Frank Mccourt - Umuda Doğru ANGELA'NIN KÜLLERĐ II UMUDA DOĞRU

Ebat: px
Şu sayfadan göstermeyi başlat:

Download "Frank Mccourt - Umuda Doğru ANGELA'NIN KÜLLERĐ II UMUDA DOĞRU"

Transkript

1 Frank Mccourt - Umuda Doğru ANGELA'NIN KÜLLERĐ II UMUDA DOĞRU ANGELA'NIN KÜLLERĐ II UMUDA DOĞRU Orijinal Adı: ' Tis Yazan: Frank McCourt Çeviri: Neşe Olcaytu Editör: Tanju Anapa Redaksiyon: Murat Çetinbakış Düzenleme: Gülen Işık Baskı - Cilt: Melissa Matbaası 2. Baskı: Ocak 2000, Đstanbul ISBN: Frank McCourt, 1999 Scribner, Simon & Schuster Inc. Türkçe Yayım Hakkı: Kesim Ajans aracılığı ile Epsilon Yayıncılık Hizmetleri Tic. San. Ltd. Şti. Yayımlayan: Epsilon Yayıncılık Hizmetleri Tic. San. Ltd. Şti. Osmanlı sk. 24/ Taksim/istanbul Tel: pbx Faks: Internet adresi: epsilon@epsilonyayinevi.com Genel Dağıtım: Yeni Çizgi Yayın Dağıtım Ltd. Şti. Gürsel Mah. Alaybey Sk. No:7 Kâğıthane/Đstanbul Tel: pbx Faks: ANGELA'NIN KÜLLERĐ II UMUDA DOĞRU Frank McCourt Çeviri Neşe Olcaytu i l o n ÖNSÖZ Haydi, rüya vakti geldi. Đrlanda'dayken annem çocukluğumuzda bize böyle derdi ve sonunda bir rüyamız gerçek oldu. Benim defalarca gördüğüm bir rüyaydı bu. Bir gemide New York Limanı'na yaklaşırken gökdelenlerin görüntüsü karşısında şaşkına dönüyordum. Kardeşlerime bu rüyayı anlattığımda, Amerika'da bir gece geçirdiğim için beni kıskandılar, ertesi gün aynı rüyayı gördüklerini iddia ettiler. Bunun ilgi çekmek için en etkili yol olduğunu bildiklerinden onlarla tartışmama da hiç aldırmadılar. En büyükleri ben olduğum için bu rüyanın yalnızca bana ait olduğunu, bu yüzden bu rüyayı görmekten vaz geçmelerini yoksa onlar için hiç iyi olmayacağını söylemem pek işe yaramadı. Bana bu rüyayı sahiplenmeye hakkım olmadığını söylediler. Herkes uykusunda Amerika'yı düşleyebi-lirdi ve benim bunu engellemek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Yanılıyorsunuz, dedim. Bütün gece sizi uyutmazsam, rüya filan göremezsiniz. Ben çocukların birinden ötekine koşup New York gökdelenlerini düşlemelerini önlemeye çalışırken, henüz altı yaşında olan Michael bana bakıp kahkahalar atıyordu. Malachy ise kendisinin Brooklyn'de doğduğunu söylüyordu; bu yüzden bütün gece rüyasında Amerika'yı görmesini engellemek imkânsızdı. Hatta canı isterse bunu bütün gün yapabilirdi. Sonunda konuyu anneme açıp tüm ailenin rüyalarıma göz koymasının büyük haksızlık olduğunu ileri sürünce, annem, Tanrı aşkına, çayım iç ve doğru okuluna git, rüyalarınla bütün aileye işkence etmekten de vazgeç, dedi. Kardeşim Alphie yalnızca iki yaşındaydı ve konuşmayı yeni yeni öğreniyordu. Elindeki kaşığı masaya vurarak, işkence gibi rüyalar, işkence gibi rüyalar diye tekerlemeye başlayınca herkes kahkahalara boğulmuştu. Onunla her zaman rüyalarımı paylaşabilirdim. Öyleyse, neden Malachy ve Michael'la da paylaşmayayım?

2 1949 yılının Ekim ayında MS Irish Oak adlı gemiyle Cork Limanı'ndan hareket ettiğimizde, bir hafta içinde New York'a varacağımızı söylemişlerdi. Ama daha yolculuğumuzun ikinci günü, geminin Kanada'nın Montreal limanına yanaşacağını bildirdiler. Đkinci kaptanı yakalayıp cebimde sadece kırk dolar param olduğunu, Irish Shipping şirketinin Montreal'den New York'a tren ücretimi ödeyip ödemeyeceğini sordum. Hayır, dedi. Şirket böyle bir durumdan sorumlu değildir. Sonra bana, Bu yük gemileri açık denizlerin orospularıdır, dedi. Her şey beklenir bunlardan. Bu gemiler bir bakıma sokak köpekleri gibi olmalıydı. Rastgele onun bunun peşine takılıp nereye gittiğini bilmeden dolaşırcasma okyanusta rota değiştirip duruyorlardı. Nitekim iki gün sonra Irish Shipping şirketi fikrini değiştirmiş, bize geminin New York'a yanaşacağı müjdesi verilmişti. Ama aradan iki gün daha geçti geçmedi, şirket yine karar değiştirdi. Bu kez Kaptan'a Albany'ye yanaşması söylenmişti. Kaptan bana Albany'nin Hudson Nehri üzerinde bir şehir olduğunu söyledi. New York Eyaleti'nin başkentiymiş! Aynen Limerick'in büyüsüne sahip bir şehirdir, diyerek kahkahayı bastı... Ha, ha, ha! Ölmek için ideal bir yerdir! Yerleşip evlenerek çoluk çocuğa karışacağın bir yer değil! Kaptan Dublinli'ydi ve benim Limerickli olduğumu biliyordu. Limerick için böyle konuştuğu zaman, içimden onu gebertmek geliyordu, ama aynada kendime bakıp sivilceli suratımı, çi-pil çipil gözlerimi ve çürük dişlerimi gördükçe, kimseyi gebertecek halim yok, diye düşünüyordum doğrusu. Hele kalıbı kıyafetiyle gelecekte geminin tek hâkimi olmaya aday bu üniformalı adama hiç gücüm yetmezdi. Hem, ne diye Limerick'e laf ediyor diye ona kızıyordum ki... Zaten orada hiçbir zaman mutlu olamamıştım. Đşte, o zaman düşlerim başlıyordu. Sıcacık Ekim güneşinde, güvertede oturup Atlantik Okyanusu'nün nefis mavi sularına dalarak, New York'u hayal etmeye başlıyordum. Beşinci Cadde ya da Central Park'ı veya Greenwich'i gözlerimin önüne getirmeye çalışıyordum. Đnsanlar, pırıl pırıl, bembeyaz dişleri ve sağlıklı yüzleriyle sinema artistlerine benzerdi oralarda. Ama Limerick anılarım ağır basıyor ve beni o günlere geri götürüveriyordu. Beşinci Cadde'de bembeyaz dişlerimle o insanlardan biri olmak varken, kendimi yine Limerick'in kenar mahallelerinde buluyordum. Evlerinin kapılarında şallarına sarınıp oturarak aralarında konuşan kadınlar, yüzleri reçele bulanmış halde sokaklarda koşuşan, annelerine seslenen çocuklar... Ardından, pazar günü ayininde açlıktan birinin düşüp bayıl-masıyla fısıldaşmalar ve arka sıralardaki adamların onu dışarı taşımak için telaşı aklıma geliyor... Çekilin, çekilin! diye bağırırlar. Görmüyor musunuz; kadıncağız nefes alamıyor... Hava alması gerek! O arka sıralarda oturup kalabalığa bağırıp duran adamlardan biri olmayı ne kadar isterdim. Onlar zaten bilerek arka sıralara oturur ve ayinin sonunu beklemeden barlara kaçmak için bu tür olayları bahane ederlerdi. Đçkiye düşkün olmayan erkekler, ön sıralarda oturur, ne kadar dindar olduklarını göstermeye çalışırlardı. Barların kıyamet gününe kadar kapatılması gibi bir facia umurlarında bile değildi onların. Pazar ayinini ezbere bilir, duaya nerede nasıl katılacaklarını herkesten iyi ayarlar ve sanki Đsa'nın çarmıhta çektiği ıstırabı hisseder gibi inlerlerdi. Bunlardan bazıları içkiyi bırakmış olanlardı ki, en kötüsü de onlardı. Đçkinin ne kadar kötü bir şey olduğuna dair vaazlar verirler, kendileri cennetin yolunu seçtiklerinden diğerlerine acıyarak bakarlardı. Tanrı'nm içki içen insanlara sırt çevirdiğine inanırlardı. Oysa kilisede vaaz veren hiçbir rahibin bira bardağına ya da bira içenlere bir laf ettiğini duymuş değilim. Arka sıralarda oturanlar, ayin sırasında bir olay çıkmazsa, rahibin duayı bitirip 7te, missa, est,' sözleriyle yerlerinden fırlarlardı. Onların arkada oturmalarının asıl sebebi, ağızlarının kuru-masıydı. Ön sıralardaki ayık insanların yanında oturmayacak kadar da alçak gönüllüydüler. Ben, onların konuşmalarına kulak kabartmak için kapıya yakın dururdum.

3 Pazar ayinine katılmamak ölümcül günahlardan sayıldığı için buna katlanıyorlardı, ama ayin biraz daha uzarsa oracıkta susuzluktan bayılacaklarını söyleyerek birbirine takılmanın daha beter bir günah olduğunu pek düşünmüyorlardı. Peder White'm vaaz verdiği günler feci olurdu. Ağır ağır vaaz veren ve saatlerce konuşan Peder gözlerini cennete doğru çevirip, doğru yoldan çıkan herkesin lanetlenmiş olduğunu söyledikten sonra kendimizi Aziz Meryem'e adamamızı öğütlerken, bizimkiler artık iyice sabırsızlanmaya başlardı. Pa Eniştem, Meryem bana gökten şöyle nefis köpüklü bir bardak bira indiriverse, kendimi ona ne biçim adarım, deyince hepsi gülmeye başlardı. Ben de Pa Eniştem gibi uzun pantolon giyen büyük bir adam olup arka sıralardaki o ağızları kuruyan ve aralarında gülüşen arkadaşlarından biri olmaya ne kadar özenirdim. Geminin güvertesinde hayale dalmışken, kendimi Limerick sokaklarında bisikletle telgraf dağıtırken görüyordum. Sabahın köründe kent dışında ineklerin böğürdüğü, taş atarak kovaladığım köpeklerin havladığı o günlerimi hatırlıyordum. Çiftlik evlerinden gelen bebek ağlamaları kulaklarımda, sabah sütlerini sağdıktan sonra inekleri dürte dürte otlaklara doğru itekleyen çiftçileri görür gibi oluyordum. Sonra okyanusun masmavi sularının ortasında, güvertede hüngür hüngür ağlamaya başladım. Düşlerimin şehri New York'a doğru yol alırken, oradaki insanlar gibi bronz tenim ve bembeyaz dişlerimle mutlu olacağım günler beni beklerken, ne diye Lime-rick'i böyle özlüyordum ki! Kasvetli havasıyla gri mutsuzluğundan New York'a kaçmayı hayal ettiğim yıllan ne çabuk unutmuştum! Annemin uyarısı kulaklarımda ne diye çınlayıp duruyordu sanki? Bildiğin düşmanla savaşmak, bilmediğin düşmanla karşılaşmaktan daha iyidir. Gemide on dört yolcu olacağını söylemişlerdi ama biri son anda iptal etmiş ve biz o uğursuz sayıyla yola çıkmıştık. Đlk gece Kaptan yemek salonunda bize katıldıktan sonra hepimize hoş geldin konuşması yaparken, on üç rakamının uğursuzluğu konusunda batıl bir inancı olmadığını, ama aramızda bir rahip bulunduğuna göre, bizleri kazadan beladan koruyacak bir dua okumasının bir sakıncası olmayacağını söylemişti. Rahip ufak tefek, topluca bir adamdı. Đrlandalı'ydı ama Los Angeles Cemaati'nin başında uzun yıllar görev yapmış olduğu için aksansız konuşuyordu. Rahip ayağa kalkıp duasına başlarken, yolculardan dördü ellerini kucaklarına koyuverdi. Protestan olduklarını hemen anladım. Annem, 'Bir Protestan'ı kilometrelerce öteden tanırsın,' derdi. Rahip, Tanrı'nın bize merhamet etmesi için dua ederken, bu açık denizlerde başımıza gelebilecek herhangi bir olayda O'nün kutsal bağrına sığınmaya hazır olduğumuzu da ekledi. Protestanlar-dan yaşlı olanı, karısının eline uzandı. Kadın, kocasına gülümsedi ve ona başını salladı. Adam da, 'merak edilecek bir şey yok,' der gibi karısını rahatlatmak istercesine gülümsedi. Rahip yemekte benim masama oturdu. Protestanlar'm Kentucky'de Thorough yarış atları yetiştirdiklerini ve çok zengin olduklarını kulağıma fısıldayıverdi. Aklın varsa, onlarla iyi geçinirsin, dedi. Hayatta ne olacağı hiç belli olmaz! Rahibe, zengin Protestanlar'la nasıl iyi geçinilir, diye soracaktım ama çok aptalca bulacağını düşünüp vazgeçtim. Protestan çiftin, Đrlandalılar'in çok büyüleyici insanlar ve çocuklarının da çok şeker şeyler olduğunu anlatmalarını dinliyordum. 'Öyle ki, hiç fakir olduklarını düşünemezsin,' diyorlardı birbirlerine. Onlarla konuşursam gülümsemem gerekeceğini düşündüm. O zaman da, çürük dişlerimi göreceklerdi ve bu her şeyin sonu olacaktı. Amerika'da para kazanmaya başladığım anda, bir dişçiye gidip şu gülümsememin işe yaramasını sağlamam şarttı. Dergilerde ve filmlerde, bir gülümsemenin insanın önüne ne kapılar açtığını görüyorduk. Hele kızlar koşa koşa geliyordu. Bende bu gülümseme olmadığı sürece, Amerika'da yerim yoktu. Limerick'e geri dönüp, postanenin arka tarafındaki karanlık odada mektupları ayırarak ömrümü geçirmem daha doğru olacaktı. Orada hiç kimse insanın değil ağzındaki dişe, beyni olup olmadığına bile bakmazdı.

4 O gece yatmadan önce çay ve bisküvi servisi yapıldı. Rahip, ben bir duble viski içeceğim, dedi. Boş ver çayı. Viski içince güzel uyuyorum. Viskisini içerken bana, Kentucky'de at yetiştiren zengin Protestanlar'la konuştun mu, diye sordu. Konuşmadım. Neyin var senin? Para kazanmak istemiyor musun? Đstiyorum. O halde o zengin insanlarla ne diye ahbaplık etmiyorsun? Bakarsın senden hoşlanırlar ve at bakıcısı olarak filan seni yanlarına alırlar. Oradan yükselir gidersin. New York'ta macera yaşamaktan iyidir. O günahlar beldesinde, ahlakın çöktüğü o şehirde Katolik olarak nasıl bir savaş vereceğini biliyor musun sen! Gece gündüz inancından sapmamak için mücadele vereceksin! Git şu insanlarla konuş da, kendine iyilik et! Rahip, Kentucky'de at yetiştiren zengin Protestanlar'dan bahsederken sesini alçaltıyordu ve ben ona ne diyeceğimi bilemiyordum. Kardeşim Malachy burada olsaydı, dosdoğru o zengin insanların yanına gider ve onları öyle bir büyülerdi ki, insanlar milyonlarca dolarlarıyla birlikte, atlarını, ahırlarını ve güzelim evlerini temizleyici kadınlarıyla birlikte Malachy'ye bırakırlardı. Zengin insanlarla hayatımda hiç konuşmamıştım. Sadece, 'Telgrafınız var, efendim,' dediğimde bile, 'Arka kapıya!' diye azarlanmıştım hep. Rahibe bunu da söylemek istiyordum ama onunla da nasıl konuşmam gerektiğini bilemiyordum. Aslında rahipler hakkında bildiğim tek şey, pazar ayinlerini ve tüm duaları Latince okuduklarıydı. Öyle ki, ben Đngilizce olarak günah çıkartırken, onlar Tanrı'mn huzurunda Latince konuşarak beni bağışlıyorlardı. Doğrusu, rahip olmak ilginçti. Sabah uyandığında insanları bağışlamak ya da bağışlamamak gibi bir güce sahip olduğunu düşünmek bile yeterdi. O günkü ruh durumuna göre, ister bağışlar ister bağışla- mazdın. Latince bilip insanların günahlarını bağışlamak, onları ulaşılmaz kılar. Rahiplerle konuşmaya bile korkarsın. Çünkü onlar yeryüzünün karanlık sırlarını bilen kişilerdir ve bir rahiple konuşmak, Tanrı'yla konuşmak gibi bir şeydir. Bir yanlış yaptın mı, lanetlendin gitti. Gemide, bir rahiple ya da kibar ve zengin Protestanlar'la nasıl konuşmam gerektiğini sorabileceğim kimse yoktu. Pa Eniştem belki bu konuda bana yardımcı olabilirdi, ama o da Limerick'te dünyayı umursamadan dalgasına bakıyordu. Eğer bu gemide olsaydı, Protestanlar'a hiç de yüz vermez, onlarla konuşmaya bile tenezzül etmezdi. Rahibe de, o kutsal kıçını yemesini söylerdi. Ben de böyle yapabilmeyi isterdim, ama benim gibi çürük dişli ve çipil gözlü birinin, ne zaman, nerede ne diyeceğini ve kime nasıl davranacağını kestirmesi çok zor. Geminin kütüphanesinde bir kitap vardı; Suç ve Ceza. Karmakarışık Rusça isimlere rağmen güzel bir cinayet romanı olduğunu düşünerek, kitabı aldım ve güvertede bir şezlonga kurulup okumaya başladım. Ama hikâye beni rahatsız etmeye başladı. Ras-kolnikov adlı genç öğrencinin yaşlı rehineci kadını öldürüp parasını aldıktan sonra, zaten kadının bu dünyada bir işe yaramayacağı gerekçesiyle vicdanını rahatlatmaya çalışması, çok acayipti. Aldığı para, üniversiteyi bitirip bir avukat olduğu zaman, kendisi gibi para için böyle işe yaramaz yaşlı kadınları öldüren gençleri savunmasını sağlayacaktı. Bu roman, beni biraz da, Limerick'te Mrs. Finucane adına yazdığım tehdit mektuplarını hatırlattığı için rahatsız etmişti galiba. Mrs. Finucane'i bir gün evinde ölü bulduğumda, Amerika biletim için biraz parasını çalmıştım. Gerçi, Mrs. Finucane'i ben öldürmemiştim ama parasını çaldığım için, en az Raskolnikov kadar kötü bir insan olduğumu düşünmeden edemiyordum. O anda ölecek olsam, cehennemde ilk karşılaşacağım kişi Rakolnikov olurdu herhalde. Rahibe bu olayı anlatarak ruhumu kurtarabilirdim belki, diye düşündüm. Rahiplerin, itirafta bulunan kişileri bağışladıkları anda, o insanın işlediği günahı

5 da tamamen unutup bir daha sözünü etmemesi gerekirken, bizim rahibin bunu koz olarak kullanıp bana o kibar ve zengin Protestanlar'ı yağlamam için şantaj yapacağından emindim. Güvertede, kitap kucağımda uyuyakalmışım. Görevlilerden biri beni uyandırıp, yağmurdan kitabınız ıslanıyor, efendim, diye uyardı. Efendim! Limerick'in kenar mahallelerinden bir çocuğa, kır saçlı bir denizcinin böyle hitap etmesi olacak şey değildi! Đkinci Kaptan bana kurallar gereği, görevlilerin yolcularla konuşmasının yasak olduğunu söylemişti. Olsa olsa, 'Đyi günler,' ya da, 'Đyi geceler,' diyebilirlerdi. Đkinci Kaptan, bu kır saçlı denizcinin bir zamanlar Queen Elizebeth gemisinde Đkinci Kaptan olduğunu, fakat yolculardan bir hanımın kamarasında basıldığı için işten atıldığını anlatmıştı. Tabii, yaptıkları şey büyük bir günahtı. Ama Owen adındaki bu adam oldukça ilginçti. Bütün gün kitap okuyor, gemi bir limana yanaştığında diğer denizciler barlarda içip dağıtırken, o yine bir kafede kitabını okumaya devam ediyordu. Geminin kaptanı ise, Owen'a büyük bir saygı duyuyordu. Onu kamarasına çaya davet ediyordu ve saatlerce sohbet ediyorlardı. Bir zamanlar bir Đngiliz destroyerinde savaşmışlar, ancak bombalanan destroyerden güç bela kurtulup Atlantik Okyanusu'nün ortasında bir tahta parçasına tutunarak günlerce denizde kalmışlardı. Akıntılarla sürüklenerek buz gibi sularda kader birliği ettikleri o günlerde, Đrlanda kıyılarına çıkıp birayla tabak tabak lahana ve domuz eti yiyebilecekleri günlerin hayalini kurmuşlardı. Owen, beni güvertede uyandırdığının ertesi günü yanıma gelip konuştu. Kuralları çiğnediğimi biliyorum, dedi, ama Suç ve Ceza gibi bir kitap okuyan birine rastladığı için çok mutlu olmuştu. Gemide kitap okuyan insanlar, en fazla Edgar Wallace ya da Zane Grey düzeyindeydi. Dostoyevski hakkında konuşabileceği birini bulduğu için kuralları çiğnemeyi göze almıştı. Ama Karamazof Kardeşler 'i okuyup okumadığımı sorduğunda bu kitabı hiç duymadığımı söyleyince çok üzüldü. New York'a iner inmez Dostoyevski'nin kitaplarını almamı böylece asla yal-14. nızlık hissetmeyeceğimi söyledi. Hangi kitap olursa olsun, insanı düşündürür, dedi. Ben pek ne demek istediğini anlamadım, ama Owen'in sözleri bunlardı. Rahip güverteye gelince, Owen hemen sıvışıverdi. Rahip, O adamla mı konuşuyordun? diyerek hesap sorar gibi yanıma yanaştı. Hiç gizleme, onunla konuştuğunu gördüm. Hiç uygun biri değil o. Bunu sen de fark etmiş olmalısın. Hakkında söylenenleri duydun. O kır saçlarından da mı utanmıyor! Sen de kalkıp böyle insanlarla konuşuyorsun ama o kibar Protestanlar'la ahbaplık et, dediğim de buna zaman bulamıyorsun! Ama biz Dostoyevski hakkında konuşuyorduk. Demek, Dostoyevski hakkında konuşuyordunuz. Doğrusu, bu New York'ta çok işine yarar! Dostoyevski'yi tanıyan pek çok zavallının, 'Yardım,' diye dilendiğini yakında görürsün. Şu kibar Protestanlar'la konuşmayı beceremiyorsun da, basit denizcilerle sohbet ediyorsun. Bu kart denizcilerden uzak dur, evlat. Sana yararı olacak insanlara yanaş. Eğer kitap okuyacaksan, azizlerin hayatım oku! Hudson Nehri'nin New Jersey yakasında yüzlerce gemi demirlemişti. Owen, bunların savaş sırasında Avrupa'ya erzak taşıyan gemiler olduğunu söyledi. Böyle çürümeye bırakılmış olmaları çok üzücü, dedi. Ama işte, dünya böyledir. Bir geminin ömrü, bir orospunun zevk çığlığı kadar bile sürmez. Rahip, limanda beni karşılayacak kimsem olup olmadığını sorduğunda, yok, dedim. Bunun üzerine, New York trenine birlikte binmemizi önerdi. Bana göz kulak olacakmış. Doklardan Albany'deki muazzam Union istasyonuna taksiyle geldik ve bir süre treni bekledik. Bu arada, koca koca, kalın porselen fincanlarda kahve içip kalın tabaklarda pastalar yedik. Kremalı limonlu tartı ilk kez yiyordum. Amerika'da hep böyle şeyler yiyorlarsa, karnım tok, sırtım pek bir hayat sürecektim. Limerick'te böyle bir deyim vardır. Eh, yalnızlık da duymayacaktım. Nasılsa, Dostoyevski vardı; bol da pasta vardı.

6 Trenler de Limerick'tekilerden farklıydı. Orada, bir kompartımanı beş kişi paylaşırdık. Burada ise trenlerin uzun vagonları vardı ve düzinelerce insan alıyordu. Kimisi de ayaktaydı. Trene adımımızı attığımız an, rahibe yer vermek için kalkanlar oldu. Rahip teşekkür edip yanındaki yere oturmam için bana işaret etti. Tabii, yerlerini veren adamlar bunu pek hoş karşılamadılar. Benim önemli biri olmadığım her halimden belliydi çünkü. Vagonun öbür ucunda, bağırışıp şarkılar söyleyen bir grup vardı. 'Kilisenin anahtarını çıkarın,' diye birbirlerine bağırıyorlardı. Rahip onların hafta sonu için evlerine dönen yatılı öğrenciler oldüğünü söyledi. Kilise anahtarı dedikleri de, bira açacağıymış. Rahip, hepsi iyi çocuklardır umarım, dedi, ama bu kadar içki içmemeleri gerekiyor. New York'ta benim de onlar gibi bir insan olmamam için duacı olacağını ekledi. Meryem'in korumasına girip ayık ve saf bir insan olarak kalabilmek için, oğlu Đsa ile ilişki kurmama yardımcı olmasını istemeliymişim. Benim için Los An-geles'te dua edeceğini ve özellikle Aralık ayının sekizinde, yani Meryem'in günahsız ve saf olarak doğduğu gün, benim için pazar ayininde özel bir dua okuyacağını söyledi. Neden özellikle o gün benim için özel olarak dua edeceğini sormak istedim, ama sonra bundan vazgeçip susmayı yeğledim. Tekrar, o kibar Protes-tanlar konusunda kafamı şişirmeye başlayacak diye korktum. Rahip bana öğütler vere dursun, ben Amerika'da herhangi bir okulda öğrenci olmanın hayallerini kuruyordum. Filmlerdeki gibi bir üniversite kampusunda, ama Protestan okulu olduğu belli olan bir üniversitede okumalıydım. Genç kızlar ve erkekler koca koca, kalın kalın kitaplar taşıyor, birbirlerine gülümseyerek dolaşıyorlar... Hepsinin dişleri inci gibi. Grand Central istasyonuna vardığımızda, nereye gideceğimi bilmez bir halde kalakaldım. Annem, eski bir aile dostu olan Dan MacAdorey'u arayabileceğimi söylemişti. Rahip bana nasıl telefon edebileceğimi gösterdi, ama Dan'ın telefonu cevap vermedi. Rahip, seni bu koskoca istasyonda böyle tek başına bırakamam, dedi. Bir taksi çevirip, New Yorker Oteli'ne çek, dedi şoföre. Çift kişilik, ama tek yataklı bir otel odasına eşyalarımızı çıkardık. Rahip, aşağıda bir şeyler yiyelim, dedi. Hamburger sever misin? Bilmiyorum. Hayatımda hiç hamburger yemedim ki. Rahip gözlerini devirerek garsonu çağırdı ve kızarmış patatesle iyi pişmiş bir hamburger getirmesini söyledi. Kendisi Đrlandalı'dır. Đrlandalılar her şeyi çok pişmiş yerler! Sonra bana dönüp sebzeleri pişire pişire katlettiğimizi söyledi. Đrlanda'da bir lokantada tabağına gelen sebzenin ne olduğunu bilirsen, ödül kazanırsın. Garson kız da buna güldü ve çok iyi anladığını söyledi. Anne tarafından yarı Đrlandalı'ymış. Annem dünyanın en berbat aşçısı-dır, dedi. Kocası Đtalyan'mış. Harika yemek pişirirdi ama savaşta onu kaybettim. Amerikalılar gibi konuşuyordu. Bu Amerikalılar da neden sözcükleri Tanrı'nm yarattığı gibi söylemezlerdi sanki! Amerika'da kremalı limonlu tart çok güzel de, şu 'r' leri söylemeden konuşmaya çalışmaları canımı sıkıyor. Hamburgerlerimizi yerken, rahip o gece benimle kalacağını söyledi. Sonrasını düşünürüz. Akşam bir rahibin önünde pantolonumu çıkartmak garibime gitti. Acaba diz çöküp dua ediyormuş gibi davranmam gerekir mi, diye düşündüm. Bana duş yapabileceğimi söyledi. Hayatımda ilk kez bol sıcak suyla ve sabunla bir duş yapmış oldum. Kafam için bir şişedeki sıvı sabunu kullandım; vücudumu ise ayrı bir kalıp sabunla yıkadım. Küvetin kenarında katlanmış duran yumuşacık havluya kurulanıp, odaya dönmeden iç çamaşırımı giydim. Rahip şişko göbeğine bir havlu sarmış, yatağın üzerinde telefonla konuşuyor. Konuşması bitince bana döndü. Aman Tanrım! O donu nereden buldun öyle? Limerick'te Roches'ten almıştım.

7 Şu camdan aşağı o donu sarkıtırsan, insanlar etrafımızı kuşatır. Bak, sana bir tavsiye: sakın ha, bir Amerikalı seni bu halde görmesin. Ellis Hapishanesi'nden kaçtığını sanırlar. Kendine kısa donlar almalısın. Slip! Ne olduğunu biliyor musun? Bilmiyorum. Her neyse, kısa don. Senin gibi bir genç kısa don giymeli. Artık ABD'desin. Hadi, şimdi yat bakalım. Bu garibime gitti, çünkü rahip duadan filan hiç söz etmedi. Önce banyoya gitti. Anında kapıdan başını uzatıp, Sen kurulandın mı? diye sordu. Evet. Ama havlun burada asılı duruyor. Ellenmemiş. Neyle kurulandın? Küvetin yanında duran... Ne? O havlu değil ki! Duştan çıkınca basmak için halı! Aynadan kıpkırmızı kesildiğimi gördüm. Rahipten özür dilemem mi gerekiyordu, yoksa susmalı mıydım? Amerika'da ilk gece, insan yaptığı yanlıştan dolayı nasıl davranacağım bilemiyor, tabii. Ama kısa zamanda, doğru dürüst bir Amerikalı gibi ben de her şeyi doğru dürüst yapmayı öğreneceğim. Kendi hamburgeri-mi ısmarlayacağım, patates kızartmasına Fransız patatesi diyeceğim, garson kızlarla şakalaşacağırn ve asla paspasla vücudumu kurulamayacağım. Ve yakında onlar gibi konuşacağım Ama Li-merick'e bir gün geri dönersem bunu asla yapmam. Bana hava attığımı söylerler ve koca kıçlı bir Amerikalı gibi davranıyorsun, derler. Rahip, havlusuna sarınmış bir halde yüzünü ovuşturarak banyodan çıktı. Etrafa nefis bir koku yayılıverdi. Bir tıraş losyonu kadar ferahlatıcı bir şey olamaz, dedi ve bana da istersem sürebileceğimi söyledi. Orada, banyoda, dedi. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyordum. Sağ ol teşekkür ederim mi demem gerekiyordu? Yoksa banyoya gidip tıraş losyonuna bulanmam mı? Limerick'te kimsenin tıraş olduktan sonra yüzüne böyle bir şeyler sürdüğünü görmemiştim, ama Amerika'da adet böyleydi demek. Yola çıkmadan önce, ilk gece bir otelde bir rahiple kaldığımda neler yapmam gerektiğine dair bir kitap okumadığıma çok kızdım. Aptal durumuna düşmüştüm. Eee? Sağ ol, teşekkürler, dedim. Rahip, hadi hadi, diye ısrar etti. Kibar Protestanlar'la konuşmam için ısrar ettiği gibi sabırsızlanıyordu. O anda beni kovsa, sokakta kalacaktım. Elimde kahverengi valizimle, koskoca New York'ta gidecek hiçbir yeri olmayan biri gibi sokakta kalmayı göze alamazdım. Tamam, dedim. Süreyim bari. Sevinerek başını salladı ve hadi, dedi. Yüzüme tıraş losyonu sürerken aynada kendime bakıp, Amerika'da böyle olacaksam hiç buralara gelmeseydim, diye düşünerek pişmanlıkla kafamı sallıyordum. Zaten rahibin kibar Protes-tanlar'la başarısızlığımı, banyo paspasını havlu zannetmemi, uzun don giymemi ve tıraş losyonu konusunda tereddütlerimi eleştirmesi kaldırmakta zorlandığım şeyler olmuştu. Daha başıma neler gelecekti, kim bilir. Odaya döndüğümde, rahip yatmıştı. Hadi bakalım, sen de yat. Yarına çok işimiz var. Yatağın örtüsünü kaldırdığında, onun çırılçıplak yattığını görüp şaşkına döndüm. Rahip sırtını döner dönmez dua filan da okumadan horlamaya başlamıştı. Rahiplerin her gece yatmadan saatlerce dizlerinin üstünde dua ettiğini düşünürdüm. Ama bu adam, ölmekten bile korkmayacak kadar kutsal biri olmalıydı. Acaba bütün rahipler onun gibi çıplak mı yatar, diye de düşünmekten kendimi alamıyorum, insan, yanında horlayan çıplak bir rahiple aynı yatakta uyumakta zorluk çekiyordu doğrusu. Pa-pa'nın da çıplak yatıp yatmadığını düşünüyorum. Ama onun armalı pijamalarını getiren bir rahibe olmalı. Papa cüppesini nasıl çıkarıyor acaba? Başından mı, yoksa ayaklarından mı? Yaşlı bir insan cüppesini başından yukarı doğru asla çıkaramaz. Ancak, etraftaki bir kardinalden yardım isteyebilir. Tabii, o kardinal de yaşlı değilse. Yoksa, o da etraftaki

8 rahibelerden birini yardıma çağırır. Ancak, Papa'nın cüppesinin altında iç çamaşırı olduğundan emin olması gerekir, ki bunu mutlaka biliyordur. Kardinaller de bir gün Papa olmayı bekledikleri için, yeryüzünde Papa'nın ne giyip ne giymediğini bilmeyen kardinal yoktur ve hepsi Papa'nın ölmesi için gözünün içine bakar. Eğer Papa'nın soyunabilmesi için bir rahibe çağırırlarsa, cüppe yıkanmak üzere Vatikan'ın buharlar çıkan çamaşırhanesine götürülür. Diğer rahibeler ve rahibe adayları Papa'nm cüppesini yıkarlar. Papa iç çamaşırı dışındaki kutsal giysilerini yıkama görevini onlara lütfettiği için, rahibeler Tanrı'ya ilahiler okurlar. Çünkü Papa'nm iç çamaşırı, başka bir bölümde kör rahibeler tarafından yıkanır. Onlar ellerindekini görmeden yıkar ve günahkâr düşüncelere kapılmazlar... Ben de o arada, bir rahibin yanında elimdeki şeyi tutmamam gerektiğini fark edip, ilk kez bu günaha karşı koyabildiğimi görüyorum ve arkamı dönüp uyuyorum. Ertesi gün, rahip gazeteden kiralık bir oda buldu ve haftada altı dolar ödeyip ödeyemeyeceğimi sordu. Bir iş bulana kadar, tabii. Birlikte Doğu Altmış Sekizinci Sokağa gidiyoruz. Pansiyon sahibi Mrs. Austin odayı göstermek üzere beni üst kata çıkarıyor. Oda bir koridorun sonunda bir bölmeyle ayrılmış, sokağa bakan tek penceresi olan, küçücük bir yer. Karyola için bile yer yok ama aynalı ve çekmeceli bir komodinle bir masa bile sıkıştırmışlar. Kollarımı iki yana açtığımda duvara değecek. Mrs. Austin, çok şirin bir oda olduğunu ve tutulmamış olduğu için kendimi şanslı addetmem gerektiğini söylüyor. Đsveçli bir kadın. Benim Đrlandalı olduğumu hemen anlıyor. Đçki içmiyorsun umarım, diyor. Ayrıca, içkili ya da içkisiz kesinlikle eve kız getirmemem gerektiği konusunda beni uyarıyor. Kız getirmek yok, yiyecek getirmek yok ve içki yok. Mrs. Austin tekrarlayıp duruyor. Karafatmalar yiyeceğin kokusunu hemen alıyor ve bir kez bir yere girdiler mi çıkmak bilmiyorlar... Tabii, Đrlanda'da hiç karafatma görmemişsindir. Orada yiyecek bile yok. Siz sadece içki içersiniz. Bu durumda, karafatmalar ya sarhoş olacak ya da açlıktan ölmeyi tercih edecek. Ne yapsınlar? Kız kardeşim bir Đrlandalı'yla evlendi ve hayatının en büyük hatasını yaptı. Đrlandalı erkekler gezmek eğlenmek için çok iyidir ama evlilik için hayır! Benden altı dolar aldıktan sonra, depozit gibi bir şey için bir altı dolar daha istedi ve elime bir makbuz verdi. Gün içinde istediğim zaman odama taşınabileceğimi ve bana güvendiğini söyledi. Çünkü çok tatlı bir rahiple birlikte gelmiştim. Kendisi her ne kadar Katolik değilse de, kardeşi bir Katolik'le evlenmişti ve cezasını çekiyordu. Oradan çıktıktan sonra rahip yine bir taksi çevirdi ve Biltmore Oteli'ne gittik. Grand Central istasyonunun karşısında bir otel burası. Rahip yolda giderken bunun çok ünlü bir otel olduğunu ve Demokrat Parti'nin merkezine gittiğimizi anlatıyor. Onlar da bir Đrlandalı'ya iş bulamazlarsa, kimse bulamaz zaten. Binanın içinde koridorda yürürken yanımızdan bir adam geçiyor ve rahip kulağıma eğilip, kim olduğunu biliyor musun, diye soruyor. Bilmiyorum. Tabii, bilemezsin. Havluyla paspas arasındaki farkı bilmeyen adam, bu adamın Bronx'lu Boss Flynn olduğunu nereden bilecek! Amerika'da Başkan Truman'dan sonra en güçlü adam. Büyük adam Boss, asansörün düğmesine basıyor; asansörü beklerken parmağıyla burnunu karıştırıp geri çekiyor, parmağının ucundaki şeye bakıyor ve bir fiskede yere atıyor. Demek, Amerika'da böyle yapıyorlar. Rahibe DeValera'nın burnunu asla böyle karıştırmayacağını ve Limerickli bir rahibin asla çırılçıplak yatmayacağını söylemek istiyorum. Ona, Tanrı'nm çipil gözler ve çürük dişlerle cezalandırdığı bir insan olarak, dünya hakkındaki düşüncelerimi de anlatmak istiyorum. Ama kibar Protestanlar'la ahbaplık kuramadığım için hayatımın şansını kaçırdığımı söyleyerek yine kafamı ütüleyecek diye susuyorum. Rahip, Demokrat Parti merkezinde bir masada oturan kadına bir şeyler söylüyor ve kadın telefona uzanıyor. Burada bir çocuk var... Gemiyle gelmiş... Yeni gelmiş... Hey, lise

9 diploman var mı? Yok mu? Yok... diploması filan yok. Ne bekliyordun? Fakir ülke... Tamam, onu yukarı gönderiyorum. Pazartesi sabahı yirmi ikinci katta Mr. Carey diye birine gideceğim ve beni hemen burada, Biltmore Oteli'nde işe sokacak. Gemiden iner inmez iş bulmak ne şans! Kadın bunları söyledikten sonra rahip, bu olağanüstü bir ülke ve Đrlandalılar her şeylerini Demokrat Parti'ye borçlu, Maureen, diyor. Eğer bu oğlan da burada oy kullanacak olursa, partiye bir oy daha kazandırmış durumdasın, Ha, ha, ha! Sokaklar doğu batı yönünde, caddeler kuzey güney yönünde düzenli bir plan içindeydi. Çok kolay, dedi. Kırk Đkinci Cadde'den Sekizinci Cadde'ye geç ve güneye doğru yürü. Gazete ya da kitap oku. Đstersen duş al ama paspasla havluyu karıştırma. Ha, ha! Eğer şansın varsa, Jack Dempsey'le karşılaşırız. 22 Bense, Joe Louis ile karşılaşmayı tercih edeceğimi söyledim. Hemen lafı ağzıma tıkarak, Sen kendi düzeyinde insanlara takıl, evlat. Akşam yemeğinde garson rahibi gülümseyerek karşıladı. Jack burada değil, Pedeğ. Orta sıklet birini kontrole gitti. Daha Amerika'daki ilk günümde insanlar filmlerdeki gibi konuşmaya başlamışlardı bile. Rahip, Bu genç dostum Đrlanda'dan geldi. Zaten Joe Louis'le tanışmayı tercih ediyormuş. Ha, ha! Garson da ona katılıp güldü. Dur bakalım, hele bir altı ay geçsin. Zenci görür görmez kaçacak delik arar. Evet, Pedeğ, ne yiyeceksiniz? Siparişleriniz hazırlanana kadar birer içki alır mısınız? Ben duble martini içerim, ama sert olsun. Bizim toy delikanlı ne içer acaba? O şey içer... ne içersin? Bira, lütfen. On sekiz yaşını doldurdun mu? On dokuz yaşındayım. Hiç göstermiyorsun ama rahiple birlikte olduğun için fark etmez zaten. Öyle değil mi, Pedeğ? Elbette. Gözüm üstünde. New York'ta hiç tanıdığı yok. Onu yerleştirip öyle gideceğim. Rahip duble martinisini bitirdikten sonra bir tane daha ısmarladı. Bana rahip olmam konusunda öğütlere başladı. Bunu iyi düşün. Sana Los Angeles'ta iş bulurum. Bütün şen dulların mirasına konarak krallar gibi yaşayabileceğimi söyledi. Mirasa kızları da dahil olmak üzere! Ha, ha! Kusura bakma, martini beni böyle konuşturuyor. Bifteğinin bir kısmını yedikten sonra iki elmalı tart istedi ve üstüne bir Hennessy içerek cila yapacağını söyledi. Az sonra da, kafası düştü ve oturduğu yerde uyuklamaya başladı. Garsonun keyfi kaçmıştı. Hesabı nasıl ödeyecek şimdi? Nerede bunun cüzdanı? Arka cebindedir herhalde. Ver bakayım, şu cüzdanı bana. 22. Bir rahibi nasıl soyabilirim? Bu soymak değil. Hesabını ödeyecek. Ayrıca, onu eve götürmek için taksi tutmak zorundasın. Đki garson rahibi taksiye taşıdı ve New Yorker otelinin kapısından iki garson da onu lobiden sürükleye sürükleye asansöre ve oradan yatağına attı. Adam başı birer teklik fena olmaz, diye benden de bahşiş istediler. Odada yalnız kaldığımızda sarhoş bir rahiple nasıl baş edeceğimi düşünmeye koyuldum. Filmlerde gördüğüm gibi, önce ayakkabılarını çıkartayım, dedim. Ama rahip birden yerinden fırlayıp banyoya kendini zor attı. Midesi berbat olmuştu. Bir süre kustu ve odaya döndüğünde üstündekileri çıkarıp sağa sola fırlatmaya başladı. Gömleği, pantolonu, iç çamaşırı... Sonra sırtüstü yatağa yattı. Heyecan halinde olduğunu görebiliyordum. Eliyle şeyini tutarak beni yanına çağırdı. Gerileyerek, Hayır, hayır, Peder, diye kaçtım. Yerinden fırladığı gibi içkili haliyle sendeleyerek elimi tutup kendine doğru çekmeye çalıştı. Bir anda kapıdan

10 fırladım. Ben koridorda, şişko rahip kapıda duruyorduk. Gel, evladım, gel, diye yalvarmaya başladı. Hep bu içki yüzünden. Sen benim kusuruma bakma. Tanrım, affet! Asansörün açık duran kapısından saygıdeğer otel müşterileri bize bakıyorlardı. Daha önce benden kibar Protestanlar'la iyi geçinip onların ahırlarında at bakıcısı olarak bir iş bulmamı isterken, o anda şeyini bana doğru sallayarak ciddi bir ölümcül günah işleyen bu rahibin yanma dönemezdim. Ben de günahsız olduğumu söyleyemezdim, ama bir rahip en azından örnek olması gereken bir kişiydi ve Amerika'daki ikinci gecemde böyle rezil bir olaya sebep olmamalıydı. Onun çıplak bir halde otel odasının kapısından bana yalvarmasına aldırmadan asansöre bindim. Otelin kapsında deniz amirali gibi üniformalı bir adam duruyordu. Taksi, Bayım? Hayır, teşekkür ederim. Nerelisiniz acaba? Ah, Limerickli mi? Ben de Roscom-monluyum. Buraya geleli dört yıl oluyor. Adama Doğu Altmış Sekizinci Sokağa nasıl gidebileceğimi soruyorum, bana Otuz Dördüncü sokaktan doğuya doğru yürümemi söylüyor. Yollar ışıl ısıldır. Üçüncü Cadde'ye vardığında bir şeye binebilirsin, ama istersen dümdüz devam edip Doğu Altmış Sekizinci Sokağa varırsın. Đyi şanslar. Yabancılara takılma ve Porto Ricolu'lara dikkat et. Hepsi bıçak taşır. Malûm, ateşli insanlar. Kaldırımın dış kenarından ışıkların altından yürü. Yoksa, karanlık kapı ağızlarından üstüne saldmverirler. Ertesi sabah rahip, Mrs. Austin'i arayıp otelden valizimi almamı söylemiş. Odanın kapısını vurup bekliyorum. Đçeri gel, diyor. Kapı açık. Siyahlar giyinmiş, karyolanın bir ucunda oturuyor ama arkası dönük. Valizim hemen kapının yanında. Al valizini. Ben bir süre için Virginia'ya Manastır'a dönüyorum. Senin yüzünü bile görmek istemiyorum. Bir daha karşıma çıkma. Olanlar bir rezaletti. O Kentucky'den gelen kibar Protestanlar'la gitseydin bunların hiçbiri olmayacaktı. Hadi, güle güle. Rahibin böyle insanı suçlar gibi konuşması karşısında ne yapacağımı bilemiyorum. Elimde valizim asansöre yürürken, insanların günahlarını affetmekle görevliyken, kendisi baş günahkâr olan bir adamın yaptıklarından dolayı beni suçlamasına hâlâ bir anlam veremiyorum. Anlaşılır gibi değil. Ben onun gibi sarhoş olup adamın birinin elini kendi vücuduma çekerek zorla şeyimi tutturmaya kalkışsaydım, bunu inkâr etmezdim. Ne yapalım, oldu, derdim. Ama o beni Protestanlar'la gitmedim diye nasıl suçlar? Belki de, rahipler böyle eğitiliyor. Bir iki günah da kendi işlemek arzusunu duyarken, sabah akşam günah işleyen insanları dinlemek kolay olmasa gerek. Sonra bir gün sarhoş olunca, dinlediği bütün bu günahlar içinde patlıyor ve onlar da herkes gibi bir insan olup çıkıyor. Rahip olup bütün bu günahları dinlemek istemezdim doğrusu. Çünkü duyduklarımdan sürekli tahrik olurdum. Piskopos da beni Virginia'daki manastıra postalamaktan bıkıp usanırdı. New York'ta önemsiz bir Đrlandalı olarak insanın tanıdığı tek bir kişi yoksa ve Üçüncü caddede adım başı bir Đrlanda barı göre-biliyorsa, çok mutlu oluyor doğrusu. Costello'nun Yeri, Blarney Stone, Blarney Rose, P.J. Clark'ın Yeri, Breffni, Leitrim House, Sligo House, Shannon, Đrlanda 32 ve diğerleri. Đlk biramı on altıncı doğum günümden bir gün önce içmiştim ve içim dışıma çıkmıştı. Babamın içki yüzünden ailemizi sefil ettiğini ve kendine yazık ettiğini biliyorum, ama New York'ta yapayalnızım ve Bing Crosby'nin müzik kutularında Galway Bay şarkısını duydukça içimi bir özlem kaplıyor. Hele, Đrlanda'da hiçbir şekilde göremeyeceğiniz o yanıp sönen yeşil yoncalar bana çok çekici geliyordu. Costello'nun Yeri'nde, barın öbür ucunda tezgâhın arkasında, suratsız bir adam müşterilerden biriyle tartışıyor.

11 Senin on tane diploman olsa ne yazar! Samuel Johnson hakkında senin avucumın içini bildiğinden daha çoğunu biliyorum ben, anladın mı? Şimdi buradan efendi gibi çıkmazsan, kendini sokağın ortasında bulursun. Ama... Dışarı dedim! Burada sana içki yok! Adamcağız şapkasını başına geçirip tırıs tırıs bardan çıktı ve kızgın barmen bana döndü. '; On sekiz var mısın? ' Evet, efendim. On dokuz yaşıma girdim. >' Nereden belli? Pasaportum var. Bir Đrlandalı'mn Amerikan pasaportuyla ne işi olur ki? Ben Amerika'da doğdum, efendim. Đki on beş sentlik bira içmeme izin verip, bütün bu zavallı Đrlandalılar gibi barlarda vakit öldüreceğine, kütüphanelere git de bir şeyler öğren, diyor. Bizim Dr. Johnson günde kırk bardak çay içerdi. Adamın beyni ölene kadar pırıl pırıl kaldı. Dr. Johnson'un kim olduğunu sorduğumda barmenin bakışları değişti ve önümden bardağımı aldığı gibi, başladı bağırmaya: Şimdi buradan çık ve Kırk Đkinci Caddeden dosdoğru yürü. Beşinci Caddeye gelince iki aslan heykeli göreceksin. O iki aslanın arasından merdivenleri çık ve kendine bir kütüphane kartı edin. Gemilerle buralara gelip barlarda kafa çeken Đrlandalılar gibi olma. Johnson'u oku. Hiçbir şey okumazsan, Papa'yı oku! Ona Dostoyevski'den bahsetmeye çalıştım ama bana kapıyı göstererek, Hadi, bakayım, Đngiliz Şairlerinin Hayatı adlı kitabı okumadan buraya geri gelme. Hadi, hadi git. Ilık bir Ekim günü. Hiçbir işim gücüm yok... söyleneni yapmaktan başka. Aslan heykellerinin bulunduğu Beşinci Cadde'ye doğru yürümekle ne kaybederim ki? Kütüphaneciler iyidir. Bana bir kütüphane kartı verirler, elbette. Böyle, göçmen çocukların kütüphaneye gelmesinden çok memnun olurlar. Gününde geri getirmek kaydıyla, dört kitap bile alabilirim. Samuel Johnson'un 'Đngiliz Şairlerinin Hayatı' adlı bir kitap olup olmadığını soruyorum. Oo, Johnson okuyorsun, öyle mi? Aslında, daha önce hiç Johnson okumadığımı söylemek istiyorum ama bana hayranlık duymaları da hoşuma gidiyor. Đstediğin gibi etrafa göz at. Üçüncü kattaki Okuma Salonu'na bak. Amerika'daki kütüphaneciler Đrlanda'dakilere hiç benzemiyor. Onlar gardiyan gibiydi; kitapları benim gibi okumaya meraklı gençlerden korumaya çalışırdı, adeta. Okuma Salonu'na girdiğimde dizlerim titremeye başladı. Đçtiğim iki bira mı, yoksa Amerika'daki ikinci günümde böyle bir yere girebilmiş olmak mı beni bu hale getirdi bilmiyorum, ama kilometrelerce kuzeye ve güneye doğru uzanan raflardaki kitap- lan görür görmez gözlerim doldu. Yüzyılın sonuna kadar yaşasam, bu kadar kitabı okuyamazdım. Dönümlerce arazi içinde, pırıl pırıl cilalı masalar ve masalarda insanlar. Günlerce haftalarca orada oturup kitap okusan, kimse sesini çıkartmayacak gibiydi. Tabii, uyuyup horlamaya başlamazsan. Đngiliz, Đrlanda ve Amerikan edebiyatı ve tarihiyle ilgili bölümler var. Dilediğim an buraya gelip dilediğim kitabı okuyabileceğimi bilmek beni heyecanlandırıyor. Đçim titriyor. Başım düşüp de horlamaya başlamadığım sürece, burada kalabilirim. Kolumun altında dört tane kitapla Costello'nun Yeri'ne dönüyorum. Suratsız barmene Đngiliz Şairlerinin Hayatı adlı kitabı göstereceğim, ama adam yerinde yok. Bardaki yeni adama soruyorum. Johnson'dan bahsettiğine göre, Tim Costello olmalı, diyor. Tam o sırada bizimki mutfaktan çıkıyor. Ne o? Geri mi geldin? Đngiliz Şairlerinin Hayatı adlı kitabı aldım, Mr. Costello. Kitap koltuğunun altında olabilir, delikanlı ama burada değil, diyerek kafasını gösteriyor. Evine git de, o kitabı oku.

12 Günlerden perşembe... pazartesi işe başlayana kadar boşum. Mobilyalı odamda sandalye olmadığı için karyolada kazık gibi oturup saat on birde Mrs. Austin kapımı çalana kadar okuyorum. Beni milyoner mi sandın sen? Burada saat on bir dedi mi, ışıklar söner! Işığı söndürüp New York sokaklarında insanların konuşup gülüşmelerine kulak veriyorum ve bir gün onlardan biri olabilecek miyim, diyorum kendi kendime. Az sonra kapı tekrar vuruluyor ve Đrlanda aksanıyla konuşan, kızıl saçlı genç bir adam beni bira içmeye çağırıyor. Tom Clifford, akşamlan şehrin doğu yakasında çalışıyormuş. Bir saat kadar vaktim var, diyor. Đrlanda barlarından birine gitmek istemiyor. Onlarla işim yok, diyor. Seksen Altıncı Cadde'deki Rhinelander'a doğru yürüyoruz. Yolda bana Amerika'da doğduğunu fakat Cork'a geri dönmek zorunda kaldığını ve bir an önce Đrlanda'dan kaçmak için orduya katılacağını anlatıyor. Almanya'da üç yıl boyunca bir karton sigara ya da bir kilo kahve için anası ağlamış. Rhinelander'da bir dans pisti ve bir orkestra var. Tom hemen bir kızı dansa kaldırıyor, bana da kızın arkadaşını kaldırmamı söylüyor. Ben dans etmeyi bilmiyorum. Bir kızı nasıl dansa kaldıracağımı da bilmiyorum. Kızlar hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Lime-rick'te büyümüş bir çocuk olarak bu konuda ne öğrenebilirdim ki? Tom benim yerime o kızı dansa kaldırıyor ve kız beni piste sürüklüyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Tom pistte eğilip bükülüyor ve ben kollarımda bu kızla ne tarafa adım atacağımı düşünüyorum. Kız ayağına bastığımı söyleyince, özür dileyerek dans etmesini bilmediğimi itiraf ediyorum. Kız da, önemi yok, diyor zaten canı dans etmek istemiyormuş. Masaya doğru yürüyor, ben de kıpkırmızı bir suratla arkasından gidiyorum, ama artık o masada oturmam uygun olmaz diye düşünüyorum. Bara geri mi dönsem, diye kararsızım. Kız tam o sırada, biran barda kaldı, diyor. Bu bahane işime geliyor ve bara dönüyorum. Masada otursam kızla ne konuşacağımı bilemeyecektim zaten. Ona Johnson'un Đngiliz şairlerinin hayatını anlatan kitabını okuduğumu söylesem, ya da Kırk Đkinci Sokaktaki kütüphaneden içeri girdiğim an ne kadar heyecan duyduğumu anlatsam, pek ilgilenmezdi. Belki de kütüphaneden, Kızlarla Nasıl Konuşulur? diye bir kitap alsam iyi olur. Ya da Tom'a sorayım. Bakıyorum da, pistte gayet rahat dans ediyor, eğlenip gülüyor. Kızla konuşmak konusunda bir derdi yok. Az sonra bara gelerek, işe telefon edip hasta olduğumu söyleyeceğim, diyor. Bu da, işe gitmeyecek demek oluyor. Kız ondan hoşlanmış, anlaşılan. Beni eve bırakabilirsin, demiş. Tom kulağıma eğilip, orada takılırım bakarsın, diyor. Yani, onunla yatacak. Ama sorun öbür kız. Seninki, diyor. Hadi, onu eve bırakmak istediğini söyle. Gel, masalarında otu-ralım. O arada sen de onu eve götürmeyi teklif edersin. Bu arada, bira etkisini göstermeye başlıyor ve bana bir cesaret geliyor. Kızların masasında oturmaktan korkmuyorum. Üstelik, Costello'dan ve Samuel Johnson'un kitabından bahsediyorum. Tom beni dürtükleyip, kes şu Samuel Johnson'u, diyor. Kızı evine bırakmayı teklif et, hadi. Kıza baktığımda onu çift görüyorum ve hangisine bu teklifi yapacağımı bilemiyorum Ama ikisinin tam ortasına gözlerimi dikince, bakışlarım bir tanesinde odaklanıyor ve ona soruyorum. Eve bırakmak mı? Dalga mı geçiyorsun? Ben sekreterim, hem de özel bir sekreter. Seninse, bir lise diploman bile yok. Ayrıca, hiç son zamanlarda aynaya baktın mı? Bir kahkaha atıyor. Yine kıpkırmızı kesiliyorum. Tom birasını dikiyor. Durum umutsuz görünüyor. Kalkıp Üçüncü Cadde'den eve doğru yürüyorum. Vitrinlerde yansıyan görüntüme bakıp iyice umutsuzluğa düşüyorum. Pazartesi sabahı, patronum Mr. Carey otelde çok önemli bir göreve başlayacağımı söylüyor. Lobide toz alıp, ortalığı silip süpüreceğim, kül tablalarını temizleyeceğim.

13 Bu çok önemli bir görevdir, diyor. Çünkü bir otelin kalitesi lobisinden anlaşılır. Bu ülkede en mükemmel lobi bizim otelin lobi-sidir. Palm Court, dünyanın en tanınmış yeridir. Ünlü kişiler Palm Court ve Baltimore Saat Kulesi'ni bilir. Scott Fitzgerald gibi adamlar filan. Bütün kitaplarda önemli insanlar, Baltimore Saat Kulesi'-nin altında buluşalım, derler. Otele gelecek olurlarsa ve her tarafı toz içinde görürlerse ne olur! Bu benim işim: Baltimore'un ününü korumak ve burayı temiz tutmak. Müşterilerle konuşamam Hatta, onlara bakamam bile. Onlar bana bir şey söyleyecek olursa, Evet, efendim, dışında bir tek kelime edemem ve işime devam ederim. Görünmez adam olmak zorundasın, diyerek kendi esprisine gülüyor. Düşünsene, görünmeyen bir adam ortalığı temizliyor. Bu önemli bir iştir... California'lı rahibin referansıyla Demokrat Parti'den gel-meseydin, böyle bir işe asla alınmazdın. Burada son çalışan çocuk, saatin altında kızlara asıldığı için işten kovuldu. Đtalyandı, işte. Bir Đtalyan'dan ne beklenir? Đşini iyi yap, her sabah duşunu al, yabancılara takılma, içkiyi az iç. Bakarsın, bir yıl içinde oda hizmetlerine yükselip bahşiş toplamaya başlarsın. Sonra garsonluğa yükseldin mi, hiçbir derdin tasan kalmaz. Burası Amerika! Her şey olabilir! Baksana bana! Lobideki şef garsona maitre d 'hotel diyorlar. Bana, sadece yere düşen çöpleri toplamamı, masalarda hiçbir şeye el sürmememi tembih ediyor. Yerde para, mücevher gibi değerli bir şey bulursam ona teslim edeceğim, o ne gerekiyorsa yapacak. Kül tablalarını ancak garson söylediği zaman boşaltacağım. Bazen kül tablalarında değerli eşyalar olabilir, diyor. Bir hanımefendi, kulağım acıttığı için küpesini çıkarıp tablanın içinde unutabilir. Küpe dediğin binlerce dolar edebilir. Sen daha yenisin, bu işleri bilmezsin. Bu küpeleri, kulakları acıyan o zengin hanımefendilere geri vermek bir maitre d'hotevın işidir. Lobide iki garson daha çalışıyor. Bütün gün oradan oraya koşuşturup birbirlerine Yunanca bir şeyler söylüyorlar. Bana da, hey sen, diye bağırıp çağırıyorlar. Đrlandalı, gel şurayı temizle! Tablaları dök! Şu çöpü de al! Hadi, hadi, çabuk ol! Sarhoş musun, nesin? Perşembe ve cuma günleri otelde buluşan üniversiteli gençlerin önünde bana büsbütün bağırıyorlar. Aslında, bu Yunanlılar'm bana bağırıp çağırmasına aldırdığım yok, ama kızların önünde bunu yapmalarına bozuluyorum. Kızlar bir içim su. Saçlarım savurup gülümsediklerinde Amerikalılara özgü o bembeyaz dişleri görünüyor. Hepsinin sinema artisti gibi uzun, biçimli, bronz rengi bacakları var. Saçlarını kısa kestirmiş erkeklerde de dişler aynı şekilde. Omuzlar futbolcu gibi. Kızlarla hiç sıkılmadan konuşuyorlar. Karşılıklı gülüşüyorlar. Kızlar güneş gözlüklerini indirip pırıl pırıl gözleriyle erkeklere bakıyorlar... Aşağı yukarı benim yaşımdalar ve ben sırtımda üniformam, elimde süpürge küreğimle aralarında dolaşmaktan utanıyorum. Keşke görünmez olabilsem, diyorum, ama o iki Yunanlı bana Yunanca ya da Đngilizce bağırıp çağırırken bu imkânsız. Ya da bir başka görevli, kül tablalarına dokunduğum anda beni azarlarken. Bir an geliyor, ne yapacağımı ya da ne diyeceğimi şaşırıyorum. Üniversiteli oğlanlardan biri, şu anda temizlik işini yapma-san olmaz mı, diyor. Baksana, genç bayanla konuşuyoruz. Kız da o sırada dönüp bana bakarsa, kızarıp bozarıyorum. Bazen de kızlardan biri bana, selam, diyor. Yine ne yapacağımı şaşırıyorum. Otel müdürleri müşterilerle konuşmamam gerektiğini söylüyor, ama ben zaten 'selam,' demeyi bilmiyorum. Limerick'te hiç böyle demezdik. Hem diyecek olsam, işten kovulup sokaklarda kalırım. Beni tekrar işe sokacak bir rahip de bulamam. Yine de selam, diyerek bir an için olsun o dünyanın bir parçası olabilmek istiyorum. Ama o kısa saçlı oğlanlardan biri, kızına asılıyorum zannedip beni maitre d 'hotel 'e şikâyet filan eder diye korkuyorum. Akşam eve gittiğimde yatağıma oturup, gülümseyerek 'selam' demek için prova yapabilirim. Ama bunu gülümsemeden yapmam gerekiyor, yoksa o güzelim kızların nasıl korkacağını tahmin edebiliyorum. Kızları ceketlerini ya da paltolarını çıkarıp, süveterleri ve bluz-lanyla otururken gördüğümde kendimi tuvalete kapatıp heyecanımı zor bastırıyorum. Bir yandan da, Yunanlı garsonlar ya

14 da Porto Rikolu bulaşıkçılara yakalanacağım diye ödüm kopuyor. Hiç ses çıkarmamaya, çalışıyorum. Hemen koşup maitre d 'hotel 'e ne yaptığımı anlatırlar. Altmış Sekizinci Cadde'deki sinemaya 'Hamlet' afişim asmışlar. Laurence Olivier. Haftaya. Kendime, bir meyve suyu ve hayatımda tattığım en güzel şey olan limonlu tartla bir ziyafet planlıyorum. Hamlet etrafındaki herkese ve kendine eziyet ederken, kendimi ağzımda meyve suyuyla limonlu krema tadı, onu izlerken hayal ediyorum. Ama o eski dilde ne dediklerini iyice anlayabilmek için Ham-let'i bir kere daha okumam gerek. Đrlanda'dan getirdiğim tek kitap, Shakespeare 'in Bütün Eserleri adlı kitap. Postanede telgraf dağıttığım günlerde, O'Mahoney kitapçısından, on üç şilin altı pense almıştım. Maaşımın yarısı. Hamlet en sevdiğim oyun çünkü onun annesi de benim annemin kendi kuzeniyle yaptığı gibi, iş karıştırıyor. Hamlet'in öfkesini anlayabiliyorum. Ben de, ilk biramı içtiğim gün eve sarhoş dönüp annemin suratına bir tokat atmıştım. Aslında ölünceye kadar bunun vicdan azabım duyacağım, ama bir gün Limerick'e dönüp Laman Griffin denen herifi bir barda bulup, 'Kapının önüne çık bakalım,' demek için sabırsızlanıyorum. Fakat bu boş bir hayal. Ben Limerick'e dönene kadar, Laman içkiden ve büyük olasılıkla veremden ölüp gitmiş ve cehennemi boylamış olur herhalde. Onun, ardından bir dua okumaya ya da bir mum yakmaya fırsat kalmadan cehenneme gideceği kesin. Ama Tanrı ne diyor? Düşmanlarınızı bağışlayın. Öbür yanağınızı uzatın. Hayır! Tanrı yeryüzüne inip Laman'ı affetmemi emretse bile, hayatta en korktuğum şey boynuma bir taş bağlayıp beni denize atmaları olmasına rağmen, kusura bakma Tanrım, derim. Bu adamın anneme ve ailemize yaptıklarından sonra onu affetmem imkânsız. Hamlet bile uydurma bir hikâyede Elsinore'da dolaşıp onu bunu affetmiyor da, gerçek hayatta ben mi bunu yapacağım? Altmış Sekizinci Cadde'deki sinemaya en son gittiğimde, yer gösteren adam elimdeki Hershey's çikolatasıyla içeri girmeme izin vermemişti. Salona yiyecek içecek sokmak yasak, dedi. Lütfen, dışarıda tüketin. Tüketin! Sanki basit bir şekilde, 'Dışarıda yiyin,' diyemezdi! Böyle üniformalı tiplerin büyük laflar etmeleri sinirime gidiyor. Bu sinema Limerick'teki Lyric sinemasına hiç benzemiyor. Oraya balık ve patatesimizle, hatta şöyle iyi gıda alabileceğimiz domuz bacağıyla bile girerdik. Çikolatamla içeri giremediğim akşam, kapının önünde aceleyle hepsini ağzıma tıkarken, yer gösteren adam, Marx Kardeşlerim en komik sahnelerini kaçırmama aldırmadan gözlerini üstüme dikmişti. Bu sefer, Đrlanda'dan getirdiğim yağmurluğumu kolumun altına sıkıştırdım. Yer gösteren adam cebimdeki meyve suyuyla limonlu tartı göremez. Film başlar başlamaz tatlımı yemeye başlıyorum, ama paket hışır hışır ses yapıyor ve herkes bana dönüp şşt, diyerek söyleniyor: Film seyrediyoruz! Gangster filmlerine ya da müzikallere giden sıradan insanlar değil. Üniversiteyi bitirmiş, Park Avenue gibi semtlerde oturan ve Hamlet 'in her satırını ezbere bilen insanlar. Onlar sinemaya, gitmiş olmak için gitmiyorlar, film seyretmeye geliyorlar. Tatlımı asla yiyemeyeceğim, diye düşünüyorum, ağzım sulanıyor. Yanımdaki adam, merhaba, diyerek pardö-süsünü benimkinin üstüne doğru uzatıp, elini altına sokana kadar paketi nasıl sessizce açabileceğimin derdindeydim. Adam, sizi rahatsız etmiyorum ya, deyince içimden bir ses pilimi pırtımı alıp oradan gitmem gerektiğini söyledi. Özür dilerim diyerek sıradan çıktım. Tuvalette paketi rahatça açıp, Park Avenue'da yaşayan kibar insanların ukalalıklarından uzak, tatlımı yiyorum. Hamlet 'in bir bölümünü kaçırdığım için üzülüyorum, ama henüz hayalet sahnesinde saçmalıyor. Tuvalet boş olmasına rağmen, kimse görmesin diye kabine girip klozetin üstüne oturarak aceleyle tıkmıyorum. Bir an önce Ham-let'i seyretmek için geri dönmek istiyorum, ama o

15 pardösüsünü bacaklarımın üstüne atıp elini altına sokan adamın yanına oturmayacağım, tabii. Tatlıyı yerken ağzım kuruyor ve meyve suyumu içeyim, diyorum fakat şişeyi açmak için açacak gerektiğini o anda düşünebiliyorum. Yer göstericiden açacak isteyecek halim yok. O zaten Park Avenue'da oturan kibar insanları bile, dışarıdan yiyecek içecek getirmek yasak, diye azarlıyor. Kabinden çıkıyorum, tatlı paketini yere koyup şişeyi lavabonun kenarına dayayarak bir vuruşta kapağını açmaya çalışıyorum. Şişenin ağzının kırılmasıyla meyve suları yerlere dökülüyor ve kesilen elimden kanlar akıyor. Tatlı yerde, meyve suyu ve kan içinde! Başıma gelenlere mi üzüleyim, Hamlet'i kaçırdığıma mı? O sırada, kır saçlı bir adam koşarak tuvalete kendini dar atıyor ve önümden geçerken ezdiği tatlı paketi ayağına yapışıyor. Adam çişini ederken bir yandan da bana söyleniyor. Allah kahretsin! Ne bu rezalet! Ayağını kaldırıp silkeleyince, tatlı paketi bu kez duvara yapışıyor. Adam, neler oluyor burada böyle, diyerek bağırmaya devam ediyor ama ona ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Bir haftadır, Hamlet'i seyretmeye geleceğim diye, yaptığım planlan baştan alıp anlatmak çok uzun sürecek. Bütün gün nasıl aç durup, Shakespeare'in o muazzam sözlerini dinlerken, keyifle meyve suyumu içip tatlımı yiyeceğimi hayal ettiğimi filan dinleyecek halde değil, zaten. Ayakkabısını temizleyebilmek için bir o ayağının, bir öteki ayağının üstünde zıplayıp duruyor ve burası restoran mı, diye bağırıp çağırıyor. Ona, meyve suyu şişesini açarken başıma gelen kazayı anlatmaya çalışıyorum. Açacak diye bir şey var, duymadın mı hiç, diyor. Gemiyle gelen göçmenlerden misin sen? Adam çekip gidiyor, ben de tuvalet kağıdıyla elimdeki kesiği sarmaya çalışıyorum. Tam o sırada, yer gösterici bir müşteri şikâyeti olduğunu söyleyerek içeri dalıyor. O da kır saçlı adam gibi, bir açıklama yapmama fırsat vermiyor. Beni kovuyor. Hamlet için para verip bilet aldığımı ve sırf Park Avenue'da oturan kibar in-sanları rahatsız etmemek için tuvalete geldiğimi söylüyorum. Adamın anladığı yok. Müdürü ya da polisi çağırmadan, çek git. Şu yağmurluğunu da al oradan. Bu numaraları çok iyi biliyoruz. Havada tek bir bulut bile yokken, ne diye yağmurluk taşıyorsun, utanmaz herif! Derhal buradan çık! Seni sapık! Kırık şişemi alıp Altmış Sekizinci Cadde'den aşağı doğru yürüyorum ve kaldığım evin kapısındaki merdivenlere oturuyorum. Aşağı kattan Mrs. Austin, içeri yiyecek içecek sokmak yasak, diye bağırıyor. Karafatmalar etrafı sararsa, bizi o pis Porto Rikolular'-dan sanacaklar. Pansiyon sahiplerinden de insana rahat yok. Doğu Nehri'nin kıyısındaki parka gidip kafa dinleyeyim, diyorum. Ama Ameri-ka'daki hayatı anlamak çok zor. Hamlet seyrederken, meyve suyumu içip tatlımı yiyemiyorum bile. Sabah işe gitmenin en zor tarafı, uyandığımda yapışan gözka-paklarımı açmak. Đşaret parmağım ve baş parmağımla gözlerimi alttan ve üstten çekiştirerek zorla açıyorum ve kabuk tutmuş çapakları koparıp çıkarmak istiyorum, ama kirpiklerim dökülecek diye de korkuyorum. Gözlerim de daha beter kızaracak. Ilık duşun altında, gözkapaklarım iyice yumuşayana kadar bekliyorum, ama yine de gözlerim kıpkırmızı ve şişik. Buzlarla şişleri indirmeye çalışıyorum, ama boşuna. Bu sefer de gözlerim ağrıyor. Aslında ağrıya aldırmayacağım ama gözlerimin görünümü berbat. Kıpkırmızı ve şiş şiş olmanın dışında, kenarlarından sapsarı iltihap akıyor. Yalnızca ağrım olsa, insanlar cüzamlıymışım gibi bakmaz hiç değilse. Palm Court'a kadar o siyah temizlikçi üniformasıyla gitmek de bir rezalet. Sokaklarda, Porto Rikolu bulaşıkçılardan bir gömlek üstün bir insan gözüyle bakıyorlar bana. Otelde müşterilerin valizlerini taşıyan hamalların bile üniformalarında sarı sırmalı işlemeler var. Kapıcı zaten amiralden farksız. Otelin dükkânında çalışan Eddie Gilligan, dua et ki Đrlandalı'sın, diyor. O hırtlardan olsaydın, doğru mutfağa inmiştin. Hırt lafını yeni duyuyorum, ama Eddie Gilligan'in bu kelimeyi söyleyişinden, Porto Rikolu-

16 lar'dan hiç hoşlanmadığını hissediyorum. Mr. Carey'nin kendi elemanlarına değer verdiğini ve bu yüzden benim üniformalı bir temizlikçi olduğumu söylüyor. Yoksa önlüğü beline taktığın gibi doğru aşağıya, bütün gün Mira Mira şarkısını söyleyen Porto Ri-kolular'm yanma postalanmıştın. Bulaşıkları yıkarken şarkı söylemenin ne sakıncası olabilir, diye sormak istiyorum ama sürekli aptal durumuna düşmekten korkuyorum. Porto Rikolular, hiç değilse hepsi bir arada, tencereleri tavaları birbirine vurarak ve kendi müziklerini yaparak dans edip tepiniyorlar. Tabii, patron gelip hepsini susturana kadar. Bazen aşağı mutfağa indiğimde bana, kalan yemeklerden veriyorlar. Frankie, diyorlar, sana Đspanyolca öğretelim. Eddie Gillingan ise, sen bulaşıkçılardan haftada iki dolar elli sent daha fazla kazanıyorsun, diyor. Üstelik yükselme şansın var, oysa onların böyle bir şansı yok. Çünkü onların derdi, Đngilizce bile öğrenmeden, bol para kazanıp memleketlerine dönerek yan gelip yatmak. Ağaçların gölgesinde biraları çekip habire çocuk yapmak. Çünkü başka bir şey bilmezler. Karılarının canını çıkarana kadar çocuk yaparlar. Sonra karıları öbür dünyayı boylar, çocuklar sokaklarda büyüyüp yine buralara gelir ve aynı hikâye baştan başlar. Bulaşıkçılık işini bile bulamayanlar olur. Bu durumda onlara devlet bakar. Yani, senin ve benim gibi insanların sırtından geçinirler. Harlem'de gitarları ellerinde, biraları çekip keyif çatarlar. Eddie Gilligan, bir seferinde Porto Rikolular'ın Saray'daki büyük bir öğlen yemeği servisinde, kahve ibriklerinin içine işediklerini görmüş. Prensesler, Porto Rikolular'ın sidiğinden kahve içtiklerini hiç anlamamışlar. Eddie bunları anlatırken gülmeye başlıyor ve sigara dumanından boğulurcasına Porto Rikolular'ın bu yaptığından pek keyiflendiğini söylüyor. O da benim gibi, Amerika'da doğmuş Đrlan-dalılar'dan ve Đngiliz Kraliyet ailesi umurunda değil. Zaten, bu hikâyeyi anlatırken her zaman hırt dediği adamlara Porto Rikolular diyor. Đrlandalılar'm çok daha önce düşünmüş olmaları gereken, vatanperverce bir iş yaptıklarım söylüyor. Gelecek yıl kendisi de aynı şeyi yapıp, Prensesler'in karşısına geçip gülecekmiş... Đrlandalılar'in ve Porto Rikolular'ın çişini içtiklerini asla bilemeyecekler, diyor. On dokuzuncu kattaki balo salonunun balkonuna çıkıp bir konuşma yapmak ne büyük zevk olurdu: Đngiliz Kraliyet ailesinin soylu Prensesleri! Şu anda Porto Ri-kolu ve Đrlandalılar'm sidiğini içmiş durumdasınız. Sekiz yüz yıldır Đrlandalılar'a çektirdiklerinizden sonra, bu konuda neler hissediyorsunuz bakalım? Ne manzara! Prensesler birbirlerine zorlukla tutunup balo salonuna kusuyorlar ve tüm mezardaki Đrlandalılar kalkıp cig dansı yapıyor! Ne müthiş olurdu! Ne müthiş! Eddie bütün bu konuşmalarla havaya girerek, şu Porto Riko-lular o kadar da fena insanlar sayılmaz, yani, diyor. Gerçi, ne onlara kız veririm, ne de onlarla komşu olmak isterdim ama iyi müzik yapıyorlar ve iyi beysbol oyuncuları çıkarıyorlar. Bunu da kabul etmek gerek. Şu mutfağa ne zaman insem, adamlar çocuklar gibi mutlu. Zenciler gibi, hiçbir şeyi dert ettikleri yok. Đrlandalılar'a benzemiyorlar. Biz her şeyi ciddiye alırız. Otelin lobisinde en kötü geçen günler perşembe ve cuma. Üniversiteli kızlarla erkeklerin buluşup, yiyip içtikleri, eğlendikleri günler. Okul ve aşklarından başka dertleri yok. Yaz tatilinde nereye gideceklerinden, kışın nerede kayak kayacaklarından söz ediyorlar. Birbirleriyle evlenip, kendileri gibi Biltmore'da buluşup aynı şeyleri yapacak çocuklar doğuracaklar. Üzerimdeki hizmetçi üniforması, elimde süpürge ve faraşla dolanırken varlığımın farkına bile varmıyorlar. Buna memnunum çünkü o aralar gözlerim berbat durumda. Kızlardan birinin, tuvalet nerede, diye, soruvermesinden korkuyorum. Elimdeki faraş ve süpürgeyle, şu tarafta, diye yolu göstererek kafamı başka tarafa çeviremem. Bir keresinde böyle yaptım diye kızın biri maitre d'hotel 'e şikâyet etmiş. Küstah, demiş. Şimdi ben de biri soru sorduğumda gözü-

17 nün içine bakıyorum. Göz göze geldiğimizde yüzüm kıpkırmızı kesiliyor. Bazen öfkemden böyle kızarıyorum. Bu insanlara bana öyle baktıkları için bağırmak istiyorum. Ama bunu yaparsam anında işten atılırım. Bana böyle bakmamaları gerek. Anaları babalan onca para döküp onları ne diye okutuyor? Eğitim görmenin anlamı ne? Bu ülkeye henüz gelmiş bir göçmen çocuğun kızarmış gözlerine böyle bakmaları çok ayıp. Hocalarının onlara, Biltmore ya da herhangi bir otelin lobisine gittiklerinde, gözleri iltihaplı ya da tek bacağı olmayan veya herhangi bir engeli olan insanlar görürseniz öyle garip bir şey görmüş gibi gözlerinizi dikip bakmayın, diye öğütlemelerini beklerdim. Hadi, kızlar neyse. Ama oğlanlar bana bakıp birbirlerini dürterek aralarında yorumlar yapıp gülmüyorlar mı, işte o zaman süpürgemin sapını kafalarında kırmak geliyor içimden. Kafalarından kanlar fışkırarak, bir daha asla gözleri hasta bir insanla alay etmeyeceğiz, diye yalvarıncaya kadar onları dövmek istiyorum. Bir gün kızın birinin bir çığlık atmasıyla maitr d 'hotel yanında bitiyor. Kız ağlıyor, sızlanıyor. Maitre d'hotel masanın üstüne, sonra eğilip yerlere bakıyor ve başını sallıyor. McCourt, sen bu masanın etrafını temizledin mi? Galiba ben, temizledim. Galiba mı? Allah kahretsin seni! Özür dilerim, Küçük Hanım. McCourt, söyle! Temizledin mi, temizlemedin mi? Temizledim, efendim. Bir kâğıt peçete gördün mü? Sadece etrafı temizledim ve kül tablalarını döktüm. Kâğıt peçeteyi aldın mı? Bilmem. Sana şunu söyleyeyim, McCourt. Bu küçük hanım Trafik Şube Müdürü'nün kızıdır ve Trafik Şubesi bu otelde muazzam bir bölümü kiralamış durumdadır. Bu hanım Princeton'lu bir erkek arkadaşının telefon numarasının yazılı olduğu bir kâğıt peçete kaybetmiş. Eğer o kağıdı bulmazsan, başın dertte demektir. Kusura bakmayın, Küçük Hanım. Söyle bakalım, tablaları nereye döktün, Me Court? Mutfaktaki tüpten aşağı attım. O halde, bodrum kata inip çöplerin arasından o kağıdı arıyorsun ve bulmadan gelmiyörsün! Kız, içini çeke çeke bana babasının burada çok nüfuzlu bir adam olduğunu söylüyor. Senin yerinde olmak istemezdim, diyor. Bütün arkadaşları bana bakıyor ve ben kıpkırmızı kesiliyorum. Maitre d'hotel tekrar bana bağırmaya başlıyor. Hemen git o kâğıt peçeteyi buraya getir, McCourt! Çöp kutuları dolup taşmış. Küçücük bir kâğıt parçasını nasıl bulacağım? Isırılıp bırakılmış ekmek parçalan, balık kılçıkları, yumurta kabuklan, greyfrut dilimleri... Dizlerimin üzerine çökmüş, mutfakta şarkı söyleyip eğlenen Porto Rikolular'dan aldığım bir çatalla çöpü karıştırıyorum. Onlar orada eğlenirken ben burada ne yapıyorum, diyorum kendi kendime. Sonra kalkıp, hiçbirine bir şey söylemeden mutfaktan çıkıyorum. Arkamdan, Frankie, Frankie, sana ispanyolca öğretelim, diye bağırıyorlar. Temiz bir peçete kâğıdı alıp üstüne uydurma bir telefon numarası yazıyorum ve kâğıda kahve bulaştırıp biraz da buruşturarak maitre d'hotel'e götürüyorum. O da, kağıdı kıza veriyor. Kız havalarda uçuyor, arkadaşları sevinçten zıplıyorlar. Kız maitre d'hotel 'e teşekkür edip eline bir bahşiş sıkıştırıyor. Tam bir dolar! Ama benim asıl üzüldüğüm o değil. Trafik Şube Müdürü'nün kızı o numarayı çevirdiği zaman, yüzünün ne hal aldığını göremeyeceğime üzülüyorum.

18 Annem mektubunda, zor günler geçiriyoruz, diyor. Kazandığım paranın çok fazla olmadığını biliyor ve her hafta yolladığım on dolar için teşekkür ediyor, ama Michael ve Alphie'ya ayakkabı alabilmesi için biraz daha fazla gönderebilir miyim, diye soruyor. Annem yaşlı bir adama bakıcılık yapıyordu ve adamın ani ölümü onun için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu. Adam hiç değilse Noel'e kadar dayanabilseydi, çocuklara ayakkabı alabilecek, domuz etiyle veya benzeri başka bir şeyler hazırlanmış doğru dürüst bir Noel yemeği yiyebileceklerdi. Böyle yaşlı ve hasta insanların bakıcı tutmamaları gerektiğini yazmış. Bir ayaklarının çukurda olduğunu bile bile, insanlara umut veriyorlar, diyor. Şu anda, benim gönderdiğimin dışında eve giren beş kuruş yok. Bu durumda, Michael önümüzdeki yıl on dördüne girer girmez okuldan ayrılıp bir iş bularak çalışmak zorunda kalacak. Đngilizler 'le bunun için mi savaştık? diyor annem, irlandalı çocukların yarısı sokaklarda çıplak ayakla dolaşın diye mi? Aldığım otuz iki doların on dolarını zaten anneme yoluyorum. Aslında sosyal sigorta ve gelir vergisi kesintisiyle elime tam olarak yirmi altı dolar geçiyor. Kiramı ödedikten sonra, bana yirmi dolar kalıyor. Bunun on doları anneme gidince, bana kalan topu topu on dolar. Bununla yiyip içiyorum ve yağmurlu havalarda metroya biniyorum. Diğer günler üç kuruş tasarruf olsun diye işe yürüyerek gidiyorum. Arada sırada isyan edip bir sinemaya gidiyorum. Kapıdan girerken, bir Hershley çikolata ile -burada en ucuz gıda olan- iki muzu saklamayı öğrendim artık. Ama muzun daha kabuğunu soyarken, o çok duyarlı burunları olan Park Avenue sınıfından insanlar, Mmm, diye mırıldanmaya başlıyor. Bu muz kokusu mu? Ve tabii, hemen şikâyette bulunacakları tehdidine başlıyorlar. Ama artık buna aldırdığım yok. Đsterlerse, yer gösteren adama şikâyet etsinler. Artık tuvaletlere gizlenmiyorum. Onlar beni şikâyet ederlerse, ben de Biltmore Oteli'ndeki Demokrat Parti merkezine gidip ve Amerika'da doğmuş, Đrlanda'da büyümüş bir vatandaş olarak Đrlanda aksanım olduğunu izah ederim; sonra da bir Gary Cooper filmi seyrederken muz yememe nasıl karışırlar diye, ben şikâyette bulunurum. Şu aralar, Đrlanda'da da kış bastırmış olmalı. Ama burası çok daha soğuk. Getirdiğim giyecekler New York kışına dayanacak gibi değil. Eddie Galligan, bu giyeceklerle yirmi yaşım göremeden ölüp gidersin, diyor. Gurur meselesi yapmazsan, Batı Yakası'ndaki büyük Yardımseverler Ordusu Pazarı'ndan ihtiyacın olan tüm kışlık giysileri birkaç dolara alabilirsin. Ama seçtiğin kıyafetlere dikkat et. Öyle köylü gibi giyinmemelisin. Amerikanvari ol! Ama anneme on beş dolarlık bir havale yaptığım için Yardımseverler Ordusu Pazan'nda harcayarak birkaç dolarım bile yok. Artık Porto Rikolular da, şu gözlerimin durumundan mikrop kapacakları korkusuyla, bana yemek ayırmıyorlar. Eddie Galligan, otel idaresinde gözlerimin durumu hakkında bir endişe başladığını anlatıyor. Personel müdürlüğünden onu çağırıp mutfağa kesinlikle sokulmamamı tembih etmişler. Orada herhangi bir şeye dokunursam, bütün Porto Rikolular'a konjonktivit, ya da her ne ise, ondan bulaştıracağımdan korkuyorlarmış. Bu durumda beni hâlâ işten atamamalarının tek nedeni, Demokrat Parti aracılığıyla işe girmiş olmam. Parti'nin otelde kiraladığı muazzam ofislerden vazgeçecek halleri yok. Mr. Carey sert bir patron olabilir, diyor Eddie, ama gözleri hastalıklı bir çocuğu işten atmaya kalkan Personel müdürünün karşısına dikilecek kadar da işçisini korumayı bilir. Demokrat Parti bunu öğrendiği an bütün sendikalı otel işçisi greve gider ve bu da otelin sonu olur. Oda servisi durur, asansörler çalışmaz, tuvaletlerde kâğıt bile bulunmaz. Şişko, kalantor müşteriler merdivenleri tırmanmak zorunda kalır ve kıçlarını silecek tuvalet kâğıdı bulamazlar. Hepsi senin gözlerin yüzünden, evlat.

19 Bütün sendika ayağa kalkarız. Bu şehirdeki bütün otelleri kapatırız, vallahi. Ama bak, şunu da söyleyeyim. Bana Lexington Avenue'daki bir göz doktorunun adresini verdiler. Ona görünüp bir hafta içinde otel müdürlüğüne durumunu bildireceksin, tamam mı? Doktorun muayenehanesi, eski bir binanın dördüncü katında. Đçeriden bebek ağlamaları ve radyo sesi geliyor. Oğlanlar kızlar birlikte Mamie O 'Rourke da benimle Dans edeceğiz birlikte New York kaldırımlarında. Doktor beni içeri alıp bir sandalyeye oturtuyor. Neyin var, bakalım? Gözlük mü gerekiyor? Hayır, gözlerimde bir tür iltihap var. Ah, evet evet. Đltihap. Ne zamandır var bu? Dokuz yıldır. On bir yaşında Đrlanda'da hastaneye gitmiştim. Göz kapaklarımı ince çubuklarla kaldırıp, ıslak pamukla bir şeyler sürdü ve ben gözlerimi kırpıştırmaya başladım. Gözünü kırpma! Böyle devam edersen, gözünü nasıl muayene edebilirim? Doktor daha çok ilaç sürdükçe, ben de daha çok gözlerimi kırpıştırıyorum, tabii. Doktor fena halde sinirlenip, elindeki ilaçlı pamuk sarılı çubuğu camdan fırlatıyor. Söylene söylene çekmecelerini açıp kapıyor, dolap kapaklarını çarpıyor ve sonunda viski şişesiyle puro kutusunu buluyor. Viskisini yudum-layıp purosundan bir nefes çekiyor ve keyfi yerine geliyor. Öyle ki, gülmeye başlıyor. Gözlerini kırpıştırırsın, ha? Bak evlat, otuz yedi yıldır bu işi yapıyorum, seninki gibi bir vakaya rastlamadım. Nerelisin sen? Meksikalı filan mı? Hayır, Đrlandalı'yım. Senin şu hastalığına Đrlanda'da bile rastlanmaz. Bu konjonkti-vit filan değil. Bambaşka bir şey. Kör olmadığına şükretmelisin. Buna benzer hastalıkları Yeni Gineliler'de filan gördüm. Hiç Yeni Gine'de bulundun mu? Hayır. Şimdi, yapacağın şey önce saçlarını kazıtmak. Saçında, Yeni Gineliler'de görülen türden mikrobik bir kepek oluşmuş. Saçları. kazıttıktan sonra reçeteyle yapılan bir sabunla, her gün kafanı parmaklarınla ovalaya ovalaya yıkayacaksın. Sonra tekrar gelip beni göreceksin. On dolar, lütfen. Reçeteyle yapılan sabun da, iki dolar tuttu. Üçüncü Cadde'deki Đtalyan berber saçımı kazımak için iki dolar ve bahşiş istedi. Bu güzelim saçlara yazık olacak. Benim böyle saçlarım olsa, kafamı kazıtmak için önce kafamı kesmeleri gerekirdi. Bu doktorlar da bir şeyden anlamıyor. Her neyse, sen istedikten sonra bana karışmak düşmez. Tıraştan sonra, aynayla kafamın arkasını gösteriyor. Kabak kafam, kıpkırmızı gözlerim ve sivilcelerim, bir de çürük dişlerimle kendimi berbat hissediyorum. Lexington Avenue'de bir tek kul dönüp bana bakacak olursa, tuttuğum gibi caddedeki arabaların altına atıveririm. Şu Amerika'ya geldiğime pişmanım zaten. Gözlerimdeki hastalık yüzünden işten atılmam konusunda bir takım tehditkar imalarda bulundukları yetmiyormuş gibi, bir de New York sokaklarında insanı kabak kafayla dolaştırıyorlar. Tabii, sokaklarda millet dönüp dönüp bana bakıyor. Ben de ters ters onlara bakmak istiyorum, ama gözlerimden akan sapsarı iltihaplar ve doktorun pansuman yaptığı pamuklardan yapışmış liflerle bir körden farksız görünüyorum. Kaldırımların tenha taraflarını kolluyorum ve zig zağlar çizerek ilerliyorum. En rahat geçtiğim yer, Üçüncü Cadde. Orada, herkes barlarda kendi derdine düşmüş. Kapıdan geçen hastalıklı tiplere baktıkları filan yok. Bankalardan ve mağazalardan çıkan şımarık zenginler meraklı ya da alaylı gözlerle bakıyorlar fakat barlardaki insanlar, kapıdan kafası kesik biri geçse bile fark edecek halde değil. Tabii, Mrs. Austin pencerede etrafı kolluyor. Ben daha ön kapıdan adımımı atar atmaz, o merdivenleri tırmanıp yolumu kesiyor. Kaza mı geçirdin? Ne oldu?

20 Israrla sorular soruyor. Suratına bir tokat patlatmak geliyor içimden... o hâlâ soruyor. Yoksa yangın mı çıktı? Yangınla ne ilgisi var, diye öfkeleniyorum. Ama mutfakta saçım yandı ve berber saçlarım güçlensin diye kökünden kesmenin daha sağlıklı olduğunu söyledi, diyorum. Onunla iyi geçinmem gerek, çünkü beni kapının önüne koyduğu an kabak kafamla, elimde kahverengi valizim ve cebimde üç dolarımla ortada kalırım. Neyse, üzülme, diyor. Nasılsa, kökü sende. Kendimi yatağıma atıp sokaktan gelen sesleri dinliyorum. Otelin kurallarını yerine getirmiş ve doktorun tavsiyelerine harfi harfine uymuş olmakla birlikte, sokaklarda nasıl yürüyüp işe gideceğimi düşünüyorum. Yatağımdan kalkıp, odadaki aynaya bakıp duruyorum ve bembeyaz kafatasımı gördükçe çılgına dönüyorum. Saçlarım uzayana kadar bu odadan çıkmasam diyorum, fakat karnım da acıkmaya başlıyor. Mrs. Austin, eve yiyecek içecek sokmuyor. Boş ver, diyorum. Hava karardığında bir Sunday Times gazetesi alır, arasına bir börekle bir kutu sütü saklayıp, içeri sokabilirim. Günlerden cumartesi ve haftaya cuma gününe kadar cebimde üç dolar, ya var ya yok. Mrs. Austin durumu fark edecek olursa, Doktor Yeni Gineli-ler'de görülen pis bir hastalığa yakalandığımı söyledikten ve berber de acımadan saçlarımı kazıdıktan sonra neden bir lokma börekle süt içemeyecekmişim? diye, suratına haykırabilirim. Filmlerde artistlerin bu ülke için özgürlükler ülkesi olduğunu, cesur insanların ülkesi olduğunu söylediği o sahneler gözümün önüne geliyor. Ama gerçek hayatta, Hamlet'i izlerken bir limonlu pasta yiyip meyve suyunu bile içemiyorsun ve Mrs. Austin eve yiyecek içecek getirmeni yasaklıyor. Ama o gün Mrs. Austin ortalıkta görünmüyor. Nedense, umursamadığın sürece pansiyon sahipleri ortalarda görünmüyor. Gazeteyi okuyabilmek için, ılık suyla gözlerime pansuman yapıp tuvalet kağıdıyla kuruluyorum. Yatakta uzanıp gazete okurken 43. börek yiyip süt içmek çok zevkli... taa ki, Mrs. Austin elektrik faturalarının derdine düşerek kapıma dayanıp ışığı kapatmamı söyleyinceye kadar. Ben milyoner değilim, diyor, anlaşıldı mı? Işığı kapatıyorum fakat kafama ilaç sürmem gerekiyor. Đlacı sürüp yatarsam, yastık batacak ve Mrs. Austin yine üstüme yürüyecek. Başımı karyolanın demir başlığına dayayıp oturuyorum. Demiri silmek kolay. Ama demir karyola başının çıkıntılı süslemeleri kafama batıyor ve uyuyamıyorum. Sonunda, yere yatıyorum. Mrs. Austin, artık buna da kabahat bulamaz. Pazartesi sabahı işe gittiğimde, mesai saatlerini imzaladığımız kartımın üzerine iliştirilmiş bir not buluyorum. On dokuzuncu kata çıkmam gerekiyor. Eddie Galligan önemli bir şey olmadığını söylüyor. Sadece hastalıklı gözlerle ve kazıtılmış bir kafayla lobide görünmemin uygun olmayacağını düşünmüşler. Lobinin ortasında, bunu berber yaptı, diye ilan etsem de artık oralarda bana hayat yok. Yukarıda, aynı Eddie'nin dediği gibi, gözlerin durumundan sonra bir de kafamı kazıtmış halde müşterilerin arasında dolaşmamın uygun olmayacağını söylüyorlar. Gözlerim iyileştiğinde ve saçlarım uzadığında tekrar aşağıya, belki daha iyi pozisyonda bir görevle inebileceğim. Bol bol bahşiş alıp, Limerick'te-ki ailemi rahat rahat geçindirecek paralar kazanabileceğim. Ama şu anda bu gözler ve bu saçlarla olmaz, diyorlar. Eddie Gilligan, on dokuzuncu katta kardeşi Joe ile birlikte çalışıyor. Artık ben de onlarla aynı ekipteyim. Đşimiz yine temizlik. Konferans salonunu birtakım önemli toplantılar için, balo salonunu da ziyafet ve düğünler için hazırlıyoruz. Joe pek işe yaramıyor. Bir elinde sigarası, diğerinde koca saplı süpürgesiyle bir şeyler yapıyormuş gibi görünmeye çalışıyor, ama çoğunlukla vaktini tuvalette geçiriyor. Ya da Digger Moon ile çene çalıp sigaralarını tüttürüyorlar. Digger Moon'un işi halıları kaldırıp tekrar yaymak, ama bu işi pek yaptığını görmedim. Daha çok, Joe ile halıların üstüne bağdaş kurup oturuyorlar ve dertleşiyorlar. Đkisinin de derdi büyük. Digger Moon Kızılderili olduğunu iddia ediyor ve ABD'de benden daha iyi halı döşeyen biri yoktur, diyor. Ne var ki, ailesini ve kendi insanlarını o kadar çok

UMUDA DOĞRU. Frank McCourt

UMUDA DOĞRU. Frank McCourt ANGELA NIN KÜLLERİ II UMUDA DOĞRU Frank McCourt Çeviri Neşe Olcaytu 4 ÖNSÖZ Haydi, rüya vakti geldi. İrlanda dayken annem çocukluğumuzda bize böyle derdi ve sonunda bir rüyamız gerçek oldu. Benim defalarca

Detaylı

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000) Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000) 14.08.2014 SIRA SIKLIK SÖZCÜK TÜR AÇIKLAMA 1 1209785 bir DT Belirleyici 2 1004455 ve CJ Bağlaç 3 625335 bu PN Adıl 4 361061 da AV Belirteç 5 352249 de

Detaylı

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır.

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır. SOKAK - DIŞ - GÜN ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır. Batu 20'li yaşlarında genç biridir. Boynunda asılı bir fotoğraf makinesi vardır. Uzun lensli profesyonel görünşlü bir digital makinedir. İlginç

Detaylı

Cadı böyle diyerek süpürgesine bindi. Daha yüz metre uçmadan. paldır küldür yere düştü. Ağaçtaki kargalar Gak gak diye güldüler.

Cadı böyle diyerek süpürgesine bindi. Daha yüz metre uçmadan. paldır küldür yere düştü. Ağaçtaki kargalar Gak gak diye güldüler. MASAL CADISI Masal Cadı sının canı sıkılıyordu. Ormandaki kulübesinde tek başına otururdu. Yıllardır insan yüzü görmemişti. Bu gidişle bütün yeteneklerim kaybolacak, diye düşünüyordu. Süpürgemle uçabileceğimi

Detaylı

ÇiKOLATAYI KiM YiYECEK

ÇiKOLATAYI KiM YiYECEK ÇiKOLATAYI KiM YiYECEK Geçen gün amcam bize koca bir kutu çikolata getirmişti. Kutudaki çikolataların her biri, değişik renklerde parlak çikolata kâğıtlarına sarılıydı. Mmmh, sarı kâğıtlılar muzluydu,

Detaylı

de hazır değilken yatağıma gelirdi. O sabah çarşafların öyle uyandırmıştı; onları suratıma atarak. Kız kardeşim makas kullanmayı yeni öğrendi ve bunu

de hazır değilken yatağıma gelirdi. O sabah çarşafların öyle uyandırmıştı; onları suratıma atarak. Kız kardeşim makas kullanmayı yeni öğrendi ve bunu İgi ve ben Benim adım Flo ve benim küçük bir kız kardeşim var. Küçük kız kardeşim daha da küçükken ismini değiştirdi. Bir sabah kalktı ve artık kendi ismini kullanmıyordu. Bu çok kafa karıştırıcıydı. Yatağımda

Detaylı

Uzun Bir Köpek Hakkında Kısa Bir Öykü. Henry Winker. İllüstrasyonlar: Scott Garrett. Çeviri: Bengü Ayfer

Uzun Bir Köpek Hakkında Kısa Bir Öykü. Henry Winker. İllüstrasyonlar: Scott Garrett. Çeviri: Bengü Ayfer Uzun Bir Köpek Hakkında Kısa Bir Öykü Henry Winker İllüstrasyonlar: Scott Garrett Çeviri: Bengü Ayfer 4 GİRİŞ Bu sendeki kitaplar Dyslexie adındaki yazı fontu kullanılarak tasarlandı. Kendi de bir disleksik

Detaylı

"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

Satmam demiş ihtiyar köylü, bu, benim için bir at değil, bir dost. Günün Öyküsü: Talih mi Talihsizlik mi? Bir zamanlar köyün birinde yaşlı bir adam yaşıyormuş. Çok fakirmiş. Ama çok güzel beyaz bir atı varmış. Kral bu ata göz koymuş. Bir zamanlar köyün birinde yaşlı bir

Detaylı

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen Yayın no: 168 SAYGI VE HÜRMET ÖYKÜLERİ Genel yayın yönetmeni: Ergün Ür İç düzen: Durmuş Yalman Kapak: Zafer Yayınları İsbn: 978 605 4965 18 2 Sertifika no: 14452 Uğurböceği Yayınları, Zafer Yayın Grubu

Detaylı

Kızla İlk Buluşmada Nasıl Sohbet Edilir? Hızlı Bağ Kurma Teknikleri

Kızla İlk Buluşmada Nasıl Sohbet Edilir? Hızlı Bağ Kurma Teknikleri 1 Kızla İlk Buluşmada Nasıl Sohbet Edilir? Hızlı Bağ Kurma Teknikleri Bugün kızla tanışma anında değil de, flört süreci içinde olduğumuz bir kızla nasıl konuşmamız gerektiğini dilim döndüğünce anlatmaya

Detaylı

ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÖMER TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ TÜRKÇE SINAVI

ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÖMER TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ TÜRKÇE SINAVI ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÖMER TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ TÜRKÇE SINAVI T105004 ADI SOYADI NOSU UYRUĞU SINAV TARİHİ ÖĞRENCİNİN BÖLÜM Okuma Dinleme Yazma Karşılıklı Konuşma Sözlü Anlatım TOPLAM

Detaylı

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç katıyordu. Bulutlar gülümsüyor ve günaydın diyordu. Melek

Detaylı

Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye:

Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye: Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye: - Deli, deli, diye seslenmiş. Siz içeride kaç kişisiniz? Deli şöyle bir durup düşünmüş: 1 / 10 - Bizim

Detaylı

edersin sen! diye ciyaklamış cadı. Bunun hesabını vereceksin! Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları

edersin sen! diye ciyaklamış cadı. Bunun hesabını vereceksin! Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları RAPUNZEL Bir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş. Bir gün pncereden komşu evin bahçesindeki

Detaylı

TATÍLDE. Biz, Ísveç`in Stockholm kentinde oturuyoruz. Yılın bir ayını Türkiye`de izin yaparak geçiririz.

TATÍLDE. Biz, Ísveç`in Stockholm kentinde oturuyoruz. Yılın bir ayını Türkiye`de izin yaparak geçiririz. TATÍLDE Biz, Ísveç`in Stockholm kentinde oturuyoruz. Yılın bir ayını Türkiye`de izin yaparak geçiririz. Ízin zamanı yaklaşırken içimizi bir sevinç kaplar.íşte bu yıl da hazırlıklarımızı tamamladık. Valizlerimizi

Detaylı

Asker hemen komutanı süzerek cevap vermiş; 1,78! Komutan şaşırmış;

Asker hemen komutanı süzerek cevap vermiş; 1,78! Komutan şaşırmış; Yemek Temel, Almanya'dan gelen arkadaşı Dursun'u lokantaya götürür. Garsona: - Baa bi kuru fasulye, pilav, üstüne de et! der. Dursun: - Baa da aynısından... Ama üstüne etme!.. Ölçüm Bir asker herkesin

Detaylı

MERHABA ARKADAŞLAR BEN YEŞİLCAN!

MERHABA ARKADAŞLAR BEN YEŞİLCAN! MERHABA ARKADAŞLAR BEN YEŞİLCAN! Sağlıklı olan ne varsa yaparım. Zararlı olan her şeyle savaşırım. Kötülerin düşmanı, iyilerin dostuyum. Zor durumda kaldığınızda İmdaat! diye beni çağırabilirsiniz. Sesinizi

Detaylı

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz. Bozuk Paralar KISA FİLM Yaşar AKSU İLETİŞİM: (+90) 0533 499 0480 (+90) 0536 359 0793 (+90) 0212 244 3423 SAHNE 1. OKUL GENEL DIŞ/GÜN Okulun genel görüntüsünü görürüz. Belki dışarı çıkan birkaç öğrenci

Detaylı

Eşeğe Dönüşen Kabadayı Makedonya Masalı (Herşeyin bir bedeli var)

Eşeğe Dönüşen Kabadayı Makedonya Masalı (Herşeyin bir bedeli var) Eşeğe Dönüşen Kabadayı Makedonya Masalı (Herşeyin bir bedeli var) Yazan: Yücel Feyzioğlu Resimleyen: Mert Tugen Ne varmış, ne çokmuş, gece karanlık, güneş yokmuş. Her kasabada kabadayı insanlar varmış.

Detaylı

ÖN OYUN Yer, ağustos böceklerinin yuvası. Cici ve Mimi aynanın karşısında son hazırlıklarını yapmaktadır.

ÖN OYUN Yer, ağustos böceklerinin yuvası. Cici ve Mimi aynanın karşısında son hazırlıklarını yapmaktadır. ÖN OYUN Yer, ağustos böceklerinin yuvası. Cici ve Mimi aynanın karşısında son hazırlıklarını yapmaktadır. (Şapkasını takar.) Nasıl oldu Mimiciğim? Ay çok hoş! (Saçlarına taktığı çiçekleri gösterir.) Ne

Detaylı

Pirinç. Erkan. Pirinç (Garson taklidi yaparak) Sütlükahve söyleyen siz değil miydiniz? Erkan

Pirinç. Erkan. Pirinç (Garson taklidi yaparak) Sütlükahve söyleyen siz değil miydiniz? Erkan 1. Sahne (Koruluk. Uzaktan kuş cıvıltıları duyulmaktadır. Sahnenin solunda birbirine yakın iki ağaç. Ortadaki ağacın hemen yanında, önü sahneye dönük, uzun ayaklık üzerinde bir dürbün. Dürbünün arkasında

Detaylı

1. Bölüm. Uçağın kalkmasına bir saat vardı. Birkaç dakika içinde kapıya çağırılacaklardı. Eğer yapacaksa, şimdi yapması gerekiyordu.

1. Bölüm. Uçağın kalkmasına bir saat vardı. Birkaç dakika içinde kapıya çağırılacaklardı. Eğer yapacaksa, şimdi yapması gerekiyordu. 1. Bölüm Uçağın kalkmasına bir saat vardı. Birkaç dakika içinde kapıya çağırılacaklardı. Eğer yapacaksa, şimdi yapması gerekiyordu. Tim ayağa kalktı. İpi çekti. Grk ayağa kalktı, JFK Uluslararası Havaalanı

Detaylı

Ekmek sözcüğü, sözlüklerde yukarıdaki gibi tanımlanıyor. Aşağıdaki görselin yanında yer alan tanımlar ise birbirinden farklı. Tanımları incele. 1.

Ekmek sözcüğü, sözlüklerde yukarıdaki gibi tanımlanıyor. Aşağıdaki görselin yanında yer alan tanımlar ise birbirinden farklı. Tanımları incele. 1. 1. Ekmek sözcüğü, sözlüklerde yukarıdaki gibi tanımlanıyor. Aşağıdaki görselin yanında yer alan tanımlar ise birbirinden farklı. Tanımları incele. 1. Sence, farklı insanların, farklı tanımlar yapmasına

Detaylı

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. Samuel, Tanrı Çocuğu Hizmetkarı

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. Samuel, Tanrı Çocuğu Hizmetkarı Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Samuel, Tanrı Çocuğu Hizmetkarı Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: Janie Forest Uyarlayan: Lyn Doerksen Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org

Detaylı

YOL AYRIMI SENARYO ALĐ CEYLAN

YOL AYRIMI SENARYO ALĐ CEYLAN YOL AYRIMI SENARYO ALĐ CEYLAN 2011 PAZARTESĐ SAAT- 07:42 Sahne - 1 OTOBÜS DURAĞI Otobüs durağında bekleyen birkaç kişi ve elinde defter, kitap olan genç bir üniversite öğrencisi göze çarpar. Otobüs gelir

Detaylı

6. Sınıf sıfatlar testi testi 1

6. Sınıf sıfatlar testi testi 1 6. Sınıf sıfatlar testi testi 1 1. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde soru anlamını sağlayan kelime sıfat değildir? A) Kaç liralık fatura kesilecek? B) Oraya gidip de ne iş yapacaksın? C) Ne kadar güzel konuşuyor

Detaylı

Haydi Deniz Kıyısına! Şimdi okuyacağınız hikâye Limonlu Bayır

Haydi Deniz Kıyısına! Şimdi okuyacağınız hikâye Limonlu Bayır 1. Bölüm Haydi Deniz Kıyısına! Şimdi okuyacağınız hikâye Limonlu Bayır Savaşı nın hikâyesidir. Diğer adıyla ona Akşam Yemeği Savaşları da diyebiliriz. Aslında Hayalet Avcıları III de diyebiliriz, ama açıkçası

Detaylı

Bir Şizofrenin Kendisine Sorulan Sorulara Verdiği 13 Rahatsız Edici Cevap

Bir Şizofrenin Kendisine Sorulan Sorulara Verdiği 13 Rahatsız Edici Cevap Bir Şizofrenin Kendisine Sorulan Sorulara Verdiği 13 Rahatsız Edici Cevap Şizofreninin nasıl bir hastalık olduğu ve şizofrenlerin günlük hayatlarında neler yaşadığıyla ilgili bilmediğimiz birçok şey var.

Detaylı

* Balede, ayak parmakları ucunda dans etmek. [Ç.N.] ** Balede, ayaklarını birbirine vurarak zıplamak; antrşa şeklinde okunur. [Ç.N.

* Balede, ayak parmakları ucunda dans etmek. [Ç.N.] ** Balede, ayaklarını birbirine vurarak zıplamak; antrşa şeklinde okunur. [Ç.N. New York ta bugün kar yağıyor. 59. Cadde deki evimin penceresinden, yönetmekte olduğum dans okuluna bakıyorum. Bale kıyafetlerinin içindeki öğrenciler, camlı kapının ardında, puante * ve entrechats **

Detaylı

MACERA AKADEMİSİ. Anneciğim ve Babacığım,

MACERA AKADEMİSİ. Anneciğim ve Babacığım, BARBAR YARATIKLAR İÇİN KURNAZLIK OKULU ZOR İŞÇİLER İÇİN BAŞKANLAR: SAYIN BAŞKÖTÜ KURT SAYIN KÜÇÜK KURT VE SAYIN BAĞIRTKAN KURT Lütfen lütfen lütfeeeen gelip buraya taşının, taşınacağınızı söylemiştiniz.

Detaylı

Samuel, Tanrı Çocuğu Hizmetkarı

Samuel, Tanrı Çocuğu Hizmetkarı Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Samuel, Tanrı Çocuğu Hizmetkarı Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: Janie Forest Uyarlayan: Lyn Doerksen Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org

Detaylı

TEŞEKKÜR. Kısa Film Senaryosu. Yazan. Bülent GÖZYUMAN

TEŞEKKÜR. Kısa Film Senaryosu. Yazan. Bülent GÖZYUMAN TEŞEKKÜR Kısa Film Senaryosu Yazan Bülent GÖZYUMAN Sahne:1 Akşam üstü/dış Issız bir sokak (4 sokak çocuğu olan Ali, Bülent, Ömer ve Muhammed kaldıkları boş inşaata doğru şakalaşarak gitmektedirler.. Aniden

Detaylı

Engin arkadaşına uğrar, eve gelir duşunu alır ve salona gelir. İkizler onu salonda beklemektedirler.

Engin arkadaşına uğrar, eve gelir duşunu alır ve salona gelir. İkizler onu salonda beklemektedirler. ENGİN VE İKİZLER ALIŞ VERİŞTE Hastane... Dr. Gamze Hanım'ın odası, biraz önce bir ameliyattan çıkmıştır. Elini lavaboda yıkayarak koltuğuna oturur... bu arada telefon çalar... Gamze Hanım telefon açar.

Detaylı

Şef Makbul Ev Yemekleri'nin sahibi Pelin Tüzün Quality of magazine'e konuk oldu

Şef Makbul Ev Yemekleri'nin sahibi Pelin Tüzün Quality of magazine'e konuk oldu Şef Makbul Ev Yemekleri'nin sahibi Pelin Tüzün Quality of magazine'e konuk oldu Hayallere inanmam, insan çok çalışırsa başarır Pelin Tüzün, Bebek te üç ay önce hizmete giren Şef makbul Ev Yemekleri nin

Detaylı

3 YAŞ AYIN TEMASI. Cinsiyetim, adım, özelliklerim, görünümümdeki değişiklikler nelerdir?

3 YAŞ AYIN TEMASI. Cinsiyetim, adım, özelliklerim, görünümümdeki değişiklikler nelerdir? 3 YAŞ AYIN TEMASI Cinsiyetim, adım, özelliklerim, görünümümdeki değişiklikler nelerdir? Vücudumuzun bölümleri ve iç organlarımız nelerdir? Ne işe yarar? İskelet sistemi nedir? Ne işe yarar? Aile ve aileyi

Detaylı

Her hakkı saklıdır. Ticarî amaç ile basılamaz ve çoğaltılamaz. Copyright

Her hakkı saklıdır. Ticarî amaç ile basılamaz ve çoğaltılamaz. Copyright 1 LİMONLU KEK Şule: Mutlu günler. Ahmet: Mutlu günler. Şule: Bugün nasılsın? Ahmet: Çok mutluyum. Şule: Bu harika bir haber. Eeee söyle bakalım, bugün hangi yemeği yapalım? Ahmet: Dur biraz düşüneyim Şule:

Detaylı

Okuyarak kelime öğrenmenin Yol Haritası

Okuyarak kelime öğrenmenin Yol Haritası Kelime bilgimin büyük bir miktarını düzenli olarak İngilizce okumaya borçluyum ve biliyorsun ki kelime bilmek akıcı İngilizce konuşma yolundaki en büyük engellerden biri =) O yüzden eğer İngilizce okumuyorsan,

Detaylı

12.06.2008 16:48 FİLİZ ESEN-BİROL BAŞARAN

12.06.2008 16:48 FİLİZ ESEN-BİROL BAŞARAN 12.06.2008 16:48 FİLİZ ESEN-İROL AŞARAN : Efendim : İyiyim sağol sen nasılsın : Çalışıyorum işte yaramaz birşey yok : Kim yazmış bunu : Kim yazmış bunu Milliyet te : Yani sen sen birşey yollamış mıydın

Detaylı

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi. Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa

Detaylı

Zengin Adam, Fakir Adam

Zengin Adam, Fakir Adam Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Zengin Adam, Fakir Adam Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: M. Maillot ve Lazarus Uyarlayan: M. Maillot ve Sarah S. Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children

Detaylı

Lesley Koyi Wiehan de Jager Leyla Tekül Turkish Level 5

Lesley Koyi Wiehan de Jager Leyla Tekül Turkish Level 5 Magozwe Lesley Koyi Wiehan de Jager Leyla Tekül Turkish Level 5 Kalabalık bir şehir olan Nairobi de, sıcak bir yuvası olmayan bir grup evsiz çocuk yaşıyormuş. Her gün onlar için yeni ve bilinmeyen bir

Detaylı

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý.

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý. Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý. Üstüne, günlerin yorgunluðu çökmüþtü. Bunu ancak oyunla atabilirdi. Caný oyundan

Detaylı

Bilgi güçtür. Sevdiğiniz kişiyi dinleyin ve kendinizi eğitin.

Bilgi güçtür. Sevdiğiniz kişiyi dinleyin ve kendinizi eğitin. Bu kitapçığı, büyük olasılıkla kısa bir süre önce sevdiklerinizden biri size cinsel kimliği ile biyolojik/bedensel cinsiyetinin örtüşmediğini, uyuşmadığını açıkladığı için okumaktasınız. Bu kitapçığı edindiğiniz

Detaylı

ΣΔΛΙΚΔ ΔΝΙΑΙΔ ΓΡΑΠΣΔ ΔΞΔΣΑΔΙ. ΔΙΑΡΚΕΙΑ: 2 ώρες ΗΜΕΡΟΜΗΝΙΑ: 24 Μαΐοσ 2011 ΣΟ ΔΞΔΣΑΣΙΚΟ ΓΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΣΔΛΔΙΣΑΙ ΑΠΟ 6 (ΔΞΙ) ΔΛΙΓΔ. Τπογραφή καθηγητή:

ΣΔΛΙΚΔ ΔΝΙΑΙΔ ΓΡΑΠΣΔ ΔΞΔΣΑΔΙ. ΔΙΑΡΚΕΙΑ: 2 ώρες ΗΜΕΡΟΜΗΝΙΑ: 24 Μαΐοσ 2011 ΣΟ ΔΞΔΣΑΣΙΚΟ ΓΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΣΔΛΔΙΣΑΙ ΑΠΟ 6 (ΔΞΙ) ΔΛΙΓΔ. Τπογραφή καθηγητή: ΚΥΠΡΙΑΚΗ ΔΗΜΟΚΡΑΤΙΑ ΤΠΟΤΡΓΔΙΟ ΠΑΙΓΔΙΑ ΚΑΙ ΠΟΛΙΣΙΜΟΤ ΓΙΔΤΘΤΝΗ ΜΔΗ ΔΚΠΑΙΓΔΤΗ ΚΡΑΣΙΚΑ ΙΝΣΙΣΟΤΣΑ ΔΠΙΜΟΡΦΩΗ ΣΔΛΙΚΔ ΔΝΙΑΙΔ ΓΡΑΠΣΔ ΔΞΔΣΑΔΙ ΜΑΘΗΜΑ: ΣΟΤΡΚΙΚΑ ΕΠΙΠΕΔΟ: A ΔΙΑΡΚΕΙΑ: 2 ώρες ΗΜΕΡΟΜΗΝΙΑ: 24 Μαΐοσ 2011

Detaylı

YALNIZ BİR İNSAN. Her insanın hayatında mutlaka bir kitap vardır; ki zaten olması da gerekir. Kitap dediysem

YALNIZ BİR İNSAN. Her insanın hayatında mutlaka bir kitap vardır; ki zaten olması da gerekir. Kitap dediysem YALNIZ BİR İNSAN Her insanın hayatında mutlaka bir kitap vardır; ki zaten olması da gerekir. Kitap dediysem öyle sonunda hep iyilerin kazandığı, kötülerin cezalandırıldığı veya bir suçluyu bulmak için

Detaylı

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým. Kaybolan Çocuk Çocuklar için öyküler yazmak istiyordum. Yazmayý çok çok sevdiðim için sevinçle oturdum masanýn baþýna. Yazdým, yazdým... Sonra da okudum yazdýklarýmý. Bana göre güzel öykülerdi doðrusu.

Detaylı

tellidetay.wordpress.com

tellidetay.wordpress.com Beterin Beteri Var Mehmet işten çıkarılır. Eve gelip durumu bildirince, hanımı içeri almaz. Gidecek yeri olmadığından Şeyhin dergahına gider. Bu sırada şeyh talebeleriyle sohbet etmektedir. Bu arada börek

Detaylı

ESERLERLE BAŞ BAŞA KALMAK. Hayalinizde yarattığınız bir yerin sadece hayal olmadığının farkına vardığınız bir an

ESERLERLE BAŞ BAŞA KALMAK. Hayalinizde yarattığınız bir yerin sadece hayal olmadığının farkına vardığınız bir an Ece Şenses 21001982 ESERLERLE BAŞ BAŞA KALMAK Hayalinizde yarattığınız bir yerin sadece hayal olmadığının farkına vardığınız bir an oldu mu hiç? Louvre müzesi benim için tam olarak böyle oldu. Sadece benim

Detaylı

Gülmekten Öldüren Fıkralar - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

Gülmekten Öldüren Fıkralar - Genç Gelişim Kişisel Gelişim AMİN Çok iyi giyimli bir iş adamı Vatikan'a gelir papayla görüşmek istediğini söyler. Kendisini bir Kardinal'e götürürler. Adam ısrar eder. - Sizinle değil, doğrudan Papa ile ve yalnız görüşmek istiyorum.

Detaylı

Eskiden Amcam Başkötü ye ait olan Bizim Eski Yer,

Eskiden Amcam Başkötü ye ait olan Bizim Eski Yer, Eskiden Amcam Başkötü ye ait olan Bizim Eski Yer, DEŞŞET ORMANI, YARATIKKÖY Anneciğim ve Babacığım, Mektubunuzda sevgili bebeğinizin nasıl olduğunu sormuşsunuz, hımm? Ben gayet iyiyim, sormadığınız için

Detaylı

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΕΛΙΚΕΣ ΕΝΙΑΙΕΣ ΓΡΑΠΤΕΣ ΕΞΕΤΑΣΕΙΣ ΣΧΟΛΙΚΗ ΧΡΟΝΙΑ : 2014 2015 Μάθημα : Τουρκικά Επίπεδο : Ε1 Διάρκεια : 2 ώρες

Detaylı

Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi.

Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi. Marifetli Çocuk Üç kadın ellerinde sepetleriyle pazardan dönüyorlardı. Dinlenmek için yolun kenarındaki kanepeye oturdular. Çocukları hakkında sohbet etmeye başladılar. Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli

Detaylı

DÜZEY B1 Avrupa Konseyi Ortak Dil Ölçütleri Çerçevesinde BÖLÜM 4 SINAV GÖREVLİSİNİN KİTAPÇIĞI. Dönem Kasım 2009 DİKKAT

DÜZEY B1 Avrupa Konseyi Ortak Dil Ölçütleri Çerçevesinde BÖLÜM 4 SINAV GÖREVLİSİNİN KİTAPÇIĞI. Dönem Kasım 2009 DİKKAT ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΕΘΝΙΚΗΣ ΠΑΙ ΕΙΑΣ ΚΑΙ ΘΡΗΣΚΕΥΜΑΤΩΝ ΚΡΑΤΙΚΟ ΠΙΣΤΟΠΟΙΗΤΙΚΟ ΓΛΩΣΣΟΜΑΘΕΙΑΣ Milli Eğitim ve Din İşleri Bakanlığı Devlet Dil Sertifikası DÜZEY B1 Avrupa Konseyi Ortak Dil Ölçütleri Çerçevesinde BÖLÜM

Detaylı

Her hakkı saklıdır. Ticarî amaç ile basılamaz ve çoğaltılamaz. Copyright

Her hakkı saklıdır. Ticarî amaç ile basılamaz ve çoğaltılamaz. Copyright 1 POĞAÇA Ahmet: Merhaba güzel günler, merhaba Şule. Şule: Herkese merhaba. Ahmet: Merhaba Şule! Şule: Herkese merhaba. Ahmet: Ya ben sana Merhaba Şule. diyorum, sen niye Ahmet demiyorsun? Şule: Merhaba

Detaylı

A1 DÜZEYİ B KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: OKUL NO:

A1 DÜZEYİ B KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: OKUL NO: A1 DÜZEYİ ADI SOYADI: OKUL NO: NOT OKUMA 1. Aşağıdaki metni -(y/n)a, -(n)da, -(n)dan, -(y/n)i ve -(I)yor ekleriyle tamamlayınız. (10 puan) Sevgili Ayşe, Nasılsın? Sana bu mektubu İstanbul dan yazıyorum.

Detaylı

TOPLANTI BİLGİLERİ MUTLU GÜNLERİMİZ KONUKLARIMIZ

TOPLANTI BİLGİLERİ MUTLU GÜNLERİMİZ KONUKLARIMIZ K.R. RAVINDRAN U.R. Başkanı 2015 16 Canan ERSÖZ U.R. 2430. Bölge Guvernörü 2015 16 Firuz Harbiyeli 3. Grup Guvernör Yardımcısı Hüseyin MURSAL (Başkan) Süleyman ÇOLAKOĞLU (Asbaşkan) Okşan HALEFOĞLU (Kulüp

Detaylı

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΟ ΕΞΕΤΑΣΤΙΚΟ ΔΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΤΕΛΕΙΤΑΙ ΑΠΟ ΕΞΙ ( 6 ) ΣΕΛΙΔΕΣ

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΟ ΕΞΕΤΑΣΤΙΚΟ ΔΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΤΕΛΕΙΤΑΙ ΑΠΟ ΕΞΙ ( 6 ) ΣΕΛΙΔΕΣ ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΕΛΙΚΕΣ ΕΝΑΙΕΣ ΓΡΑΠΤΕΣ ΕΞΕΤΑΣΕΙΣ ΣΧΟΛΙΚΗ ΧΡΟΝΙΑ 2011-2012 Μάθημα: Τουρκικά Επίπεδο: 1 Διάρκεια: 2 ώρες Ημερομηνία:

Detaylı

GÜZELLER GÜZELİ BAYAN COONEY

GÜZELLER GÜZELİ BAYAN COONEY GÜZELLER GÜZELİ BAYAN COONEY Dan Gutman Resimleyen Jim Paillot Emma ya Öğle Yemeği Balık Pizza Browni Süt 6 7 8 İçindekiler 1. Ben Bir Dahiydim!... 11 2. Bayan Cooney Şahane Biri... 18 3. Büyük Kararım...

Detaylı

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi BÝRÝNCÝ BÖLÜM 1 Dünya döndü Son ders zili çalýnca tüm öðrenciler sevinç çýðlýklarý atarak okulu terk etti. Ýkili öðretim yapýlýyordu. Sabahçýlar okulu boþaltýrken, öðleci grup okula girmeye hazýrlanýrdý.

Detaylı

SIFATLAR. 1.NİTELEME SIFATLARI:Varlıkların durumunu, biçimini, özelliklerini, renklerini belirten sözcüklerdir.

SIFATLAR. 1.NİTELEME SIFATLARI:Varlıkların durumunu, biçimini, özelliklerini, renklerini belirten sözcüklerdir. SIFATLAR 1.NİTELEME SIFATLARI 2.BELİRTME SIFATLARI a)işaret Sıfatları b)sayı Sıfatları * Asıl Sayı Sıfatları *Sıra Sayı Sıfatları *Üleştirme Sayı Sıfatları *Kesir Sayı Sıfatları c)belgisizsıfatlar d)soru

Detaylı

Bir Ayakkabı Hikayesi - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

Bir Ayakkabı Hikayesi - Genç Gelişim Kişisel Gelişim Bir ayakkabıyım ben, küçük kırmızı ve oldukça şirin. Gülmeyin gerçekten şirinim, inanmazsanız resmime bakın. Dün usta parmaklar son şeklimi verdi bana. Her şeyimle mükemmel olduğumu da konuştu ustalar

Detaylı

CİN ALİ İLE BERBER FİL

CİN ALİ İLE BERBER FİL ....... CiN ALl'NIN HiKAYE KiTAPLAR! SERiSiNDEN BAZILARI 1 - Cin Ali'nin Atı 2 - Cin Ali'nin To'Ju ' 3 - Cin Ali'nin Topacı 4 - Cin Ali'nin Karagözlü Kuzusu 5 - Cin Ali'nin Oyuncakları 6 - Cin Ali Okula

Detaylı

Orijinal Adı: My Weird School / Miss Suki is Kooky! Yazarı: Dan Gutman Genel Yayın Yönetmeni: Meltem Erkmen Çeviri: Andaç Oral Düzenleme: Gülen Işık

Orijinal Adı: My Weird School / Miss Suki is Kooky! Yazarı: Dan Gutman Genel Yayın Yönetmeni: Meltem Erkmen Çeviri: Andaç Oral Düzenleme: Gülen Işık BAYAN SUKI / ÇOK ÖFKELİ Orijinal Adı: My Weird School / Miss Suki is Kooky! Yazarı: Dan Gutman Genel Yayın Yönetmeni: Meltem Erkmen Çeviri: Andaç Oral Düzenleme: Gülen Işık Resimleyen: Jim Paillot Kapak

Detaylı

Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı,

Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı, Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı, elinde boş bir çuval, alanın ortasında öylece dikiliyordu.

Detaylı

(22 Aralık 2012, Cumartesi) GRUP A. 2012-2013 Türkçe Ortak Sınavı Lise Hazırlık Sınıfı

(22 Aralık 2012, Cumartesi) GRUP A. 2012-2013 Türkçe Ortak Sınavı Lise Hazırlık Sınıfı 2012-2013 Türkçe Ortak Sınavı Lise Hazırlık Sınıfı AÇIKLAMALAR 1. Soruların cevaplarını kitapçıkla birlikte verilecek optik forma işaretleyiniz. 2. Cevaplarınızı koyu siyah ve yumuşak bir kurşun kalemle

Detaylı

ANOREKTAL MALFORMASYON DERNEĞİ

ANOREKTAL MALFORMASYON DERNEĞİ ANOREKTAL MALFORMASYON DERNEĞİ www.armtr.org Yazan: Billur Demiroğulları Çizen: Yasemin Erdem Kontrol: Özlem Küçükfırat Bilgi (Çocuk Gelişim Uzmanı) Bu hikaye kitabının her türlü yayın hakkı Anorektal

Detaylı

Günler süren yağmurdan sonra bulutlar kayboldu. Güneş, ışıl ışıl yüzünü gösterdi. Yıkanan doğanın renklerine canlılık gelmişti. Ağaçlardan birinin

Günler süren yağmurdan sonra bulutlar kayboldu. Güneş, ışıl ışıl yüzünü gösterdi. Yıkanan doğanın renklerine canlılık gelmişti. Ağaçlardan birinin Günler süren yağmurdan sonra bulutlar kayboldu. Güneş, ışıl ışıl yüzünü gösterdi. Yıkanan doğanın renklerine canlılık gelmişti. Ağaçlardan birinin kökünden kahverengi, pırıl pırıl bir şerit uzanıyordu.

Detaylı

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu!

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu! Kaybolmasınlar Diye Mesleğini sorduklarında ne diyeceğini bilemezdi, gülümserdi mahçup; utanırdı ben şairim, yazarım, demeye. Bir şeyler mırıldanırdı, yalan söylememeye çalışarak, bu kez de yüzü kızarırdı,

Detaylı

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: 11.9.2011. Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: 11.9.2011. Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat - şiirler - Yayın Tarihi: 11.9.2011 Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat Yayın Hakkı Notu: Bu e-kitapta yer alan şiirlerin tüm yayın hakları şairin kendisine ve / veya yasal temsilcilerine aittir.

Detaylı

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. Yunus ve Büyük Balık

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. Yunus ve Büyük Balık Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Yunus ve Büyük Balık Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: Jonathan Hay Uyarlayan: Mary-Anne S. Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org 2011 Bible

Detaylı

ÇAYLAK. Çevresinde güzel bahçeleri olan bir villaydı.

ÇAYLAK. Çevresinde güzel bahçeleri olan bir villaydı. ÇAYLAK Çevresinde güzel bahçeleri olan bir villaydı. Alt katta genel tıbbi muayene ve müdahaleleri yapılıyordu. Bekleme salonu ve küçük bir de laboratuar vardı. Orta katta diş kliniği ve ikinci bir muayene

Detaylı

Kızım, evde köpek. bu köpeği eve? dedi. annesi. Zaten hep beni suçlarsın! dedi Cimcime. Mıyk! diye sızlandı köpek. Hemen gidecek bu köpek!

Kızım, evde köpek. bu köpeği eve? dedi. annesi. Zaten hep beni suçlarsın! dedi Cimcime. Mıyk! diye sızlandı köpek. Hemen gidecek bu köpek! Kızlar, ben geldim, dedi Gönül Hanım. Hav! Cimcime! Bu köpek nereden geldi? Sen zaten hiç köpek sevmiyorsun! dedi Cimcime. Evde köpeğin ne işi var? Miyav! Miyav! Miyav! diye ağladı kedi Köfte dığı odadan.

Detaylı

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΕΛΙΚΕΣ ΕΝΙΑΙΕΣ ΓΡΑΠΤΕΣ ΕΞΕΤΑΣΕΙΣ ΣΧΟΛΙΚΗ ΧΡΟΝΙΑ: 2013-2014 Μάθημα: Τουρκικά Επίπεδο: Ε3 Διάρκεια: 2 ώρες Ημερομηνία:

Detaylı

Dört öğrenci sabahleyin uyanamamışlar ve matematik finalini kaçırmışlar, ertesi gün hocalarına gitmişler, zar zor ikna etmişler. Arabaya bindik yolda

Dört öğrenci sabahleyin uyanamamışlar ve matematik finalini kaçırmışlar, ertesi gün hocalarına gitmişler, zar zor ikna etmişler. Arabaya bindik yolda Bir gün sormuşlar Ermişlerden birine: Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? Bakın göstereyim demiş Ermiş. Önce sevgiyi dilden gönle indirememiş olanları çağırarak onlara

Detaylı

Bir gün insan virgülü kaybetti. O zaman zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı. Cümleleri basitleşince düşünceleri de basitleşti. Bir başka gün ise ünlem işaretini kaybetti. Alçak

Detaylı

T.C. M.E.B ÖZEL MANİSA İNCİ TANEM ANAOKULU DENİZ İNCİLERİ SINIFI

T.C. M.E.B ÖZEL MANİSA İNCİ TANEM ANAOKULU DENİZ İNCİLERİ SINIFI BELİRLİ GÜN VE HAFTALAR 4-10 Nisan: Polis Haftası 7-13 Nisan: Dünya Sağlık Günü 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı 23 Nisan'ı içine alan hafta: Dünya Kitap Günü T.C. M.E.B ÖZEL MANİSA İNCİ TANEM

Detaylı

Şehirdeki Yeni Hayatımız Başlıyor

Şehirdeki Yeni Hayatımız Başlıyor Şehirdeki Yeni Hayatımız Başlıyor CAAARTTTT! CAARRTTTT! Az önce annemin yanına gidip, Bu sesi seviyor olsaydım, eve böyle öten bir kuş alırdım dedim. Annem, gözlerini şaşı yapıp suratıma baktı. Şakalarımı

Detaylı

Turkiye' ye dönmeden önce üniversiteyi kazandığımı öğrenmistim. Hayatımın en mutlu haberini de orada almıştım.

Turkiye' ye dönmeden önce üniversiteyi kazandığımı öğrenmistim. Hayatımın en mutlu haberini de orada almıştım. Meraba, Ben Asena Ünğan. 19 yaşındayım. 1-22 Eylül 2016 tarihinde Güney Kore'de, Incheon, Seoul,Jeonju,Gyeonju ve Busan da bulundum. Güney Kore topraklarına sevdam 9 yaşında iken, Taekwondo ile başladı.

Detaylı

BARIŞ BIÇAKÇI Aramızdaki En Kısa Mesafe

BARIŞ BIÇAKÇI Aramızdaki En Kısa Mesafe BARIŞ BIÇAKÇI Aramızdaki En Kısa Mesafe BARIŞ BIÇAKÇI 1966 da Adana da doğdu. Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile birlikte Ocak 1994 ve Ekim 1997 de iki şiir kitabı yayımladı. İletişim Yayınları nca

Detaylı

BÖLÜM 1. İLETİŞİM, ANLAMA VE DEĞERLENDİRME (30 puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKAYESİ

BÖLÜM 1. İLETİŞİM, ANLAMA VE DEĞERLENDİRME (30 puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKAYESİ BÖLÜM. İLETİŞİM, NLM VE DEĞERLENDİRME ( puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKYESİ 8 Hayatı boyunca mutlu olmadığını fark eden bir adam, artık mutlu olmak istiyorum demiş ve aramaya

Detaylı

6 Çocukla Ahır'da Yaşam Mücadelesi

6 Çocukla Ahır'da Yaşam Mücadelesi 6 Çocukla Ahır'da Yaşam Mücadelesi Kahramanmaraş ın Ekinözü İlçesine bağlı Alişar Köyünde 54 Yaşındaki Mehmet Göyün 6 Çocuğu ile birlikte tek göz kerpiç odanın içinde verdiği yaşam Mücadelesi yürekleri

Detaylı

Yönetici tarafından yazıldı Çarşamba, 09 Eylül 2009 12:41 - Son Güncelleme Çarşamba, 09 Eylül 2009 13:10

Yönetici tarafından yazıldı Çarşamba, 09 Eylül 2009 12:41 - Son Güncelleme Çarşamba, 09 Eylül 2009 13:10 Bir Gencin Eroin Kullandığı Nasıl Anlaşılır? Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Anatolia Klinikleri nde Şef Yardımcısı Doç. Dr. Özkan Pektaş a bu soruyu sorduğumda söze şöyle başladı: Daha kırık kırık, çatallı,

Detaylı

İLK OK UMA KİT APLARI

İLK OK UMA KİT APLARI İLK OKUMA KİTAPLARI Bu kitabın sahibi:... Altı yaşındaki Ugo bir sabah uyanmış ve bir de bakmış ki karnının üzerinde yeşil bir aslan oturuyor! Aslan şişman değilmiş ama pek ufak tefek de sayılmazmış.

Detaylı

A1 DÜZEYİ A KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: OKUL NO:

A1 DÜZEYİ A KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: OKUL NO: A1 DÜZEYİ ADI SOYADI: OKUL NO: NOT OKUMA 1. Aşağıdaki metni -(y/n)a, -(n)da, -(n)dan, -(y/n)i ve -(I)yor ekleriyle tamamlayınız. (10 puan) Sevgili Ayşe, Nasılsın? Sana bu mektubu İstanbul dan yazıyorum.

Detaylı

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir?

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir? ALTIN BALIK Bir zamanlar iki balıkçı varmış. Biri yaşlı, diğeriyse gençmiş. İki balıkçı avladıkları balıkları satarak geçinirlermiş. Bir gün yine denize açılmışlar. Ağı denize atıp beklemeye başlamışlar.

Detaylı

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

Güzel Bir Bahar ve İstanbul Güzel Bir Bahar ve İstanbul Bundan iki yıl önce 2013 Mayıs ayında yolculuğum böyle başladı. Dostlarım, sınıf arkadaşlarım ve birkaç öğretmenim ile bildiğimiz İstanbul, bizim İstanbul a doğru yol aldık.

Detaylı

Jake mektubu omzunun üstünden fırlatır. Finn mektubu yakalamak için abartılı bir şekilde atılır.

Jake mektubu omzunun üstünden fırlatır. Finn mektubu yakalamak için abartılı bir şekilde atılır. İÇ - AĞAÇ EV SALONU - GÜNDÜZ Salon kapısının altından içeri bir mektup süzülür. mektubu almak için koşar. zarfı çevirir, üstünde yazmaktadır. Oo, posta gelmiş! Hey,, bu sana! mektubu omzunun üstünden fırlatır.

Detaylı

Rukia Nantale Benjamin Mitchley Nahide Büşra Ertekin Turkish Level 5

Rukia Nantale Benjamin Mitchley Nahide Büşra Ertekin Turkish Level 5 Simbegwire Rukia Nantale Benjamin Mitchley Nahide Büşra Ertekin Turkish Level 5 Simbegwire annesi öldüğü zaman çok üzüldü. Simbegwire ın babası, kızıyla ilgilenmek için elinden gelenin en iyisini yaptı.

Detaylı

Bay Çiklet in Bahçesi

Bay Çiklet in Bahçesi 1. Bölüm Bay Çiklet in Bahçesi Bay Çiklet, kırmızı sakallarıyla ve bacakları birbirine dolanmış bir ahtapot gibi ters ters bakan, kan çanağı gözleriyle öfke dolu, yaşlı bir adamdı. Çocuklardan, hayvanlardan,

Detaylı

Edwina Howard. Çeviri Elif Dinçer

Edwina Howard. Çeviri Elif Dinçer Edwina Howard Çeviri Elif Dinçer 4 Bölüm Bir Herkes aynı şeyi söyler: Jeremy türünün tek örneğidir. Herkes böyle söyler işte. Şey, öğretmenimiz Bay Buttsworth dışında herkes. Ona göre Jeremy başına bela

Detaylı

Cennet, Tanrı nın Harika Evi

Cennet, Tanrı nın Harika Evi Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Cennet, Tanrı nın Harika Evi Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: Lazarus Uyarlayan: Sarah S. Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org 2010 Bible

Detaylı

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. Cennet, Tanrı nın Harika Evi

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. Cennet, Tanrı nın Harika Evi Çocuklar için Kutsal Kitap sunar Cennet, Tanrı nın Harika Evi Yazarı: Edward Hughes Resimleyen: Lazarus Uyarlayan: Sarah S. Tercüme eden: Nurcan Duran Üreten: Bible for Children www.m1914.org 2010 Bible

Detaylı

2011, Tudem Eğitim Hizmetleri San. Tic. A.Ş. 1476/1 Sok. No:10/51 Alsancak-Konak/İZMİR

2011, Tudem Eğitim Hizmetleri San. Tic. A.Ş. 1476/1 Sok. No:10/51 Alsancak-Konak/İZMİR KURABİ YE UÇAN OMLET 2011, Tudem Eğitim Hizmetleri San. Tic. A.Ş. 1476/1 Sok. No:10/51 Alsancak-Konak/İZMİR YAZAR: Niran Elçi - Matthew Thompson RESİMLEYEN: Serap Deliorman EDİTÖR: Burhan Düzçay BASKI

Detaylı

FK IX OFFER BENLİK İMAJ ENVANTERİ

FK IX OFFER BENLİK İMAJ ENVANTERİ FK IX OFFER BENLİK İMAJ ENVANTERİ 1- Beni çok iyi tanımlıyor 2- Beni iyi tanımlıyor 3- Beni az çok iyi tanımlıyor 4- Beni pek tanımlamıyor 5- Beni zaman zaman hiç tanımlamıyor 6- Beni hiç tanımlamıyor

Detaylı

Okula sadece dört dakikalık yürüme mesafesinde oturmama

Okula sadece dört dakikalık yürüme mesafesinde oturmama Okula sadece dört dakikalık yürüme mesafesinde oturmama rağmen sık sık geç kalırım... okul BIZIM (Meşelik) yol.. BIZIM ev Üç Kuruş Sokağı Kale Yolu Dükkan iki dak Meşelik ika Percy Sokağı Okula iki dakika

Detaylı

HAYAT BİLGİSİ A TEMASI: OKUL HEYECANIM. Gözümüzün rengi Saçımızın rengi Okula gitmemiz Yukarıdakilerden hangisi fiziksel özelliğimiz değildir?

HAYAT BİLGİSİ A TEMASI: OKUL HEYECANIM. Gözümüzün rengi Saçımızın rengi Okula gitmemiz Yukarıdakilerden hangisi fiziksel özelliğimiz değildir? 1. SINIF OKULA YARDIMCI VE SINAVLARA HAZIRLIK A TEMASI: OKUL HEYECANIM TEST-1 1. Gözümüzün rengi Saçımızın rengi Okula gitmemiz Yukarıdakilerden hangisi fiziksel özelliğimiz değildir? A) Okula gitmemiz

Detaylı

Geç Kalmış Bir Yazı. Yazar Şehriban Çetin

Geç Kalmış Bir Yazı. Yazar Şehriban Çetin Bir bahar günü. Doğa en canlı renklerine büründü bürünecek. Coşku görülmeye değer. Baharda okul bahçesi daha bir görülmeye değer. Kıpır kıpır hareketlilik sanki çocukların ruhundan dağılıyor çevreye. Biz

Detaylı

Umutla, harabelerde günlük turuna çıkmış olan bekçi Hilmi Efendi yi aramaya koyuldu. Turist kalabalığı Efes sokaklarına çoktan akmaya başlamıştı.

Umutla, harabelerde günlük turuna çıkmış olan bekçi Hilmi Efendi yi aramaya koyuldu. Turist kalabalığı Efes sokaklarına çoktan akmaya başlamıştı. Düş Kırıklığı Karnı iyice acıkmıştı. Harabeler içinde bulunan bekçi kulübesinin ardındaki, begonvil, yasemin ve incir ağaçlarıyla çevrili alana doğru koştu. Leziz yemeğinin tadını uzaktan bile duyumsuyordu.

Detaylı

> > ADAM - Yalnız... Şeyi anlamadım : ADAMIN ismi Ahmet değil ama biz şimdilik

> > ADAM - Yalnız... Şeyi anlamadım : ADAMIN ismi Ahmet değil ama biz şimdilik KISKANÇLIK KRİZİ > > ADAM - Kiminle konuşuyordun? > > KADIN - Tanımazsın. > > ADAM - Tanısam sormam zaten. > > KADIN - Tanımadığın birini neden soruyorsun? > > ADAM - Tanımak için. > > KADIN - Peki...

Detaylı

OHIO DOĞAÇLAMASI (OHIO IMPROMPTU)

OHIO DOĞAÇLAMASI (OHIO IMPROMPTU) OHIO DOĞAÇLAMASI (OHIO IMPROMPTU) Samuel Beckett (1981) Türkçesi: Semih Fırıncıoğlu Ohio Doğaçlaması (Ohio Impromptu) ilk kez 9 Mart 1981 de, Ohio State Üniversitesi nin işbirliğiyle, Drake Union, Stadium

Detaylı