EN GÜZEL TÜRK HĐKÂyELERĐ



Benzer belgeler
Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý.

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

de hazır değilken yatağıma gelirdi. O sabah çarşafların öyle uyandırmıştı; onları suratıma atarak. Kız kardeşim makas kullanmayı yeni öğrendi ve bunu

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç

Anne Ben Yapabilirim Resimleyen: Reha Barış

Eşeğe Dönüşen Kabadayı Makedonya Masalı (Herşeyin bir bedeli var)

EZBERLEMİYORUZ, ÖĞRENİYORUZ. Hafta Sonu Ev Çalışması DAĞINIK ÇOCUK

T.C. M.E.B ÖZEL MANİSA İNCİ TANEM ANAOKULU DENİZ İNCİLERİ SINIFI

Okuma- Yazmaya Hazırlık. Türkçe Dil Etkinlikleri Sanat Etkinlikleri Oyunlar Müzik Ve Ritim. Fen Ve Doğa Etkinlikleri

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır.

Cadı böyle diyerek süpürgesine bindi. Daha yüz metre uçmadan. paldır küldür yere düştü. Ağaçtaki kargalar Gak gak diye güldüler.

Günler süren yağmurdan sonra bulutlar kayboldu. Güneş, ışıl ışıl yüzünü gösterdi. Yıkanan doğanın renklerine canlılık gelmişti. Ağaçlardan birinin

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir?

tellidetay.wordpres.com

YOL AYRIMI SENARYO ALĐ CEYLAN

ISBN :

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu!

C A NAVA R I N Ç AGR ISI

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

.com. Faydalı Olması Dileklerimizle... Emrah&Elvan PEKŞEN

Özel Gebze Eğitim Kurumları Öz-Ge Gündüz Bakımevi UĞUR BÖCEKLERİ OCAK

Samed Behrengi. Püsküllü Deve. Çeviren: Songül Bakar

&[1Ô A w - ' ",,,, . CiN. ALl'NIN. HiKAYE. KiTAPLAR! SERiSiNDEN BAZILARI Rasim KAYGUSUZ

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

KEREM ASLAN Her Şey Dahil

Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi.

Özel Gebze Eğitim Kurumları Öz-Ge Gündüz Bakımevi

edersin sen! diye ciyaklamış cadı. Bunun hesabını vereceksin! Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları

3. Yazma Becerileri Sempozyumu

YIL DEDE'NİN DÖRT KIZI

İsim İsim İsimlerin Tamamlanmış Hali

Özel Gebze Eğitim Kurumları Öz-Ge Gündüz Bakımevi YILDIZLAR GRUBU ARALIK

Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye:

I. Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. ÖNEMLİ BİR DERS

Çok Mikroskobik Bir Hikâye

5 YAŞ VE HAZIRLIK SINIFI EKİM BÜLTENİ

İhmal Amca DESTANLAR VE MASALLAR BOYALI KIRLANGIÇ. Masal. Resimleyen: Turgut Keskin

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi

YÜKSEL ÖZDEMİR. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

BİZE KATILIR MISINIZ?

Samed Behrengi. Sevgi Masalı. Çeviren: Songül Bakar

kural tanımayan cafer Adı-Soyadı:...

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Refik Durbaş. Şiir BEZ BEBEKLE KUKLASI. 2. basım. Resimleyen: Burcu Yılmaz

EYLÜL AYI BÜLTENİ(İnci Taneleri)

KURALLI VE DEVRİK CÜMLELER. --KURALLI CÜMLE: İş, hareket, oluş bildiren sözcükler cümlenin sonunda yer alıyorsa denir.

Bir başka ifadeyle sadece Allah ın(cc) rızasına uygun düşmek için savaşmış ve fedayı can yiğitlerin harman olduğu yerin ismidir Çanakkale!..

Özel Gebze Eğitim Kurumları Öz-Ge Gündüz Bakımevi 2018 ARALIK AYI EĞİTİM BÜLTENİ

"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

YALNIZ BİR İNSAN. Her insanın hayatında mutlaka bir kitap vardır; ki zaten olması da gerekir. Kitap dediysem

AĞIR ÇANTA. Aşağıdaki soruları metne göre cevaplayınız. 1- Fatma evden nasıl çıktı? 2- Fatma neyi taşımakta zorlanıyordu?

BÖLÜM 1. İLETİŞİM, ANLAMA VE DEĞERLENDİRME (30 puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKAYESİ

HEM DÜŞÜNECEĞİZ, HEM ÖĞRENECEĞİZ HEM DE SÜRPRİZ HEDİYELER KAZANMA ŞANSINA SAHİP OLACAĞIZ.

Bir sözcüğün zihinde uyandırdığı ilk anlama gerçek anlam denir. Kelimelerin sözlükteki ilk anlamıdır. Bu yüzden sözlük anlamı da denir.

Giovanni dışında bütün örenciler çok çalışıyor. O hiç çalışmıyor ama sınıfın en başarılı öğrencisi. Çok iyi Türkçe konuşuyor.

SIFATLAR. 1.NİTELEME SIFATLARI:Varlıkların durumunu, biçimini, özelliklerini, renklerini belirten sözcüklerdir.

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

CİN ALİ İLE BERBER FİL

MERHABA ARKADAŞLAR BEN YEŞİLCAN!

&[1 CİN ALİ'NİN HİKAYE KİTAPLAR! SERIS.INDEN BAZILARI. l O - Cin Ali Kır Gezisinde. Öğ. Rasim KAYGUSUZ

Küçüklerin Büyük Soruları-3

DENİZ YILDIZLARI ANAOKULU MAYIS AYI 1. HAFTASINDA NELER YAPTIK?

Bahar Ateşi Evet! Hayır! Belki? Ne? Merhaba.

İÇİNDEKİLER FARE İLE KIZI 5 YUMURTALAR 9 DÜNYANIN EN AĞIR ŞEYİ 13 DEĞİRMEN 23 GÜNEŞ İLE AY 29 YILAN 35 ÇINGIRAK 43 YENGEÇ İLE YILAN 47

yuvarlak masa yeşil erik üç kalem ihtiyar adam

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

Jake mektubu omzunun üstünden fırlatır. Finn mektubu yakalamak için abartılı bir şekilde atılır.

AHMET ÖNERBAY GÖRELE'DE

Kırmızı Şemsiye. Şiirler: Mavisel Yener. Öyküler: Aytül Akal. Resimler: Saadet Ceylan. Resimler: Ayda Kantar

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Betül Tarıman. Öykü GÖKYÜZÜ PRENSİ PO İLE KÜÇÜK KIZ. 2. basım. Resimleyen: Uğur Altun

BÖLÜM 1. İLETİŞİM, ANLAMA VE DEĞERLENDİRME (30 puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. FARE NİN DERS VEREN ÖYKÜSÜ

TEŞEKKÜR. Kısa Film Senaryosu. Yazan. Bülent GÖZYUMAN

Bazen tam da yeni keþfettiðiniz, yeni tanýdýðýnýz zamanda yitirirsiniz güzellikleri.

Ekmek sözcüğü, sözlüklerde yukarıdaki gibi tanımlanıyor. Aşağıdaki görselin yanında yer alan tanımlar ise birbirinden farklı. Tanımları incele. 1.

Kazova: Patronsuz üretim devam ediyor; herkes mutlu, herkes çalışmak istiyor.

OKUMA ANLAMA ANLATMA. 1 Her yerden daha güzel olan yer neresiymiş? 2 Okulda neler varmış? 3 Siz okulda kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

tellidetay.wordpress.com

tellidetay.wordpress.com

yeni kelimeler otuzsekizinci ders oluyor gezi genellikle hoş geldin mevsim hoş bulduk ilkbahar gecikti ilkbahar mevsiminde geciktiniz kış mevsiminde

timasokul.com / bilgi@timasokul.com

ÖZEL NİLÜFER ANAOKULU BUKET SARICA

ABDULLAH ALİYE CAN ANAOKULU ÇİÇEKLER SINIFI. Nİsan AYI BÜLTENİ. Sevgİ Kİlİmlerİmİz

Derleyen: Nezir Temur Resimleyen: Mert Tugen

Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı,

Adı-Soyadı: Deniz kampa kimlerle birlikte gitmiş? 2- Kamp malzemelerini nerede taşımışlar? 3- Çadırı kim kurmuş?

Bir Ayakkabı Hikayesi - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

Şehirdeki Yeni Hayatımız Başlıyor

Parlar saçların güneşin rengini bana taşıyarak diye yazıvermişim birden.

HAYAT BİLGİSİ A TEMASI: OKUL HEYECANIM. Gözümüzün rengi Saçımızın rengi Okula gitmemiz Yukarıdakilerden hangisi fiziksel özelliğimiz değildir?

TEK TEK TEKERLEME. Havada bulut Sen bunu unut

MATEMATİK ÖYKÜLERİ BİLGİÇ İLE SAYGIÇ NEŞELİ

ÇAYLAK. Çevresinde güzel bahçeleri olan bir villaydı.

.com. Faydalı Olması Dileklerimizle... Emrah&Elvan PEKŞEN

25. Aşağıdaki deyimlerle anlamca üçlü bir grup oluşturulduğunda hangisi dışta kalır? A) eli bol B) eli açık C) eli geniş D) eli kulağında

ÖZEL NİLÜFER ANAOKULU MELİKE DAĞ

Zulu folktale Wiehan de Jager Leyla Tekül Turkish Level 4

GÖKYÜZÜNDE KISA FİLM SENARYOSU

PİNOKYO EĞİTİM KURUMLARI MART AYI AYLIK EĞİTİM PROGRAMI 1. HAFTA

DENEYLERLE BÜYÜYORUZ

Transkript:

EN GÜZEL TURK HĐKÂYELERĐ -II HAZIRLAYAN ATĐLLA ÖZKIRIMLI SUNU Türk hikâyelerinden seçmelerin bu ikinci kitabında, kimileri Cumhuriyet öncesinde doğmuş olsalar da, Cumhuriyet dönemi yazarları diyebileceğimiz sanatçıların hikâyeleri yer alıyor. Çünkü hepsinin ortak özelliği, hikâyelerinin Cumhuriyet döneminde yayınlanmış olması... Sözkonusu sanatçıların kitabı hazırlarken seçilen yöntemden kaynaklanan bir başka ortak özellikleri de bugün artık bedenen yaşamıyor olmaları... Bu, yöntem konusunu şöyle açıklayabilirim: Türk hikayecilerinden yapılacak seçmelerin XIX. yüzyılın sonlarından günümüze iki kitapta toplanması tasarlanmıştı. Đşe başlarken önce yazarları saptadım. Birçok adı istemeye istemeye eleyerek otuz, otuz beş yazara kadar indim. Đlk kitapta bir sorun çıkmadı. Ama sıra ikinci kitaba geldiğinde çözümlenmesi gereken bir sorunla karşı karşıyaydım: Yirmiyi aşkın yazarın tek kitaba sığdırılması olanaksızdı. Yayınevinin de önerimi kabullenmesiyle bir üçüncü kitap gündeme geldi. Ama şimdi başka bir soru çıkmıştı karşıma: Đlk kitapta olduğu gibi yazarları doğum tarihlerine göre iki kümeye ayırmam doğru olabilir miydi? Hikâyeye son noktayı koyan- Sait Faik Abasıyanık Adapazarı'nda doğan Sait Faik Abasıyanık (1906-1954), ilkokulu doğduğu kentte okudu. Đstanbul Lisesi'nde başladığı orta öğrenimini ise Bursa'da tamamladı. Đktisat öğrenimi için gittiği Lozan'da on beş gün kalabildi ve Fransa'nın Grenoble kentine geçince de öğrenimi bir yana bırakarak gönlünce yaşadı. Đstanbul'a dönünce kısa süreli birkaç işten sonra ölen babasının bıraktığı gelirle yaşamını sürdürdü. Ölümünden sonra annesinin girişimiyle düzenlenen Sait Faik Hikâye Armağanı günümüzde de sürdürülen önemli ödül kurumlarındandır. Sait Faik'in hikâyeleri konulan bakımından dört kümede toplanabilir: Çocukluk anıları ve Adapazarı-Bursa gözlemleri; Fransa yılları; Đstanbul'un kenar semtleri ve yoksul insanlar; Adalar'da geçen günler ve balıkçılar. Bireysel duygulanımların, bilinçaltının, kişinin bunalımlarının ve tedirginliğinin, yalnız adam psikolojisinin, kimi zaman gerçeküstü bir anlatımla dile getirildiği hikâyelerini de ayrı bir kümede toplamak gerekir. Bu kümelendirme hikâyeciliğinin gelişimini de açıklar. Gözlemci bir gerçekçilikten bireyin dünyasına geçiş diyebiliriz buna. Hikâyelerin ana özelliğini ise insan sevgisi oluşturur. Yaşadığı dönemde hikâyelerini şu kitaplarda topladı: Semaver (1936), Sarnıç (1939), Şahmerdan (1940), Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1951), Son Kuşlar (1952), Alemdağda Var Bir Yılan (1954). Ölümünden sonra iki romanıyla şiirleri ve yayınlanmamış hikâyeleri on dört kitapta toplandı. EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ şıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur. Orada dört tarafı suyla çevrili yerde insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam adaleler, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgârlar, fırtınalar, deniz canavarları, kayaları günlerce, haftalarca döven dalgalara ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve sağlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayim, daha gürültüsüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için verildiğini, çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu öğreten, belki de öğretmeden öyle iyi, öyle mübarek anadan doğulduğunu hayal ettiren bir düşünceyle haritalardaki maviliğin ortasında, kocaman kıtaların kenarındaki büyük denizlerin bir tarafına kondurulmuş adalara bakar, kurar dururdum. Yatak odama da bir tane asmışımdır; geceleyin yatmadan önce okuduğum kitaba inanmazsam, canım sıkılır da gözümü kitaptan kaldırırsam haritaya gözüm ilişsin diye. Haritayı görünce bir nokta ada, ada görünce de hemen fırtınaları, rüzgârları, uğultuları, köpekbalıklarını, sonra birdenbire adanın namuslu

insanlarını hatırlayıveririm. Haritada herhangi kargacık burgacık şekil almış adalara kara sevdalıya kurşun döken bir ihtiyar kocakarının aklı veya sezişleriyle dalar, bir şeyler bulup çıkarırım a, daha çok şekilsiz, ancak bir nokta gibi gözüken adalar merakımı çeker. Bir gece ansızın bir motor katranlı bir iskeleye yanaşır. Işıkları kan portakalı kırmızılığında yanan haritadaki nokta adaya çı-kıveririm. Hemen üç günlük sakalı pırıl pırıl beyaz, orta yaşlı bir adam yakaları kalkık, gocuklu bir paltoya gömülmüş yüzüyle gülerek yanıma yaklaşır: "Geldin mi, kardeş?" der. "Geldim, ağam," derim. "Artık gitmeyeceksin ya?" SAĐT FAĐK ABASI\IANIK "Aaah," derim. "Bir daha mı?.. Bir daha mı?.." "Adamızdan iyi yoktur." "Yokmuş, ağabey," derim. "Babam sizlere ömür..." Gözümüz bulanmış, tahta havalisinden hiç gözükmeyen bahçeli bir eve gireriz. Bir asma çardağı altından geçeriz. "Ben bir elimi yüzümü yıkayayım hele..." derim. Eve girmeden sağ kolda bir çeşme vardır, hatırlayıverir, yönelirim. Heyecandan, üzüntüden, utançtan, titreye fitreye, yüzüme suyu çarpa çarpa yıkanırım. Đki üç kişi boynuma sarılır. Komşular seslenir. Ürkütülmüş tavuklar bağırır, anam ağlar, ağam ekmek keser, bacım bardağı doldurur, ben duvardaki ağları seyre dalarım. "Hava bugün lodos muydu, ağabey?" derim. "Başlarken lodos başladı. Đkindiye doğru batıya çevirdi. Şimdi batı karayelden esiyor, ama çevirecek, karayele çevirecek." "Sonu kar mıdır, ağabey, karayelin?" "Geldiğin yerlere kar amma bize pek yağmaz... Sen nasılsın bakalım? Rengin iyi maşallah!" "Çok şükür, ağabey!.. Köy nasıl?" "Bildiğin gibi.'gardaş! Hep öyle... Çocuklar iskambile dadandı; başka bir kusurcukları yok." "Parasına mı oynarlar ki?" "Yok be anam! Para nerede ki parasına oynasınlar. Balığına oynarlar, misinasına oynarlar, çaparasına oynarlar, olta iğneciğine oynarlar. Hele bir oynaya görsünler parasına da..." Hani frenklerin "Penfant prodigue" dedikleri bir oğlan vardır. Ben o çocukmuşum; israftan, delilikten, serserilikten dönmüşüm gibi olurum yatağımın içinde. Işığı söndürmemle uykumun başlangıcı arasına güneşli bir sabah, kayıklar, bütün bir balıkçı EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ la çizgili insanların arasında bugünü de bir günah, daha doğrusu bir kötülük işlemeden bitirecektim. Onların arasına seyirci sıfatıyla sessizce karışarak oldukça mesut yaşadım. Şehire bile inmiyordum. Her şey tahayyül ettiğim gibiydi. Yalnız pay meselesinde çirkin hadiseler geçtiğini işitiyor, onu da duymamazlığa geliyordum. Bir sabahtı. Kayık hülyalarımdaki gibi balıktan dönmüştü. Çevaleler vapura verilmişti. Şimdi ağları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı. Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on beş dülger balığı kayığın küpeştesinde hâlâ canlı, ince, zar gibi kanatlarıyla titreşiyorlardı. Biraz sonra işlerini bitirmiş olacaklar, hepsi orta parmaklarına birer dülger balığı takarak çekip gideceklerdi. Umduğum gibi dülger balığı çorbası çok evlerde tütecekti. Kayığı temizleyenler sekiz kişiydi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisi zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir sevgiyle çalışıyordu. Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman dışardan da insanlar gelirdi. Dışardan ırıba katılanlar pay almazlardı. Đrip tayfasıyla reis, gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.

O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak edebilmek için elinden geleni yapıyordu. Nihayet iş bitti. Đki büyük dülger balığını reis kıç altına attı. Tayfalardan birine, "Bunu bize götür sonra," dedi. "Ötekilerini pay yap." Üçer tane alanlar oldu. Dışardan gelen bir tane versinler diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş hafif bir kırmızılık vardı. Bu kırmızılık pay dağıtan adamın elinde tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında durdu. Son- F:/2 EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ bakalım, babalık! Fazla söylenmeye başladın. Ayıp ne demek? Ayıp yorgan altında." "Babanızın malı mı bu deniz sizin?" "Onun babasının malı mı?" "Değil ama, gelmiş kayığınızda çalışmış bir kere." "Kim gel de çalış demiş ona, gelmeseydi." Balık verilmemiş adam, kahvenin bir iskemlesine çökmüştü. Kahveci başına dikilmişti. "Kalkacağız, kalkacağız," dedi kahveciye. Ayağa kalktı. Kendisi için laf işitmiş adama, "Zararı yok, hemşerim," dedi. "Zararı yok. Vermesinler, istemez." Gözüken vapura doğru yürüdü. Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek uzaklaştı. Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım. EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ "Hişt!" dedi yine. Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım, çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana. Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi; ağzı, dişleri, kulakları, boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtıiı çatırtılı sesi, "Hişt, hişt," diye duymuşumdur? Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses, "Hişt! Hişt!" dedi. Hani bazı, kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses, isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir. Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe. Yola indim. Đstediği kadar "hişt" desin, sahici sulu bir dost olsun. Đsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma "hişt hişt" diyen bir divane olayım ben, aldırmayacağım. Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki de kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur. Đyisi mi ben kendim, "Hişt, hişt," derim. O zaman tamamı tamamına pek, "Hişt, hişt" seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır tutturdum. Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpa-zankaya yolunu sordular. Üstündesiniz, dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. Đki adımda benden uzaklaştılar. (...) Şimdi bir çiçek tarlasındayım. Bana, "Hişt hişt," diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. "Cik, cik," demezler de, "Hişt, hişt" derler. Kuştu, kuş. EN GÜZEL TÜRK HĐKÂyELERĐ "Sus, sus," dedim. "Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!" "Haydi güle güle."

Biraz uzaklaşınca: "Hişt hişt!" Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu, oydu. "Hadi, hadi, yakaladım bu sefer seni!" dedim. "Yok vallahi!" dedi. "Vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?" "Sen değil misin 'hişt hişt,' diyen?" "Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?" Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir "hişt hişt" sesi gelmedi mi fena? Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları... "Hişt hişt!" "Hişt hişt!" "Hişt hişt!" Uj/KUn Đki arkadaş Yıldızeli'nden Sivas'a gitmek için şosenin kenarında otomobil bekliyorduk. Akşam olmaya başlamıştı. Akıllının biri, gece yarısı gelen treni beklemektense sık sık geçen kamyonlardan birine atlamamızı tavsiye etmişti; ve biz bir buçuk saatten beri, yolun kaybolduğu taraflarda beliren her toz bulutuna ümitle bakarak bu "sık sık" tabirinden kaçar saatlik araların kastedildiğini düşünmeye dalmıştık. Nihayet, ortalık adamakıllı karardıktan sonra iki projektör, toz bulutlarını aydınlatarak bulunduğumuz yere yaklaştı. Biz, yangından veya selden kaçan insanlar gibi, kollarımızı imdat işaretlerine benzeyen hareketlerle havaya kaldırıp bağrışarak yolun ortasına atıldık. Makine hemen önümüzde durdu. Kısa bir pazarlıktan sonra ellişer kuruşa şoförün yanına binmek konusunda anlaştık. Harekete geçer geçmez, aydın adamlara yakışır bir merak ve cahillikle ve birbirimizin sözünü keserek sıraladığımız sorulardan çıkan neticeye göre, orta yaşlı bir yük beygiri kadar mazisi olan emektar kamyon, üç gün önce Erbaa'dan kalkıp Turhal'a yük getirmiş ve orada Sivas'a gelecek şeker hamulesi bularak yolunu buraya kadar uzatıvermiş. Başımı çevirip ensemin üst kısmında heybetle yatan çuvallara bakınca içlerinde beyaz <*) Yeni Dünya, 1943. SABAHATTĐN ALĐ "Her zaman olmaz!.." O zamana kadar mevcudiyetlerini hiçbir vesileyle belli etmeyen kadınlardan biri, ince, çatlak bir ses ve temizliğini kaybetmeye başlamış bir Orta Anadolu şivesiyle sordu. "Geçen gün mal müdürünün karısı nerede öldüydü?" Muavin, "Geçtik galiba!" dedi. Şoför uykusunun arasında düzeltti. "Daha gelmedik ulan..." Merakla sordum. "Ne oldu? Bir kadın mı öldü?" Bu sorularla şoförün ilgisini çekerek uykusunu açmak istiyordum. Kesik cümlelerle olayı anlattı. Arasıra muavin, "Hayır, öyle değil, şöyleydi!" diye düzeltmeye kalkıyor ve yolcu kadınların da katıldığı bir münakaşa alevleniyordu. Şoför, "Karı zaten sinirlinin biriydi... Başına böyle bir iş geleceği belliydi!" dedi. Muavin atıldı. "Kocası da karıdan yangınmış... Şoförlere, 'Şunu bir hendeğe yuvarlayıp beni kurtaramadınız!' dermiş." Şoför omuzlarını silkti. "Onu bilmem... Bir kere alıp Sivas'a götürdüm. O zaman tenezzüh kullanıyordum. Yolda kırk defa arabayı durdurdu. Yüz adım gideriz, bağırır. 'Şoför dur, mantomu çıkaracağım. Şoför dur, pudra çalacağım, şoför dur, çok sarsılıyorum, başım döndü; azıcık bekleyelim...' Bir daha tövbe ettim arabama almaya..." "Canım, kaza nasıl olmuş?" diye söze karıştım. Muavin, "Kamyonla Sivas'tan dönüyorlarmış," dedi. "Kocası da berabermiş. Kamyon bizim Köse'nin arabası... On bir yaşında... Bir gün önce yolda sağ tekerleğin

rondu fırlamış, telle bağlamışlar... Sivas'ta tamir ettirmeden yolcu alıp geri dönmüşler..." "Belediye arabaları muayene etmez mi?" dedim. Muavin cevap vermedi. Şoför yan gözle beni süzerek, "Belediye maaş verecek parası kalmayınca, ceza yazmak için şoförlere yapışır... Başka zaman rahat bırakır!" SABAHATTĐN ALI ranlığa doğru gidiyordu. Bir anda kendimizi bu karanlığın tam dibine gelmiş bulduk. "Aman!" diye bağırarak direksiyona sarıldım ve sola kırdım... Şoför, "Ha!" diyerek uykusundan uyandı ve fren yaptı. Sonra, "Viraja gelmişiz be!" diye homurdandı. Projektörler kısa otlarla örtülü bir tarlayı ve hemen önümüzdeki derince bir hendeği aydınlatıyordu. Beyaz tozlarıyla parlak ve kirli bir kurdela gibi uzanan şose solumuza doğru kıvrılıp gidiyordu. Kendimi tutamayarak, "Kendine gel yahu!.. Arabayı devirecektin!" diye bağırdım. Şoför kabahatini bildiği için hafif ve özür dileyen bir sesle, "Bir şey olmaz!" dedi. Muavin o garip bir alay gizleyen sesiyle, "Devrilmezdik..." dedi. "Ön tekerlekler hendeğe beraber girerdi. Zınk der dururduk..." Sonra daha keyifli bir sesle ilave etti. "Yalnız araba sarsılıp arka tekerlekler havaya kalkınca şeker çuvalları ensenize inerdi!.." Başımı çevirip ters bakışlarla bu münasebetsize haddini bildirmek istedim, fakat karanlıktan ve üzeri damgalı birkaç çuvaldan başka bir şey g'örmedim. Bundan sonra uyku, şoför ve makine arasında müthiş bir mücadele başladı... Zavallı adam üçüncü uykusuz geceyi de yarılamak üzereydi ve direksiyondaki elleri titriyordu. Birkaç kere kendisini tutup uyandırmak gerekti. O zaman yalvaran gözlerle yüzümüze bakarak, "Müsaade edin, şurada durup on dakika uyuyayım... sonra gideriz!" dedi. Ben razı oldum. Arkadaşım daha tecrübeliydi. "Olmaz," dedi. "Bir uyursa yarın öğleden önce uyanmaz, zorla uyandırırsak büsbütün sersemler ve başımıza iş açar... Uyutmayız ve yolumuza gideriz!.." SABAHATTĐN ALI de sarmaya başlayan bir yorgunlukla, uyuşmuş bacaklarının üzerinde sallanarak o insafsız cümlesini haykırdı. "Tamam, usta!.." Şoför bu sefer uyanacağa benzemiyordu. Kasketinin altından fırlayan, tozdan bembeyaz olmuş saçları direksiyonun üzerine serilmişti. Kafasına odun yemiş biri gibi, tamamiyle kendinden geçmiş bulunuyordu. Muavin tekrar etti. "Hadi usta, tamam!" Bunun da fayda etmediğini görünce ben işe karıştım, şoförü dürttüm. "Hadi bakalım... uyan... az kaldı!" Ne kadar kaldığını kendim de bilmiyor, sadece zavallıya biraz gayret vermek istiyordum. Şoförün başı kalktı. "Gidemeyeceğim, beyim!" dedi ve tekrar önüne düştü. Arkadaşıma baktım. Yüzünde hiç insaf yoktu. Sert bir sesle, "Gidemeyeceğim olmaz... Kalk, yüzüne biraz su vur, açılırsın!" Şoför kımıldadı, yanındaki kapıyı açtı. Uykunun her uzvuna nasıl ağır taşlar halinde çöktüğü bütün hareketlerinde görülüyordu. Ayakları mevcut olmayan taşlara takılarak hendeğin kenarına kadar sendjşledi. Orada biraz durdu. Karşısındaki suya kadar gitmek kendisine herhalde pek mühim ve güç bir yolculuk gibi görünüyordu. Nihayet yavaşça olduğu yere çöktü, eliyle bize doğru bir işaret yaparak, "Müsaade buyurun, beyim... beş dakika uyuyayım!" dedi ve oraya, tozların içine boylu boyuna uzandı. Çaresizlik içinde arkadaşımla birbirimize bakıştık. Beş dakika, on dakika, yirmi dakika bekledik. Rahmi tenekesini yerine koyup çuvalların üstüne çıkmıştı. Ne onun, ne yolcu kadınların sesi duyulmuyordu. Sadece kuru otların ve çamurların arasından süzülüp hendeğe akan ve orada, kireçli topraklardan boz-

SABAHATTĐN AL) "Alsana yahu... Parayı vermeden giderim ha!" Başını zahmetle kaldıran şoförün üzerinde bu tehdit hiçbir tesir göstermişe benzemiyordu. Yüzlerce kiloluk bir ağırlık taşı-yormuş gibi aşağıya çekilen elini uzatarak, "Siz sağolun, beyim!" dedi. Başını tekrar direksiyona yerleştirirken avucundaki yeşil banknotun ayaklarının ucuna düştüğünü gördüm. Yavaşça kapıyı kapadım. Kamyonun arka tarafına dolanarak şeker çuvallarının üzerindeki karanlığa baktım. Birisini uyandırmaktan korkuyormuş gibi hafif bir sesle, "Rahmi!" dedim. Cevap veren olmadı. Ortalıkta en ufak bir hareket ve ses yoktu. Otomobil taşıdığı canlı yaratıklar, şeker dolu çuvallar ve her tarafına yapışan tozlarla birlikte derin bir uykuya dalmıştı. Yalnız soğumakta olan motordan, yapraklar üzerinde dolaşan böceklerin ayak sesine benzeyen çatırtılar yayılıyordu. Projektörlerin ışığı, yolun üzerine dağılmış gibi duran taş parçalarına boylarının iki, üç misli gölgeler veriyor ve kesik kesik nefes alıyormuş gibi titriyordu. Arkadaşımla kol kola girerek uzaktan tek tük pırıltıları görünen şehrin yolunu tutunca bu ışık sırtımıza yapıştı, gölgemizi uçsuz bucaksız karanlıklara kadar uzattı ve biz ensemizde hissettiğimiz bu yapışkan elden kurtulmak için adımlarımızı hızlandırdık. SABAHATTĐN AU aşağıda davulcuların etrafında itişip kakışan biraz daha büyükçe çocuklara bağırıyordu. Erkekler düğün evindeki bir odaya tıkılmışlardı. Kapıdan başka hiçbir yerden ışık almayan, toprak tabanlı odanın bir kenarında, alçak bir sekinin üstünde şehirden getirdiği iki misafi-riyle hancı Yakup Ağa oturmuştu. Düğün sahibi - güveyin büyük kardeşi!- dört yana koşup ortalığı idare, misafirlere ikram ediyor, kapıya yakın bir yerde pinekleyip duran ihtiyar bir âşığa, "Ne duruyorsun; çalsana!" diye sesleniyordu. Yirmi beş otuz kişi kadar insan küçük odanın kenarlarına sıkışıp oturmuşlar ve ortada ancak bir buçuk adım eninde ve boyunda bir yeri açık bırakmışlardı. Âşık sazını eline alıp gayet tatsız ve bozuk düzen bir hava çalmaya başlayınca, köşelerden birinde yarı karanlığa gömülmüş duran bir kadın ortaya çıktı, kaşıklarını avucuna yerleştirerek daracık yerde dönüp oynamaya kalktı. Fakat odadaki-lerin hiçbiri ne kadına, ne saza kulak asmıyorlar, önlerine bakmakta, yahut birbirleriyle fısıldaşmakta devam ediyorlardı. Yalnız şehirden gelen misafirler mühim bir şey görüyorlarmış gibi boyunlarını uzatıyorlar, birbirlerine ve hancı Yakup Ağa'ya manalı gözlerle bakıp,gülümsüyorlardı. Saz, cılız bir sesle, oyun havasına benzer bir şey çalıyor, ortadaki kadın ise, etrafındakilere küfretmeye hazırlanır gibi suratını buruşturup kaşlarını çatarak, iki yanına döner gibi yapıyor, bir sağ ayağını, bir sol ayağını yerden kesiyor, arada sırada da, kendisinden beklenen küfrü söyler gibi hırçın bir tavırla kaşıkları şıkırdatıyordu. Bu sırada, genç efendilerin oturduğu sekinin karanlık bir köşesinden kalın ve hakim bir ses, "Hüseyin!" diye bağırdı. Saz ve oyun durdu. Düğün sahibi sesin geldiği yere seğirtti. "Buyur ağam!" SABAHATTĐN ALĐ Hüseyin tekrar içeri girdiği zaman kadını, bir kenara oturmuş, etrafındakilere münakaşa eder buldu. "Deli Emine gelip de ne olacak? Bir düğüne bir avrat yetmez mi?" Yanındakilerden biri, "Sen de kendini avrat mı sayıyon?.." dedi. "Böyle düğüne çok bile..." Sekide oturan ve ilk defa bir köye gelmişe benzeyen şehirli efendiler pek eğlenceli buldukları bu konuşmaya fıkır fıkır gülüyorlardı. Kadın boyalı ve dağınık saçlarını sinirli sinirli toplamaya çalışıyor ve sapsarı dişlerini göstererek, her ağzını açana laf yetiştiriyordu. Yüzü yanaklarındaki şekilsiz ve morumsu allıkları görünmez edecek kadar kızarmıştı. Gözlerinin altındaki buruşuk deri ikide birde ürperiyor, sıska, çehresinde ifadesiz birer nokta gibi duran siyah ve biraz kanlı gözleri zaman zaman parlayıveri-yordu. Öksürüğü de artmış gibiydi ve her öksürüşünde yanakları daha çok kızarıyordu. Nihayet etrafına laf

yetiştirmekten yorulmuş gibi başını duvara dayadı, altı yamalı ipek çoraplarını ortaya uzatarak gözlerini kapadı. Odada bulunanlar teker teker dışarı çıkıp davul çalan aptalları seyre gittiler. Yakup Ağa da şehirden gelenleri aldı, köyü gezdirmeye götürdü. Sokaklarda bir sürü çocuk vardı. Ya birbirlerini yahut tavukları kovalıyorlar ya da evlerde aptesane olmadığı için, bir duvar kenarına çömelip aptes ediyorlardı. On iki yaşlarında kadar görünen sarsak bir oğlan bir kapının eşiğine oturmuş, ağzından salyalar akarak, geçenlere sırıtıyordu. Köye gelirken uzun bir seyahate çıkıyormuş gibi ayaklarına çizme, başlarına spor kasket ve gözlerine siyah gözlük geçiren efendiler, yanlarında yerli bir hükümdar azametiyle yürüyen Yakup Ağa'ya, ecnebi seyyahlar gibi ardı ardına sualler soruyorlar, bazen de birbirlerine 07 EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ yabancı bir dilde bir şeyler söylüyorlardı. Köye dair her öğrendikleri şeyden sonra yüzleri, bunu eskiden biliyorlarmış da yalnız bir kere daha duymak istemişler gibi, bilgiç bir ifade almaya çalışıyor, kaşları düşünceli bir kıvrıntıyla geriliyor ve başları, "Tabii, tabii, malum," der gibi sallanıyordu. Mevsim mart başlarıydı. Karlar erimiş, köyün yolları, bazı çukur ve gün görmez yerlerde, pis kokulu bir çamur yığını haline gelmişti. Dört yana koşuşan tavuklarla çocukların saçtığı çamur, efendilerin ütülü külotlarına sıçramış ve yüzlerini buruşturmuştu. Tekrar düğün evine döndüler, şimdi boşalmış olan yarı karanlık odada oturup köylerimizin medenileşmesi çarelerini bulmaya başladılar. Fakat on dakikadan fazla bu konuda duramadılar, şehir dedikodularına, maaş, ücret, barem meselelerine geçtiler ve biraz sonra da uyuyuverdiler. Deli Emine akşama doğru, yüzü keyifli bir gülüşle parlayarak köye geldi. Đşte onun kıymeti böyle eninde sonunda anlaşılır ve şöhretine kapılıp, Yeni Dünya'yı çağıranlar, nihayet ona muhtaç olurlardı. Arkasında bir sürü meraklıyla beraber odaya girince, önce oturanların kibar kibar ellerini sıktı, bir köşede kendisine hiç saklamadan düşmanca bakan Yeni Dünya'ya tepeden bir "boncur" fırlattı, sonra bir kenara oturarak acele hareketlerle oyuna hazırlanmaya başladı. Tombul vücuduna ve kırka yaklaştığı açıkça görülen yaşına rağmen çok hareketli, pek çevik, adeta sabırsız bir hali vardı. Ayağından mestlerini, kalın bir yün çorabı, bunun altından da kısa bir erkek çorabını çıkardı. En altta meydana çıkan muslin çoraplı ayağına, yanına açtığı bohçadan aldığı, arkası kırmızı meşin, burun tarafı rugandan, yüksek ök-çeli iskarpinlerini geçirdi. Sırtından mantosunu, hırkasını ve pazen entarisini sıyırdı; bu sırada, alttaki pembe ipek entarinin, biraz yukarı kalkarak etli ve esmer butlarından dört beş parmak boyunda bir kısmı meydanda bırakmasını temin etti. Başından EN GÜZEL TURK HIKAj/ELERI bi ellerini yanlarına salıverdi. Fakat bir an tereddüt ettiği görüldü. Bu anda kafasından neler geçtiği, içinde nelerin olup bittiği bilinemezdi; ama senelerden beri savaştığı meydanı bu kadar kolay bırakıp çekilmek istemediği belliydi. Yüzünü, yeniden bir allık kapladı. Yanakları birkaç kere ürperdi. Birinin üstüne atılmak istiyormuş gibi gözlerini orada bulunanlarda hırsla dolaştırdı ve kapının yanında oturan ihtiyar âşığı görünce haykırdı. "Doğru dürüst çalsana be! Nerden bulmuşlar senin gibi sersemi? Ninni mi çalıyorsun?" Đhtiyar birdenbire durakladı, fakat bu hücumu pek de yersiz bulmamış olacak ki, cevap vermeden ve etrafına bakmadan çabucak sazını kucağına iyice yerleştirdi, tezenesini parmakları arasında çevirdi, var kuvvetiyle saza vurarak oynak bir havayı, bozuk düzen, fakat mümkün olduğu kadar çok gürültüyle çalmaya başladı. Bu sırada Yeni Dünya'nın incecik vücudu ortada, gerilmiş bir yay gibi hareketsiz duruyor ve bekliyordu. Sazın ilk vuruşlarıyla birlikte bu vücut, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle harekete geçti. Boyalı saçlarını savurup yüzüne dökerek ve başını bir göğsüne, bir arkaya atarak, ortada fırıl fırıl dönmeye başladı. Şimdi Deli Emine ona yetişemiyordu. Ellerini başının üstünde birleştirip kaşıkları, dışarda kalan sapları görünmeyecek kadar hızla birbirine vuran, kısa fakat yine görünmeyecek hızlı adımlar atan Yeni Dünya'ya çarptıkça bu sefer o sendeliyordu.

Kenarda oturan ve dünyanın hiçbir hadisesiyle ilgilenmelerine imkân olmadığını sandıracak kadar ruhları kütleşmiş görünen köylülerin bile yüzünü memnun bir gülümseme kaplamıştı. "Avratlar kızıştı ha!" diye birbirlerini dürtüyorlar ve daha rahat oturmak için yanlarındakileri iteliyorlardı. Kadınlar yorulmak bilmiyorlardı. Đhtiyar âşık arasıra durup parmaklarını uyuşmuş gibi havada gerdikçe onlar sabırsız EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ etrafa rakı ve büyük bir bakır sahandan salata veriyorlardı. Ara-sıra oynasalar bile, birinin kadehinin boşaldığını görünce hemen oyunu bırakıp o tarafa koşuyorlar, gözlerini süzüp rakıyı dolduruyorlar, sonra bir kadeh de kendi ağızlarına atıyorlardı. Gece ilerleyip hava serinledikçe Sinsin oynayanlar da birer birer gelmeye başladılar. Karşılıklı iki duvara asılan gaz lambalarının sarı ışığı altında birer kenara çöktüler. Kendilerine verilen rakıyı yüzlerini buruşturmadan bir nefeste içip yeniden dolan kadehi karşılarındaki kadına uzattılar. iki kadında da yorgunluk belirtisi yoktu. Hele Yeni Dünya büsbütün canlanmış, tazeleşmiş görünüyordu. Yüzünü yeniden boyamış, gözlerine kıyasıya sürme çekmişti. Halinde de eski terslik kalmamıştı. Kendisine her laf atana gülerek cevap veriyor, hiçbir dokunaklı sözün altında kalmıyor, hatta önlerine bakıp mahcup mahcup oturan bazı toy delikanlılara kendisi musallat olup takılıyordu. Hakkındaki kanaati değiştirmiş gibiydi. Kadehleri birbiri arkasına, gözünü bile kırpmadan diktiğini görenler, "Yaman karıymış be!.. Dehşetmiş!" diyorlar, boyuna rakı uzatıyorlardı. Hancı Yakup Ağa'yla beraber itibarlı bir köşeye kurulan efendiler de rakı içmekte başkalarından geri kalmamaya gayret ediyorlardı. Onlar da, âdet böyleymiş diyerek kadehleri bir defada deviriyorlar ve her defasında kadehlerini, yanlarına oturup düğüne şeref veren karakol komutanıyla tokuşturuyorlardı. Yeni Dünya daha çok bu tarafa itibar ediyor, gündüzün olup bitenleri unutarak Yakup Ağa'yla şakalaşıyor, rakının yarısını onun iri göbeğine dökerek, "Fıkaranın hakkı kalmasın!" diye nükte yapıyordu. Gündüzki oyun müsabakası bu gece bir rakı içme müsabakası haline gelmişti. Koca şişeler boşalınca düğün sahibi Hüseyin etrafında dolaşan akrabasından bir çocuğu çağırıp kulağına EN GÜZEL TÜRK HĐKÂ\l LERl menin ayağından meydana gelen geniş çamur deryasında şu yana, bu yana koşuyor, köyün bütün ormanını teşkil eden oradaki üç dört yapraksız söğütten atlılara değnek koparıyordu. Gelini bindirmek için şehirden bir fayton getirmişlerdi; buna güveyinin ablası iki çocuğuyla binmiş, hancı Yakup Ağa'nın karısını da yanına almıştı. Nihayet Yeni Dünya ile Deli Emine de göründü. Hüseyin onları, daha sabahtan kafayı çekmeye başlayan delikanlıların bulunduğu bir arabaya yerleştirdi. Emine tekrar seyahat kıyafetine girmiş, ayağına yün çoraplarla mest lastikleri, sırtına pazen entarisiyle hırkasını ve mantosunu giymişti. Yeni Dünya ise incecik entarisinin üstüne geçirdiği hazır yün hırkanın içinde titrer gibiydi. Đkisinin de yüzlerini yıkamadan geldikleri, birbirine karışmış boyalarından anlaşılıyordu. Yeni Dünya'nın dünkü canlılığından eser kalmamışa benziyordu, çabuk çabuk nefes alıyor, eliyle ağzını kapatarak sık sık öksürüyordu. Gelinin köyüne kaç saatte gidileceğini sordu, "Dokuz saatte," cevabını alınca, "Amanın, ben o kadar yola dayanamam ki!" diye söylenecek oldu, fakat bu itirazı duyan, yahut aldırış eden bulunmadı. Hava kapalı ve serindi. Kafile nihayet yola düzülünce hafiften bir yağmur da başladı. Bazı yerlerde sadece bir araba izinden ibaret olan yollar bozuk, taşlık ve yer yer çamurluydu. Ara-sıra arabanın biri çamura saplanınca ötekiler de durup elbirliğiyle kurtarıyorlar, fakat biraz sonra koşum kayışı kopan, yahut atları huysuzluk eden bir araba yüzünden tekrar bir süre beklemeye mecbur oluyorlardı. Delikanlıların bindiği küçücük sıska atlar da, köyde birkaç adım koştuktan sonra bütün cevherlerini tüketmişe benziyorlar ve mazlum eşekler gibi başlarını önlerine sarkıtıp ağır ağır yol alıyorlardı. Arabaları idare edenler her arızada sunturlu küfürler savuruyorlar, atları kamçılayıp büsbütün huysuzlaştırıyorlar, karılarını ve çocuklarını tersliyorlardı. Yalnız

EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ defa kusuyor, Deli Emine hâlâ yanındaki oğlanın boynuna sarılıyor, şehirli efendilerin ikisi de, arabada boylu boyuna uzanmış uyuyordu. Ancak akşam karanlığı çökmeye başladığı sırada gelinin köyüne yaklaştılar. Arabalar durdu, herkes inip üstünü başını düzeltti. Atlılar biraraya toplandı. Davulcular alabildiğine çalmaya başladılar. Đlerde köyün kenarında "hak almaya" gelen erkek tarafını karşılamak için kız köyünün delikanlıları toplanmıştı. Onların arasında da atlılar vardı. Bunlar, gelenleri geri çevirmek ister gibi bağrışarak bu yana at sürdüler, iki taraf karşılaştı. Sonra erkek tarafının delikanlıları Seymen düzdüler. Gelinin köyüne oynaya oynaya girmek lazımdı. Deli Emine tekrar soyunmuş, yüksek ökçeli iskarpinlerini giyip yere atlamıştı. Hâlâ arabada bitkin bir halde yatan Yeni Dünya'ya, "Kalksana kız! Madem bu zanaata girdin, oynayacaksın!" deyip duruyordu. Yeni Dünya büyük bir gayret sarfederek kendini toplamaya çalıştı. Ayakta durmakta zorluk çektiği görülüyordu. Kısa, yeşil ve incecik yün hırkası, gitgide artan yağmurda ıslanmış, sahibine sıska bir kedi hali vermişti. Eliyle ağzını kapayıp, "Öhhü, öhhü!" diyerek Seymenlerin önüne geçti, katar ağır ağır ilerlemeye başladı. Davullar alabildiğine çalıyor, Deli Emine naralar atıp yıkılarak oynayan Seymenlerin önünde sıçrıyor, halkalar çiziyor ve ellerini güç halle kaldırıp kaşıkları çalmaya çalışan, iki adımda bir boğulacakmış gibi öksüren Yeni Dünya'ya, "Hadisene!.. Bu halin vardı da ne girdin bu zanaata!" diye laf yetiştirmekten geri kalmıyordu. Yeni Dünya köyün kenarına kadar olan birkaç yüz adımlık yeri, yuvarlanmadan sonuna vardırabilmek için bütün gayretini sarfediyordu. Đçinde hayat namına ne kalmışsa hepsini kamçılayıp mesleğinin haysiyetini kurtarmak, gelinin köyüne, "Oğlan ta- EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ birkaç el tabanca atılıyor ve kendinden geçer gibi olan kadını yerinden sıçratıyordu. Ev sahibi gece yarısına doğru geldi, bir köşeye büzülüp yattı. Yeni Dünya sabaha kadar inledi, "Anacığım," dedi. Bir yandan bir yana döndü, cayır cayır yandı, tir tir titredi. Ertesi sabah, köyün ıslak damlarını ve taze ekilmiş tarlaları buğulandıran bir güneş altında, arabalar yeniden koşuldu, atlar yeniden eyerlendi, şehirden getirilen fayton, gelin evinin önüne çekildi. Yüzünü örten kalın duvağın altında boyuna gözlerini silen kısa boylu bir kızcağız, iki tarafa tutulan çarşafların arasından hızla geçerek faytona, Yakup Ağa'nın şişman karısıyla gö-rümcesinin arasına oturdu. Gelin arabasının, başlarına çevreler bağlanmış atları davuldan ürkerek tepindi. Bir sürü çocuk, yalınayak, birçoğunun elinde birer kara ekmek, gelini görmek için arabanın etrafına yığıldılar. Şehirli efendiler kendilerine rahat bir araba ve altlarına yumuşak minderler seçtiler, Deli Emine dünkü delikanlıları bulup ortalarına oturdu; düğün sahibi Hüseyin dünkünden daha yorgun ve üzgün, şuraya buraya koştu. Nihayet arabalar ve atlılar yola düzüldüler. Kafile köyün dışına çıkmış, bir hayli de ilerlemişti ki, bir çocuk koşa koşa arkalarından yetişti. Yeni Dünya'yı bıraktıkları evin sahibi olan ihtiyar kadın da daha arkadan, bağıra bağıra geliyordu. Sondaki birkaç araba durdu. Yeni Dünya'nın bu köyde unutulup yola çıkıldığı kimsenin aklına gelmemişti. Çocuk ellerini savura savura bir şey söylüyor, fakat ne dediği anlaşılmıyordu. Biraz nefes aldıktan sonra, "Hani o avrat... Ninemin evinde koyup gittiğiniz avrat... Đşte o avrat..." diye çabuk çabuk konuşmaya başladı, ama bir türlü sonunu getiremedi. Bu sırada kocakarı yaklaşmıştı. O da ellerini savuruyor, dişsiz ağzıyla geveleye geveleye bir şeyler söylüyordu. Hüseyin yanına sokuldu. O zaman kocakarı durup bağırmaya başladı. 48 SABAHATTĐN ALI "Bakın şunlara... Allah'tan korkmazlar. Hasta karıyı başıma sardıkları yetmedi de, şimdi ölüsünü üstüme yıkıp gidiyorlar. Getirdiğiniz gibi alın götürün!.." Hüseyin şaşırdı.

"Öldü mü ki?" "Öldü dedim ya... Sabaha kadar ah dedi, of dedi, beni uyutmadı. Ortalık ağarırken içim geçivermiş; deminden uyandım, baktım sesi çıkmaz, yorganı çektiydim, amanın ne göreyim: Ağzından kan boşanmış da yatağı yastığı belemiş! Çenesi düşüvermiş de gözleri belerivermiş..." Cenazenin başına kalması ihtimalini tekrar hatırlamış gibi telaşla bağırmaya başladı. "Sizin köyün hıyanet olduğunu kim bilmez ki!.. Dört gelin verdik de birini sağ komadınız... Alın karıyı geldiği yere götürün... Benim gibi kocakarı o cenazeyi nasıl kaldırır?" Hüseyin daha fazla dinlemedi. Đhtiyara arkasını dönüp orada bekleyen arabalara doğru yürüdü. Herkes yerine yerleştiği, önden giden arabalar da epey uzaklaştığı için, ölüyü koyacak yer bulmak bir hayli zor oldu. Hüseyin, içinde onla on beş yaş arasında yedi çocuk bulunan bir arabayı güç halle geri çevirdi. Yeni Dünya'yı, geliıv evinden getirtilen eski bir kilime sarıp arabanın bir kenarına uzattılar. Arabacı atları sürdü, öndekilere yetişti. Kafile tekrar yoluna koyuldu. En önde, başları çevrili atlarıyla gelin faytonu, en arkada da, Yeni Dünya'yı taşıyan araba gidiyordu. Bir sürü çocuğun arasında, birkaç avuç kuru otun üstünde uzanan ölünün, sarsıntıyla kilimden dışarı fırlayan başı, tekerlekler taşlara çarptıkça arabanın yan tahtalarına vuruyor, saçları kuru otlara ve samanlara karışıyordu. KÖPEK l/avrusu (*) Şehrin ana caddesindeki kuyumcu dükkânlarından birisinin kaldırımı önünde bir köpek yavrusu ön ayakları üzerine uzanmış acı acı sızlanıyor, arada başını iki yana çevirip etrafını alan mahalle çocuklarına bakıyordu. Köpek yavrusunun iki art ayağını az önce demir tekerlekli bir yük arabası ezmişti. Şimdi eklemlerden aşağısı pestile dönmüş, ayaklar yalnız bir deriyle bağlı, sarkıyor, ezikten boyuna kan sızıyordu. Arada boynunu büküyor, sesini yükselterek bir şeyler anlatmak istiyor, sesi ağırlaşıyor, yükseliyor, sonra yavaşçacık tükeniyordu. Etrafını alan mahalle çocuklarıysa yaramaz ve haşindiler... Bunlardan Tatar'a benzeyen, basık burunlu birinin elinde bir değnek vardı. Şakıldaklı entarisinin parçalanmış sırtından eti görünüyordu. Yanında paslı bir çember tutan çok zayıf oğlana, "Ağlıyor ha!" dedi. Çok zayıf oğlan başını salladı. "Heye... Ver hele lan..." Tatar'a benzeyen oğlanın elinden sopayı aldı. "N'apacan?" Çok zayıf oğlan cevap vermedi. n Ekmek Kavgası, 1949. ORHAN KEMAL Bütün çocuklar karga yüzlü oğlana kıskançlıkla baktılar. "Daha yeni bir şeyler bulup kendileri de eferimi kazanmak için" arandılar. Köpek yavrusunun ölümü yaklaşıyordu. Tatar'a benzeyen, yassı burunlu oğlanın ela gözleri birden sarı sarı parladı... Karşı kaldırımın önünde sökülmüş bir parke taşı duruyordu. Koştu, taşı yerinden zorla kaldırarak köpek yavrusuna doğru geliyordu ki, "Hammal Memet Bey" neredense göründü. Tatar'a benzeyen oğlanın niyetini anlayarak onu kolundan yakaladı. "Hele ha, hele ha... Yazık..." Tatar'a benzeyen oğlan dengesini kaybetti, parke taşı da yere düştü. Oğlan bunu bir yenilgi saydığı için, müthiş hırslanarak dikildi. "Sana ne? Oğlun mu da karışıyon?" Herkes kahkahalarla güldü. Oğlan şımardı. "Atarım atarım... Senin babayın iti değil ya!" Hammal Memet Bey, "Yazık oğlum, günah..." diyecek oldu. Fakat yassı burunlu oğlan yumruklarını beline dayamış "Hammal Memet Bey"e öyle bir azametle bakıyordu ki... Bir ara, "Sen bir hambal adamsın," dedi. "Get yükünü taşı... senden akıl alacak'deelük a!"

Herkes kasıklarını bastıra bastıra gülüyordu... Bacağı kadar bir oğlanın karşısında, kulaklarına geçmiş soluk kurşuni fötrü, paçaları dizkapaklarına kadar çemirli kara donu, yalın ayaklarıyla "Hammal Memet Bey"i bir soytarıya benzeten karnı tok bezirganlar, öteki çocukları da kışkırtmaya başladılar. Derken iş azıttı... "Ehey"ler, "zoıf'lar, karpuz kabukları ve avuç avuç toza tutulan "Hammal Memet Bey" şaşkına çevrildi. Sağa, sola saldırırken kafasına bir taş, geri dönüyor, dönerken beraber alnına koca bir karpuz kabuğu yiyerek sersemliyordu. KAM1/0NÜA" On altı kişilik kamyona tamam yirmi beş kişi tıkılmıştı. Birtakım yokuşlar tırmanıp bitmez tükenmez dönemeçleri kıvrılmak yüzünden tutar yeri kalmamış kamyonun bütün vidalarından boğuk, kısık, paslı gıcırtılar yükseliyor, radyatöründeki suysa fokur fokur kaynıyordu. Deli bir sağanaktan sonra Çukurova'nın kuvvetli mayıs güneşi, kırmızı toprakları öyle bir kavramıştı ki, yol boyunca uzanan bodur çalılar, taze otlar, sağımızda ağır ağır akan nehir, mavi gökte süzülen geniş kanatlı kuşlar, her şey yorgun görünüyordu. Kamyonun orta sıralarından birinde oturan dazlak kafalı komisyoncuyla benden başka kravatlı yoktu kamyonda. Ötekiler küçük toprak sahipleri, yarıcı veya üçte birci köylülerdi ki, vilayete bider, kazma sapı, yahut çapa için ırgat tedarikine gidiyorlardı. Kamyonun cıgara dumanı ve bozulmuş peynir kokan ağır havası içinde dazlak kafalı komisyoncunun sesi durmak bilmiyor, çıtırtıyla kırdığı fındığını dişleriyle çiğnerken arada canlı kahkahalar atıyordu. Bir ara, önündeki sırada oturmakta olan küçük köylü kızına takıldı. " Sarhoşlar, 1951. ORHAN KEMAL Delikanlı cevap vermedi. Yamacındaki paçavraları araladı. Saçları terli şakaklarına yapışmış, bir deri bir kemik ufacık bir baş meydana çıktı. Baş sıranın üzerinde duruyordu, gövde aşağıya kaymıştı. Göz namına donuk, siyah iki yuvarlak, mosmor çukurlarına korkunç şekilde gömülmüştü. Fırlak elmacık kemikleri, sivri burnu, derisi buruş buruş sarı yüzü bulantı veriyordu. Komisyoncu, "Nesi var?" diye usulcacık sordu. Delikanlı, "Đnce hastalık," dedi. "Ötegün götürdüm filmini aldılar, bugün de götürüyorum a, kulağasma, umudum yok. Đlaç yazdılar, lakin güç mü yeter almaya? 'Verem cemiyetine var,' dediler, vardık, dilekçe mülekçe istediler, ilmühaber, vırt zırt..." Kadının bezlerini örttü. "Eri, giden sene bu vakıtlardı işte... Sen sağol... Allah'tan gayrı kimseleri yok. Ben de elimi çeksem hani..." Komisyoncu, "Anasından hiç hayır yok," dedi. "Şuna bak, bitmiş." Eğildi delikanlının kulağına bir şeyler söyledi. Delikanlı omuz silkti. "Bana göre hava hoş, efendi... Aha kendi, aha da anası... Irazı olurlarsa..." Elini kızın omzuna koyan komisyoncu, "Senin adın ne bakim?" diye sordu. "Selvi..." "Söyle bakalım, Selvi... Benim kızım olur musun? Bak, anan bugünlük, yarınlık... Allah geçinden versin ama... Sana güzel güzel fistanlar diktiririm, saçına toka alırım... Ortada kalıp ziyan zebil olmak daha mı iyi?" Bütün bunları ufacık ağzıyla gülümseyerek dinleyen kız, yine birdenbire ciddileşti. Komisyoncu, "Söyle," dedi delikanlıya. "Sen de söyle de aklıma yatsın... Bak, anası bugünlük, yarınlık... Şunun bunun EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ elinde kalıp fena yollara sapacağına... Benim ahbaplarımın hepsi de büyük adamlar, hatırlı adamlar... Kimi hakim, kimi doktor, kimi mühendis... Yaa... iyi bir kapıya yerleştiririm, rahat eder, hanım olur..." "Vallaha efendi, bana gora hava hoş. Benimki Allah rızası içün bi şey mesela... Anasının hali deha, bööünnük, yarınnık... Sennen gitse kendi kazanır mesela... mesela... Öyle mi kız, efin-diynen gidecen mi?" Kız cevap vermedi, başını önüne eğdi, kaşlarını çattı.

Komisyoncu işi adamakıllı sıkı tutmaya başlamıştı. "Sor," dedi. "Anasına sor..." Yamacındaki bez yığınını dürten delikanlı, "Öyle mi, Şerife?" dedi. "Doyuyon mu efendinin dediğini? Selvi'yi bana verirse diyor, sevabıma alır, eyi bir kapıya yerleştiririm, diyor. Ne diyon? Senin ömrün böünnük yarınnık..." Bez yığınında bir sarsılma oldu. Delikanlının araladığı bezlerin arasından deminki baş çıktı. Çukurlarına gömülü kara gözler Selvi'ye uzun uzun baktı ve iki iri yaş damlası kırışık bir muşambaya benzeyen yüzünden aşağıya yuvarlandı. Delikanlı, "Ne diyon?" diye üsteledi. "Irazı geliyon mu?" Kulağını kadına yaklaştırdı, sonra doğruldu. Komisyoncu, "Ne diyor?" diye merakla sordu. "Ne desin fıkara, 'vir' diyor..." Bezleri örttü. ** Şehrin caddelerini yorgun argın geçen kamyon, taksi durağında durdu. Herkes indi. Toz içinde ve müthiş yorgunduk. Selvi'nin yanındaki delikanlı Selvi'nin bir çocuk kadar ufaimış ana- 58 ORHAN KEMAL sini kucağından indirdi. Selvi de yanıbaşındaydı. Komisyoncu memnun, Selvi'ye sokuldu, kızı bileğinden tuttu. Elinde hazırladığı bir on liralığı da delikanlıya uzattı. Delikanlı parayı tam almıştı ki, kız bileğini kuvvetle silkip komisyoncudan kurtardı ve anasının yanına kaçtı. Komisyoncunun ablak suratı karıştı. Kızın yanına gitti, kız bu tarafa kaçtı. Delikanlı şaşırmıştı. On lira elinde sarkıyor, bir komisyoncuya, bir kıza bakıyordu. Atik bir hareketle kızın bileğini tekrar eline geçiren komisyoncu, onu hırsla çekti. "Anan verdikten sonra... Şuna bak..." Kız tekrar elini kurtardı. "Getmiyecem!" diye bağırdı. "Getmiyecem işte, getmiye-cem!" "Neye?" "Getmiyecem!" "Sana yeni fistan alacam, saçına toka... II II "Rahat edecen, hanım olacan..." Delikanlıya dönen komisyoncu, "Sor şuna," dedi. "Neye gitmek istemiyor?" Delikanlı bir iki sıkarlardı. Kız bir şeyler söyledi. Delikanlı, "Al ağa sen şu paranı," dedi. "'Getmeyecem,' diyor nafile... Halbuki kendi kazanır ya, akıl işte..." "Peki, ne diyor? Sebep neymiş? Anası bugünlük yarınlık..." "Öyle ama, akıl işte..." "Neye gitmek istemiyor?" "Vallaha efendi, ciğer kanı, malum a... 'Ben gidersem anama kim su verir, altından kim alır?' diyor, 'Anam kurtlanır,' diyor..." Haldun lanet Galatasaray Lisesi'ni bitiren Haldun Taner (1915-1986), Almanya'daki iktisat öğrenimini sağlık nedeniyle yarıda bıraktı. Daha sonra Đstanbul Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirerek sanat tarihi asistanı olduysa da, Viyana'da tiyatro öğrenimi görerek başka bir alana kaydı. Dönüşünde yükseköğrenim kurumlarında tiyatro tarihi dersleri verdi; gazetelerde de fıkra, başyazı, söyleşi türlerinde yazdı. Edebiyata radyo skeçleriyle giren Haldun Taner, kısa sürede hikayeleriyle ilgiyi çekti. Ama 1955'ten sonra çalışmalarını tiyatro alanında yoğunlaştırdı. Dramatik türün başarılı örneklerini verdiği ilk oyunlarından sonra epik tiyatro denemelerine geçti. Bu alandaki en ünlü oyunu Keşanlı Ali Destanı'dır. Hikâyelerinde ise büyük kentin çeşitli kesimlerinden seçtiği değişik tipleri davranış tutarsızlıkları, çelişkileri, içtensizlikleriyle yansıtarak gerçekliği alaycı, yergici bir anlatımla sergiledi. Kimi yapıtlarında geleneksel öykülemenin dışına çıkıp;biçimsel yenilikleri de denedi. Hikâyelerini şu kitaplarda topladı: Yaşasın Demokrasi (1949), Tuş (1951), Şişhaneye Yağmur Yağıyordu (1953), Ay-ışığına "Çahş-kuf (1954), On Đkiye Bir Var

(1954), Sanc-ho'nun Sabah Yürüyüşü (1959), Yalıda Sabah (1983). Ayrıca denemeleri, gezi yazıları, oyunları, çeşitli konulara ilişkin yazıları da Bütün Eserleri dizisinde toplandı. HALDUN TANER Sarışın kadın üşümüş olacak ki, birden kalktı, rüzgârdan uçan eteklerini tuta tuta, içeri kamaraya doğru yürüdü. Fakat içeri girmesiyle başının dönmesi bir oldu. Burası yanık benzinle karışık kızgın demir kokuyordu. Kadın hemen bir pencere açıp önüne oturdu. Sonra yeni bir sigara yakıp dışarı üfürdü. Çamlıca sırtlarında iki uçaksavar ışıldağı karanlık gökyüzünü tarıyorlardı. Işıldaklardan biri sağdan sola kayarken öbürü soldan sağa doğru iniyor ve ikisi ortada bir yerde birleşince oluşan göz alıcı ışığı seyretmek, doğrusu pek ömür oluyordu. Sarışın kadın dalmış bunlara bakarken, hemen biraz ötesinde denize ateşböceği gibi bir şey uçtu. Bunu bir başkası, bir başkası daha ve nihayet ardı arası kesilmeyen birçokları takip etti. Kadın dalgın gözlerle bir süre hiçbir şey düşünmeden birbirini kovalayan bu acayip böceklerin çini mürekkebi gibi siyah denizde teker teker eriyişlerini seyretti. Sonra birden deminki kızgın demir kokusunu hatırlayınca yerinden fırladı. Kaptan kamarasına geçen kapıdan dışarı şimdi hafif bir duman sızıyordu. Kadın şaşkınlıkla kapının topuzuna yapıştı ve o zaman yüzünü alazlayan sıcak bir dumanın ortasında, kaptanla çımacıyı yere çömelmiş kanter içinde uğraşırken gördü. Bayılacak gibi oldu bir an... Sonra: "Yanıyoruz... Đmdat!" diye kendini dışarı attı. Bu feryat güvertenin üstünü bir anda allak bullak etmişti. Kadın kaptan kamarasının kapısını açık bıraktığından şimdi dumandan göz gözü de görmüyordu. Kasap şaşkınlıkla oturduğu minderi kucaklamış, profesör ise motorun tek cankurtaran simidini boynuna geçirivermişti. Sarışın kadın telaştan piposunu düşüren genç adama doğru koştu. "Kurtarın beni... beni kurtarın, yüzme de bilmem ben," diye yalvardı. 53 EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ Delikanlı titrek bir sesle, "Ben de bilmem," diye cevap verdi. Oysa biraz bilirdi. Kendini şöyle yarım saat su üstünde tutabilecek kadar... Ama yalnız kendini... Kadın ondan ümidi kesince kasaptan medet umdu. Fakat o şimdi iki elini açmış, "Şu vartayı bir atlatalım. Dinim hakkı için üç goyun gurban edecem," diye adak adıyordu. Hepsinden çok profesörün işi bitikti. Oysa o, kahraman da geçinirdi. Hatta daha o sabah derste Sokrat'ın hayatı nasıl hor gördüğünü anlatırken gerçek bir filozof için bunun hiç de güç olmadığını ve nitekim kendisinin de onun gibi ölümü tebessümle karşılayabileceğini söylemiş, işin tuhafı sözlerine öğrenciler kadar kendini de inandırmıştı. Kadın şimdi bakraca su dolduran çımacının kıllı göğsüne sarılmış, "Allahaşkına bırakmayın beni, ne olursunuz bırakmayın," diye yalvarıyordu. Onlar böyle çırpınıp dururken ön taraftan kaptanın sesi duyuldu. "Teprenmeyun be... Ne oliysiniz? Motoru paturacaksınız." Fakat hiddetli olmasına rağmen sesinde nedense herkese güven veren bir şey vardı. Yoksa... Yoksa söndürmüş müydü yangını? Evet, mutlaka söndürmüş olacaklardı. Hiç söndürmeseler kaptan böyle onlara çatacak vakit bulabilir, hiç çımacı kovada kalan suyu tekrar denize boca eder miydi? Kaptan, "Ne adamlara çattık yahu," diye söyleniyordu. Profesör kaptanın hiddetini haklı bulmuştu. Yakalığını düzeltti, "Öhö, öhö," diye öksürdü. "Nedir bu telaş yani. Öyle ya, biraz sakin olalım, beyler," diyecekti. Evet, handiyse böyle diyecekti. Đsabet ki demedi. Çünkü cankurtaran simidi hâlâ sımsıkı boynunda duruyordu. Motor bir iki homurdanıp durduktan sonra şimdi keyifli keyifli işlemeye başlamıştı. Yerine dönen kaptan içerde hâlâ geçmişi kınalı motora ve şamatacı yolculara veriştirip duruyordu. HALDUN TANER

Kevser hanım iki numaralı kabineden çıkınca, ellerini yeşil sabunla bir temiz yıkadı. Sonra da müşterilere mahsus ince kurutma kağıdıyla değil de, odasındaki zati havlusuyla kuruladı. Odası, bir hela kabinesinden biraz büyükçe bir yerdi. Ortada, ipe gerili ıslak havlular... Pencerede temiz basma perdeler... Köşede derli toplu bir sedir... Yanda da beyaz lake boyaları yer yer kabarmış bir küçük dolap... Bu dolabın içinde, teklifli misafirlere mahsus, lavantaçiçeği kokan, yumuşak tüylü, Bursa havluları dururdu. Böyle yerin de teklifli müşterisi olur mu demeyin. Kevser hanımın helasına kimler, ne kibar hanımefendiler gelmemişti bugüne kadar... Đnsan bu... Sıkıştı mı helanın umumisine, hususine bakar mı? Kibarı da gelir adisi de, tanınmışı da hiç bilinmeyeni de, yaşlısı da genci de, güzeli de çirkini de... Ermeni'si, Rum'u, Türk'ü, hatta ecnebisi de... Kevser hanım büyükelçiliklerde^ gibi bir protokol defteri tutup da helasını ziyaret eden tanınmış bayanlara imzalatmış olsaydı, bugüne bugün çok kıymetli bir koleksiyona sahip olabilirdi. Bir keresinde, hiç unutmaz, bir öğleüstü, Ankara plakalı bir bakanlık arabasından çıkan varda-kosta bir hanımefendi resmen gelip Kevser hanımın naçiz helasına şeref vermişti. -Biz hela deyip duruyoruz ya, Kevser hanım bu kelimeyi pek nezih bulmadığından, galiba biraz da modernliğe özendiğinden, daima "San Numara" tabirini kullanırdı.- Evet, bugüne bugün ekâbir hanımları bile san numarasına geliyorlardı. Vekilin karısı yalnız da değildi. Yanında üç yaşlarında, kız gibi sarı bukleli, küçük yavrusu vardı. Vekilin karısı, önce oğluna sormuştu. "Söylesene, Erol... Önden'in mi var, arkadan'ın mı, yavr rum." HALDUN TANER San numarasının tarihinde daha nice şerefli sayfalar vardı. Bir keresinde de bir yerli opera yıldızımız gelmişti. Alı al, moru mor. Tabii Kevser hanımı filan gözü görecek halde değildi. Onu, ancak çıkarken tanımıştı. Nasıl tanımasın? Adeta onun elinde büyümüş gibi bir şeydi. Kevser hanım, Devlet Konservatuvarı san numarasında çalışırken, o zaman hiç kimsenin tanımadığı bu kızcağız da bütün öbür öğrenciler gibi oraya gelir gider, üstelik mülayim olmayan tabiatı icabı, hepsinden biraz fazlaca kalırdı. Şimdi böyle herkesçe sevilen, sayılan ünlü bir yıldız olduktan sonra -velev tesadüfen olsun- büyük bir alçakgönüllülükle yine cnun san numarasına gelişi Kevser hanımı fazlasıyla duy-gulandırmıştı. Đki eski ahbabın bir sarılışmadıkları kaldı. Opera yıldızının, gözleri sevinçten yaşaran Kevser hanımı daha sevindirmek için, handiyse, "Eski dostluk unutulur mu hiç? Sen merak etme Kevser hanımcığım, ihtiyacım oldukça başka yerde yapmam, sık sık sana uğrarım," diyesi gelmişti. Bir defasında da, Amerikalı turist karılar gelmişlerdi. Deli musibetler... Görecek yer kalmamış sanki... Kevser hanımın san numaracılık hayatında en tuhafına giden, sıkıştıkları zaman inleye uflaya kendilerini oraya atan kadınların, işlerini bitirip ferahladıktan sonra pudralanıp rujlanıp kı-rıta kırıta sanki biraz önceki kendileri değilmiş, sanki hiç yemez içmez, öyle adi işler yapmaz gökyüzü mahluklarıymış gibi, nazlı, narin çıkıp gidişleriydi. Ama memnun da olurdu. Müessesesinden ayrılan her insanın hafiflemiş, ferahlamış olmasından sanki o da bir hafiflik, bir ferahlık duyardı. Sade büyüklere değil, çocuklara da olanca kolaylığı gösteriyordu. Bazı küçüklerin sarkıtıimaktan hoşlanmadıklarını, ille de ille oturak istediklerini tecrübesiyle bildiğinden bir de oturak peydahlamış, böylece nice anaların minnettarlığını HALDUN TANER raz havasızdı ama eğlenceliydi. Filmin sesleri oraya kadar gelirdi. Hele arada bir dublaj filmi oldu mu, Kevser hanım konuşmalardan filmin konusunu da çıkarmaya çalışır, hasılı hoşça vakit geçirirdi. (...) Şimdiye kadar yalnız ve yalnız, büyük vapur helalarında bulunmamıştı. Zaman zaman, acaba onlarda çalışmak nasıl olur diye düşündüğü olurdu. Bir iki kere Kadıköy vapurlarında, Haliç vapurlarında oraya girdiği olmuştu. "Delikten

bakarsın, altında deniz kayar. Ne güzel, hem edersin, hem gidersin," diye düşünürdü. Kevser hanımın çok memnun olduğu Yalova Kaplıcaları helasından yürütülmesini, Halk Partisi taraftarı oluşuna yoranlar var. Alkazar sinemasından ise, Belediye orayı tahliye ettirdiği için ayrılmak zorunda kalmıştı. Ama işte, buradan da pekâlâ memnundu. Đş bitip de odacığına çekilince, sigarasını yakıp çiçekleri arasından dışarsını seyrediyor, arada bir de odasında ahbaplarını ağırlıyordu. Đş önlüğüyle başörtüsünü çıkardı mı, bambaşka bir insan olurdu. Sanki san numaracı Kevser hanım gider, yerine okuma yazması olmamasına rağmen ağırbaşlı, muide tavırlı ama hoşsohbet, ama konuksever bir Kevser hanım gelirdi. Ondan sonra, ver yansın çene... Küçük gazocağına cezveler sürülür, içerdeki sifon gürültülerinin, musluk seslerinin ve erkekler kısmı önündeki "spor maharet atış" makinesi heveslilerinin tartışmaları arasında, domatesin fiyatından, valinin teftişlerinden, güzellik müsabakasından, Moskof'ların politikasından, karaborsadan, piyano şarkıcılarından konuşulur, gününe göre, her işin ergeç düzeleceği yahut da Müslümanlığın elden gittiği, dünyanın ancak iki üç dinibütünün yüzü suyu hürmetine durduğuna dair ahkâm çıkarılırdı. l/usu f Atılyan Manisa'da doğan Yusuf Atılgan (1921-1989), Đstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Maltepe Askeri Lisesi'nde edebiyat öğretmeniyken siyasal nedenlerle ayrıldı ve Manisa'nın bir köyündeki çiftliğine çekildi. Uzun yıllar sonra Đstanbul'a döndü, bir süre Milliyet Ya-yınları'nda çalıştı. Yusuf Atılgan, Cumhuriyet gazetesinin açtığı Yunus Nadi Roman Yarışması'nda (1957-58) Aylak Adam adlı romanıyla ikincilik kazanınca ilgiyi çekti. Ama ilk ve tek hikâye kitabını yayınladıktan sonra uzun bir suskunluk dönemine girdi. Atılgan'ın, hikâye ve romanlarında iç içe, çağrışımlarla yürüyen bir anlatımla köy, kasaba ve kent insanının iç dünyasını, bilinçaltını sergilediği, çevresiyle uyuşmazlığını ve yabancılaşmasını yansıttığı görülür. Az ürün veren, ama çağdaş edebiyatımızın vazgeçilemeyecek adlarından biridir. Hikâyelerini tek kitapta topladı: Bodur Minareden Öte (1960). Aylak Adam dışında Anayurt Oteli (1973) adlı bir romanı daha vardır. 73 l/aşanmaz (*) "Kalk, kalk," diyordu biri, duyuyordum. Sol yanağım yanıyordu. Adamın vurduğu yanağımdı bu. Kolumdan tuttu kaldırdı. Zorla doğruldum. Beş altı kişi durmuş, bana bakıyorlardı. Bir de çocuk vardı. Tümünü gördüm bir bakışta. Gözleri şakıyordu. Geçen gün sucuk aldığım bakkalın gözleri geldi aklıma. Dayanamayacaktım; kahredici bir sıkıntı vardı içimde. Birden hatırladım. Eve varınca kendimi öldürecektim. Rahatladım. Dikilenlerden biri, "Sulanır mısın herifin karısına!" dedi. "Yalan," dedim, kaygısızca. Güldüler. Yanımdaki adam, "Susun be!" dedi. "Ne var gülecek? Dağılsanıza siz." Ustümdeki tozları silkiyordu eliyle. Tanımadığım biriydi. Önce çocuk yürüdü; sonra ötekiler. Đkimiz kaldık yalnız. Ustümdeki tozları silkiyordu boyuna. Yüzüm yanıyordu. "Ben Ali'yim," dedi. Ali'yımiş. "Bir Ali vardı Manisa'da..." "Buralıyım ben," dedi. Şimdi sokaktan geçenler bana bakmıyorlardı. Yediğim yumruğu görmemişlerdi. "Eyvallah," dedim. Bodur Minareden Öte, 1960. EN GÜZEL TÜRK HĐKÂ\IELERĐ verirken. Tam o zaman mı istemiştim ölmeyi yoksa? Ağustos-böceğinin sözü kafamın diline o zaman mı takılmıştı. "Bütün Dünya bana bir yaşama borçlu." Ötekiler bana tuzlu kahve içir-dikleri zaman bir mutemet kalırdı gülmeyen. Gözlüğünün üstünden bakardı. Odam alacakaranlıktı. Işığı yaktım. Perdeler inik, bir de kapı sürgülü oldu mu, kendi ülkemdeyim burda. Yeğindim, sivrisinek gibi. Tavana baktım. Büyük

eksiklikti bu; ustalık üst üste kocaman yapılar dikmekte değil, odaların tavanına sağlam halkalar çakmaktaydı. Birden çocukluğumun asılmışını gördüm: Dili, gözleri dışarda, sümüklü korkak. "Bütün dünya bana bir yaşama borçlu." En iyisi ağu içmekti ama aramak için yeniden ötekilerin arasına çıkmak gerekti. "Ulan sağ ayağın altı parmaklıymış senin be." "Yalan," derdim. Ayakkabımın bağına uzanırdım. Katıla katıla gülerlerdi. Şaşırır kalırdım. Mutemet gözlüğünün üstünden bakardı. "Sen başkasın," derdi öğretmen. Sınıf çın çın öterdi. "Hey bücür, temize çek şunu." Bücür bendim. "Bu suratla mı be? Vazgeç, korkar kadınlar." Çağımızın öcüsüydüm ben; ama bugün beni yerden kaldıran adam üstümü başımı silkmişti. "Yirmi liraya bu gömlek ha! Kazıklamışlar seni. Benimkine bak, on üç liraya." Sonra o bakkal, yarım kilo sucuğa beş lira alanı. "Bütün dünya bana bir yaşama borçlu." Đstemiyordum alacağımı. Bilek damarımı kesecektim. Ötekiler kapımı kırınca ne yapacaklardı acaba? Madam kızardı belki. Önce karşı duvara kara boyayla kocaman bir YAŞ AN M AZ yazacaktım. Doğrulurken kalçama bir sancı saplandı. Bugün üstüne düştüğüm kalçamdı bu. Birden beni yerden kaldıran adam geldi aklıma. "Ben Ali'yim," demişti. Kolumu tutmuş üstümü başımı silkiyordu. Ötekilerden biri değildi. Yüzümü silkerkenki bakışı vardı. Đçimde bir eziklik, kudurgan bir sevgi büyüdü birden. Kafamda her şey yerli yerine oturdu. Köşedeki sepetten havanelini alıp iç cebime koydum. Ağırdı. Sokağa çıktım. 1 JMCf Göç zamanı deniz kıyısında toplandık. Son gelenlerdendik biz, neredeyse akşam oluyordu; kıyı göz alabildiğine kalabalıktı. Bizlerden başka sürüyle kırlangıçlar da vardı. Havalanma işareti ertesi sabah verilir sanıyordum. (Aslında işaret falan değildir bu. Bildim bileli güneyden kuzeye, kuzeyden güneye yılda iki kez bu büyük denizi aşarız; hiçbir sefer işaret verildiğini duymadım; sırası gelince birlikte havalanırız. Nasıl olur bu, bilemem... Anlaşılan bütün bunlar kimselerin bilmediği eski zamanlarda düzenlenmiş.) Yeni eşimle yan yana yüksekçe bir kayaya tünedik. Pek yorgun değildim; birkaç yerde, su kıyılarında dinlenmiştik. Kuzeydeki köyden sabahleyin gün doğarken çıkmıştık; sağlığım yerindeydi, sevinçliydim. Bir yaştan sonra duymadığım bir kıpırtı vardı içimde; yeni bir yaşam, bir serüven kıpırtısı: Dört günlük eşimle güneye gidiyordum. Yolda ona alıkça bir gösterişe bile kalktım. Öğle sonu yoğun havadan yukarlara, güneşe doğru, başım dönünceye dek yükseldim; o baş dönmesiyle yükseklerde uçtum bir süre; tüylerim bedenimden ayrılıyor gibiydi; sonra kanatlarımı, bacaklarımı koyverdim, kendi yelimin uğultusuyla iniyordum, bir nokta gibiydi eşim, yaklaştı, büyüdü, hızla geçtim n Bodur Minareden Öte, 1960. EN GÜZEL TÜRK HĐKÂĐ/ELERĐ "Hayır. Burada mı kalacağız?" "Olmaz," dedim. Uçup yuvama döndüm. Az sonra o geldi caminin üstüne. Đnce, güzel; ağır ağır yürüyordu bana doğru. "Dur! Güneyde bir dengini bulursun yakında. Yaşlanıyorum ben artık." "Biliyorum." Yanıma geldi. "Burada mı kalacağız?" Akşamüstü onun yuvasına gittik. Kalabalık istemiyordum. Sabah gün doğarken çıktık ordan. Yarın... * ** Uyandığımda hava ağarıyordu. Yakından, uzaktan ötekilerin sesleri geliyordu. Kanatlarımı açıp gerindim. O da uyandı. "Đyi misin?" "Evet. Ya sen?" Đyiydim. Az sonra hava iyice ağardı. Birden bir sessizlik oldu. Başımızı yukarı kaldırdık, bekledik. Đşaret verildi (mi). Uzaktan o bildik hışırtı duyuldu; kanat sesleriydi. Havalandık ve deniz üstünde akşama dek sürecek uzun yolculuk başladı. Yeterince yükseldikten sonra güneye yöneldik. Telaşsız, çabasız, tekdüze uçulurdu. Denize bakmamak, özellikle denize inmemek gerektiğini bilirdik, ama denize inmek zorunda kalsak ne olacağını bilmezdik. Etimizle bilirdik bunu. Sıcaktı. Öğleye doğru belime ağır bir şey kondu. Gözucuy-la baktım; bir kırlangıçtı.

"Hayrola?" dedim. "Hayırlar. Birlikte geçeceğiz karşıya." "Olur yüzsüzlük değil," dedim öfkeyle. "Şimdiye dek görülmemiş bir şey. Bu yolculuk tek başına yapılır." "Öyleydi. Her yıl binlerce alık kırlangıç güç bela aşar bu denizi de böyle bir kolaylık kimsenin aklından geçmez. Bunu ilk düşünen benim. Sıcağın etkisiyle olacak, az önce geldi aklıma." Kızmadan bir kurtuluş yolu düşünmem gerekti. Eşimden bile bir yardım bekleyemezdim. Uçarken başımı geriye çevire- F:/6 Bitçe Karasu Đstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölü-mü'nü bitiren Bilge Karasu (1930-1995), Ankara Radyosu dış yayınlar bölümünde çalıştı. Rockefeller bursuyla Avrupa'da yaptığı araştırma gezisinden dönüşünde çeviriyi uğraş edindi, daha sonra Hacettepe Üniversitesi'nde görev aldı. Bireyin iç dünyasının irdelendiği, bunalımlarının, toplumla çatışmasının işlendiği hikâyelerinde özgün anlatımıyla bir biçim ustası olarak belirdi. Soyutlamalar, simgeler yoluyla insanı, insan gerçekliğini araştırmayı amaçladı. Bilge Karasu, Füsun Akatlı'nın deyişiyle, "Az ve seyrek yayınlamasına karşın, (...) yazınsal bilinci gelişmiş ve beğenisi incelmiş okur çevrelerinin olduğu kadar, kolayı aşabilen eleştirmen ve incelemecilerin de yoğun ve canlı ilgilerini yazar kişiliği üzerinde topladı." Bilge Karasu'nun hikâye kitapları şunlardır: Troya'da Ölüm Vardı (1963), Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı (1970), Göçmüş Kediler Bahçesi (1979), Kısmet Büfesi (1982). Bir de romanı yayınlandı: Gece (1985). 82 'USTA BENĐ ÖLOÜRSEN E!**' ^edinci Masat '...Anlaşılan, çok yaşlanmış birtakım analar babalar, iblisle-şivermiş oldukları için çocuklarına varasıya, insan yemeye kalkıyorlar, arada bir. Öyküsünü anlattığımız bu anaya gelince, çocukları, ölüsünü törenle kaldırdılar. Düşünülürse, pek korkunç bir işmiş bu. Öyle anlatıldığı rivayet olunur.' Koncaku-Monogatari şû (12. yüzyıldan kalma bir Japon öykü güldestesi), XXVII, 22. öykü: 'Bir Avcılar Anası...' Analarının ölüsü törenle kaldırabilmeleri için çocukların sağ kalması gerekir. Kalmadıkları da görülür ama. Đpten ipe, halkadan halkaya atarken kendilerini, cambazlar düşer ölür, ara ara. Yaşa bakmaz bu ölümler. Ancak, 'yaşlanmış bir cambazın yüzünde, burnunun sağ kanadı dibinde, yalnız benim görebildiğim bir ben belirmeye başlarsa, öbürleri gibi, o da, ergeç ölecek demektir, biliyorum; artık ipten mi düşer, (*) Göçmüş Kediler Bahçesi, 1980. BĐLGE KARASU gırtlak temizleyerek o sesi, yayıldığı havanın içinden silip yok etmeye çabalarlardı. Söze, yarısından girişirler, bir gün, bir hafta önce kestikleri yerden bağlarlardı konuşmalarını; ya da başını anlatmışçasına sonunu getirirlerdi. Bir anlık dalgınlık, sözün nereden gelip nereye dayanacağını hemen kestiremediklerini gösterecek en ufak bir im, bir kaşın kalkması, bir gözün kısılması, bir dudağın büzülmesi, en az, seslenmek ölçüsünde ayıptı onların gözünde. Bu yüzden, arkadaşları, yoldaşları, çoğu zaman, konuşmalarını izlemekte güçlük çeker, tuhaf tuhaf bakarlardı onlara. Bu alışkı içlerinde öylesine yer etmişti ki, cambazların, dünyada böyle konuşmalarını yadırgayabilecek kimselerin bulunabileceğini düşünemiyorlardı bile. Herkesle böyle konuşmaya kalkarlar, utanç duymadan kalkan kaşların, kısılan gözlerin, büzülen dudakların karşısında neden sonra, uyanır gibi, uyanır ama aymaz gibi, bocalaya bocalaya, handiyse terler dökerek, konuşmalarını anlaşılır kılmaya çabalarlardı. Genci yaşlısının oğlu diye görürdü kendini; görürdü ya, ustasına babası diye değil de anası diye bakardı. Onu doğuran, emzirip büyüten, ona yaşamasını

öğreten anasıyla bir tutardı ustasını. Önceleri böyle bir şey duyduğunun farkına ilk vardığı sıralarda, bu duygunun ayrıksılığından ürkmüş, sıkılmış, öylesine olmayacak bir şeyi ustasına bile söyleyemeyeceğini, açamayacağını düşünmüştü. Sonra sonra, her düşüncesini bilen ustasına, ayrıksı da olsa bir duygusunu açamamasını daha da tuhaf bulmaya başlamış, bir gece, gösteriden sonra, karanlıkta yatarlarken, söyleyivermişti içindekini ona. Karşı köşedeki yataktan önce kesik kesik gülme sesleri gelmişti. Böyle bir şeyi, ustasına da olsa, anlatmakla ne yanlış bir iş ettiğini anlayarak başına yıkılan dünyanın altında kalmaya hazırlanırken, gülmesi düzgün-leşmişti ustasının. Kahkahaları gün ağarmaya yüz tutarken ancak dinebilmişti; o zaman da, "Yahu sen ne şair adammışsın," BĐLGE KARASU Tutup anlatmıştı ustasına. Her şeyi o anda yaşar, görür gibi. Ustasının zaten bildiklerinden başlayarak: Babası ölmüştü, babaannesi bunamıştı, amcası evin parasını getiriyor, anası da evle birlikte hepsine bakıyordu. O sıralarda, iki yaşını dolduralı ancak iki üç ay geçmiş olsa gerekti, annesi sonraları öyle demişti çünkü. Zaten kendi de, kendini aynada görür gibiydi bunları anımsarken, sırtında kırmızı yeşil çiçekli basmadan bir entari vardı daha. Babaannesi gün boyu kalkmazdı oturduğu alçak, yanları gibi önü de destekli acayip koltuktan. Koltuğun altında, koku keskinleşince, annesinin gelip döktüğü, kendininkine benzemeyen, daha büyük, daha yuvarlak, daha kırmızı bir oturak vardı. Havalar iyice ısındığı için kendi eşikte oturuyordu kaç gündür, sabahtan akşama dek; babaannesini de koltuğuyla birlikte kapının önüne çekmişti anası o sabah. Babaannesi hep uyuklardı. Anası yoktu ortalıkta. Hızlı hızlı çıkıp gitmişti, şimdi geleceğim, diyerek. Kendi, yuvarlak, apak, parlak tokmağı çevirip kapıyı açabilmek şöyle dursun, o tokmağa erişemezdi bile; ama kapıya dayandıkça aralandığını anlamış, sonunda, artan hırıltılar içinde -perdeler sımsıkı kapalı olsa gerekti, alacakaranlıktı içersi, şimdi gibi gözlerinin önüne geliyordusırtüstü yatan amcasına yaklaşmış, bakmıştı. Amcası onu görür gibi mi olmuştu, ağzı gülümsemek ister gibi gerilmiş miydi, yoksa bir şeyler söyler gibi olması ciğerlerinin son debelenişi miydi? Bu yaşında da bilmiyordu. Ansızın bir el bileklerinden, bir el entarisinden yakalayıp sessizce dışarı çıkarmıştı onu, anasının elleriydi bunlar. Öbür adamsa -anasıyla gelmiş olacaktı eve- odadan çıktığı zaman başını sallamıştı. Anası da sesini çıkarmadan ayakyolu-nun eşiğine çökmüş, başını iki elinin arasına almıştı. Korkmuştu, sesini çıkarmıyordu o, sonra elini uzatmış, anasının dizine dokunmuştu. Anasının eli şakağından inip elini örtünce korkusu gitmişti. Amcasının yüzünde, burnunun -şimdi görür gibi de on- BILGE KARASU lan sıkı çalışmak zorundaydı. Bu sıcakta ustalarını oralara çıkaramayacaklarına, kendisi de kalfalığa yükseldiğine göre, yeni çırağı sıkı çalıştırmak da kendisine düşerdi. Đpin ortasında durmuşlardı karşılıklı. Şimdi dikkat et, demişti karşısında duran yeni oğlana, terini de bir iyice sil, kaza çıkmasın... Oğlan silinmiş, tamam, demişti gözünün içine bakıp. O an görmüştü burnunun sağ kanadı dibindeki beni. Çalışmışlar, inmişlerdi ipten. Yıkandıkları sırada takılmıştı oğlana, pek yakışıyor sana bu ben, diye. Oğlan önce garip garip bakmıştı. Ne beni, demişti sonra. Aynaya bakmış görememişti. Kalfasının bu şakasına akıl erdiremediğini söylemişti, biraz bozuk bir sesle. Kimbilir neler geçmiş olacaktı içinden oğlanın. Kirdi herhalde, kusura bakma, ben gibi görmüş olacağım, demişti o da. Ama ertesi gün çalışırken beni yerinde görmüştü yine. Daha da belliydi üstelik. Oğlan üç gün sonra orta ipte kendi kendine çalışırken düşüp ölmüştü. Koşup yetiştiğinde, benin yerinde durduğunu görmüştü, zeytin iriliğinde... Ailesinin değil, kendi özelliğiydi demek. Başkasının görmediği benleri görüyor. Öleceklerini biliyordu o insanların. Sonradan kaç kez, bu özelliğinin tutarlığını gerçeklemek olanağını bulmuştu. Korkuyla bakıyordu artık insanların yüzüne. Sonraları, uzun bir süre kimselerde ben görmez oldu. Kimse de ölmedi çevresinde. Đçi biraz rahatladı.

Söğütler o sıraya rastlıyor. Bir bahar gecesi evlerine dönüyorlardı ustasıyla. Yalnızdılar artık. Ustayla oğlu. Yetiştirmeye kalktığı üçüncü çırak da ölünce -hepsinde beni görmüştü o, ama hepsi ipten düşerek ölmemiş-ti- ustanın yanına çırak girmek isteyen çıkmaz olmuştu. Ustanın suçu yok, diyenler vardı; oğlanda kardeş kovan damarı olsa gerek... Diyenler de gelip bakıyor, iki kaşının arasını dikkatle göz- BĐLGE KARASU atmıştı içinden. Ustasıydı önemli olan, öyle öğretilmişti kendisine; işinin önemi öğretile öğretile büyütülmüştü. Ustası öğretmişti bunu. Onu o eden işiydi, işi olmalıydı. Đşine duyduğu bu bağlılığı ustasına borçluydu. Her şeyi ondan öğrenmemiş miydi? Ona analık eden ustası değil miydi? Ama her şeyi ondan mı öğrenmişti?.. Kendi, kendi benliğini ne ölçüde oluşturmuş olabilirdi? Olabilir miydi, ayrıca? Ustası neler katmıştı kendisine, kendi neler katmıştı? Katmak ne demek oluyordu gerçekte? Önceden hiçbir şey getirmemiş miydi ustasının karşısına çıkarken? Her şeyini ustası mı biçimlemişti? O halde herkes, ustasının kendini biçimleyişini hayır, kendi biçimlenişini çırağına aktarmasıyla mı biçimlenirdi. Kafası karışmıştı. Bu soruları sormaya kalksa ustasına, ne karşılık alacağını biliyor gibiydi. Senin aklın ermez demeyecekti. Kendi kendine, şu anda, benim aklım bunlara şimdilik ermiyor ya bir gün gelecek erecek mi, diyordu. Ama ustası öyle demeyecekti. Ona, düşünme, diyecekti, o kadar. Ben öldükten sonra, sen de yanına bir çırak alıp yetiştirmeye başladığın zaman bunları düşünmeye başlar, hem kendini anlarsın, hem beni, diyecekti. Duymuş gibiydi, şimdiden, bu sözleri şimdiden işitmiş gibiydi. Demek ustasına erişen, onun ötesine bile taşan bir yanı vardı kendinin de. Bunları düşünebiliyordu... Ama kafasını daha çok yormadı bu konuda. Cambazlık, insanın -ölmek istemiyorsa- bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze vermesini gerektiren bir işti. Günün birinde, işi cambazlık değil de düşünmek olan birine rastlarsa, ona soracaktı bu soruları. Hoş, o adam da cambazların soracağı sorular üzerine düşünmüş olur muydu, ayrı konu... Aşağılarda, seyircilerin, oturdukları yerde dalga dalga ırga-narak kendisini izlediklerinin bilincinde, ipin ortasında sıçrayıp takla atarken, birkaç kez, usunun başka yerlerde gezindiğini, ip- EN GÜZEL TÜRK HĐKAĐ/ELERĐ Ama kendini beğenmeye başlamıştı da ondan mı ustasının kusurlarını görüyordu? Yoksa yanılgıların gölgesi, düşüncesi, düşü bile ustasını gitgide daha çok mu tedirgin ediyordu? Herkes gibi bir adam değil miydi ustası da? Herkesinki gibi olmayacak mıydı yaşlılığı, kocamışlığı? Çevresinde gördüğü insanlardan ustasının tek ayrımı, "usta" olması değil miydi? Bu ustalık onu başkalarına benzediği halde başkalarından üstün kılan, koruyan tek şey değil miydi? Kestiremiyordu ya, bunu kesinlikle bilmenin, öğrenmenin de bir yararı olamayacağını anlıyordu. Ustası eskiden de, sevgili çırağında, sevgili kalfasında gördüğü kusurları başkalarının yanında söyler, onu utandırırdı. O ise günün birinde, başkalarının yanında, el ilanlarıyla dolu sandığın sözünü etmişti de, gecesi bir güzel papara yemişti ustasından. Bütün bunlar, kafasını gitgide kurcalıyor, karıştırıyordu. Ustasının, anlatılmasından hoşlanmadığı şeyleri, kimse bilmemeliydi, ama ustası, kalfasının anlatılmasından hoşlanıp hoşlanmayacağını düşünmeden birtakım şeyleri başkasına keyifle anlatıyordu artık. Onu kızdırmak için yapmıyordu bunu, domuzluğundan yapmıyordu; belliydi bu. Anlattıklarında herhangi bir kötülük olabileceğini, sevgili kalfasını tedirgin edebileceğini usu almıyordu. O kadar. Yanlış bir iş yapabileceğini kafası almıyordu ki. Sonunda karar verdi. Ustasına, ne yaparsa yapsın, kızmayacak, adamın yaşlandığını aklından çıkarmayacak, onu üzmemek için de, yanıldığını görse bile susacaktı. Đki gün önce, damdan düşercesine, "Yaşamama yardım edilmesi gerekecek günün gelmesinden korkarım," demişti, sabah çaylarını içerlerken. "Senin yaşamama yardım etmen gerekecek günün gelmesinden... Yardımsız kalmalıyım ki köpekler gibi öleyim, diyorum arada bir. Diyorum ya, yük olmanın acısı, yapayalnız yaşamaktan kötü mü değil mi, bilemiyorum..." Bu sözler beyninde uğulduyordu hâlâ. Kararında bu sözlerin de payı vardı elbet. Ama

EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ ten kalfasından ötürü. Kimseyi yetiştirememiş olurdu o zaman... başka ustalar da vardı böyle, cambazlar arasında uğursuz sayılan. Çırakları ölen, kalfaları ölen. Hep gençliklerinde ölen... Kendi ustası da böyleydi, besbelli. Kimsecikler gelip böyle bir şeyi ona ya da onun yanında, söylemeye kalkışmazdı elbet. Ama söylenmeyen şeyler yok mu sayılır? Sanat, cambazlık sanatı, bu gibi ustalar da durup donuyordu anlaşılan. Çocuğu olmadan ölecek insanlar gibi. Bunların çoğu, sivriliyordu gerçi ustalar arasında, büyüklüğe yaklaşanı da az değildi. Ama kuruyan dallar, kısır kadınlar değiller miydi gerçekte? Hepsi, ustanın birinden yetişmişti. Ancak bunlardan kimse yetişmeyecekti. Bunların soyu kurumuyordu gerçekte. Kuruyan bunlardan doğacak olanlar soyuydu. Ama kendisi vardı işte. Cebinden aynasını çıkarıp baktı burnunun sağ kanadına. Değil ben, toz tozan bile yoktu. Yaşayacaktı demek, ustası da birini yetiştirebilmiş olacak, uğursuz soyun torunlarından sayılmaktan kurtulacaktı. Ustasının, bundan kurtulması için, ölmesi gerekmesi; çırağının, kalfasının ölümünden sonra ustalığa yükselecek kalfasının yaşaması gerekmesi, bir bakıma... Düşüncelerinin bu yola girmesinden hoşlanmadı. Gülünçle acıklının, gülünçlüğüyle ağlanan böyle birbirlerine girmesi kafasını büsbütün karıştırıyordu. Uyudu, uyandı. Güneş batıya doğru kayıyordu. Kafese dönmenin vakti yaklaşıyor, dedi ansızın, yüksek sesle. Şaşırdı. Bu da nereden çıkmıştı? Ne zamandan beri. O sabah ustası elinden çayı bırakmış, kalkıp aynaya bakmıştı. Burnunun sağ kanadı dibindeki lekeyi o da görür müydü, diye yüreğini buran bir el dolaştı içinde; sonra da, usta da olsa beni görmesi güç, belki de olanaksız, dediydi içinden. Benleri gören kendisiydi. Ustasının böyle bir şey gördüğünü hiç işitme- F:/7 EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ marasına dönmüşlerdi birkaç gündür. Đpin ortasında güreşirken, ustasının ölümüne yol açacak, ustasının ölümü kendi elinden olacak diye yüreği ağzına geliyor, bu şaşkınlıkla bir kaza yaparım diye büsbütün gönlü kararıyordu. Bu ölümün başka ölümlere benzemeyeceğini biliyordu, ansızın korkunç bir yalnızlık içinde kalacağını biliyordu; bunları kurdukça da başını duvarlara vurası geliyordu. Böylesinin daha iyi olabileceğini düşün düşünebilecek düşünmekten korkmayacak birtakım kimseler vardır diye belli belirsiz bir şeyler seziyor da olsa... Büyüyen bene baktıkça çıldırıyordu ya, içini dökebileceği tek insana hiçbir şey sezdirmemenin gerekliği onu eziyordu. Benin zeytin iriliğini bulduğu akşam, ipin ortasında kendini kasarak, ustasının yaklaşmasına bakıyordu. Geldi. Tutuştular. Ustasındaydı yanlış adımı atma sırası o gece. Yay gibi gerilmişti. Ustasının arkasından uçup onu yakalamak için. En ufak fiskenin bile yıllarca kurup durduğu duvarı yıkabileceği korkularıyla parlayıp öfkelenen ustasını bir daha öfkelendirmek istemediği için, bu yanlış adımı atmakta geciktiğini söylemeyecekti oyundan sonra, bu gecikmenin farkına vardığını bile sezdirmeyecek-ti; hele yarın sabah olsun, bir şeyler uydururum, hastalanırım, ne bileyim, bir şeyler bulurum, ipe çıkmayalım derim ya da bu sıcak havada sen çıkma, ben elimden geldiğince, tek başıma seyircileri oyalayayım derim, diye gönlünden fırtına gibi bir şeyler geçiriyor, hiçbiriyle ustasını kandıramayacağını seziyor, titizleniyordu; ama sezdirmeyecekti, sezdirmemeliydi, yumuşacık tutuyordu şimdi gövdesini, ustasının her devimine göre ayarlayacaktı kendisini; ilk olarak, kimsecikler farkına varmasa bilme, artık pek usta bir cambaz olduğunu önce kendi kendine, sonra da ustasına gösterecekti. Ustası ustaysa, ustasıysa, bunun yine de farkına varmalıydı, varmak zorundaydı, kendisini alnından Bekir Sanat Enstitüsü'nü bitiren Bekir Yıldız (1933-1998), bir yıl kadar fabrikalarda çalıştı. Ardından Đstanbul Matbaacılık Okulu'nu bitirdi, dizgi operatörlüğü yaptı. Đşçi olarak gittiği Almanya'dan getirdiği baskı makinesiyle matbaacılığa başladı. Bir süre sonra asıl mesleğine döndü, bir dizgi makinesi alarak Asya Matbaası'nı kurdu, kendisi de operatör olarak çalıştı.