Rumuz : Rumpelstiltskin Parazit Kapının hızlı hızlı vurulmasıyla uyanıyorum. Rüya görüyor olmalıyım. Henüz her yer aydınlık ama geceyi kaçırmışım gibi bir telaşla ayağa fırlıyorum. Hiç ses çıkarmadan bekliyorum. Cinim gelmiş olabilir mi? Ondan başka kimseyi beklemiyorum. Kimse de beni ziyarete gelmez zaten. Karanlıktan korktuğum zamanlar çok geride kaldı. O zamanları özlüyorum. Sırf bu yüzden geceleri daha çok sever oldum. Artık sadece dışarıdan gelen sokak lambasının ışığında bütün gecemi geçirebiliyorum. Karanlık tarafa geçenlerin ışığa ihtiyacı olmalı. Ben ise bunu reddediyorum. Kapı çalmaya devam ediyor. Hiç sesimi çıkarmıyorum. Uzun süredir geceleri, çatıdaki deponun camından dışarıyı seyrediyorum. Gündüzleri ise canım sıkıldığı için günü uyuyarak geçiriyorum. Sabahları bizimkiler evden çıkar çıkmaz, aşağıya inip günlük erzağımı tamamlıyor, çöpümü boşaltıyorum. Sadece buraya yerleştiğim gün, annemle babamın beni beklemek için aylarca evden çıkmayacaklarını düşünerek, tüm paramı harcamış, epeyce alış veriş yapmış ve çatıdaki depoyu bana iki ay yetecek kadar yiyecekle doldurmuştum. Oysa yirmi ikinci gün her şey neredeyse eski haline dönmüştü. Açıkçası bizimkiler beni unutup, parazitli hayatlarına devam etmişti. Bilirsiniz işte, git, gel, tekrar git ve tekrar gel. Bu yaşam şeklini ilk kez iki sene önce bahçedeki erik ağacının gölgesinde, çimlerin arasında yatarken keşfetmiştim. Çimin ucuna tırmanan bir karınca dikkatimi çekmişti. Bu karınca hiç durmadan çimin tepesine kadar tırmanıyor, düşüyor, tekrar tırmanıyor, tekrar düşüyor ve yeniden tırmanıp çimin ucunda kalmaya çalışıyordu. Azmine acayip şaşırmıştım ama ne yaptığını, çimin tepesine neden tırmanmaya çalıştığını bir türlü anlayamamıştım. O gün ve sonraki günler o karıncanın hareketleri kafamı kurcalamaya devam etmişti. Sonunda nedenini Vikipedi de buldum. Karıncayı çimin tepesine bir arazi aracı gibi süren zırıltı; yaşam döngüsünü sürdürebilmek için bir şeylere tutunması, bir yerlere yerleşmesi gereken bir parazit mantarından başka bir şey değilmiş. Nasıl ki somon balıkları yumurtlama alanına akıntıya karşı yüzerek ulaşıyorlarsa bu parazitler de bir karıncanın içine girip beynini ele geçirebilir ve onu minik bir zombiye çevirebilirlermiş. Anlayacağınız bizim zavallı karıncanın bu parazitten haberi olmadan, yaptıklarını sanki kendi isteği ile yapıyormuşçasına kararlı bir şekilde çime tırmanmasına beynini ele geçiren küçücük bir kurtçuk neden oluyormuş. Karıncanın bunu
anlayamaması o kadar ürkütücüydü ki bir kaç akşam rüyalarımda kendimi o karınca gibi beynimdeki parazitten habersiz çalışıp dururken görmüştüm. Aslında bazen yaşamda çözemediklerimizi rüyalarda çözebildiğimize inanırım ben. Bu rüyaların etkisiyle olacak, rehberlik hocam Bay B yi ağzından bir sürü paraziti yüzüme doğru savururken görüp, kaçarcasına odasından dışarıya fırladığımı çok iyi hatırlıyorum. Oysa o gün Bay B, sadece beni karşısına alıp arkadaşlarıma nasıl davranmam, derslerim konusunda ne yapmam gerektiğini uzun uzun anlatıp, kendini iyi hissetmeye çalışıyordu. Ancak adamcağızın tepkim karşısında aslına dönüp, benden bir halt olmayacağını arkamdan bağırırken daha çok rahatladığını hissetmiş bu yüzden hiç de vicdan azabı çekmemiştim. Bu olayın ertesi gününden itibaren neredeyse hayatımdaki herkes parazit salan haline gelmişti. Önce okula çağrılan annem ve babamın, sonraki günlerde öğretmenlerimin, sonra yine bizimkilerin, okul müdürünün ve sonunda bir sürü farklı psikoloğun parazitlerine maruz kalmaya başlamıştım. Evdekiler cin çarpmışa dönmüş gibiydiler. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Oysa onlara anlatmaya çalışıyordum. Beni, ne para kazanmak, ne kariyer yapmak, ne de arkadaşlıklar ilgilendiriyordu. Evlenmeyi falan da düşünmüyordum. Tek başıma olmaktan, bu evde yaşamaktan ve kuşlarımla uğraşmaktan memnundum, başka hiçbir şey de ilgimi çekmiyordu. Çok zekiymişim, zeka seviyemi ölçtürdükleri için biliyorlardı, ama neden böyle yapıyordum? Bir türlü anlayamıyorlardı. O zekayla beni anlayamazsınız demek geçiyordu içimden ama onları daha fazla üzmek de istemiyordum. Hatta bir gün, babam, benim son model bir Porsche ye sahip olduğumu ancak bir kamyonmuşçasına yetmişle en sağ şeritten gitmeyi tercih ettiğimi açıklarken ona zombi karıncayı anlatmayı bile düşünmüştüm ama hemen vazgeçmiştim. Belki de bu dönemin geçeceğine inanmaları onlar için daha iyi olacaktı. Annem ise daha çok, arkadaşımın olmamasına takılıyordu. Sırf onu rahatlatmak için futbol sahasına gidip, oyuncuların saha dışına çıkan toplarını topluyor, bazı çocukların para karşılığında ödevlerini yapıyordum. Annem yaptığım ödevleri gördükçe beni biraz olsun rahat bırakıyordu. Üstelik ben de para kazanmış oluyordum. Kendi ödevlerimi yapmayı düşünmüyordum bile. Kimse ödevimi yapmam için bana para vermiyordu. Sonunda elde edeceğim, işime yaramayacak bir diploma için de ödev yapmama gerek yoktu. İşte olaylar böyle başladı ve uzun bir süre devam etti. Annemi, babamı ve beş yaşındaki kardeşimi seviyordum. Bıraksalar onlardan ayrılmayı hiç düşünmezdim ama bırakmadılar.
Bundan epey bir süre önce, bir gün, son bir ayda yaptığım gibi okula gitmeyip, bizimkilerin işe gittiğini düşünerek eve dönmüştüm. Salondan konuşma sesleri duyduğumda, yanıldığımı anladım. Annem işe gitmemişti ve telefonda konuşuyordu. Konuşmasında sıklıkla adım geçtiği için dinlemeye başladım. Yaptığım şeyi tasvip etmiyorum ama demek ki bazı parazitlerin beynimi ele geçirmesine engel olamamışım. Çok üzülüyorum... bilmiyorum... değişen bir şey göremiyorum... henüz söylemedim... ufaklıkta onu taklit etmeye başladı... mesela okula gitmek istemediğini söylüyor... ona da kötü örnek olduğunu düşünüyorum. Buradan gitmeliydim ama nereye gideceğimi de bilmiyordum. Sonuçta dünya azımsanamayacak kadar çok, beyinleri ele geçirilenlerle doluydu. Hiç değilse bizimkilerle mücadele edebiliyordum ama yeni insanları kaldırabileceğimi hiç sanmıyordum. O gün akşama kadar uzun uzun düşündüm. İşe yaramaz insanların kaldırılacağı bir yer yok muydu acaba? Bulamadım. Akşam yemeğinden sonra çöpü dökme bahanesi ile babamın viskilerinden birini gazeteye sararak bahçeye gizledim. Evdekilere sinemaya gideceğimi söyleyerek evden ayrıldım. Hiç tepki vermediler. Bu iyi bir şeydi. Önce, sınıftaki çocukların akşam toplandıkları parka doğru yürüdüm. Bir süre onları uzaktan seyrettim. Elimdeki şişe nedeniyle bana iyi davranacaklarını biliyordum. İki yüzlü insanları hiç sevmem. Vazgeçtim. Parkın iç kısımlarına doğru yürüdüm. Havuzun yanındaki bankta oturan kızlar bana heyecanla el sallayınca yolumu değiştirdim. Ben görmeyenleri ve kendini göstermeye çalışmayanları severdim ki henüz böyle bir kıza rastlamamıştım. Böyle birinin dünyada var olup olmadığını düşündüm. Olsa bile benimle karşılaşması pek mümkün değildi. Parkın sık ağaçlarının duvarla sınırlandığı nokta yeterince karanlıktı. Sırtımı duvara dayayıp oturdum. Elimdeki viskiyi yudumlamaya başladım. İçtikçe midem bulanıyordu ama içmeliydim. Kafam bulanıklaştıkça ailemden uzak yaşayabileceğim yerler konusunda beynimden parlak fikirler fışkıracağını düşünüyordum ama midemdekilerden başka hiçbir şey fışkırmadı. Neredeyse üstüm başım kusmuk içinde kalmıştı. Üstelik üzerime umutsuzluk da çökmüştü. Bir fikir ölümü hali ki, işkencenin dik âlâsı. Beyin ölümünde bile bazı organlar başkasının işine yarıyor hiç değilse Fikir ölünce arkasından duasını okuyan, helvasını kavuran bile yok. Sadece ağıt niyetine ağızdan yükselen mecalsiz bir mızırtı Olmadı! O gece orada sızdım.
Ertesi sabah uyandığımda her yerim tutulmuş ve donmuştu. Bütün gün zorlukla şehirde kendime daha sıcak olabilecek yerler aradım. Hatta bulaşıkçı arayan bir lokantaya iş başvurusunda bile bulundum. Ancak halim lokantanın sahibine hiç hijyenik gelmedi. Üstüm başım dün geceden dolayı felaketti. Yediğim kuru ayazın etkisiyle de burnumu bir süreliğine tatile çıkarıp ağzımdan nefes almaya çalışıyordum. Başlangıçta ağızdan nefes almak iyi gibi gelse de, sonradan suratımın alt yarısının dönüşü olmayan diyarlara gittiğini, gözlerimin yuvalarından fırlayarak göz deliklerinden soluyan ilk insan olarak tarihte yerimi bulduğumu düşünecek kadar kötüleşmiştim. Sonuçta bedenim lime lime, bari ruhum sağlam kalsın diyerek lokanta sahibinin bir şey söylemesine fırsat vermeden, geldiğim gibi ayrıldım. Böyle olmayacaktı. Akşama doğru eve döndüm. Gerçi dönüşüm pek kutlu olmadı ama sonunda annemin ağlamaları, babamın bağrışları ile odama ulaşabildim. O gece müthiş derin bir uyku çektim. Öğleye doğru uyandığımda annemin baş ucuma bıraktığı sandviçi yerken televizyon kanallarını dolaştım. Bütün fikirlerin iki kulağımın arasındaki gri bölgeden kaynaklanması gerekmiyormuş demek ki. Amerikan dizileri sağ olsun. İşe yaramayan malzemeleri çatıdaki depoya kaldırması için eşine talimat veren kadın birdenbire fikrimin anası oluverdi. Evimiz dört katlı müstakil bir evdi. Üst katımız teyzemlere ait olmasına rağmen onlar Almanya da yaşadıkları için evde eşyalarından başka kimse yoktu. Teyzemlerin evinin üstünde ise apartmanın son merdivenleri ile çıkılan, eski eşyaların durduğu ve kullanılmayan bir çatı katı bulunurdu. İşte yaşayacağım yeri bulmuştum. Günlerce hazırlık yaptım. Önce çatı katını temizleyip, kilidini değiştirdim. Eski buzdolabını onarması için tamirci çağırdım. Depodaki eşyaların arasından bulduğum yatağı evden kaçırdığım çarşaflarla kapladım. Her gün düzenli olarak yeni yuvama erzak taşıdım. Ve böylece yaşayacağım yere kavuşmuş oldum. İlk günler eve gelen gidenle, bizimkilerin telaşıyla epey patırtılı geçse de zamanla her şey düzeldi. Her şey o kadar yeknesak hale geldi ki can sıkıntısından neredeyse bütün gün uyumaya başladım. Bazen uyandığımda eşyaların yeri değişmiş, odam toparlanmış gibi geliyordu ama yalnızlığın etkisi ile aklımın bana oyun oynadığını
düşünüyordum. Bir süre sonra odamdaki kitapları, ansiklopedileri, ders kitaplarımı depoma taşıyarak tüketmeye başladım. Hatta artık akşamları gece lambasının ışığında durmadan okuyordum. Üstelik bir cin sahibi bile oluştum. Doğru ya size ondan hiç bahsetmemiştim. Benimki eski eşyaların arasında gizlenen çok utangaç bir cindi. Ayrıca pek yerinde de duramıyordu. Öncelikle size onun dış görünüşünü biraz tarif edeyim. Kömür gibi gözleri vardı. O kömürün türü de linyit. Şaka bir yana, çocukken linyitin yüzeyinde puslu bir flaş ışığı gibi çakan parıltılar beni büyülerdi. Hatta bazı gösterişli parçaları sobaya atmaya kıyamaz, olur olmaz yerlere gizleyerek gün içinde çaktırmadan bakar, uzaydan dünyaya düşmüş çok değerli bir taş olduğunu ve kendini gizlemek için kömür kılığına girdiğini hayal ederdim. Sonradan elmasın prematüre kardeşi olduğunu öğrenince haklılığım da kanıtlanmış oldu zaten. Neyse işte benim cinimin gözleri de pırıl pırıldı. İsmini maalesef hiç öğrenemedim. Rumpelstiltskin i hatırlarsınız Masaldaki kraliçe onun adını öğrenebilmek için şarkı söylemesini beklemek zorunda kalmıştı hani. Oysa benimkinin sesi kargadan beterdi. Üstelik bu cin tayfası isimlerini verme konusunda pek nekes. Neyse her gün kulağıma bir sürü hikaye fısıldamaya başladı. Okumayı bırakıp artık yazmaya başlamıştım. Hatta çoğu zaman neredeyse uyumadan yazıyor, bazı günler aşağıya inip erzak bile almayı unutuyordum ama cinim ne yapıp edip eksiklerimi tamamlıyordu. Çatı katında kaç gün geçirdiğimi bilmiyorum ama bir gün cinim kayboluverdi. Ne kendisini ne de kulağıma fısıldayan sesini duyamaz oldum. Üstelik yaz geldiği için içerisi sauna gibi olmaya, camları açtığımda ise sinek bulutları ile dolmaya başlamıştı. Yetmezmiş gibi bütün vücudum kırmızı kırmızı kabarcıklarla kaplanmıştı. Son bir kaç gündür, acaba bizimkileri affetsem ve bazı şeyleri onlardan daha iyi bilmem olasılığına alışmaları için onlara şöyle yirmi beş, otuz yıl kadar bir vakit tanısam mı acaba diye düşünmeye başlamıştım. Kapım artık hiç susmuyordu. Açmaktan başka çarem kalmamıştı. Kapıyı temkinle açtım. Açar açmaz da karşımda annem, babam, kardeşim ve kocaman bir doğum günü pastasıyla karşılaştım. Yüzüme sinirli bir ifade vermeye çalışıp ne kadar çaktırmamaya uğraşsam da nörolojik faaliyetlerimin giderek zayıfladığını hissediyordum. Meğer en baştan beri burada olduğumu biliyorlarmış. Eğer endişeli ebeveynlerim bir bilene danıştılarsa bile benim bundan hiç haberim olmadı ama beynimdeki parazitlerin beni tümden ele geçirmiş olduğunu artık çok iyi anlamış bulunuyorum.