H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE! Kıymet Nadir Bindebir



Benzer belgeler
Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

4.SINIF TÜRKÇE 15. HAFTA SONU ÖDEVİ

Herkese Bangkok tan merhabalar,

A2 DÜZEYİ A KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: PASAPORT NO:

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

Eskiden Amcam Başkötü ye ait olan Bizim Eski Yer,

Adı-Soyadı: Deniz kampa kimlerle birlikte gitmiş? 2- Kamp malzemelerini nerede taşımışlar? 3- Çadırı kim kurmuş?

KILIÇDAROĞLU K.MARAŞ'TA

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi

ΤΠΟΤΡΓΔΙΟ ΠΑΙΓΔΙΑ ΚΑΙ ΠΟΛΙΣΙΜΟΤ ΙΓΡΤΜΑ ΓΙΑΥΔΙΡΙΗ ΑΠΟΓΔΤΜΑΣΙΝΩΝ ΚΑΙ ΒΡΑΓΙΝΩΝ ΔΠΙΜΟΡΦΩΣΙΚΩΝ ΠΡΟΓΡΑΜΜΑΣΩΝ ΚΡΑΣΙΚΑ ΙΝΣΙΣΟΤΣΑ ΔΠΙΜΟΡΦΩΗ

MATEMATİK DERSİ GENEL DEĞERLENDİRME

Bir başka ifadeyle sadece Allah ın(cc) rızasına uygun düşmek için savaşmış ve fedayı can yiğitlerin harman olduğu yerin ismidir Çanakkale!..

"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

GÖKYÜZÜNDE KISA FİLM SENARYOSU

tellidetay.wordpress.com

:48 FİLİZ ESEN-BİROL BAŞARAN

BARIŞ BIÇAKÇI Aramızdaki En Kısa Mesafe

Şimdi olayı şöyle düşünün. Temel ile Dursun iddiaya giriyor. Temel diyor ki

6 Çocukla Ahır'da Yaşam Mücadelesi

Ben gid-iyor-muş-um git-mi-yor-muş-um. Sen gid-iyor-muş-sun git-mi-yor-muş-sun. O gid-iyor-muş git-mi-yor-muş. Biz gid-iyor-muş-uz git-mi-yor-muş-uz

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý.

SÖZCÜKTE ANLAM. Gerçek Anlam Yan Anlam Mecaz Anlam Terim Anlam Sözcükler Arasý Anlam Ýliþkileri Anlam Olaylarý Söz Öbeklerinde Anlam

SİGARA VE GENÇLİK. Doç.Dr.Hacer Kuzu OKUR. Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesi. Göğüs Hastalıkları Bölümü. 01.Nisan.

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir?

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

Bodrum Yarımadası nın Başkanı Mehmet Kocadon

(22 Aralık 2012, Cumartesi) GRUP A Türkçe Ortak Sınavı Lise Hazırlık Sınıfı

Hafta Sonu Ev Çalışması HAYAL VE GERÇEK

KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU

Uzun Bir Köpek Hakkında Kısa Bir Öykü. Henry Winker. İllüstrasyonlar: Scott Garrett. Çeviri: Bengü Ayfer

Cumhuriyet Halk Partisi

ESAM [Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi] I. Dünya Savaşı nın 100. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu

2. SINIF İŞİTME ENGELLİ ÖĞRENCİLERİ İÇİN TEST ÇALIŞMASI. Hazırlayan Engin GÜNEY İşitme Engelliler sınıf Öğretmeni

Cumhuriyet Halk Partisi

EZBERLEMİYORUZ, ÖĞRENİYORUZ. Hafta Sonu Ev Çalışması DAĞINIK ÇOCUK

Ateş Ülkesi'nde Ateşgâh Ateşgâh ı anlatmak istiyorum bu hafta sizlere. Ateş Ülkesi ne yolculuk ediyorum bu yüzden. Birdenbire pilot, Sevgili yolcular

BÖLÜM 1. İLETİŞİM, ANLAMA VE DEĞERLENDİRME (30 puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKAYESİ

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

.com. Haftanın Diğer Çalışmaları En Kısa Zamanda Yayınlanacaktır.

Iron Butt Reports - 09 July 2011

Menümüzü incelediniz mi?

Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi.

Yenilenen Geçici Hayvan Bakım Merkezi açıldı

Ilgaz (14 Şubat 2010) Yazı ve fotoğraflar: Hüseyin Sarı (huseyinsari.net.tr)

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

Ramazan Alkış. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

Dünyayı Değiştiren İnsanlar

CHP Yalıkavak Temsilciliğinin düzenlediği Kahvaltıda Birlik ve Beraberlik Mesajı

ÖN OYUN Yer, ağustos böceklerinin yuvası. Cici ve Mimi aynanın karşısında son hazırlıklarını yapmaktadır.

ΣΔΛΙΚΔ ΔΝΙΑΙΔ ΓΡΑΠΣΔ ΔΞΔΣΑΔΙ. ΔΙΑΡΚΕΙΑ: 2 ώρες ΗΜΕΡΟΜΗΝΙΑ: 24 Μαΐοσ 2011 ΣΟ ΔΞΔΣΑΣΙΚΟ ΓΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΣΔΛΔΙΣΑΙ ΑΠΟ 8 (ΟΚΣΩ) ΔΛΙΓΔ. Τπογραφή καθηγητή:

Haydi Deniz Kıyısına! Şimdi okuyacağınız hikâye Limonlu Bayır

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

Koç Üniversitesi nde ders verme tecrübelerim BURAK ÖZBAĞCI 2013

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

Suriye'den Mekke'ye: Suriyeli üç hacı adayının hikâyesi

Yabancı Dil Ööğreniminde Güçlü Hafıza Teknikleri - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

TV LERDEKİ PROGRAMLARA ÇIKANLAR KURAN OKUMASINI BİLMİYOR

Seçelim ve yerleştireli. Kutlu : Merhaba. Sophie : Kutlu :. Kutlu... e?

Engin arkadaşına uğrar, eve gelir duşunu alır ve salona gelir. İkizler onu salonda beklemektedirler.

Kulenizin en üstüne koşup atlar mısınız? Tabii ki, hayır. Düşmanınıza güvenip onun söylediklerini yapmak akılsızca olur.

Bahadın, 2 Ağustos 2014 Sevgili Yoldaşlar, Canlar, Yol Arkadaşlarım, Devrimciler Diyarı Bahadın da buluşan güzel insanlar,

5. SINIF TÜRKÇE NOKTALAMA İŞARETLERİ TESTİ

MİRKET NİNELER. Parti Veriyor

Dört öğrenci sabahleyin uyanamamışlar ve matematik finalini kaçırmışlar, ertesi gün hocalarına gitmişler, zar zor ikna etmişler. Arabaya bindik yolda

AFYONKARAHİSAR REHBERLİK VE ARAŞTIRMA MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜ

SIFATLAR. 1.NİTELEME SIFATLARI:Varlıkların durumunu, biçimini, özelliklerini, renklerini belirten sözcüklerdir.

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır.

I. Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. ÖNEMLİ BİR DERS

Çok Mikroskobik Bir Hikâye

Okul Çağı Çocuğunda Sevgi Yetersizliği Çalma Davranışına mı Neden Oluyor? Pazartesi, 02 Eylül :14

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

Başbakan Yıldırım, 25. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı sonrası basın çadırını ziyaret etti

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Koray Avcı Çakman. Öykü FLAMİNGO GÜNLÜĞÜ. 1. basım. Resimleyen: Reha Barış

Organ bağışında bulunan herkesin organları kullanılabilir mi?

Bahar Ateşi Evet! Hayır! Belki? Ne? Merhaba.

Riksgränsen deki mültecilerin hepsi İsveç e sığınma başvurusu yapmış. Ancak çoğu,

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

10SORUDA AİLE SİGORTASI

BAŞBAKAN YARDIMCISI HAKAN ÇAVUŞOĞLU, BATI TRAKYALI GENÇLERLE YTB DE BULUŞTU Cuma, 13 Nisan :47

Anneye En Güzel Hediye Olarak Ne Alınması Gerekir?

3 YAŞ AYIN TEMASI. Cinsiyetim, adım, özelliklerim, görünümümdeki değişiklikler nelerdir?

İnönü Üniversitesi Fırat Üniversitesi Siirt Üniversitesi Ardahan Üniversitesi - Milli Eğitim Bakanlığı ‘Değerler Eğitimi’ Milli ve Manevi Değerlerimiz by İngilizce Öğretmeni Sefa Sezer

Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye:

9. Sigarayı bırakma zamanı

MERHABA ARKADAŞLAR BEN YEŞİLCAN!

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Refik Durbaş. Şiir BEZ BEBEKLE KUKLASI. 2. basım. Resimleyen: Burcu Yılmaz

Hikaye uzak bir Arap Alevi köyünde geçer. Ararsanız bambaşka versiyonlarını da bulabilirsiniz, hem Arapça hem Türkçe.

Derleyen: Nezir Temur Resimleyen: Mert Tugen

İtalya nın Üç Büyüğü: Roma, Floransa, Venedik.

Adım-Soyadım:... Oku ve renklendir.

Biz yeni anayasa diyoruz

HEM DÜŞÜNECEĞİZ, HEM ÖĞRENECEĞİZ HEM DE SÜRPRİZ HEDİYELER KAZANMA ŞANSINA SAHİP OLACAĞIZ.

1) Aşağıdaki cümlelerin hangisinde yazım yanlışı yapılmamıştır?

2016 Tudem Edebiyat Ödülleri Öykü Yarýþmasý Mansiyon Ödülü

Evlenirken Nelere Dikkat Edilmeli?

Almanya'da Yaşayan Trabzonsporlu Taraftarın 61 Plakanın İlginç Azmin Hikayesi

Giovanni dışında bütün örenciler çok çalışıyor. O hiç çalışmıyor ama sınıfın en başarılı öğrencisi. Çok iyi Türkçe konuşuyor.

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç

Eşeğe Dönüşen Kabadayı Makedonya Masalı (Herşeyin bir bedeli var)

AŞKI, YALNIZLIĞI VE ÖLÜMÜYLE CEMAL SÜREYA. Kalsın. Mutsuz etmeye çalışmayacak sizi aslında, sadece gerçekleri göreceksiniz Cemal Süreya nın

Transkript:

H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE! Kıymet Nadir Bindebir

3 H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE CİNİUS YAYINLARI İNCELEME ARAŞTIRMA ELEŞTİRİ Babıali Caddesi, No. 14 Cağaloğlu - İstanbul Tel: (0212) 5283314 (0212) 5277982 http://www.ciniusyayinlari.com iletisim@ciniusyayinlari.com Kıymet Nadir Bindebir Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE! Yayına hazırlayan: Zeynep Gülbay Kitap tasarımı: Diren Yardımlı BİRİNCİ BASKI: Ağustos, 2008 ISBN 978-605-4034-51-2 Kitap Matbaası nda basılmıştır KIYMET NADİR BİNDEBİR, 2008 CİNİUS YAYINLARI, 2008 Tüm hakları saklıdır. Bu yayının hiçbir bölümü yazarın ön izni olmaksızın, herhangi bir şekilde yeniden üretilemez, basılı ya da dijital yollarla çoğaltılamaz. Printed in Türkiye

Ülkeden uzakken bile vatan a yakın yaşayabilmesi umuduyla Oğlumcuğum a... Sabrı, anlayışı, desteği için kocama sonsuz teşekkür borçluyum. Kitabın düzeltisini, dil devriminden bu yana Türk dil felsefesine bakışı şaşmaz bir doğruluk gösten Türk Dil Kurumu nun ( eski olan elbette!) devamı niteliğinde olan Dil Derneği yayınlarında ve Ömer Asım Aksoy un başkanlığında hazırlanan Ana Yazım Kılavuzu nda belirtilen kurallar çerçevesinde yapan, bu kitabı okunur kılan Sayın Kemal Kırar a sonsuz teşekkürler. 2002 Kasım ayından bu yana iktidarda olan siyasi partinin mensuplarına da teşekkürü borç bilirim. Bir siteye ağır oturaklı makaleler, ciddi yemek tarifleri, seyahatnameler falan yazıyor da olabilirdim. Yazılardaki mizah sayelerindedir. Onlar da sağ olsunlar, -mümkünse Türkiye den uzak bir coğrafyada- var olsunlar. 12 Ağustos 2008

Beni Köye Kömün Sabah serinde girdim halıcı dükkânına, dışarısı yazıyla kırk bir, rakamla 41 dereceydi. Hani kırk bir dereceyi serin bulduğumuzdan değil ama bir nevi klimatize olmuş durumdayız, aşinayız sömürge sıcaklarına. Halıcı 24 e ayarlamış dükkânın ısısını. Dükkân değil vaha mübarek, palmiye diksen tutacak... Son teknoloji soğutma cihazları enseme püfür püfür üfler, elimdeki buzlanmış plastikten su yudumlar, insanda yere sermek yerine oturup şeker niyetine yemek arzusu uyandıran halıları mıncıklarken öğle olmuş. Dükkândan dışarı çıkar çıkmaz açılmış fırın kapağı sıcağından önce sokağın boşluğu çarpıyor yüzüme. Tek tük araba kalmış yollarda. İn cin çift kale maç etmekteler çarşının göbeğinde. Bir tuhaflık var ortamda diye düşünürken önce kollarımın derisi gerilmeye başlıyor. Yüzümün, boynumun ve bacaklarımın derisi de dümbelek derisi gibi, patladı patlayacak. Alttan botoksu fazla vermişsin de alttaki fazlalığı kaplamada deri kısa kalmış veya üstten kırışıkları kesip cildi kulağa doğru germeye çalışıyorsun da çekiştirip duruyorsun, öyle bir gerilme. Ani ve kupkuru. İkindi ezanını -Hanefiler için- okuyan müezzinin hoparlörde çatallanmış sesi de çatır çatır kurumuş, kulağımdan sızıyor, kurumuş kan tadında boğazımdan iniyor, damarlarımdan ciğerlerime yayılıyor. Birkaç saniye arayla Şafii, Maliki, Hambeliler için de işinin ustası müezzinler icraya başlayınca, kulak, burun, boğaz devreden çıkıyor, sesler akciğerlerime avuç avuç karabiber serpiyor. Tebrizlere, Isfahanlara, kuzu yünü Şirvanlara dokunurken kafamın içinde çalan Polonya serini Chopinler zaten çoktan susmuş. Bütün halı dokuyanlar da namaza durmuştur şimdi. Üreteceklerine, yaratacaklarına, kendilerini yarattığına inandıklarına, kendileri için bu yaşamı zehir edecek kurallar koyanlara bağlılıklarını sunma tapınmasındadırlar şu dakikalarda. İslam Cumhuriyeti ndeyiz, üzerimizde kısa kollu tişört var ama bacaklar pantolonla kapalı. Bünyeyi saran bütün kumaşlar bir anda ısınıyor. Bir yandan derim geriliyor, acıyor, bir yandan da ısınan kumaş o deriye sürtünüyor. Sıcak dediğin terletir biliriz, yanlış biliyormuşuz, bunun doğrudan pişireni de varmış meğer. Kıymet Kavurma olarak bir tutam maydanozla servis edilmemize ramak kalmış. Allahım şelaleler akıt üzerimden, Kevser şarabından geçtim, soğuk içme 6 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 7

suyuna da razıyım, buz gibi sıvılar ihsan eyle Yarabbim, Diyar-ı gurbette mevta olursam mekânımı serin cennetin eyle tarzında Yaradanla direkt temasa geçiyorum ki, Yaradanın da benimle bağlantı kurması, vahiy indirmesi an meselesi. Gerçeklik duygusu yitmiş, sıcak bir muhallebi bataklığında kafamı havada tutup bir nefes daha almaya çırpınıyorum. Vahiy için bütün şartlar oluşmuş. Sıcaksa sıcak, susuzluksa susuzluk, çaresizlikse çaresizlik, etrafta ehl-i müselmansa o bile mevcut. Yani o anda vahiy inmeye başlasa gümbür gümbür iner ve buna kimsenin itirazı olamaz. Kuracağımız dine de iman ederler etmezler, bu onların bileceği iş olur, ama o vahiy de iner! Güneşin alnından serine çekilir, Oku! diye başlayan emirler yazarız ki; ilk ayet Her kim ki umum mahalle her otuz adımda bir açık hava duşları yaptırır, sevap hanesine 1000 cennet puanı kaydolunur! ya da Hava artı kırk dereceyi bulduğunda kullarıma sokağa çıkmayı haram kıldım. Birbirlerine buzlu içecekler ikram edip ferahlatsınlar. Ferahlatmak sünnettir olabilir. Beş on adım atıyorum caddeye doğru, hayır, manzara bildik kalabalık manzara değil, pizza fırınının değil de krematoryumun içine doğru yürüyorum. Auschwitz de, Terezin de (Theresianstadt) fırınlanmış tanımadığım hısım akrabanın siyah beyaz fotoğrafları, -nedense Gotik harflerle yazılmış- isim listesi üşüşüyor aklıma. Attığım her adımda cehennemin ücra köşelerine biraz daha yaklaşıyorum. Yürüyebildiğime çok şaşarak yürüyorum açık hava krematoryumunda. Bacaklarım, ayaklarım benim irademle değil de Madem ki yol var, o halde yürümek farzdır güdüsüyle hareket ediyorlar. Eli çatallı, kafası boynuzlu zebani hop diye yanı başımda beliriverse şaşırmayacağım. Anında teslim olup, cebimdeki tüm Dolarları rüşvet teklif edip, cennetin yolunu soracağım. Zebaniye sinema teşrifatçısı muamelesi yapmanın Defter- i Kebir e nasıl yansıyacağını da hesaplayamıyorum o anda. Kafamdaki şapkayı çıkarıp içme suyunu içine döküp tekrar koyuyorum kafama. Yüz derimin gerilmesi hafifliyor, kollarımı ıslatıyorum. Her zaman insanın üstüne üstüne süren taksilerden bir tane bile yok ortalıkta. Anlıyorum ki, sabahki kırk bir derecenin serinliği kalmamıştır. Birkaç saat içinde cıva gölgede ellilere vurmuş ve hatta geçmiştir. Tüm ehl-i müselman sıcağın fırınlayacağını bilip tedbirini almış, klima cihazlarının karşısına yerleştirdikleri kanepelerde uyumakta, vantilatörleri kıbleye çevirmiş namaz eda etmektedir. Serin kehribar tespihler sol ellerinde, sağ elleriyle acılı ezmelere banmaktadırlar ekmeklerini. Bir ben dalmışımdır bu fırına, önlenemez alışveriş hırsıyla, bir de Kuran kursuna giden iman ehli kalmıştır sokakta inancın azmiyle. Ortalıkta in cin çift kale maç halinde dedik ama, kamerayı çevirince ağaç altında karpuz yiyeni, tezgâhta şeftali satanı ve hatta kafası şapkasız yürüyeni tespit ediyoruz. Biliyoruz ki, o karpuzlar da, o şeftaliler de ya yenmeyecek kadar hamdırlar ya da olgunlaşamadan kurumuş büzüşmüşlerdir. İkisinin arası yoktur ve karartılmış, kapatılmış kadınlar da meyveler gibidir bu diyarda. Ya çocukturlar, ya ihtiyar. Arada gençlik, orta yaş dönemi yoktur, yavaş yavaş değil, daha çocukluktan çıkmadan -evlendirilir ve- ihtiyarlarlar. Karşı kaldırımda ellerinde kitaplar (Kuran??) iki kadın durmuş konuşuyorlar. Ezanlar sustuğu için onlar konuşabiliyorlar. Ezan erkek, ezan buyurgan. Baştan aşağı siyahlara kefenlemişler kendilerini. Ellerinde siyah sentetik eldivenler, güneş korneayı pişirmesin diye olacak, gözlerini de kara gözlükler arkasına saklamışlar. Önce bir titreme geldi, üşüyorum. Şimdi bir ter atarım, vücut termostatım normale döner diye düşünüyorum. Bir cesaret geliyor içime siyahlı kadınlara baktıkça. Bunlara bir şey olmuyorsa bana da bir şey olmaz, ben bari gölgede duruyorum diye avunuyorum, ama birkaç dakika içinde ellerimin ne kadar şiştiğini, damarlarımın nasıl genişlediğini fark edip, zorlayarak yüzüğü çıkarmak zorunda kalınca, aklıma kalp yetmezliği ihtimali geliyor. Tek bir damla ter atamadan hem ateşte domuz çevirme kıvamındayım, hem içim titriyor, donuyorum. Kadınların avcı, şeytan, erkeklerin av olduğuna inanmış, inandırılmış ve erkeği tahrik etmemek için kapanmış ve kararmış ve hayatları karartılmış kadınlar durmuş konuşuyorlar. Durabiliyorlar, konuşabiliyorlar. Yediği ekmek helal bunların, dayanıklılığın had safhası bu olmalı. Zaten nefes aldırmayan bir havada verdiği nefesi de peçenin altında ısıtıp, tekrar tekrar solumak. Biz bunu Kuzey Kutbu ndayken, gündüz vakti eksi kırklara düştüğünde hava, yüzümüzü sardığımız atkının içinde yapardık. Hem burnunu yakandan içeri gömersin, hem de yüzün sarılıdır zaten, atkı filtresiyle burun deliklerinden giren havayı ısıtır ısıtır tekrar kullanırsın. Bu hatunlar artı elli derece kuru sıcakta, zaten zor olan nefes almayı kendilerine iyice güçleştiriyorlar. Ancak iman gücüyle tahammül edilir bir durum. Halıcı vahasına hemen geri dönmeliyim -bir an evvel bir taksi bulup eve kapağı atmalıyım - taksilerde klima bulunmaz, eve gidene kadar ölürüm Beni köye kömün - bir vasiyetim bile yok - şimdi hemen su içmezsem böbreklerim kuruyacak Beni köye kömün - halıcıya dönmeliyim hayır eve gitmeliyim - bari otostop yapayım donuyorum Beni köye kömün - nefes alamıyorum - kalp krizi geçiriyorum hayır beyin kanamasına daha çok benziyor Beni köye kömün - demek buraya kadarmış kısmetimiz, içeceğimiz son suyu da kafamıza dökmüşüz meğer Beni köye kömün - oğlum bensiz ne yapar - şimdi şurdan hemen acil servise gitsem, ölmeyeceğim varsa da tedavi etmeye çalışırken kesin öldürürler beni panikleri üzerime atak yapmışken, iki simsiyah kadın hâlâ konuşuyorlar. Birinin cep telefonu çalıyor, Hah diyorum, Şimdi en azından kulağını açmak 8 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 9

zorunda kalacak, açmıyor, türbanın üzerinden duyuyor arayanın sesini. Benim giydiğim beyaz pamuklular derimi yakıyorsa, onların sentetik siyah pardösülerinin altında ısı yetmiş derece olmalı. Kapanmayı emreden Rabbim dayanma gücünü de veriyor demek ki. Halıcı vahasına geri dönsem, kasım ayında ortalık serinleyene kadar dışarı çıkamamaktan korkuyorum. Dükkâna dönmeye çalışırken yerdeki ölü kuşlar gibi düşüp oracıkta kuruyup kalmak da ihtimal dahilinde. Telefonu çalan simsiyah kadın hâlâ birine laf anlatıyor, arada yanındakine de cevap yetiştiriyor. Ayaklarının dibindeki kurumuş serçe ölülerini fark etmiyor bile. Artık ağır çekim bir filmin içindeyim. Tozlu, sıcak, ağır aksak, akamayan bir film. Bütün repliklerimi unutmuşum. Bütün sulu sahneler kurumuş. Görüntü, eriyen asfalttan yayılan ısının titrek şeffaflığının arkasında artık. Sadece bir şişe su içmek istiyorum, suyu içmek ve ölmek. Ya da yaşamak oğluna gideceksin yakında, dayan-. Aradaki çizgi incelmiş. Karpuz yiyen adam, siyahlara kefenlenmiş kadınlar, şeftali satan adam, dükkân kapısından dışarıyı seyreden tüccar, hepsi rollerine devam edebilirler. Ben o sahneden istifa edebilmek istiyorum. Bir duş sahnesinde buluversem kendimi, Sapık taki bıçaklı duş sahnesi bile olabilir, yeter ki duş olsun, sonrası ister sapığın bıçağı, ister Zülfikar ın kılıcı, hepsine razıyım; ama önce su. Pişen derim ıslansın duş sahnesinde. Yok yok, şelale sahnesi olsun, küçük mavi gölün içinde çimeyim, şelaleden sular tepeme aksın. Rafting sahnesi oynamak istiyorum, azgın nehirde bir kano içinde olayım, kürek çekeyim, taşlara çarpan sular foşur foşur üzerimden aşsın. Cennet sahneleri oynayayım, oymalı kakmalı ipek kumaşlarla kaplı bir divanda uzanayım, yakışıklı, yumurta beyazı (kitapta vaat edilen bu, ben uydurmadım) erkek huriler soğuk beyaz şarap servisi yapsın divanın yanı başındaki sehpaya. Buzlu kirazlar, soğutulmuş karpuzlar, şişesi buğulanmış Kevser şarabı da bırakabilirler Doluca falan yoksa. Kafasına çaputlar sarmış kavruk bir adam geçiyor önümden. Yarısı İngilizce bir şeyler söylüyor, ama ben slow motion filmin içindeyim artık. Algılamıyorum adamın söylediklerini. Hiçbir lisanda konuşamıyorum, cevap veremiyorum. Beynimin anlamaya ve konuşmaya tahsisli bölümleri devreden çıkmış, sadece o adamın, beyin kimyasının sıcaktan değişmesini önlemek için kafasını sardığını düşünebiliyorum (beyin kimyası önemli mevzu, Bkz. Serotonin). Film kopmak, ekran kararmak üzere, o kadarının farkındayım. Mide bulantısı, iç bulantısı arttıkça ayağım yerden kesilmeye başlıyor. Bu dünyadan çok başka bir âleme aidim artık (Bkz. Halüsinasyon). Beni bende demen ve buralarda bir hal olursa beni köye kömün! Son bir gayretle yaşama içgüdümü tam kapasite harekete geçiriyorum (oğlumla yılda bir görüşmemize çok az kaldı!). Kaynar bir çorba okyanusunda yüzer gibi ağır ağır yürüyorum halıcıya gerisin geri. Sıcağı yara yara ağır çekimde yaklaşıyorum dükkâna. Ben yaklaşırken kapıyı açıyorlar, kapıdaki çocuğun elinde bir şişe su. Ben bilememişim o bilmiş bu iklimde susuz kaç adım yürüyebileceğimi. Morg serinliğindeki dükkâna giriyorum. Film iyice bulanıyor. Beni köye kömün! Hayır oğlumu göreceğim bir ay sonra, bir yere gömmeyin beni, fırında da yakmayın. Büyük ağabey küçük çocuğa termostatı iyice düşürmesini söylüyor, 18 dereceye ayarlıyorlar uzaktan kumandayla. Yapmayın, daha fazla soğutmayın, ben donuyorum aslında diyemiyorum. Bırakıyorum kendimi koltuğa, yanarak ölmektense donarak öleyim. Çenem takırdıyor. Şişedeki suyun yarısını bir dikişte içtiğimde, biliyorum ki yaşayacağım. Bir süre titreyerek kendime geliyorum. (Titreyip kendimize gelmek de varmış kısmette, hiç ummazdık.) Üşüdükçe zihnim açılıyor, aydınlanıyorum. Bir din kurmak istersem eğer, ne yapmam ve nerede olmam gerektiğini biliyorum artık. Bu işin Finlandiya da, Alaska da olamayacağını, vahyin ancak sıcak bir ülkede inebileceğini idrak ediyorum. Potansiyel müritler ancak sömürge sıcaklarında bulunabilir. Şıhlar, nebiler, peygamberler beyin kimyasını değiştiren kaynar çorbanın içinde beklerler müritlerini (Bkz. Kudüs, Urfa, Mekke). Bugünlerde hava fena değil, kırk beş derece civarında. Beş-on dakikalığına sokağa çıktığımda Türkiye/rejim düşmanları/küresel ısınma bağlantısı ilişkisi konusunda komplo teorileri gelişiyor kafamda. Memleketin havası ortalama beş derece daha ısınmadıkça tehlike yok diye düşünüyorum. Beş derece daha ısınmadıkça... Ciddiye almayınız lütfen, ben hâlâ kaynar çorba okyanusundayım. Yürüdüğüm bilinçsiz, söylediğim şuursuz. Beni buza gömün! Hayır buza değil, köye kömün. Hayır gömmeyin, ne buza, ne köye... oğlumu bu sene görmedim daha. P.S. Bundan 20-25 yıl önce ailesinin Kuran kursu için başka bir köye gönderdiği on iki yaşında bir çocuk, kendini asarak intihar etti. Geride el yazısıyla ufacık bir kâğıt bıraktı Beni köye kömün. Onun anısına. 15 Haziran 2006 da yaprakdergi.com da yayımlandı. 10 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 11

Önce Kan Grubunu Çal, Sonra İstimlak Edersin Boşnak ressam Mersad Berber in 1 resimlerini ilk kez 1991 de Dubrovnik de bir galeride gördüğümüzde, Sırbistan la Hırvatistan arasında patlamak üzere olan savaşı, dağlardaki tankları, limanda demirlemiş savaş gemilerini, kimiz, neyiz, neredeyiz, hepsini unuttuk. Berber in tablolarını alıp onlarla bir odaya kapanmak ve ömür boyu tabloları seyrederek yaşamak istedik, acıkmadan, susamadan. İnsanı yemeden içmeden kesen resimler. Hep bir tülün arkasında gibiler ama aynı zamanda hep hafif yaldızlı ve ikona gibiler de. Ben diyeyim Velasquez i andırır, sen de Bizans mozaiklerini. Çoğunun çerçevesi resmin içinde. İçinde Osmanlı var, ortaçağ var, din var, kadın var, at var, inanılmaz güzellikte tekstil, grafik tasarımları var, köy de var, saray da. Belli ki en çirkin kadını al, sabah en yataktan henüz kalkmış haliyle Mersad Berber in karşısına oturt, Mersad olağanüstü bir kadın tasviri çıkarır gördüğünden. Saçına çiçekler takar, gözlerine gölge düşürür, yanağına al bastırır, bir ortaçağ elbisesi giydirir kadına, aynı kadını farklı katmanlarda, farklı yaşlarda birkaç kere daha çizer, tablonun karşısından ayrılamazsın, her dakika bir başka dahiyane teferruatı keşfederek saatlerce tabloyu seyredersin. Büyülü gibi Mersad Berber in tabloları. 1992 de Sırplar Bosna yı işgal ettiklerinde, evlerde buldukları ressamın yüz kadar tablosunu ateşe vermişler. O güzelim resimlere benzin döküp sokak ortasında cayır cayır yakmışlar. Duyunca içimiz yandı. Berber in Saraybosna daki evini, galerisini de bombalamışlar. Sırp, Dubrovnik i bombalamaya neden Hırvat ın bin yıllık katedralinden, Saraybosna yı bombalamaya neden Boşnak ın yüzlerce yıllık kütüphanesinden, en meşhur ressamının galerisinden başlar acaba? Sırp ordusu bunu yaparken bilir ki; önce geçmişini ve hafızasını yok edeceksin düşmanın. En önce, bastıkları kültürel zemini çekeceksin ayaklarının altından. Kadınına kızına tecavüz, haritasını değiştirme arkadan gelir. Arşivleri, kütüphaneleri, sanat eserlerini, tarihi eserleri bombalarken hedef alınan düşmanın hafızasıdır. Neden acaba Amerikalı Bağdat ı işgal ettiğinde petrol kuyularıyla Petrol (1) Mersad Berber in resimleri için bakınız www.mersad-berber.com Bakanlığı nı sağlama alır da, Bağdat Müzesi nin yağmalanmasına göz yumar? Neden Irak ta her gün onlarca profesör, gazeteci, şair, sanatçı katledilir? Çünkü, küreselleşmeci Batılı Devletler in, planlı ve uzun vadeli çalışmalarının çok büyük bir bölümünü, hedef ülkede kültür alanında çöküntüler yaratmak oluşturur. Kayan kültür zemininin, üzerindekileri de beraberinde götürdüğü gerçeği bu ülkeler tarafından iyi bilinir. Bir ülkenin aydınlarını yok etmek, sanatını, arkeolojisini, tarihini gasp etmek, o ülkenin kültürel mirasının ırzına geçmek, o ülkenin kanından öte kan grubunu almak demektir. Kanını emip bıraksan bünye yenisini üretecek; sömürgeci, işgalci kan grubunu alıyor ki o toplum bir daha belini doğrultamasın. Geçmişini gasp ediyor ki geleceği olamasın. Hafızasını siliyor ki boşalttığı beyinlere kendi ideolojisini yerleştirebilsin, o toplumu köleleştirebilsin, kaynaklarını sömürebilsin. Avustralya kıtasının ilk ve gerçek sahipleri Aborijinler, elli yıldır alkolle, uyuşturucuyla kendinden geçerek, benzin koklayarak, neden hapishane ya da tımarhane parmaklıklarının arkasından bulanık gözlerle güneşin batışını seyrediyor. Çünkü, sömürgeci beyazlar tarafından bütün kültürel varlığı talan edilen, tarihi elinden alınan Aborijinler, aidiyet duygusunu tamamen kaybetmişlerdir. Elli bin yıldır onların olan ada nın çölünde birkaç kasabaya sıkıştırılmışlardır artık. Ne toprakları ne de kültürleri kalmıştır tutunacakları ve ne de sömürgeci beyazların kültürünü kabullenebilmişlerdir. Dilleri, geçmişleri onlardan çalınmış, gelecekleri yok edilmiş; yerine alkol ve uyuşturucu tutuşturulmuştur ellerine. Kültürel varlıkları beyazların ticaret metaıdır artık. Dokunamadıkları, üzerine basamadıkları kutsal toprakları, kutsal nesneleri turistlere pazarlanmaktadır beyazlar tarafından. Bugünlerde Türk medyasında her gün bir müzenin soyulduğu, kalan parçaların orijinal olmadığı haber olmaya başladı. Neden bir gün Kaşıkçı Elması nın orijinal olmadığı haberi patlıyor, neden ertesi gün Karun Hazinelerinden bazı parçaların değiştirildiği haberi, neden ertesi gün Bodrum Müzesi ndeki yazının silinmek istenmesi, sahte olduğu haberi? Arkasından Topkapı Sarayı nın ne kadar korumasız olduğu, Hatay Arkeoloji Müzesi ndeki 35 bin parçanın sayımının yapıldığı... Bütün bunlar neden hep bir anda patlıyor? Neden hepsi şimdi çıkıyor ortaya? Çünkü, tarihin yolgeçen hanı, toprağının altından üstünden tarih fışkıran Anadolu nun öğrenci değil de müşteri gibi görülerek -yabancı dillerde- sözde eğitilen, hafızasız bırakılmış, neo-cahil plaza delikanlısı, küreselleşmecilerin 1980 den bu yana artan çabalarıyla kültüründen, tarihinden, arkeolojisinden ve hatta ülkesinden vazgeçecek kıvama şimdi gelmiştir (Bkz. Bizde o taşlardan çok var). Tarihindeki gerçek kahramanları tanımadığından, ülkesindeki gerçek zenginliklerin değerini bilemediğinden, kendisine osuruktan kahramanlar yaratıp gurur duyan, markalara, etiketlere tapınan hale ancak şimdi getirilmiştir. 12 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 13

İçindeki kültür boşluğunu, televizyonda başkalarının hayatlarını seyrederek markalarla doldurmaya çalışan, her türlü yönlendirmeye açık hale getirilmiş Türk insanı, otuz yıla yakın sürede, kültürel zemini fay hattı üzerinde, malzemesinden çalınmış inşaat kurabiyeliğindedir artık. Avustralya yerlilerine yapılan bize de yapılmaktadır. Kan grubumuz çalınmakta, vatana aidiyet duygumuz kaybettirilmektedir. Devletlerin şirket gibi yönetildiği, şirketlerin devlet yönetimlerine egemen olduğu küreselleşme furyasında, kültürel zeminimiz ile vatan toprağı ayağımızın altından eşzamanlı olarak çekilmektedir. Coğrafi isimlerin şimdiki Türkçe karşılıkları yerine binlerce yıl önceki isimleriyle anılmaya başlanması da (Bkz. Likya da satılık otel arazisi, Capadoccia da dubleks villa, ilanları) küreselcilerin ayrımcılık, kişiyi yaşadığı coğrafyaya yabancılaştırma politikalarına hizmet eden bir yöntemdir. Biz kendi ülkemize yabancılaşırken, Türkiye de emlak alıp yerleşen yabancılar kendi dillerinde elektrik, su faturası talep edecek kadar sahiplenmektedirler ülkemizi. Yabancıların ülkemizi bu sahiplenmesinden bir sonraki aşama; biz Türklerin hizmetkârlığını yapacağımız yabancı efendilerimize Sahip (Bkz. Hindistan, Pakistan, Bangladeş) diye hitap etmemiz olacaktır. UNESCO, 2004 yılında İstanbul un korunma planı için Türkiye ye iki yıllık süre tanıdı. Süre bu Temmuz da doluyor ve Temmuz un ilk yarısında UNESCO bir toplantı yapacak. Üç imparatorluğa başkentlik yapmış ve hâlâ her kazma vuruşta bağrından tarih fışkıran koca İstanbul u dünya kültür mirası kapsamından çıkarma kararı alacak. Yani: Elinizde dünya kültürü için çok değerli olan bir hazine vardı, ama siz koruyamadınız bunu kardeş. Biz de bundan böyle İstanbul u tehlike altındaki dünya kültür mirası listesine alacağız. diyecek. Asıl talan ondan sonra başlayacak. Müzelerin soyulduğu, tarihi eserlerimizi koruyamadığımız haberlerinin bu toplantıya yakın zamanda patlaması tesadüf mü? (Bkz. Paranoya a la Kıymet.) Ondan sonra da İngiliz, Alman çıkıp, Siz koruyamıyorsunuz, bari bize verin, biz daha iyi koruruz. demeye başlayacaklar. Avustralya, yıllardır Gelibolu Yarımadası nın kontrolünü yedi ülkeden oluşan bir komisyona devretmeyi bu gerekçeyle istiyor. Siz şehit kemiklerinin üzerine bir haftada çöken asfaltlar döküyorsunuz, bize bırakın yarımadayı, biz daha iyi koruruz, daha iyi bakım yaparız. diyor. Gelibolu Yarımadası gâvura bırakılırsa eğer, İngiliz den, Yeni Zelandalıdan, Fransız dan yedi senede bir komisyona başkanlık sırası Türkiye ye gelecek ve muhtemelen Komisyon un kontrolündeki yarımadaya tarihi eserlere zarar verdikleri gerekçesiyle Türk vatandaşları sokulmayacaktır. Bu konuda yıllardır Anzaklar bastırıyor; Akepe gayet verimkârsa da TSK direniyor. Avrupalıya Anadolu dan çalıp götürdükleri koca tapınaklar için, Bu bizimdi derseniz eğer, söylemleri aynıdır: Biz daha iyi koruyoruz (Bkz. Viyana Efes Müzesi, Berlin Müzesi). Ülkemizdeki bütün değerlerin hızla çözüldüğü bu çöküş döneminde, kültürel varlıklarımızı Avrupa ya, Amerika ya ve hatta Avustralya ya devretmemiz her an gündeme gelebilir (Bkz. Babalar gibi satarım). Kamu hizmetleri taşeronlaştırılmış, yeraltı, yerüstü zenginlikleri, tüm sektörler özelleştirme adı altında yabancıya satılmış, geriye sadece tarihimizin ve arkeolojimizin bizim elimizden kurtarılması kalmıştır. Cumhuriyet Hükümeti demeye dilimizin varmadığı, belediyeleri soyarak iktidara gelmiş 59. Hükümet, uygun fiyatı vereni bulduğunda tüm kültürel varlığımızı yabancılara devretmekte bir sakınca görmeyecek açgözlülükte ve sığlıktadır (Bkz. Gençliğe Hitabe /... gaflet, dalalet ve hatta hıyanet). Son dört yıldır kültür, sanat, tarih, hafıza, gelmiş, geçmiş ve hatta vatan toprağı; hepsi iri lokmalar halinde yabancılar tarafından iştahla koparılmaktadır. Kültür varlıkları, tarihi çekip alınan, hafızası silinen, konuştuğu lisan -yarısı İngilizce olmak üzere- otuz kelimeye indirgenen -necip- Türk milletinin, kültürüyle birlikte ayağının altındaki vatan da çekilmek, Türkiye külliyen istimlak edilmek üzeredir. Küreselleşmeci Devletler bilirler ki akademisyenleri, tarihçileri, gazetecileri; yani aydınları, eğitimli insanları yok edilen, yurtdışına kaçmaya zorlanan, hafızası, gururu, geçmişi, kültürel varlıkları talan edilmiş bir ülkenin istimlak edilmesi çok kolay olacaktır. Türkiye yi istimlak etmek için de fazla zamanları kalmamıştır. Yapılacak ilk seçimlerde iktidara gelecek hiçbir partinin, kan grubumuzun çalınmasına Akepe kadar yardımcı olmayacağının farkında olan talancıların da yerli işbirlikçilerinin de kültürel zemini ayağımızın altından kaydırmak için çok aceleleri vardır. İki yüz yıl sonra Anadolu da yapılacak arkeolojik kazılarda, cahil politikacıların (Bkz. Sarışın güzel (!) kadın) AB ye girildiğine halkı inandırmak için değiştirttikleri mavi zemin üzerine sarı yıldızlı oto plakaları, yabancı dillerde satılık emlak ve dükkân tabelaları ile kan grubu olmayan cesetler bulunacaktır. 1 Temmuz 2006 da yaprakdergi.com da yayımlandı. 14 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 15

Zinhar Kafasını Koparmayın Kırmızı kene yeni ortaya çıkan bir mahlukat değildir. Geçmişte vardı, gelecekte de olacaktır. Temel besin kaynağı insan kanı olup, yapıştığı yerde kan emerek yaşar ve virüs yayar. Renginin kırmızılığı konusunda, Kan emmekten diyen de var, Üstünde oturduğu ceylan derisi koltuğun rengini almıştır diyen de... Rivayet muhtelif. Yeşilliğin içinde ve çalılıkta (Bkz. bush-ingilizce>türkçe sözlük) barınırken sığırın, itin, koyunun, atın orasına burasına yapışıyor, oradan da ilk fırsatta insana geçiyor. En sevdiği renk yeşil, en sevdiği yemek kanlı biftek, en sevdiği ortam sığır, koyun, at, it bünyesi. Köpeğe yapışanların ağız kenarında genellikle sert kabuklu bir zırhı oluyor (Bkz. dokunulmazlık). Amerikan Köpeği Kenesi (Dermacentor variabilis) denilen zırhlı cinse tahta kenesi de deniliyor. Tercümede biraz zorlamayla tahta yerine kereste de kullanılabilir. Abant ta, Şöyle bir at kiralayayım da, göl kenarında hayvanı da mesut edeyim kendimi de diyen mühendis büyük risk almıştır, bunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Aklı başında vatandaş son aylarda kene korkusundan pikniğe gidemiyor, çimene basamıyor, çayırda sevişirken bile aklına kene gelince oturumu erteleyen var. Ha İstiklal Marşı okunurken cep telefonun oy tombulum tombulum yoldan geldim yorgunum türküsüyle çalmaya başlamış, ha sevişirken kıçına kene yapışmış. Parazit, ilk fırsatta hayvanla temas eden insana yapışıyor. Mahlukat insana yapıştığında rahatsız olmayan, sembiyoz denilen hayvan-insan ortak yaşamı na geçen de var (hallah hallaahh). Yapıştığında zinhar kafasını kopararak ya da ezerek çıkarmamak gerekiyor (Bkz. Darbe ve Demokrasi). Çünkü: Kene, deriyi bir kere vantuzladığında kafasını derialtına gömüyor, kafa içerde kıç dışarıda cukcuk cuk kan emerken, yapıştığı yerden düşmemek için bir de mabadından sivri bir çengel çıkarıp onu da arka cenahtan deriye saplıyor (hadi bunun bakınız ını da siz bulun). Yani dünyayla ilişiği kesiyor, trans halinde kan yudumluyor. Bu da neredeyse bir nevi dokunulmazlık yani. Akrep, örümcek familyasından bir böcük ama uzaktan Kont Drakula yla bir akrabalığı da var. Uzmanlar diyor ki: Keneyi, cımbızla bir vida söker gibi çevirerek vücuttan çıkarın. Vücuda yapışmamış olanlar dikkatlice toplanıp öldürülmeli; yapışanlar ise, kesinlikle ezilmeden, üzerine kimyasal madde dökülmeden ve kenenin ağız kısmı koparılmadan, bir pens ya da cımbızla yavaş yavaş sağa sola oynatılarak, çivi çıkarır gibi sökülmeliymiş deriden. Ağzı ya da ayağından parça falan deri altında kalırsa, olduğu yerde üremeye devam ediyormuş (Bkz. bir sonraki tabelası hazır kapatılan partiler). Bahsettiği cımbız kaş yolduğumuz cımbız değil, özel kene cımbızı, ama bulunmadığı ahvalde kaş cımbızı, kerpeten (Bkz. radikal çözüm) de kullanılabiliyor. Kerpetenle, cımbızla kenenin canını acıtmak istemeyen hayvanseverler için yağlama metodu var. Önce üzerine vazelinlenmiş pamuk koyup, parçalamadan ve kafası da deri altında bırakılmadan çıkarma yöntemi denenmeliymiş (Bkz. Türkiş medya). Kene bize takarken vazelin kullanmıyor; ama biz gene insanlığımızı gösterip vazelinlersek kansız bir operasyonla paraziti deriden sökmek mümkün oluyor. Bu, biraz pagan biraz da çevreci bir metots. Vazelinle çalışanların, bünyeden çıkardığı keneyi canlıdır diyerek doğaya salması tehlikesi de var; ama doğuran kadının bebeğinin kafasını çeke çeke koparan doktorların yaşadığı ülkede, kene itlafında insancıl yöntemi uygulayanların sayısının fazla olacağını sanmıyoruz. Tahminimiz kene sökmede alet olarak kerpetenin tercih edileceği yolundadır. Hani hem keneyi çıkarayım hem de hayvanın canı yanmasın diye hâlâ ısrar eden varsa, onlara da eter veya kloroformla keneyi bayıltmaları tavsiye ediliyor. Kene bayıldıktan sonra acı duymuyor, yine vida gibi döndüre döndüre çıkarma operasyonu yapılıyor veya bayılan kene kendiliğinden düşüyor. Hem kan dökülmemiş oluyor hem de kenenin canı yanmıyor. Keneyi söküp atmak için bir yol daha var ki, bu da sabır ve fiziki acıya dayanıklılık gerektiriyor: Bekleyeceksin. Kene istediği kadar kanı emip doyana kadar, nohut büyüklüğünde kıpkırmızı bir kütle olana kadar bekleyeceksin. Yeterince kan emen kene ağırlaşacak, vantuzları kıçındaki çengeli keneyi taşıyamaz ağırlığa geldiğinde kendiliğinden düşecek. Deriden çıkarılan keneyi en iyi imha yöntemi, içinde alkol olan bir kaba atmak (Rakı yı deneyiniz, sevebilir de) veya tuvalete atıp üzerine sifonu çekmekmiş (Bkz. Bu adamı delikten süpürmeyin/üzerine sifon çekmeyin. Junaid-i Kürdi). Hızlı çekim özetlersek, keneden kurtuluşun yoksa sembiyoza geçeceksin, mahlukatla birlikte yaşamaya alışacaksın. Kenenin doygunluğa ulaşmasını bekleyeceksin. Ya Bu kadar kan bana yeter. deyip kendiliğinden düşecek ya da cımbızla parça bırakmadan söküp atacaksın. Keneyi en etkili ve temiz imha için alkol tavsiye ediliyor. Cevval okuyucunun arasından, Kene derideyken alkolü üstüne döksek olmaz 16 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 17

mı? diye soran da çıkabilir. Bizce o da mümkün. Ya keneye kafayı bulduracağız, elini ayağını gevşeteceğiz ya da: en ağır krizlerde dahi tepki göstermeyen halkımız Rakı sına dokunulduğunda kerpeteni ele alacak ve kırmızı bölgelerde keneyle mücadeleyi kazanacak. İçek açılak hicabımız geçe! (Tatarca) 15 Temmuz 2006 da yaprakdergi.com da yayımlandı Sahibinden Acil Satılık Kelepir Arazi. Üç Tarafı Denize Nazır, İmarlı, İfrazlı, Tapulu Haber 8 Temmuz tarihli Hürriyet ten. Birleşik Arap Emirlikleri Türk vatandaşlarının gayrimenkul edinmesine izin vermediğinden, karşılıklılık ilkesi gereğince biz de Dubaililere gayrimenkul satış izni vermiyoruz. Ahan da nasıl efelenmişiz! İşte biz böyle her ülkeye karşılıklılık ilkesi çerçevesinde muamele ederiz, bize yapılanı aynen iade ederiz. diye medyaya beyan vermek ahaliyi yanıltmaktır (Bkz. Boşa kostaklanma kostak değilsin). Karşılıklılık ilkesi, en can dostumuz bilinen ülkelerle bile aramızda işlememekte veya aleyhimize işlemektedir. Hadi başka konuları bir kenara bırakalım, en basitinden, vize uygulayamadığımız en dandik ülkeler dahi bize vize uygulamaktadır. Hangi karşılıklılıktan bahsediliyor acaba? Yabancıya toprak satışı konusu: Dubaili bize gayrimenkul satmıyor, biz de ona satmayalım. Bilmem hangi ülkede yabancıya mal satışı serbest, biz de ona serbest bırakalım basitliğine indirgenecek bir konu değildir. Her ülkede mülk edinen yabancılar vardır, lakin yabancıya gayrimenkul satışının şartları, detayları bilinmeden satıyor/satmıyor diye sınıflamak ve karşılığında satalım/satmayalım diye yasa çıkarmakta, ihmal yoksa kasıt vardır. İmdi buyrunuz birinci dünyaydı, üçüncü dünyaydı, Avrupa ydı, Asya ydı, Amerika ydı ayırt etmeden yabancılara taşınmaz satımına dair mahalli mevzuatı şöyle bir harmanlayalım: Farz edelim Alman vatandaşı Herr Hans tatilde gördüğü Romanya sahillerini çok beğendi, Yaw ben niye buralarda otellere para veriyorum da, hazır emlak üç otuz para iken şöyle Karadeniz e nazır bir villa almıyorum ki? düşüncesiyle Köstence de bir emlakçının müşteri koltuğuna oturdu. Emlakçıdaki misafirliği üç dakika sürer Hans ın. Kusura bakma sen yabancısın sana gayrimenkul satamayız. der, çayını bile içirmeden gönderirler arkadaşı. Romanya da 2003 Ekim inde yapılan referandum sonuçlarına göre düzenlenen 247/2005 sayılı Kanun uyarınca, Romanya Avrupa Birliği ne girmeden önce, yabancılar Romanya da gayrimenkul satın alamaz, nokta. Romanya nın Avrupa Topluluğu na tam üyelik tarihi 1 Ocak 2007 olarak belirlenmiştir ve eğer Romanya öngörülen tarihte AB ye girerse, AB vatandaşları ve diğer yabancılar ancak 7 18 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 19

(yazıyla yedi) yıl sonra mülk edinebilirler. Yani 2014 te. Bu kadar. Şu bizim bildiğimiz Romanya yahu, hani şu düne kadar bakım yurtlarında çocukların, bebeklerin açlıktan, soğuktan öldüğü; öğretmen, profesör kadınlarının fahişelikten para kazanmaya ya da hizmetçilik etmeye Türkiye ye geldiği Romanya. Devam edelim... Farz edelim Akepeli muhterem vekillerden biri kızına düğünde takılan altınları bozdurdu, nakde çevirdi ve de Ben bu helal parayla Avustralya da, Yeni Zelanda sahillerinde ev alsam n olurkine? düşüncesiyle Anzak emlakçılarının kapısına dayandı. Kendisine ev, arsa göstermeden önce mevzuatı burnuna dayarlar. Madde 1. O ülkelerde gayrimenkul edinebilmek için oturma ve çalışma izninin olması şarttır. Yani orada göçmen ve vergi mükellefi olmak gerekir. Bizim Vekil derse ki Yaw bilader, bizde gırmızı pasaport var, diplomatigh sayılırız. O zaman da kibarca Haklısınız, size ayrıcalıklı muamele yapmamız lazım. İzin almak şartıyla gayrimenkulu satın alabilirsiniz; ama Avustralya/Yeni Zelanda için verilen vizenizin süresi dolduğunda emlakınızı satmak zorundasınız. derler. Hadi diyelim Vekil, Peki satacam buradan ayrılmadan önce dedi, bu şartı da kabul etti; o zaman da kendisi Yabancı Yatırımları İnceleme Kurulu na (Foreign Investment Review Board) yönlendirilir ve oradan satın alacağı emlakı belirleyerek izin alması istenir. İzin başvurusu incelemesi 1 ila 3 ay arasında sonuçlanır. Bu Kurul dan izin almadan emlak edinmenin şartı ise mülkiyetin en az % 50 sinin Avustralya/Yeni Zelanda vatandaşı bir başkasının üzerine olmasıdır. Ofisten izin almadan hiçbir emlakçı yabancıya tek santimetrekare gayrimenkul satmaz; de ki sattı, izinsiz emlak satın almanın cezası 50.000 Dolar dır, yabancı alıcı öder. Madde 2. O şartı, bu şartı yabancı olarak yerine getirdin, hırs ettin alacaksın adalarda gayrimenkulu. Şunu da bilmen lazım. Satın almıyorsun, 99 yıllığına kiralıyorsun. 99 yıl sonra o mülk aynen Hazine ye devrolunur. Hazine, içinde oturan mirasçın varsa, satın almaları için ilk teklifi mirasçılarına götürür. Almazlarsa Hazine emlakı satar, Devlet kasasına gelir kaydeder. Burada prensip belli: Ülke toprağı sonuçta Devlet e aittir. Ama ora vatandaşı ama yabancı, en fazla 99 yıllığına kiralar ve o arazi/emlak 99 yıl sonra Devlet e iade olunur. Ha, şimdi bizim Meclis te ve diğer kurumlarda konuyla ilgili zevata sorarsanız, Avustralya ve Yeni Zelanda, yabancının mülk edinmesine karşı çıkmamaktadır, o halde biz de onlara satabiliriz. Adam satıyor da hangi şartlarla satıyor, orası bizimkileri fazla ilgilendirmiyor. Mevzuatın o bölümünü tercüme ettirip inceleme zahmetine katlanmıyorlar mı, gerek mi görmüyorlar, hurda teferruat diye mi atlıyorlar, bilemiyoruz. Bulgaristan da yabancılara gayrimenkul satışı yasaktır. Ancak bir şirket kurulup şirket adına alım yapılabilir. Şirket kurmanın prosedürü de uzunca gibi... Filipinlerde mülk edinmek isteyen yabancı Filipin vatandaşıyla evli olmak zorundadır. Tapunun % 51 i Filipin vatandaşının üzerine olmak üzere tapu tescili yapılır. Filipinlerde şirket kurmak isteyen yabancılar en fazla % 40 hisseye sahip olabilirler. % 60 hisse bir Filipin vatandaşı ortağın olmalıdır. Buna, Yabancıya serbestçe gayrimenkul edinme izni veriyor diyebilir misiniz? Meksika da yabancılara toprak satışı serbesttir; ancak, yasak ve kritik bölgelerde arazi, emlak alamazlar. Ha bir de unutmadan, yabancıların adına tapu tescili yapılmadığından mutemet olarak bir Meksika bankası yabancının adına hareket eder. Tapu, malı alan yabancı şahsın değil, banka nın üzerine kayıtlı olur. Bu nasıl? Yarın öbür gün ufak bir yasa değişikliğiyle pekâlâ yabancıların mallarının Meksika bankalarına hukuken devri mümkün. Tapu zaten bankanın değil mi? Amigolar gayet akıllıca bir formül bulmuşlar. Çek Devleti yabancıya gayrimenkul satışını son zamanlarda kolaylaştıran ülkelerden. Birkaç ufak şartı var: Genel merkezi Çek Cumhuriyeti nde olan tüzel kişilikler, Çek Cumhuriyeti nde daimi ikamet iznine sahip yabancılar ve mülteci statüsü kabul edilmiş yabancılar mülk edinebiliyor. Yani bizim Akepeli Vekil, Parası niyse viririk, alalım şöyle Prag ın göbeginden şık bi ev dedi mi, Çekler de Kusura bakma, diyecekler. Latvia da devletin sınırlarına yakın bölgelerde, Baltık Denizi ve Riga Körfezi kıyılarında yabancıya taşınmaz mal satılmıyor. Ayrıca su yatakları, nehirler gibi korumalı alanlarda, tarım ve ormanlık arazide de yabancıya mülk satışı yapılmıyor. Her satış için önceden Çevre ve Bölge Kalkınma Bakanlığı nın izni gerekiyor. Romanya dedik, Bulgaristan dedik, Latvia dedik, Filipinler dedik, yabancıya taşınmaz satışı çoğu ülkede güvenlik sorunu gibi ele alınmış neredeyse. Bizim kimseden korkumuzun olmadığı anlaşılıyor. Hatay demeyip, GAP demeyip kayıtsız şartsız satıyoruz. Akepe Kasım 2003 seçimlerinden önce belediyeleri ele geçirdiğinde de değil, ondan da önce Tapu Dairelerini ele geçirdiğinde servet biriktirmeye, iktidara yürümeye başladı. Tayyib muhteremin söylediği gibi, Para cıva gibiydi, aktı ve yolunu buldu. Tapu mafyası tarafından, vergi daireleri mafyasının da işbirliğiyle sahibi ölmüş, mirasçısı mirastan habersiz, maliki, mirasçısı yurtdışında yaşayan, vergisi yıllardır ödenmemiş ne kadar değerli gayrimenkul varsa, bunlar tek tek tespit edildi. Hayattaki mirasçılara tapu kayıtları gösterilmeden, gayrimenkulun değeri hakkında hiçbir bilgi sahibi olmasına izin verilmeden, gayrimenkulünü başkasına satması silahlı tehdit yoluyla engellenerek, mal sahiplerinden alınan vekaletnamelerle, özellikle İstanbul da değerinin çok altında bedelle çok sayıda gayrimenkul el değiştirdi. Yeşil sermaye emlak zengini edildi. 3 milyon, 5 milyon Dolar lık araziler yeşil mobilya şirketlerine, yeşil bisküvi 20 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 21

fabrikalarına 3-5 bin Dolar a gitti. Bunları Hülya nın Kaya sını, Sibel Can ın tangasını haber yapmaya değer bulan, iktidar partisinin en vahim icraatlarını perdelemekle görevli medyadan duyamazsınız. Akepe, emlak alım satımıyla iktidara geldi ve gayrimenkul konusunda ekip olarak kısa sürede uzmanlaştılar. Yolunuz Kızılcahamam a düşerse, üşenmeyip etrafta biraz sorup soruşturursanız, hangi maden suyu kaynağının, hangi tepenin, hangi ormanlık arazinin, hangi termal su yatağının kimlere hibe edildiğini görürsünüz. Tanıdık isimler hepsi, suya haşemayla giren taifenin adamları. Kendilerine tahsis/hibe edilen toprakların, yeraltı kaynaklarının rantını yiyorlar (Bkz. Ankaralı Namık-Karşı tarlanın pancarı yavrum sana helal olsun). Önce İstanbul dan başladılar. Zaten hep öncelikli olarak İstanbul üzerine çalıştılar. Hani bir Leonard Cohen şarkısı vardır: First we take Manhattan than we take Berlin, diye. Önce İstanbul u ele geçirdiler, sonra gerisi geldi. İstanbul önemlidir. Dükalıktır İstanbul. Her beş Türk ten birisi İstanbul da yaşar. Koca ülkenin beşte biridir. Küreği alttan dürttüler, tapu daireleri, vergi daireleri, daha sonra belediyeler, en son siyasi iktidar. Operasyon 2003 Kasım ından çok daha önce İstanbul dan başladı. Akepe ve uzantısı gruplar gayrimenkul konusunda bu kadar bilgili, bu kadar dalavereci ve hırslıyken, yabancıya arazi/emlak satışı işinin içinde olmamaları zayıf ihtimal. İhtimal ki Ap-ak Parti yine bir taşla iki kuş vurmakta, bir taraftan kendi yandaşlarını semirtirken öte yandan Türkiye nin tapusunun Arap ın, İsraillinin, İngiliz in, Alman ın eline geçmesine yardımcı olmaktadır. Akepe nin devrimci olduğunu düşünen aydın (!) taifesiyle burada hemfikir oluyoruz. Tayyib muhterem ve şürekası, servetin el değiştirmesi konusunda bir devrim yapmış ve tapu/vergi dairelerindeki elemanları marifetiyle Cumhuriyet tarihinin en vahim hatalarından biri olan Varlık Vergisi gibi bir hataya düşmeden, Salkım Hanımın Taneleri ni zorla çekip kopararak İslamcı sermayeye ve Türkiye nin dağılmasını seksen yıldır düşleyen ülkelere teslim etmiştir. Gayrimenkulun değerini idrak eden ve gayrimenkul gasp ederek zenginleşen iktidar partisi, kendilerini iktidara getiren yabancı güçlere borcunu Türk ün mülk ünü devrederek ödemektedir. 15 Temmuz 2006 da yaprakdergi.com da yayımlandı. The Best Party Of Allah Adı Kurt Kennedy. Vietnam göçmeni, Avustralya vatandaşı. Çince adı Tong Dinh Khoa yken Avustralya ya göç edince adını Kurt Kennedy olarak değiştirmiş. Budizm den İslamiyet e dönerken İngilizce adının ortasına bir de Alim eklemiş, olmuş sana Tong Dinh Khoa Kurt Alim Kennedy: Üşenmeyip ezberleyene... Fizik olarak Jackie Chen le akrabalığı var gibi; değişimlerin, değiştirmelerin adamı Kennedy nin... Bu Mr. Kennedy nam zat, şahsında yaptığı değişiklikleri yeterli görmemiş olacak, Avustralya yı toptan değiştirmeye karar veriyor ve geçen yıl bir siyasi parti kuruyor. Kendisi hidayete ererken dozu fazla kaçırdığından, kurduğu parti de İslami şeriat partisi. Parti nin kuruluş amacı, iktidara gelince Avustralya yı şeriat devleti haline getirmek. Güvendiği oy potansiyeli de, Sidney sahillerinde bikinili kadınlara kendilerini tahrik ettikleri gerekçesiyle saldıran, mahkemede de Ben başka kültürün mantarıyım, beni yargılarken kültürel değerlerimi göz önünde tutup bi ayrıcalık yapıverin abi. diyen Müslüman Arap erkekler. Kennedy, partisini kurmak için gerekli makamlara izin başvurusu yapıyor, parti programı şeriata dayalı olduğundan başvurusunun incelenmesi biraz zaman alıyor ama, sonunda başvurusu olumlu sonuçlanıyor. The Best Party of Allah (Allah ın En İyi Partisi) Eylül 2005 te başkent Kanberra da kuruluyor ve üye kayıtlarına başlıyor. Arabıydı, Endonezyalısıydı, Afrikalısıydı yüz kadar şeriat meraklısı Müslüman bir hafta içinde Kennedy nin partisine üye kayıtlarını yaptırıyorlar, hevesli, heyecanlı toplantılar yapmaya başlıyorlar. Parti programını yazarken Kennedy nin gargara solüsyonuyla mı nargile dumanıyla mı kafası kıyaktı bilemiyoruz, programda yer alan esaslar şöyle: Faiz ortadan kaldırılmalı. Avustralya, 50 yıldan daha kısa bir sürede şeriatla yönetilen Müslüman bir ülke haline getirilmeli. (Hayırlı muvaffakiyetler birader, Türkiye de seksen senedir uğraşıyorlar henüz beceremediler.) Avustralya da arazi geniştir. diyor Kennedy. Mevcut Hükümet, faiz oranlarını arada bir yükseltip otuz yıllık ev kredileri (mortgage) vererek insanları otuz yıl köle gibi çalışmaya zorlamaktadır. Bankalar herkese faizsiz en fazla beş yılda geri ödemeli ev kredisi vermelidir. (Ba ba ba! Fena fikir değil ha, bana uyar!) 22 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 23

Vergi konusunda da enteresan fikirleri var Mr. Kennedy nin. Avustralya vatandaşlarının kazançlarının yüzde 50 sini vergi olarak ödediklerini (vergi toplamasını bilen memleket, harcamadan değil kazançtan alıyor vergiyi, siz daha düşünün benzin niye iki Dolar a çıktı diye), kendileri iktidara geldiklerinde bunu yüzde 20 ye indireceklerini iddia ediyor. Ayrıca, domuz eti yemeyene yüzde 0,75, alkol içmeyene yüzde 0,75, kumar oynamayana, sigara içmeyene, hisse senedi alım satımı yapmayana, boşanmadan evli olup çocuk da doğurana, her madde için yüzde 0,75 vergi indirimi vaat ediyor. İyi hal den ceza indirimi biliriz de, vergi indirimi duymamıştık. Bir yüzde 0,75 indirim de saldırganları vurmak için elinde hazır silahı olanlara verilecekmiş. Bu da korkusuz toplum u kurmak üzere konulan bir prensip. Parti programının bu bölümü biraz tuhaf ama olacak o kadar! Oldukça enteresan bir adam Tong Dinh Khoa Kurt Alim Kennedy. Göçmenlik konusunda da enteresan fikirleri var. Diyor ki: Avustralya nın ortası çöldür. Oraya göç etmek isteyen, o iklimde yaşamaya alışkın ülkelerin vatandaşlarından çöle kırk yıllığına göçmen alınabilir. Bu göçmenler büyük şehirlere yerleşmeden önce kırk yıl çölde yaşamalıdırlar. Kennedy, alacağı göçmenlerin ilk iki kuşağını adanın ortasında susuz bölgeye buyur ediyor. Şartlar iyi, bundan iyisi çölde kutup ayısı. İlk iki kuşağı çöle gömmeyi göze alırsan, sonraki kuşaklar için umut var. Mr. Kennedy ye, İyi de anam babam, sen Vietnam dan göçmen geldiğinde niye çöle ya da Vietnam iklimine en yakın tropik bölgeye tezgâh açmadın da gelip başkente yerleştin? diye soran olmuş mudur, bilemiyoruz. Neyse efendim, bu yüz civarında aklıevvel şeriatçı üye, başkentte toplanıp parti programı üzerinde heyecanlı tartışmalar yaparken, partinin kuruluşundan tam bir hafta sonra bir tebligat alıyorlar. Tebligat şöyle: Avustralya, çokkültürlü, göçmen kabul eden bir ülkedir. İki yüz yıldır baskılardan kaçan, özgürlük isteyen insanlar buraya göç etmektedir. Bu toplumda çoğu kişinin tanrıya inancı vardır; ancak, ülke teokratik değil laik bir ülkedir. Kendi kültürünüzü, inancınızı muhafaza etmek istiyorsanız ediniz; ama bunu başkalarına empoze etmeyiniz. Resmi dil İngilizcedir ve öğrenmek zorundasınız. Buraya göç etme özgürlüğünüz vardı, bunu kullandınız, buradaki yaşamı beğenmiyorsanız buradan da geldiğiniz yere dönme özgürlüğünüz vardır. Kimse sizi bu ülkeye yerleşmeye zorlamadı, buraya kendi isteğinizle geldiniz. Burada yaşamak niyetiniz varsa ülkemizin hayat tarzını kabul etmeniz gerekir. Şeriata dayalı devlet kurmak isteğiniz bu toplumun kültür ve yaşam tarzına uygun düşmemektedir. Sizi buraya gelmeye biz zorlamadık, kabul edildiğiniz ülkenin hayat tarzını da kabul etmek zorundasınız. Allah ın En İyi Partisi kapatılmıştır. Bir devlet, zttrin gidin i edep dairesinde ancak böyle söyleyebilir. Takdir ettik. Hani ya sev ya terk et çilere yaklaşmış oluyor gibiyiz bu takdir hisleriyle; ama bu durum, memlekette iken sosyalist olup da yurtdışında şovenist milliyetçi kesilme hissiyatı başlığı altında açıklanabilir bir deriiin mevzudur. Tercihimizi her zaman özünde insanlararası eşitlik barındıran çokkültürlülükten yana kullanırız; ama bir noktada da Ya bu deveyi... ya bu diyardan... diyebilmek gerekiyor galiba be gülüm. Apo xıyarı (Admine Hanımcığım x yanlış basılmamıştır, bırakınız lütfen) - Fetullah Effendi - ReTeE muhteremden müteşekkil bermutad şeytan üçgeni nde debelenen ülkenin çocuğu olarak da illallah ı hakikaten şeddeli çekmeye başladık son zamanlarda. Allah ın En İyi Partisi ni anlatıyorduk, dağıtmayalım: Kennedy nin de parti üyelerinin de elleri böğründe kalmış, ya bu deve ya bu diyar, denilince. Bildiğimiz kadarıyla parti üyelerinden hiçbiri Avustralya yı bırakıp şeriatla yönetilen ülkelere göç etmediler, etmezler de... Partiniz kapatıldı tebligatının arkasından Başbakan Howard ve Hazine Bakanı Peter Costello da bu tebligata benzer sert beyanlar vermişler. Başbakan, açıklamasının bir cümlesinde, Kadının eşit olarak kabul edilmediği bir düzen olan şeriat düzeni kabul edilemez... diyor. Parti kapatılıyor, olay bitiyor. Bu yüz şeriat meraklısı aklıevvelin isim, adres listesi de, gerektiğinde çanlarına ot tıkanmak üzere (Bkz. round up the usual suspects ) devletin güvenlik güçlerinin elinde tabii ki. Avustralya da türbanla kamu binasına girmek serbest. Neden mi? Şeriat isteyenlerin sayısı birkaç yüzü geçmez, onlar da -meczup kontenjanından- kontrol altındadır, ülkede şeriat tehlikesi yoktur da ondan. 1 Ağustos 2006 da yaprakdergi.com da yayımlandı. 24 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 25

Kayıp Şehir Ve gönülde hep terk edilen ülkenin bayrağı dalgalanacaktır. İki kadehten sonra geride bırakılan ülkenin dilinde söylenecektir bütün şarkılar. İçin için hep o ülkeyle hesaplaşılacaktır. Özlenen ve nefret edilen, aynı zamanda terk edilen o eski ülke olacaktır hep. Hiç bitmeyecek o hesaplaşmayla her yaratılanda, her yazılanda, her dokunan ilmekte o ülkeden renkler bulunacaktır. Hep o ülke düşünülecek, konuşulacak, yenilende içilende terk edilen diyarın lezzetleri aranacaktır. O ülkeyi hatırlatan kokuların sahillerine yürünecektir tekrar tekrar. Terk edilen ülkeyi anlatacaktır hep göçmen çocuklarının şiirleri. Ev ödevlerinin karton kapakları, geride bırakılan, o çok yakın fakat ulaşılamayan, dönülemeyecek olan ülkenin bayrağının renklerine boyanacaktır yıllarca. Ve bir gün düşünmekten, özlemekten yorulacaktır o çocuklar, terk edilen ve geri dönülmeyecek olanı. Vazgeçmeyecek ama yorulacaklardır. Ve iki yüz ülkenin vatandaşı da olsalar, hep bir pasaportun rengi olacaktır iftiharla sevdikleri ve en çok korkutan onları. Korku sevgiyi engeller oysa. Ve bırakılıp gidilen ülkenin en güzel kartpostalları ayna kenarlarında solacaktır göçmen evlerinde. Hep izlenecektir terk edilen, endişeyle. Bütün değişimleri takip edilecek, yine de terk edildiği zamandaki haliyle hatırlanacaktır. Yerden yere vurulacaktır geride bırakılan ülke, ele güne karşı değil de, hep biz bize yken nedense. Ele güne turist mihmandarı edasıyla anlatılacaktır her köşesi. Ölünün arkasından kötü konuşulmaması gibi. Terk eden, terk ettiği ülkesiyle hesaplaşmayı sanatın her formuna dökecektir. Taa ki hesaplaşma dingin ve ağırbaşlı bir kabullenmeye dönüşene kadar. Terk eden ihanet edecektir sanatıyla vatanına. Kendisini tehdit edene, gitmeye zorlayana ihanet edecektir, ki geride bıraktığına hizmet edebilsin. Değiştirebilmek, düzeltebilmek için önce ihanet etmek gerektiğini en iyi bırakıp giden bilir. Bütün pislik ortaya dökülmelidir önce. Eğrisi doğrusu bilinmelidir, duyulmalıdır, duyurulmalıdır. Değiştirmek için cerahate neşter vurulur önce. Didik didik edecektir terk ettiğinin tarihini, toplumunu. Geride bırakılanın iç dinamiklerini en iyi geride bırakan bilir çünkü. Dışarıdan bakarken içini de en iyi terk eden görür ancak. Terk eden, gitmek zorunda kalan, reddedilmiş piç evladıdır anavatanının. Anasının sahiplenmediği evlattır. Anasını sevmekten hiç vazgeçmeyecek olan, geri dönemeyecek ama hiç de terk edemeyecek olan. Anası tarafından tehdit edilmenin yangınını, yüz yıl yaşasa yüreğinde söndüremeyecek olandır terk eden. Bırakıp gitmek sıfırdan başlamaktır. Açlıktır, yoksulluktur, yalnızlıktır çekip gitmek. Başka bir kültürde aşağılanmadır. Pis işlere ucuz köleliktir. Her anlamda dibe vurmaktır göç, en öksüz öksüzlüktür. Kökünü topraktan zorla söküp çıkarmak cesur adam işidir. Terk eden korkaklığından değil küskünlüğünden arkasını döner gider. Sponsoru ve desteği yeni vatanı olacaktır anasının sahiplenmediği evladın. Anlat, diyeceklerdir, Icığını cıcığını anlat bize terk ettiğin toprakların. Anlat ki bizimkiler nasıl tuzu kuru olduklarını anlasınlar. Anlat ki, çeşit olsun, eğlence olsun, çokkültürlülük olsun. Anlat! Göçmen anlatmaları enteresandır, gişe yapar, prim yapar. Başlı başına endüstri olsa yeridir terk ediş anlatmaları. Terk eden, terk ettiğiyle hesaplaşmasını yapabilmek için eteğindeki taşı dökmek zorundadır. Zaten sponsor da onun neden terk ettiğini bilmek istemektedir. Ve o, anadilini bulaşıcı bir hastalık gibi başka coğrafyalara yayan, terk ettiğini sandığını aslında gittiği her yere taşıyan, terk eden ve fakat hiç bırakmayacak olan, fonda anavatanın müziğiyle, gözyaşlarıyla anlatacaktır terk edişinin hikâyesini. Terk eden hiç bırakmamıştır ki. Terk eden aslında terk edilendir. Terk eden hiç vazgeçmemiştir ki, ondan vazgeçilmiştir. Yüreğinde hep geride bıraktığının bayrağıdır dalgalanacak olan ve fikrinde hep bir gün geri dönmek kendisinden vazgeçene... Andy Garcia nın yönetmenliğini yaptığı ve başrolünü oynadığı Kayıp Şehir (The Lost City) filmi yazdırdı bunları bana. 15 Ağustos 2006 da yaprakdergi.com da yayımlandı 26 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 27

Seferi Bu yazıyı, Ulan Bator havaalanının kadınlar tuvaletinden çaldığım tuvalet kâğıdı rulosuna, pasaport kontrol gişesinden yürüttüğüm mor renkli sabit kurşun kalemle yazıyorum; ölü fare kokulu, havadaki nem oranı yüzde doksan, oksijeni düşük Karaçi havaalanında kanserojen yavaşlıkta internete bağlı ilküretim pentium 75 bilgisayarlardan e-maille gönderemezsem eğer, altmış Dolar a her türlü masaj olanağının sunulduğu Seul veya sigara odalarının insana sigarayı bıraktırabilecek derecede ağır karanfil kokulu Bangkok havaalanından dergiye göndermeyi düşünüyorum. Hayatın bize kestiği bilet, koş koş koş koş dur bekle, ritminde belli ki. Bir sonraki uçağı kaçırmamak için bagaja verdiğimiz yirmi kilo valizden daha ağır tuğla dolu el çantalarıyla deli gibi koşturacağız, biniş noktasına vardığımızda uçağın altı saat gecikmeyle kalkacağını öğreneceğiz, nefesi, kalp ritmini normale döndürüp altı saat beklemeye hazırlanacağız. Tuvalet köşelerinde, istikamet ülkenin iklimine; dinine, örf ve âdetine göre giyineceğiz ya da soyunacağız. Güney yarıküreden sonra biraz da İslam ülkelerinin havaalanlarında vakit geçirir, oradan da memlekete vasıl oluruz El İlah ın izniyle. Bu arada epey vitamin, uzun yolculuklarda kanımız pıhtılaşıp da kalp krizi geçirmeyelim, diye aspirin ve hatta altı saatte bir melatonin tableti tüketmiş oluruz. Bakarsınız daha memlekete mabadımızı yerleştiremeden, memleketle hasret gideremeden, gene sefer görev emri tutuşturulur elimize. Olur mu olur! Ya evdesiniz bilgisayar başında, ya ofiste. Klavyenin kuzeydoğusunda koca bir kupa çay ya da kahve değil mi? Farenin altında altı yıldır kullandığınız paspas, monitörün batısında sekiz aydır muayyen günlerinizi ya da randevularınızı işaretlediğiniz takvim... İki günde bir sulanması gereken saksınız görüş alanınızda. Her şey bildik, her şey alışıldık düzende. Ne güzel! İlahlar bozmasın düzeninizi. Arada bir dikkati dağıtan ya bir simitçi sesi ya da eve geldiğini haber veren kerrreste tüccarı aile babasının apartman önü kornası. Huzurunuz, düzeniniz daim olsun inşallah. Huzur, alışkanlıkların el altında tutulmasında değil mi, huzur dengede, denge huzurda. Huzur ve denge hayatı basite indirip rutini muhafazada. Karayollarının, havayollarının, bilumum yolların fatihi, mecburiyet tahtında globalize, evden çok havaalanlarında, araba içlerinde yaşamaktan beyni karamelize, very important gavat veya zevatla kadeh tokuşturduktan sonra çadır düğünlerinde kerhaneden alınan gelinlere altın takmış, yedi yıldızlı otellerden hilal-i ahmer çadırlarına tenzil, oralardan havuzlu kâşanelere terfi, oradan istasyon banklarına düşmüş, banktan Himalayalar a çıkmış, dağlardan çöle, çölden tropik iklime, yengeç dönencesinden buzula, her türlü denge ve istikrardan yoksun yaşayan şu Kıymet, durağanlığınıza haset şu Kıymet nereden yazdı, ne şartlarda yazdı umurunuzdan hariçtir herhalde. On yıldır kullandığınız bilgisayar masasında sakin ve dingin okuyunuz. Huzur içinde. Ruhsal dengeli ortamlarda, simitle birlikte. Afiyet olsun. Sürekli bir koş koş koş koş... dur bekle... koş koş koş koş... dur bekle ritminde bir hayata hangi babayiğit kaç yıl dayanır ki? Saat farkının on dört olduğu bir ülkeye uçmanın stres katsayısı nedir, saat farkının üç olduğu ülkeye gitmeninki nedir, var mı hesaplayan? Circadian (uyku, yeme, içme ve def-i hacet) ritminin bozulması yüzünden vücutta aksayan melatonin üretiminin kısa ve uzun vadede bünyeye yaptığı tahribat nedir? Nasıl telafi edilir ya da edilebilir mi? Gelibolu dan Yemen e kadar her cephede fiilen savaşmış dedemin bir tane manevra sandığı vardı, bizde şimdilik altı tane var. O sandıklara yaptırdığımız manevralar yüzündendir beli bıkını kırmışlığımız. Dedem, dedim de aklıma geldi. Alaylı doktorunuz (Geriatrist oluyor) Kıymet der ki: Yaşlılık, hayatın bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu anladığın an başlar. On üç yaşındayken anneannen hiç beklenmedik anda, gencecik bir yaşta kucağında öldüğünde yaşlanmaya başlarsın. Beş yaşında ve ananın eteğine yapışmış, plajda kumdan kale yaparken elli metre ötene düşen bomba onlarca kişiyi et parçaları halinde havaya uçurursa eğer, yaşının kaç olduğunun önemi yok, ihtiyarlamaya başlarsın. On iki yaşındayken sömürge bir ülkenin maden ocağında çalışıyorsan eğer, hele maden işçiliğinin üstüne bir de geceleri tecavüze uğruyorsan, çocuk ya da genç değilsin. Hangi yaşta olursan ol, ölümün yanı başında bitivermesinin an meselesi olduğunu bildiğin zaman yaşlısın. Yaşlıyız anladığınız gibi. Yaşlılık ne kelime, uçak türbülansa girdiğinde peşinen yarı ölüyüz hatta. Nazım der ki: Etin gevşemesine başka bir tabir gerek / Zira ki ihtiyarlık kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek. Nazım ın fikrine göre genciz hâlâ. Çocuklar var, kediler var sevdiğimiz, özlediğimiz, bizi bekleyen. Dinginliğinize haset, dengenize, huzurunuza haset; Kıymet de diyor ki: Domuz gibi olsan ne yazar / Ayda bir ameliyata girer gibi yola çıkmak / Altı ayda bir taşınmak / Ve sevdiklerinden ayrı yaşamak / Üstüne toprak atar azar azar. Haset Nadir Bindebir 1 Eylül 2006 da yaprakdergi.com da yayımlandı 28 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 29

Bir İletişim Aracı Olarak Kalaşnikof veya Aldık mı Parayı İbrahim? İçimde nasıl dayanılmaz bir Telekom binasını basmak, hatta Mikhail Kalashnikov u çağırsam da Telekom u onunla ikimiz birlikte bassak arzusu... İçimde nassssıl bir o modern mobilyalarla, görgüsüz bir abartıyla döşenmiş ilk iki kattaki tüm cihazları ve mobilyayı görmezden gelip, alt katların modernite cilasından nasibini almamış üçüncü kata çıkmak ve (mezarında ters döne) Turgut Özal ın başbakanlığı yıllarından kalma tozlu evrak raflarını ters yüz etmek, sonra unvanı teknisyen olup da statik ay-pi adresinin ne olduğunu bilmeyen türbanlı kadının (kablolu ya da kablosuz fark etmez) boynuna sarılma isteği. Cevap veremediği basit teknik sorular için başka birilerini telefonla ararken o telefonun ahizesini kendisine yedirme, nassssıl bir Bugün allah için ne yaptın yazısının dalgalanıp durduğu ekran koruyuculu monitörlerin kapatma düğmesine basma arzusu... Mazeretimiz var, asabiyiz; ama, ana server ın fişini çekip Cuma ya gidecek tıynette, memur olup olmadıklarını kendileri bile bilemeyen bir güruhun sıfır teknik bilgiyle Türkiye Cumhuriyeti nin tüm haberleşmesini kontrol edebilmesi, iki eliyle hiçbir hizmeti doğrultamayan ve faturasının yüzde 33 ü vergi olan Telekom aracılığıyla özelleştirme, adı altında ulusal güvenliğimizin emperyalist güçlerin istihbarat servislerine devredilmiş olması ve üstüne üstlük bu kurumun bir de kâr ediyor olması, yeterli asabiyet sebebidir zannımızca. Alo, Arap Telekom mu? Biz öyle kolay gelmedik ama bu Telekomcu lara telefonda Arap deme raddesine. Duvardan iki kabloyu sallandırıp açıkta bırakarak telefon bağlantısını yaptığını iddia eden teknisyen bozuntularıyla, müzik dinletip hattı kesen, yalan yanlış numaralar veren 118 le üç gün uğraştık, internet teknik köstek hattıyla da sayısız konuşmalar yaptık önce. Evet hamfendi, size nasıl yardımcı olabilirim? (Haw ken ay help yu yu dublaj Türkçesiyle söylüyor genç: Arap Telekom lafına da şaşırmadı.) Ey-di-es-el başvurusunda bulunmuştuk, mesela bağlantıyı yaparak yardımcı olabilirsiniz. Müracaat ettiğimizde önce aynı gün bağlanır dediler, sonra ertesi güne kadar beklememizi söylediler, bugün müşteri servisini tekrar aradığımızda, üç işgününde bağlanır dediler. Bilmemhangi tarihte müracaat etmiştik, daha kaç işgünü bekleyeceğiz bir bakar mısınız lütfen! Hamfendi portunuz tahsis edilmiş, hattınız açık görünüyor. Açık değil, WAN IP lambası kırmızı yanıyor hâlâ.. Nasıl yani, ne lambası kırmızı? Ven ay pi lambası kırmızı kardeşim, hat açık değil. Şimdi tekrar çek ediyorum hamfendi (Çek edemez yollara git). Ben size geri döneceğim (Ay vil get bek tu yu gene dublaj Türkçesiyle, biz buna ben sizi arayacağım derdik; ama o eskidendi, bu çocuklar yeni.) Netekim, geri döner de eleman beş dakika sonra. Hattınız açılmış görünüyor. Modemi set ap ettiniz mi? (Tevazu ölmedi daha) Evvelallah ettik tabii, modemin interfeysine girdik, di-en-es i, protokolü, enkapsüleyşını, difolt geytveyi hepsini kaydettik. Anlaşıldı hamfendi, başvuru yaptığınız Telekom Müdürlüğü ne tekrar gidip müracaatınızı kontrol etmeniz gerekir. Ben kaydınızı aldım, gerekli yerlere ileteceğim (Ne anladın, neyin kaydını aldın a benim ebleh kardeşim?) Ben de zaten yanıp tutuşuyorum tekrar gitmek için Telekom binasına. Sizden evvel 23 kişi daha arıza kaydımızı aldı son üç günde. Teknik desteğiniz (!) için teşekkür ederim. Çok yardımcı oldunuz!?. IDS (internet deficiency syndrome) ellerde titreme, ağızda kuruluk ve yüksek tansiyonla belirti verince, Telekom dan ümidi kesip bir internet cafe bulalım, diye vurduk yollara. Biz internete bağlanacağız, diye debelenip dururken bir de ne görelim, memleket tellakları bizden evvel hamle etmiş de teknolojiye, göbektaşına bağlatmışlar bile kablosuz interneti. Herhalde Dellakname-i Dilküşa yı (Gönül Açan Tellaklar) okutturuyorlar müşteriye e-kitap bağlamında. Tabelanın resmini çekerken acele bir hamam fantezisi bile geliştirdik mahallinde. Fantezimiz şöyle: Hayatta en hakiki mürşidi business olan Başbakan, Ulaştırma Bakanı, mısırını, villalarını, yumurtalarını unuttuğumuz ama oğlunun trafik kazasında dört kişiyi öldürdüğünü henüz hatırladığımız Maliye Bakanı (Aldık mı parayı İbrahim? Tamam almışız. Artık imza atabiliriz.) Telekom Yönetim Kurulu Başkanı ve İngiliz istihbarat örgütüne yakınlığıyla tanınan Lübnanlı Paul Doany ve Hariri ailesinin birkaç ileri gelenini kablosuz internetli hamama alıyoruz. Bu amcalar peştamallara sarılmış, göbek taşında rehavetten tavuk tersi kıvamında yayılmış, yattıkları yerden Yunanlılarla internet tavlası oynar ve dahi keselenirken tellağın peştamalına sıkıştırdığımız rüşvet işe yarıyor. Suyu yavaş yavaş ısıtıyor tellak, gittikçe daha sıcak su döküyor üstlerine. Dökülen suyun git 30 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 31

gide ısındığını fark etmiyorlar, ta ki yumurtaları rafadan olana kadar haşlanıyor hepsi. Efendim? Nasıl? Katı mı olsun yumurtalar? Bu yazıyı da tarihi...bey Hamamından, kablosuz internete bağlı Deep Blue bilgisayardan gönderiyorum Admine Hanımcığım, ister durulayıp asınız sayfaya, isterseniz unutun gitsin. Telekomcularla konuşa konuşa biz de dublaj Türkçesi Türk ü olduk artık; boşver, diyeceğimize, forget it i aynen tercüme edip, unut gitsin diyoruz. 15 Eylül 2006 da yaprakdergi.com da yayımlandı. Pakistanlı Mahmood un Mektubu Esirgeyen bağışlayan Allah ın adıyla, Sevgili Türk kardeşlerim, 1945 Kalküta (Hindistan) doğumluyum, adım Mahmood. Üç yaşımdan beri de Pencaplı Pakistanlıyım. İki yıldır Amerikalı bir misyonerin şoförlüğünü, alışverişini yapıyorum, arabasını temizleyip ayakkabılarını boyuyorum. John Sahip in eli eteği yerli halka değmesin, mikropla, virüsle temas etmesin, diye dışarıda yapılacak ayak işlerinin hepsini ben yapıyorum. Bunun karşılığında ayda 100 Amerikan Doları ödüyor bana, Allah başımdan eksik etmesin. Yabancılara çalışmayı her zaman tercih ederim. Bizim zenginler ayda 20 Dolar dan fazla ödemez. Bir Güney Afrikalı demiş ki: Misyonerler Afrika ya ilk geldiklerinde bizim topraklarımız, onların İncilleri vardı. Şimdi bizim İncillerimiz, onların toprakları var. Bu bakımdan John Sahip le bir alışverişimiz olamaz, elimdeki Kuran ımdan ve altımdaki yatağımdan başka hiçbir şeyim yok. Tarla, toprak sahibi falan değilim. John Sahip memleketine döndüğünde de Malezya ya işçi gitmek için yazılırım herhalde. Bu yıl 800.000 işçi alacakmış, din kardeşi Pakistan a öncelik vermiş, yarısını bizden alacakmış işçilerin. Bizden ucuzunu bulamaz, din kardeşliği bahane. İmanı kavi bir Müslüman ım ben, Allah ın bana bu kadarını kısmet ettiğini düşünüyorum. Beş vakit namazımda, çalışacak bir işim olduğu için, hizmet ettiğim Sahip Amerikalı olduğu için Allah a şükrediyorum. Halkı soyarak, ülkenin kaynaklarını yabancılara satarak, komisyonla zengin olmuş Pakistanlı sahtekâr bir emekli politikacının evinde hizmetçilik yapmak daha da eziyetli oluyor; onu da yaptım da oradan biliyorum. Sabah namazından sonra Sahip i başka bir şehirde oturan ikinci karısına götürür, öğlen namazından sonra geri getirirdim. Yol bozuk ve tehlikeliydi. Politikacı Sahip in bahçesindeki, tek bir yer yatağı büyüklüğündeki taş duvarlı hizmetçi odası nda yattım yıllarca. Muson yağmurları başladığında yatağın altına tahtalar koydum yerden yükseltmek için. Yatağın içinde namaz kıldım, yatağın içinde oturdum, uyudum, efendimin iş emretmek için beni çağırmasını yatağın içinde bekledim. Arabanın aküsü bittiği gün, Sahip tokatladı beni. Yabancılara hizmetçilik daha ehven oluyor, hem dövmüyorlar hem de yatağın altına naylon seriyorlar. Allah yabancı sahipler e zeval vermesin. Çocukken madende çalıştım. Günde on altı saat kuyularda çekiç salladım. On yaşındaydım, benim yaşımdaki çocuklara hem ayda 500 Rupi ye (8 32 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 33

Dolar) madencilik yaptırırlar hem de büyük işçiler tecavüz ederlerdi... Tecavüz yetmiyormuş gibi, bir de parayla satarlardı 8-15 yaş arasındaki oğlanları. Tecavüze uğrama sırası bana geldiğinde kaçtım oradan, Karaçi ye gittim. İnşaatlarda amelelik yaptım yıllarca. Pakistan nüfusunun yüzde 20 si çadırda yaşar. Ben de çadırda yaşadım o yıllarda inşaatın yanı başında. O vakit ayda 1.000 Rupi alırdım. 16 Dolar eder. O paraya günde on altı saat çimento tozu yuttum. Bu kuru öksürük, çimento, mermer tozundan, belkemiğimdeki bu eğrilik de sırtımda hasır küfeyle üst kata tuğla taşımaktan. B tipi sarılık geçirdiğimde iki gün tuttular hastanede, sonra geri çadıra... Naturam sağlammış, iyileştim. Pakistan da ortalama günde iki yüz kişi ölür sarılıktan, ben kurtuldum, yenecek ekmeğim, içecek suyum varmış demek. Bu dünyada kısmetim bu kadarmış, deyip Allah ın ölümden sonraki hayatımda bana ihsan edeceklerini düşünüp avunuyorum, altımdaki yatak ve John Sahip in penceremin kenarına bıraktığı bir tabak makarna için Allah a şükrediyorum. Hiçbir zaman kimsenin sömürgesi durumuna düşmemiş, hiçbir ülkenin kölesi olmamış siz Türk kardeşlerimin, bizlerin yaşadıklarını anlaması zordur. 200 yıl önce kendi dokumalarına pazar bulmak için Hindistan a gelen İngilizlerin, dokuduğumuz narin ipeklileri, brokarları, Hindistan ın tropik iklimine uygun pamuklu kumaşları ellediklerinde, dokuma tezgâhlarımızın ne kadar hassas ne denli gelişmiş olduğunu gördüklerinde, bizim tekstilimizle rekâbet edemeyeceklerini anlayıp tekstil üretimimizi baltalamak için 20.000 dokuma ustamızın ellerini kılıçla kestiklerini sizler bilmezsiniz. Bize İngilizlerin Alt-Kıta ya (şimdiki Hindistan, Pakistan) köprüler, yollar yapmaya, Hindistan ı imar etmeye geldikleri söylenmişti. On sekizinci yüzyılda hidrolik mühendisi William Hancock un, Mısır da, Mezopotamya da sulama kanalları açtığı, oraları ihya ettiği anlatılmıştı. Bengal de de aynısını yapacak, Hindistan ın tarımını kalkındıracaktı sözde. Bu mühendis, Delta bölgesindeki bütün nehirlerin doğal yataklarını değiştirdi, Ganj Nehri nin taştığı dönemlerde bu nehirler Ganj la birleşip, üzerinde tarım yapılan bütün toprağı denize akıttılar. En verimli tarım alanlarımız bataklığa dönüştü, toprak kısırlaştı, verimsiz hale geldi. Bataklıklardan sıtma yayıldı, sıtmaya kurban verdiğimiz insanlarımızın sayısını bile bilmiyoruz. Daha sonra Ganj ın debisinin düşük olduğu dönemlerde erozyonu önlemek için aldığımız her tedbiri doğa yuttu, düzeni bozulmuş su akışımızı düzeltmemiz bir daha mümkün olmadı. Sizde de GAP bölgesinde tuzlanma oluyormuş, tarım arazileri verimsiz hale geliyormuş, diyorlar; doğru mu? Her şey Allah tan sevgili din kardeşlerim, biz yüz elli yıldır sabrediyoruz, bazen yağmur, bazen yağmuru durdurma duasına çıkıyoruz. Sel de Allah tan, kuraklık da tuzlanma da... Bütün bunları Türk kardeşlerime anlatmamın sebebi var. İki yüz yıldır Hindistan ın, Pakistan ın, Asya nın tüm zenginlikleri Avrupa ya akmakta; İngiltere yi, Almanya yı ve hatta Amerika yı zenginleştirirken Pakistan, Hindistan halkını köleleştirmektedir. İngiliz, Alman, Amerikan bankaları Hindistan dan akan sermayeyle kurulmuştur. Sanayi devrimi ve kapitalizmin gelişmesi, Hindistan, Pakistan ve diğer Asya ülkelerinin zenginliklerinin Avrupa ya taşınmasıyla mümkün olmuştur. Kıçına takılmaya, sınırlarına dahil olmaya çalıştığınız Avrupa bu Avrupa dır işte sevgili Türk kardeşlerim. 1960 lardan beri tuvaletlerini temizlediğiniz Avrupa, zeki çocuklarınızı akın akın okumaya gönderdiğiniz, doktorlarınızın, mühendislerinizin benzincilerde pompacı olarak çalıştıkları Amerika yla ve hatta Orta Doğu daki en yakın müttefikiniz İsrail le birlikte bu Avrupa, topraklarınızın, limanlarınızın, kaynaklarınızın, zenginliklerinizin tapusunu kendi üzerine geçirmektedir. Biz Pakistanlıların, Hintlilerin başına gelen sizin de başınıza gelmek üzeredir, bilesiniz kardeşlerim. Kendi ülkenizde yabancıların marabası, ırgatı, kölesi, hizmetçisi, lağımcısı olacaksınız. Kendi diliniz olmayan dillerde tabelalar, gazeteler okuyup, yabancı bir dilde konuşup, kendi dilinize, kültürünüze, kökeninize yabancılaşacaksınız. Metropol, ülkenizi parselleyip halkınızı köleleştirmenin taşeronluğunu da, bir ideoloji olarak Kemalizm le hesaplaşmaya ant içmiş Nakşibendi tarikatı yla, Bahai mi Müslüman mı olduğu belirsiz, Said-i Kürdi takipçisi, FBI korumasında Amerika da yaşayan, kendini mesih ilan etmek üzere olan bir sümüklü adama ihale etmiştir. Allah ıslah etsin! Başbakan ınız İslamiyet konusunda derin ulemadan olmalı. Kadınlar bizim başımızın tacı, onların yorulmasını istemeyiz, evde oturacaklar, erkekler çalışacak! buyurmuş. Bu konuda biz Pakistanlıların görüşüne yakınlaşmaktadır. Pakistan da da kadın çalışmaz. Yabancı bankalarda, şirketlerde vitrin süsü olarak birkaç saçı açık hanım kız bulunur, bir de belediyede temizlik işçisi olarak çalışabilir kadınlarımız ancak. Bütün sokakları ellerinde uzun saplı ot süpürgelerle kadınlar temizler Pakistan da. Ne de olsa temizlik imandan gelir ve kadınların imanı -imanlı nesiller yetiştirebilmeleri için- erkeklerden daha kuvvetli olmalıdır, değil mi sevgili Türk kardeşlerim? Siyasal İslam ümüğünüze çöktükçe Eyvah İran a benzeyeceğiz! diye korkanlar var aranızda. Korkmayın sevgili din kardeşlerim, geleceğiniz İran a değil, Pakistan a benzeyecek bu gidişle. Petrolün, doğalgazın, enerji kaynaklarının bulunduğu, haritasını değiştireceklerini söyledikleri bu bölgedeki 23 ülkeye Pipelineistan diyorlar metropoller, buna siz de dahilsiniz. Allah cümlemizin sonunu hayretsin. 1947 de Alt-kıta Pakistan-Hindistan, diye bölündüğünde, biz milyonlarca Müslüman Hindistan da, milyonlarca Sikh, Hindu, Budist de Pakistan da, bir günde yabancı durumuna düştük. Aynı dili konuştuğumuz, yan yana yaşadığımız 34 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 35

komşularımızla bir günde düşman olduk. Şimdiki Pakistan topraklarından 5 milyon Hindu güneye, Hindistan da yaşayan biz 3,5 milyon Müslüman kuzeye doğru göçe başladık. Bu göçler sırasında 1 milyondan fazla insan öldü, öldürüldü. Hayal meyal hatırlıyorum ortalıktaki kargaşayı, iki buçuk yaşındaydım. Annemin yüzünü pek az görürdüm, burka giyerdi. Sadece göz kısmında dantelimsi bir pencere olan, soluk mavi, annemi tepeden tırnağa kapatan bir çarşaf, bir insan kılıfı. Kafileler halinde Pakistan sınırına doğru yürürken Sikh askerler kafiledeki kadınları yolun kenarına çektiler. Burkalarını, entarilerini, iç donlarını dipçikleye dipçikleye çıkartıp, o sıcakta zangır zangır titreyen kadınların üstüne akbabalar gibi üşüştüler. Din, en önemli savaş nedenidir sevgili Türk kardeşlerim. Ve hatta petrolden ve sudan ve doğalgazdan bile önce en önemli savaş nedenidir. Savaş erkek işidir ve erkekler doğurgan olamamanın intikamını nisa taifesinden savaş sırasında kıyasıya alırlar. Savaş, önce kadınların rahimlerini, memelerini parçalar. Hindular biz Müslümanlara, biz Müslümanlar da Hindulara ülkenin bölünmesi sırasında aynen böyle yaptık. İtikatlarınca inek eti yemeleri yasak olduğundan, Hindu kadınların boğazına inek kemiği soktuk, onlar Müslüman kadınlar bebelerini besleyemesinler, diye memelerini kestiler. Kestikleri memeleri çuvallara doldurdular. Kadınların karınlarını süngülerle deştiler. Biz de onların kadınlarına eziyet ettik, Allah şahidimdir, inkâr edemem. Babamın kucağındaydım bunlar olup biterken, annemin üzerine çöken kalabalığa doğru elimi uzattığımı hatırlıyorum, babam elimi tutup indirdi. Kirlenmiş kadını bırak ölsün, onlar öldürmese ben öldürmek zorunda kalacağım. dedi. Babam da itikadı sağlam Müslüman dı. Töre böyleydi. Anneme başkaları dokunduğu için kirlenmişti. Bıraktık. Yürüdük... Eşitsizlik her yerdeydi, biz İngiliz le eşit değildik, Hindu yla, Sikh le eşit değildik; kadın erkekle eşit değildi. Eşitsizliğin varolduğu her yerde topraktan kankırmızı şiddet fışkırıyordu. Siz çok şanslısınız Türk kardeşlerim. Siyasi anlamda hiç sömürge ülke olmadınız. Yabancıya kendi topraklarınızda hizmetçilik etmediniz. Limanlarınız, sularınız, madenleriniz, sanayiniz, zenginlikleriniz size aitti hep. Kendi ülkenizde kendi zenginlerinizin, yabancıların kölesi durumuna düşmediniz hiç. Ağır geliyor kula kulluk etmek, savaşmaktan da öte. Çanakkale de 200 bin, Sakarya da 30 bin, 1915 Kanal Harekâtı nda 80 bin, 1915 Basra da 50 bin, Sarıkamış ta 90 bin zayiat verdiniz ama boyun eğmediniz emperyalist güçlere, ülkenizi sömürge haline getirmelerine, madenlerinize, limanlarınıza, barajlarınıza, sanayinize el koymalarına, zenginliklerinizi Avrupa ya, Amerika ya taşımalarına, kurdukları kapitalist sistemi daha da güçlendirmek için sizin zenginliklerinizi kullanmalarına izin vermediniz. Çoğunluğu Müslüman nüfusa sahip bir ülke olmanıza ve İslamiyet in içinde devrimci, yenilikçi hiçbir unsur bulunmamasına rağmen direndiniz, yendiniz, devrimlerinizi yaptınız. Önder konusunda sizin kadar şanslı olmayan bizler, sömürgeleştirilmiş Alt-kıta nın köleleştirilmiş insanları, din aracılığıyla birbirimizden kopartıldık, bastırıldık, sindirildik. Şimdi özgürlükten anladığımız, Cuma günleri Sahiplerimizden izin alıp öğle namazını camide cemaatle kılabilmek. Pakistan da okuma yazma bilenler toplam nüfusun % 33 ü sevgili kardeşlerim. Sizin ülkenizle karşılaştırılamaz bile. Kadın nüfusun okuma yazma oranı çok daha düşük. Eğer toprak ağası zenginin, İngiltere ye Amerika ya göbekten bağlı komisyoncu politikacının İngiltere de okutulan kızı değilse, kadın ancak Kuran okuyacak kadar okuma öğrenir burada. (İngiltere de okuyan zengin kızı da senede bir kere turist olarak gelir Pakistan a ancak.) Kuran okuyacak kadar tahsil yeter kadına. Hak talep etmesini önlemek için önce düşünmesini durdurmak lazım, düşünceyi durdurduğun anda yıkım başlar çünkü. Biz kadının düşünmesini durdurmayı başardık. On iki yaşına gelen kız çocuğunun bütün düşüncesi babası tarafından satılacağı kocasının kendisine şiddet uygulamayacak biri olması. Kadınlar, hakları olmadığını, hak denilen bir şey varsa bunun kendilerine erkeklerin ihsan edeceğinden ibaret olduğunu uysalca kabullendiler. Eşitsizliği bir kere kabul ettirdikten sonra sorun kalmıyor. Ha, şiddet mi, tabii ki eşitsizlik şiddeti doğuruyor ama bu erkek tarafından uygulanan tek yanlı şiddet olduğu sürece sorun yok. Kadınların sesi çıkamadığı sürece şiddet sorun olmuyor. Tayyip Sahip birkaç ay evvel Hanımlarımızın küfürsüz, kavgasız, daha rahat maç seyredebilmeleri için stadyumlarda hanım tribünleri ayırdık demiş de, dünyanın bu ucunda yaşayan biz ehl-i müselmanın yüreğine sular seller serpmişti. Kadını toplum hayatından çıkarıp üzerine kılıf geçirip saklamak İslami diktatoryanın ilk şartıdır. Bundan sonraki safhâlârda otobüste arka tarafta hanım sıraları ayırmayı, sinemada oturacakları, bankalarda kuyruğa girecekleri sıraları ayırmayı da düşünüyordur herhalde Tayyip Sahip. Allah ın kendisine ihsan ettiği akıl ve pazarlama kabiliyetiyle Tayyip Sahip in Türkiye yi Pakistan a benzetmek için bir yıla daha ihtiyacı vardır. Tayyip Sahip ve şürekasının hayırlı muvaffakiyetlerinin devamını ve Allah tan siz Türk kardeşlerime akıl fikir ihsan etmesini temenni ediyorum. Mahmood 15 Eylül 2006 da yaprakdergi.com da yayımlandı. 36 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 37

Bodrum a Gidemez Oldum Yıldızlar Şahidim Bir zamanlar, sabahın erken saatinde Bodrum a girerken yabani kekik kokusuyla karışık marijuana kokusu yayılırdı otobüsün içine. O kokuyla uyanmak, sabah serinliğinde gözünü açıp kendini Bodrum da buluvermek, ameliyat sonrası narkozdan ayılıp hâlâ yaşadığını fark etmekle eşdeğer mutluluktu. Hafızamızda tatil kokusu olarak o karışım kalmıştır ki, hâlâ mutfakta kekik kavanozunu açtığımızda derinden Bodrum hatıraları canlanırdı zihnimizde. Ta ki Bodrum a yıllar sonra tekrar gidene kadar. Bu sefer Bodrum a girdiğimizde otobüsün atmosferine hâkim osuruk kokusunu bastıracak ne kekik kokusu geldi burnumuza ne de marijuana. Anladık ki, tüm memleket gibi Bodrum da osuruğa, osuruktan kalabalığa teslim olmuş, yüksek yüksek tepelere ucubik evler kurulmuş, aşrı aşrı memlekete kız verilmiştir (ve o kızlar geri gelmesinlerdir). Yanan orman arazileri el çabukluğuyla imara açılmış, Kardeş vallahi beş katlı değil burası, aslında ev üç kat da, iki katı da arazi meyilinden, kottan kazandık. villalarında Bağkur dan emekli ev kadınları, büfeci, tişörtçü kocalarına patlıcan kızartmakta, dantel örtülü masalarına iftar sofraları kurmaktadırlar. Her şey Çok Güzel Olacak filminin bir sahnesinde Mazhar Alanson CemYılmaz a öyle güzel bir tonlamayla Benim ne işim var ulan Bodrum da? der ki, Bodrum a vardığımız andan itibaren kaldığımız süre zarfında kafamızın içinde yankılandı durdu bu replik. Benim ne işim var Bodrum da? Büyük şehirde sahip olduğumuz her şeyi kaybetmişiz de, Bodrum da ikamete mecbur edilmişiz hissi. Bir daha geldiğimiz yere, evimize hiç dönememe korkusu... Bir zamanlar Bodrum sokaklarında, yatlarından yiyecek alışverişine inen beyaz pantolonlu, lacivert kruvaze ceketli, Bailey s mokasenli turistler olurdu. Yanlarında hışır hışır ipeklerini hışırdatarak yürüyen kadınları, minik köpeklerini kucaklarında taşırlardı. Beline peştamal dolayıp ayağında parmak arası terlik, bas bariton sesiyle sokağın öbür ucuna Ben şerbetsiz fahişeyim ayooool! diye seslenen gay vatandaşlarımız, esrar içmekten zihnine hoşluk gelmiş ölü uskumru bakışlı marjinallerimiz olurdu iskelede. Barlar Sokağı nda yaz akşamlarında metrekareye 120 renkli kişilik düşerdi. Kaç kişiydik o zaman, bak kaç kişi kaldık şimdi? Şimdinin Bodrum unda metrekareye beş boncukçu, üç çaputçu, üç de naylon ayakkabıcı düşer olmuş. Her sokak tıkış tıkış dükkân, her boşluk vıcır vıcır tezgâh. Nereden kapılmış bu adamlar her gelen Türk ve yabancı turistin cayır cayır alışveriş yapmak, buzdolabı mıknatısı, yaldızlı tişört, plastik çanta almak için yanıp tutuştuğu fikrine! Hadi yeri gelmişken okuyucuya bir de tüyo vereyim. Bodrum dan arsa fiyatına aldığınız o Hint şalları var ya, Nepal de, Hindistan da o şalların altı tanesi 10 Dolar a satılıyor. Bodrum da bir şal a ödediğiniz parayla uçakla Kathmandu ya gider-döner, bir hafta da otelde kalırdınız. Fazladan o kadifeli yastık kılıflarını da 2 Dolar a alırdınız. Altyapısız gecekondu villaların kültürel altyapısız kavruk insanlarının, ense nahiyesi Amerikan askeri tıraşlı, tepesindeki kıvırcık siyah saç kümesi vıcık vıcık jeloğlanların kafasına kim sokmuş Bodrum da ticaret yapmayı? Daha on sene evvel memuriyet ruhunu ıslak peştamal gibi sıktığında, her entelektüel erkek Bodrum da hamburgerci, her kadın da Bodrum da boncukçu açmayı düşlemiyor muydu? Onlar yurtdışına master a, doktora ya gidip dönmediler galiba,; ya da üzerlerinden geçen 12 Eylül buldozeri nde hapishane avlularına gömdüler hamburgerci, boncukçu hayallerini. Belki de yirmi yıl sonra emekli oldular o çok şikâyetçi oldukları işlerinden. Onların düşlerini gerçekleştirmek de, bu ter, ucuz parfüm ve kebap kokulu Avrupa ya damat adayı karayağız, mutant maganda gençlere düştü anlaşılan. Eylül ayında Bodrum, 65 yaş üzeri (manikürcülükten ve mağazaların yer yer siliciliğinden) emekli İngiliz, az parayla karın doyurmaya çalışan ucuzcu, 50 yaş üzeri, sarışın olmaya çalışarak Filistinli Hanan Ashrawi yle benzerliğini inkâra çalışmış İsrailli kadınlar ve şortlu Ariel Sharonlar, bir paket sosis parasına dört yıldızlı otelde tatil paketi bulabilen yine 65 yaş üzeri batık matık, amfora mamfora meraklısı, tarihi eser konusunda sabıkalı Almanlarla dolu olduğundan, bizim jöleli kafalar da Avrupalı bir çıtıra damat olma fantezilerini bir başka yaza ertelemiş, şişman teyzelerin tangalarından fışkıran selüloitlerini seyretmekle yetiniyorlar. Mecburen mecburen mecburiyetten! Sahildeki halk plajında değirmen taşı kalçalı, keçi memeli, tangalı ve üstsüz teşhirci teyzelerin etrafında halkalanmış Kürt -pardon- Türk gençliği, ramazan münasebetiyle olsa gerek, ezan okunurken birbirlerini ikaz edip seyir eylemine beş dakikalığına ara veriyorlar. - Galgh la galgh, ezan oghunuyo! Bu anonsu duyan sırıtık jöle kafalar, yüzükoyun yattıkları vıcık vıcık minderli şezlonglardan kalkıp, duvarın üstüne tünemiş Polat Alemdarlar ın yanına oturuyor, ezan bitince seyir mahalline geri dönüyorlar. Seyir eylemine ne katılarak 38 Kıymet Nadir Bindebir H@MDOLSUN VERDİĞİN İNTERNETE 39