Üçümüzün cebinde felaketten kurtardığımız konyaklar ve viski vardı. İçtik. Güzel bir gece oldu. Enkazın üstünden ve altından çeşitli sesler

Benzer belgeler
Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

Geç Kalmış Bir Yazı. Yazar Şehriban Çetin

Pirinç. Erkan. Pirinç (Garson taklidi yaparak) Sütlükahve söyleyen siz değil miydiniz? Erkan

Günler süren yağmurdan sonra bulutlar kayboldu. Güneş, ışıl ışıl yüzünü gösterdi. Yıkanan doğanın renklerine canlılık gelmişti. Ağaçlardan birinin

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

.com. Faydalı Olması Dileklerimizle... Emrah&Elvan PEKŞEN

C A NAVA R I N Ç AGR ISI

de hazır değilken yatağıma gelirdi. O sabah çarşafların öyle uyandırmıştı; onları suratıma atarak. Kız kardeşim makas kullanmayı yeni öğrendi ve bunu

I. Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. ÖNEMLİ BİR DERS

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır.

"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

BARIŞ BIÇAKÇI Aramızdaki En Kısa Mesafe

KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU

Bahar Ateşi Evet! Hayır! Belki? Ne? Merhaba.

Cadı böyle diyerek süpürgesine bindi. Daha yüz metre uçmadan. paldır küldür yere düştü. Ağaçtaki kargalar Gak gak diye güldüler.

.com. Faydalı Olması Dileklerimizle... Emrah&Elvan PEKŞEN

Derleyen: Nezir Temur Resimleyen: Mert Tugen

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir?

DENEYLERLE BÜYÜYORUZ

6. Sınıf sıfatlar testi testi 1

YİNE YENİ KOMŞULAR. evine gidip Billy ile oynuyordu.

CİN ALİ İLE BERBER FİL

Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı,

Adım Tomas Porec. İlk kez tek boynuzlu bir at gördüğümde sadece sekiz yaşındaydım, bu da tam yirmi yıl önceydi. Küçük bir kasaba olarak düşünmeyi


Çok Mikroskobik Bir Hikâye

Kızla İlk Buluşmada Nasıl Sohbet Edilir? Hızlı Bağ Kurma Teknikleri

Okuma- Yazmaya Hazırlık. Türkçe Dil Etkinlikleri Sanat Etkinlikleri Oyunlar Müzik Ve Ritim. Fen Ve Doğa Etkinlikleri

> > ADAM - Yalnız... Şeyi anlamadım : ADAMIN ismi Ahmet değil ama biz şimdilik

Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye:

GÖKYÜZÜNDE KISA FİLM SENARYOSU

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

OHIO DOĞAÇLAMASI (OHIO IMPROMPTU)

66 Fotoğrafçı Etkinlik Listesi. 52 Haftalık Fotoğrafçılık Yetenek Sergisi

ÖYKÜLERİ Yayın no: 170 ADALET VE CESARET ÖYKÜLERİ

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu!

Bir adam... Bel Plan Dış/Gün. Bir şehir... Geniş Açı. Ve insanlar... Geniş Açı

Ben gid-iyor-muş-um git-mi-yor-muş-um. Sen gid-iyor-muş-sun git-mi-yor-muş-sun. O gid-iyor-muş git-mi-yor-muş. Biz gid-iyor-muş-uz git-mi-yor-muş-uz

SIFATLAR. 1.NİTELEME SIFATLARI:Varlıkların durumunu, biçimini, özelliklerini, renklerini belirten sözcüklerdir.

Şiir. Kategori: Şiir Cuma, 23 Nisan :15 tarihinde yayınlandı. Gösterim: / 7 Phoca PDF 1. SEN (1973) Senden, senden, hep senden,

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

A1 DÜZEYİ B KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: OKUL NO:

Haydi Deniz Kıyısına! Şimdi okuyacağınız hikâye Limonlu Bayır

İsim İsim İsimlerin Tamamlanmış Hali

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

Benzetme ilgisiyle ismi nitelerse sıfat öbeği, fiili nitelerse zarf öbeği kurar.

&[1 CİN ALİ'NİN HİKAYE KİTAPLAR! SERIS.INDEN BAZILARI. l O - Cin Ali Kır Gezisinde. Öğ. Rasim KAYGUSUZ

Cornelia, şarkı söylemek isteyen kaz

MERHABA ARKADAŞLAR BEN YEŞİLCAN!

SAGALASSOS TA BİR GÜN

Dört öğrenci sabahleyin uyanamamışlar ve matematik finalini kaçırmışlar, ertesi gün hocalarına gitmişler, zar zor ikna etmişler. Arabaya bindik yolda

Sevda Üzerine Mektup

ABDULLAH ALİYE CAN ANAOKULU ÇİÇEKLER SINIFI OCAK AYI BÜLTENİ BELİRLİ GÜNLER VE HAFTALAR. Yeni yıl (31 Aralık-1 Ocak)

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

TAVŞANCIK A DOĞUM GÜNÜ SÜRPRIZI

Rukia Nantale Benjamin Mitchley Nahide Büşra Ertekin Turkish Level 5

Adım-Soyadım:... Oku ve renklendir.

&[1Ô A w - ' ",,,, . CiN. ALl'NIN. HiKAYE. KiTAPLAR! SERiSiNDEN BAZILARI Rasim KAYGUSUZ

Özel Gebze Eğitim Kurumları Öz-Ge Gündüz Bakımevi YILDIZLAR GRUBU ARALIK

tellidetay.wordpress.com

Yukarıda numaralanmış cümlelerden hangisi kanıtlanabilirlik açısından farklıdır?

İÇİNDEKİLER. Yeni Komşular 9 Kara İnsanı 22 Polis Ziyareti 38 Denizin Sesi 49 Önemli Ziyaret 65 Kütükhane 79 Korsan Ziyafeti 90 Hırsızlar 101

İnsan Okur. Resimleyen: Reha Barış MERAKLI KİTAPLAR

Edwina Howard. Çeviri Elif Dinçer

EZBERLEMİYORUZ, ÖĞRENİYORUZ. Hafta Sonu Ev Çalışması DAĞINIK ÇOCUK

MUTLU HAFTALAR. Emrah&Elvan PEKŞEN

Türkçe Dil Etkinlikleri Sanat Etkinlikleri Oyunlar Müzik Bilim Etkinlikleri

MUTLU HAFTALAR. Emrah&Elvan PEKŞEN

YIL DEDE'NİN DÖRT KIZI

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

ŞEBNEM İŞİGÜZEL Kirpiklerimin Gölgesi

ÖZEL İSTANBUL ÜNİVERİSTESİ VAKFI ADIGÜZEL OKULLARI ÇEKMEKÖY ANAOKULU TAVŞANLAR SINIFI MAYIS AYI KAVRAM VE ŞARKILAR

kural tanımayan cafer Adı-Soyadı:...

Mutlu Haftalar! Mutlu Ramazanlar! ilkokul1.com

Engin arkadaşına uğrar, eve gelir duşunu alır ve salona gelir. İkizler onu salonda beklemektedirler.

Zulu folktale Wiehan de Jager Leyla Tekül Turkish Level 4

Esrarengiz Olaylar. Dangg Dongg Dangg

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

Bu ses bu vücuttan nasıl çıkıyor, anlamıyorum, borazan

Bay Çiklet in Bahçesi

Adı-Soyadı: Deniz kampa kimlerle birlikte gitmiş? 2- Kamp malzemelerini nerede taşımışlar? 3- Çadırı kim kurmuş?

kanaryamın öyküsü Ayla Çınaroğlu Resimler: Yaprak Berkkan

ŞİİR, HİKÂYE, MAKALE. Ekim 2013 Sayı 1. Yazar; HARUN ŞEN

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi

O günlerde, bir kıyı kenti olan Hull'a gitmiştim. Orada bir. arkadaşıma rastladım. Babasının gemisi vardı. Gemi o gün

1) O, bu işin. Yukarıdaki cümle aşağıdakilerden hangisi ile tamamlanırsa zor bir işi başarmak anlamına gelir?

TATÍLDE. Biz, Ísveç`in Stockholm kentinde oturuyoruz. Yılın bir ayını Türkiye`de izin yaparak geçiririz.

27 ŞUBAT 03 MART OKULDA YAPACAĞIMIZ ÇALIŞMALAR

.com. Faydalı Olması Dileğiyle... Emrah& Elvan PEKŞEN

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

DDD. m . HiKAYE. KiTAPLAR! . CİN. ALİ'NİN. SERiSiNDEN BAZILARI. Öğ. Rasim KAYGUSUZ

Bir sözcüğün zihinde uyandırdığı ilk anlama gerçek anlam denir. Kelimelerin sözlükteki ilk anlamıdır. Bu yüzden sözlük anlamı da denir.

Uzun Bir Köpek Hakkında Kısa Bir Öykü. Henry Winker. İllüstrasyonlar: Scott Garrett. Çeviri: Bengü Ayfer

Pırıl pırıl güneşli bir günde, içini sımsıcak saran bir mutlulukla. Cadde de yürüyordu. Yüzü gülümseyen. insanların kullandığı yoldan;

Eskiden Amcam Başkötü ye ait olan Bizim Eski Yer,

ÖZEL NİLÜFER ANAOKULU

KOKULU, KIRIK BİR GERÇEĞİN KIYISINDA. ölüler genelde alışık değiliz korkulmamaya, unutulmamaya... (Özgün s.67)

EYLÜL AYI BÜLTENİ(İnci Taneleri)

Transkript:

AYYAŞ GAZİ Bugünlerde yalnızca depremi konuşuyorlar. Onları dinlemiyorum. Benim bir şişe şarabım var. Hikayeleri daha güzel. Her yer enkaz. Her yer çocuk. Her yer leş. Doğrusu bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyor. İnsanları seviyorum. Yalnız o kadar. Elimde şişem, sırtımda çaputlar, ağzımda bayat duman ve bir şarkı. Toprak sıcak. Şehir leş. O kokudan kurtulmanın tek yolu ondan daha kötü kokmaktır. Deprem sırasında uyuyordum. Gözümü binanın zemin katındaki kahvenin enkazının ortasında oluşmuş bir odacıkta açtım. (Uzun bir cümle oldu bu. Yorgunum.) Üçüncü ve dördüncü katlardan düşen üç komşu kiracıyla beraberdim. Biri ağır olmak üzere üçü de yaralıydı. Bende hasar yoktu. Bulunduğumuz yerde bir masa vardı. Kağıtlar ve dört sandalye. Ağır yaralı olan Cengizdi. Onu kollarından ve bacaklarından tutup kaldırdık. Masaya oturduk. Bütün oyunları bitirdik.

Üçümüzün cebinde felaketten kurtardığımız konyaklar ve viski vardı. İçtik. Güzel bir gece oldu. Enkazın üstünden ve altından çeşitli sesler geliyordu. İnlemeler, yardım çığlıkları, kurtarma ekipleri.. Köpekler.. Üstümüzdeki betonu kaldırdıklarında öğle güneşinin parlak ışığı gözlerimizi aldı. Enkazı kaldıranlardan biri gördüklerine inanamayıp gözlerini ovuşturdu. Enkazın altında bir masa, üç şişe, dört adam ve kağıtlar.. Hepsinin ağzı açık kaldı. Ağızları açıktı ve ağızlarını kapayamıyorlardı. Öyle şaşırdılar ki.. Kahkahalara boğulduk. Yalnız Cengiz gülmüyordu. O, bu arada ölmüştü. Dışarı çıktık. Yollar ayrıldı. Eskiden olduğu gibi. Cengiz için biraz ağladım. Tekel bayiinin camları kırıktı. Acıları biraz şaraba boğdum. Gözlerimi kapadım. Alevlerin, çığlığın, sonsuzluğun, endişenin, betonun ve bekleyişin içinde yürüyordum. Onlar bana aldırmıyordu. Ben onları görmüyordum. Gözlerimi kapadım. O kadar çok

yürüdüm ki, gözlerimi açtığımda hala aynı şehirde olmam beni hiç şaşırtmadı. Dünya yı turlamış olmalıydım. İçiyordum. Yürüyordum ve içiyordum. İyi gidiyordum. Çarpmadan ve durmadan. Teslim olmuştum.

YÜRÜYEN Geliyorlar! diye haykırdı genç Osman. Geliyorlar! Köye koşarak girmişti. Güneşten kararmış yüzünde gözleri dehşetle açılmış, yüz hatları gerilmişti. Tozlu yolda tökezledi, düşecek gibi oldu, düşmedi, koştu ve koştu.. Kahvedekiler ayağa kalkmış neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bazıları ellerini gözlerine siper edip bakışlarıyla genç Osman ın geldiği yönde sarı ufku taradılar. Görünürde bir tuhaflık yoktu. Her zamanki sarı ova, güneşin altında kavrulan tarlalar, yer yer yeşil çayır, su.. Toz toprak içinde yollar, yapış yapış gün.. Uzaklarda, görünmeyen bir yerlerde kertenkeleler kaçışıyor, fareler ürüyor, türlü böcek ve kuş ve kurt insanlara görünmeden maceralı, tehlikeli ve kutsal bir hayatı sürdürüyorlardı. Tabi çekirgeleri de unutmamalısınız. Ve bir de kurbağaları.. Orman.. Dedi bir. Kahveci Rıfkı suratında Ne oluyoruz? der

gibi bir ifadeyle dudaklarını birbirine bastırmış, kollarını iki yana açmış, kaşları hafif çatılı, genç Osman a doğru hareketlenecek oldu. Fakat daha o delikanlının yolunu kesip, eliyle genç adamın kolunu kavrayamadan genç Osman yanlarından fırtına gibi geçip Hasan Emmi nin evine doğru koşmayı sürdürdü. Rıfkı az kalsın devrilip yere kapaklanıyordu. Yavaş.. Allah Allah, Allah Allah! Deli mi ne? Ardından bakakaldılar. Kahvede bir şaşkınlık ve merak mırıltısı başladı. Niçin kaçıyordu Osman? Neden kaçıyordu? Yeniden Osman ın geldiği yöne, ufka baktılar. Ne bir insan, ne araba, ne de başka şey: Hiçbir şey! Koyu gri bulutların altında sessiz upuzun yatan ova.. Ekili tarlalar, bir çay.. Rüzgarla sürüklenen saman topları.. Ve sıcak. Sonunda genç Osman ı ciddiye almamaları gerektiğine karar verdiler. Ne de olsa gençti o. Delikanlıydı. Kim bilir hangi renkli hayal kanını tutuşturdu da böyle dellenmiş koşuyor. Gözleri çakmak.

Hangi kızın memeleri? diye ekledi Murtaza. Bir kahkaha koptu kahvede. Keyifleri yerine gelmişti. Oyunlarına döndüler. Yalnız, biraz önce delikanlının bakışlarında görülen o korku dolu ifadeyi daha iyi süzenler biraz tedirgin olmuşlardı. Arada bir başlarını kaldırıp ufka doğru bakıyorlardı. Bir ikisi kalkıp dışarı çıktı. Ellerini siper edip yine ufka doğru baktılar. Ufka baktılar: Sessizlik. Gün batımı. Turuncu ışık başlamış. Alaca kara.. Hafif serin. Ve ıssız. Sonunda şüpheler kayboldu. Dışarı çıkanların bazıları başlarını iki yana sallayarak kahveye geri döndüler, bazıları da, arada sırada yolda durup geriye dönerek ve ellerini gözlerine siper edip batıya doğru bakarak evlerine doğru yürümeye başladılar. Akşam olmuştu. Osman eve vardığında güneş batmak üzereydi. Aceleci ayakları yerleri dövüyor, delikanlı yere düşmemek için kollarını yana açmış, elleriyle havada daireler çiziyordu. Hasan Emmi! Hasan Emmi! Hasan Emmi karısı Haticeyle birlikte bütün

gün tarlada çalışmış, bitkin düşmüştü. Kümese tavukları yemlemeye gidiyordu. Geçen zamanın ve güneşin kırıştırdığı alnının altındaki parlak gözleri merakla Osman a döndü. Ne işi vardı bu saatte? Mesaisi bitmiş miydi? Korucuydu genç Osman. Köylüler zaman zaman toprak açıp tarla yapmak için ağaçları yakarlardı.. Osmanın görevi de buna mani olmaktı.. Lanetli ekeneklerdi ekilen bu toprak.. Hasan Emmi de yapmıştı bunu. Ağaçları yakmıştı, toprak açıp tarla yapmak için.. Ama bu durumdan hiç hoşlanmıyordu. Ölülerin küllerine ektik bu tohumları diyordu Hatice. Ölülerin küllerine.. Devlet propagandası Hasan Emmi yi etkilemişti. Devlet ona ağaçları sevmesi gerektiğini, ağaçların onun için çok değerli olduğunu söylüyordu, demek ki o da, ağaçları seviyordu. Ağaçlar değerliydiler. İyi de, genç Osman ın bu saatte burada işi ne? Onun hala ormanda olması gerekmez miydi? Hem ne bu hali? Korku dolu bakışlar, bembeyaz bir yüz. Beti benzi atmış. Soluk.

Nefes nefese durdu genç. Hasan Emmi.. Hasan Emmi.. N oldu Osman? Ne bu hal? Genç Osman göğsü körük gibi inip kalkarken başını kaldırıp Hasan Emmi ye baktı. Delikanlının gözlerindeki sessiz dehşeti gören yaşlı adamın tüyleri diken diken oldu. Mehmet, emmi, Mehmet! Onlar geliyor.. Onlar.. Mehmet i öldürdüler! Hasan Emmi şaşırdı. Bir an şüpheyle genç Osmanı süzdü, fakat gencin doğruyu söylediği belliydi. Gözlerindeki korku bütün şüpheleri siliyordu. Kim yaptı Osman? Onlar kim? Yaşlı adam Osman ın omuzlarından tutmuş, onu hafifçe sarsarak çatallı sesi ve sert aksanıyla genç adama soruyordu. İhtiyar heyecanlanmış, endişeye kapılmıştı. Genç Osman başını hafifçe kaldırıp yaşlı adamın omzu üzerinden odaksız bakışlarla boş boş bakındı. Mırıltısı şimdi tekdüze, anlamsız ve sadeydi: Geliyorlar.. Onlar.. Çabuk.. Osman? Osman!

Osman bayıldı. Tam o sırada Hatice Kadın odaya girdi. İnekleri sağmış, elinde bir kova ılık süt taşıyordu. Anam! Osman ı yerde baygın görünce kovayı yere bırakıp hemen genç adamın yanına seyirtti. Yere çömelirken elleriyle eteklerini topladı. Genç korucunun başını yavaşça tutup kaldırdı ve şaşkın bakışlarla kocasına baktı. Ne oldu Hasan? Ne oldu? Hasan Emmi olanlardan hiçbir şey anlamamıştı. Ne bileyim ben.. Dellenmiş! Mehmet i öldürmüşler diyor. Hatice kadın korkuyla Hasan a baktı. Ne bileyim.. diye tekrar etti yaşlı adam, çaresiz. Jandarmaya haber verelim. Hasan bir karısına baktı, bir de yerdeki baygın Osman a. Hatice doğru diyordu. Bu işten jandarma anlar. Doğru diyorsun. dedi ihtiyar. Ben gider

haber veririm.. Sen tez... İşte tam o sırada kanlarını donduran o korkunç sesi duydular. Akşam olmuştu. Gece kuşları kıpırtısız bekliyor, ayın soluk ışığı tepeleri, kireç damları ve toprağı korkunç bir manzara şeklinde aydınlatıyordu. Bu ölgün, soluk ışıkta sanki köy bembeyaz bir karabasan kenti, bambaşka bir dünyadan bir yer gibiydi. Çevresi ıssız ve boştu. Ne bir ağaç, ne bir köpek, ne de at.. Bir Allah ın kulu bile yürümüyor köye giren ve köyden çıkan o dapdaracık yollarda. Jandarma komutanlığı on kilometre ötede. Kahveden arada sırada, bir kahkahanın ya da oyunlardan birinde kazanan birinin attığı bir zafer çığlığının sesi geliyordu. Sonra bu değişti. Haticeyle Hasan, kahvedeki yaşlı başlı adamların, koca koca heriflerin, çocuklar, kadınlar gibi, hem de hep bir ağızdan haykırdığını duydular. Acı dolu çığlıkları geceyi yırtıp atıyor. Ama ne bir silah sesi var ne de havlayan köpekler. Bu öyle bir şey değil zaten. Yirmi kadar adamın, aynı anda, sanki etleri sökülüyor, gözleri oyuluyormuşçasına avazlarının çıktığı kadar

bağırdığı ses. Hatice dehşete düştü. Faltaşı gibi açık gözlerle erine baktı. Yutkundu. Hasan Emmi Yirmi adam.. diye düşündü. Yirmi tane koca adam. Silah sesi yok. Hiç ses yok. Yalnızca bağırıyorlar. Pencereye yürüdü Hasan. Ağır ağır.. Karısı Hatice de ağır ağır onu izledi.. Dışarı baktılar. Ayın önü açıktı. Orada onları gördüler. Gördükleri anda da artık hiçbir şansları olmadığını ve artık onlar için her şeyin sonunun geldiğini anladılar. Kaçacakları hiçbir yer, haber verecekleri kimse yok. Gözlerinin önündeki bu Dünya dışı görüntüye hayret ve dehşetle baktılar. Kanları dondu. Arkada tepeler boştu. Uzakta patika boştu. Toprak ve kayalar boştu. Arkası boştu.. Yalnızca köyün içinde.. Onlar geliyor! Dalları uzun ve sivri. Gövdeler kalın. Yapraksız ve sert. Köklerin nasıl süründüğünü..

Görmeliydiniz. Ayışığında yüzlercesi. İnce, uzun, çatallı ve karmaşık on binlerce dal dolunayın önünde bir sanat şaheseri gibi dansederek ve oynaşarak yürüyor. Onlar sizi almaya geliyor! Gövdeler ve dallar ıslak. Bu ıslaklık yoğun, ağır damlalar halinde yerlere dökülmekte. Damlayanın kan olduğu çok açık.

EFLAK Antikacı dükkanı karanlık, tozlu ve serindi. İçerde boğucu, nemli, ağır bir hava vardı. Görüntü bile sanki burada biraz bulanık gibiydi, bir rüya görüyormuşsunuz ya da başka bir dünyada, başka bir boyuttaymışsınız gibi. Eşyaların kalabalığı bize nice acı, dehşet, mutluluk ve neşe dolu hikaye anlatıyordu. Yüzlerce yıldır kimsenin dinlemediği hikayeler.. Ve bunların en mutlu, en saf olanı dahi tüylerimizin sessizce ürpermesine neden oluyordu. Çünkü bunlar ne de olsa uzak bir geçmişin ve çoktan bu dünyayı terketmiş olan ruhların mirasını taşıyordu. Güzel kızlar, genç erkekler, soylu ve asil kimseler.. Hepsi de ölüydüler. Ölü bir terzi, ölü uşaklar, ölü bir işçi, ölü çiftçiler, ölü sultan, ölü bir kral.. Eşyalar da ölüydü: Papiruslar, hiç açılmamış mektuplar, yüzükler, bıçaklar, artık başka hiçbir yerde bulunamayan plaklar, çeşit çeşit, renk renk, kumaş kokan, eski kokan şapkalar, gömlekler, pantolonlar.. Pullar, bir şehzadeye ait olduğu iddia edilen bir kama, bir piramitten alındığı söylenen üzeri hiyeroglif yazılı bir tablet, kafatasları, doldurulmuş hayvan başları, saatler..

Ölüydüler. Birçoğunun üzeri kalınca bir toz tabakasıyla örtülüydü. Antikacının uzunca bir süredir buraların tozunu almadığı belliydi. Antikacı uzun boylu, tombul, iriyarı bir adamdı. Beyaz, kısa bir sakalı vardı. Yalnız yaşıyordu. Esrarlı tabloların, üzerlerinde tehlikeli masalların yazılı olduğu sararmış eski kağıtların ve ölü hayvan gözlerinin arasında sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar bir şeyler okuyup bir şeyler yazarak ve sadece arada bir -o da yemek yemek için- dışarıya çıkarak hayatını sürdürmeyi başarıyordu. Yalnız bir adam gibi görünürdü, ama aslında öyle değildi. Kutsal hazinelerin ve büyüleyici, esrarlı, tozlu eşyaların haricinde dışarıdaki dünyada da bir takım yakın dostları olduğu biliniyordu. Gazeteciler, tarihçiler, yazarlar, istihbaratçılar, bürokratlar, işçiler. Yaşlı, eski dostlar. Güçlü kişiler. Sıkı adamlar. Antikacı bilirdi. Hem de pek çok şeyi. Ve anlatırdı. İstediği zaman ve istediği kadarını.. Bize doğru döndü. Drakula yı biz yarattık!

Antikacının sesi, bu mat, pastel, ölü dünyada büyük bir gürültü gibi yankılandı. Bu tuhaf dünya adamın gür, etkili sesinin biraz pes perdeden, yankısız bir ses gibi duyulmasına neden oluyordu. Bunu unutmamalısınız.. Tabi sorumluluğun çoğu aslında Macarlardaydı. Ama bizim de bu caninin ortaya çıkmasında büyük bir etkimiz olduğu inkar edilemez. Ya da buna kaderin bir oyunu diyelim isterseniz.. Ülkesi büyük bir kuşatma altında olmasaydı dahi, Drakula canisi yine aynı şekilde ortaya çıkabilirdi. Adam koyu, ağır, meşe bir masanın ardındaki üzeri deriyle kaplı yumuşak koltuğa oturdu. Masanın üzeri çeşitli kalemler, kullanılmış kağıtlar, mürekkep hokkaları ve düzgünce üstüste konmuş boş, beyaz sayfalarla kaplıydı. Antikacı hikayesini anlatmaya başladı: Transilvanya da zulüm, hastalık ve acı vardı. Ölümler! Bir katilin öldürdüğü, hastalığın öldürdüğü, açlığın öldürdüğü adamlar, kadınlar ve çocuklar. Çocuklar.. Ve Transilvanya halkı bir suçlu aramaya başladı. Çaresizdiler, ne yapacaklarını, kimi suçlayacaklarını bilemiyorlardı. Ne de olsa karanlık çağlardı o çağlar. O günlerde Transilvanya da herkes,

başlarına gelen kötü şeyler için birbirinden kuşkulanır olmuştu. Komşunun komşuya güveni kalmamıştı. Sanki o yılları o da yaşamış gibi anlatıyordu. Ve en sonunda suçluyu buldular: Suçlu, ölülerdi! Antikacı ayağa kalkıp duvardaki bir resmin yanına yürüdü. Bunda gece vakti bir mezarlık görülüyordu. Genç erkeklerden oluşan bir kalabalık mezarlardan birini kazmış ve tabutun kapağını kaldırmıştı. Çoğunun gözleri görünmüyordu. Görünenlerdeyse korku, şaşkınlık ve öfke karışımı ifadeler vardı. Yalnız nedense, adamlardan birinin gözlerindeki pırıltı tuhaf bir biçimde bir neşe pırıltısını andırıyordu. Ancak çok dikkatli gözlerin farkedebileceği bir ayrıntıydı bu. Belki de ressam bir hata yapmıştı. Çürüyen cesetlerin ağzından bazen biraz kan gelir. Basit, tıbbi bir gerçektir bu. Ama onlar bunu bilmiyorlardı tabi. Ve mezarları açtılar. Durumu kafanızda canlandırmaya çalışın: Ortada bir suç var, belki öldürülen bir çocuk ya da bir genç kız ve siz bir mezarı açıyorsunuz. Ölü adam kıpırtısız yatıyor. Dudaklarının kenarında da bir miktar kurumuş kan! Ne düşünürdünüz? Pek

fazla kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin bir kanıt! En azından onlar böyle olduğunu düşündüler. Artık durum açıktı: Ölüler kan içiyordu. Bir gece vakti mezarlarında uyanıyorlar ve susadıklarını hissediyorlardı. Sonra tabutun kapağını açıp dışarı çıkıyor ve bütün gece, sabah olana değin masum kurbanların peşinde koşuyorlardı. Efsane kısa sürede yayıldı. Vampirlerin efsanesi.. Ben yine de, cehaletlerine ve görünüşte bu konudan emin ve oldukça da kararlı olmalarına rağmen Transilvanya halkının aslında gerçeği bildiğinden, en azından sezdiğinden en ufak bir şüphe dahi duymuyorum. Onlar tüm bu ölümlerden, açlık ve sefaletten ve bu açlık ve sefaletin neden olduğu bütün cinayetlerden aslında kimin sorumlu olduğunu biliyorlardı, bunu kendilerine bile itiraf edemeseler de. Herkes asıl kan içicinin kim olduğunun farkındaydı. Aslında kimin masumları korkunç bir şekilde katledip üstüne üstlük bundan büyük bir keyif aldığını biliyorlardı. Tüm bu felaketlerin sorumlusu tek bir kişiydi: Eflak ın genç Voyvodası, namı diğer Kazıklı Voyvoda.. Eflak Voyvodası Vlad.. Vlad Drakula!

Güneydeki Osmanlı İmparatorluğuyla kuzeydeki Macar İmparatorluğunun arasına sıkışıp kalmış olan küçük ülkesindeki düzeni sağlamak için, çoğu masum binlerce kişiyi acımasızca kazığa oturtarak öldürten cani! Bu sapık, hükümdarlığı süresince beş yüz bin nüfuslu ülkesinde tam kırk bin kişiyi bu vahşi yöntemi kullanarak katletti. Öldürttüğü Türklerin sayısı bundan fazladır. Babası ve ağabeyi Macar İmparatoru tarafından öldürtülen genç Vlad sadist ve vahşi bir insandı. Öldürttüğü kurbanların önüne bir yemek masası kurdurur ve onların cansız bedenlerine bakarak ekmek yer ve kan içerdi. Bu söylediklerimin ucuz dedikodular ya da asılsız söylentiler olduğunu sanmayın sakın. O bunu GERÇEKTEN YAPARDI. Ölülerin akan kanını kadehlere doldurtur ve yudum yudum içerdi. Drakula adı ona babasından geçmişti. Bu ad babasına Türklerle savaştığı için Roma İmparatoru tarafından verilmişti. Bu düşmanlık duygusunu Vlad da Türklere karşı kanında duyuyordu. Ama aslında onun bütün insanlığa düşman, kana susamış bir zorba olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Nitekim kendi halkının da onda birini öldürtmüş, masumların

kanına girmiştir. İçtiği kanın kimin kanı olduğu onun için pek farketmiyordu anlaşılan! En sonunda Fatih Sultan Mehmet Eflak a bir sefer düzenlemeye karar verdi. Sayıca çok üstün olan tecrübeli Türk ordusu karşısında Voyvodanın hiç şansı yoktu. O da çareyi kaçmakta buldu. Fakat cani, kaçarken ardında hiçbir şey bırakmamaya kararlıydı. Öyle de yaptı: Köyleri ateşe verdi, suları zehirledi ve de en önemlisi... Fatih şehre girdiğinde korkunç bir manzarayla karşılaştı: Kazıklara oturtulmuş binlerce Türk esirin oluşturduğu lanetli, ölü ve kanlı bir orman. Sıcağın etkisiyle cesetler çürümüş, havayı berbat, mide bulandırıcı bir koku kaplamıştı ve bütün şehir aynı şekilde kokuyordu. Fatih in gözleri doldu: Bir insan böyle bir ölümü haketmek için nasıl bir suç işlemiş olabilir, yüce Yarabbim! Zırdeli Vlad en sonunda batılılar tarafından yakalandı ve hapse atıldı. İşte durumun vahameti de asıl burada ortaya çıkıyor. Antikacı bir an sustu. Hala duvardaki resmin civarında geziniyordu. Yazı masasının yanına geldi ve masaya yaslandı. Gözlerinde garip bir pırıltı vardı. Sanki çok ilginç bir şeyi

inceliyormuş gibi bakıyordu. Hapisteyken Vlad yakaladığı farelere işkence yapıyor ve sonra da onları kendi yaptığı küçük kazıklara oturtuyordu! Daha sonra aynı şeyi gardiyanlara aldırdığı zavallı kuşlara da yaptı. Gördüğünüz gibi dostlar Drakula hikayesi batılı yazarlar tarafından biraz çarpıtılmıştır. Drakula diyince şimdi aklımıza ilk gelen, smokinli, asil, esrarlı bir yarasa adam.. Hatta romantik bir çapkın! Parası var, çekici, istediği her şeyi yapıyor, karizmatik ve de şık.. Karşı konulmaz bir cazibesi var. İstediği zaman bir yarasa ya da bir kurt kılığına girebiliyor.. Drakula canisinin niçin bu kadar popüler olduğuna şaşırıyor musunuz siz? Halbuki ben tam da buna derim, Amerikan Rüyası diye! Antikacı bir kahkaha patlattı. Sonra ekledi: Aslında Drakula bir iş adamıdır! Neyse biz hikayemize geri dönelim.. Tabi aslında Vlad ın sonunun ne olacağı ta en başından belliydi. En sonunda kafası bir tepsi içinde Fatih e sunuldu. Onu öldürtenin kim olduğu konusunda çeşitli rivayetler var. Fakat şimdi işin en can alıcı noktasına geliyoruz.

Antikacı yine durakladı. Bu sefer gözlerindeki pırıltının yerini bulanık bir bakış almıştı. Suratı asıldı. Gür sesini biraz kısarak kelimelerin üstüne basa basa fısıldadı -sanki odada uyuyan ve uyandırılmaması gereken bir şeyi uyandırmaktan çekiniyordu: 1900 lü yıllarda Drakula nın mezarını açtılar. Ama mezar boştu! Bomboş! Ve orada insan kemikleri yoktu. Bunun yerine bazı küçük hayvanların kemiklerini buldular. Farelerin ve kuşların kemiklerini.. Antikacı koltuğuna oturdu. Ellerini birbirine kavuşturup başını anlamlı anlamlı sallayarak bize baktı. Dışarda hava iyiden iyiye serinlemişti. Antikacı dükkanının tabelası hüzünlü bir Eylül rüzgarında usul usul sallanıyordu. Yağmur başladı.

RÜYA Önce bir savaş meydanını gördüm. Manzara korkunçtu. Patlamaların, ateşin ve dumanın içinde yaralı insan bedenleri yerlerde sürünerek ilerlemeye çalışıyor, kopmuş organların, el, ayak ve kolların kanlı yığını gitgide büyüyordu. Camlaşmış ölü gözleriyle bakıyordu gencecik delikanlılar. Ateşin sıcaklığını hissediyordum. Ben büyük bir kayanın arkasındaydım. Yanımda hiç tanımadığım birisi vardı. Sonra birden bana döndü: Bakışları dehşetle dolu ve de şaşkındı. Benimle sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi konuştu: Galiba yanlış yerdeyiz. Birliğe ulaşmaya çal... Seken bir kurşun, beni önceden tanıdığı anlaşılan adamın sol gözünden içeri girdi. Yere yığıldı. Başından akan kan ince bir çizgi halinde toprağa yürüdü. Toprak kanı kurak bir tarla gibi iştahla içine çekti. Tüm kan nehre akıyordu. İki tane dar, tahta köprüyle geçilen, suları sakin, genişçe, gri nehrin iki yakasında alevler, patlamalar ve sonu gelmeyen ölüm dolu bir kurşun yağmuruyla süren anlatılmaz bir kıyım vardı. Genç bedenler

paramparça olup yerlere savruluyor, ama yine de geride kalanlar, çaresiz, ileri doğru koşuyorlardı, ileri, hep ileri.. Marş! Gözlerinde bilinç kaybı, korku ve dehşet.. Sonra bir büyük patlama daha oluyordu. Ve dağılıyordu çevreye: Kol, bacak ve et.. Çok anlamsız bir şeydi bu. Birdenbire kendimi bir partide buldum. Bir doğum günü kutlamasıydı bu. Yıllar önce ölmüş olan ağabeyimi gördüm. Şimdi adını çıkaramadığım bazı eski dostları.. Ev bir güzel süslenmişti. Bakırköy de eskiden oturduğumuz evdi bu. Doğum günü çocuğu bendim. Yeniden o küçük, minik bedenin içine geri dönmüştüm. Annem birazdan pastayı getirecekti. Heyecanlıydım. İnsanlar hediye paketleriyle gelmişti. Demet de oradaydı. O zamanlar sadece küçük, neşeli bir yumurcaktı o. Aşık falan da değildim. Gerçi sadece küçük, neşeli bir kız çocuğu diyerek küçümsememelisiniz. Küçük, neşeli kız çocuklarında bu büyülü, bu devasa, bu zalim Dünya yı değiştirecek kadar büyük bir güç saklıdır. Kutsaldır onlar.. Hava karardı. Sahilde yürüyorduk. Uzakta çok büyük bir kalabalık vardı. Sonra birden

meydana bir araba girdi. Küçük araç kalabalığın içinde insanlara çarparak büyük bir hızla ilerliyordu. Silah sesleri duyuldu. İnsanlar paniğe kapılıp kaçışmaya başladı. Ezilenler, ölenler oldu. Bulunduğumuz yerden her şeyi açıkça görebiliyorduk. İşin tuhafı bizim olduğumuz yerde akşam olmasına reğmen meydanda daha gündüzdü ve ortalık aydınlıktı. Ölenler oldu. En tuhafıysa bu Dünya nın ta kendisiydi. Hüzünlü Eylül akşamları ve büyük şehir halklarının o tekdüze yalnızlığı.. Bu engellenemeyen bir şeydir. Sanki ne kadar büyür ve ne kadar çoğalırsak o kadar yalnız kalıyor ve birbirimizden o kadar çok ayrılıyorduk. Çoğul bir yalnızlıktı bizim yalnızlığımız. Bahar akşamlarından biri ya da kara kışta gri bir sabah.. Farketmiyordu. Yine o yalnızlığı duydum o yaz akşamında. Bir yazlık evin girişinde, beyaz bir masanın çevresinde, vernikli, parlak pergulelerin ılık gölgesinde oturuyorduk. Yanımdakilerden hiçbirini tanımıyordum. Yalnız, masadaki iki adamdan biri geçen yıl yazlıkta tanıştığım emekli albaya benziyordu. Sanırım oydu gerçekten.

Fakat suratı sanki biraz eskisinden farklı gibiydi. Karısı da ilkokul öğretmenime benziyordu biraz. Uzaktan. Birden bir deprem başladı. Evden dışarı çıktık. Gökyüzü yıldız doluydu. Kırsalda gece, şehirde olduğundan daha parlaktır. Yapay şehir ışığının geceye vuran şavkı burada zayıftır. Yıldızları görürsünüz. Tsunami vuracak. Çabuk çatıya çıkın. Çubukları getireyim. Çubuk dediği neydi, anlamamıştım. Ne işimize yarayacaktı? Çubuk ne? Ne çubuğu? Ne saçma, çubuğu ne yapacağız ki? Annem saçmalamamamı, acele etmemi söyledi. Biz bizim çubukları bahardan hazırlamıştık. dedi. Kır ölümüne güzeldi. Bir bahar günü.. Büyük yalnızlık.. İçimde korkunç bir aşk acısı duydum. Gerçek hayatta olduğu gibi ve gerçek hayatta olduğu kadar gerçekti. Midem büzüldü. Nefes alamıyormuşum gibi geldi. Derin bir nefes almayı denedim. Havayı sanki yeteri kadar içime

çekemiyordum. Boğulur gibi oldum, silkinip bir iki adım ileri koştum. Daralmıştım. Az ilerde küçük bir kız tek başına ip atlıyordu. Beyazlar giyinmişti. Korku filmlerindeki esrarlı kız çocuklarına benziyordu. Hatta onlardan biriydi. Ama bu kızı tanıdığımı hissediyordum. Aşık olduğum kadınla bir ilgisi vardı onun. Aşık olduğum o değildi, hayır, fakat onu tanıyordu. Aşkımı hiç değilse ona açmak istedim, içimi dökmek, sancıyı biraz olsun hafifletmek, biraz olsun nefes almak. Ona doğru yürümeye başladım. Fakat ben yürüdükçe küçük kız benden uzaklaşıyordu. Halbuki o yine olduğu yerde ip atlamaya devam ediyordu. Ve ben toprağı, otları ve küçük bir çayın hafif kıvrımlarını ağır ağır geride bıraktığımı görüyordum. Ama küçük kıza bir türlü ulaşamıyordum. Duygularımı ona açacaktım. Açamadım. Olmadı. Sancılar içimde kaldı. Birdenbire zaman ve mekan tekrar değişti. Şimdi bulunduğum yer tıpkı bir bayram yeriydi. Oldukça da kalabalık. Burası bir büyük şehrin meydanıydı. Bu da bir bayram kutlaması ya da bir konser. Gece üzerimizde sessizce uzanıyordu. Gözlerim kalabalıkta o küçük kızı aradı.

Arkadaşlarıyla birlikte yanıma geldi. Büyümüştü. Ben aslında onu seviyorum ama sen de onun kadar güzelsin. diye düşündüm. Bana, sırf güzelim diye mi beni seviyorsun diye çattı. Sırtını döndü. Küsmüştü. Annem, babam ve ben. Kardeşim. Ağabeyim. Bütün arkadaşlarım. Bütün tanıdıklar. Benim tanıdığım ama birbirini tanımayan bütün o güzel insanlar.. Bir aradaydık. Bütün hayatım boyunca hayal ettiğim bir şeydi bu. İşte sonunda gerçek oluyordu. Üstelik başkaları da vardı. Tanımadığım dostlarım, tanımadığım sevgililer ve birçok ünlü insan. Şarkıcılar, sinema oyuncuları, sporcular, şairler ve yazarlar. Çoğu yıllar önce ölmüştü. Hepsi beni tanıyordu. Gecenin yıldızı bendim. Sanki bütün evrende beni tanımayan ve sevmeyen tek bir kişi bile yoktu. Sonra az kişi kaldık. Yine gece, yine yıldızlar. Şehrin kalabalığını hissediyordum. İnsanlar evlerindeydi. Ama ne yazık! Meteoru ilk ben gördüm. Korkunç bir heyecan dalgası benliği sardı. Sevdiklerim için korktum. Birçoğu yanımdaydılar. Onlara sarıldım. Onlarla birlikte olduğum için mutluydum. Aklıma bir eski sevgili

takıldı yalnız. Neredeydi şimdi kim bilir? Dünya nın sonu gelmişti. Ruhlar olup uçacaktık. Belki de bir yerlerde hepsiyle buluşacaktık. Tuhaf bir dünyadayım şimdi. Enteresan yapılar. Gökte iki ay.. Garip turuncu bir ışık Dünya dışı uzay kentini aydınlatıyor. Bu biraz da bizim günbatımına benziyor.. Büyük gözlü, beyaz tenli yaratıklar yanımda ayakta durmuş bana bakıyorlar. Kafamda bir ağırlık var. Sanırım bir çeşit başlık. Aynı rüya devam ediyor. O aynı gariplik hissi. İnsanlık dışı, Dünya dışı bir kent bu.. Yaratıklar da öyleler. Biri üstüme eğildi. Seni budala bu gerçek. HEPSİ gerçek, rüya değil! Gözlerimi kırpıştırıp yüzüne baktım. Anlamaya çalışarak.. Sıkı sıkı yumdum gözlerimi. Bu bir rüya olmalıydı! Sanki bir ilgisi varmış gibi, gözlerimi kapatırken dudaklarımı da birbirine bastırıp nefesimi tutmuş ve yumruklarımı sıkmıştım. Gözlerimi açtığımda hala ordaydı.

ÖLÜ YAŞAYANLARIN GECESİ Hasan Bey sıkıntıyla kanalı değiştirdi. Televizyonda siyah beyaz bir korku filmi başlıyordu: Yaşayan Ölülerin Gecesi Bu tip şeyleri, sonraki gün sabah erkenden kalkıp okula gitmek zorunda olan küçük çocukların bile henüz ayakta olduğu böyle erken bir saatte yayınlamalarına Hasan Bey anlam veremiyordu. Sonra da yazarlardı gazetelerinde: Uyuşturucuya Başlama Yaşı On Beşe Düştü! Satanist Gençler İntihar Etti diye. Ederler tabi! Uyuşturucuya da başlarlar. Sen bunu böyle yaparsan onlar daha neler yapar! Televizyonda bir bok yok. Kapatma düğmesine bastı. Mualla Hanım mutfakta patlıcan kızartıyordu. Hasan Bey in babası Süleyman Usta bir işçi emeklisiydi. Geceleri elli beş yıllık eşi İkbal hanımla birlikte oturur, saatlerce tombala oynardı. Bazen de gazete okumaya dalardı. İkbal hanım da böyle gecelerde eline iki şiş alır, örgü örerdi. İki namaz arasını böyle dolduruyorlardı. Hem de her akşam. Baba, dışarı çıkalım?

Yok, olmaz.. Yorgun.. Baba, evde oturalım? Beni hiç dışarıya çıkarmıyorsunuz. İkbal Hanım deseniz böyle. Her zaman her şeyden şikayet! Hasan da çok zevk alarak ve mutluluklar içinde yaşamıyor ki! Biraz da Hasan ı düşünün. Mualla yı düşünün. Mualla Hanım sofrayı kurmaya başladı. Oturduğu koltukta bir magazin dergisinin sayfalarını karıştırmakta olan kızına sert bir bakış attı. Kız dudaklarını büktü. Bir ergenin dolup taşan öfkesiyle dergiyi pufa çarparak ayağa kalktı: Üff anne yaa! Mualla sinirlendi: Her işe ben bakamam ki! Bari sofrayı kurmama yardım et. Koca kız oldun! Bir şeylerle ilgilen artık! Derya suratını astı. Ayaklarını yerlere pat pat vurarak mutfağa girdi. Gözlerini devirdi, sonra annesine baktı: İlgileniyorum zaten! Konuşma! Bu sırada Bora içerde, salonda oturmuş,

babasının elinden televizyon kumandasını nasıl alacağının hesaplarını yapıyordu. Mutfaktan annesinin bu son, Konuşma! şeklindeki emri duyulunca hafifçe sırıttı. Belki de annesiyle Derya arasında başlayan bu tartışma eğlenceli olabilirdi. Fakat Derya annesine ikinci kez cevap vermedi. Anlaşılan genç kız tartışma havasında değildi. Hemencecik annesine boyun eğmişti. Demek ki bugün Derya nın muayyen günü de değil.. Bora nın ilgisi kayboldu. Gözlerini tekrar babasının sehpanın üzerine bıraktığı kumanda aletine çevirdi. Planlar kuruyordu. Haydi sofraya! Mualla Hanımın sesi monoton ve heyecansızdı. Kadın belki de bu çağrıyı pek de farkında olmadan, alışkanlıkla yapmıştı. Zaten onun dışındakiler de bu sesi duymamış gibiydi. Yemeğe diyorum! Bu sefer daha bilinçli, biraz da kızgın bir ses.. Hasan Bey ayağa kalktı. Haydi çocuklar sofraya. Bora! Sana diyorum!

Bora televizyon kumandasında odaklanmış gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırdı. Ne oldu? Ne var? Uykudan uyanmış gibi boş boş baktı babasına. Neden sonra kavradı çocuk, babasının söylediği şeyi.. Tamam tamam.. Geliyorum.. Derya bardakları getirdi. Mualla da tencereyi.. Haydi baba, gelin siz de.. Süleyman Usta gazeteyi yavaşça yere bırakıp yakın gözlüklerini dikkatle gözünden çıkardı ve yine dikkatle kabına koydu. İkbal Hanım da ördüğü kaşkolu şişlerle birlikte ikili koltuğun yanındaki üstü camlı ufak sehpaya koydu. İkisi aynı anda ağır ağır ayağa kalktılar. Yine aynı anda tam olarak doğrulup dik durmayı başardılar ve yine aynı anda, aynı tonda of dediler: Of! Yalnız, Süleyman Usta bu of un yanına bir de anam eklemişti. Yine de bu senkronize doğruluş eğer bir sokak bienalinde sergilenen bir gösteri olsaydı bayağı bir alkış alırdı. Bunun yerine genç Bora, dilini dudaklarının arasına sıkıştırıp omuzlarını sarsarak güldü. Pek

fazla ses çıkarmamaya dikkat etmişti. Ne de olsa dedesiyle babaannesiydi onlar. Tabi aslında daha çok babasını kızdırmaktan çekiniyordu. Halbuki Hasan Bey de o sırada bıyıklarının altından kıs kıs gülmekteydi. Sonra çocuklardan birinin onu görebileceği aklına geldi, aniden biraz doğruldu ve toparlandı. Fakat çok geç: Derya her şeyi görmüş! Kaşlarını kaldırmış babasına bakıyor. Hasan Bey hafifçe öksürdü: Öhhö! Derya elini kaldırıp parmaklarını birbirine sürerek para işareti yaptı. Hasan Bey sıkıntıyla başını salladı. Önce evet anlamında, sonra da sen görürsün gibilerinden.. Derya hain hain güldü. İkbal Hanımla Süleyman Usta iki ağır kamyon gibi ve biraz da yalpalayarak yemek sofrasına yanaştılar. Ağır ağır oturdular sandalyelerine.. Kaba etleri sandalyeleri birer kez de çatırdattı. Yemek başladı. Yemekler güzel olmuştu. Tabi bu durum İkbal Hanımı hayal kırıklığına uğrattı. Zira kadının en büyük zevki, özellikle de akşam yemeklerinde, gelininin yaptığı yemekleri bu böyle olmuş, şu şöyle olmuş diyerek yerin dibine geçirmekti. Zaten, yemeklerin gayet güzel