KONUK YAZAR Devre Mülk METE AKKAYA (S.B.F. Öğretim Görevlisi) Ülkemizdeki en eski devre mülk Tatil Köylerinden biriydi. İlk gittiğimizde kendimizi başka bir dünyada sanmıştık: Çağdaş bir ön büro. Güler yüzlü personel. Çeşitli büyüklük ve biçimlerde yerleşim üniteleri. Ünitelerin serpiştirildiği nefis bir botanik bahçesi. Yok yok! Cennetten bir parça. Sağda solda küçük tabelalar: Lütfen çimenlere basınız; çiçekleri koparınız. (Siparişi alan tabelacının yönetim kurulu başkanını deli sandığını tatlı tatlı anlatmışlardı) Eşyalarımızın kalacağımız üniteye elektrikli bir araçla taşınması. İçeride bizi bekleyen vazo içinde bir demet taze çiçek. Belli ki bahçeden toplanmış. Çay süzgecine varıncaya kadar aklınıza gelebilecek her türlü mutfak aleti. Birer yogunluk kahvesi içtikten sonra kıyıya doğru yürüyoruz. Karşımıza ikinci bir cennet çıkıyor. İlki yana göz alabildiğince uzanan bir kumsal ve masmavi bir deniz. İşletmenin hemen hemen hiç eksiği yok. Üniteler arasındaki yollar sürekli yıkanıyor. Her gün haşarata karşı ilaçlama yapılıyor. Öyle ki kapımız penceremiz açık yatabiliyoruz. (Bu son gelişimizde bir hafta boyunca hiç ilaçlama yapılmadı) Ünitedeki çöpler üç günde bir alınıyor, çarşaflar ve yastık kılıfları değiştiriliyor. (Hala öyle) Deniz yetmemiş iki de yüzme havuzu yapılmış. Tuzlu su sevme-yenler onlardan yararlanabiliyor. Her keseye ve zevke uygun yedi sekiz kafeterya ve lokantaya ek olarak bir de büyük lokanta var. İsterseniz mantar soslu file minyon, isterseniz pide ya da mantı yiyebiliyor, keyfinize göre sıcak/soğuk birşeyler içebiliyorsunuz. Hepsi ayrı ayrı müstecirlere verildiği için profesyonelce bir hizmet alıyorsunuz. Büyük lokantada sık sık canlı müzik yapılıyor.
İsterseniz her ihtiyacınızı karşılayabileceğiniz bir de zengin süper market var. * Bir iki yıl sonra şirketin ve yönetimin el değiştirdiği söyleniyor. Yeni yönetim tatil köyüne girişte bir hesap açtırıp karşılığında bir manyetik kart veriyor. Hesaba istediğiniz kadar para yatırabiliyorsunuz. Köy içinde para geçerli değil. Bu kartı kullanıyorsunuz. Uygarca bir uygulama. Yalnız bir gelişme canımızı sıkıyor. Tüm lokantaların kafeteryaların ve süper marketin işletilmesini yönetim kendisi yüklenmiş. Bu nedenle hizmette belirli aksamalar olabiliyor. İyi niyetle katlanıyoruz. Ardından belirli engeller yüzünden beş altı yıl Köye gidemiyoruz. Bu yıl bir fırsat doğuyor ve bir hafta için uğruyoruz. Ana kapıdan girer girmez önemli bir değişiklik olduğu anlaşılıyor. Köyde devre sahiplerinden çok bir yerli/yabancı turist bolluğu göze çarpıyor. "Köyümüz de çağa ayak uydurmuş" diyoruz. Eşyamızı elle çekilen bir arabayla taşıyoruz. Yıllar önce "cennetten bir köşe" olarak nitelendirdiğimiz çevre kat be kat daha güzelleşmiş. Eğer böyle bişey olabiliyorsa "cennet daha da tekamül etmiş". Bir tek üzücü nokta: çamların bazılarında kurumalar var. Bahçıvan(!)a sorduk. "Dipleri kum, onun için. Tümüyle kuruyunca kesip atacağız" dedi kestirdi attı. Birdenbire aklıma yıllar önce, kuruyan çamları anlattığım Büyükada belediye başkan yardımcısının "bizim sorumluluğumuz altında değil" demesi, elektronik mektup yollayıp yakındığım Yeditepe Üniversitesi'nden de tek satır yanıt almayışım (Güzel Sanatlar Fakültesi Büyükada'da) geliyor. İşin ilginç yanı, ertesi gün denize giderken kıyıya yakın yüzlerce çamın fıstık gibi olduğunu gördüm. Ya bu zavallılar diplerinin kum olduğunun farkında değiller, ya onları kandırmak için altlarına birer kaya parçası yerleştirilmiş, ya da Büyükada'nın dibi de kum. Köy'deki personelde çarpıcı bir monotonluk, zaman zaman da bir adam sendecilik göze çarpıyor. Alıştığımız güler yüzlerin çoğu gitmiş. Bir aile gibi gördüğümüz devre dostlarımızın yerini yabancılar doldurmuş. Çocuklarını havuz başında besleyen oğluma gelen bir garson "ağabey kasayı kapatıyoruz, git de hesap görüver" demez mi. İyi ki "bahşişimi de *
bana getir" diye eklemedi. Ünitemize girdiğimizde gözlerimiz çiçek vazosunu arıyor. Bir dolabın köşesinde buluyoruz. İçi boş. Zaten sevimli tabelalar da yok olmuş. Soyunup kendimizi denize atacağımız sırada çok daha büyük bir şok geçiriyoruz. Köyle deniz arasındaki geniş alana devasa oteller ve otellerin sosyal tesisleri yığılmış. Denize bağlantı daracık bir patikadan sağlanabiliyor. Köyün soluğu kesilmiş gibi. Kıyıda her zaman tatlı bir esinti varken içerlerde yaprak kımıldamıyor. Hele kıyıya en yakın üniteler bu büyük binaları seyretmek ve onlardan yansıyan sıcaklıkta kavrulmak zorunda kalmış. Oradan denizi görebilmek için çatıya çıkmak yeter mi bilemiyorum; ancak, kıyıdan Köy'ü görebilmek için motorla çekilen paraşüte binmek gerekli. Geçirdiğimiz günlerde, yönetimin devrecilere sırtını dönüp yüzünü turistlere çevirdiğini daha belirgin bir biçimde gördük. Hemen herşey onların parasını almaya yönelmiş sanki. Bunun en belirgin örneği yiyecek konusu: Büyük lokanta dışındaki lokanta ve kantinlerin bir kısmı içecek vermekle sınırlı kalmış, geri kalan kısmı ise hamburger, kızarmış patates, sandviç v. b. basit yiyecekleri sunmakla yetinmiş durumda. Akşam üstü saat beşten sonra ise buralarda bir lokma yiyecek bir yana, bir tek görevli bile bulmak mümkün değil. Ya çevredeki yerleşim birimlerine gidip bir lokanta arayacaksınız, ya da mutfağınızda birşeyler hazırlayacaksınız. O da eğer akıl edip önceden Köy dışından birşeyler almışsanız. Süper(!)markette aradığınızı bulmak büyük başarı. Söz gelimi ben torunlarıma soz verdiğim bir yemeği yapmak için gerekli sovan ve domatesi bulamayınca, sarmısak ve salça ile yetinmek zorunda kaldım. Fiyatların ateş pahası olması da cabası. Dışarıda 0,95 liraya satılan suyun markette 2,5 lira olması gibi. Boynunuzu büküp büyük lokantaya mecbur kalırsanız, adam başı 7-11 Euro ödemeniz gerekiyor. Bu arada Euro dedim de aklıma geldi. Köyde her mal ve hizmet Euro ile değerlendiriliyor. Bizlere ve Ruslara müjdeler olsun. Farkında olmadan Avrupa Birliği'ne kabul edilmişiz bile. Bölgede küreselleşme ise almış başını gitmiş. Gerek Köy'de gerek
çevredeki yerleşim birimlerinde Rusça, Almanca, Fransızca, İtalyanca karışımı bir dil geçerli. Bunun adını Rusalfritçe koydum. Türkçe konuşan beri gelsin. Bana bu dilde hitap eden bir delikanlıya "ne haber arslanım, işler nasıl" dediğimde "abovvv, turist Türkçe konuşi be" bağırtısıyla çarşıyı biribirine kattı. Buna karşılık, bir dükkanın önündeki insan boyu tabeladaki Rusça yazıyı değil okuyabilmek ne anlama geldiğini dükkan sahibi bile bilemedi. Zaten demli çay isterseniz daldırma çay ya da Nestea, Türk kahvesi isterseniz Nescafe içebiliyorsunuz ancak. Bahis konusu küreselleşmeye karşılık ulus-devlet anlayışı pek gelişmiş. Özellikle Köy'ün önünde alabildiğince uzanan kumsal belirgin alanlara ayrılmış. Her birinde bileklerinde değişik bir renkte plastik bilezik olan turistler dolaşıyor. Üst kimlikler böylece belirleniyor anlaşılan. Bendeniz bunları taktıran otellere de ad takmaya çabaladım: Kırmızistan Cumhuriyeti, Yeşiller Konfederasyonu, Beyaz Paça Bağı Kırallığı gibi. Bu biribirine tümüyle zıt iki akımın dışında kalmayı büyük bir kararlılıkla sürdüren birilerinden bahsetmezsem onlara haksızlık olur: Genellikle geceleri yapılan otomatik çimen sulama sırasında "gardaşım, gecenin bu sahatında bu ne foşurtusu, kesin şunu" diye ön büroyu şikayet telefonlarına boğan; "bakın bakın kinder das ist nar" çığlıkları atıp ağaçtaki olgunlaşmış olgunlaşmamış tüm yemişleri yolan; elinde neredeyse balina yakalamaya yeterli bir zıpkınla on santim boyunda balıkların peşinde bir metre derinlikteki suda yüzen; denize giren yüzlerce kişinin arasında suya savuracağı oltasına yem olacak bir solucan çıkarmak için elinde yemek çatalı ağaçların dibini ya da çimenleri kazıyan iç ve dış deve kuşlarımız. (Bu cana yakın yaratığın adını, ne birine ne de öbürüne benzemesi özelliği nedeniyle kullandım) Turistler için en büyük eğlence ajitasyon, yok yok rejimentasyon, o da değil animasyon denilen etkinlikler. Genellikle, elinde bir düdüğü olan ve onu tempolu bir biçimde öttüren bir animatörün kumandasında karada/ suda çeşitli yarışmalar ya da toplu hareketler yapılıyor bir yandan da anlaşılmaz sesler çıkarılıyor. İnsanın "yaylalar yaylalar" diye bağıra çağıra aralarına giresi geliyor. Animasyon gurubunun bunda bir suçu yok. Kendilerinden istenileni yerine getiriyorlar. Fakat çocukların hakkını yememek gerek. Zaman zaman Broadway değilse de Boston'da sahnelenebilecek güzellikte gösteriler yaptıkları oluyor. Uzaktan bakınca sistemin bir robot düzenliliği içinde yürütüldüğü
söylenebilir. Bir robot ne kadar sevecen, ne kadar insancıl, ne kadar cana yakın olabilirse o kadar. Kaldı ki burası Türkiye abicim.robot ta şaşırıveriyor bazan. Merkez bilgisayar ikide birde devre dışı kalınca dayan babadan kalma adisyona. Uzun lafın kısası dostlarım. Bu bir yakınma ya da ağlaşma belgesi değil. Belirli gözlemlerin dile getirilişi. Yine de aklıma çocukluğumun/gençliğimin Moda'sındaki Mano Palas pansiyonu ile Koço'nun lokantası ve Ankara'sındaki Piknik ile Foti'li Trakya geliveriyor ve burnumun direği sızlıyor. Ne mi bekliyorum? Benim gibi gayrı kabili ıslah (onulması olanaksız) romantik bir dinozor ne beklerse onu. Adını siz koyun