. Neden ayrıldınız onunla? Sebep neydi? Güneşli nin birden attı, rengi beyazladı. Neyse, baba, neyse... diyerek ayağa kalktı. Eliyle kalbini tuttu. O konuya girmeyelim. Külü eşelemeyelim, altında koru var, elini yakar. Sultanoğlu sorduğuna pişman oldu. Özür diledi: Özür dilerim, oğlum, birden ağzımdan kaçtı. Söhrap konuşmadı. Üzüntüsü geçene kadar gezindi. Sonra şarap şişesinin ağzını kapattı. Babasının üzüntüsünü gidermek için için gülümsedi: Bunu çok kaçırınca insanın çenesi düşüyor. dedi. Yeter oturduğumuz. Kalk da bahçe de yürüyelim biraz. Gelince devam ederiz. Mangallar da soğumuş, sonra tazeleriz. Daha akşama çok var, yine ısıtır, yeriz. Murguz Sultanoğlu ayağa kalktı Bölüm Baba oğul bahçeden zinde döndüler. Bir günlük temiz deniz havası, yumuşak güz güneşi, tesirini göstermişti Merhamet Hanım kocasıyla, kayınpederinin eşikte geğirmesini işitince suratını astı. Sanki acı biber yemiş birisi gibi yüzünü ekşitti, yönünü duvara doğru çevirdi. Hanımının bu halini görünce Söhrap öfkelendi. Kavga çıkabilirdi. Bunu önlemek için ona yakınlaştı. Bu durumlarda Merhamet e hiçbir nasihat, hiçbir söz tesir etmezdi: Nasıl oldun, Merhi?.. başının ağrısı geçti mi? Merhamet Hanım, hiç kıpırdamadı, seslenene aldırış bile etmedi, yarı kapalı göz kapaklarını açmadı bile. Sanki oturan insan değil de bir heykeldi. Keşke bizimle gitseydin, Merhi. Bugün çok güzel hava vardı. O güzel havayı bırakıp da şehrin boğucu, sıkıcı havasına dönmeyi hiç istemezdim. Söhrap bunu söyleyip, ateşine bakmak için elini hanımının alnına koydu, ateşini ölçmek istedi. Merhamet Hanım onun elini sert bir hareketle yana itti. Söhrap elini elektrik kaptı sandı. Söhrap öylece kalakaldı. Heykelin dudakları kımıldadı: Gelmeseydin o zaman! Zaten hiçbir işle ilgilendiğin yok... Ailen bile umurunda değil. Bu iğneli sözler yaklaşan fırtınanın habercisiydi. Murguz Sultanoğlu gerginliği hissedince yan odaya, torununun yanına geçti. Karı kocanın bu hoş olmayan sohbetini işitmek istemedi. Babası gittikten sonra Söhrap biraz tatlılıkla konuştu. Bugünkü, dinlenme onda yeni bir çalışma hevesi uyandırmıştı. Aklına yeni fikirler gelmişti. Kalbi dolup dolup taşıyordu. Masasına geçerek bütün geceyi çalışarak geçirmek istiyordu. Bu istek öyle güçlüydü ki, moralini bozmamak için her şeyi alttan alıyor, Merhamet i nazıyla oynuyordu. Başının ağrısı çoksa, doktor çağırtalım. İstersen kendimiz gidelim, doktor Veyselovlara. O, çok iyi bir doktor. Şehrimizde en meşhur doktorudur. Seni dikkatlice muayene etsin, tansiyonunu ölçsün. Hastalık ilerlemeden tedbir almak geredownloaded from KitabYurdu.org

182 kir. Sonra geç olduğunda tedavisi de uzar. Hem açık havaya çıkınca belki iyi olursun. Bugün evden dışarı hiç çıkmamışsın. Havasızlıktan da olabilir ağrılar... İlgin için teşekkür ederim! Heykel, sonunda konuştu. Doktora gerek yok. Gerekirse sensiz de hallederim. İlla birileriyle ilgilenmek istiyorsan, kızınla ilgilen. Belki kızının bir problemi var. Hiç konuştun mu onunla, bir derdi olup olmadığını sordun mu? Elagöz ün mü?... Güneşli şaşırdı. Ne oldu ona? Hımm... Benden mi soruyorsun? Merhamet Hanım alayla gülümsedi. Babaya bakın!!! Güneşli kızının ismi anıldığında önceler olduğu gibi telaşlanmadı. Yılların tecrübesinden Merhamet in kızının hastalığının ilerlemesi durumunda böyle sakin olmayacağını çok iyi biliyordu. Kendisi içeri girer girmez üzerine atılır, suratını asar daha o konuşmaya başlamadan ortalığı velveleye verirdi. İnsaf Merhamet. Burnumdan getirme ne olur. Merhamet Hanım sağa sola yavaş yavaş hareket etti, dayanamayıp, patladı: Kızına hakaret etmişler, izzeti nefsini ayaklar altına atmışlar!!! Kim?...Güneşli sinirlenmeye başladı. Senin değer verdiğin, sevdiğin biri!.. Adam gibi cevapla. Bulmaca gibi söyleme. Benim seninle çene çalmaya vaktim yok. Zamanım, zamanım!.. Cehennem olsun senin zamanın!! Sinirden Merhamet Hanım titretmeye başladı. Ya aile şerefini, evlat namusunu korumak kimin görevidir? Bununla kim ilgilensin?! Boş konuşma, insansan insan evladıysan insan gibi anlat, diyorum. Merhamet Hanım Söhrap ın kızdığını, renginin karardığını görünce sakinleşti. Çok az zamanlarda böyle kızan ken- 361 disini kaybeden Söhrap ın daha sonra neler yapacağını Merhamet Hanım çok iyi biliyordu. O, sessizce kendi odasına çekilecek, odasını kapanacak; Merhamet dünyayı yıksa da, sesini çıkarmayacaktı. Böyle çok konuşan bir hanım için bundan daha büyük ceza olabilir mi?! Keşke onunla kavga etseydi, boğaz boğaza gelseydi. Merhamet hiç de altta kalmaz eteğindeki taşları maharetle boşaltırdı. Ama bu durumda kendisi çalacak kendisi oynayacaktı. O, bir an değişti, merhameti geldi. Vugar hakkında duyduklarını biraz şişirerek anlattı. Söhrap, hanımının yüzüne manalı manalı baktı. Sonra iç çekti, konuşmaya başladır: Biliyorum, Merhamet, bunların hepsi senin uydurmalarındır! Eğer insansan bu bu dolaplardan artık vazgeç! dedi. Merhamet Hanımın sesi arşa yükseldi: Aman Allah ım neler duyuyorum ben?!. Bana neler söylüyorsun sen?!. Bağırma! Bağırtıyorsun, bağırıyorum! Yüreğimi yakıyorsun, canımı sıkıyorsun bundan dolayı da bağırıyorum!.. Senin canın yanmıyor mu?! Sen baba değil misin?! Kızının mutluluğunu istemiyor musun? Aklını başına al, Merhamet. Gözünü aç dünyayı anlamaya çalış. Hangi devirde yaşıyoruz? Kızı zorla birine vermek ne demek? Aile bu şekilde kurulmaz, mutluluk böyle elde edilmez. Senin mutluluk hakkında düşündüklerin çok eskide kaldı. Bu çürük zihniyeti sen nereden aldın? Çok merak ediyorum. Sen üniversite bitirmiş bir kadınsın, evlilik gibi kutsal bir meselede nasıl böyle düşünüyordun?.. Güneşli nin sulhe, barışa çağıran nasihatleri Merhamet i pek etkilemedi. Onu seviyor, anlıyor musun, seviyor! diyerek ayaklarını yere vurdu. O aptal senin kızının gönlünü çalmış. 362

183 Yeter! Güneşli şiddetle elini masaya vurdu. Kapat artık bu konuyu. Merhamet Hanım hemen kendisini toparladı. Söhrap ın böyle sinirlendiğini daha önce hiç görmemişti. Korkarak geri çekildi. Ama yine susmadı: Tamam, susalım. Bakalım ne olacak. Eğer Elagöz ün başına bir iş gelirse, hesabını sen vereceksin! Senin yakana yapışacağım. Güneşli hiçbir şey söylemedi. Sinirli adımlarla çalışma odasına çekildi. Kapısını arkadan kilitledi. Ama uzun süre fikirlerini toparlayamadı.... Gece yarısı dehşetli bir sesle irkildi. Ses odalarda yankılandı. Güneşli hemen ayağa kalktı. Odasından çıktı. Ses Elagöz ün odasından geliyordu. Hemen oraya koştu. Kız kendinden geçmişti. Yataktan yere düşmüş, elini, kolunu sağa sola çarpıyor, acıdan kıvrılıyordu. Dudakları sol kulağının dibine kadar eğilmişti. Ağzından köpükler geliyordu. Güneşli çok korktu. Son üç, dört yıldır kızını hiç böyle görmemişti. Elagöz ara sıra rahatsızlansa sıkıntıyı hafif atlatıyordu. Doktorlar kızın birkaç yıla tamamen iyileşeceğini, hastalıktan eser kalmayacağını söylüyorlardı. Ama rahatsızlığı yine şiddetlendi Güneşli öylece yerinde kalakalmıştı. Dedesi torununun elini tuttu, fakat gücü yetmeyince oğlu yardımına koştu. Beraberce Elagöz ün elini ayağını tutup, çırpınmaması için çaba çalıştılar. Kucağına alıp yatağına koyar koymaz Merhamet Hanım bağırıp çağırmaya başladı: Ahh.. evladım!... Benim bahtsız kızım!.. Derdine yananı, çare arayanı olmayan zavallı kızım! Bütün bu sözler Söhrap a gönderiliyordu. Onu sinirlendirmek, acısını ondan çıkarmak, ona vicdan azabı çektirmek istiyordu. Güneşli susuyor, kızına hüzünle bakıyordu. Merhamet in açılan ağzı ise bir daha kapanmadı. 363 Şimdi seyret, bakalım! Seyret kızının halini, zevk al! Beni suçluyordun. Edep erkandan dem vuran baba! Beni suçluyordun. Bana utanmaz, sıkboğaz, çıkarcı diyordun. Ağzını açıp gözünü yumuyordun, şimdi buna ne diyeceksin peki?! Merhamet Hanım açtı ağzını yumdu gözünü. Ama Güneşli hiçbirine cevap vermedi. Müteessir bakışlarını kızından ayırmadı. Merhamet Hanım kocasıyla işini bitirdi, şimdi de kayınpederine geçti: Bu zavallının babasından bize fayda yok, Murguz amca. Hiç olmazsa sen yardım et, bir ambulans çağır. * * * Uzun bir süre sonra Elagöz kendisine geldi ve uyuduktan sonra da Merhamet in siniri yatışmadı, çenesi kapanmadı. O, Söhrap a söyleyeceklerinden sonra onun Vugar a görgüsüz köy çocuğuna karşı kinle nefretle dolacağını sanıyordu. Onun dersini vereceğini düşünmüştü. Ama düşündüğü gibi olmamıştı. Kızmak bir yana, Söhrap Merhamet in etkisinde kalmamış, kendi asistanını savunmuştu. Bu tavrıyla da Merhamet i delirtmişti. Merhamet in tepesinden duman çıkıyordu. Evin içinde kendi kendine konuşuyordu. Ne yapacağını, kalbinde yanan ateşi nasıl söndüreceğini bilmiyordu. Sinirleri öyle gerilmişti ki elinden gelen her türlü kötülüğü yapmaya hazırdı. O, derdine dermen bulmak için çareler aradı. Fakat gazaba gelen kalbine bir çıkış yolu bulamadı. Bu durum onu daha da sinirlendirdi, yarasına tuz bastı. Aniden Beşir Bedirbeyli yi hatırladı. Onun Vugar ı sevmediğini, ilmi çalışmasına karşı olduğunu, Ziya dan ya da İsmet ten işitmişti. Birden gözlerinin içi parladı. Alevlenen kalbine bir serinlik çiseledi: Benim imdadıma ancak o yetişir. Beşir Osmanoviç - ten başka ona bu konuda yardım eden olmayacaktı. Gururunu kırmak pahasına olsa da gidip yalvarıp yakarıp ona bu işi yaptırmalıydı.. 364

184 Merhamet Hanım hemen faaliyete geçti. Telefon rehberinden Bedribeyli nin telefonunu buldu. Telefonu da alıp, mutfağa geçti. Buradan diğer odalara ses gitmiyordu. Buna rağmen kapıyı iyice kapattı. Ahizeyi eline kaldırdığında elleri titriyordu: Ya bana karşı gelirse... kötü bir şey söylerse Ahizeyi yerine koydu. Bu defa süratle yeniden kaldırdı. Ve bir an bile bir şey düşünmeden numarayı çevirdi. Alo, Beşir Bey?,..İyi akşamlar. Kiminle görüşüyorum? Merhamet Hanım çok zor durumda kaldı. Bedirbeyli nin soğuk sesi onu endişelendirdi. Gözlerinin feri kesildi. Hık mık edip zorla konuştu: Benim, Söhrap in, Güneşli nin hanımıyım. Sizi rahatsız ediyorum. Merhamet Hanım?!. Bedirbeyli nin bu sorusunda soğukluktan ziyade bir de şaşırma vardı. Evet. Merhamet Hanım nefes alıp vermede zorlandı. özür dilerim... Gecenin bu saatinde sizi rahatsız ediyorum... Önemli değil, buyurun. Bedirbeyli nin bu iltifatı da Merhamet in yarasına merhem olmadı. Kadın her zamanki hilesine baş vurdu. Tatlılıkla: Nasılsınız Beşir kardeş? Keyfiniz, sağlığınız nasıl?... Eh, işte Bedirbeyli yine soğuk bir tavırla cevap verdi. Hayat işte iyi de oluyoruz, kötü de. Leyla kardeşim nasıl? İyileşti mi? İyidir şimdi. Selamı var. Benden de ona çok selam söyleyin. Bana kırılmasın, onun ziyaretine bir türlü gelemedim. Kırılmaz, kırılmaz!.. Buyurun sizi dinliyorum. Merhamet Hanım nasıl başlayacağını bilemedi. Küçük bir mesele var da... size açmak istiyorum, bu konuda sadece siz yardım edebilirsiniz bana. 365 Buyurun sizi dinliyorum. Nedir mesele? Merhamet Hanım bekledi, kesik kesik konuşmaya başladı. Nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Çekinmenize gerek yok. Bedirbeyli bir şeyler hissedip yumuşadı. Sesinizde bir endişe var. Kötü bir şey yoktur umarım? Bu, Benim heyecanlı olduğumu da nereden anladı?.. Kendimi toparlamam gerek.... Önemli bir şey değil, Beşir Bey. Biraz... Çekinmeyin lütfen. Kocanızla münasebetim iyi olmasa da, size saygım büyüktür. Özellikle de o gün pişirdiğiniz lezzetli pilavdan sonra. Çok sağ olun, Profesör. Çok teşekkür ederim, Merhamet Hanım işinin hatırı için ona yağ yakmaya başladı. Benim de size sonsuz saygım var. Evde her zaman Söhrap a sizinle niçin iyi geçinmediği için kızıyorum. Siz büyük bir ilim adamsınız. Tecrübeniz, bilginiz herkesten daha fazladır. Hayır, hayır! Beşir in sesi yeniden ciddileşti. Sadece geçinememek değil mesele. Bizim ihtilafımız çok büyüktür. Onun kökü derinlere gidiyor. Ölsem, kabirdeki kemiklerim bile onunla barışmaz! Merhamet Hanım son sözlerinden endişeye kapıldı. Sanki ahize elini yakmış gibi oldu. O, Beşir in Söhrap dan bu denli nefret ettiğini bilmiyordu. Şimdi böyle bir düşmana sığınmak, ona aile sırrını vermek, Güneşli yi arkadan hançerlemek demekti. Merhamet bunu geç de olsa anladı. Konuşmayı burada bitirmek istedi. Ama Vugar a olan nefreti aklını aldı; O aptala bir şeyler yapacaksa ancak Bedirbeyli yapabilirdi. Başka kimseden fayda yoktu. Onun eteğine çok sağlam yapışmalıydı. Sözü geçen adam o idi. Bedirbeyli yanlışını anladı. Merhamet in onu boşuna aramadığını hissetti. Önce söylediklerini düzelterek: Tabiî ki, bizim savaşımız ilmi çalışmalarımız, fikri ayrılıklarımızla ilgilidir. Başka şeylerle ilgisi yok. İş dışında biz 366

185 arkadaşız, meslektaşız. O gün size gelmemle de bunu kanıtlamış oldum. Ben kocamın temize çıkarma düşüncesinde değilim, Beşir Bey. Sizinle hesaplaşmakla, fikirlerinizi dinlememekle hata yaptığını çok iyi biliyorum. Bunun yanında sizin dediğiniz gibi asistanlarına, layık olsa da olmasa da, kapılarını sonuna kadar açıyor... Ağzınıza sağlık, Merhamet Hanım! Bedirbeyli sevindi. Haklısınız! Bu söylediklerinizle tamamen katılıyorum. Doğru söz taa uzaklara çıkar gider, derler. Bu sözleri şimdi sizin, Güneşli nin kendi hanımının ağzından duymak, bunu bir kez daha ispatladı. Siz, doğruları savunmayı, hakikatleri haykırmayı eşinizden daha güzel yapıyorsunuz. Tebrikler, tebrikler Övgü dolu sözler Merhamet in çok hoşuna gitti. Beşir de rahatladı. Koltuğa rahatça oturdu. Sakince nefes alıp Merhamet e: İsterseniz biraz önceki sohbetimize dönelim. Bana bir şeyler söylemek istiyordunuz. Buyurun sizi dinliyorum. Evet, size demek istiyordum ki,... Merhamet Hanım bir şeyleri hatırlamak istercesine bir hayli sustu ve sonra de-vam etti: Sizin enstitüde Vugar Şemsizade isimli birisi var... Nasıl birisi?.. Sizin kocanızın asistanıdır. Gözünün nurudur! Evet, haklısınız. Söhrap onu çok seviyor. Ama sizin onu sevmediğiniz duydum. Evet, doğru duymuşsunuz. Şemsizade nin ilmi çalışmasının modern ilimle ilgisi yok, maceradan başka bir şey değildir. Merhamet Hanım coştu, kendisini kaybetti. Peki onu neden hala enstitüde tutuyorsunuz? Neden kovmuyorsunuz? Bu soruyu bana değil, kocanıza sormanız lazım, Merhamet Hanım. Ondan sorun! 367 Bildiğim kadarıyla size de bağlı imiş. Bu enstitüde beş altı ilim adamı varsa onlardan birisi de sizsiniz. Siz prestijli, saygılı bir insansınız. Bedirbeyli temkinli davrandı, yine hileye baş vurdu: Duyduğum kadarıyla Şemsizade ailenize yakın birisiydi. Sizin böyle düşünmenize şaşırdım doğrusu... Sizin meseleden haberiniz yok, Beşir Bey. Haberiniz olsaydı beni kınamazdınız. Yok! Yok!...Ben sizi kınamıyorum, Merhamet Hanım. Tam aksi söylediklerinize tamamen katılıyorum. Sadece bir şey düşündürdü beni karıyla kocanın fikirleri neden bu kadar farklı? Sebebi sizin söylediğiniz gibidir. O düzenbazın suçudur! Gece gündüz bizde idi. Sanki ailemizin bir ferdi olmuştu. Her gün soframızda idi. Eşim onu oğlu gibi seviyordu. Siz alimlerin kalbi bayram sofrası kadar geniştir. Bir hoş söze, çocuğun şekere aldandığı gibi hemen aldanıyorsunuz... Bu vicdansız bize geldiğinde bizim kızın gönlüne girmiş... Hangi kızın?... Bedirbeyli kasten sordu. Sizde öyle kız mı var?! Bizim kızı diyorum, Elagöz ü. Evet, evet hatırladım. Doğum gününe geldiğim kız. Evet! Bir kızımız var zaten. Anladım, anladım! Bedirbeyli kurnazca güldü. Ustaca, Merhamet ten söz almaya çalıştı: Bu meselenin sizin onayınızla olduğunu işin bittiğini duymuştum. İşte görüyor musunuz, neler söylenilmişler?... Merhamet Hanım dert yandı. Emin olunuz ki bunların tamamı o vicdansızın işleridir. Ben hiç kimsede zerre kadar günah görmüyorum. Bu meseleyi herkese kendisi yaymış, zamanı gelince de bizim itiraz etmemize fırsat bırakmadan işini halletmeyi düşünmüş. Gençlik işte, Merhamet Hanım... Siz de genç oldunuz. 368

186 Beşir, zamanında Merhamet in kendisinin de Söhrap la bu şekilde evlendiğini imha etti. Merhamet Hanım sinirlendi: Hata yapıyor, başını örse vuruyor. Benim düzenbaza verecek kızım yok. Gitsin gençliğini başkasıyla yapsın. Bugün nişanlısı olduğunu öğrendim... Ooo... Bedirbeyli kahkaha atarak güldü. Demek böyle...?! Şunu desenize İşte buna ikili oyun derler. Ayıp ayıp. Peki nişanlısı kimmiş? Bir işçi kızı. Onu terk edip, bizim kızın peşine düştü. Amacı Söhrap a daha da yakın olmak. Analaşıldı! Bedirbeyli kinayeli konuştu. İlim aleminde kendisine yer açmak için! Merhamet Hanım sesine hazin bir ton katıp konuşmaya başladı: Tek ümidim sizsiniz, Beşir Bey! Sizi büyük bir şahsiyet olarak gördüm, bundan dolayı da derdimi size açtım. Bunu Söhrap da bilmiyor. Bana yardımınızı esirgemeyin lütfen. Bu, bir namus meselesidir. Ailemizin şerefidir. Söhrap la geçinemezseniz de, benim hatırım için kızımın lekelenmesine izin vermeyin. Hımm.. Bedirbeyli nin cevabı gecikti. Sizin hatırınız için çalışırım. Ama ricanızı yerine getireceğime söz vermiyorum. Çünkü savunma jürisinde benden başka ilim adamları da var. Onların da kendi fikirleri, görüşleri var. Bundan dolayı durum biraz zor... O, biraz ara verdi, bir şeyler düşündü. Sinsice gülümsedi... İsterseniz jürinin diğer üyelerine de söyleyin derdinizi... Merhamet Beşir Bedirbeyli nin bu teklifini, ricasına karşı bir fikir olarak algıladı. Ben yalnızca size güvenebilirim. Sizden başkasına ricada bulunamam. Başkalarını tanımıyorum. Sizden yardım istiyorum. Bu söz üzerine... Bedirbeyli düşündü, yeni bir hile aklına geldi. En iyisi siz küçük bir mektup yazın. 369 Kime? Jüri başkanına ve üyelerine Ne konuda? Bana anlattıklarınızı o mektupta da anlatın. Olur, memnuniyetle yazarım. Merhamet in tereddüt etmeden verdiği cevap Beşir i yüreklendirdi. Bunun daha etkili olacağını düşünüyorum. Konuyu benim veya bir başkasının açması o kadar da inandırıcı olmaz. Bunu yalan iftira ya da uydurma sanırlar. Söhrap a iftira attığımı düşünürler. Ben razıyım! Ben o Don Juan dan kızımın intikamını almak için her şeye hazırım. Güzel tavsiyeniz, yol gösterdiğiniz için size çok minnettarım. Çok teşekkür ederim. Siz de sağ olun! Bedirbeyli telefonu kapatıp, yüksek sesle kendi kendine konuştu. Yan odada uyuyan karısı sordu: Kimdi arayan, Beşir?.. Ne uzun konuşma yaptınız öyle?.. Niçin gülüyorsun? Beşir gülerek hanımının yanına gitti. İlginç bir şey oldu, dedi. Güneşli nin karısıydı arayan. Kocasından dert yandı. Onun asistanı Şemsizade ile kızı Elagöz ün meselesi Kadında gülmeye başladı. Ama öksürükten gülmesine mani oldu. Mosmor oldu. Zavallı felçli idi. Bir ay iyi ayık oluyor, iki ay şuurunu kaybediyor. Söylentilere göre Beşir in her şeyi problem etmesi, mızmızlığı, her şeyi büyütmesi onu bu hale getirmişti. Kadın zorlukla nefes aldı, yavaş yavaş sordu: Senden ne istiyordu peki? Ona yardım etmemi. Ne yardımı? 370

187 Ne bileyim ben?.. Çocuğu asistanlıktan atmamızı istiyor. Kadın yine bir şeyler sormak istedi. Ama öksürmesi ona izin vermedi. Beşir onu yalnız bıraktı diğer odaya geçti. Dudaklarında kinayeli bir gülüşle: Böyle aptallar olmasaydı, dünyada akıllıların yaşaması zorlaşırdı! diyerek Merhamet Hanımla alay etti. Sonra da Söhrap Güneşli nin arkasından verdi veriştirdi: Şimdi erkeksen, çık karşıma bakalım. İnsanın anasını nasıl ağlatırlarmış görürsün!!! 23. Bölüm Beşir yine gülmeye devam etti. Ama bu bir şaka değildi. Hiç beklemediği anda bir fırsat eline geçti. O yıllardır Söhrap Güneşli yi yıkmak için adeta elinde lambayla bir şeyler arıyordu. Böylece Güneşli yi ilim çevrelerinde yere vuracak, kendisine de resmi dairelerdeki imtiyazlarına ulaşacaktı. Arzu ettiği günü yıllar sonra yakalamıştı. Güneşli ye karşı iki suçlaması vardı şimdi elinde. Biri; Yüksek oktanlı yeni motor yakıtı meselesine enstitünün proje şubesine verdiği olumsuz görüş Beşir in teşhisini onaylamıştı. Şimdi o, rakibinin üzerine cesaretle gidebilirdi. Suçlamaları da artık hazırdı: Devlet bütçesinin boş yere israf etmek gücünü kendi toprağından, kendi ortamından almayan sahte yenilikçiler, batıya meyil vb... Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi küt küt atıyordu. Geneşli nin gücünü çok iyi biliyordu. Teorik konularda Söhrap la aşık atmak öyle kolay iş değildi. Bedirbeyli bile onun ilmi bilgisi, mantığı karşısında her zaman aciz kalmıştı. Şimdi elinde bu kadar delili olduğu halde yine de endişeleniyordu. O, Söhrap a karşı zafer kazanmak için bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyordu. Beşir bir şeyler yapmak için kıvrandığı bir dönemde Merhamet Hanım onun imdadına yetişti. Ona çok güzel fırsat ver- 371 mişti. Gözleri parlıyordu, adeta gözlerine ışık gelmişti. Buna rağmen kazanacağı zafer onu kani etmiyordu. Ezmek! Son nefesine kadar ezmek! Aniden aklına yeni fikir geldi. Onu toplantıda kendi adamlarının eliyle vurmak! Gözleri hem gazap, hem de ilginç bir sevinçli parladı.: İyi fikir! Böyle olursa sesini bile çıkaramaz. Üyelerden hiç kimse onu savunamaz, ona sahip çıkmaya da cesaret edemez. Sesi kesilir... Beşir, zaferinin neşesini şimdiden duydu. Hanımının kızmasına rağmen yine kahkaha attı. Güle güle Ziya Leleyev i hatırladı. Eşeği yoldan çıkaran bir tutam ottur. Tatlılıkla konuşsam benim söylediklerimin hepsini yerine getirir. Onun gibileri kendi çıkarı için öz babasını bile satarlar... Bedirbeyli telefona yöneldi. Her ihtimale karşı Ziya nın ağzını arayıp fikirlerini öğrenmek istedi. Ama telefon rehberinde onun numarasını bulamadı. Geri çekildi. Her zaman olduğu gibi ellerini cebine koydu odada gezinmeye başladı: Böyle olması daha iyidir. O kim ki, ben ona telefon edeyim?.. Yarına kalsın. Yarın erkenden onu enstitüde bulup, karşılıklı konuşurum. Daha zamanım var. Her şeyi düşünerek, ustaca yapmam gerek... Beşir düşündüğü gibi ustaca davrandı. Gece yarısına kadar Ziya yla nasıl konuşacağını planladı. Adeti olmadığı üzere işe o gün erken gitti. Ziya nın yanına giderek: Bilimin çilekeş mücahitlerine selam olsun! Leleyev Profesörün onu bu şekilde selamlamasından çok memnun kaldı. Aleyküm selam, hocam diyerek onu karşıladı. Eğilerek iki elini de ona doğru uzattı. Hoş geldiniz. Hayırlı sabahlar. Hayırlı sabahlar! Bedirbeyli ilk dakikadan itibaren bir sıcaklık oluşturdu: Ne kadar erken gelmişsiniz, memurların çoğu evinde, sıcak yatağında uyurken sen işinin başındasın. Ziya Profesöre tatlı görünmek için zoraki gülümsedi: Başka çaremiz mi var, hocam?... Biz küçük insanlarız. Namusla, vicdanla çalışmasak, bizi kapıdan içeri alırlar mı? 372

188 Ha, ha, ha!... Yani korkuyor musun? Bedirbeyli kahkaha attı. Senin arkan var, Ziyacığım. Neden korkuyorsun?! Güneşli gibi akraban, seni savunan birisi var. Mesele korkmak değil, Beşir Bey. Mesele ilme, severek seçtiğin mesleğe saygısızlık etmekten çekinmektir. Aynı zamanda her zaman akrabaya yakınlara güvenmek onlardan yardım dilenmek hoş bir şey değil. Her konuda onlara bağlı kalmak akılsızlıktır. Hem ben size geçen defa da söylemiştim, Güneşli yle beni akrabalığım yok! Bitti artık. Yakınında olmama bakmayın siz. Kalbim çok kırgın ona karşı. Aferin, Ziya, aferin!... Çok akıllıca konuştun. Başkasının gölgesinde yatanın, kendi gölgesi olmazmış! çok haklısın. Bedirbeyli konuyu uzatmadan buradan sadede geçebilirdi; ama acele etmedi. Ziya yı kendi diliyle tuzağa düşürmek için dolaylı yollara baş vurdu. Senin çok akıllı bir insan olduğunu biliyorum. Dostuna karşı sadakatli, itibarlısın. İşte bu yüzden son zamanlarda gözüme girdin. Seni sevmeye başladım. Teşekkür ederim, hocam. Benim de size sonsuz saygım var. Sizin bilginliğinize, şahsiyetinize hayranım. Biliyorum, hissediyorum... Bedirbeyli gülümsedi. Hemen de ciddileşerek hilesini saklamaya çalıştı. Son günlerde birçok hakikati öğrenmek nasip oldu bana. Önceleri seni iyi tanıyamamışım. Senin hakkında yanlış düşünmüşüm. Seni Söhrap ın elinin altında getir götür işlerine bakan, ona hizmet eden birisi olarak görüyordum. Gururu, izzeti nefsi olmayan birisi olarak görüyordum. Son zamanlarda seni dikkatlice takip ettim. Seni yakından tanıyınca yanıldığımı anladım. Doğru söylüyorsunuz insanı uzaktan tanımak çok zordur. Sizi bu konuda kınamıyorum Evet, haklısın. Özellikle de bizim enstitü içinde, ilişkilerin böyle karışık olduğu bir ortamda!.. Ruslarda çok güzel bir atasözü var: Hiç olmamasından geç olması daha iyidir Ben geç de olsa, seni tanıdım, sevdim. Artık bu sevgi her za- 373 man böyle devam edecek. Dün akşam neredeyse iki saat boyunca seni düşündüm. Hatta arayıp, düşündüklerimi seninle de paylaşmak istedim; ama numaranı bulamadım... Ne düşündüm biliyor musun? Herhalde iyiliğimi düşünmüşsünüz, hocam. Sizin gibi büyük bir ilim adamı, bizim gibi küçük insanlar hakkında kötü düşünemez. Evet, sadece ve sadece senin için güzel şeyler düşündüm!... Evet, düşündüm ki, Ziya neden hep yerinde sayıyor? Yıllardır zahmet çekip çok zor bir konu üzerinde savunma yapmış, doktora derecesini almış. Bilgisi kimden eksik ki? Peki o niçin öne geçmesin ki?! Önemli yerlerde niçin onun ismi de geçmesin? Onun gibiler çoktan Profesör oldu. Yüksek makamlara geldiler. Ama Ziya ya laboratuvar müdürlüğü bile vermiyorlar. Niçin?... Neden?... düşündüm, düşündüm... bu nedenlerin, niçinlerin cevabını sonunda buldum. Biliyor musun bunun sebebi nedir? Hayır, hocam. Siz daha iyi bilirsiniz bunları. Birinci sebep, biz ihtiyarlar yani eski dönemin temsilcileri mümkün olduğunca bütün imtiyazlar elde etmişiz. Elbette, kimimiz az, kimimiz de çok. Kimimiz layık olarak, kimimiz başka başka yollarla... Siz gençler de öylece ortada kalmışsınız. Bir tatlı sözden, tatlı vaatten başka hiçbir şey verilmemiş size... Haksız mıyım?! Ziyanı omzunu silkti. Bu sözler onun yüreğindekileri anlatsa da düşündüklerini açıkça söylemeye cesaret edemedi. İkiyüzlü olması, yaltaklığı buna müsaade etmedi. Hayır, hocam. Bu tür sözlere evet diyemem. Vicdanım buna müsaade etmez. Niçin? Ziya ne diyeceğini bilemedi. O, yaltak olduğu kadar aynı zamanda kurnaz birisiydi. Öyle kolay kolay tuzağa düşmezdi. Bedirbeyli itirazını belirterek başını salladı. 374

189 İşte sebebin ikincisi de budur. Sözünüzü yüze söylemeyi beceremiyorsunuz. Hakkınızı savunamıyorsunuz. Mücadele etmeniz gerektiği halde, siz susuyorsunuz. İşte bu yüzden de yerinizde saymaya devam edeceksiniz. Böylece yerinizi de başkaları alıyor. Sizin döneminizdeki insanlarının zahmeti, hizmeti çok büyüktür, Beşir Bey. Azerbaycan da modern kimyanın ilk kurucuları sizlersiniz. Petrol endüstrisinin temelini siz attınız. Siz canlı tarihsiniz. Bir alanın granit sütunusunuz. Bizim size karşı çıkmaya hakkımız yok. Beşir Bedirbeyli nin sütun kelimesi çok hoşuna gitti. Boynunu ileri doğru uzattı. Zayıf çenesini ileri geri hareket ettirdi, onunla aynı düşüncede olduğunu ima etti: Haklısın, sütün olmamız bir hakikattir. Ama bu bizim dünyayı kök salacağımız, ebediyen dünyada kalacağımız anlamına gelmez. Zamanı gelince biz büyükler toprağın altına gireceğiz. Siz ise hayatta olacak ve bizim işlerimizi devam ettireceksiniz. Madem ki durum böyle o zaman niçin geride kalmalısınız, niçin şimdiden gerekli makamlarda olmayasınız?! Ziya kurnazca gülümsedi ve şüpheyle cevap verdi: Bu sizin gibi prestijli insanların, saygın ilim adamlarının insafına ve merhametine bağlı, hocam. İnsafı bırak! Bedirbeyli kızdı. O, şuan günümüzde hiç kimsede bulunmaz. İnsaf, eskimiş, çiğnenmiş asıl anlamını yitirmiş bir tabirdir. Uzun zaman oldu kullanılmayalı!.. Merhamete gelince... Bu da çok insanda bulunmaz. En vicdanlı ilim adamı olarak nitelendirdiğimiz Söhrap Güneşli ye bak. Kendisi Vugar Şemsizade den başka, hanginize şefkatli davranmış, hanginize merhamet etmiş?... Hanginizin kıymetini bilmiş...? Bu çok zor bir soru, hocam. Herhalde Şemsizade de büyük bir istidat görmüş olmalı ki ona sahip çıkıyor. Ona bu kadar çok inandığına göre... Asla! Beşir yine sinirlendi. Suratı asıldı. Bu meselenin kökü çok derinlere gidiyor. Düne kadar ben de senin gibi düşünüyordum. Ama yanıldığımı anladım... Söhrap ın kendi asistanıyla akraba olma isteği gerçekmiş. Senin bundan haberin var mıydı? Ziya şaşırdı. Şüpheyle cevap verdi: Şimdi biraz var. Bedribeyli küçük hile dolu gözleriyle Ziya ya baktı, imalı bir eda ile gülümsedi. Mızrağı çuvalda saklamak aptallıktır. Er ya da geç ortaya çıkacaktır! diyerek onun yalan söylediğini ima etti. Bunları başka birinden değil, Merhamet Hanımın kendisinden duydum ben. Dün beni aradı. Ziya nın boynu kızardı. Bedirbeyli nin korkusundan kekeledi: A a a... Aslında ben de dün öğrendim, hocam. Düne kadar hiçbir şeyden haberim yoktu. Çok geç öğrenmişsin! Bedirbeyli onunla alay etti. Sana itibar etmiyorlarmış o halde. Seni kendi içlerinden biri gibi gösteriyorlar, ama sırlarını söylemiyorlarmış Ben bunu çok önceden hissetmiştim. Eğer böyle olmasaydı, Güneşli sana yardım ederdi...ah... İnsanoğlu çok ilginç bir yaratıktır, oğlum. Yakın akrabaları da tabakalara ayırıyor. Karısının kardeşinin kızının kocası kim, kendi damadı kim?! Aranızdaki fark elbette çok büyük olmalıdır! Ziya sustu. Boynunun kızarması daha da arttı. Bedirbeyli onu can evinden vurmuştu. Şemsizade ortaya çıktıktan sonra, o, Merhamet Hanımın da gözünden düşmüştü. Ailedeki önemini de kaybetmişti. Her ne kadar söylemese de Vugar a karşı aşırı kin besliyordu. Şimdi o kin Bedirbeyli nin sözlerinden sonra açıkça nefrete dönmüştü. Bu nefret içten içe onu kavuruyordu. Ama bunu Beşir e nasıl söyleyebilirdi?.. Beşir onun içinden geçirdiklerini hissedip kurnazlıkla dile getirdi: Elbette, sizin özel işlerinize karışmam doğru değil, aynı zaman da benim böyle bir hakkım da yok. Kendiniz bilirdownloaded from KitabYurdu.org

190 siniz...ben öylesine söyledim... Ama diğer meseleye gelince, Şemsizade hususunda susar da bir şey söylemezsem bundan dolayı vicdan azabı çekerim. Gönlüm buna razı olmaz. Çünkü onun durumu bilimsel amaçlarımız ve etik bakımdan önem arz ediyor. Onun gibi düzenbaz insanların aramıza katılarak kolaylıkla makam, mevki sahibi olmalarına gönlüm razı olmaz, asla! Ziya nın çok hoşuna gitti, birden açıldı... Çok haklısınız, hocam! Şemsizade konusunda sizinle aynı fikirdeyim. Aynı fikirde olmak yeterli değil. Harekete geçmek gerekir. Bu tür meselelerde mücadelemizin başarıyla neticelenmesi için birlikte hareket etmekte fayda vardır. Benim yapacağım bir şey varsa, ben hazırım, hocam! Sen çok şey yapabilirsin, gözümün nuru! Bedirbeyli Ziya nın kolundan tutarak onu bir köşeye çekerek biraz daha doldurdu: İlk önce bir konuyu da aydınlatmamız gerekiyor. Bazılarının söylediği gibi Söhrap benim o kadar da düşmanım değil. Bunu sen de iyi biliyorsun. Benim ondan şahsi olarak intikam almak gibi bir isteğim de yok. Halbuki şimdi elimde büyük bir fırsat da var; ama bunu yapmıyorum. Ben bu namertliği yapamam. Demin de söylediğim gibi benim maksadım Şemsizade nin yalancı icadının gereksizliğini ispatlamaktır. Bu her şeyden önce siz gençlerin de menfaatinedir... Yolunuzun üstündeki çöpler böylece temizlenir... Anlayabiliyor musun beni? Evet, hocam, Ziya tamamen teslim oldu. Bana bir emriniz var mı? Emir demeyelim, görevin şu... Bedirbeyli bütün bunları çok önceden planladığını anlamasın diye düşünüyormuş gibi yaptı. Zamanı geldiğinde, o kız hakkında bildiklerini, duyduklarını toplantıda diyeceksin. Güzel ahlak, manevi temizlik biz aydınlar için çok önemli haslettir. Şemsizade gibiler kötü niyetliler bizim aramıza sızmamalılar. Bu durum sadece Güneşli için değil, hepimiz için kara bir lekedir. 377 Tabiî ki hocam! Merhamet Hanım da bunu benden özellikle rica etmişti. Bu konu üzerine, toplantıdaki üyelere okumam için bir mektup da yazıp verdi. Çok güzel! Bedirbeyli gülümsedi. Bu çok iyi oldu! Mutlaka okuman lazım. Merhamet Hanım kadın olmasına rağmen erkekçe davranıyor. Onun ricasını yerine getirmeliyiz! Hadi görüşmek üzere hoş çakal! Güle güle! 24. Bölüm Bedirbeyli toplantıya herkesten önce gelmişti. İlk sırada, herkesin dikkatini çekecek bir yerde bacağını bacağının üzerine atarak gururla oturdu. Her zaman ciddi yüz ifadeleriyle oturan Bedirbeyli bugün çok mutlu görünüyor, yüzünden gülücükler eksik olmuyordu. Gelenlerle yakından ilgileniyor, samimiyetle selamlaşıyor, herkesle sohbet ediyor, yerli yersiz kahkaha atıyor, eğleniyordu. Onun arkadaşları Bedirbeyli nin mutluğunun sebeplerini çok iyi anlıyorlardı. Hepsi de onun, Güneşli yi ve yakınlarını kızdırmak için böyle şen şakrak göründüğünü biliyorlardı. Bedirbeyli bunu Güneşli ye de anlatmıştı. Önceleri hiç olmazsa uzaktan uzağa, başını gururla sallar, dudaklarını hafiften kıpırdatır, selamını alırdı Güneşli nin. Ama şimdi bunu bile yapmadı. Güneşli odaya girdiğinde yüzünü çevirdi. Ama gülmeye ve arkadaşlarıyla konuşmasına da devam etti. O, toplantı salonuna herkesten geç gelen Vugar a dik dik gururla baktı. Proje şubesi başkanının konu hakkında konuşması biter bitmez elini kaldırıp, söz istedi. Bu sadece sabırsızlık göstergesi değildi. İlk konuşma yapmakla, toplantıya renk katmak, aynı zamanda istediği gibi toplantıyı yönlendirmek niyetini de gösteriyordu. Asistan Şemsizade nin ilmi çalışmasına, bazılarının büyük buluş nitelendirdiği projeyle ilgili, proje bölümünün 378

191 verdiği karar çok doğrudur. Ben bu konuyla ilgili kendi görüşlerimi söylemiştim. Asistanın koruyucusu, koruyucusu diyorum, çünkü Sayın Söhrap Güneşli onu her konuda onu koruyor, ona sahip çıkıyor... Toplantı başkanı gülerek dedi: Burada kötü bir şey yok ki, Beşir Osmanoviç. Böyle bir durum takdire layık bir davranıştır. Herkesin yapması gereken bir tutumdur. Biz bütün hocalarımızın gençlere böyle sahip çıkmasını arzu ederiz. Bedirbeyli bu cevaptan hiç memnun kalmadı. Suratını astı. Bu cevaptan dolayı bozuldu. Konuşmasına devam etmek isterken enstitü müdürü de toplantı başkanı sözlerine katıldı: Böyle bir himaye çok iyi bir davranış aynı zamanda hepimizin de yapması gereken örnek bir davranıştır. Elbette, himaye ve ihtimam herkes için önemlidir. Beşir bu görüşlere mecburen katılmak zorunda kaldı. Ama bu himayenin niteliği de önemlidir Bu meseleyle ilgili düşüncelerimi konuşmamım sonunda ayrıntılı olarak anlatacağım. Şimdi izin verin esas meseleye geçelim... Buyurun, Sayın Bedirbeyli, sizi dinliyoruz. Bedirbeyli eğilmiş vücudunu düzelterek dik durmaya çalıştı. Geçen sene asistan Şemsizade için özel laboratuvar odası verildiğinde ben karşı çıkmış ve itirazlarımı sunmuştum. Onun ilmi yönden yetersiz olduğunu, bu meselede başarı kaydedemeyeceğini dile getirmiştim. Gelin bu genci yanlış yola saptırmayalım, iş işten geçmeden ona başka bir konu seçin demiştim... ama sözümü kimse dinlemedi... Bir dakika ara verdi. Sağa, sola baktıktan sonra devam etti: Bundan dolayı da kanuna uygun uyarak çalışmamız gerektiğini size hatırlatmak istiyorum. Bazılarının kendi başına hareket etmek suretiyle vazifesini ve makamını suiistimal etmesin. Müdür temkinle yaklaştı: İthamınız biraz ağır oldu, Beşir Bedirbeyli. Siz görevinden şahsi çıkarları için kullanılmasın demekle neyi kastediyorsunuz? Biraz daha açık ve net konuşur musunuz? Bedirbeyli ne diyeceğini bilemedi. Yüzündeki memnuniyetsizlik ve kurnazlık ifadesi birbirine karıştı. Siz beni yanlış anladınız, Zahid Medetoğlu. Ben bütün enstitüyü kastetmiyorum. Kendi oturumumuzdaki meseleye açıklık getirmeğe çalışıyorum sadece... Devam edin, lütfen. Biz Sovyet ilim adamlarıyız, arkadaşlar! Her şeyin devletin menfaatine uygun olarak yapılması için gayret göstermeliyiz: Ekonomi bakımdan verimli, rantabl konular, bilimsel çalışmalar üzerinde durmalıyız. Şaibeli teoriler, geleceği belli olmayan problemler Sovyetlerin taleplerini karşılamamaktadır. Biz, eski neslin yetenekli gençlerini bugünün ruhuna uygun olarak terbiye etmeliyiz. Bilimin eşiğine yeni kadem koyan gençlerin daha ilk adımda kendi görevlerini doğru anlamaları için yardım etmeliyiz. Bilimsel çalışmalara ilk adımlarında üstesinden gelemeyecek, onları zorlayacak büyük projelerin altında ezmemeliyiz... Bu çok yanlış bir düşüncedir! Bu tür bilimsel çalışmalar gençlerin ferdi eğilimlerini, isteklerini kısıtlamış olur. Onları bilimsel çalışmalardan soğutur, cesaretlerini kırar. Bedirbeyli gururla başını yana doğru uzattı, ona karşı çıkanı merak etti. Enstitün bilimsel araştırmalar bölüm müdür yardımcısı Mürşüd Hamzayev i görüp, umursamadan: Sen bunu bilmezsin fert kavramı artık bizim toplumuzda çoktan anlamını kaybetti. Mürşüd, dedi. Artık her şahıs emekte herhangi bir toplulukla, her bir topluluk da başka bir ferdin namuslu zahmetiyle birleşmiştir! Hemzeyev sakin cevap verdi: Senin konuşmanda tutucu bir anlayış var, Beşir. Söylediklerinden, modern kimyanın sırf bugünün isteklerini kıdownloaded from KitabYurdu.org

192 sıtlamaya yöneliktir. Bilimin geleceği ile ilgili olan bütün gelişmelere karşısın. Beşir Bedribeyli tutucu kelimesine çok sinirlendi. Profesör Hamzayev de onun eski rakiplerindendi. Saldırıya geçti: Evet, Sayın Hamzayev, doğru anlamışsın! Ben bugüne uymayan her şeye karşıyım. Çok güzel bir söz var, Eldeki.. daha iyidir! diye. Örneğinden küf kokusu geliyor, Beşir. Bu, insan zekasını esarete mahkum etme düşüncesinde olan cahillerin ileri sürdüğü bir görüştür. Gericiliğe güzel örnektir Biraz doğru konuş, Mürşid!.. Konuşurken sınırı aşma! Ben sınırımı çok iyi biliyorum, Beşir. Sınır koyma bilimin en büyük düşmanıdır. Onu ilerlemekten, yükselmekten alıkoyar, kanadını kırar... Faydasız dalın kırılması iyidir! Hayır, Beşir!.. O dal yaşamalıdır! Kozmik fezayı fetheden, gezegenleri bize yaklaştıran, elektronik makineleri üreten, kibernetik mucizeleri yaratan işte bu daldır. Sialkovskilerin, Anıştayınların ve diğer bilim adamlarının ölmez eserleri ve fikirleri o dallar vasıtasıyla bize ulaşmıştır. Neyi kastettiğin anlaşıldı, Mürşid. Sialkovski nin, Anıştayın ın gölgesinden faydalanarak kendini ortaya sürmeye çalışıyorsun. Çok şey istiyorsun, büyük şeylerin peşindesin sen. O büyük şahsiyetlerden her yüzyılda bir veya ikisi dünyaya gelir. Ne sen, ne de ben onlardan değiliz. Benim böyle bir isteğim de yok, gençliğe olan inancım büyüktür, Beşir. Onlar doğru yoldadırlar. Bu gençlerin içinden büyük şahsiyetlerin çıkacağına eminim. O büyük dahilerden birisi, Şemsizade mi yoksa? Evet, şuan bilimsel çalışmasının müzakeresi için toplandığımız Vugar Şemsizade de gelecek vaat eden gençlerden birisidir. Onun savunduğu tez, kimya sanayisinin gelecekte gelişme yollarını aralıyor, motor yakıtları alanında yeni bir yol 381 açmış olacak. Bizim görevimiz onun kusurlarını, teknik eksikliklerini büyütmek, kendisini de korkutup çalışmalarını yarıda bıraktırmak değildir. Aksine cesur gence yardım etmeli, onu teşvik etmeliyiz. Hayır, Hamzayev, yardım bitti! Bedirbeyli yeniden saldırıya geçti. Bu boş, tumturaklı sözlerden uzak duralım artık. Bir insana ne kadar yardım edilir?!, Şemsizade için özel laboratuvar istediler, verildi. Yeni teçhizat istediler, verildi. Yardımcılar verildi, ne kadar para harcandı. Bu tür yardım enstitü tarihinde hiç kimseye yapılmadı. Yeterli değil mi?... Ne zamana kadar devam edecek bu talepler?!. Bedirbeyli bir an sustu ve etrafına bakındı. Hiç kimseden itiraz duyulmadı, gururlanarak sesini daha da yükseltti: Hayır, arkadaşlar! Şemsizade ile hesaplaşmamız lazım. Ölçüsüz israfa son verilmelidir. Devlet malına, devlet parasına böyle kayıtsız kalamayız. Başka kurumlarda bu tür israf, fuzuli harcamalar mahkemelik olur, ilgililer cezalandırılır. Yeter artık! Parti ve yönetimin bize sunduğu sınırsız imkanları suiistimal etmemeliyiz. Devleti aldatmak affedilmez bir cinayettir! Beşir in politik suçlamaları tesirini gösterdi. O yerinde outrunca, üç kişi daha söz alıp onun söylediklerini onayladı: Tartışmaya ve müzakereye gerek yoktur. Beşir Bedirbeyli çok haklıdır. Kayırmacılığa son verilmelidir. Ben de şahsen onunla aynı fikirdeyim. Asistanın üzerinde durduğu mesele bilimsel ve hayatili bakımından reel bir çalışma özelliği taşımamaktadır. Şemsizade sahte yenilikçidir. O, bilimde aslı astarı olmayan hayallerin peşinde olan birisidir. Sözlerimin protokole aynen yazılmasını rica ediyorum! En arka sırada oturan, hakaretleri dinleyen Vugar heyecanlandı. Bedirbeyli nin taraftarları harekete geçmişlerdi. Onun tezini ortadan kaldırmaya azmetmişlerdi. Eğer onlara tutarlı, bilimsel verilere dayanan bir cevap verilmezse, jüri 382

193 üyeleri çok zor durumda kalacaktı. Vugar çok telaşlandı. Güneşli ye baktı. Profesörün yüzünde umursamaz bir ifade okunuyordu. Sanki asistanına söylenilmiş sözler umurunda bile değildi. Ellerini çenesine koyup sakin sakin oturuyor, diğer taraftan da Bedribeyli ye bakıyordu. Hayalen o, çok uzak alemlerde dolaşıyordu... * * * yılından beri Söhrap Güneşli akademide çalışıyordu. Savaş başladığında seferberlik ilan edildiği halde onu cepheye götürmediler. Saygın, büyük ilim adamlarıyla beraber Söhrap a da ilmi teorik konuları durdurup, savaş için çalışmasını istediler. Savaş bittikten sonra da o rahat yüzü görmedi. Sabah akşam kendi laboratuvarından dışarı çıkmadı. Çok önemli görevler onu bekliyordu. Çok süratli uçan jetler icat edilmişti. Bu jetler için yüksek sıcaklıkta yanmayan, çok soğukta donmayan, çökmeyen yakıta ihtiyaç vardı. Bütün kimyacıların üzerinde çalıştığı bu konuyu herkesten önce Güneşli çözdü. Onun icadı doğrultusunda yeni fabrika yapıldı. İşlerin tamamlanacağı sırada Bakü de çok sert kış oldu. Bir hafta boyunca şiddetli fırtına oldu. Kaldırımları, caddeleri, yolları kar kapladı. Fabrikadaki teçhizatlar, dondu, çalışmalar durduruldu. Bir akşam üstü fabrikayı birileri aradı. Resmi bir tavırla gece saat onda Söhrap ın fabrikalar birliği başkanının yanında olması gerektiğini söyledi. Güneşli heyecanlandı. Bu konuda hiç kimseye bir şey demedi. Eve geldi. Konuyu evde de kimseye açmadı. Görüşmesine kısa bir süre kala gitmek için hazırlandı. Merhamet ona mani olmak istedi. Gitme, hava çok soğuk. Dışarıdaki fırtınayı görmüyor musun?! dedi. Ama onu engelleyemedi. Çünkü, onun geceleri de kalkıp, işe gitmesine alışıktı. Fabrika yapılmaya başlayalı uykusu da kaçmıştı. Başkanın odası resmi yönetici odasından daha çok müzeye benziyordu. Nakışlı altın işlemeli tavanda asılı elektrik kandili yüzüyor gibi duruyordu. Dört köşeli parke zemine 383 pahalı halılar ayak altına birbirine ulanarak serilmişti. Coşkun deniz dalgası resmini hatırlatan perdeler, pencereleri büsbütün kapatmıştı. Odanın baş tarafında, bir tarafı beyaz, diğer tarafı siyah renkli telefonlar, üzeri çeşitli yazı malzemeleriyle dolu olan masanın arkasında oturan adamın sadece başı görünüyordu. Onun küçük, çelimsiz vücudu oda ve büyük masayla bir türlü uyuşmuyordu. Güneşli tereddütlü adımlarıyla masanın önene yaklaştı. Saygıyla selam verdi. Başkan kafasını kaldırıp, onun yüzüne bile bakmadı. Suratı asılmış halde: Oturun, dedi ve uzun sıkıcı aradan sonra burnundan konuşmaya başladı: Fabrikada işler nasıl? Güneşli sandalye çekip oturdu, kendisine hakim oldu, acele etmeden cevap vermeye çalıştı: İş daha devam ediyor, Sayın Bedirbeyli Niçin? İstenilen zamanda yetiştiremedik. Niçin? Niçini çok basittir aslında, Beşir Osmanoviç, teknik sebeplerden dolayı. Sadece teknik mi? Evet. Başka hiçbir problem yok. Teknik sebep derken, siz neyi kastediyorsunuz? Örneğin, hava durumunu. Beklenmedik fırtınayla ortaya çıkan problemleri. Bunlar sebep olamaz! Bedirbeyli sonunda başını kaldırdı. Bilim adamı olsanız da hayal dünyanız çok zayıf. Yalan söylemeyi becermek gerek!... Kışın soğuk olması fabrikanın işe başlamasını engelleyemez! Haklısınız, Beşir Bey. Ben yalan söylemeyi beceremiyorum. Bu yüzden size bu hakikati aktarıyorum. Teçhizatların donmasını engellemek için gerekli önlemler alınmamış. Bundan dolayı da araçlar dondu. 384

194 Bu tedbirleri sizce kim görmeliydi? Projeden sorumu şahıslar. Aynı zamanda fabrikanın baş mühendisi, teknik personel. Tabiî! İş kötüye gittiğinde suçu başkalarının üzerine atmak çok kolaydır. Başkan alayla gülümsedi. Elindeki kurşun kalemi masanın bir kenarına fırlatarak, tehdit edici bakışlarını Güneşli nin gözlerine dikti: Biz her şeyden haberdarız! Bu işte düşman eli var!...güneşli temkinli hareket etti. Bu tür suçlamalara kendisini önceden hazırlamıştı. Ben bunu söyleyemem. Çünkü böyle bir şey hissetmedim. Tabiî siz hissetmezsiniz!... Başkan coştu. Devleti, partiyi aldatmak, milyonlarca parayı israf etmek, yüzlerce işçinin emeğini, zahmetini boşa çıkarmak, devleti zarara uğratmak sizin için elbette önemli değildir!.. Bu kararı vermek için acele ediyorsunuz, Bedirbeyli. Biz fabrika konusunda ümitsiz değiliz. İnanıyorum, ümitlisinizdir! Çünkü oradaki beleş milyonlar sizi heveslendirmiş olmalı! Sinirli tebessümü onun küçük gözlerini daha da küçülttü. sizin bu yalanlarınıza itibar etmeyeceğimizi bilmenizi isterim. Biz buna imkan vermeyeceğiz! Ben yalancı değilim, Sayın başkan. Ben bilim adamıyım! Boşuna uğraşmayın ben sizi çok iyi tanıyorum!.. Başkanın hilekar göz bebeklerinde kötü niyetten tevellüt eden korkunç kıvılcımlar parladı. Aniden sordu: Babanız nerededir? Güneşli iç çekti: Onu siz daha iyi biliyorsunuz. Evet, biliyoruz. Sibirya nın kuş uçmaz kervan geçmez bir yerindedir! Siz dost maskesi takmış düşmansınız! Sovyet yönetiminden babanızın intikamını alıyorsunuz. Arzularınız 385 gerçekleşmeyecek! Maskenizi düşüreceğiz. Mutlaka düşüreceğiz!.. Söhrap Güneşli artık tahammül edemedi. intikam kelimesi onun burada duyduğu hakaretlerin hepsinden daha da ağır geldi ona. Elinde olmadan masaya elini vurup, ayağa kalktı. Sizin böyle söylemeye hakkınız yok! diyerek bağırdı. Namuslu insanları lekelemeye hakkınız yok! Bedirbeyli başkan olduğunu tekrar hatırlat: Nerede olduğunuzu unutuyorsunuz galiba. Oturun yerinize! Güneşli oturdu. Ama yüreğindeki sözleri bitirmeden sakinleşemedi: Siz çok büyük hata yapıyorsunuz, Sayın başkan. Ben Sovyet yönetimine karşı olsaydım, sizin de söylediğiniz gibi babamın intikamını almak isteseydim, savaş yıllarında alırdım. Siz de buna şahitsiniz. O zaman benim nasıl çalıştığımı, zafer kazanmamız için nasıl çabaladığımı gördünüz. Nasıl olur da savaşın en kızgın anlarında ihanet etmedim en güvenilir adam kabul edildim de şimdi böyle bir yafta ile suçlanıyorum. Siz de biliyorsunuz ki Bakü nün müdafaası için elimden geleni yaptım. Peki o zaman niçin bu hususa dikkat çekmiyorsunuz? Eskilere dönmeyiniz. Bunu yapmakla suçunuzu kapatamazsınız! Önce göze girerek, itibar kazanmak, kendini Sovyet yönetimine yardım eden biri gibi tanıtmak, sonra da kötü amellerini hayata geçirmeye çalışmak bizim çok iyi bildiğimiz bir usuldür. Dilde Sovyet yönetiminin dostu, yürekte ise onun düşmanı olan insanların mezarını çoktan hazırladık. Gerekirse size de borçlu kalmayız. Yine çok yanılıyorsunuz, Sayın Bedirbeyli. Olmayan düşmanı aramak, insanlara iftira atmak doğru değildir. İnsanların gururuyla oynamak kabul edilemez. Bu Sovyet kanunlarına zıt bir harekettir!! 386

195 * * * Güneşli öyle sarsıldı ki, Bedirbeyli yle olan tartışmasının sonucu bile aklında değildi. Kendine geldiğinde fabrika sendikasında olduğunu fark etti. Gecenin geç saatleriydi. Sokaklar bomboştu. Söhrap kaldırımların buz bağlamış karlarını hışırdatarak bir hayli dolaştı. Soğuk vurdukça sinirleri bir hayli yumuşadı. Yorgun hafızasının bir köşesinde başkanın son cümleleri kulaklarında çınladı: Fabrika bir hafta içinde çalışmaya başlamalıdır! Yoksa sizinle sohbetimiz başka türle olacaktır! Çıkabilirsiniz!.. O, serseri bir kurşuna hedef olmuş gibi iki üç defa hayıflandı, kendisini eve zor attı, koltuğa uzandı, sesi çıkmadı. Merhamet daha uyumamıştı. Kocasının durgunluğunu başka türlü yorumladı. Onun işte rahatsızlandığını düşündü, çok dokunaklı konuştu: Sonunda istediğin oldu! Şimdi yat bakalım, ne kadar yatacaksın?! Canından bıkan çok insan gördüm; ama senin gibisini hiç görmedim... Söhrap konuşmadı. Karısının söyledikleri karşılık derinden bir ah çekti. Merhamet konuşa konuşa onun soyunmasına yardımcı oldu. Üzerini iki yorganla örttü. Ama Söhrap ın uykusu çok kısa oldu. Gecenin yorgunluğu ve yaşadıkları onu uykusunu kaçırdı. Aradan birkaç saat geçtikten sonra hemen yataktan fırladı, giyindi ve karısından habersiz fabrikaya gitti. Fabrikada morali biraz da bozuldu. İş tamamen durmuştu. Burada inşaat işlerinden sorumlu bir kişiden başka hiç kimseyi bulamadı. Sayın Kılıcov, adamlarınız nerede? diye sinirli bir tavırla sordu. Şahmalı Kılıcov başını indirdi. Gelmediler. Güneşli şaşırdı. 387 Peki, niçin?! Büyükler böyle uygun gördükleri için. Güneşli nin boğazı kurudu, Kılıcov a donuk, bütün ümitleri suya düşmüş bir insan edasıyla baktı: Bu nasıl bir oyun?.. Bir taraftan fabrikanın bir hafta içinde işe başlamasını talep ediyorlar, diğer taraftan da işi durduruyorlar... Söhrap kulaklarına inanmak istemedi. Ama Kılıcov u çok iyi tanıdığından şüphesini ona hissettirmedi. Şahmalı Kılıcov en zor, en sorumlu inşaatlarda çalışarak ün kazanmış birisiydi. Böyle biri asla yalan söylemezdi. Kılıcov onun düşüncelerini yüzünü bakan kederli gözlerinden okudu. Biraz sustuktan sonra açık konuştu: Durum çok vahimdir, dedi. Fabrika zamanında işe başlamadığı ve ürün verilmediği için artık ödenek ayrılmıyor. Kılıcov, Söhrap ın kederli bakışlarından onun ne düşündüğünü anladı. Biraz düşündükten sonra meseleyi açıkça söyledi: Durum çok gergin. dedi. fabrika çalışmadığı, üretime katkı sağlamadığı için kapatıldı. Ek ödenek de ayrılmayacak. Bundan dolayı da işçilerin maaşlarını kestiler. Az önce baş mühendis de buradaydı. Haberi bize o verdi. İşçiler de gitmek zorunda kaldılar. Bu durum, Söhrap Güneşli yi sanık kürsüsünde oturtup, ölüm kararını duymaktan daha kötü idi. O, tamamen yıkıldı. Her şeyin çok önceden halledildiğini anladı. Ona verilmiş ek süre belirli bir maksat için uydurulmuş bir hileden başka bir şey değildi. Güneşli dengesini kaybetti, gözlerine karanlık çöktü. Düşmemek için kendini zor tuttu. Kılıcov her şeyi hissediyordu. Ama sarsılan Güneşli yi teselli edecek söz bulamadı. Aniden ısrarla sordu: Rica ediyorum bana açık söyleyin. Hakikaten mi emeğinizin bir sonucu yoktur? Söhrap çok dalgın ve halsiz olarak cevapladı: 388

196 Siz bu işin nasıl olduğunu çok iyi biliyorsunuz, nasıl sonuçlanacağına da tahmin ediyorsunuzdur. Kılıcov bir şeyler düşündü. Evet, inanıyordum... dedi, durakladı. Aslında ben şimdi de inanıyorum. Ama bazen öyle durumlar oluyor ki, insan iki ara bir derede kalıyor. İşte şüphe doğuracak hiçbir şey yok. Her şey yolunda gidiyor. Sadece... Güneşli sözünü bitirmedi. Kılıcov un kalın kaşlarının düğümü açıldı. Yüzü güldü. İşte bana bu lazımdı. Sizin tereddüt etmediğinizi bilmek... Diğer şeyler kolaydır. Deminden beri burada oturup, çıkış yolları arıyordum... Risk etmeye ne dersiniz?! Kendi kararımızla yukarıdan izin beklemeden çalışmamıza devam edelim mi? Nasıl? Güneşli ümitsizlikle sordu. İşçilerle konuşalım, durumu anlatalım. Bu ne işe yarayacak, bize inanırlar mı ki? İnanırlar! Kılıcov kendisine güvenerek cevap verdi. Siz işçi psikolojisini bilmiyorsunuz. Onlar çok mert insanlardır. Bizim, sözümüzden geri dönmediğimizi, sözümüzde olduğumuzu hissetseler bize yardım edeceklerdir mutlaka. Diyelim ki, inandılar. Ücretsiz çalışmaya razı olacaklar mı? Kılıcov gülümsedi. Niçin ücretsiz olsun? Fabrika işe başladığında herkes kendi emeğinin karşılığını alacaktır elbette. Güneşli omzunu silkti. Düşünceli bir tavırla yere baktı. İnşaat mühendisi onu ümitlendirmişti. Moralinizi hiç bozmayın. İşçilerle konuştum, öğlenden sonra geri dönecekler. Onlarla kendim açıkça konuşacağım. Beni dinleyeceklerinden eminim. Başladıkları işi yarım bırakmak onlar için de iyi değil. Gururlarına yediremezler. Peki ilgili kurumlar duyarlarsa? Bizi suçlamazlar mı? 389 Ben o konuda düşündüm. Siz meseleye karışmayın, hiç kimseyle tartışmayın. Cevaplarını ben kendim vereceğim. Bürokratları işçi diliyle, işçi mantığıyla inandırmak daha kolaydır. Şahmalı Kılıcov un akıllı sözleri Söhrap Güneşli nin yüreğinde yeni ümitlerin filizlenmesine sebep oldu. Çok teşekkür ederim! deyip, kederlendi, gözleri yaşla doldu, teşekkür etti. Çok sağ olun! İşçilerinizden benim yerime de ricada bulunun lütfen. Maaş konusunda endişe etmesinler. Gerekirse ben kendim veririm ücretlerini. Kılıcov elini samimiyetle Güneşli nin omzuna koydu, şakayla ona cevap verdi: Buna gerek yok. İşçinin bilim adamının parasına ihtiyacı yok, dedi. * * * İşçiler hakikaten de öğleye doğru geri döndüler. Kılıcov gereken konuşmayı yaptı. Durumu anlattı. Çalışmaya devam etmeye hiç kimse karşı çıkmadı. Asılana bakılırsa iş o kadar da zor değildi. Zor işlere, ciddi teknik çalışmalara gerek yoktu. Esas inşaattan ziyade basit işler kalmıştı. Taşıyıcı ve kimyasal reaktif dağıtan boruları birleştirmek, içi buharla dolu ek borular çekmek ve her iki boruyu birbirine ekleyip üzerini bezle bağlamak gerekiyordu. Bu, sıcaklığın dışarı sızmamasına, hararetin aygıtlarda kalıp reaksiyonun istenilen düzeyde olmasına yardımcı olacaktı. Sadece bu kadar... Güneşli her şeyi sade ve anlaşılır bir dille işçilere anlattı. İşçiler hemen işe başladılar. Ama karşılarına başka bir engel çıktı... Bir iki saat geçmeden baş mühendis bağırarak fabrikaya geldi: Ne yapıyorsunuz siz kendi başınıza burada?!. Size kim izin verdi?! Bu kadar işçinin ücretini kim ödeyecek?! diyerek Güneşli nin karşına geçti. 390

197 İddialı, suçlamalı sorularla öyle hücum etti ki, Güneşli hangi soruya cevap vereceğini bilemedi. Kılıcov ileri gelerek: Ne oluyor? diye, sordu. Neden bağırıyorsunuz böyle? Baş mühendis, Kılıcov un sesini arkadan duyunca, ona döndü. Yeniden coştu: Siz de mi buradasınız?!.. Bu durumu yapan sizsiniz demek!? Kılıcov un cevabı da sorusu gibi soğukkanlı oldu: Haklısınız. İşe başlama iznini ben verdim. Yanlış yapmışsınız. Hemen durdurun! Bu mümkün değil. Niçin?... Peki emir ne olacak? Bu yukarının emridir!... Baş mühendis sinirden küplere bindi. Devlet kanunu, parti disiplini size ait değil mi yoksa?! Elbette aittir. Kılıcov sakinliğini muhafaza etti, sükunetini kaybetmedi. Biz bu ülkenin vatandaşıyız. O zaman lütfen ülkenin kanunlarına uyun. Ve unutmayınız ki, siz burada sadece ama sadece görevlisiniz. Kendi kendinize karar verme gibi bir lüksünüz yok. Verilen emre itaat etmek, ona kayıtsız şartız uymak zorundasınız. Kanunları herkes farklı anlar, Sayın mühendis. Bizim anladığımız kanuni zorunluluk, çalışarak işi sona erdirmektir. Emeğimizin heder olmaması için çaba sarf etmektir. En önemli görev, zannımca budur. Bizi aldatamazsınız!... Boş boş konuşmakla elinize bir şey geçmeyecek. Bu havanda su dövmektir. Sahte vatanseverliktir... Baş mühendis sesini yükselterek suçlamaya, karşı hakarete geçti: Parti disiplinini bozmak, yönetimin emrini umursamamak, ona karşı çıkmak affedilmez bir cinayettir. Bunu yapanlar en ağır cezaya layıktır! Eğer bir dakika içinde çalışmanızı durdurmazsanız gerekli makamlara haber vereceğim ve sonucu sizin için çok ağır olacak! 391 Kılıcov sonuna kadar temkinli hareket etti. Mühendisin son sözlerini de soğukkanlılıkla karşıladı. Tabi buyurun, nereye isterseniz gidin, ne isterseniz yapın. Bırakın da işimizi yapalım. Sonuçların kimin için iyi olacağını sonra konuşuruz! Ve baş mühendis olarak bütün işlerden sorumlu olduğunuzu aklınızdan çıkarmayınız. Buradaki her çalışmadan dorudan siz de sorumlusunuz. Her türlü önlemi ilk olarak siz düşünüp almalısınız. Eğer ceza meselesi gündeme gelse emin olunuz, siz de sanık sandalyesinde ilk sıralarda olacaksınız. Bunu unutmayın...! Baş mühendisin boğazı kurudu, yüzü beyazladı. Dili sürçerek bağırmaya başladı: - Her şey belli oldu!... Size bunları öğreten, bize karşı çıkaran, işte bu Güneşli dir. Olsun! Kimin suçlu olacağını görürüz! Görüşürüz! Ertesi sabah erkenden Söhrap Güneşli, Devlet Güvenlik Komitesine çağırıldı. Binanın birinci katında ona eşlik etmesi için eli silahlı bir görevli verdiler. Suratından düşen bin parça olan görevli onu asansörle yukarı kata çıkarırdı. Görevli onu bir odaya getirdi. Çıplak duvarlı, sıkıcı küçücük odanın bir köşesinde bulunan mavi örtülü masanın araksında kaptan rütbeli, zayıf bir adam oturmuştu. Kaptanın başı üzerinde Beriya nın portresi asılmıştı. Güneşli daha kapıdayken her şeye göz attı. Kaptan soğuk ve ciddi bakışlarla önce bilim adamına, daha sonra kolundaki saate baktı. Güneşli ye oturması için yer gösterip, masanın çekmecesini açtı. Kağıt ve kalem çıkardı. Kısa soru ve cevaptan oluşan soruları bir tutanak doldurdu. Sonra soğuk bakışlarını Güneşli nin gözlerinin içine yöneltti. Buraya niçin çağırıldığınızı biliyorsunuz, herhalde? Güneşli cevap verdi: Hayır, bilmiyorum. Kaptanın altı kararmış göz kapaklarını aşağıya doğru indirdi. Elini telefona doğru uzattı, ahizeyi kaldırdı ama kulağına yaklaştırmadı. Bir şeyler düşünüp yerine bıraktı. 392

198 Bir dakika! diyerek ayağa kalktı. Düzgün adımlarla odadan çıktı ve kapıyı açık bıraktı. Görevli açık kalan kapının arkasından göründü. Orada direk gibi hiç kıpırdamadan duruyordu. Güneşli nin yüreğinde acı bir duygu belirdi: Aman dikkatli ol, kaçabilirim!... Kaptan geç döndü. Bekleyin. Sizinle general Halidov konuşacak. diyerek yeniden çıktı. Güneşli çok bekledi. (Herhalde bu da özel ceza usulüydü.) İki saatten daha fazla dört duvar arasında, silahlı bir nöbetçi nezaretinde kontrol altında oturup, beklemekten yoruldu. Aklından bin türlü fikir geçti: Galiba, benimkisi buraya kadarmış. Beni buradan annemin, babamın gittiği yola gönderecekler... Bu dehşetli düşünceden bütün vücudu titredi. Sonunda, kaptan geldi. Söhrap ı çocuk gibi yanına alıp, generalin odasına götürdü. Bekleme cezasına burada da fazlasıyla çekmiş oldu, gözlerinin feri kaçtı. O açlıktan, susuzluktan mahvoldu. Kapalı siyah derili kapı, ürperten bir sesle açılınca Güneşli korktu. İçeriden kel afalı birisi başını dışarı uzattı. Güneşli, buyurun! Kel adam başını hemen geri çekti. Söhrap eşiğe geldiğinde deri kapı şiddetle kapatıldı. İki, üç, dört kez kilit sesi geldi. Karşıda kendiliğinden açılan bir kapı daha vardı. Kendi kendine aralandı. Söhrap hayret etti. Bu durum ona çocukken okuduğu sihirli masalları hatırlattı. Generalin uzun ve büyük odasında Söhrap ın dikkatini çekecek hiçbir şey yoktu. O, çok yorgundu. Ayaklarında takat kalmamış, çok yıpranmıştı. Çevresinde olanları görecek durumda değildi. Gözleri ayaklarının altını zorlukla görüyordu. Son kuvvetini toplayarak ileriye adım attı. Generali yakından görünce sevindi. Gözlerine yeni ışık, dizlerine güç geldi. Onlar birbirini tanıyorlardı. Aynı dönemde okumuşlardı. Hatta bir zamanlar arkadaşlık da etmiştiler. Evet, karşısında duran general rütbeli bu adam, üniversitenin eski genç komünistler 393 komitesinin katibi Seyfeli Halidov du. Çok kısa sürede o bu general rütbesine... Söhrap, Güneşli ona imrendi. Üniversite arkadaşının bu makama gelmesine çok sevindi. Böyle ilerleme, başarı elde etme herkese nasip olmazdı. Sevincini Seyfeli yle paylaşmak, onu en içten samimiyetiyle kutlamak isteğinden kendini alıkoyamadı. Her şeyi unutup, gülerek biraz da ileriye geldi. Yüksek sesle memnuniyetini ima eden bir sesle selam verdi, generalin elini samimiyetle sıkmak istedi. Ama Halidov aradaki resmiyeti korudu. Selamı gönülsüz, başını sallayarak aldı ve oturması için işaret etti. Güneşli nin sevinci de, güzel duyguları da o anda yok oldu. Rengi attı. Bütün sülalesini sövseydiler belki bu kadar üzülmezdi. Elleri titreyerek sandalye çekip oturdu. Halidov elini çenesinin altına koydu, Güneşli yi soğuk bakışlarıyla süzdü. Biraz vakit geçtikten sonra yavaş yavaş konuşmaya başladı: Siz üniversite okudunuz mu? Söhrap ın kalbinde yeniden ümit kıvılcımları parlamaya başladı. Seyfeli nin onu tanımadığını düşündü. Sevinerek cevap verdi: Evet, okudum, dedi. Halidov un bakışları sertleşti yılları asında değil mi? Evet, öyle yıllarında, sizinle aynı dönemde okudum. Yanılmıyorsam soyadınız da Soltanov dur? Evet, Soltanov dur. Burada Güneşli yazıyor. General parmağının ucuyla sorgu kağıdını gösterdi. Niçin böyle? O, benim mahlasımdır. Doğduğum köyün ismidir. Siz şair misiniz ki, mahlas kullanıyorsunuz? 394

199 Mahlası yalnızca şairler kullanmaz, ilim adamları da kullanabilir. Halidov un kaşları çatıldı, alaylı ifadeyle: Belki başka bir maksat için almışsınızdır?... Kendi soyadınızı gizlemek için. Güneşli nin canı sıkıldı. Yanıldığı için, samimi duygulara kapılıp kendini aldattığı için üzüldü: Kimden medet umuyorsun, kime bel bağlıyorsun?! diyerek sinirlendi. Seyfeli - yle ne zaman can, ciğer oldun?! Eskiden olanları sen unuttun; ama onlarında da unuttuğunu mu sanıyorsun? Yok! Herkes senin gibi aptal, akılsız değil!!. Kalbi sızlanarak dedi: Diyelim ki, sizin söylediğiniz gibi olsun. Soyadımı gizletmek için mahlas edindim, mahlas kullanıyorum... Bunun Sovyet hükümetine ne gibi zararı var? Halidov Güneşli nin sorusunu cevapsız bıraktı. Masasında bulunan kağıtlara bakarak bir şeyler okuyup ilave etti: Siz aynı zamanda korunmuşsunuz. Sadece soyadınızı değil aynı zamanda özgeçmişinizi de değiştirmişsiniz... Söhrap ın içinde coşan duygular birden dilini açtı: Ben bir meseleyi bir türlü anlayamıyorum. Niçin bana her zaman şüphe ile bakıyorsunuz? Niçin sosyal geçmişimi, halk düşmanının oğlu olduğumu her yerde, her adımda yüzüme vuruyorsunuz? Niçin?...Bütün bunları ne maksatla yapıyorsunuz? Ben kaç yıldır namusumla, vicdanımla çalıştım. Benim vermiş olduğum hizmetler, faydalı çalışmalar birçok bilim adamından daha üstün olmuştur. Bir bilim adamı olarak, bir vatandaş olarak ülkem için elimden ne geldiyse yaptım. Devletimin çıkarlarını kendi şahsi çıkarlarımın üzerinde tuttum. Peki niçin hala bana inanmıyorsunuz? Bana itimat etmiyorsunuz? Yaptıklarınız benim maneviyatımı sarsıyor. Eğer düşmansam, beni kendinize yabancı olarak görüyorsanız, neyi bekliyorsunuz, hadi çıkarın idam kararımı. Ben da kurtulayım, siz de Sinirlenmeyin. Sakin olun!.. Halidov sesini yükseltmeden, sinirlenen Güneşli yi sakinleştirmeğe çalıştı. Size düşmansın diyen olmadı. Eğer düşman olduğunuzu düşünüyorsak, o zaman ne yapacağımızı biz biliriz. O zaman sizinle fikir teatisinde bulunmayız bile. Şimdi bir soruma cevap verin. Fabrikanın çalışmamasına, yapılan masrafların israf edilmesinin sebebi nedir? Neden üretim bu kadar gecikiyor? Güneşli hemen cevap verdi: Kuşku ve kıskançlık! Halidov kaşlarını çattı, kirpikleri süratle peşi sıra açılıp kapandı. Anlamadım. Güneşli hafif gülümsedi. Anlaşılmayacak bir şey yok, Sayın general. Siz benden çalışmamızın niçin bu kadar geciktiğini sordunuz, ben de kuşku ve kıskançlık, dedim. Bir de vazifeleri kendi çıkarları için kullananlar. Yine anlamadım! Halidov kızardı, bozardı, Söhrap a sert sert baktı. Bakışları buz gibi soğuktu. Biraz açık konuşun, hangi kuşku ve kıskançlıktan bahsediyorsunuz? Görevini kendi çıkarları için kimler kullanıyormuş? Güneşli açıklama yapmak için acele etmedi. Ölümü göze almış bir insan edasıyla, hiçbir şeyden çekinmeden generalin gözünün içine baktı ve devam etti: Kuşkunun mahiyetini biraz önce izah ettim. halk düşmanının oğlu lekesi var alnımda. Ne kadar çalışsam, gece gündüz didinip elimden geleni yapsam, kimsenin yapamadığını yapsam da çıkan en küçük problemde, gerginlikte hemen düşman oğlu olduğum hatıra geliyor ve üzerime geliyorlar. Güya ben toplum için yapılan işleri engelliyor, birilerinin intikamını alıyorum. Kıskançlığın açıklaması ise bazı yetkili şahısların beni kabul etmemesidir. Onlar beni görmeye tahammül edemiyorlar. Bilimsel, tekniki bir konuda yeni bir buluş 396

200 yapacağımız zaman hemen saldırıya geçiyorlar. Üstümüze gelemeye başlıyorlar. Her türlü engeli çıkarıp oyun üstüne oyun oynuyorlar. İşgal etmiş oldukları makamları bu amaç doğrultusunda çok iyi kullanıyorlar. Niçin? Ben sağ olduğum müddetçe, çalışmalarımı sürdüğüm sürece onların ayaklarına dolaşıyor, onlara engel oluyorum. Sahte prestijlerini baltalıyorum. Size öyle geliyor olmasın? Kendinize olan aşırı güveninizden, kendinizi çok beğenmenizden, büyük bilim adamı iddiasından bu söyledikleriniz kaynaklanıyor olamaz mı? Halidov bu kinayesiyle Güneşli yi iğneledi. O, bu acılara da tahammül ederek sabırla cevap verdi: İlk önce şunu belirteyim ki, ben hiçbir zaman kendime hayran olmadım. Kendini herkesten yüksek olarak görme hastalığına tutulmadım. Bu meseleyi de size yanlış iletmişler. İkincisi, eğer böyle bir şey olmuş olsaydı, ben kendi hayalimle, hasta tasavvurumla çarpışmış olsaydım, şuan konuya sizin karışmanıza ihtiyaç kalmazdı. Daha aşağılarda hallolurdu. Generalin yüzündeki sertlik biraz da olsa azaldı. Bakışları yumuşadı. Verilen mantıki cevap çok hoşuna gitmişti. Peki, söyle bakalım, size mani olanlar kimlerdir?.. Delillerle, ispatlarla konuşun ama. Genel ifadelerin, sözlerin biliyorsunuz inandırıcılık yönü çok zayıftır. En önemli sebep, fabrikalar birliğinin başkanı Bedirbeyli bana her zaman karşı olmuştur. İşlerini sağlam ve objektif yapmıyor. Fabrikanın çalışmamasının da tek sebebi odur. Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz? Beşir Osmanoviç nun bana karşı olan şahsi kini. Onun sizinle ne gibi özel durumu olabilir ki?... Halidov yüzünü buruşturdu. O kim, siz kim? Söylediklerim size saçma görünmesin, Sayın general. Bunun bir hikayesi var. Sayın Bedirbeyli daha fabrikalar bir- 397 liğine başkan seçilmeden önce, üretimde çalıştığı zamanlar bir tez yazmıştı. Kısa ve kolay yoldan üretimden ilme geçmek geçerek akademik kariyer yapmak istiyordu. Esere rapor vermek için enstitü beni görevlendirdi. Çalışma ilmi yönden yetersizdi. İyi bir çalışma değildi. Bilimsel ve teorik açıdan oldukça zayıftı. Çalışmanın savunmaya alınması uygun değildi. Bundan dolayı da olumsuz rapor yazdım. Eser üzerinde yeniden çalışılması gerektiğini söyledim. İşte o zamandan beri SayınBedirbeyli benden nefret ediyor. Halidov gözlerini süzdü. Başını razı olmadığını ima ederek salladı: Bu söyledikleriniz delil değil. Faraziyelerdir. Hayır, Sayın general! Faraziye değil. Rica ediyorum, söyleyeceklerimi dinleyin... Güneşli birkaç dakikalığına sustu. Uzun süre devam eden gergin dakikalardan sonra ağzı kurumuştu. Generalin masasının ta öbür ucunda olan sürahiye baktı. Ama su istemeye cesaret edemedi. Boğazını bir şekilde ıslatıp zorlukla devem etti: - Dün o çağırdı beni. Beraberce el ele verip, engelleri kaldıracağımıza, beni suçladı, beni düşman olarak nitelendirdi. Sonra da işleri yoluna koymam için bana bir hafta zaman verdi. Bir gün geçmeden baş mühendisi göndererek işin durdurulması için emir verdi. İşçilere, personele, maaş vermemekle tehdit etti. Peki, bu garaz değil mi? Bu durumu nasıl yorumlarsınız? Halidov kaşlarını çattı, bir şeyler düşündü. Rast gele sordu: İyi hatırlattınız... İşçiler arasında propaganda yaptığınızı söylüyorlar. Devrime karşı yönlendiriyormuşsunuz, onları yönetime karşı kışkırtıyormuşsunuz. Bu doğru mu? İftiradır! Güneşli boğuldu. Zaten zor çıkan sesi tamamen kısıldı. Mecbur kalınca su istedi. General bunun üzerindeki zile bastı. Kapıda beliren memurdan su getirmesini istedi. Söhrap su dolu bardağı bir 398

201 nefeste içti. Utanmasa, yine isteyecekti, bir bardak su susuzluğunu gidermedi. Ama çekindi. Kendine geldikten sonra konuşmasına devam etti: Yalan söylüyorlar. Bütün bunlar o kuşkunun, bana sürülmek istenilen lekenin sonucudur. Bana karşı kullanılan bir silahtır. Benim işçilere ne gibi propaganda yapabilirim Sayın general? Bunu neden yapayım ki?...bunların hepsi iftiradır. Ben işçilerle iç konuşmadım. Sayın Bedribeyli yle olan konuştuktan sonra hasta olmama rağmen fabrikaya gittim. Her şeyin tamamen durdurulduğunu gördüm. İşi yürüten şahısları gidip budum. Ondan işçilerin nerede olduğunu sorunca, yukarıdan emir geldiğini, fabrikanın işinin durdurulduğunu söyledi. Oturup, onunla biraz dertleştik. Fabrikanın inşaatına verilen paranın, çekilen zahmetin boşa gitmeyeceğine onu inandırdım. Düzeneklerin yapıldığı sırada boruların birleştirilmesi sırasında ortaya çıkan problemlerin nasıl izale edileceğini ona anlattım. O da, sağ olsun, işçileri geri çağırdı, onlarla konuştu. İşçiler de işlerini bitirmeye karar verdiler. Eğer propaganda dedikleri bu ise bunun neresi propaganda? Ya, o teknolojik hatalar niçin oldu?... Niçin o kusurlar önceden ortadan kaldırılmadı? Bu sorunun cevabını ben değil, fabrikalar birliğinin sorumluları vermeliler. O baş mühendis ve diğerleri. Çünkü inşaattaki tüm işlerden onlar sorumlular. Bu tür yanlışlıkları onlar önleyebilir. Ben sadece projeyi hazırlayıp, vermekle sorumluyum. Bilim adamıyım. Sözü edilen proje defalarca kontrol edilip doğrulandıktan sonra teslim edilir. Her yönden doğruluğu ispatlandıktan sonra, hataları ortadan kaldırılır fabrikaya gönderilir. Yani şimdi ortaya çıkan problemler fabrika yapıldığı sırada olmuştur. Onlar bu hataları ortadan kaldırmak için çalışacakları yerde bir günah keçisi arıyorlar. Bütün hatalarını benim üzerime yıkmaya çalışıyorlar. Garaz dediğim, menfur düşünce budur! General düşünceye daldı. Yüzündeki buruşukluklar yumuşadı. Soğuk bakışlarının buzu biraz daha eridi. Onaylarcasına başına salladı. 399 Ama Söhrap Güneşli bütün bunları görmedi. O çok heyecanlanmıştı. İç dünyasında isyan vardı. Yüreği yanarak konuşmaya devam etti: Ben ilk dediğim sözüme dönmek istiyorum, Sayın general. Artık sabrım, tahammülüm kalmadı. Hayatımdan bıktım artık. Bu benim için hayat değil, azap ve işkencedir... Hiçbir şekilde bana inanmıyorlar. her adımım, her davranışım şüphe doğuruyor, maneviyatıma hakaret ediliyor, ben bu şekilde yaşamak istemiyorum. Emir verin, beni tutuklasınlar. Ha böyle tutsak olmuşum ha öyle ne fark eder? En azından manevi sıkıntılardan kurtulmuş olurum. Halidov sustu. Karşında büzülmüş, küçülmüş olan ilim adamına dalgın dalgın baktı. Ne düşündü? Onun haline üzüldü mü, onu kınadı mı? Bilinmedi. Bir hayli vakit geçtikten sonra resmi sesi nispeten yumuşadı: Boşuna bu şekilde düşünüyorsunuz. Gidin işinizi yapın, dedi. fabrikanın kusurlarını onarın, kendiniz yapın bunları. Biran önce işi bitirin. Moskova bizden ürün bekliyor. Arayıp, neden geç kaldığımızı soruyorlar sürekli. Acele etmemiz gerekiyor. Söhrap ayağa kalktığında başı döndü. Gözleri karardı... Fabrika bir hafta içinde işe başladı. Devlet tarafından törenle açıldı. Söhrap Güneşli ise açılışa katılamadı. Hastalandı, hastaneye kaldırıldı. Bir buçuk ay tedavi gördü Bölüm Vugar endişeliydi. Söhrap Güneşli nin umursamaz, dünyadan el etek çekmiş hali onu korkuttu. Niçin susuyor?... Neyi bekliyor? Bana hep mücadele etmemi, ümidimi kaybetmememi söyleyen birisi şimdi niçin soğukkanlılıkla öylece oturuyor?... diye, kendi kendine düşündü. Sakince oturup sesi sedası çıkmıyordu. Danışman hocasının bu durumunu içinden kınadı. O an aklına gelen başka bir düşünceyle dehdownloaded from KitabYurdu.org

202 şete kapıldı: Yoksa, bu nutuklar onu da mı tesiri altına adı? Problemin halline olan güvenin, benim geleceğime o da mı inancını kaybetti?.. Vugar biraz da heyecanlandı. Çektiği zahmetler, bir gözlerinin önünden geçti. Ayağa fırlayıp ona yapılan suçlamalara karşılık vermek istedi. Herhalde, hakkını savunmak için, ilmi delilleri yetecekti. Onu sustursalar da yalnız kalıp zor duruma düşse de bu adaletsiz iddialara cevap verip rahatlayabilirdi. Güneşli hala kendi dünyasına kapılmış bir vaziyetteydi. Bedirbeyli ye bakarak düşündü: Boynuzun yine sivrilmiş Beşir Osmanoviç. O eski, çirkin amellerinden hala vazgeçmemişsin. Yine kana susamışsın. Ama bu defa elin boşa çıkacak! Vugar ın içindeki fırtınalar uzun sürdü. O kendisini toplayıncaya kadar Güneşli nin sesi sessiz salonda yankılandı: Başka fikir söyleyecek yoksa, izin verin ben de kendi düşüncelerimi söyleyeyim. Profesör ün sabırlı, sakin konuşması Vugar ın da yüreğine su serpti. Telaşı, heyecanı yerini sevince bıraktı. Şimdi herkesin dersini verecek!... Bedirbeyli sesini bile çıkaramayacak! Güneşli sakin adımlarla ileri çıktı, ama kürsüye çıkmadı. Ben konuşmaların hepsini dikkatlice dinledim, diyerek söze başladı. Dinledim... Ve doğrusunu söylemek gerekirse çok üzüldüm. Niçin? Burada bulunan meslektaşlarımın beni ve asistanımın çalışmasını tenkit ettikleri için mi?... Elbette, sebep bu değil. Sağlam tenkit ve teorik tartışma her ne kadar rahatsız edici ve acı olsa da bizim için şifadır, faydalıdır. Bedirbeyli kabalık sergileyerek onun sözünü böldü: Sakin sakin konuşup, gözümüze kül serpme, Söhrap! Bize nasihat etme. Sadede gel! Güneşi karşılık vermedi. Nefes alıp, aynı tavırla devam etti: Ama maalesef duyduğum tenkitlerin hiçbirinde sağlam, faydalı olmadığını gördüm. Bize karşı olanlar kendi garezlerini saklamadılar. Kusurlarımızı göstererek bize yardım edeceklerine, bizi suçladılar... Hatta siyasi olarak suçlamaktan da 401 geri kalmadılar. Olsun, ben böyle şeylerden kırılmam. Benim üzülmemin sebebi bazı arkadaşların küçük ve anlamsız duygulara kapılmasıdır. Bencil ruh hali, ve sadece kıskançlıktan doğan inkar etme duygusudur!... Biz hiç olmazsa mukaddes işimizin hatırı için onun geleceği için vicdanımızı susturmayalım, sübjektif olmayalım. Sonra bu halimizden utanırız. Bu yaşımızda utanç teri döküp toplum karşısında mahcup oluruz. Birileri kızgınlıkla söylendi: Haklısınız, vicdanın susması rezalettir! Bedirbeyli sinirle elini salladı. Süslü bir kelimedir!... Böyle tumturaklı gelişigüzel kelimelerle konuşup, dinleyenlerin hoşuna gitmek, dikkati esas meseleden başka yöne çekmek Söhrap ın eski adetlerindendir. O, şimdi yine aynı politika ile bu gergin durumdan kurtulmak istiyordu. Güneşli sakinliğini koruyarak devam etti. Burada çıkışı olmayan bir durum söz konusu değil, Beşir Osmanoviç, diyerek gülümsedi. Şemsizade nin ilmi çalışmasının önemi, sanayi için taşıdığı değer hepimizin malumudur. Herkes bunun asrımızın büyük bir teknolojik eseri olduğunu biliyor. Şehrimizdeki arabalar neredeyse şehrin nüfusu kadar oldu. Artık büyük caddelere, yollara sığmıyorlar. Bu araçlardan çıkan zehirli gazlar ciddi olarak insan hayatını tehdit eder hale geldi. Bu zehirli gazlar havayı kirletiyor, insanları nefes alamayacak duruma getiriyor. Bu durum, özellikle de Bakü gibi sanayi şehrinde daha dayanılmaz oluyor. Yüzlerle fabrika borularından çıkan dumanlarla birlikte araçlardan çıkan kükürt ve kükürt asitleri havaya yayılıyor. Neticede atmosferdeki ültraviyole ışınlar azalıyor ve hava kirliği sınırları zorluyor. Bütün canlılar bundan zarar görüyor. Havanın ve atmosferin kirlenmesini önlemek günümüzde en önemli problemlerden birisidir. Söylediklerinizin hepsinden bilim çevreleri tarafından uzun süredir bilinmektedir, Söhrap Murguzoviç. Bu konuyla 402

203 ilgili dünyada birçok bilim adamı kimyager çalışmalar yapmaktadır. Siz, asistanınızla geç kalmışsınız! Yanılıyorsunuz, Beşir Osmanoviç! Bu, öyle büyük bir mesele ki, onun halledilmesi için bundan sonra da birçok ilim adamı çalışacak, emek sarf edecektir. Bu tür çalışmalara sınır konulmamalı. Bu konuyu araştıran ilim adamlarının her birisinin kendisine has ilmi usulleri, teorik ve teknolojik metotları vardır. Hiç kimse diğerini tekrar etmiyor. Bedirbeyli kendi zaferine emin olmuş gibi rahatladı. Bağırmadan, alayla dedi: Çok değerli, Söhrap Murguzoviç, bilmelisiniz ki, bu yeni bir problem değildir. Yalanınız nihayet gün yüzüne çıktı. Sizin yeni icat olarak nitelendirdiğinizi Amerika çoktan keşfetti. Onu Etil Korporeyşn şirketi sanayide kullanmaya başladı bile. Buyurun, okuyun! O, güzel bir şekilde yayınlanmış dergiye başı üzerinde sallayarak herkese gösterdi. Sonra da Söhrap ın karşısına attı. Güneşli onun bu davranışını da umursamadı. Ayaklarının altına düşen dergiyi kaldırmadı. Cevap verdi: Zahmet etmişsiniz, Beşir Osmanoviç. Biz bunu biliyoruz zaten. Eğer siz daha yeni haberdar olduysanız, bu sizin probleminizdir. Mangan antidedanatorun ilk mucitleri Micley ve Boydur. Bu daha da kötü! Bedirbeyli yüzünü salona çevirdi. Asistanın da, danışmanın da hırsızlık yaptığı ortaya çıkmıştır. Desenize bizimki hırsızlık peşindedir. Asla! Güneşli kızdı. Siz bu sözlerinizle çok büyük bir yanlış yapmış oluyorsunuz, Söhrap Osmanoviç! Bu konu üzerinde 1954 yılından itibaren birçok ilim adamı, çeşitli şirketle çalışıyor. Fişer ve Yip, Payper ve Kotton, Braun ve Şapiro... Bu ilim adamlarından her biri aynı kimyasal birleşmenin başka başka yönlerden ele aldılar. Onun sentez usulünü, teknolojik usullerini, maddelerini içeriğini değiştirerek, herkes kendine özgü olarak çalışmıştı. Bizim bazı büyük Sovyet ilim adamları, 403 ilmi araştırma merkezleri de bu problemle ilgileniyorlar. Asistan Vugar Şemsizade nin bulduğu yeni yakıtsa tamamen başkadır. Kimyasal içeriği ve üretim metoduyla diğerlerinden ayrılıyor. Çok güzel!...bedirbeyli elini ağzına tutarak alayla güldü. Yoksa, sizin Şemsizade niz ender bir şahsiyet mi?! Dünyanın büyük alimlerinin bulamadığı bir problemi ağzından süt kokusu gelen asistan mı bulmuş, bunu mu söylemek istiyorsunuz?! Ben bu konuda kesin bir söz söylemiyorum. Gelecekte ekonomi ve sanayi bakımında Şemsizade nin buluşundan da önemli icatlar yapılabilir. Şuan ise söylediğiniz gibi ağzından süt kokusu gelen asistanın projesi büyük bir süreçtir. Ya, proje şubesinin olumsuz raporuna ne diyeceksiniz? Bunu nasıl açıklayacaksınız? Proje şubesinin raporu hakkındaki görüşlerim başkadır. Bu raporda haklı hususlar vardır, çalışmada olan bazı yetersizlikler hakikaten de bulunmaktadır. Ama bu kusurlarda büyütülecek kadar ehemmiyetli değildir. Onlar teknik eksiklilerdir. Proje şubesi için hazırlanan raporda bazı dikkatsizlikten dolayı hesap hatalarına yer verilmiştir. Katalizörlerin birleşenleri ve miktarı aynı acelecilikle hatalı gösterilmiştir Tekrar ediyorum bunlar teknik hatalardır. Proje şubesi dünyayı ayağa kaldıracağına asistanla birlikte o hataları düzeltebilirdi. Böyle şey olur mu?! Bedirbeyli yeniden öfkelendi. Ahlaksızın biri için bu kadar imkan sağladığımız yeter artık! Zehirli gazlar eğer atmosferimizi kirletiyorsa, ahlaksız insanlar da toplumumuzu aynı şekilde bozuyor. Hatta ikinciler birinciye göre daha da zararlıdırlar. Şura üyeleri şaşırdılar. Bütün bakışlar Bedirbeyli ye doğru yöneldi. Bu sözlerin bir açıklaması vardı mutlaka!.. Güneşli hayret içinde sordu: Ahlak meselesinin, manevi temizliğin tartışılan bilimsel konuyla ne ilgisi var, Beşir Osmanoviç? 404

204 Var, Söhrap, ilgisi var! Bedirbeyli büyüklenerek konuştu. Biz kendi aramızda bu tür insanlara yer vermemeliyiz. Onlara tüm kapılarımızı tamamen kapatmalıyız! Sözleriniz çok kapalı, açık konuşun, Beşir Osmanoviç. Muammalı, tahkir içerikli sözler ne anlama geliyor?! Açık mı konuşayım? Seve seve!.. Beşir gururla çenesi uzatıp çekti. Bilimsel teorik tartışma onun istediği yöne gelmişti. Sevinerek devam etti: Sizin asistanınız olacak, arkada oturup kurnaz kurnaz bize bakan bu adam, çok düzenbaz birisidir. Kendisini çok güzel gizlemiş. Herkese kendisini sevdirmiş. Konunun üstü daha dün açıldı. Onun bir adamın kızına aşık olduğu, ekmeğini yiyerek üniversiteyi bitirdiği, diğer bir adama ise yağ yakıp asistan olduğu açığa çıktı. İnsanları kuşkulandırmayın, ispatlayın dediklerinizi. Delil mi istiyorsunuz?. Bedirbeyli Merhamet Hanımdan duyduklarını daha süslü bir şekilde anlatmaya başladı: Şemsizade talebeyken bir işçi kızına aşık olması onun işine yarıyordu. Bu sevgi ile kendisine bir ortam buldu. Öğrenimini tamamladıktan sonra, makam, mevki edinmek için kendine başka bir sevgili aradı. Çok uzaklarda aramadı bunu, Söhrap Murguzoviç. Sizin kendi ailenizde aradı ve kısa sürede de buldu. Birkaç yıl flört ettiği kızı unutarak sizin kızınızı seçti. Niçin?.. Çünkü ilmi talihi sizin ellerinizdeydi. Ona arka çıkacak, onu kollayacak birisi gerekiyordu! Vugar sarsılmıştı. Bedirbeyli bu iftirayı, bu yalanı nasıl söyleyebilirdi?! O, birkaç dakika halsiz derin bir sessizlik içerinde kalakaldı. Sonra kendinden geçmiş bir halde titreyerek çılgınca: İftiradır!.. dedi. Sesi hırıldadı bunların hepsi yalandır, dediklerinin hiçbiri olmadı!. Beşir onun güçsüz itirazını umursamadı. Duymazlıktan geldi. Güneşli nin de sinirleri gerilmişti. Güçlü iradeye sahip olan, bu sakin, büyük bilim adamının sabrı tükenmişti. Kısık sesle, ama nefretle dedi: 405 İnsaflı, namuslu ol, Beşir. Düşmanlığın, intikamın da bir usulü vardır. Erkekliğe sığmaz bunlar. Böyle iftiralar namertleri sıfatıdır! Rakibinin böyle konuşması onu daha da yüreklendirdi. Ayakları yere daha sağlam bastı. O da sen ifadesine geçti. Ben iftira atmıyorum, hakikatleri konuşuyorum, Söhrap! Senin en yakınından işittiklerimi söylüyorum sadece! Salonda fısıltılar başladı. Şura üyelerinden birisi başkana: Yeter artık! kesin artık bu demagojiyi. Biz buraya çirkin dedikoduları dinlemeye gelmedik! dedi. Diğeriyse Bedirbeyli yi kınadı: Siz konudan uzaklaştınız, Beşir Osmanoviç. Bilimsel tartışmayı bırakıp, şahsi meselelere geçtiniz. Burası bilimsel bir meclistir. Parti ya da genç komünistler toplantısı değildir. Bedirbeyli ne toplantı başkanının itirazını, ne de söylenilen diğer sözlere kulak astı: Herkese dönüp: Siyasi uyanıklığımızı kaybetmeyelim, değerli arkadaşlar. Bizim ülkemizde bilimle ideoloji birbirinden ayrılmıyor; tam aksine, onlar birbirini tamamlıyor. Terbiyesi, ahlaki bizim kanunlarımıza, geleneklerimize uymayan bir şahsın ilmi çalışmaları da bizim için gerekli değil! Şemsizade hakkında söylediklerim ne iftira, ne de bazı sözlerini bilmezlerin ifade ettikleri gibi demagojidir. Bunların hepsini bana Söhrap Murguzoviç nun hanımı söyledi. Bana yalvararak bu durumu size iletmemi istedi. Aslında ben onun ricası üzerine konuşuyorum. Güneşli beyninden vuruldu, Bedirbeyli nin söylediklerini önce anlayamadı: Kimin ricasını? Senin hanımının, Söhrap, Merhamet Hanımın! Olamaz! 406

205 Oldu, Söhrap, oldu! Bedirbeyli gururlandı. senin hiçbir şeyden haberin yok. İlmi çalışmalarından başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorsun. Makam, mevki hırsı o kadar gözlerini bürümüş ki, kendi ailenin sorunlarını bile görmüyorsun. Karın telefonda tam bir saat ağlayarak seni şikayet etti. Güneşli nefes almakta zorlandı. Sinirinden az daha boğulacaktı. Kendisini kaybederek: Yeter!! diye bağırdı. Benim şahsi işlerime aile meselelerime karışma hakkını sana kim verdi!? Beşir kahkaha attı. O, yıllardan beri ilk defa Söhrap a karşı zafer kazanmıştı. İlk defa onu sinirlendirmeyi, sabrını tüketmeyi başarmıştı. Bu büyük bir zaferdi. Bedirbeyli nin zaferi... O, zafer kazanmış bir eda ile ekledi: Yanılıyorsun, Söhrap, bu hak bana veren birisi var. Bu hakkı bana senin karın verdi. Bana inanmıyorsan, Ziya a sor. O, senin akrabandır. Belki ona inanırsın. İstersen o söylesin. Güneşli nin nefesi biraz da kesildi. Titreyen parmaklarıyla kravatını gevşetip, gömleğinin üst düğmesini açtı. Üyelerin şaşkın şaşkın Ziya yı aradı. Ama Ziya yı bulmak o kadarda zor olmadı, çünkü Ziya Bedirbeyli nin işaretiyle ayağa kalkmıştı. Beşir Osmanoviç doğru söylüyor. O, haklıdır! Güneşli şaşırıp kaldı. Kovduğumda bile evimden çıkmayan, ekmeğimi yiyip gölgesinde dolaşan, Bedirbeyli hakkında ağzına gelenleri konuşan Ziya Bariz de böyle konuşuyor?! O da mı Beşir tarafına geçmişti?!.. Önceden de nefret ettiği bu şahsiyetsiz adamı baştan ayağı süzdü. Ziya, Güneşli nin nefret dolu bakışlarını üzerinde hissetse de aldırış etmeden mektubu başının üzerine kaldırıp, mektubu okumak için başkandan izin istedi. Delil için bende bir mektup var, dedi. Merhamet Hanım bu mektubu size ve bütün jüri üyelerine okumam için gönderdi. O, ceketinin ceplerini yoklamaya başladı. Özenle katlanmış bir kağıt çıkardı. Kağıda açtı başının üzerine kadar kaldırdı. Budur o mektup izin verirseniz okuyayım. 407 Başkan ne diyeceğini şaşırarak sustu. Ziya mektubu okumaya başladı: Sayın müdür, değerli jüri üyeleri, Benim bu mektubumla, size, değerli bilim adamlarına müracaat etmem, sizi hayrete düşürecek, belki de çok şaşırtacaktır. Ne yapayım?... Başka çarem yoktu. Aile sırrımı, benim biricik kızım Elagöz ü sıkıntıya sokan, dertlendiren bir meseleyi, sizlerin değerli vaktinizi alıp, mektup vasıtasıyla, size arz etmek istedim. Bunu yapmaya mecburdum... Güneşli nin kulağında uğultular gelmeye başladı. Kalbi yerinden çıkacak gibi çarpmaya başladı. Ayakta duramadı, yerine geçti, başını ellerini eliyle tutup hareketsizce oturdu. Ziya devam etti:... Sizin de iyi tanıdığınız Vugar Şemsizade ahlak ve manevi yönden çok iğrenç bir insandır. O, bir buçuk yıldan beri sık sık evimize gelirdi. Güya Söhrap ın tavsiyelerini almak, görüşlerine baş vurmak için gelirdi. Ama asıl amaç şimdi ortaya çıktı. O, aslında bizim kızımızın kalbini çalmak için bize gelirmiş. Haklı olarak düşünebilirsiniz ki, Burada utanılacak, ayıplayacak bir durum yoktur. Bir erkeğin bir kızı sevmesi, kızı istemesi gayet tabiidir. Evet öyledir; ama o nişanlı olduğu halde böyle bir işe girişti. Elbette bu terbiyesizliktir. Şemsizade talebeyken de böyle ahlaksızlıkları çok yapmış. Aldığım bazı malumatlara göre birkaç kızın da bu şekilde hayatına girmiş. Bundan dolayı hata yapıp da böyle ahlaksız kişileri aranızda barındırmamanızı tavsiye ediyorum. Onların hile ile ailelerimize sızıp sahte sevgilerle kızlarımızı aldatmasına izin vermeyin. Bunu bir vatandaş olarak, haysiyetine dokunulmuş bir anne olarak sizden rica ediyorum. Mektubumun gerekeni yapmakta etkili olacağını ümit ediyorum. Merhamet Güneşli Salonda uzun bir sessizlik hakim oldu. Herkes sustu. Bütün bakışlar bir yere Söhrap Güneşli nin yüzüne yönelmişti. Bazıları merakla, bazıları sevinçle, bazıları da kalp kırıklığıyla onun ne söyleyeceğini bekliyorlardı. 408

206 Arka sıradan kıpkırmızı bir çift göz daha Profesöre bakmaktaydı... Merhamet Hanımın mektubu okunduktan sonra yüzü bembeyaz olmuştu Bu bakışlara yardım dileyen bir çıkış arayan Vugar ın gözleri idi! Söhrap Güneşli kıpırdamadı. Sinesine kadar inmiş başını elleri arasında kaldırmadı. Koltuğuna yığılmştı. Herşey anlaşıldı. Susmak teslim olmanın işaretidir! Tartışmayı bitirelim! Bedirbeyli nin gururlu sesi sessizliğin kulağını deldi, Güneşli yi tiksindirdi. O, ağır ağır başını kaldırdı. Kalbini tutarak ilk önce Bedribeyli ye, sonra da Ziya Leleyev e nefretle bakıp, derinden nefes aldı. Ve zorlukla ayağa kalktı, güçsüz adımlarla kapıya doğru yöneldi... * * *...Vugar şura üyelerinin ne zaman gittiğini hatırlamadı. Sanki duymak, hissetmek yeteneğini kaybetmişti. Toplantı salonunda ne kadar oturduğunu da bilemedi. O, birilerinin omzunu tutmasıyla birlikte kendisine geldi: Kalk, oğlum, kalk! Neden yalnız oturuyorsun? Vugar temizlikçinin sözlerini anlamadı. Hala kendinde değildi. Hadi kalk, burayı temizlemem lazım. Toplantı biteli saatler geçti. Vugar zorlukla ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemeden dışarı çıktı. Alt katta Ziya Leleyev koşa koşa yanına geldi: Eee, nasılsın, Sayın Şemsizade, geleceğin büyük bilim adamı ağzının payını aldın mı?! Vugar cevap vermedi. Nefret dolu bakışlarla ona bakıp gitmek istedi. Yüzünü başka tarafa çevirdi. Fakat Ziya için bunlar bir anlam ifade etmiyordu. Ziya yine Vugar la alay etti: Gururlananların kendisine aşırı güvenenlerin akıbeti böyle oluyor işte. Sana saygı duyduk, hürmet ettik hiçbirini anlamadın, kıymetini bilemedin, değerlendirmedin. Hakikaten kendini dahi, büyük bilim adamı sandın. Bilim adamları- 409 nın seni el üstünde tutması gerektiğini düşündün. He, he, he... Yanıldın işte. Çok hata yaptın Sayın Şemsizade, çok Ben seni zamanında uyardım, anlatamaya çalıştı, bir kulağıdan girdi diğerinden çıktı, anlamadın git de kendine küs beyefendi! Vugar idarenin kararını anlamamıştı. Sinirinden, heyecanından sonraki konuşmalarını duymamıştı. Ama şimdi Ziya - nın sözlerinden her şeyi anlamıştı...içinden güçlü bir ah koptu Bölüm Güneşli eve geldi. O kadar sinirliydi ki onu karşılayan babasıyla bile selamlaşmayı unuttu. Her zaman işten döndüğünde babasıyla tatlı tatlı sohbet eden, onun gönlünü alan Söhrap sanki dağ gibi adamı görmedi. Sert adımlarla içeri daldı. Sallanan kaşları altında, soğuk soğuk parlayan kin ve öfke dolu gözlerle karısını aradı. Merhamet in sesini Elagöz ün odasında duydu, oraya doğru yöneldi. Ama odaya girmedi. Elagöz e bir şeyler yedirmeye çalışan Merhamet i yanına çağırdı: Buraya gel, hemen! Merhamet Hanım yerinden kımıldanmadı bile. Kocasına aldırış etmedi. Geçen defa yaptıkları tartışmadan dolayı hala ona küstü. Kızı ile konuştu: İki gündür bir şey yediğin yok. Hadi kızım azıcık bir şeyler ye. Söhrap boğuk sesini yükseltti: Duymuyor musun beni?! Çabuk buraya gel, dedim! Merhamet Hanım yine aldırmadı. Umursamadan: Ne var?! Vaktim yok, kıza yemek yediriyorum. Güneşli bağırdı: Çabuk buraya gel!.. Sağır mısın, duymuyor musun beni?!

207 Merhamet Hanım başını kaldırıp hayret ve küskünlükle kocasının yüzüne baktı. Merhamet kocasını bu kadar sinirli görmemişti. Geçen tartıştıklarındaki haline rahmet okutuyordu. Söhrap ı hiç böyle görmemişti. Ne oldu?! Kalk!! Merhamet Hanım onun bağırmasından korktu. Akadan çok kalın görünen etli omuzları titredi. Birden irkildi. Galiba Söhrap kendinde değildi. Merhamet in tanıdığı, her dediğini kabul eden adama benzemiyordu. Merhamet ona tekrar baktı. Güneşli yi gerçekten de tanıyamadı. Söhrap ın her zaman sakin, neşeli yüzü kapkara kesilmişti. Bazen sevgiyle gülümseyen, bazen ince istihza ile kapanan süzülen gözleri hiç bu kadar gazap ateşi saçmamıştı. Merhamet korkuyla ayağa kalktı ve diğer odaya geldi. Ama yine gururunu kırmadı: İşte geldim, buyur bakalım, ne diyeceksen de. Söhrap acele etmedi. Kapıyı arkadan kapattı. Biraz sessiz kaldıktan sonra kızgınlıkla sordu: Telefonda Beşir e ne söyledin?! Hangi Beşir e?.. Merhamet Hanım sakin gözükmeye çalıştı. Soyadı nedir onun? Beşir Osmanoviç e! Beşir Bedirbeyli ye! Merhamet Hanım güzel bir iş yapmış gibi gururla cevap verdi: Herhalde gereksiz bir şey anlatmamışım. Senin aleyhinde konuşmadım. Aleyhime konuşmak ne kelime, sen bu aptalca hareketinle belimi kırdın! Beni yerin dibine soktun! Beni rezil rüsva ettin!... Güneşli hakikaten de can evinden vurulmuş, keskin hançerle sinesi dağlanmış gibiydi. Bu da azmış gibi enstitüye jüri üyelerine bir de mektup göndermişsin. Bunu hangi akılla, hangi düşünceyle yaparsın?! 411 Merhamet Hanım biraz düşündü: Mesele anlaşıldı. Herhalde toplantıda ona bir şeyler söylediler. O da damarına dokundu. Ondan dolayı bu kadar sinirli. İyi olmuş...çok iyi olmuş!.. Bundan sonra benim başkaları gibi olmadığımı anlar. Dediklerimi kulak ardı etmez... Bu rezaleti duymak istemeyen biri, zamanında ona söylenenleri yapmalıydı. Ve çaresini de bulmalıydı. Kendi kızının isminin lekelenmesine izin veremezdim. Bütün namuslu erkekler gibi aile şerefini liyakatle korurdu! Off.., sen ne kadar hayasızmışsın, Merhamet!? Ne kadar küstahsın!! Güneşli kendisinden geçti, tepesinden duman çıkıyordu. Bu cahilliğinle ömrümü çürüttün, beni yedin bitirdin. Ham armut gibi boğazımda kaldın. Beni her zaman boğdun! Merhamet Hanım söylenenlere aldırmadan, umursamadan: Günah senindir. dedi. Beni canı yanan birisi olarak görseydin, sözlerime kulak assaydın, o zaman yetişmiş armut gibi olurdum tadım da damağında kalırdı. Güneşli onu dinlemedi, sesini yeniden yükseltti: Ben sana kaç defa otur yerinde, kendi kızına kendin damat arama dedim. Rezil oluruz, yapma. Neden beni dinlemedin?!. Şimdi hiç mi utanmıyorsun?! Hangi akılla Bedirbeyli yle antlaşma yaptın?! Mecbur kaldım! Seni ne mecbur etti? Senin vurdumduymazlığın! Evladının kıymetini bilmezliğin! Peki, onu aramadan önce bunun bir ahlaksızlık olduğunu hiç mi düşünmedin? Bu hareketinle düşmana fırsat vereceğini, beni de, kendini de, kızını da rezil edeceğini hiç aklına getirmedin mi?! Merhamet Hanım Söhrap la aynı fikirde olmadığını göstermek için dudak büktü. 412

208 Güneşli çaresizce iç çekti: Sen sadece utanmaz, hayasız değil, aynı zamanda aptalmışsın Merhamet! Serseri bir kadınsın! Senin bu aptallığın yüzünden ben toplantıda soğuk soğuk ter döktüm. Olmadık sözler işittim. Utandım. Seni benim aleyhimde şahit gösterdiler. Yalanlarını, iftiralarını kanıt olarak kayda aldılar... Sana bütün bunlar az bile! Merhamet Hanım sevincini saklamadı. Kendi kızını yabancı birini ayağı altına atan taş kalpli bir babaya bunlar daha azdır!... Seni binlerce toplantılarda, binlerce insanın karşında rezil edip ter döktürüp suyunu sıkmalılar ki kendine gelesin. O zaman belki gerçekleri görürsün. Belki o zaman senin erkekliğini, namusuna sahip çıktığını görürüz! Güneşli bir hayli nefes alamadı. Yüzü daha da karıştı. O, hayatı boyunca hiç kimseye el kaldırmamıştı. Sağ elinin parmakları öyle sıkı kapatıldı ki avucunun içi ağrıdı. Kolunu havaya kaldırdı. Kapa kuvvete hiçbir zaman baş vurmamış sabırlı adam böyle bir şeye ihtiyaç duydu. Son anda alt dudağını dişleri arasında sıktı. Sinesinden yüksek sesle bir inilti kopardı: ahhh İradesini toparlayıp geri çekildi. Yumruğunu zindan çekici gibi yavaş yavaş aşağı indirdi. Çok geç! dedi. Artık çok geç! İnsan dilinden anlamayana yumruk yetmez. O, nefesini zorla toparladı. Beli bükülmüş bir şekilde pencerenin önüne gitti. Burada babasıyla tekrar karşılaştı. Bu tür sohbetlere hiç karışmayan Murguz Sultanoğlu bu defa nendense ilgi duymuştu, oğlunun peşinden gelip elini göğüslerinde birleştirip oğlunun arkasında durmuştu. Gözlerini yerdeki halıya dikti, dalgın dalgın Söhrap la Merhamet in tartışmasını dinliyordu. Güneşli ona döndü dertli dertli yakındı: Görüyor musun, baba?.. Senin bu utanmaz gelininin bana neler yaptı, başıma neler açtı?! Artık enstitüde bilimsel toplantılarda bizim ailemizin meseleleri tartışılıyor. Kızımdan 413 hanımından bahsediyorlar... Benim bilimsel konularda taraf tuttuğumu, akrabalarıma yardım ettiğimi, kızımı kendi asistanımla evlendirmek istediğim için onu himaye ettiğimi savunuyorlar. İşte bütün bu konuşmaların sebebi senin bu aptal gelinindir!..bu kötü ahlaklı, çürük fikirli çürük inançlı gelinindir!... Murguz Sultanoğlu hiçbir şey demedi. Pamuk gibi bembeyaz kaşlarını gözlerinin üzerine indirdi. Her zamanki yerine radyonun yanına konulan koltuğa oturdu. Her zaman olduğu gibi bacak bacak üstüne atıp koltuğa gömüldü. Esmer yüzü yağmur yülü bulutlar gibi oldu. Söhrap babasının suskunluğundan daha da etkilendi. Yüreği yanarak: Ben bu zamana kadar hiç kimsenin yanında yere bakmadım, baba, dedi. Hiç kimseden böyle suçlama duymadım. Bugüne kadar objektif, doğruluğu seven bir insan, bir bilim adamı olarak tanındım. Hiçbir bilimsel tartışmada beni alt edemediler. Ama şimdi çirkin bir usulle beni mahvettiler. Çor çirkin, alçak bir oyunla benim elimi kolumu bağladılar. Güneşli kahrından sustu. Sinirden kızaran gözlerinde yaşlar döküldü. Murguz Sultanoğlu yine bir şey söylemedi. Yine yere baktı. Ama onun kederlenmesi yüzündeki gamlı ifadelerden okuyordu. Biraz sonra göz kapaklarını ağır ağır kaldırdı. Dalgın bakışlara oğluna baktı. Bu anlamlı bakışların hikmeti neydi? O, Söhrap ı kınıyor muydu? Senin günahındır oğlum. Kadınlar dizgin sevmeyen atlar gibidirler. Dizginini gevşek bıraktın mı işte böyle başını alır gider, alır seni bir yardan uçurumdan atar, seni de kahreder deyip ayıplar mı? Yoksa onun haline acır mıydı?... Bunu bilmek mümkün değildi. Profesör ne düşündüyse, birden geri döndü. Merhamet in karşına durdu: Artık yeter! Bu sondur!.. Şimdiye kadar senin kusurunu affettim. Ne kadar yanlış yaptığımı şimdi anladım. Artık bu kadarı yeter. Evliliğimiz burada bitti! diyerek sinirle kendi odasına çekildi, kapıyı arkadan kilitledi. 414

209 Merhamet Hanım hiç üzülmedi. Ellerini beline koydu heykel gibi durdu. Bir kahkaha attı. Aman çok korktum!.. Beni bununla mı korkutuyorsun?!. Bitiyorsa, bitsin!!! Cehenneme kadar yolu var! O da diğer odaya, kızının yanına gitti. Kapıyı öyle kapattı ki sesi tüm apartmana yayıldı. Murguz Sultanoğlu kulaklarını kapadı. Başına çökmüş gürültü çekildikten sonra bir o kapıya baktı bir diğerine. Başını yavaş yavaş salladı. Sonra da derinden nefes aldı. Radyoyu açtı. Çok geçmeden hazin bir türküyle odayı kederli bir hava kapladı. Bir aşık müziğin ritmine uygun olarak okuyordu: Varlıya dost olup yoksula gülme, Çok da havalanıp coşma dünyada. El seni isteyip ileriye çekse, Ağır ol, aşağı düşme dünyada. Derdini paylaş kadir bilenle Vefalı dost olmaz yüze gülenle Bir insan ki, sen öl dedi yalandan Onun köprüsünden geçme dünyada. Elesger, söylenir sözün adınan, Arif meclisinde her ispatının. Bir yar senle olsa, sırrı yadınan, Onu düşmanından seçme dünyada. Sultanoğlu nun bulut gibi dolu gözleri bu sözlerden sonra daha da buğulandı

210

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000) Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000) 14.08.2014 SIRA SIKLIK SÖZCÜK TÜR AÇIKLAMA 1 1209785 bir DT Belirleyici 2 1004455 ve CJ Bağlaç 3 625335 bu PN Adıl 4 361061 da AV Belirteç 5 352249 de

Detaylı

Vidadi Babanlı. QU www.qu.edu.az. Vidadi Babanlı, 5 Ocak 1927 tarihinde Kazak beldesinin Şıhlı köyünde (Şimdiki adı Ağstafa beldesinin

Vidadi Babanlı. QU www.qu.edu.az. Vidadi Babanlı, 5 Ocak 1927 tarihinde Kazak beldesinin Şıhlı köyünde (Şimdiki adı Ağstafa beldesinin Vidadi Babanlı Qafqaz Üniversitesi Yayınları Bakü-2011, 5 Ocak 1927 tarihinde Kazak beldesinin Şıhlı köyünde (Şimdiki adı Ağstafa beldesinin Muğanlı köyü) öğretmen bir ailede dünyaya gelir. Şıhlı köyünde

Detaylı

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

Güzel Bir Bahar ve İstanbul Güzel Bir Bahar ve İstanbul Bundan iki yıl önce 2013 Mayıs ayında yolculuğum böyle başladı. Dostlarım, sınıf arkadaşlarım ve birkaç öğretmenim ile bildiğimiz İstanbul, bizim İstanbul a doğru yol aldık.

Detaylı

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır.

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır. SOKAK - DIŞ - GÜN ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır. Batu 20'li yaşlarında genç biridir. Boynunda asılı bir fotoğraf makinesi vardır. Uzun lensli profesyonel görünşlü bir digital makinedir. İlginç

Detaylı

Bilgi güçtür. Sevdiğiniz kişiyi dinleyin ve kendinizi eğitin.

Bilgi güçtür. Sevdiğiniz kişiyi dinleyin ve kendinizi eğitin. Bu kitapçığı, büyük olasılıkla kısa bir süre önce sevdiklerinizden biri size cinsel kimliği ile biyolojik/bedensel cinsiyetinin örtüşmediğini, uyuşmadığını açıkladığı için okumaktasınız. Bu kitapçığı edindiğiniz

Detaylı

Engin arkadaşına uğrar, eve gelir duşunu alır ve salona gelir. İkizler onu salonda beklemektedirler.

Engin arkadaşına uğrar, eve gelir duşunu alır ve salona gelir. İkizler onu salonda beklemektedirler. ENGİN VE İKİZLER ALIŞ VERİŞTE Hastane... Dr. Gamze Hanım'ın odası, biraz önce bir ameliyattan çıkmıştır. Elini lavaboda yıkayarak koltuğuna oturur... bu arada telefon çalar... Gamze Hanım telefon açar.

Detaylı

ÖN OYUN Yer, ağustos böceklerinin yuvası. Cici ve Mimi aynanın karşısında son hazırlıklarını yapmaktadır.

ÖN OYUN Yer, ağustos böceklerinin yuvası. Cici ve Mimi aynanın karşısında son hazırlıklarını yapmaktadır. ÖN OYUN Yer, ağustos böceklerinin yuvası. Cici ve Mimi aynanın karşısında son hazırlıklarını yapmaktadır. (Şapkasını takar.) Nasıl oldu Mimiciğim? Ay çok hoş! (Saçlarına taktığı çiçekleri gösterir.) Ne

Detaylı

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu!

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu! Kaybolmasınlar Diye Mesleğini sorduklarında ne diyeceğini bilemezdi, gülümserdi mahçup; utanırdı ben şairim, yazarım, demeye. Bir şeyler mırıldanırdı, yalan söylememeye çalışarak, bu kez de yüzü kızarırdı,

Detaylı

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen Yayın no: 163 FEDAKÂRLIK VE DUYARLILIK ÖYKÜLERİ Genel yayın yönetmeni: Ergün Ür İç düzen: Durmuş Yalman Kapak: Zafer Yayınları İsbn: 978 605 5523 09 1 Sertifika no: 14452 Uğurböceği Yayınları, Zafer Yayın

Detaylı

Sayın Başkanım, Sayın Müdürüm, Protokolümüzün Değerli Mensupları, Çok kıymetli Hocalarım, Değerli Öğrenci Arkadaşlarım, Velilerimiz

Sayın Başkanım, Sayın Müdürüm, Protokolümüzün Değerli Mensupları, Çok kıymetli Hocalarım, Değerli Öğrenci Arkadaşlarım, Velilerimiz Sayın Başkanım, Sayın Müdürüm, Protokolümüzün Değerli Mensupları, Çok kıymetli Hocalarım, Değerli Öğrenci Arkadaşlarım, Velilerimiz ve Özellikle Canım Annem 1 Üniversite tercihlerini yaptığımız zaman,

Detaylı

HAYAT BİLGİSİ A TEMASI: OKUL HEYECANIM. Gözümüzün rengi Saçımızın rengi Okula gitmemiz Yukarıdakilerden hangisi fiziksel özelliğimiz değildir?

HAYAT BİLGİSİ A TEMASI: OKUL HEYECANIM. Gözümüzün rengi Saçımızın rengi Okula gitmemiz Yukarıdakilerden hangisi fiziksel özelliğimiz değildir? 1. SINIF OKULA YARDIMCI VE SINAVLARA HAZIRLIK A TEMASI: OKUL HEYECANIM TEST-1 1. Gözümüzün rengi Saçımızın rengi Okula gitmemiz Yukarıdakilerden hangisi fiziksel özelliğimiz değildir? A) Okula gitmemiz

Detaylı

ISBN : 978-605-65564-3-2

ISBN : 978-605-65564-3-2 ISBN : 978-605-65564-3-2 1 Baba, Bal Arısı Gibi Olmak İstemiyorum ISBN : 978-605-65564-3-2 Ali Korkmaz samsun1964@hotmail.com Redaksiyon : Pelin GENÇ Dizgi/Baskı Kardeşler Ofset Matbaacılık Muzaffer Ceylandağ

Detaylı

Duygu, düşüncelere bedenin içsel olarak karşılık vermesidir. Başka bir deyişle, beyne kalbin eşlik etmesidir.

Duygu, düşüncelere bedenin içsel olarak karşılık vermesidir. Başka bir deyişle, beyne kalbin eşlik etmesidir. Duygu, hareket halindeki enerjidir. Duygu, düşüncelere bedenin içsel olarak karşılık vermesidir. Başka bir deyişle, beyne kalbin eşlik etmesidir. Duygu, insanın yaşam kalitesini belirleyen en önemli kaynaktır.

Detaylı

Dünyayı Değiştiren İnsanlar

Dünyayı Değiştiren İnsanlar Dünyayı Değiştiren İnsanlar Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim,

Detaylı

> > ADAM - Yalnız... Şeyi anlamadım : ADAMIN ismi Ahmet değil ama biz şimdilik

> > ADAM - Yalnız... Şeyi anlamadım : ADAMIN ismi Ahmet değil ama biz şimdilik KISKANÇLIK KRİZİ > > ADAM - Kiminle konuşuyordun? > > KADIN - Tanımazsın. > > ADAM - Tanısam sormam zaten. > > KADIN - Tanımadığın birini neden soruyorsun? > > ADAM - Tanımak için. > > KADIN - Peki...

Detaylı

BÖLÜM 1. İLETİŞİM, ANLAMA VE DEĞERLENDİRME (30 puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKAYESİ

BÖLÜM 1. İLETİŞİM, ANLAMA VE DEĞERLENDİRME (30 puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKAYESİ BÖLÜM. İLETİŞİM, NLM VE DEĞERLENDİRME ( puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKYESİ 8 Hayatı boyunca mutlu olmadığını fark eden bir adam, artık mutlu olmak istiyorum demiş ve aramaya

Detaylı

Başarı Hikayelerinde Söke Ekspress Gazetesi ve Cumhuriyet Ofset Matbaasının sahibi, 1980 yılından bu yana üyemiz olan Yılmaz KALAYCI ya yer verdik.

Başarı Hikayelerinde Söke Ekspress Gazetesi ve Cumhuriyet Ofset Matbaasının sahibi, 1980 yılından bu yana üyemiz olan Yılmaz KALAYCI ya yer verdik. Başarı Hikayelerinde Söke Ekspress Gazetesi ve Cumhuriyet Ofset Matbaasının sahibi, 1980 yılından bu yana üyemiz olan Yılmaz KALAYCI ya yer verdik. Sizi tanıyabilirmiyiz? 1953 Söke doğumluyum. Evli, 2

Detaylı

Herkes Birisi Herhangi Biri Hiç Kimse

Herkes Birisi Herhangi Biri Hiç Kimse Gösterdim Gördü anlamına gelmez Söyledim Duydu anlamına gelmez Duydu Doğru anladı anlamına gelmez Anladı Hak verdi anlamına gelmez Hak verdi İnandı anlamına gelmez İnandı Uyguladı anlamına gelmez Uyguladı

Detaylı

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz. Bozuk Paralar KISA FİLM Yaşar AKSU İLETİŞİM: (+90) 0533 499 0480 (+90) 0536 359 0793 (+90) 0212 244 3423 SAHNE 1. OKUL GENEL DIŞ/GÜN Okulun genel görüntüsünü görürüz. Belki dışarı çıkan birkaç öğrenci

Detaylı

MERAKLI KİTAPLAR. Alfabe

MERAKLI KİTAPLAR. Alfabe MERAKLI KİTAPLAR Alfabe Bu kitabın sahibi:... Dinle bir tanem, şimdi sana, bir çocuğun öyküsünü anlatmak istiyorum... Uzun çoooooooook uzun adı olan bir çocuğun öyküsü bu! Aslında her şey onun dünyaya

Detaylı

KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU

KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU Nereden geliyor bitmek tükenmek bilmeyen öğrenme isteğim? Kim verdi düşünce deryalarında özgürce dolaşmamı sağlayacak özgüven küreklerimi? Bazen,

Detaylı

Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı,

Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı, Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı, elinde boş bir çuval, alanın ortasında öylece dikiliyordu.

Detaylı

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý.

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý. Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý. Üstüne, günlerin yorgunluðu çökmüþtü. Bunu ancak oyunla atabilirdi. Caný oyundan

Detaylı

Adı-Soyadı: Deniz kampa kimlerle birlikte gitmiş? 2- Kamp malzemelerini nerede taşımışlar? 3- Çadırı kim kurmuş?

Adı-Soyadı: Deniz kampa kimlerle birlikte gitmiş? 2- Kamp malzemelerini nerede taşımışlar? 3- Çadırı kim kurmuş? ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkok Benim adım Deniz. 7 yaşındayım. Bu hafta sonu annem ve babamla birlikte kampa gittik. Kampa

Detaylı

tellidetay.wordpress.com

tellidetay.wordpress.com Dört Dakika İçin Bile Olsa Okuyabilmek Evden acele ile çıkmıştım. Koşar adımlarla metroya doğru ilerlerken bir yandan öğrencilere vereceğim dersin plânını yapıyor, bir yandan da çiseleyen yağmurda ıslanmamaya

Detaylı

tellidetay.wordpress.com

tellidetay.wordpress.com Dört Dakika İçin Bile Olsa Okuyabilmek Evden acele ile çıkmıştım. Koşar adımlarla metroya doğru ilerlerken bir yandan öğrencilere vereceğim dersin plânını yapıyor, bir yandan da çiseleyen yağmurda ıslanmamaya

Detaylı

zaferin ve başarının getirdiği güzel bir tebessüm dışında, takdir belgesini kaçırmış olmanın verdiği üzüntü. Yanımda disiplinli bir öğretmen olarak bilinen ama aslında melek olan Evin Hocam gözüküyor,

Detaylı

Yönetici tarafından yazıldı Pazartesi, 24 Ağustos 2009 04:42 - Son Güncelleme Çarşamba, 26 Ağustos 2009 19:20

Yönetici tarafından yazıldı Pazartesi, 24 Ağustos 2009 04:42 - Son Güncelleme Çarşamba, 26 Ağustos 2009 19:20 Düğünlerde Takılan Sahte Paralar Yüksek eğitimini tamamlamış, babası ticaretle uğraşan, annesi ise bir bankada görevli bulunan bir ailenin tek kızıydı. Okul arkadaşı ile evlenmeye karar vermişlerdi. Damat

Detaylı

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen Yayın no: 168 SAYGI VE HÜRMET ÖYKÜLERİ Genel yayın yönetmeni: Ergün Ür İç düzen: Durmuş Yalman Kapak: Zafer Yayınları İsbn: 978 605 4965 18 2 Sertifika no: 14452 Uğurböceği Yayınları, Zafer Yayın Grubu

Detaylı

Rafet El Roman. Amerika. Rafet El Roman. A memo. Burasý New York Amerika. Evler karýþtý bulutlara. Nasýl bir zaman. Nasýl bir yaþam.

Rafet El Roman. Amerika. Rafet El Roman. A memo. Burasý New York Amerika. Evler karýþtý bulutlara. Nasýl bir zaman. Nasýl bir yaþam. Onaylayan Administrator Pazartesi, 21 Mayýs 2007 Besteciler.org Amerika A memo Burasý New York Amerika Evler karýþtý bulutlara Nasýl bir zaman Nasýl bir yaþam A memo Ýnsanlar simsiyah, kýzýl, beyaz Sokaklar

Detaylı

&[1 CİN ALİ'NİN HİKAYE KİTAPLAR! SERIS.INDEN BAZILARI. l O - Cin Ali Kır Gezisinde. Öğ. Rasim KAYGUSUZ

&[1 CİN ALİ'NİN HİKAYE KİTAPLAR! SERIS.INDEN BAZILARI. l O - Cin Ali Kır Gezisinde. Öğ. Rasim KAYGUSUZ CİN ALİ'NİN HİKAYE KİTAPLAR!.. SERIS.INDEN BAZILARI 1 - Cin Ali'nin Atı 2 - Cin Ali'nin Topu 3 - Cin Ali'nin Topacı 4 - Cin Ali'nin Karagözlü Kuzusu 5 - Cin Ali'nin Oyuncakları 6 - Cin Ali Okula Başlıyor

Detaylı

TİYATRO AKADEMİ BAŞVURU FORMU

TİYATRO AKADEMİ BAŞVURU FORMU TİYATRO AKADEMİ BAŞVURU FORMU TARİH: / /2017 1. Öncelikle adınız nedir? Adınızın anlamı nedir? 2. Annenizden doğma, babanızdan olma, sizden başka evde yaşayan biri var mı? Varsa sizden büyük mü küçük mü?

Detaylı

YİNE YENİ KOMŞULAR. evine gidip Billy ile oynuyordu.

YİNE YENİ KOMŞULAR. evine gidip Billy ile oynuyordu. İÇİNDEKİLER Yine Yeni Komşular 7 Korsanlar Ninjalara Karşı 11 Akari 21 Tükürme Yarışı 31 Mahallede Huzursuzluk 39 Korsanların Yasaları 49 Yemek Çubukları ve Terli Ayaklar 56 Korsan Atlet 68 Titanların

Detaylı

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi BÝRÝNCÝ BÖLÜM 1 Dünya döndü Son ders zili çalýnca tüm öðrenciler sevinç çýðlýklarý atarak okulu terk etti. Ýkili öðretim yapýlýyordu. Sabahçýlar okulu boþaltýrken, öðleci grup okula girmeye hazýrlanýrdý.

Detaylı

GÜZELLER GÜZELİ BAYAN COONEY

GÜZELLER GÜZELİ BAYAN COONEY GÜZELLER GÜZELİ BAYAN COONEY Dan Gutman Resimleyen Jim Paillot Emma ya Öğle Yemeği Balık Pizza Browni Süt 6 7 8 İçindekiler 1. Ben Bir Dahiydim!... 11 2. Bayan Cooney Şahane Biri... 18 3. Büyük Kararım...

Detaylı

Anne Ben Yapabilirim Resimleyen: Reha Barış

Anne Ben Yapabilirim Resimleyen: Reha Barış Anne Ben Yapabilirim Resimleyen: Reha Barış MERAKLI KİTAPLAR 3. B A S I M Çocuklarla İlgili Her Türlü Faaliyette, Çocuğun Temel Yararı, Önceliklidir! 2 Süleyman Bulut Anne Ben Yapabilirim 4 Süleyman

Detaylı

EZBERLEMİYORUZ, ÖĞRENİYORUZ. Hafta Sonu Ev Çalışması DAĞINIK ÇOCUK

EZBERLEMİYORUZ, ÖĞRENİYORUZ. Hafta Sonu Ev Çalışması DAĞINIK ÇOCUK Hafta Sonu Ev Çalışması DAĞINIK ÇOCUK Bir çocuk varmış. Eşyalarını toplamaktan hiç hoşlanmazmış. Bir gün yerlerde atılı duran eşyalar, aralarında konuşuyorlarmış. - Sen neden hala buradasın. Bu saatte

Detaylı

Anneye En Güzel Hediye Olarak Ne Alınması Gerekir?

Anneye En Güzel Hediye Olarak Ne Alınması Gerekir? Anneye En Güzel Hediye Olarak Ne Alınması Gerekir? Hayatımızın en değerli varlığıdır anneler. O halde onlara verdiğimiz hediyelerinde manevi bir değeri olmalıdır. Anneler için hediyenin maddi değeri değil

Detaylı

ADIN YERİNE KULLANILAN SÖZCÜKLER. Bakkaldan. aldın?

ADIN YERİNE KULLANILAN SÖZCÜKLER. Bakkaldan. aldın? 1. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde ismin yerini tutan bir sözcük kullanılmıştır? A) Onu bir yerde görmüş gibiyim. B) Bahçede, arkadaşımla birlikte oyun oynadık. C) Güneş gören bitkiler, çabuk büyüyor.

Detaylı

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΟ ΕΞΕΤΑΣΤΙΚΟ ΔΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΤΕΛΕΙΤΑΙ ΑΠΟ ΕΞΙ ( 6 ) ΣΕΛΙΔΕΣ

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΟ ΕΞΕΤΑΣΤΙΚΟ ΔΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΤΕΛΕΙΤΑΙ ΑΠΟ ΕΞΙ ( 6 ) ΣΕΛΙΔΕΣ ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΕΛΙΚΕΣ ΕΝΑΙΕΣ ΓΡΑΠΤΕΣ ΕΞΕΤΑΣΕΙΣ ΣΧΟΛΙΚΗ ΧΡΟΝΙΑ 2011-2012 Μάθημα: Τουρκικά Επίπεδο: 1 Διάρκεια: 2 ώρες Ημερομηνία:

Detaylı

Başbakan Yıldırım, Piri Reis Ortaokulu nda karne dağıtım törenine katıldı

Başbakan Yıldırım, Piri Reis Ortaokulu nda karne dağıtım törenine katıldı Başbakan Yıldırım, Piri Reis Ortaokulu nda karne dağıtım törenine katıldı Haziran 17, 2016-1:22:00 Başbakan Yıldırım, "Terör örgütünün telkinlerine gençlerimiz asla ve asla itibar etmesinler. Onlar bizim

Detaylı

ÖZEL GÜNLER. Doğum günü/kadınlar günü/anneler günü/babalar günü/sevgililer günü/ Öğretmenler günü

ÖZEL GÜNLER. Doğum günü/kadınlar günü/anneler günü/babalar günü/sevgililer günü/ Öğretmenler günü ΕΘΝΙΚΟ & ΚΑΠΟΔΙΣΤΡΙΑΚΟ ΠΑΝΕΠΙΣΤΗΜΙΟ ΑΘΗΝΩΝ ΤΜΗΜΑ ΤΟΥΡΚΙΚΩΝ ΣΠΟΥΔΩΝ ΚΑΙ ΣΥΓΧΡΟΝΩΝ ΑΣΙΑΤΙΚΩΝ ΣΠΟΥΔΩΝ Μάθηµα : ΤΟΥΡΚΙΚΗ ΓΛΩΣΣΑ II ΔΕΞΙΟΤΗΤΕΣ ΣΤΟΝ ΠΡΟΦΟΡΙΚΟ ΛΟΓΟ (70005Γ) ÖZEL GÜNLER Aşağıdaki önemli günlerden

Detaylı

5.SINIF TÜRKÇE (GENEL DEĞERLENDİRME TESTİ) almıştır?

5.SINIF TÜRKÇE (GENEL DEĞERLENDİRME TESTİ) almıştır? 5.SINIF TÜRKÇE (GENEL DEĞERLENDİRME TESTİ) Öğle üstü bir cip gelip obanın çadırları önünde durdu. Çocuklar hemen çevresinde toplaştılar. Cipten önce veteriner, sonrada kaymakam indi. Obanın yaşlıları hemen

Detaylı

1) Eğer tartı eksik gelmişse, bu benim hatam değil, onun hatasıdır.

1) Eğer tartı eksik gelmişse, bu benim hatam değil, onun hatasıdır. 1) Eğer tartı eksik gelmişse, bu benim hatam değil, onun hatasıdır. Cümlesinde altı çizili kelimenin zıt anlamlısı hangi cümlede vardır? 1. A. Bugün çok çalıştım. 2. B. Akşamları az yemek yemeliyiz. 3.

Detaylı

de hazır değilken yatağıma gelirdi. O sabah çarşafların öyle uyandırmıştı; onları suratıma atarak. Kız kardeşim makas kullanmayı yeni öğrendi ve bunu

de hazır değilken yatağıma gelirdi. O sabah çarşafların öyle uyandırmıştı; onları suratıma atarak. Kız kardeşim makas kullanmayı yeni öğrendi ve bunu İgi ve ben Benim adım Flo ve benim küçük bir kız kardeşim var. Küçük kız kardeşim daha da küçükken ismini değiştirdi. Bir sabah kalktı ve artık kendi ismini kullanmıyordu. Bu çok kafa karıştırıcıydı. Yatağımda

Detaylı

Küçüklerin Büyük Soruları-3

Küçüklerin Büyük Soruları-3 Küçüklerin Büyük Soruları-3 Yayın no: 185 ALLAH IN GÜZEL İSİMLERİNİ NEDEN ÖĞRENMELİYİM? Genel yayın yönetmeni: Ergün Ür İç düzen/kapak: Zafer Yayınları Isbn: 978 605 4965 09 0 Sertifika no: 14452 Uğurböceği

Detaylı

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Refik Durbaş. Öykü KURABİYE EV. Resimleyen: Burcu Yılmaz

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Refik Durbaş. Öykü KURABİYE EV. Resimleyen: Burcu Yılmaz Resimleyen: Burcu Yılmaz Refik Durbaş KURABİYE EV ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI Öykü Refik Durbaş KURABİYE EV Resimleyen: Burcu Yılmaz www.cancocuk.com cancocuk@cancocuk.com Yayın Koordinatörü: İpek Şoran Editör:

Detaylı

MÜSİAD Başarılı Öğrenciler Ödül Töreni KARADENİZ EREĞLİ 7 HAZİRAN 2018 Sayın Kaymakamım, Sayın Milletvekilim, Sn Rektörüm, Belediye Başkanlarım,

MÜSİAD Başarılı Öğrenciler Ödül Töreni KARADENİZ EREĞLİ 7 HAZİRAN 2018 Sayın Kaymakamım, Sayın Milletvekilim, Sn Rektörüm, Belediye Başkanlarım, MÜSİAD Başarılı Öğrenciler Ödül Töreni KARADENİZ EREĞLİ 7 HAZİRAN 2018 Sayın Kaymakamım, Sayın Milletvekilim, Sn Rektörüm, Belediye Başkanlarım, İş Dünyası, STK ların Değerli Başkan ve Temsilcileri, Değerli

Detaylı

DDD. m . HiKAYE. KiTAPLAR! . CİN. ALİ'NİN. SERiSiNDEN BAZILARI. Öğ. Rasim KAYGUSUZ

DDD. m . HiKAYE. KiTAPLAR! . CİN. ALİ'NİN. SERiSiNDEN BAZILARI. Öğ. Rasim KAYGUSUZ . CİN. ALİ'NİN. HiKAYE. KiTAPLAR! SERiSiNDEN BAZILARI 1 - Cin Ali'nin Atı 2 - Cin Ali'nin Topu 3 - Cin Ali'nin Topacı 4 - Cin Ali'nin Karagözlü Kuzusu 5 - Cin Ali'nin Oyuncakları 6 - Cin Ali Okula Başlıyor

Detaylı

Sevda Üzerine Mektup

Sevda Üzerine Mektup 1 Ferda Çetin 21401765 Sevda Üzerine Mektup Sevgilim, Sana mektup yazmamı istiyorsun. Yazayım, tamam, ama hayal kırıklığına uğramazsın umarım. Ben senin gibi değilim. Şiirler yazamam, süslü sözler bilmem.

Detaylı

SEVGİ. Doğduğumuz gün içgüdüsel olarak annemize babamıza sarılır onların yanında olmak

SEVGİ. Doğduğumuz gün içgüdüsel olarak annemize babamıza sarılır onların yanında olmak Pekşen 1 Hakan Pekşen TURK101-Sec.43 21101395 Vedat Yazıcı 21.12.2014 SEVGİ Doğduğumuz gün içgüdüsel olarak annemize babamıza sarılır onların yanında olmak isteriz. Bu eylem sevginin en saf, en doğal ve

Detaylı

Pirinç. Erkan. Pirinç (Garson taklidi yaparak) Sütlükahve söyleyen siz değil miydiniz? Erkan

Pirinç. Erkan. Pirinç (Garson taklidi yaparak) Sütlükahve söyleyen siz değil miydiniz? Erkan 1. Sahne (Koruluk. Uzaktan kuş cıvıltıları duyulmaktadır. Sahnenin solunda birbirine yakın iki ağaç. Ortadaki ağacın hemen yanında, önü sahneye dönük, uzun ayaklık üzerinde bir dürbün. Dürbünün arkasında

Detaylı

Dört öğrenci sabahleyin uyanamamışlar ve matematik finalini kaçırmışlar, ertesi gün hocalarına gitmişler, zar zor ikna etmişler. Arabaya bindik yolda

Dört öğrenci sabahleyin uyanamamışlar ve matematik finalini kaçırmışlar, ertesi gün hocalarına gitmişler, zar zor ikna etmişler. Arabaya bindik yolda Bir gün sormuşlar Ermişlerden birine: Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? Bakın göstereyim demiş Ermiş. Önce sevgiyi dilden gönle indirememiş olanları çağırarak onlara

Detaylı

Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi.

Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi. Marifetli Çocuk Üç kadın ellerinde sepetleriyle pazardan dönüyorlardı. Dinlenmek için yolun kenarındaki kanepeye oturdular. Çocukları hakkında sohbet etmeye başladılar. Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli

Detaylı

T.C. M.E.B ÖZEL MANİSA İNCİ TANEM ANAOKULU DENİZ İNCİLERİ SINIFI

T.C. M.E.B ÖZEL MANİSA İNCİ TANEM ANAOKULU DENİZ İNCİLERİ SINIFI BELİRLİ GÜN VE HAFTALAR 4-10 Nisan: Polis Haftası 7-13 Nisan: Dünya Sağlık Günü 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı 23 Nisan'ı içine alan hafta: Dünya Kitap Günü T.C. M.E.B ÖZEL MANİSA İNCİ TANEM

Detaylı

TOPLANTI BİLGİLERİ MUTLU GÜNLERİMİZ KONUKLARIMIZ

TOPLANTI BİLGİLERİ MUTLU GÜNLERİMİZ KONUKLARIMIZ K.R. RAVINDRAN U.R. Başkanı 2015 16 Canan ERSÖZ U.R. 2430. Bölge Guvernörü 2015 16 Firuz Harbiyeli 3. Grup Guvernör Yardımcısı Hüseyin MURSAL (Başkan) Süleyman ÇOLAKOĞLU (Asbaşkan) Okşan HALEFOĞLU (Kulüp

Detaylı

Babamın Sihirli Küresi AYTÜL AKAL

Babamın Sihirli Küresi AYTÜL AKAL Babamın Sihirli Küresi AYTÜL AKAL Babamın Sihirli Küresi 2011, Tudem Eğitim Hizmetleri San. Tic. A.Ş. 1476/1 Sok. No:10/51 Alsancak-Konak/İZMİR YAZAR: Aytül Akal RESimleYen: Mustafa Delioğlu KAPAK TASarımı:

Detaylı

Adım Tomas Porec. İlk kez tek boynuzlu bir at gördüğümde sadece sekiz yaşındaydım, bu da tam yirmi yıl önceydi. Küçük bir kasaba olarak düşünmeyi

Adım Tomas Porec. İlk kez tek boynuzlu bir at gördüğümde sadece sekiz yaşındaydım, bu da tam yirmi yıl önceydi. Küçük bir kasaba olarak düşünmeyi Adım Tomas Porec. İlk kez tek boynuzlu bir at gördüğümde sadece sekiz yaşındaydım, bu da tam yirmi yıl önceydi. Küçük bir kasaba olarak düşünmeyi daha çok sevdiğimiz bir dağ köyünde doğup büyüdüm. Uzak

Detaylı

1. Çağımızda, toplumların mutluluk ve. refahlarının hatta bağımsızlıklarının; bilimin. ışığında sürdürülen araştırma ve geliştirme

1. Çağımızda, toplumların mutluluk ve. refahlarının hatta bağımsızlıklarının; bilimin. ışığında sürdürülen araştırma ve geliştirme 1. Çağımızda, toplumların mutluluk ve refahlarının hatta bağımsızlıklarının; bilimin ışığında sürdürülen araştırma ve geliştirme çabalarının teknoloji alanına aktarılmasına bağlı olduğu, tartışmasız kabullenilen

Detaylı

Jiggy kahramanımızın asıl adı değil, lakabıdır. Ve kıpır kıpır, yerinde duramayan anlamına gelmektedir.

Jiggy kahramanımızın asıl adı değil, lakabıdır. Ve kıpır kıpır, yerinde duramayan anlamına gelmektedir. Çeviri Deniz Hüsrev Jiggy kahramanımızın asıl adı değil, lakabıdır. Ve kıpır kıpır, yerinde duramayan anlamına gelmektedir. 5 6 BİRİNCİ BÖLÜM Hayatınızı elinizden alınıp klozete atılmış, ardından da üzerine

Detaylı

&[1Ô A w - ' ",,,, . CiN. ALl'NIN. HiKAYE. KiTAPLAR! SERiSiNDEN BAZILARI Rasim KAYGUSUZ

&[1Ô A w - ' ,,,, . CiN. ALl'NIN. HiKAYE. KiTAPLAR! SERiSiNDEN BAZILARI Rasim KAYGUSUZ .... CiN. ALl'NIN. HiKAYE. KiTAPLAR! SERiSiNDEN BAZILARI 1 - Cin Ali'nin Atı 2 - Cin Ali'nin Topu 3 - Cin Ali'nin Topacı 4 - Cin Ali'nin Karagözlü Kuzusu 5 - Cin Ali'nin Oyuncakları 6 - Cin Ali Okula Başlıyor

Detaylı

iki sayfa bakayım neler var diye. Üstelik pembe kapaklı olanıydı. Basından izlemiştim, pembe kapaklı bayanlar için, gri kapaklı olan erkekler içindi.

iki sayfa bakayım neler var diye. Üstelik pembe kapaklı olanıydı. Basından izlemiştim, pembe kapaklı bayanlar için, gri kapaklı olan erkekler içindi. Malum ülkemiz son dönemde Globalleşen dünya ile birlikte oldukça sıkıntılı. Halk olarak bizlerde de pek çok sıkıntılar var. Ekonomik sıkıntılar, siyasi sıkıntılar, sabotaj planları, suikast planları. Darbe

Detaylı

Türkçe Dil Etkinlikleri Sanat Etkinlikleri Oyunlar Müzik Bilim Etkinlikleri

Türkçe Dil Etkinlikleri Sanat Etkinlikleri Oyunlar Müzik Bilim Etkinlikleri Türkçe Dil Etkinlikleri Sanat Etkinlikleri Oyunlar Müzik Bilim Etkinlikleri Sohbetler *Kendimi tanıyorum (İlgi ve yeteneklerim, hoşlandıklarım, hoşlanmadıklarım) *Arkadaşlarımı tanıyorum *Okulumu tanıyorum

Detaylı

edersin sen! diye ciyaklamış cadı. Bunun hesabını vereceksin! Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları

edersin sen! diye ciyaklamış cadı. Bunun hesabını vereceksin! Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları RAPUNZEL Bir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş. Bir gün pncereden komşu evin bahçesindeki

Detaylı

Administrator tarafından yazıldı. Çarşamba, 27 Temmuz :46 - Son Güncelleme Cuma, 19 Ağustos :53

Administrator tarafından yazıldı. Çarşamba, 27 Temmuz :46 - Son Güncelleme Cuma, 19 Ağustos :53 Selim Çürükkaya / Yeni yazdığım kitaba bir isim arıyordum. Gece uyumadan önce düşünüyordum. Susmak kelimesi üzerinde yoğunlaşıyordum. Dalmışım Kendimi bir bahçede buldum. Hava sıcaktı; çiçekler açmış,

Detaylı

SIFATLAR. 1.NİTELEME SIFATLARI:Varlıkların durumunu, biçimini, özelliklerini, renklerini belirten sözcüklerdir.

SIFATLAR. 1.NİTELEME SIFATLARI:Varlıkların durumunu, biçimini, özelliklerini, renklerini belirten sözcüklerdir. SIFATLAR 1.NİTELEME SIFATLARI 2.BELİRTME SIFATLARI a)işaret Sıfatları b)sayı Sıfatları * Asıl Sayı Sıfatları *Sıra Sayı Sıfatları *Üleştirme Sayı Sıfatları *Kesir Sayı Sıfatları c)belgisizsıfatlar d)soru

Detaylı

Çok Mikroskobik Bir Hikâye

Çok Mikroskobik Bir Hikâye Çok Mikroskobik Bir Hikâye ÜMMÜŞ PÖRTLEK İlköğretim Okulu nda sıradan bir ders günüydü. Eğer Hademe Kazım, yine bir gölgelikte uyuklamıyorsa, birazdan zil çalmalıydı. Öğretmenimiz, gürültü yapmadan toplanabileceğimiz

Detaylı

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi. Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa

Detaylı

Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye:

Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye: Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye: - Deli, deli, diye seslenmiş. Siz içeride kaç kişisiniz? Deli şöyle bir durup düşünmüş: 1 / 10 - Bizim

Detaylı

KOKULU, KIRIK BİR GERÇEĞİN KIYISINDA. ölüler genelde alışık değiliz korkulmamaya, unutulmamaya... (Özgün s.67)

KOKULU, KIRIK BİR GERÇEĞİN KIYISINDA. ölüler genelde alışık değiliz korkulmamaya, unutulmamaya... (Özgün s.67) KOCAER 1 Tuğba KOCAER 20902063 KOKULU, KIRIK BİR GERÇEĞİN KIYISINDA... Hepsi için teşekkür ederim hanımefendi. Benden korkmadığınız için de. Biz ölüler genelde alışık değiliz korkulmamaya, unutulmamaya...

Detaylı

Eşeğe Dönüşen Kabadayı Makedonya Masalı (Herşeyin bir bedeli var)

Eşeğe Dönüşen Kabadayı Makedonya Masalı (Herşeyin bir bedeli var) Eşeğe Dönüşen Kabadayı Makedonya Masalı (Herşeyin bir bedeli var) Yazan: Yücel Feyzioğlu Resimleyen: Mert Tugen Ne varmış, ne çokmuş, gece karanlık, güneş yokmuş. Her kasabada kabadayı insanlar varmış.

Detaylı

Beykoz Yerel Basını: Yılın Öğretmen Çifti, Adife& Bayram YILDIZ - Özgün Haber

Beykoz Yerel Basını: Yılın Öğretmen Çifti, Adife& Bayram YILDIZ - Özgün Haber Beykoz Yerel Basını: "Yılın Öğretmen Çifti, Adife& Bayram YILDIZ" Tüm Ülkede kutlanan Öğretmenler Günü Beykoz'da da coşkuyla kutlanırken, bu özel günde öğretmenlerimiz için çeşitli etkinlikler ve ziyaretler

Detaylı

Söyle, üzmesinler onu. Ele güne muhtaç olmasın. Hâlâ sigara. Çünkü gücüm var biraz daha.

Söyle, üzmesinler onu. Ele güne muhtaç olmasın. Hâlâ sigara. Çünkü gücüm var biraz daha. BULUŞMA Deniz kenarında bir lokantadayız. Görüşmeyeli uzun zaman oldu. İnternetten birkaç fotoğraf. Hepsi bu. Seni buraya çağırmakla iyi mi ettim? Galiba bundan hiçbir zaman emin olamayacağım. Karşımda

Detaylı

.com. Haftanın Diğer Çalışmaları En Kısa Zamanda Yayınlanacaktır.

.com. Haftanın Diğer Çalışmaları En Kısa Zamanda Yayınlanacaktır. .com Haftanın Diğer Çalışmaları En Kısa Zamanda Yayınlanacaktır. ilkok 2/... Sınıfı Türkçe Dersi Değerlendirme Sınavı Adı-Soyadı:... Yaşayabilmek için oksijene ihtiyaç vardır. Oksijen sayesinde karadaki

Detaylı

Kahraman Kit Misafirlikte

Kahraman Kit Misafirlikte Technical Assistance for Promoting Registered Employment Kayıtlı İstihdamın Teşviki için Teknik Destek Projesi Bu proje Avrupa Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından finanse edilmektedir. This project

Detaylı

Zeynep in Günlüğü. Hikaye Yazarı Sevinç DOĞAN ( Türkçe Öğretmeni ) Fatma BAŞA. Kapak Tasarımı ve Sayfa Tasarımı Ahmet ŞAMLI

Zeynep in Günlüğü. Hikaye Yazarı Sevinç DOĞAN ( Türkçe Öğretmeni ) Fatma BAŞA. Kapak Tasarımı ve Sayfa Tasarımı Ahmet ŞAMLI Hikaye Yazarı Sevinç DOĞAN ( Türkçe Öğretmeni ) İmtiyaz Sahibi Adına Ramazan BALCI Okul Müdürü Fatma BAŞA ( Özel Eğitim Öğretmeni ) Kapak Tasarımı ve Sayfa Tasarımı Ahmet ŞAMLI ( Görsel Sanatlar Öğretmeni

Detaylı

yeni kelimeler otuzsekizinci ders oluyor gezi genellikle hoş geldin mevsim hoş bulduk ilkbahar gecikti ilkbahar mevsiminde geciktiniz kış mevsiminde

yeni kelimeler otuzsekizinci ders oluyor gezi genellikle hoş geldin mevsim hoş bulduk ilkbahar gecikti ilkbahar mevsiminde geciktiniz kış mevsiminde otuzsekizinci ders oluyor gezi genellikle hoş geldin mevsim hoş bulduk ilkbahar gecikti ilkbahar mevsiminde geciktin soğuk geciktim kış geciktiniz kış mevsiminde uç, sınır, son, limit bulunuyor/bulunur

Detaylı

Adamın biri bir yolun kenarına dikenler ekmiş. Dikenler büyüyüp gelişince yoldan geçenleri rahatsız etmeye başlamış. Gelip geçenler, adama:

Adamın biri bir yolun kenarına dikenler ekmiş. Dikenler büyüyüp gelişince yoldan geçenleri rahatsız etmeye başlamış. Gelip geçenler, adama: Yolun Kenarına Diken Eken Adam Adamın biri bir yolun kenarına dikenler ekmiş. Dikenler büyüyüp gelişince yoldan geçenleri rahatsız etmeye başlamış. Gelip geçenler, adama: - Bu dikenleri sök, insanları

Detaylı

Yukarıda numaralanmış cümlelerden hangisi kanıtlanabilirlik açısından farklıdır?

Yukarıda numaralanmış cümlelerden hangisi kanıtlanabilirlik açısından farklıdır? 1. (1) Şair yeni bir şiir kitabı yayınladı.(2) Kitap, şairin geleneksel şiir kalıplarını kullanarak yazdığı şiirlerden oluşuyor.(3) Bu şiirlerde kimi zaman, şairin insanı çok derinden etkileyen sesini

Detaylı

Ekmek sözcüğü, sözlüklerde yukarıdaki gibi tanımlanıyor. Aşağıdaki görselin yanında yer alan tanımlar ise birbirinden farklı. Tanımları incele. 1.

Ekmek sözcüğü, sözlüklerde yukarıdaki gibi tanımlanıyor. Aşağıdaki görselin yanında yer alan tanımlar ise birbirinden farklı. Tanımları incele. 1. 1. Ekmek sözcüğü, sözlüklerde yukarıdaki gibi tanımlanıyor. Aşağıdaki görselin yanında yer alan tanımlar ise birbirinden farklı. Tanımları incele. 1. Sence, farklı insanların, farklı tanımlar yapmasına

Detaylı

CİN ALİ İLE BERBER FİL

CİN ALİ İLE BERBER FİL ....... CiN ALl'NIN HiKAYE KiTAPLAR! SERiSiNDEN BAZILARI 1 - Cin Ali'nin Atı 2 - Cin Ali'nin To'Ju ' 3 - Cin Ali'nin Topacı 4 - Cin Ali'nin Karagözlü Kuzusu 5 - Cin Ali'nin Oyuncakları 6 - Cin Ali Okula

Detaylı

Tomurcuk neşeyle kediyi alkışladı. Kıkır kıkır gülmeye başladı. İçerden babası homurdanıp şöyle bağırdı: Neresi komik bunun?

Tomurcuk neşeyle kediyi alkışladı. Kıkır kıkır gülmeye başladı. İçerden babası homurdanıp şöyle bağırdı: Neresi komik bunun? YAŞAM OYUNU Küçük kızlar ve oğlanlar oyun oynamaya bayılırlar. Yaşamın kendisi de bir oyun değil midir çocuklar! Romanımızın kahramanı Tomurcuk bu oyunun ustalarından biriydi. Her sabah oyununu kuruyor,

Detaylı

ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÖMER TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ TÜRKÇE SINAVI

ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÖMER TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ TÜRKÇE SINAVI ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÖMER TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ TÜRKÇE SINAVI T105004 ADI SOYADI NOSU UYRUĞU SINAV TARİHİ ÖĞRENCİNİN BÖLÜM Okuma Dinleme Yazma Karşılıklı Konuşma Sözlü Anlatım TOPLAM

Detaylı

Belmin Dumlu SAVAŞKAN,

Belmin Dumlu SAVAŞKAN, Belmin Dumlu SAVAŞKAN, 1973 yılında İstanbul da doğdu. Ortaöğrenimini Özel Fransız Lisesi Notre Dame Sion de tamamlamasının ardından, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema

Detaylı

6. Sınıf sıfatlar testi testi 1

6. Sınıf sıfatlar testi testi 1 6. Sınıf sıfatlar testi testi 1 1. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde soru anlamını sağlayan kelime sıfat değildir? A) Kaç liralık fatura kesilecek? B) Oraya gidip de ne iş yapacaksın? C) Ne kadar güzel konuşuyor

Detaylı

2) Aşağıdaki cümlelerin hangisinde daha kelimesi yerine henüz kelimesi getirilebilir?

2) Aşağıdaki cümlelerin hangisinde daha kelimesi yerine henüz kelimesi getirilebilir? 1) Aşağıdaki cümlelerden hangisinin sonuna soru işareti konulmalıdır? A) Annem geldi mi gelmedi mi bilmiyorum B) Almanya ya siz mi gittiniz C) Bir yere gidilecek mi uçağa binilmeli ) Güneş doğdu mu ağaçların

Detaylı

Bu testi yapın, kendinizi tanıyın!

Bu testi yapın, kendinizi tanıyın! Kendini Tanıma Testi Bu testi yapın, kendinizi tanıyın! İnsanlar sizin hakkınızda sandığınızdan farklı izlenimlere sahip olabilir. Gerçekten nasıl algılandığınızı siz de bilmek istemez misiniz? Bu teste

Detaylı

KEREM ASLAN Her Şey Dahil

KEREM ASLAN Her Şey Dahil KEREM ASLAN Her Şey Dahil KEREM ASLAN 1987 de Ankara da doğdu. TED Ankara Koleji ve Yahya Kemal Beyatlı Lisesi ni bitirdi, Uludağ Üniversitesi Felsefe Bölümü nden mezun oldu. Eğitimine devam etmek için

Detaylı

Rukia Nantale Benjamin Mitchley Nahide Büşra Ertekin Turkish Level 5

Rukia Nantale Benjamin Mitchley Nahide Büşra Ertekin Turkish Level 5 Simbegwire Rukia Nantale Benjamin Mitchley Nahide Büşra Ertekin Turkish Level 5 Simbegwire annesi öldüğü zaman çok üzüldü. Simbegwire ın babası, kızıyla ilgilenmek için elinden gelenin en iyisini yaptı.

Detaylı

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΕΛΙΚΕΣ ΕΝΙΑΙΕΣ ΓΡΑΠΤΕΣ ΕΞΕΤΑΣΕΙΣ ΣΧΟΛΙΚΗ ΧΡΟΝΙΑ : 2014 2015 Μάθημα : Τουρκικά Επίπεδο : Ε1 Διάρκεια : 2 ώρες

Detaylı

ÖYKÜLERİ Yayın no: 170 ADALET VE CESARET ÖYKÜLERİ

ÖYKÜLERİ Yayın no: 170 ADALET VE CESARET ÖYKÜLERİ ADALET ve CESARET ÖYKÜLERİ Yayın no: 170 ADALET VE CESARET ÖYKÜLERİ Genel yayın yönetmeni: Ergün Ür İç düzen: Durmuş Yalman Kapak: Zafer Yayınları İsbn: 978 605 4965 24 3 Sertifika no: 14452 Uğurböceği

Detaylı

Yayınevi Sertifika No: 14452. Yayın No: 220 HALİM SELİM İLE 40 HADİS

Yayınevi Sertifika No: 14452. Yayın No: 220 HALİM SELİM İLE 40 HADİS Yayınevi Sertifika No: 14452 Yayın No: 220 HALİM SELİM İLE 40 HADİS Genel Yayın Yönetmeni: Ergün Ür Yayınevi Editörü: Ömer Faruk Paksu İç Düzen ve Kapak: Cemile Kocaer ISBN: 978-605-9723-51-0 1. Baskı:

Detaylı

ANKET SONUÇLARI. Anket -1 Lise Öğrencileri anketi.

ANKET SONUÇLARI. Anket -1 Lise Öğrencileri anketi. ANKET SONUÇLARI Anket -1 Lise Öğrencileri anketi. Bu anket, çoğunluğu Ankara Kemal Yurtbilir İşitme Engelliler Meslek Lisesi öğrencisi olmak üzere toplam 130 öğrenci üzerinde gerçekleştirilmiştir. Araştırmaya

Detaylı

TURK101 ÇALIŞMA 6 ZEYNEP OLGUN MAKİNENİN ARKASI

TURK101 ÇALIŞMA 6 ZEYNEP OLGUN MAKİNENİN ARKASI TURK101 ÇALIŞMA 6 ZEYNEP OLGUN 21400752 MAKİNENİN ARKASI Fotoğraf uzun süre düşünülerek başlanılan bir uğraş değil. Aslında nasıl başladığımı pek hatırlamıyorum, sanırım belli bir noktadan sonra etrafa

Detaylı

SORU-- Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

SORU-- Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? İşitme Engelliler Milli Hentbol Takımının en genç oyuncusu Mustafa SEMİZ : Planlı çalışarak, disiplinli çalışarak zamanını ve gününü ayarlayarak nerede ve ne zaman is yapacağıma ayarlarım ondan sonra Her

Detaylı

MUTLU HAFTALAR. Emrah&Elvan PEKŞEN

MUTLU HAFTALAR. Emrah&Elvan PEKŞEN MUTLU HAFTALAR Emrah&Elvan PEKŞEN ilkok BÜYÜK HARFLERIN KULLANIMI Emir Defne Özel isimlerin ilk harfleri büyük yazılır. Cesur Yumak Nevşehir Japon Azerbaycan Ağrı Dağı Anıtkabir Cümleler her zaman büyük

Detaylı

MUTLU HAFTALAR. Emrah&Elvan PEKŞEN

MUTLU HAFTALAR. Emrah&Elvan PEKŞEN MUTLU HAFTALAR Emrah&Elvan PEKŞEN ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkokul1.com ilkok BÜYÜK HARFLERIN KULLANIMI Emir Defne Özel isimlerin ilk harfleri

Detaylı

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: 11.9.2011. Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: 11.9.2011. Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat - şiirler - Yayın Tarihi: 11.9.2011 Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat Yayın Hakkı Notu: Bu e-kitapta yer alan şiirlerin tüm yayın hakları şairin kendisine ve / veya yasal temsilcilerine aittir.

Detaylı

Bahar Ateşi Evet! Hayır! Belki? Ne? Merhaba.

Bahar Ateşi Evet! Hayır! Belki? Ne? Merhaba. 1. Bölüm Bahar Ateşi Evet! Hayır! Belki? Ne? Merhaba. Bütün bu insanın kafasını şişiren karmaşa, çok ama çok masum bir günde başladı. O gün çok şirin, çok masumdu. O gün öyle muhteşem, öyle harika ve öyle

Detaylı

İÇİNDEKİLER. Pano Görselleri. Şefkat ve Merhamet İle İlgili Sözler ve Hikayeler. Etkinlikler ve Boyamalar

İÇİNDEKİLER. Pano Görselleri. Şefkat ve Merhamet İle İlgili Sözler ve Hikayeler. Etkinlikler ve Boyamalar ŞEFKAT MERHAMET MAYIS-2017 İÇİNDEKİLER Pano Görselleri Şefkat ve Merhamet İle İlgili Sözler ve Hikayeler Etkinlikler ve Boyamalar İNSANLIK MERHAMET ÜZERİNE KURULU Merhametini kaybeden İnsanlığını kaybeder.

Detaylı