ROLF LAPPERT 1958 yılında İsviçre nin Zürih kentinde doğan Rolf Lappert, asıl olarak grafik sanatçısı olarak meslek hayatına başlamıştır. Yayımladığı ilk romanlarının ardından uzun süre yazmaya ara vermiş ve bir arkadaşıyla beraber bir caz kulübü kurup işletmiştir. Halen İrlanda da yaşıyor. Diğer Romanları: Folgende Tage (Basel 1982); Passer (Basel 1984); Der Himmel der perfekten Poeten (Zürih 1994); Die Gesänge der Verlierer (Zürih 1995); Auf den Inseln des letzten Lichts (Münih 2010). Şiir Kitapları: Die Erotik der Hotelzimmer, (Basel 1982); Im Blickfeld des Schwimmers (Basel 1986).
Ayrıntı: 603 Edebiyat Dizisi: 176 Eve Yüzmek Rolf Lappert Kitabın Özgün Adı Nach Hause Schwimmen Almanca'dan Çeviren Çağlar Tanyeri Yayıma Hazırlayan Asuman Karakaya Son Okuma Tayfun Koç Carl Hanser Verlag München 2008 The publication of this work was supported by a grant from the Swiss Arts Council Prohelvetia Bu kitabın Türkçe yayım hakları Ayrıntı Yayınları na aittir. Kapak Tasarımı Arslan Kahraman Kapak Resmi Diana Healey / Botanica / Getty Images Turkey Kapak Düzeni Gökçe Alper Dizgi Hediye Gümen Baskı Kayhan Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 244 Topkapı/İst. Tel.: (0212) 612 31 85 Birinci Basım 2011 Baskı Adedi 2000 ISBN 978-975-539-629-3 Sertifika No: 10704 AYRINTI YAYINLARI Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No: 3 Cağaloğlu İstanbul Tel.: (0212) 512 15 00 Fax: (0212) 512 15 11 www.ayrintiyayinlari.com.tr & info@ayrintiyayinlari.com.tr
Rolf Lappert Eve Yüzmek
EDEBİYAT DİZİSİ GÜNDELİK MUTLULUĞA ALIŞMA/Anja Meulenbelt Ë MURPHY/Samuel Beckett Ë MASAL MASAL İÇİNDE/ Khimaira/John Barth Ë ZEN VE MOTOSİKLET BAKIM SANATI/Robert M. Pirsig Ë PARFÜMÜN DANSI/ Tom Robbins Ë SINIRSIZ RÜYALAR DİYARI/J. G. Ballard Ë FRANSIZ TEĞMENİN KADINI/John Fowles Ë BEYAZ OTEL/D.M. Thomas Ë MYRA/Gore Vidal Ë DALGALAR/Virginia Woolf Ë ATLANTİK ÖTESİ/ Witold Gombrowicz Ë HAYRANLIK/Anja Meulenbelt Ë FERDYDURKE/Witold Gombrowicz Ë MELEKLER ZAMANI/Iris Murdoch Ë PAULINA 1880/Pierre Jean Jouve Ë EŞEKARISI FABRİKASI/Iain Banks Ë ROCK LANETİ/Iain Banks Ë KAYIP ZAMAN/Anja Meulenbelt Ë SENİ İÇİME GÖMDÜM/Andrew Jolly Ë BAŞTAN ÇIKARICININ GÜNLÜĞÜ/Søren Kierkegaard Ë KONFIDENZ/Ariel Dorfman Ë ALTIN DAMLA/Michel Tournier Ë BİR GARİP VAKA: MATMAZEL P./Brian O Doherty Ë NIETZSCHE AĞLADIĞINDA/Irvin D. Yalom Ë KIZILAĞAÇLAR KRALI/Michel Tournier Ë AİLEDE BİR ÖLÜM/James Agee Ë KUTSAL BÖLGE/ Carlos Fuentes Ë KALPSİZ AMANDA/Jurek Becker Ë 62-MAKET SETİ/Julio Cortázar Ë ÇARPIŞMA/J.G. Ballard Ë ÜÇLEME-Molloy-Malone Ölüyor-Adlandırılamayan/Samuel Beckett Ë DUR BİR MOLA VER/Tom Robbins Ë HIRSIZIN GÜNLÜĞÜ/Jean Genet Ë KÜÇÜK DEĞİŞİMLER/Marge Piercy Ë LILA/Robert M. Pirsig Ë ERGİNLİK YAŞI/Michel Leiris Ë AŞKSIZ İLİŞKİLER/Samuel Beckett Ë ESİRGEYEN GÖKYÜZÜ/Paul Bowles Ë YALANCI JAKOB/Jurek Becker Ë DİVAN/Irvin D. Yalom Ë PORNOGRAFİ/Witold Gombrowicz Ë MERCIER İLE CAMIER/Samuel Beckett Ë BİR ERKEĞE NASIL TECAVÜZ EDİLİR?/Märta Tikkanen Ë BENDENİZ VE MARCO POLO/Paul Griffiths Ë DOĞMAMIŞ KRİSTOF/Carlos Fuentes Ë RÜYA SAKİNLERİ/Iris Murdoch Ë HİÇ İÇİN METİNLER ve Uzun Öyküler/Samuel Beckett Ë DUYGU YOLCULUĞU/Laurence Sterne Ë BETTY BLUE/Philippe Djian Ë AĞAÇKAKAN/Tom Robbins Ë ANARŞİST/Tristan Hawkins Ë BAKAKAİ/ Witold Gombrowicz Ë PORTNOY UN FERYADI/Philip Roth Ë 10 1/2 BÖLÜMDE DÜNYA TARİHİ/Julian Barnes Ë SUNİ TENEFFÜS/Ricardo Piglia Ë MANŞ ÖTESİ/Julian Barnes Ë ADA/Aldous Huxley Ë GÜLÜN MUCİZESİ/Jean Genet Ë MÖSYÖ/Jean-Philippe Toussaint Ë ÇİÇEKLERİN MERYEM ANASI/Jean Genet Ë BAŞUCU OĞLANI/Alison Fell Ë YARATIK/John Fowles Ë SENİ SEVMİYORUM/Julian Barnes Ë ZENCİLER/ Jean Genet Ë TÜNEL/Ernesto Sábato Ë KARA PRENS/Iris Murdoch Ë KARNINDAN KONUŞANIN ÖYKÜSÜ/ Pauline Melville Ë TANRI NIN AĞZINDAN EVRENİN HİKÂYESİ/Franco Ferrucci Ë HAYATIN VE AŞKIN YASALARI/Connie Palmen Ë KAHRAMANLAR VE MEZARLAR/Ernesto Sabato Ë KAYNAK VE ÇALI/Michel Tournier Ë CENNETE BİR KOŞU/J.G. Ballard Ë DİŞİ ADAM/Joanna Russ Ë FLAUBERT İN PAPAĞANI/ Julian Barnes Ë ALDATMA/Philip Roth Ë KOKAİN GECELERİ/J.G. Ballard Ë ACABA NASIL?/Samuel Beckett Ë MANTISSA/John Fowles Ë KOLEKSİYONCU/John Fowles Ë BENJAMIN: DAR GEÇİTTEKİ AYDIN/Jay Parini Ë METEORLAR/Michel Tournier Ë ARKADAŞLIK/Connie Palmen Ë AŞK VESAİRE/Julian Barnes Ë SİRİUS TAN GELEN KURBAĞA/Tom Robbins Ë BAYAN GULLIVER CÜCELER ÜLKESİNDE/ Alison Fell Ë GELECEKTEN ANILAR/William Morris Ë BENİMLE TANIŞMADAN ÖNCE/Julian Barnes Ë İNGİLTERE İNGİLTERE YE KARŞI/Julian Barnes Ë İYİ İŞ/David Lodge Ë YİTİK RUHLAR IRMAĞI/Connie Palmen Ë TERAPİ/David Lodge Ë ÖLÜRKEN/Jim Crace Ë GÜZELLİK HIRSIZLARI/Pascal Bruckner Ë SÜPER KENT/J.G. Ballard Ë SISKA BACAKLAR/Tom Robbins Ë BETON ADA/J.G. Ballard Ë İLK AŞK, SON TÖRENLER/Ian McEwan Ë GILLES İLE JEANNE/Michel Tournier Ë BİR KOMÜNİSTLE EVLENDİM/Philip Roth Ë KIZILDERİLİNİN ŞARKISI/James Welc Ë SİNEMA MÜDAVİMİ/Walker Percy Ë KARANLIKLARIN EFENDİSİ/Ernesto Sabato Ë METROLAND/Julian Barnes Ë BİZİ NEDEN TERK ETTİN SAYIN BAŞKAN?/ François Vigouroux Ë DÜŞÜNCE BALONLARI/David Lodge Ë MİLENYUM İNSANLARI/J.G. Ballard Ë MÜNECCİM KRALLAR/M. Tournier Ë BEYAZDAKİ KARA/Maggie Gee Ë KAYBOLUŞ/G. Perec Ë HINÇ AYLARI/P. Bruckner Ë LİMON MASASI/J. Barnes Ë BÜYÜCÜ/J. Fowles Ë GÜNDOĞUMUNA YOLCULUK/J. Barnes Ë OKLUKİRPİ/J. Barnes Ë FISKADORO/D. Johnson Ë HAYALETLERİN GÖÇÜ/P. Melville Ë ÖLEN HAYVAN/P. Roth Ë SICAK ÜLKELERDEN DÖNEN VAHŞİ SAKATLAR/Tom Robbins Ë PASTORAL AMERİKA/P. Roth Ë ABANOZ KULE/J. Fowles Ë ARTHUR VE GEORGE/J. Barnes Ë VAHŞET SERGİSİ/J. G. Ballard Ë VİLLA MEÇHUL/Tom Robbins Ë ASKER GRAMAFONU NASIL TAMİR EDER?/Sas a Stanis i c Ë FARMAKON/Dirk Wittenborn Ë NE KADAR İLERİ GİDEBİLİRSİN/D. Lodge Ë GERİYE UÇAN YABAN ÖRDEKLERİ/T. Robbins Ë BİR SAHTEKÂR OLARAK HAYATIM/P. Carey Ë İNTERNETTE BALIK AVLAMAK/Nasreen AKHTAR Ë LANCELOT/Walker Percy Ë ÖLÜ BİR DİLDE AŞK/Lee Siegel Ë VAHŞİ İNSANLAR/Dirk Wittenborn Ë GÜNEŞİ DURDURACAĞIZ/F. Bouillot Ë SHYLOCK OPERASYONU/Philip Roth Ë KAYBEDENLERİN BELLEĞİ/Michel Ragon Ë SAVAŞ ARTIĞI/Ha Jin Ë YAZAR, YAZAR/D. Lodge Ë B, BİRA/Tom Robbins Ë BABAMIN KİTABI/Urs Widmer Ë RÜZGÂRIN ON İKİ KÖŞESİ/Ursula K. Le Guin
Söz verildiği gibi, Petra ya ve Anne-Christine Kaemmerer e
Mutsuzluk içindeyken, mutluluk zamanını hatırlamaktan daha büyük bir acı düşünülemez. Dante, "Cehennem"
1 B ugün benim ölmeye durduğum gün. Bir insan güruhu durdurmaya çalışıyor bunu besbelli ama ben yine de ölümün kıyısındayım. Daha önceleri hakkında onca şey okuduğum ışığı görüyorum. Ve işte gövdem ılınıyor. Kollarımı öne uzatmak istiyorum ama bunu gerçekten yapıyor muyum, bilmiyorum. Dereler akıyor saçlarımdan. Damla damla fışkırıyorum, ayakkabılarım şıpır şıpır. Gözlerim yanıyor. Dudaklarımı kilitliyorum olanca gücümle, en azından deniyorum bunu. Kendimi bildim bileli sudan nefret etmişimdir. Bir metrelik tramplende çakılıp kalırdım öylece, kaskatı kesilirdim gözlerimi yumup. Öğretmen kükrerdi, ta ki kendimi oradan aşağıya atana kadar. Tıpkı bir köpek gibi yüzerdim, hatta daha kötü. Şimdi hareket edi- 9
yorum. Ya da etrafımdaki her şey hareket halinde. Keşke terk edebilseydim bedenimi. Sevmiyorum bedenimi. İnsan kendi üstünde süzülürmüş, öyle diyordu o yazılar. Yatarken görürmüş kendini, kendi cansız kılıfını. Ve gitmek zorunda kaldığı için hiç kederlenmezmiş. Kederli değilim. Bıraksalar da gitsem. Hazırım buna. Bir defasında havuzun dibine bırakıvermiştim kendimi. Sessizlikten başka bir şey yoktu orada. Ne gülüşmeler ne insanı atlamaya davet eden çığırtkanlıklar ne de kükremeler. Öğretmen çıkarmıştı beni oradan. Ciğerlerime hava pompalamıştı, ta ki kusana kadar. On bir yaşındaydım o zaman, sınıfta benden çelimsizi, benden solgunu yoktu. Ondan sonra da bir daha suya girmek zorunda kalmadım. Doğru düzgün yüzmeyi öğrenemedim hiçbir zaman. O zamandan beri küvetlerden kaçtım hep, duş alırken bile boğulmaktan korkardım. Küçük bir kutunun içinde plastik bir kamış taşırdım nereye gitsem. Gövdem ille su alacaksa kendi kontrolüm altında olmalıydı bu. Köprülerden geçmeye gönüllü olmadım hiçbir zaman. Şiddetli yağmurda ödüm patlardı. Yoksa bütün bunları uyduruyor muyum? Belki de şu ünlü film şeridi geçiyor gözlerimin önünden. Ne kadar önemsiz olursa olsun koca bir hayatı saniyeler içinde özetleyen görüntüler. Beynimin bu hayat hikâyesini uyduruyor, çarpıtıyor olması kuvvetle muhtemel. Malzeme babında içine biraz arıza katılmış, acı biber kıvamında bir hayat hikâyesi. Ne de olsa ölüm döşeğindeyim. Beni tutup sırtüstü yatırıyorlar. Bense hâlâ ışığın olduğu yere gitmek istiyorum. Az önceki kadar keskin değil artık ışık. Soğuğu hissediyorum birden, titriyorum. Dünyaya geri dönmek istemiyorum. Gitmek zorunda olmak kederlendirmiyor beni. Havuzun dibinde öylece yatmak istiyorum ve hiçbir şey duymak istemiyorum artık. Su beni sarıp sarmalıyor. Koruyor. Tıpkı bir zamanlar olduğu gibi. 10
The First Deadly Sin 1980 O doğduğunda annesi ölmüştü. Onu yedi ay on bir gün boyunca karnında taşımak bütün gücünü tüketmişti. O gözlerini ilk kez açtığında annesininkiler ebediyen kapanmıştı. Onu bedeninden dışarı atmak öldürmüştü annesini. Doktorun poposuna vuruşu annesini öldürmüş olmanın cezasıydı adeta. O bağırıp ilk nefesini alırken annesi son nefesini verdi. Annesini morga götürdüler, onu da kuvöze koydular. Çok küçük, çok hafifti. Güçsüzdü ama bir türlü susmak bilmiyordu. Doktorlar nasıl olup da bu kadar çok havayı ciğerlerine doldurduğuna şaşırıp kaldılar. Onu sakinleştirmek, teselli etmek için hemşireler her yolu deniyor ama hiçbir şey fayda etmiyordu. 11
Tek başınaydı. Öteki beş kuvözde bebek yoktu. Son üç haftanın bütün doğumları normal seyretmişti, onunki dışında. Bir şeylerin ters gittiğini, bu cam mahfazanın içinde olmaması gerektiğini hissediyordu. Bir türlü susmamasının nedeni buydu. Ayrıca dünya fazlasıyla aydınlık, fazlasıyla beyazdı. İncecik, buruşuk ve kapalı gözkapaklarının arasından ışık sızıyordu içeriye. İçinden pes etmek geldiği anlarda sakinleşiyordu bazen. Sonra ışık yok oluyordu. Minnacık yumrukları gevşeyip açılıyor ve huzursuz bir uykuda parmakları seğirmeye başlıyordu. Hemşire Lorraine Sadler, Philadelphia / Pennsylvania daki Saint Francis Hastanesinde dünyanın ışığını gören çocukların isimlerini pamuklu yastık kılıflarına işliyordu. Kızlar için pembe, oğlanlar için uçuk mavi kullanıyordu; çünkü gelenek böyleydi. Aileler yastık kılıflarını evlerine götürebiliyordu anı olarak. Bu da gelenekti. Hemşire Lorraine otuz dokuzunda ve halihazırda bekâr olmasına rağmen, kırkıncı doğum gününü bekliyordu kayıtsızlıkla. Bob adlı alık bir labradorla birlikte yaşıyor, birkaç yılda bir hastabakıcılardan birisiyle kısa bir gönül macerası oluyordu; bir daha evlenmeye de niyeti yoktu. On dokuzundayken yaşı kendisinden iki kat fazla olan ve onsuz yaşamak istemeyen bir rodeocuyla mihrabın önüne sürüklenmişti. Gelgelelim adamın onlarsız edemeyeceği başka kadınlar da vardı, bu yüzden onu terk ettiğinde yirmisindeydi. Bundan kısa bir süre sonra, rodeocu bir boğanın ayakları altında ezilmiş, Lorraine de hemşirelik eğitimi almaya karar vermişti. Saint Francis e düşen kimsesiz çocuklara isim vermek Hemşire Lorraine nin görevleri arasındaydı. Bunu yaparken alfabetik olarak düzenlemiş bir isim listesi kullanıyor, sırayla isimlerin yanlarına işaret koyuyordu. Bu arada W harfine kadar gelmiş ve kuvözde on iki gündür ya avaz avaz ağlayan ya da bitkin düşüp uyuyan kaşık kadar oğlanın bahtına da Wilbur adı çıkmıştı. Hemşire onun annesini görmüştü, sadece bir kez ve bir anlığına, onu yarı baygın bir halde sedyeyle doğumhaneye götürürlerken. Onun ölümünden sonra Hemşire Lorraine öteki arkadaşlarına danışmış, sorup soruşturmuş ne var ki 12
kadının çocuğa vermek istediği ismi söyleyip söylemediğini hatırlayan olmamıştı. Doğum esnasında bir kadının elinden kayıp gitmesine ve ölümüne ilk kez tanık olan, sonrasında günlerce boş bakışlarla koridorlarda dolanan genç doktor da hemşireye bu konuda yardımcı olamamıştı. Çocuğun babasını ise hiç görmemişti Hemşire Lorraine. Kapı görevlisi kadın, onun ince yapılı ve ürkek birisi olması ve samimi bir endişe içinde karısının haline ağlaması dışında başka bir şey bilmiyordu. Söylediklerine bakılırsa adam bekleme odasında oturmuş, orada sabah tam beşi yirmi geçe karısının ölüm haberi gelene kadar, belirsizlik içinde geçen ve bitmek bilmeyen uzun bir zaman diliminin dolmasını beklemişti. Duyduklarının etkisini kavrayamamış gibi bir süre daha sessiz sedasız olduğu yerde oturmaya devam etmiş, sonra da kalkıp gitmişti. Doktor arkasından seslenmişti, çocuk bir oğlandı, yaşıyordu; ama adam kısa bir süre duraksamış, sonra hızla hastaneden ayrılmıştı. Hemşire Lorraine vardiyası bittikten sonra üstünde WILB yazan yastık kılıfını bir dolaba koyup eve gitmek üzere yola koyuldu. Her zaman yaptığı gibi parktan geçmek yerine Bob la birlikte birkaç adımda caddenin aşağı kısmına indi. Köpeğin karnını doyurup ayaküstü bir fincan kahve içti, sonra da bir duş aldı. Sonra en iyi elbisesini, bir katalogda gördüğü modele göre diktiği, siyah, kolsuz elbiseyi giyip bir taksi çağırdı ve şehrin iç kısımlarındaki bir tiyatroya yollandı. March and April, Lorraine in öyle hoşuna gitmişti ki, bütün gün ağlayan Wilbur için duyduğu üzüntü bir süreliğine uçup gitti. Yüzyıl başında Paris te uçuk İngiliz ressam Frederic March ile tanışan April Baxter adında Amerikalı genç bir öğretmenle ilgiliydi seyrettiği oyun. Başlangıçta birbirlerine katlanamayan bu iki kişi, doksan dakika süren birtakım karışıklık ve anlaşmazlıklardan sonra nihayet bir çift olma becerisini göstermişti. Sahnede insanın önüne koyulanlar ne Broadway di ne de Shakespeare ama ekstra bir romantizm ve tutku dozu sayesinde tam da Lorraine in ihtiyaç duyduğu şeydi. Hemşire oyundan sonra bir süre daha fuayede oyalanıp duvarlardaki afişlere ve fotoğraflara baktı. O esnada tam arkasında peyda olan adamın yüzü vitrin camına yansıdığında ve Lorraine, Frederic 13
March ı oynayan aktörü tanıyıp yüreği ağzında arkasına döndüğünde, adam kendini tutamayıp bir kahkaha patlattı. Lorraine üç perdelik oyunun her bir perdesinde oyuncuya biraz daha âşık olmuş ne var ki son perdeden sonraki sıcak duyguyu ahmakça bir meftunluk addedip bıyık altından gülmüştü; her sinemaya gidişinde gerilim çözülüp ışıklar onu gerçeğe geri döndürdüğünde de aynı şeyi yapardı. Montgomery Field sahnenin yanında daha ufak tefek ve nedense kaybolmuş etkisi yapan adamın adı buydu Lorraine e bir sigara ikram etti ve hemşire sigara içmediği halde adamın sigarasını yakmasına izin verdi. Üç gün sonra kumpanya yeniden yola koyulduğunda Lorraine de onlarla birlikte gitmişti. O güne kadar özel hayatının merkezini kimseye kaptırmamış olan köpeğini erkek kardeşine verdi, ev eşyalarını ise hayırsever bir derneğe bağışladı. Hastanede herkese veda ettikten sonra son bir kez bebek bölümünü ziyaret etmeye karar vermişti. Koridora girer girmez Wilbur un cam duvarlar arasında boğuklaşan haykırışı çarptı kulağına, kapıyı açar açmaz bebeğin susması karşısında önce şaşırdı, sonra da endişelendi. Saydam derili buruşuk ufaklık, araştırma amacıyla borulara ve kablolara bağlanmış minnacık tuhaf bir hayvan gibi kuvözde yatıyordu öylece. Gözleri yarı açıktı ve sanki başı ağrıyormuş veya bir şey düşünüyormuş gibi alnını kırıştırmıştı. Hareket etmiyordu; mavi damarlarla örülmüş, henüz gelişmemiş yuvarlak karnı soluklarının ritmine uyarak inip kalkıyordu sadece. Lorraine kuvözün yanına gidip kapaktaki sürmeyi açtı ve sağ elini aralıktan içeriye soktu. Wilbur un başı sıcak ve kuruydu, ayva tüyü renksiz saçları dikelip dört bir yana dağılmıştı. Doğumun hafifçe şeklini bozduğu kafatasını itinayla okşadı Lorraine, Wilbur un yeniden ağlamaya başlayacağını hesaba katarak temkinli davranıyordu. Ama Wilbur ağlamadı. Bakışları başka bir yerde öylece yatıyor ve bir yandan da kafatasının günbegün gelişip serpilen iki yarısının arasındaki şişkinliği parmaklarıyla hafif hafif okşayan Lorraine in ona yönelttiği alçak sesli sözlere kulak kesilmiş görünüyordu. Wilbur, Lorraine in küçük parmağını yakalayıp ona şaşırtıcı bir güçle yapıştığında hemşirenin gözleri yaşlarla doldu. Dakikalarca 14
orada öylece dikilip sessizce ağladı ve başparmağını onun minnacık eklemlerinde gezdirdi. Ona büyük bir enerjiyle sarılan o küçücük parmakları diğer eliyle açmak zorunda kaldı ve bir daha ardına bile bakamadan kendini dışarı attı. Lorraine in gidişinden sonra hemşirelerden hiçbirisi işlenmiş yastık kılıfı âdetini sürdürmek istemediği için, bu şerefe nail olan son bebekti Wilbur. Yastık kılıfında Wilb yazıyor olması kimseyi rahatsız etmiş görünmüyordu. Saint Francis deki herkes ona böyle sesleniyordu. Wilb. Adı bile güdük kalmıştı. Hemşirelerden birisi, Edna Porter, Wilbur un serpilip gelişmesini kendine iş edinmişti. Onu yıkıyor, kızaran cildini pudralıyor, tahriş olmuş buruşuk poposunu merhemle ovuyor, tükürüğünü kullanarak onun inatçı saçlarını yatıştırıyordu. Günde birkaç defa onu biberonla beslemeyi ihmal etmiyordu; Wilbur un başı onun beyaz önlüğünün altından kendini belli eden kallavi memelerine dayandığında hemşire bir yandan Supertramp in Breakfast In America sını mırıldanıyor bir yandan da ağır ağır bir öne bir arkaya sallanıyordu. Edna onun karnını doyururken Wilbur gözlerini hep tavana dikiyordu. Sadece arada bir, Edna boşluğa bakarak bir şarkı tutturduğunda, Wilbur da içinde meraka benzer bir ifadenin uyandığı gözlerini birkaç saniyeliğine ona çeviriyordu. Lorraine in yüzündeki klasik güzelliği çoktan unutmuştu; artık Edna nın kabarıp duran etine dolgun gövdesi, tombul ve iri elleri çullanıyordu üstüne. Tatlımsı bir koku yayan Edna nın sesi öteki hemşirelerden daha kalındı. Lorraine in gittiği gün Wilbur un ağlaması kesilmişti, bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini kavramıştı adeta. Ve o günden itibaren daha önce kendi sesinin bastırdığı öteki sesler hayatının bir parçası haline gelmeye başladı. Doktorların ve hemşirelerin sesleri, yanıp sönen cihazların çıkardığı sesler, yer döşemelerinde lastik tabanların bıraktığı ayak sesleri, temizlik görevlisi kadının koridorda gezdirdiği seyyar arabanın uzak tekerlek gıcırtıları, duvarları delip geçen boğuk telefon zilleri. Her şey yeniydi, kafa karıştırıcı ve ürkütücüydü. Güzel ve yatıştırıcı olan tek şey Edna nın sesiydi. O şarkı söylemeye başladı mı Wilbur un içi ılınıyor, hatta ısınmaya yüz tutuyor- 15
du. Ve Edna ona ne zaman dokunsa, sanki ellerinde kırılıp parçalanacakmış gibi el sürmekten korkan ötekiler gibi değil de naz yapmayan bir sevecenlikle dokunsa, ancak bir mandalina büyüklüğündeki beyni hemen mutluluk salgılarını harekete geçiriyordu. İlk muayenehanesini açan genç bir doktorun yanında çalışmak üzere danışman hemşirelik kadrosuna başvuran Edna işe alınmış ve Saint Francis den ayrılmıştı. Wilbur, Edna nın artık yanında olmadığı ilk günlerde ses soluk çıkarmadan ve neredeyse hiç kıpırdamadan öylece yatıp plastik beyaz tavan kaplamalarına baktı olduğu yerde. Edna yı özlüyordu. Doğduktan sonra ona hayatının ilk acılarını tattıran özlemle aynı değildi bu. Hiçbir şey ve hiç kimse tarafından yeri doldurulamayacak bir şeyin elinden alındığını hissediyordu açıkça. Yeni hemşireler ilgileniyordu onunla artık; kimileri zayıf, tahta gibi dümdüzdü, kimileri de yumuşak ve dolgun. Hemşire Edna ile Wilbur arasında oluşan yakın bağı bilmeyen yoktu ve herkes Edna nın yerini almaya çalışıyordu. Ne var ki daha sonraki yıllarda Wilbur un bilinçaltına inip orada yer edecek olan bir şey, sevgisini yeniden bir kadın uğruna, terk edilip bir kenara atılıncaya kadar kendini vereceği yeni bir sıcak varlık uğruna harcamaya direniyordu. Wilbur hayatının ilk atını Philadelphia nın seksen kilometre kuzeyindeki Pennsylvania / Reading de bulunan Chesnut Hill adlı çocuk yurdunda görmüştü. Yan yana tuğla binalardan oluşan tesis ellili yılların ortalarına kadar kışla olarak kullanılmıştı; ayrıca adının ima ettiği gibi ne bir tepenin üstündeydi ne de pek verimli olmayan toprağında tek bir kestane ağacı görmek mümkündü. Bu pastoral isim, öksüz ve yetim çocukları barındırmak gibi üzücü bir amacı biraz olsun olumlu bir imajla dengelemek isteyen komitenin buluşuydu. Yine de yurdun şehir dışında olması hiç yoktan iyiydi; ayrıca doğu kanadının en üst katında yer alan odalardan bir lisenin futbol sahası görünüyor, bu da haliyle yurttaki oğlanların sıkıcı kestane ağaçlarından çok daha fazla ilgisini çekiyordu. Oğlan çocukların birkaç haftalıkken gelip on yaşına kadar kalabildikleri tesisin yöneticisi Lawrence Krugshank, onu öğleden bir 16