MICHEL RAGON Fransa, Fontenay-le-Comte da, yoksul bir köylü ailesinin çocuğu olarak 24 Haziran1924 te dünyaya gelen ve 8 yaşında öksüz kalan Michel, 14 yaşında annesiyle birlikte Nantes a taşınır ve burada garsonluk, çıraklık dahil her türlü işe girip çıkar. Bu dönemde okumaya ve sanata karşı büyük bir ilgi ve tutkusu da oluşur. 1943 te, Alman işgal güçlerine karşı bildiri dağıttığı için Gestapo tarafından aranmaya başlayınca, doğduğu bölgeye geri dönüp bir süre saklandıktan sonra 1945 te Paris e yerleşir. Bu tarihten itibaren çok çeşitli işlerde çalışmış ama aynı zamanda emekçilerin mücadelesi, anarşizm, mimari üzerine sürekli yazılar yazmaya da başlamıştır. Daha sonra dünyanın dört bir yanını dolaşmış, dersler vermiş, kitaplar yazmıştır. Özgürlükten, emekçi sınıflardan yana bir anarşist olan Michel Ragon un eserlerinden bazıları şunlardır: Şiir Deux poèmes, La Presse à bras, Paris, 1948 Un poème, La Presse à bras, Paris, 1949 Feux de camps, La Tour de feu, Jarnac, 1950 Roman Drôles de métiers, Albin Michel, 1953 Drôles de Voyages, Albin Michel, 1954 Les Américains, Albin Michel, 1959 Le Jeu de Dames, Albin Michel, 1960 Les Quatre Murs, Albin Michel, 1966 Ma sœur aux yeux d Asie, Albin Michel, 1982 Les Mouchoirs rouges de Cholet, Albin Michel, 1984 La louve de Mervent, Albin Michel, 1985 Le Marin des Sables, Albin Michel, 1987 Le Roman de Rabelais, Albin Michel, 1994 Les coquelicots sont revenus, Albin Michel, 1996 Un si bel espoir, Albin Michel, 1999 Georges & Louise, Albin Michel, 2000 Un rossignol chantait, Albin Michel, 2001 Un amour de Jeanne, Albin Michel, 2003 La ferme d en haut, Albin Michel, 2005 Le Prisonnier, Albin Michel, 2007 Deneme, araştırma ve eleştiri yazıları Karl Marx, La Table Ronde, 1959 La voie libertaire, Plon, 1991 Dictionnaire de l Anarchie, Albin Michel, 2008 Gezi yazıları L Honorable Japon, Albin Michel, 1959 Sanat Tarihi ve Eleştirisi L encyclopédie des arts, Kister, 1962 Naissance d un art nouveau, Albin Michel, 1963 Univers des Arts, 1965 L Art abstrait, 5 cilt, 1988
Ayrıntı: 562 Edebiyat Dizisi: 168 Kaybedenlerin Belleği Michel Ragon Kitabın Özgün Adı La mémoire des vaincus Fransızca dan Çeviren Işık Ergüden Yayıma Hazırlayan Can Kurultay Düzelti Esra Koç Éditions Albin Michel, Paris 1990 Bu kitabın Türkçe yayım hakları Ayrıntı Yayınları na aittir. Kapak Düzeni Gökçe Alper Dizgi Esin Tapan Baskı Kayhan Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 244 Topkapı/İst. Tel.: (0212) 612 31 85 Birinci Basım 2010 Baskı Adedi 2000 ISBN 978-975-539-587-6 SERTİFİKA No.: 16061 AYRINTI YAYINLARI Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No: 3 Eminönü İstanbul Tel.: (0212) 512 15 00 01 05 Fax: (0212) 512 15 11 www.ayrintiyayinlari.com.tr & info@ayrintiyayinlari.com.tr
Michel Ragon Kaybedenlerin Belleği
EDEBİYAT DİZİSİ GÜLÜNESİ AŞKLAR/Milan Kundera Ë KALECİNİN PENALTI ANINDAKİ ENDİŞESİ/Peter Handke Ë YÜZBAŞI VE KADINLAR TABURU/Mario Vargas Llosa Ë BİZ/Yevgeni Zamyatin Ë KESİK BİR BAŞ/Iris Murdoch Ë YENİ TANRILAR/Alberto Vasquez-Figueroa Ë İNFAZA ÇAĞRI/Vladimir Nabokov Ë EVET AMA, BİR LOKOMOTİF BUNU YAPABİLİR Mİ BAKALIM?/Woody Allen Ë ÇALI HOROZU/Michel Tournier Ë BANYO/Jean-Philippe Toussaint Ë BALKON/Jean Genet Ë GÜNEŞ İMPARATORLUĞU/J.G. Ballard Ë BEYAZ ZENCİLER/Ingvar Ambjörnsen Ë SİYAH MADONNA/Doris Lessing Ë KAPANDA ÜÇ KAPLAN/G. Cabrera Infante Ë ZAMANIN KIYISINDAKİ KADIN/Marge Piercy Ë ANARŞİNİN KISA YAZI/Hans Magnus Enzensberger Ë FOTOĞRAF MAKİNESİ/ Jean-Philippe Toussaint Ë GÜLÜN GÜNLÜĞÜ/Ursula K. LeGuin Ë HOTEL DU LAC/Anita Brookner Ë AZİZLER ve ÂLİMLER/Terry Eagleton Ë VEDA YEMEĞİ/Michel Tournier Ë ORLANDO/Virginia Woolf Ë UTANÇ BİTTİ/Anja Meulenbelt Ë YAKIN GELECEĞİN MİTOSLARI/J. G. Ballard Ë KARANLIĞIN SOL ELİ/Ursula K. LeGuin Ë AĞ/Iris Murdoch Ë WATT/Samuel Beckett Ë EKOTOPYA/ Ernest Callenbach Ë GECEYİ ANLAT BANA/Djuna Barnes Ë İNSAN POSTUNA BÜRÜNMÜŞ KÖPEK/Ingvar Ambjörnsen Ë CUMA/ Michel Tournier Ë AFRODİT İN BAŞKALDIRISI/Lawrence Durrell Ë GÜNDELİK MUTLULUĞA ALIŞMA/Anja Meulenbelt Ë MURPHY/Samuel Beckett Ë MASAL MASAL İÇİNDE/Khimaira/John Barth Ë ZEN VE MOTOSİKLET BAKIM SANATI/Robert M. Pirsig Ë PARFÜMÜN DANSI/Tom Robbins Ë SINIRSIZ RÜYALAR DİYARI/J. G. Ballard Ë FRANSIZ TEĞMENİN KADINI/John Fowles Ë BEYAZ OTEL/D.M. Thomas Ë MYRA/Gore Vidal Ë DALGALAR/Virginia Woolf Ë ATLANTİK ÖTESİ/Witold Gombrowicz Ë HAYRANLIK/Anja Meulenbelt Ë FERDYDURKE/Witold Gombrowicz Ë MELEKLER ZAMANI/Iris Murdoch Ë PAULINA 1880/ Pierre Jean Jouve Ë EŞEKARISI FABRİKASI/Iain Banks Ë ROCK LANETİ/Iain Banks Ë KAYIP ZAMAN/Anja Meulenbelt Ë SENİ İÇİME GÖMDÜM/Andrew Jolly Ë BAŞTAN ÇIKARICININ GÜNLÜĞÜ/Søren Kierkegaard Ë KONFIDENZ/Ariel Dorfman Ë ALTIN DAMLA/Michel Tournier Ë BİR GARİP VAKA: MATMAZEL P./Brian O Doherty Ë NIETZSCHE AĞLADIĞINDA/Irvin D. Yalom Ë KIZILAĞAÇLAR KRALI/Michel Tournier Ë AİLEDE BİR ÖLÜM/James Agee Ë KUTSAL BÖLGE/Carlos Fuentes Ë KALPSİZ AMANDA/ Jurek Becker Ë 62-MAKET SETİ/Julio Cortázar Ë ÇARPIŞMA/J.G. Ballard Ë ÜÇLEME-Molloy-Malone Ölüyor-Adlandırılamayan/ Samuel Beckett Ë DUR BİR MOLA VER/Tom Robbins Ë HIRSIZIN GÜNLÜĞÜ/Jean Genet Ë KÜÇÜK DEĞİŞİMLER/Marge Piercy Ë LILA/Robert M. Pirsig Ë ERGİNLİK YAŞI/Michel Leiris Ë AŞKSIZ İLİŞKİLER/Samuel Beckett Ë ESİRGEYEN GÖKYÜZÜ/Paul Bowles Ë YALANCI JAKOB/Jurek Becker Ë DİVAN/Irvin D. Yalom Ë PORNOGRAFİ/Witold Gombrowicz Ë MERCIER İLE CAMIER/ Samuel Beckett Ë BİR ERKEĞE NASIL TECAVÜZ EDİLİR?/Märta Tikkanen Ë BENDENİZ VE MARCO POLO/Paul Griffiths Ë DOĞMAMIŞ KRİSTOF/Carlos Fuentes Ë RÜYA SAKİNLERİ/Iris Murdoch Ë HİÇ İÇİN METİNLER ve Uzun Öyküler/Samuel Beckett Ë DUYGU YOLCULUĞU/Laurence Sterne Ë BETTY BLUE/Philippe Djian Ë AĞAÇKAKAN/Tom Robbins Ë ANARŞİST/Tristan Hawkins Ë BAKAKAİ/Witold Gombrowicz Ë PORTNOY UN FERYADI/Philip Roth Ë 10 1/2 BÖLÜMDE DÜNYA TARİHİ/Julian Barnes Ë SUNİ TENEFFÜS/Ricardo Piglia Ë MANŞ ÖTESİ/Julian Barnes Ë ADA/Aldous Huxley Ë GÜLÜN MUCİZESİ/Jean Genet Ë MÖSYÖ/Jean-Philippe Toussaint Ë ÇİÇEKLERİN MERYEM ANASI/Jean Genet Ë BAŞUCU OĞLANI/Alison Fell Ë YARATIK/ John Fowles Ë SENİ SEVMİYORUM/Julian Barnes Ë ZENCİLER/Jean Genet Ë TÜNEL/Ernesto Sábato Ë KARA PRENS/Iris Murdoch Ë KARNINDAN KONUŞANIN ÖYKÜSÜ/Pauline Melville Ë TANRI NIN AĞZINDAN EVRENİN HİKÂYESİ/Franco Ferrucci Ë HAYATIN VE AŞKIN YASALARI/Connie Palmen Ë KAHRAMANLAR VE MEZARLAR/Ernesto Sabato Ë KAYNAK VE ÇALI/Michel Tournier Ë CENNETE BİR KOŞU/J.G. Ballard Ë DİŞİ ADAM/Joanna Russ Ë FLAUBERT İN PAPAĞANI/Julian Barnes Ë ALDATMA/ Philip Roth Ë KOKAİN GECELERİ/J.G. Ballard Ë ACABA NASIL?/Samuel Beckett Ë MANTISSA/John Fowles Ë KOLEKSİYONCU/ John Fowles Ë BENJAMIN: DAR GEÇİTTEKİ AYDIN/Jay Parini Ë METEORLAR/Michel Tournier Ë ARKADAŞLIK/Connie Palmen Ë AŞK VESAİRE/Julian Barnes Ë SİRİUS TAN GELEN KURBAĞA/Tom Robbins Ë BAYAN GULLIVER CÜCELER ÜLKESİNDE/Alison Fell Ë GELECEKTEN ANILAR/William Morris Ë BENİMLE TANIŞMADAN ÖNCE/Julian Barnes Ë İNGİLTERE İNGİLTERE YE KARŞI/Julian Barnes Ë İYİ İŞ/David Lodge Ë YİTİK RUHLAR IRMAĞI/Connie Palmen Ë TERAPİ/David Lodge Ë ÖLÜRKEN/Jim Crace Ë GÜZELLİK HIRSIZLARI/Pascal Bruckner Ë SÜPER KENT/J.G. Ballard Ë SISKA BACAKLAR/Tom Robbins Ë BETON ADA/J.G. Ballard Ë İLK AŞK, SON TÖRENLER/Ian McEwan Ë GILLES İLE JEANNE/Michel Tournier Ë BİR KOMÜNİSTLE EVLENDİM/Philip Roth Ë KIZILDERİLİNİN ŞARKISI/James Welc Ë SİNEMA MÜDAVİMİ/Walker Percy Ë KARANLIKLARIN EFENDİSİ/Ernesto Sabato Ë METROLAND/Julian Barnes Ë BİZİ NEDEN TERK ETTİN SAYIN BAŞKAN?/François Vigouroux Ë DÜŞÜNCE BALONLARI/ David Lodge Ë MİLENYUM İNSANLARI/J.G. Ballard Ë MÜNECCİM KRALLAR/M. Tournier Ë BEYAZDAKİ KARA/Maggie Gee Ë KAYBOLUŞ/G. Perec Ë HINÇ AYLARI/P. Bruckner Ë LİMON MASASI/J. Barnes Ë BÜYÜCÜ/J. Fowles Ë GÜNDOĞUMUNA YOLCULUK/J. Barnes Ë OKLUKİRPİ/J. Barnes Ë FISKADORO/D. Johnson Ë HAYALETLERİN GÖÇÜ/P. Melville Ë ÖLEN HAYVAN/P. Roth Ë SICAK ÜLKELERDEN DÖNEN VAHŞİ SAKATLAR/Tom Robbins Ë PASTORAL AMERİKA/P. Roth Ë ABANOZ KULE/J. Fowles Ë ARTHUR VE GEORGE/J. Barnes Ë VAHŞET SERGİSİ/J. G. Ballard Ë VİLLA MEÇHUL/Tom Robbins Ë ASKER GRAMAFONU NASIL TAMİR EDER?/Sas a Stanis ić Ë FARMAKON/Dirk Wittenborn Ë NE KADAR İLERİ GİDEBİLİRSİN/D. Lodge Ë GERİYE UÇAN YABAN ÖRDEKLERİ/T. Robbins Ë BİR SAHTEKÂR OLARAK HAYATIM/P. Carey Ë İNTERNETTE BALIK AVLAMAK/Nasreen AKHTAR Ë LANCELOT/Walker Percy Ë ÖLÜ BİR DİLDE AŞK/Lee Siegel Ë VAHŞİ İNSANLAR/Dirk Wittenborn Ë GÜNEŞİ DURDURACAĞIZ/F. Bouillot Ë SHYLOCK OPERASYONU/Philip Roth
Jean Malaurie ye...
Giriş İnsan fikirleri için ölebiliyorsa, bu idealdir; fikirleri için yaşayabiliyorsa politikadır. Charles Péguy Hayat, tuzak ve keşiflerle, sürpriz ve düş kırıklıklarıyla dolu, tuhaf bir yoldur. İnsan gelir, gider. Rastladığınız kimilerini unutursunuz, yok olup giderler. Kimileri de işin içine öyle bir karışır ki size musallat olur, kene gibi yapışırlar. Ancak siz yok olursanız, hem de ebediyen, geri dönüş ümidi olmadan yok olursanız onlardan kurtulabileceğinizi bilirsiniz. Onlar kimi zaman öyle rahatsız edici olurlar ki zamanı öne almak istersiniz. Karşınıza niçin falanca değil de filanca çıkmıştır bilemezsiniz; yolunu şaşırıp da anısı size musallat olanların niçin bunlar olduğunu bilemezsiniz. Kimileri ölüdür; en azından ölü oldukları söylenir ama sizin için ölmüş değillerdir. Bu sözde ölüler size eşlik eder, sizinle birlikte, sizin içinizde yaşarlar, her gün ilgisizce yanınızdan geçen bir yığın canlıdan daha kanlı can- 7
lıdırlar. Kimi zaman ise gözden ırak olanları ve ileri yaşı nedeniyle mutlak anlamda silinip gittiğini sandığınız kişileri biraz erken mezara gömdüğünüz de olur. Ama onlar da hortlaklar gibi birden karanlıktan çıkıverirler, yaşamlarınızdaki yerlerine gelip kurulur ve bir daha asla da bu yeri terk etmezler. Size yaşamını anlatacağım adamın durumu da budur. O olmasaydı, ben ben olamazdım. Ona ilk rastladığımda yirmi üç yaşındaydım. O kırk sekizindeydi. Kırk sekiz yaşında insan pek yaşlı sayılmaz; ama o çoktan yaşlanmıştı. Demek istediğim, öyle maceralar yaşamıştı, öyle ünlü, efsanevi insanlarla yolu kesişmiş, kendisi de tarihte öylesine bir rol oynamıştı ki sanki zamanın dışındaydı. Zaman, savaş sonrasının yeni zamanları, aslında onu dışına atmıştı. 1939-1945 arasında hapse atılmış ve bu nedenle ne Direniş in ve İşbirliği nin çatışmalarına katılabilmiş, ne de Kurtuluş Dönemi nde sahipsiz kalmış iktidarlara üşüşmüştü. Bu yüzden de tamamen anakronik görünüyordu. Bulabildiği tek geçim kapısı da onun yürürlükten kalkmış halini vurguluyordu. Seine kıyısında, Tournelle Rıhtımı nda, adına hâlâ Halle aux Vins denen yerin yakınında, bir sahaf sergisi vardı. Onu kitap kutularının yanında, korkuluğa dayanmış, hafifçe kamburlaşmış uzun boyuyla, yüzünde daima ironik bir ifadeyle görmek beni pek de şaşırtmamıştı. Onun müşterisi olmuştum. Karşısındakinin ne tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir sahaf olduğunu bilmeyen bir müşteriydim; satın almaktansa vaktinin çoğunu çinko kaplı sundurmanın altında kitapları karıştırmakla geçiren bir müşteri. Benim için bir dosttan da fazlası olan, etkisini üzerimde sonsuza dek taşıyacağım manevi babam olacak bu kişinin kitap kolileri, diğerlerininkine benzemiyordu. Ne selofan kaplı erotik yayınlar vardı, ne polisiye romanlar. Sözde eski gravürlerle tıkabasa dolu da değildi, zarf zarf pul koleksiyonu da yoktu. Bolca broşür, dergi vardı; hatta sararmış gazetelerle dolup taşıyordu kutular. Bunlar yüzyılın ilk yarısının sendikal, politik ve toplumsal tarihine meraklı olanlar için muhteşem bir koleksiyondu. Bu tuhaf kitapçının kitapları oldukça ender bulunur nüshalardı, hatta bazıları ithaflı olmasına rağmen daha pahalı değildi; çünkü yazarların el yazısına meraklı olanlar artık Gide in, 8
Malraux nun, Alain ve Giono nun imzalarını aramıyorlardı. Ama tüm bunlar beni büyülüyordu. Bu ünlülerin paraflarına baka baka saatlerce hayaller kurmam ilgisini çekmiş olmalıydı sahafın. Ama belki de kimsenin yüzüne bakmadığı politik broşürleri edinmeye gösterdiğim heves, sahafın bu genç müdavime dikkat etmesine yol açmıştı. Benim elimdeki kuruşları saydığımı görünce indirim yapıyordu. Bir gün, iyice yaşlandığında da değişmeden kalacak olan, Parislilere özgü o alaycı aksanı ve hafif pürüzlü sesiyle bana seslendi: Beni şaşırtıyorsun delikanlı. Senin yaşında birinin kalkıp da bu boktan şeylerle ilgilenmesi!.. Aylardır sana bakıyorum, milim şaşmıyorsun. Seni buraya çeken ne olabilir? Gerçekten kafamı karıştırdın! Nerden geliyorsun? Yaşamdan beklentin ne? Şimdi hatırlamadığım bir şeyler geveledim. O ise benden daha fazla cevap bekliyordu. Omuz silkti. Sinirlenmiş gibiydi ve pek de hoş olmayan bir ses tonuyla şunları söyledi: Senin iyiliğin için konuşuyorum. Bu köhnemiş fikirlerle oyalanmamalısın. Seni bir yere götürmez bunlar. Bunları ortaya çıkarmamın nedeni, hatırşinas birkaç dosta ait olmaları. Sonra, yumuşayarak devam etti: Ekmeğimi kazanmam gerek. Aslında gerek merek de yok. Beni kimse buna zorlamıyor. Şapa oturdum kaldım, limanın çamurlu sularından çıkamayan şu eski takalar gibi. Sermayemi elden çıkarıyorum. Sonrasına bakarız. Yeniden huysuzlanmıştı: Haydi, toz ol burdan! Sana göre değil. Kızlarla ilgilensen daha iyi edersin. Seni bir daha görmek istemiyorum. Sinirlendiriyorsun beni. Haydi, bas git! Aylar geçti, Tournelle Rıhtımı na bir daha adım atmamıştım. Sahaf beni korkutmaktan çok incitmişti. Karşı kaldırımdan, binaların önünden geçerken, onu sık sık etrafında kendi yaşında ya da daha yaşlı erkeklerle birlikte görüyordum. Uzun uzun fısıldaşıyorlardı. İçlerinde pelerinleri, çılgınca fularları, yün başlıklarıyla tuhaf biçimde gülünç olanları vardı. Benim o sırık gibi uzun boylu, asık suratlı adamımın etrafındakiler de bana o sıralarda, başka bir zamandan fırlamış 9
gibi geliyorlardı. Sahafın dost çevresi ile kolilerdeki o zaman aşımına uğramış kitaplar arasındaki bu benzerlik, ait olmadığım bir çağa davetsizce girişimin anormalliğini daha iyi fark etmemi sağladı. Ama, yüzyıl başının siyasal tarihine ilgi duymaya elbette hakkım vardı. Bu inanç, kolileri karıştırma cesaretini bana yeniden verdi; özel bir cemiyete ait değillerdi ya! Lissagaray ın 1897 tarihinde Dentu Yayınevi nden çıkmış 1871 Komün Tarihi ni, kutudan muzaffer bir edayla çıkardım. Sonra da sahafın saldırganlığı karşısında ezilmemek için sert bir sesle sordum: Kaça bu kitap? Bana indirim yaparsınız umarım, eski müşterinizim. Beni tanımamış gibi yaptı, kitabı zayıf ellerine aldı, karıştırdı, üzgün üzgün başını salladı: Lissagaray... Paha biçilmez bir eser bu. Pekâlâ, mademki geri gelmek cüretini gösterdin, onu sana veriyorum. Yoo, tartışma istemem, bir armağan. Karşılıksız bir armağan! Anarşist misin sen? Söylemeliydin. Anarşist mi? Papalığa ve Roma ya bağlı katolik bir çevrede eğitim gördükten sonra, memleketimden ayrılmıştım. Ama düşünmeye başladığımdan beri, özellikle sapkınlar, her türden dışlanmışlar, marjinaller, yasadışılar, saygısızlar, hatta anormaller ve deliler cezp etmişti beni. Anarşist mi? Ne demek istemişti ki? Sosyalizmin, sosyalizmlerin, geçirdiği evrelerin tarihini bilmediğim gibi anarşinin tarihini de bilmiyordum. Şaşkınlığımı gören sahaf yeniden girdi söze: Değil elbette, anarşist değilsin sen. Modası yok artık. Aslında hiç olmadı. Komünist değilsin ama, değil mi? Yoksa benim kutularda işin ne... Belki mazoşistin tekisin. Niçin bir şeyci olmamı istiyorsunuz ki? dedim sertçe. Politikayla ilgileniyorum, siyasi partilerle değil. Ne iş yapıyorsun hayatta? Elimden geleni. Pek ilgilendirmiyor beni. Şu an için bir fabrikada işçilik yapıyorum. Bildim bileli işçiydim diye ekledim, bir tür meydan okumayla, vasıfsız işçi, yükçü, hamal. Ufak tefek olduğuma 10
bakmayın, sağlamımdır. Kaslarımla çalışmak da beynimi boş bırakıyor. Okuyabiliyor, inceleyebiliyorum. Çok mu okursun? Her şeyi okudum ben. Hadi canım, şişinme! Evet, Larousse un çıkardığı tüm cep klasiklerini okudum, alfabetik sırayla. Böylelikle, atlamadığıma emin oluyorum. Sahaf eliyle kır saçlarını sıvazladı. Alışık olduğu bir hareketti bu, neredeyse bir tik. Başka bir gözle baktı bana. Bakışlarında hem şaşkınlık hem de sevgi hissediyordum. Bir şey demek istedi; ama omzumu tutmakla yetindi kemikli eliyle ve canımı acıtana dek sıktı. İstediğin zaman tekrar gel. Eşele. Ara bakalım, delikanlı. Belki sonunda sen bulursun. İşte bugün, kırk yıl sonra, biyografisini yazmak için can attığım kişiyle ilişkilerim böyle başladı. Onun kolilerinde bulunan bütün o ithaflı kitapların ilk sayfalarında ve satın aldığım çok sayıda broşürün kapağında, aynı adın geçtiğini kısa sürede fark etmiştim. Bu, elbette onun adıydı. Kendi kütüphanesini, tek malvarlığını elden çıkarıyordu. Gençken herkesin bize borçlu olduğunu sanırız. Hiçbir şeye şaşırmayız. Aynı şekilde, iki dünya savaşı arasında ünlü olmuş ve hâlâ kitap kolilerinin önünde saatlerce ayakta dikilip duran çok sayıda sadık dostla çevrili bu meçhul adamın yavaş yavaş beni eğitmeye başlaması, evine, sofrasına davet etmesi, kısa sürede dostum olacak çocuklarıyla beni tanıştırması, dostlarının evine götürmesi, bana karşı tek kelimeyle özenli, ciddi, sahiplenici bir baba tavrı göstermesi de bana tamamen doğal geldi ve ona karşı hiç minnet duymadım. İşin kötüsü, ilişkimiz yakınlık kazandıkça, bu rahatsız edici babadan kendimi kurtarmaya çalıştığım gün de kaçınılmaz olarak geldi. Karşılaşmamızdan on yıl sonra dostluğumuz, Cezayir Savaşı na gelip toslamıştı. O, her türlü milliyetçiliği tehlikeli bularak, Cezayir isyanına karşı muğlaklığa yer vermeyen bir tavır takınmıştı: FLN nin milliyetçiliği, onun iktidar frengisi dediği şeyden kaçamazdı. Sö mür geciliğe karşı elbette savaşılmalıydı (o daima sömürgecilik karşıtı olmuştu, hatta bu yüzden hapis bile yatmıştı). Ama bir iktidarı kovup yerine belki 11
de daha kötü olacak bir başkasını koymak için değil. Ben onun görüşünde değildim. İnsanın gençken hep sandığı gibi, mademki o yaşlıydı, fikirlerinin de modası geçmişti diye düşünüyordum. Onun yaşadığı dehşet dolu deneyimden farklı bir dönemde olduğumuz kanısındaydım. Kendimi çok güçlü ve cesur, cömert bir akıma kaptırmıştım; ama onu, yüzyıl başında yasadışılıktan devletçi totalitarizme sürüklemiş olan akımdan daha az aptalca değildi. Kendi hatalarına benim yeniden başladığımı gördükçe çileden çıkıyordu. Eğer sen, her şeyi söylediğim, her şeyi gösterdiğim halde aynı bok çukuruna düşeceksen, bunca sefillik, bunca işkence çekmiş insan, sesleri hâlâ kulaklarımda çınlayan bunca kurban neye yaramış olacak ki diye bağırıyordu, söyle, neye yarayacak! Tüm bunları yaşamış olmak neye yarar. Lanet olsun, salakça bir şey bu. Al silahı intihar et daha iyi! Bugün onu daha iyi anlıyorum, Cezayir Savaşı bir bahane olmuştu yalnızca. Bu on yıllık kıskanç babalık beni sıkmıştı. Kaçmak, kendi hayatımı yaşamak istiyordum. Yirmi beş yıl boyunca bir daha birbirimizi görmedik. On bir yıl boyunca varlığından bile habersizdim. Tournelle Rıhtımı na gitmiyordum. 1968 te, hokkabazın kutusundan çıkan şakacı bir şeytan gibi aniden ortaya çıktı. Altmış dokuz yaşındaydı ve Sorbonne lu öğrenciler onu bir totem gibi sallıyorlardı. Televizyon ekranında gördüm onu, o gün, etrafı gençlerle çevriliydi, hep aynı uzun, hafifçe kambur, saçları bembeyaz. Onun bu halini gülünç bulmak beni çok rahatsız etti. Ayağa kalktığında ve mikrofona konuştuğunda, amfitiyatronun gürültü patırtısı içinde güç bela anlaşılan bir söyleve giriştiğinde, boğazıma bir şeyler düğümlendi. Sahne gayet içler acısıydı. Sonra aniden, sesi tumturaklı bir hal aldı. 30 lu yıllarda, muarızı Maurice Thorez in ses getiren yayın organını bastırmayı başardığında gösterdiği ateşli hatip üslubuna kavuşmuştu. Medya dilinde dendiği gibi, aniden ekranı ele geçirdi. Orada bulunanlarda görülmemiş bir sessizlik meydana geldi. Kamera, onu dinleyen, şaşkınlıktan dona kalmış öğrencileri gösteriyordu. Ben bile ağzım açık kalmıştım. Onu hiç böyle görmemiştim; çünkü onun yanında olduğum yıllar, aktif politik dünyadan çekildiği yıllardı. Düşman kalabalıklar karşısında Moskova Duruş- 12
malarının büyük haksızlıklarını ifşa ederken; İspanya İç Savaşı Dönemi nde Durruti Tugayı na gönüllü toplamaya çalışırken de böyle olmalıydı, dinleyenleri tüm inancıyla, tüm hitap gücüyle peşinden sürüklüyor olmalıydı. Sevgili ihtiyar, sevgili yitik dost! Gözlerim yaşla dolmuştu. Derhal onun yanına koşmalıydım. Ama orada kaldım, televizyonumun önünde bitkin bir halde kalakaldım. Uzun uzun alkışlanan konuşmasından sonra bir grup oğlan ve kızın, yumruklarını kaldırıp Enternasyonal söylerken, onu omuzları üzerinde taşıdığını gördüğüm görüntüler beni büyülemişti. Onlar arasında olmadığım için kendime kızıyordum. Onlara da kızıyordum; onu benden alan, ona sahip çıkan o gençlere de kızıyordum. Ama bir yanlış anlama olduğunu, onun bir kez daha rehin alınacağını gayet iyi biliyordum. Bu son parlamanın ardından, yoldaşım, kardeşim (çünkü o, zayıflıkları, ütopyası, aldanmaya meyilli haliyle bir baba değil, bir diğer bendi) yeniden yok oldu. Öylesine mutlak bir yok oluştu ki bu, öldüğünü sandım. Kimse ondan söz etmiyordu; ne basında, hatta ne de yıldız olmanın yasa olduğu tarih kitaplarında adı geçiyordu. Oysa 50 li yıllarda adı pek çok sayıda eserde anılıyordu. Petit Larousse Illustré de onu tanıtan kısa bir yazı bile vardı. Bu sözlüğün yeni yapılan baskılarından birinde onun biyografisini atlayıp, yerine daha aktüel bir şahsiyetinkini koyduklarında, hâlâ onunla görüşüyordum ve bu haberi, sanki bir komediymişcesine tüm kalbiyle gülerek karşıladığını hatırlıyorum. Ama Troçki nin Anılar ında adını anmadığını; 1948 yılında Paul Delesalle ın cenaze töreninde, hayatını emekçilerin özgürlüğüne adamış bu kişiye, tek bir işçi heyetinin bile eşlik etmediğini şaşkınlıkla gördüğünde; gençliğinin diğer yoldaşı Pierre Monatte ın da o ve Delesalle gibi tam anlamıyla unutulup gittiğini fark ettiğinde, dünyaya kapılarını kapadı ve kibirli bir inzivaya çekildi. Hiç durmadan mücadele ettiği iktidar insanları, bütün iktidarların insanları sonunda onu öldürmüştü. Onu hapse atmışlardı, kimileri öldürmeye teşebbüs etmişti; ama şahsında gayet iyi cisimleşmiş olan o liberter ruh gibi kendi de yenilmez gözüküyordu. Boğazlayamadıklarından, gözden uzak tutmaya, el çabukluğu ile yok etmeye çalıştılar. Üstünü çiziyor, siliyorlardı. Böylece, bir eylem adamı olan 13
hem de ne eylem! o, ölüden de beter olmuştu. Kendi entelektüel cenaze törenine daha sağlığında katılmıştı. Ama bu, uğruna mücadele ettiği fikirlerin de onunla birlikte öldüğü anlamına gelmez. Tam tersine! Bu fikirler hiç bu kadar rağbette olmamıştı. Kıyımlara uğramış, skandallara yol açmış, hapisle cezalandırılmış yaşamı boyunca, pasifizm, anti-stalinizm, modern bir Marksizm eleştirisi, kürtajın yasallaşması, serbest aşk, doğacılık, nüdizm, ekolojizm gibi şeyleri savunmuştu. Bugün ise toplumun dışladığı tüm bu temalar normal kabul ediliyordu. Toplum bu düşünceleri kendine katıyor, onlara sahip çıkıyordu. Ama bu tür fikirlerin başarılı olması için hayatlarını feda etmiş olan kimseler önemsenmiyordu. Onun adı asla anılmıyordu. Glucksmann da, Foucault da ondan tek satır yoktu. Yalnızca zenginlere, yani tarihin anımsamak istediklerine kulak veriliyordu. Diğerleri, adı sanı okunmayanlar, başına buyruk savaşçılar, mağluplar kimseyi ilgilendirmiyordu artık. 80 li yılların başında, bir akşam, saat sekizdeki televizyon haberlerinde, bir nükleer santrale karşı düzenlenen gösterinin görüntülerini dalgın dalgın seyrediyordum. İnsanın kimi zaman bir futbol maçına tanıklık ettiğini sanmasına yol açacak kurallara sonunda uyum sağlamış protestocular ile Çevik Kuvvet arasındaki bu haftalık arbedelerden biraz bıkmıştım. Aniden, ekolojistlerin arasında bir tür tören alayının oluştuğunu gördüm. Hem erkek hem kadınlardan oluşan bu kitle, kortej halinde, slogan atarak yürürken, ellerinde mankene benzer bir şey tutuyorlardı. Yürüyüşün ön sıraları kameranın önüne geldiğinde bunun bir manken olmadığını, bir Peru mumyası gibi buruş buruş olmuş yaşlı bir adam olduğunu fark ettim. Kalabalık adamcağızı, kalkan barikatı ardında sipere yatmış, aldırışsız Çevik Kuvvet e karşı sallıyordu. Birkaç saniye boyunca kamera yaşlı adamın yüzünde kaldı ve ben bunca yıl kaybetmiş olduğum kişiyi tanıdım. Gerçekte olduğundan çok daha az cüsseli, ufak tefek gözüküyordu. Yüzündeki tüm kemikler sayılıyordu, ağzında diş kalmadığından çenesi iyice öne fırlamış görünüyordu. (Houdon un Voltaire indeki gibi bir ağız). Ama siyah gözlerindeki canlılık şaşırtıcıydı. Onu bir anda bu gözlerden tanıdım. Televizyon seyircisine dayanılmaz bir küçümseme, şiddet ve tutkuyla bakıyordu. Kameranın yaka- 14
ladığı bu bakış, elbette düzen güçleri ne yönelmişti. Düzen güçleri! Bu güç ve düzen sözcükleri, onun en fazla nefret ettiği şeyin ifadesiydi. Bana öyle geldi ki göstericiler, yaşlı anarşisti bir bomba gibi kullanıyorlardı. Sanki onu, atlı aynasızların yekpare bloğuna fırlatacak gibiydiler. Gençliğimin büyük, kadim dostu, yaşamını güzellik içinde, kıvılcımlar saçarak (bunu söylemenin tam yeri!), hem süvari askerlerini, hem nükleer santrali hem de televizyon alıcılarını yıldırımla çarparak sona erdirecekti sanki. Ama televizyondaki haberler başka bir konuya geçti. Cardin in düzenlediği bir moda defilesi sanıyorum. Artık bu kadarı da kabak tadı vermişti. İkimizin de yaşı dikkate alındığında, bu saklambaç oyununu daha uzun süre devam ettirmesek iyi olacaktı. Ekolojistlere başvurup onun izini bulmakta pek güçlük çekmedim. Kremlin-Bicêtre deki bir belediye evinin küçük bir dairesinde tek başına yaşıyordu. Eski düşmanı Stalin gibi onun da yaşamını Kremlin de sona erdirmesi nasıl bir şeydi? Ama Stalin in Kremlin i çarların sarayından başka bir şey değilken, benim sevgili moruğumun Kremlin i bir işçi banliyösüydü. Bu tür yeniden karşılaşmalardan çok korkarım. Beni kapı dışarı mı edecekti, azarlaya azarlaya canımı mı çıkaracaktı? Aslında ona daha erken geri dönmeyişimin nedeni, bu yüzleşmeden çekiniyor olmamdı. Beni hatırlayacak mıydı? Bina tam bir viraneydi. Zorlanıp kırılmış mektup kutuları bir yığın prospektüsle doluydu. Koridorların tozlu duvarları yazılarla kaplıydı. Kırılmış ya da çalınmış ampuller yüzünden merdiven kapkaranlıktı. Seksenlik bir ihtiyar olan bu adama, asansörü olmayan bu binanın en üst, dördüncü kattaki dairesi verilmişti. Kapıyı çalarken kalbim küt küt çarpıyordu; ama merdivenleri hızla çıktığımdan değil, korkudan. İnsan gençliğinin geçtiği topraklara risk almadan geri dönemez. Kapı açıldı. Hafifçe küçülmüş olmasına rağmen bana hâlâ bir baş yukardan bakıyordu. İyice iğne ipliğe dönmüştü. Dişlerinin (ve takma dişlerinin) yokluğu, yüzünün alt tarafını tamamen deforme etmişti. Bakışlarındaki şaşkınlık çok belirgindi. Beni tanıdı ve kollarının arasına alıp sıktı. Bunu hiç beklemiyordum. Ben de ona sarıldım. Bu tür duygu sellerine eskiden kendimizi hiç kaptırmamış- 15
tık. Bize grotesk geliyordu. Neyse ki yaşlı dostum, kendini çabucak topladı. Beni sürüklediği oda, kitaplarla öylesine doluydu ki insan kendine zar zor yol açabiliyordu. Evet, işte burdasın! Veda etmeye mi geldin bana? Hoşça kal ve teşekkürler. Tam vaktinde geldin, ben de çekip gitmeye hazırlanıyordum. Nereye gidiyorsun? Nereye mi gidiyorum? Hiçliğe dostum, nereye gitmemi isterdin ki? Otuz yıldır beni oraya doğru itiyorlar ve ben de bir salak gibi mezarın kenarına tutunuyorum. İçine düşüvermekten korkuyorum. Eğer beni itmeselerdi deliğe kuşkusuz kendimi atardım. Hem de uzun süre önce, iç rahatlığıyla. Ama onlar beni ittiklerinden, tanırsın beni, direniyorum işte. Onları iplemediğimi göstermek için, canlarını sıkmak için. Sen ve siz. Ben yirmi yaşındayken o sen diye hitap ediyordu bana, ben de ona siz diyordum. O vakitler gençler yaşlılara sen demezdi. Ama altmışlık biriyle seksenlik birinin farklı hitap biçimleri kullanması gülünç olurdu. Ben de ona derhal sen demeyi benimsedim. Bu ona doğal geldi. Öğrenci gençler de ona sen diyordu kuşkusuz. Anlaşılan dedim, rıhtımlardaki koliler dolusu kitaplarını tüketememişsin. Matbuat basmış burayı. Onları nereye defedeceğimi bilemiyorum. Bir gün zemin çökecek. Neyse, zemin de yok zaten. Yalnızca betondan bir döşeme taşı. Sağlamından. Neyse ki sağlam. Tüm dostlarımın birbiri ardına öbür dünyayı boyladığını ve kütüphanelerini bana miras bıraktıklarını düşünsene! Sanki dünyanın belleğiyim ben. Yani, bizim küçük dünyamızın. Sanki dünyanın belleğiyim ben! Bu cümle aklıma hemen bu kitap fikrini verdi. Kavuştuğum eski dostumun belleği kaybolup gidecekti. Yalnızca onun belleği değil, mücadele yoldaşlarının belleği de yok olacaktı. Tüm bir marjinal tarihin, kimi zaman gizli kalmış bir tarihin belleği... Onun yaşamını anlatabilirsem, lanetli düşünce ve eylemlerin neredeyse bir yüzyılı, unutulmaktan sonsuza dek kurtulmuş olurdu. İlk karşılaşmamızda ona bu projeden söz etmeye ce- 16