Rober Koptaş: FİLM ARASI Serge Avedikian:



Benzer belgeler
Berke Baş: Kendi hikâyelerimizle yeni bir tarih oluşturabiliriz!

Filantropi Seminerleri. "Başrolde Ödüllü Kadınlar Var"

Panel: Aynı Toprakta Öteki Olmak Eğer sürekli dostluktan bahsetme ihtiyacı hissediyorsanız, bu ortada öyle bir dostluk olmadığı anlamına gelir.


M E R Y E M UZERLİ ÜNLÜ OLMAK BENİM İÇİN ÖNEMLİ DEĞİL

PROF.DR. ÖMER ÇAHA İLE MÜLAKAT

Bir taraf mutsuzsa mesele kapanmaz

Metne Hâkim Olmak İçin Değil Metinle Uğraşabilmek İçin Geliştirilecek Araçlardan Söz Etmek Gerekli

ORTA DOĞU DAKİ GELİŞMELERİN IŞIĞINDA TÜRKİYE NİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİK PERSPEKTİFİ

Açılış Konuşması, Davut Kavranoğlu

... Aylik Okul Öncesi, Çocuk ve Gençlik Kitaplari Gazetesi

Gezi Parkı nda Ne Oldu? Katılımcıların Penceresinden Bir Gezi Parkı Değerlendirmesi. Mensur Akgün, Burak Cop, Yunus Emre, Çağla Gül Yesevi

Sunuş Nefret suçları Türkiye nin kadim sorunlarından birisidir. Her ne kadar derin devlet eliyle tırmandırılan kampanyanın zirve yaptığı

ORSAM ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ REYHANLI DA SURİYELİ KADINLAR İLE SÖYLEŞİLER - III INTERVIEWS WITH SYRIAN WOMEN IN REYHANLI - III

Bu ödül veda için olmasın

Almanya ya Türk Göçünün 50. Yılında Türk Alman İlişkilerinin Dünü, Bugünü ve Geleceği Mayıs Ankara

Başka Sinema Esnek Bir Proje

Kafkas Dernekleri Federasyonu. YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU

LOSS PREVENTION MANAGEMENT. Sayı 12 - Mart Zaman En Önemli Maliyettir. Hüsnü GÜRELİ - BAKER TILLY GÜRELİ Yönetim Kurulu Başkanı

Bilge Çocuk. Kardan adama elveda dememek için; küresel ısınmaya dur de! Küçükçekmece Belediyesi nin çocuklara armağanıdır. Yıl: 2 Sayı: 6 / 2012

Tanrı bütün dünyanın Baba, Oğul ve Kutsal Ruh un evi

Edebiyat Tarihinin Kendi Tarihini Yazmaya İhtiyacımız Var

KENDİ İŞİNİ KURMA REHBERİ

Türkiye de ve Avrupa da Sivil Toplum Prof. Dr. Fuat Keyman Sivil Toplum ve Demokrasi Konferens Yazıları no 3, 2004

Eşitsizlik çok derin kadınların durumu korkunç

HER ROMAN, YENİ BİR HAYATTIR

DOĞRU ERKEĞİ BULMA KILAVUZU. İlhan Uçkan Epsilon Yayıncılık

Kitabı okumaya başlamadan önce: Sevgili yol arkadaşım,

ÖZET RAPOR. Bu proje, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından UNICEF in teknik desteği ile yürütülmektedir.

Transkript:

Rober Koptaş: Bu toplantıyı Ermenice yapmayı planlamıştık ama hem Ermenice nin hem Türkçe nin var olabileceği bir yol bulalım. Serge Avedikian Ermenice konuşacak, ben de onları Türkçe ye çevireceğim. Serge Avedikian tanınmış tiyatrocu, yönetmen ve oyuncu. 1955 te Erivan da doğdu. 1946 ve 1947 de Sovyet Ermenistan vatana dönüş çağrısı yapmıştı. Stalin döneminde dünya üzerindeki Ermenilerin Ermenistan a yerleşmeleri doğrultusunda, ailesi de bu çağrıya kulak verip Fransa dan Ermenistan a göç eden ailelerden biri ama Stalin döneminde ve sonrasında Ermenistan daki yaşam koşulları çok da rahat olmadığı için 20 yıl kadar orada yaşadıktan sonra Fransa ya geri dönmek istediler. Serge 15 yaşında Fransa ya dönmüş oldu. Meudon Üniversitesi nde konservatuar ve tiyatro eğitimi aldı. Sonrasında da hem oyunlarıyla hem de filmleriyle sinema dünyasında roller aldı, yönetmenlik yaptı. Son yıllarda Türkiye ye sıkça geliyor. Babasının ve ailesinin köyü olan Sölöz le ilgili bir belgesel çekti. Aynı Sudan İçtik adında Birazdan izleyeceğimiz Hayırsız Ada adlı kısa filmi geçen yıl ödül almıştı. Filmi izledikten sonra Serge yi çağırıp küçük bir sohbet yapacağız. Teşekkürler, hoş geldiniz. FİLM ARASI Serge Avedikian: Merhabalar Burada olduğum için çok mutluyum ve ilk kez sadece Ermenilerin olmadığı, Türklerin de olduğu bir ortamda Ermenice konuştuğum için de çok mutluyum. Ermenistan da bilhassa Ermenice konuşmaya alışığım, orada da Doğu Ermenicesi konuşuyordum. Çünkü orada doğdum, orada bu Doğu Ermenicesi konuşuyordu ancak burada kendimi Batı Ermenicesi ile ifade edeceğim. Tabi ki bir karışım olacak. Öncelikle Anadolu Kültür e çok teşekkür etmek istiyorum, filme katkılarından dolayı. Ayrıca emek verdiği, çevirileri yaptığı için Burçin Gerçek e de teşekkür ediyorum. Osman Kavala nın ve dolayısıyla Anadolu Kültür ün Türkiye de yaptığı iş çok büyük bir işlevi yerine getiriyor. Önce film hakkında birkaç söz söylemek isterim. Sizler biliyorsunuzdur muhtemelen ama bu hikâye hakkında çok fazla şey yazılmış değil, biliniyor olsa bile çok fazla konuşulmuş değil. Sam adında Fransız bir karikatürist 1910 yılında buradaydı, Hayırsız Ada da, Sivri Ada da ya da Oksiya adıyla anılan adada köpeklerin başına neler geldiğine tanık olmuştur. Ben senaryoyu yazdığımda Sam in romanını okumuştum ama o roman bana 1910 da Jön Türk adıyla iktidara gelenlerin, buradaki psikolojik ortamını anlamama yardımcı oldu. Sam in anlattığına göre İngiliz arkadaşlarıyla beraber Talat Paşa nın düzenlediği eğlenceye katılmış ve o gece köpeklerin sokaklardan toplatıldığını görmüş. Sam, Talat Paşa ya yaklaşıp sormuş; Köpekleri neden yakalıyorsunuz?. Talat biraz muzipçe cevap vermiş; Biliyorsun sokaklarda çok köpek var onları toplayıp bir adaya götüreceğiz ve orda kendi özgür cumhuriyetlerini kurmalarını sağlayacağız. Sam buna inanmaz ve bununla yetinmeyip ertesi gün İngiliz arkadaşlarıyla birlikte bir tekneyle Hayırsız Ada da ne olduğuna bakmaya giderler ve adaya gittiklerinde benim filmde soyut olarak anlattığım o kuşların uçuşmalarını, çırpınmalarını, köpeklerin birbirlerini yediklerini görürler. Benim için filmdeki en önemli şey Jön Türk yönetiminin pozitivist bir zihniyetle kitlesel bir imhayı nasıl gerçekleştirebileceği hakkında Avrupa ya bir çağrıda bulunmak. 1900 den beri İstanbul a yerleşmiş olan Remningen adında Alman bilim adamı, ki o dönem Pasteur Enstitüsü nde görevli olarak çalışıyordu ve köpekleri de çok seviyordu. Bu konu hakkında fikir geliştirip İttihatçılara sunmuştu. Remningen in çalışmaları köpekleri yeni metotlarla, mesela gazla hayvanların canını çok acıtmadan yok etmenin, onların derisinden yününden faydalanmanın, hatta para kazanmanın usullerini arıyordu. Ancak İttihatçılar bu usulleri kabul etmiyordu çünkü bu mekanizmaları kurmak için çok zaman ve para harcamak gerekiyordu. Bu yüzden Remningen i reddetmiş oldular. Önerilen yöntemleri bir kenara

bırakıp kendi bildikleri gibi halletmeye karar verdiler ve filmde gördüğünüz yöntemi kullandılar ki bu yöntem daha önce II. Mahmut tarafından da denenmişti. Köpeklerin neden İstanbul da sokaklarda bu kadar çok olduğunu biliyoruz. Bu fakirlikten veya herhangi bir sebepten değil, İslam dininde kirli bir hayvan olmasından dolayı evlere girmemesinin, özellikle dua edilen yerlere girmemesi gerektiği yönünde bir inanç vardır. Evlere giremedikleri, sokaklarda yaşadıkları için de haliyle çoğalıyorlar, insanların hiçbir şey yapmalarına gerek kalmıyor. Sokak köpeklerinin bugünkü halini de biliyoruz. Bugün çok daha azlar. Yakında Türkiye de de gösterilmek üzere bir film çektim ve o filmde sokak köpeklerinin bugünkü halini anlattım. Benim inancıma göre sokak köpekleri İstanbul da son zamanlarını yaşıyor. İstanbul onları daha fazla taşıyamayacak. O filmde ve benim gözlemlerime göre şehrin kenarlarında, banliyölerinde, ormanlarda yaşayan pek çok köpek olduğunu gördük ve bazı dernekler haftada üç kere onları besliyorlar. Adına park denilen ancak neden park olduğunu bile anlayamadığımız yerler var, belki de köpekhane denmemek için park denilen yerler var ama köpeklerin İstanbul da asla kaybetmeyeceğini hep kazanacaklarını, her halükarda sosyal şartlara uyum sağlayarak var olmayı sürdüreceklerini inanan bilim adamları da var. Tabi köpeklere ne olacağını zaman gösterecek. 1910 dan 2010 a geldiğimizde nüfusun demokrasinin bu kadar değiştiğini görmek çok ilginç ama bunca şeye rağmen hala bazı inançların değişmediğini görmek daha da ilginç. Bu film bu yaz Altın Kayısı Film Festivali nde Yerevan da gösterilecek ki Yerevan da da sokak köpekleriyle ilgili sorun var. Ancak bu sorun geleneklerden ya da inançlarda değil sosyal şartlardan yani fakirlikten kaynaklanan bir sorun. Yerevan da da burada köpekleri korumak için uğraşanların daha çok kadınlar olduğunu gördüm. Yerevan da bu iş için dernekler var ve onlar kısırlaştırmanın silahla öldürmekten daha doğru bir yöntem olduğuna inanıyorlar. Umuyorum ki bu yılın mayıs ayında bu yeni filmi de İstanbul da izleme fırsatımız olacak. Böylece daha çok sohbet etme fırsatı bulacağız, hem köpekler hem de başka konular üzerine. Eğer film hakkında sorularınız varsa zevkle cevaplarım, eğer film hakkında sorularınız yoksa başka konularda sorularınızı duymaktan zevk alırım. Dinleyici: Adım Sarkis. Ben insanlık tarihiyle ilgili bir bağlantıya gitmek istiyorum. Mesela 1915 ya da Nazilerin zamanındaki olayları birbirleriyle bağlantılı olarak görüyorum. İnsanlar devamlı birbirlerini öldürmek istiyorlar, ben böyle algılıyorum, bilmiyorum belki de yanlış algılıyorum. Bu filmi izlerken direk aklıma 1915 geldi Serge Avedikian: Böyle düşündüyseniz bilmiyorum ama ben özellikle bunu vurgulamak için yapmadım. Çünkü tarih ordaydı, yaşanmış bir olaydı. Bunu kafamdan icat etmedim ama film ve animasyon sanat size bunu düşündürüyorsa buna muktedir olduğu içindir, güçlü olduğu içindir. Yeni çektiğimiz filmde çok daha didaktik, belgesel bir tarz tutturduk, bilim adamlarına sorduk, sokakta yaşayan insanlara sorduk. Onlar köpek besliyorlar, onlar filmde oynamadan kendi hayatlarını oynamış oldular, köpeklerle ilişkilerini çekmiş olduk. Bu film sizde böyle bir etki yaratmayacak ama Hayırsız Ada nın yaratması normal. Bence bu filmin en güçlü yönü diyalog olmaması. Böyle olması bizi hayal kurmaya yönlendiriyor. Son olarak gerçeğin ne olduğunu da anlamaya zorluyor insanı. Dinleyici: Ben Nora. Neden bu konuyu anlatmak için animasyonu tercih ettiniz ve bir de müzikler ve renkler konuyu anlatmada nasıl bir rol oynadılar? Serge Avedikian: Bu benim üçüncü anime filmim. Bu filmlerde desen değil de daha sanatsal görüntüler kullandım. Çünkü büyük, sert, gaddar, vahşi konuların buradan anlatılmasının çok mümkün olmadığını anladım. Animasyon olmasının bir başka önemli nedeni benim için filmi sadece büyüklerin değil küçüklerin de izlemesini istemem. Onlar üzerinde de etkili olmasını istemem çünkü

onların bu hissiyatı, meseleyi anlamaları çok önemli. Renklerle ilgili olarak benim aladığım hüznü vermeye çalıştım ama 1909 da Mardiros Saryan İstanbul daki sokak köpeklerini çektiğinde kırmızı canlı renklerde tablolar kullanmıştı. Ben de renkli anlatmak istedim, canlı anlatmak istedim ama İstanbul renkli bir şehir değil. Aslında bugünde değil, ben de o ölçüde renk kullandım. Michael Karski ile dokuzuncu çalışmam. Film müzikleri için bir çok defa onunla çalıştım. Kendisi Rusyalı bir Yahudi, bunu söylememin özel bir sebebi var. Çünkü o hissiyatı daha iyi anlatabileceğine inanıyorum. Karski ile hep filmlerden önce çalışmaya başlıyorum. Yani film ortaya çıkmadan onla müzikleri hazırlıyoruz. Çünkü filmi yaparken müziklerden de etkilenerek yapıyorum ve özellikle bu filmde söz olmadığı için müzik çok önemli, hissiyatı müzikle vurguluyorum ve tarihteki tüm bağı müzikle kuruyorum. O da bir ressam gibi çalışıyor. Çeşitli katman ve renklerle beraber önce bana ne tür enstrümanlar istediğimi soruyor. Mesela viyolonsel istediğimi söylüyorum yanında da bir kamança istediğimi söylüyorum, duduk dediğimde yanında bir akordeon olsun istiyorum, karışımı seviyorum. O da hangi enstrümanı kimin çalacağına beraber karar verdikten sonra her müzisyenle tek tek çalışıyor, müzisyenler birbirlerini tanımadan kaydediyorlar ve sonradan birleştiriyor. Daha sonra hepsini montajlıyor ama anlaşmamız gereğince onun montajladığını tekrar benim montajlama hakkım var, biz böyle çalışıyoruz. İç içe geçmiş bir çalışma sistemimiz var ancak böyle o duyguyu, o bütünlüğü tek parça olmuşluğu verebiliyoruz. Ressamlarla da aynı şekilde çalışıyorum. Hangi ressamlarla çalışacağıma karar veriyorum sonra bir üslup belirliyoruz ve bu genelde onların unuttuğu, onların eskiden kullandıkları üslup oluyor. Genelde onların partisyonlarını hazırlamış oluyorum. Yani ne çizeceklerini yazmış oluyorum. Zaten onları dekorsuz, arka plan hiç yokmuş gibi, havada asılı gibi çiziyorlar. Çünkü arka plan genelde fotoğraflardan, bir takım kartpostallardan gibi malzemelerden oluşuyor. Dolayısıyla onlar üst üste binerek bütün animasyonu oluşturuyorlar. Fotoğraflar dedik, ışığı da bazen tek tek her birini saniyede 24 karede çekerek fotoğraflarda veriyoruz. Bütün bunların sonucunda da bir kolaj oluşuyor ama bunun kolaja benzemeyen, kolaj gibi olmayan bir kolaj olmasını sağlamaya çalışıyoruz. Genelde animasyon filmleri nerdeyse yüz kişiyi bulan ekiplerle hazırlanır ama biz 5-6 kişiyle çalışıyoruz. Bir tarafa animatörü alıyorum, arkada montaj odası oluyor, Micheal Karski müzikleri bitiriyor. Böyle beş kişilik bir grup oluşturuyoruz ve bunları sanki bir işleme safhasından geçiriyoruz, sanki bir bant üretimi gibi üretiyoruz ve işçi gibi çalışıyoruz. Sabah gelip akşama kadar 3-4 ay bu şeklide yoğun bir mesai harcıyoruz ve ben bunu yaparken bir rejisör gibiyim, bir yönetmen gibiyim, tiyatro sahnesinde gibiyim. Onlar da sanki benim oyuncularım, ben de onları filme götürüyor gibiyim. Bunları yaparken de filmin ruhuna, atmosferine, vicdanına doğru hareket ediyoruz. Dinleyici: Bir sahnede köpekleri oraya bırakanlar yemek yerken rüzgardan pencere kendi kendine açılıyor ve kalkıp pencereyi kapatıyorlar. O sahnede tam olarak neyi anlatmak istediniz? Serge Avedikian: Şunu söylemek istiyorum; kendileri doğrudan bu sürece katılmış değiller. Yani öldürme ve köpekleri boğazlama işlerinden uzaktalar. Çözümü köpekleri kendilerinden uzaklaştırarak, vicdanlarını rahatlatmak için kendilerini onlardan uzaklaştırmakta bulmuşlar. Ses onlara geldiğinde pencereyi kapattıklarında da bu taarruzun unutulduğunu, üzerinin örtüldüğünü, sesinin kapatıldığını anlatmak istedim. Dinleyici: Bu kararları verenlerin, tarihi böyle etkileyenlerin vicdanları ne durumdadır. Ne düşünüyorsunuz? Serge Avedikian: Bir boyutta söylersek vicdanlı insanların böyle bir şey yapmayacağını söylenebilir. Geçenlerde Talat ın defterleri yayımlandı, Anadolu köylerinde kaç kişinin sürülmesi gerektiğini

gösteren hesapların olduğu bir defter. Bu tip matematik düşüncelere sahip insanların pek de vicdanla işi olacağını zannetmiyorum. Belki bir anlamda vardır ama çok başka bir boyutta. Bizim istediğimiz vicdani sorumluluk anlamında duyguya sahip olduklarını sanmıyorum fakat bu kararları veren insanların robot olduklarını da söylemiyorum, hissi insanlar ama ideolojileri o. En başta söylediğim pozitivist düşünce biçimleri gerekenin bu olduğuna onları inandırmış ve kendilerine göre tedbirler alarak gerekeni yerine getirmişlerdir. Herhalde iktidarın insanı böyle delilik boyutuna taşıyabildiği bir gücü var. Burada da muhtemelen aynısı geçerli, son günlerde gördüğümüz üzere Libya da Kaddafi nin yaptığı gibi halka bu şekilde davranıyor olması, halkın artık onu dinlemek istememesine rağmen, halka söz geçiremediği halde, kendisini ret ettikleri halde, onlar üzerinde böyle gaddarca şeyler yapıyor olması, iktidarın insanı delilik boyutuna taşıyabildiğine işaret ediyor. Dinleyici: Film koyu tonlar yerine açık tonlarda geçseydi, ulus devlet yaratılırken oradaki katliamları es geçerek dünyada bir umut var gibi açık tonlarda geçseydi seyredenler için de daha umut verici olmaz mıydı? Serge Avedikian: Çok çok sert, vahşi, gaddar bir hikâye bu. Filmi yaparken de öyle hissettim, umut yoktu çünkü karar verilmişti ve verilmiş olan kararın sonu ölümdü ama çektiğimiz filmde göreceksiniz kontrastlar çok daha farklı. Köpeklerin mutlu anları da var mutsuz anları da. İzleyiciye eziyet etmek istemiyorum, ne görüyorsam onları çekiyorum. Bu filmde bir ölçüde umut da var. Dinleyici: Merhaba. Ben daha önceki çalışmalarınızı izleyemedim. Onlarda da böyle tarihsel bakış açısı var mı? Serge Avedikian: Bütün filmlerim direkt tarihle ilgili değil. Birçoğu kurgusal ama kurgusal oldukları zamanda insanları yaşadığı büyük acılara dokunmadan, bağ kurmadan, ilişkilendirmeden geçemiyorum. Bir de şiirsel sinematografi dediğim tarzda filmler var. Onlar klasik dermatolojiden farklılar, politik şiirsel bir ifadenin peşinden gidiyorlar. Sanırım sinema sanatında el değmemiş ve keşfedilmemiş çok alan var. Çünkü diğer sanatlara göre çok yeni bir sanat ve çok karmaşık. Bir yandan karmaşık ve sanatsal ama bir yandan da çok kolay bir üretim tarzı. Aynı zamanda ideolojiyle alakalı, aynı zamanda parayla ilgili. Dolayısıyla gidebileceğimiz sinemalar sınırlı. Ben bir tiyatrocu olarak sinema yapmaya ilk başladığımda aklımdaki ilk şey belgesel filmler yapmaktı. Bunun sebebi Ermeni halkının tarihini anlatmak istememdi. Çünkü Fransa da böyle bir şey yoktu ve ben bunu yapmak istiyordum, o yüzden film yapmaya başladım. Seksenli yıllarda bununla ilgili film çektik ve bunlar ilk defa Fransız televizyonunda yayımlandı. Bu, oradaki Ermeni toplumunu da çok sarstı çünkü onlar için fazla mümkün bir şey değildi. Ermeniler Ermenice olarak Fransız televizyonlarında katliamları anlattılar, bu onların düşünebileceği bir şey değildi. Gülünç bir hikaye anlatacağım. Aslında çok da gülünç değil ama bugün gülelim. Son dönemlerde çektiğimiz filmlerden biri, adı Dönüşü Olmayan. İki bölüm halinde Fransız televizyonunda yayımlanacaktı. Pazar öğleden sonraları Le Monde Gazetesi nde bir yazı çıktı. Yayınlanacağı gün Türk büyük elçiliği; Sözde Ermeni Soykırımı hakkında yalanları anlattığı için bu filmin yayınlanmasını protesto ediyor ve kaldırılmasını talep ediyor diye. Aynı gün Fransa da Ermenice yayımlanan bir gazete de benzer bir şekilde bu filmin yayınlanmaması yönünde yazılar yazıyordu. Çünkü onlar da iyi tabloların orda anlatılmadığını iddia ediyordu. Biz aslında filmi televizyonda yayınlamadan önce Ermeni basınına da göstermiştik ve izlemişlerdi. Onlarda kompleks vardı. Çektiklerimiz; 1915 te soykırım olayları yaşandığında, 6-7-10 yaşlarında olan insanların hikayeleriydi ve biz çektiğimizde onların yaşları ilerlemişti. Doğru düzgün Fransızca konuşamıyorlardı, kiminin dişleri yoktu. Normal insanlık halleri ama Fransız Ermenilerinin bir kısmı

buna dair bir kompleks içindeydiler, onlar da Ermenilerin o şekilde televizyonlarda görülmelerini istemiyorlardı, karşı çıkış nedenleri de buydu. Diaspora Ermenileri meselesi çok çok karmaşık kompleks bir mesele. Hala devam eden sorunlar bunlar. Birkaç yıl önce ilk kez Türkiye ye geldiğimde de çok benzer tepkilerle karşılaştım: Neden gidiyorsun?, Türklerle neden oturup kalkıyorsun, niye yiyip içiyorsun, niye gülüp eğleniyorsun? gibi tepkiler oldu. Böyle düşünen insanlara yaşananları anlatmak istediğimi ve yaşananlardan geriye hangi izler kaldığını, onlarla ortak bir dil tutturmak istediğimi anlatamıyorum. Hala böyle düşünen milliyetçiler de var. Aslında bizim işimiz çok zor. Bunları aşabilmemiz için yapmamız gereken çok şey var. Neyse ki bu filmler sayesinde, belki de bir ölçüde çok sayıda genç de Anadolu ya, kendi atalarının ninelerinin köylerine gelmeyi istiyorlar. Orayı tekrar görmek istiyorlar. Bunların artık bir tehlike içermediğini biliyorlar, başlarına bir şey gelmeyeceğine inanıyorlar. Bu patolojiyi aşabilmek için moral barajını aşma cesaretini gösterebiliyorlar. Bunu da geçmişi unutmak için değil, sadece geçmişin daha sağlıklı bir şekilde inşa edilmesi için yapıyorlar. Rahmetli Hrant Dink sadece Türkiye için önemli bir şey yapmadı, diaspora ve Ermenistan için de çok önemli şeyler yaptı. Onun sağlığında ne yapmak istediğini dinlemek istemediler, anlamak istemediler. Ancak yokluğunda yavaş yavaş anlamaya başlıyorlar. Dinleyici: Yine bunun gibi, hayvanlara karşı bir katliam var mı tarih içinde biliyor musunuz? Serge Avedikian: 1910 dan önce olduğunu sanmıyorum ama daha sonraki dönemlerde Norveç te foklara karşı, Çin de bir dönem kuşları kitlesel ve yoğun bir şekilde öldürdüler. Çünkü ağaçlara zarar verdiklerini sanıyorlardı ama kuşları öldürdükten sonra anladılar ki ağaçlara zarar veren kurtlarmış. Kuşlar olmadığı için kurtlar çoğalmış insanlar sonucunu düşünmeden doğal çevreye böyle zararlar verebiliyorlar. Dinleyici: Filmde bir köpek vardı kaçmaya çalışan Hiç kaçan ya da kurtulan köpek oldu mu? Serge Avedikian:. O filmde kaçmaya çalışan köpek anne köpekti. Filmde ne olduğunu göstermedim, bende bilmiyorum ama orada önemli olan kendi başına bir yol araması, bir yol tutmaya çalışmasıydı. Bazı olaylar olduğunu biliyorum, bazı köpekler yüzerek Kınalı ya varıyorlar. Oradaki balıkçılar onlara yardım ederek tekrar şehre götürüyorlar ve kurtuluyorlar ama bu II. Mahmut döneminde olmuş. Bizim incelediğimiz dönemde pek kurtulan olmamış. Dinleyici: Umut nerde o zaman? Serge Avedikian: Umut biziz, bir çıkış yolu bulmaya çalışanlar uğraşanlar. İstanbul da nerede ne zaman yan yana gelebilenler, gelmek isteyenler bugün bir uzlaşma bir barışma çabası içinde. Buraya geldiğimiz iki genç arkadaş; umut onlarda. Umut yan yana gelme, bir arada çalışma isteği duyan herkeste. Sadece entelektüel olarak değil, bedenen, ruhen de bunun için çalışanlarda. Ben her zaman optimistim, iyimserim. Çünkü geçmişle yaşamak çok zor. Yeni şeyler inşa etmek gerekiyor ama o yeni şeyleri inşa ederken tarihten en iyi kısımları alabilmek, en iyi dersi çıkarabilmek gerekiyor. Ben iyimserim çünkü insanlara inanıyorum, devletlere ya da hükümetlere değil. Çünkü tarihi yapan her zaman insanlardır. O yüzden vazgeçmeye gerek yok boynumuzu bükmeyelim, mücadele etmeye devam edelim. Her şeyden önemlisi hümanist olalım, insanları sevelim çünkü nefretle yaşanmıyor. Safta olmamak lazım mutlaka nefret sadece kötü bir şey değil aynı zamanda sağlığa da zararlı. Gevezelik yapmayalım.