Papazın Adnan (OFLUOĞLU) 1949 doğumluyum. Çocukluğumdan itibaren balıkçılığın içinde oldum. Ailem Sürmene den Samsun a göç etmişti. Babam Dursun Ali OFLUOĞLU, mesleği olan balıkçılığı burada sürdürüyordu. 1956 yılında daha iyi balıkçılık yapacağını düşünerek, Yakakent e taşınmaya karar verdi. Bu kararı vermesinde, babamın amca çocukları olan Fonoların (ERDOĞAN lar) daha önce, Yakakent e gelerek yerleşmiş olmalarının da etkisi oldu. Yeşil renkli 5 beygirlik Johnson marka kıçtan takma bir motoru olan kayığımıza eşyalarımızı yükleyerek Samsun dan yola çıktık. Sakin bir havada, güneş yeni doğuyorken Yakakent e geldik. Caminin karşısına gelen bir yerde, Ali Osman ın Hasan a (USTA) rastladık. Dışı katranlı küçük kayığıyla iplikten yapılmış sade uskumru ağlarını kaldırmaktaydı. Ancak ağı o kadar balık doluydu ki, kaldırmakta zorluk çekiyordu. Onun ağı kaldırmasına yardım ettik, o da bize balık verdi. Daha sonra kayığımızı kıyıya çekerek, eşyalarımızı boşalttık. Babam balıkçılık faaliyetlerine Yakakent te devam etti. O zamanki koşullarda balıkçılık oldukça zahmetli bir uğraştı. Ağların iplikleri satın alınır, ağların yapılmasında, ağ dokumasını bilen annelerimiz, ablalarımız yardımcı olurdu. Motor az sayıda teknede vardı, genel olarak kürek ve yelken kullanılırdı. Balıkçılık yapılan kayıkların büyük çoğunluğu 6-7 metrelikti. Daha büyük ve az sayıda olan kayıklara ırmak kayığı denirdi. Bu kayıklarla daha açıklara kalkan avcılığına gidilirdi. Bunlardan daha büyük olan ve yük taşımacılığında kullanılanlara ise motor denirdi. Motor olarak adlandırılan kayıklar Proçolların motoru, Hacı Alilerin motoru, Çalmacın motoru (Ayancık tarafından, taşımacılık yapardı) şeklinde sahibinin adı ile anılırdı. 220
Denizde yapılan avcılık dışında, Bafra Balık Göllerine de avcılık için gidilirdi. 1960 lı yıllarda Bafra Balık Göllerinin işletme hakkını mültezimler alıyordu. Balıkçılar kiralanmış olan bu göllerde avladıkları balıkları, başlangıçta tür bazında belirlenmiş kilogram fiyatından mültezime teslim ediyordu. Göllerde balıkçılık yapmaya Eylül ayında gidilir, mültezime ait keliklerde (çadır) kalınırdı. İlk kez 1961 yılında babamla Ulugölde (Balık Gölü) balıkçılık yaptım. O zaman gölün mültezimi, tiki olduğu aklımda kalmış olan Bafralı Pilavcıların Ayhan dı. Gölde bizim dışımızda Bandırma dan gelmiş olan Kazaklar da vardı. Ancak onlar bizim kaldığımız tarafta değil, Deveciler tarafında kalıyorlardı. Onlar uzun yıllardır avcılık yapmak için geliyorlarmış, ancak o yıl Türkiye den ayrılma ile ilgili girişimleri nedeniyle az sayıda (3-5 kişi) geldikleri konuşuluyordu. Sonraki yıllarda ise Türkiye den ayrılmaları nedeni ile bir daha gelmediler. Kışın gölde balıkçılık yapmak sorunlu oluyordu. Çok soğuklarda gölün belli kısımları donabiliyor, su arttığı için göl daha geniş alana yayılıyor, balıklar buralardaki sazlıkların, bataklıkların içine saklanabiliyordu. Bu gibi durumlar balıkların avlanmasını güçleştiriyordu. Bazen de göl denize doğru taşıyor, özellikle kefal balıkları denize kaçabiliyordu. Gölde motorlu kayık kullanmak yasaktı. Biz gölde molozma ağları kullanarak avcılık yapıyorduk. Kazaklar ise kasnaklarla (pinter) avcılık yapardı. Bazen onların kasnaklarını elleyerek balıklarını aldığımız olurdu. Onlar balıkçılık konusunda oldukça deneyimli idiler, biz balık tutamadığımız zamanlarda bile mutlaka balık tutarlardı. Barajlara gidiyoruz Sonraki yıllarda Yakakentli balıkçılar için yeni bir avcılık sayfası açılmış oldu. 1961 yılında babamlar ve Yakakent ten çok sayıda balıkçı Ankara Çayırhan a, Sarıyar Barajında balıkçılık yapmak için gittiler. Ben Çayırhan a gidip, 15-20 gün kaldım, fakat balıkçılık yapmadım. 1965 yılında ise Hirfanlı barajına, bizim de içinde olduğumuz 3-5 kayık balıkçılık yapmak için gittik. Bu gidişe Mehmet NOGAY vesile olmuştu. Fahrettin AK, Talat ın Mahmut (ERDEM), 221
Cevat (CENGİZ) gidenler arasında hatırladıklarımdan bir kaçı. Hirfanlı Barajına gittiğimizde, bir tarafında Uzunağıl, diğer tarafında Çıkınağıl (Evren) köylerinin olduğu bir yarımadanın orada, Kanlıkışla ya şantiyemizi kurduk. Ancak her iki köy birbiri ile husumetli olduğundan ortam pek tekin değildi. Akşam zorunlu olmadıkça kimse dışarı çıkmıyordu. Baraj gölünde yayın balığı vardı. Yayın balığı avlamak için, kullandığımız uzatma ağlarının daha geniş gözlü ve derinlerini yapmıştık. Ağları akşam kurar, sabah kaldırırdık. Her ağa 5-6 yayın vurur, içlerinde 150-200 kg lık balıklar olurdu. Yayın balığı Eşek Adası denen, suyun derin olduğu yerde çok çıkıyordu. Ancak burası şantiyemize uzak olduğundan, gidip gelme süresini azaltmak için, bu av sahasına yakın bir yere kulübe yapılmıştı. Bir gün biz avda iken bu kulübenin pencere ve çerçeveleri çalınmıştı. Bunun üzerine orada kalmaktan vazgeçmiştik. Yine bir gün Cevat ile Kürt Memonun Körfezi denen bir yerde gece şafak balığı avlamak için ağ sarıp çalışıyorken, bizi bir daha buralara gelmeyin diye tehdit ettiler. Sabah göle gittiğimizde ise kurduğumuz ağlar çalınmıştı, korkudan ağlarımızı soramadık. Buna benzer olumsuzluklar ve avcılığın verimli olmaması nedeni ile orada fazla çalışılmayıp dönülmüştü. Trolcülük yılları Trolcülüğün yaygınlaşmaya başladığı 1960 lı yılların sonralarındaki trol tekneleri 18-20 metre boyunda, 200-250 beygir gücünde motora sahiptiler. Volvo marka motorlar o dönemde yeni çıkmıştı. Süreç içinde trol tekneleri boy ve güç olarak büyüdü. Eniştem Kara Cemil (ÇAKIR) trol teknesi almıştı, ben o teknenin ilk gemicilerdenim. Trol avcılığı daha önce yaptığımız küçük balıkçılık faaliyetlerine göre daha mekanize bir işti. Makaraları, vinci, matafaraları kullanmak, ağı atıp çekmek belli bir tecrübe ve dikkat gerektiren işlerdi. Bir uçurtma gibi görev yapan trol kapılarının ağlar ile dengesini ayarlamak çok önemli idi. Bu nedenle bu işi, dengeyi iyi kavrayanların ağları daha iyi çalışıyor, daha çok balık tutabiliyorlardı. İlk dönemlerde Samsun daki balıkçılar, örneğin Dereli Hasanlar bu işi çok iyi kavramışlardandı. Birçok insan onların ağ modellerini kendilerine örnek olarak alıyordu. 222
Fotoğraf, Çakırlar teknesine Perşembe de gırgır ağı yüklenirken Samsun da trolcülüğü başarılı olarak yapan insanlar, eniştem Kara Cemil in de çok iyi arkadaşıydılar. Eniştem ihtiyaç duydukça onlardan bilgi ve destek alırdı. Eniştemin ağ reisi Gerzeli Alaatin (KÖSEREN) idi. Sonuç da çalışıldıkça, deneyim kazanıldıkça, başarılı olarak trolcülük yapanların nasıl başarılı oldukları gözlemlenerek, bu işi öğrenenler çoğaldı. Ben de o dönemde bu işi öğrenenler arasında oldum. Çakırlar teknesinde iki sezon çalıştıktan sonra 1974 yılında İstanbul a giderek, Sadık Dayımın (OFLUOĞLU) kayınbiraderi olan Kasım ÖZDEN lerin Dilber adlı trolcülük yapılan teknesinde çalıştım. Dilber 16 metre boyunda, içinde tanktan sökülerek denize uyarlanmış, 160 beygirlik general motoru olan, beş veya altı kişinin çalıştığı bir tekneydi. Trolcülük bilgimi Dilber teknesinde çalıştığım bu dönemde geliştirdim. İlk yıllarda trollerde gemici olmak herkesin yapabileceği bir iş değildi. Trollerde gemicilik yapanlar bir nevi teknik eleman olarak görülürdü. Dilber teknesi ile Boğaz da, Marmara da çalışırdık. Kontrol yönünden çok bir sorun olmazdı. Karadeniz tarafta ise İğneada ya kadar giderdik. Balık boldu, bol da tutabiliyorduk, ama satmak, iyi bir 223
fiyattan satmak sorundu. Balık tüketimi bugünkü kadar yaygınlaşmamış, nakliye ve balık muhafaza imkânları kısıtlıydı. Piyasa koşulları uygun düşmüş, gecikmeden pazara ulaştırılmış, buzlanmak suretiyle kalitesi korunmuş balıklar iyi para ederdi. Barbunya balıkları ayaksız, özel kasalara konurdu. Bu kasalara, paçol buzlama dediğimiz yöntemle, balık buzla karıştırılarak konduğunda, kasaların ayakları olmadığı için, balık hava almaz, buzun soğukluğu daha uzun süre etkili olur, daha iyi gelir elde edilirdi. Balık tüketiminin yetersiz olması, balıkçılar tarafından sürekli şikâyet konusu olagelmiştir. Bu konuda 23 Aralık1955 tarihinde Milliyet Gazetesinde çıkan bir haber kupürü. Barbunya balıkları avlandıktan sonra torba şeklindeki özel ağları içinde yıkanarak, pullarının bir kısmını dökmesi ve her türlü pisliğinin akması sağlanarak, albenisi artırılırdı. Kasalara iri, orta ve ince olarak 224
üç farklı boyda konup, kalın buzlarla karıştırıldıktan sonra buzhaneye yerleştirilirdi. Buzhaneler, buzu muhafaza ettiğimiz, tekne içinde yalıtımı artırılmış kapalı bir alandı. Herhangi bir motor veya yöntemle soğutulma imkânı bulunmayan bu yerlerde soğukluğu, koyduğumuz buzlar sağlardı. Buzlarımızı denize çıkmadan Et Balık Kurumu veya buz satan yerlerden temin ederdik. Avladığımız balıkları gönderdiğimizde, komisyoncumuz balığı götüren araba ile kasalarda iri olarak parçalanmış buz gönderir, bu buzları buzhanemizde muhafaza ederdik. Süver tekne denen, her şeyi tamam teknelerde mutlaka buzhane denen bu kısım bulunurdu. İstanbul pazara daha yakın olunması, balığın daha kolay pazara sunulabilmesi açısından daha iyi koşullara sahipti. Jandarmanın balıkçılığa ilişkin kontrolleri olmakla birlikte, bu kontrollerde, kontrol eden askerlerin yaptığımız işin trol avcılığı mı, başka bir avcılık mı olduğunu bilmemeleri nedeniyle önemli bir sorun yaşanmazdı. Ancak biz yine de rahat çalışmak, herhangi bir şikâyete konu olmamak için gece çalışırdık. Boğaz trafiği, o bölgedeki faaliyet yoğunluğu, akıntılar çalışmamızda önemli bir sorun olurdu. Bu nedenle de Karadeniz in Boğaz girişine yakın bölgelerinde daha çok çalışırdık. Buralarda çalıştığımızda ise Unkapanı nda, Perşembe pazarında olan balık haline avladığımız balıkları göndermek sıkıntı yaratırdı. 225
06.03.1970, Milliyet İstanbul da trolcülük yapan tekne sayısı 3-5 taneydi, gırgırcılık daha yaygındı. Trolcülük yapan tekneler Karadeniz de, özellikle Samsun bölgesinde olduğu için, trolcülükte buralarda daha hızlı bir gelişme gösterdi. 226
Dilber teknesinde bir sezon çalıştıktan sonra Paşa Reisin, eniştemin Çakırlar teknesi ile aynı boylarda 18 metrelik ve yine 220 beygirlik Volvo motoru olan trol teknesinde beş-altı ay çalıştım. Paşa Reis o tekneyi, o yıllarda uygun koşullarda alınabilen banka kredisi ile almıştı. Ben teknede ağ işlerine bakıyordum. Paşa Reisin teknesi ve Çakırlar o dönemin en büyük trol tekneleriydi. Bunlardan daha büyük tekneyi sonraki yıllarda Şile de görmüştüm. Çakodar Reşat ın yaptırdığı bu tekne 20 metre boyundaydı. Bu tekneyi daha sonra Paşa Reisler almıştı. Bu teknede çift motor vardı, bu motorları çıkarıp, yerine yeni bir Volvo motor takmışlardı. Bu tekneyi gördüğümüzde, o zamanki bilgimizle, bu tekne çok büyük, denizde bir şeye takılsa, halatları parçalar gider derdik. Tekne alıyorum 1976 yılında İstanbul da, Rumeli Fenerinden kendime bir tekne aldım. 16 metrelik, Seyfullah Kaptan adlı bu tekneyi 1978 yılında sattığımda adı Habeş olarak değiştirilmişti. Seyfullah Kaptan teknesinde, karadaki D 750 Ford kamyonların motoru olan, 135 beygirlik Ford motoru vardı. Seyfullah Kaptan teknesini, daha sonra bu teknede gemicilik de yapan teyzemin eşi Kara Hüseyin in Hasan (ERALTAN) ile getirmiştim. Yolda gelirken Kasım ÖZDEN in Dilber teknesinde çalışan Kenan abimi (OFLUOĞLU) Bartın Çayına girerek almıştım. İlk yıl gemici olarak Reşat YARIŞ, Cumbalak Hüseyin (ERDOĞAN) ve limandan Şeref ŞENSOY çalışmıştı. Sonraları farklı kişiler de gemici olarak çalıştı. Seyfullah Kaptan teknemle daha çok Sinop-Samsun arasındaki bölgede çalıştım. Sinop un batısındaki alanları pek bilmez, çok tomruk, kütük ve ilişken olacağını varsayarak, o bölgede çalışmayı pek düşünmezdik. Sonraki yıllarda bu bölgede çalıştığımızda, bu düşüncemizin doğru olmadığını görmüştük. Çok balık tutuyorduk, ancak pazarlamak, avladığımızı para ettirmek sorundu. O zaman balıklarımızı Samsun komisyoncularından İsmail DEMİRCİOĞLU na verirdik. 227
Trolcülük yaptığım o dönemde Yakakent te liman yoktu, sonraları liman (barınak) yapıldığında, küçük olduğundan hava biraz estiğinde ağzı yarar, giremezdik. Bu yüzden Gerze ye, Sinop a gitmek zorunda kalırdık. Rusya ya gidiyoruz Kalkan balığı gerek balık kalitesi ve dayanıklılığı, gerekse muhafaza edilmesi ve nakliyesi kolay olduğu için her dönemde iyi para eden bir balık olmuştur. Sandıklara konup buzlandıktan sonra, sandıklarının ağzı kapatıldığında her yere sorunsuzca gönderilebilirdi. İstanbul dan bazı teknelerin Rusya ya, Samsun un karşısına gelecek bölgeye, Kerç Boğazının oralara gidip, kalkan ağları kurdukları ve çok iyi av yaptıklarını duyuyorduk. 1977 yılında Halit Reisin kaptanlık yaptığı Paşa Reisin teknesi ile beraber Rusya ya gitmeye karar verdik. O tarihe kadar trolcülük yapmak amacı ile Rusya ya balıkçılığa giden olmamıştı. Bu karar bir sefere, keşfe gidiyormuşuz gibi algılandı. Gerzeli Recep BATMAZ, elinde bulunan, Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesinde çalışan rütbeli bir akrabasının dışarı çıkararak ona verdiği ve gizli olduğu düşünülen Karadeniz e ait deniz haritasını, işimize yarayacağını düşünerek bana vermişti. Bu haritayı gittiğimiz bölgenin dip yapısını anlamak için kullanmış, teknemiz Rusya da kalınca, el konularak alınmıştı. Gideceğimiz mesafeyi hesaplayarak kaç saatte gidebileceğimizi, bu seferde ne kadar yakıt ihtiyacımız olacağını hesapladık. Oradaki şartlara ve av durumuna göre, 3-5 gün çalışmayı planlayıp, kumanyamızı ve buzumuzu buna göre tedarik ettik. Yakıt ve kumanya dışında ekstra bir hazırlığımız olmadı. Hesabımız, 22-24 saatlik bir seyir sonunda av bölgesine ulaşıp, Rusların 12 millik karasuları dışında avcılık yapmaktı. Ruslarla karşılaşacağımızı hiç düşünmedik. Önce Yakakent ten Sinop a gittik, buzumuzu aldık, daha sonra da 1 Mart 1977 sabahı gün ışıyınca av bölgesinde olacak şekilde, saat 05.00-06.00 gibi yola çıktık. Avcılık yapacağımız bölge sabit bir nokta değil, geniş bir alan olduğundan, çok da ayrıntıya gitmeden, haritadan gördüğümüz bölgeye elimizdeki pusuladan uygun bir rota 228
belirleyerek yola çıktık. Teknemizde su üstü radarı olmadığından, Rusların karasularını haritadaki derinliklerden, iskandil atarak bulacağımız derinlik ile tahmin etmeye çalışacaktık. Ancak oraya gidince, Kerç Boğazının çıkışında, Rusların 12 mil sınırını gösteren şamandıralar olduğunu gördük. Bu şamandıralar, Kerç Boğazından çıkan gemiler tarafından rota şamandırası olarak kullanılıyor, gemiler bu şamandıralara kadar gelip, buradan istikamet alıyorlarmış. Bu şamandıralardan daha sonraki seferlerimizde karasularının sınırlarını belirleme konusunda çok istifade ettik. Seyir normal koşullarda devam etti, tahmin ettiğimiz saatte av bölgesine vardık. Çiseli yağmurlu ve görüş mesafesinin az olduğu bir hava vardı. Paşa Reis bizden daha yollu olduğundan, av bölgesine daha erken varıp, ilk ağını atmıştı. Biz de seyrek gözlü, kalın iplikten yapılmış palet ağımızı atıp, çekmeye başladık. Ağ çekeceğimiz hattı, doğuya doğru gidecek şekilde belirledik. Çünkü haritadan batı tarafının kıta sahanlığının dar olduğunu, askeri bir bölge olduğunu görmüştük. Doğuya doğru kıta sahanlığı genişliyor, trol çekilebilecek alanlar artıyordu. Durumu anlamak için, ilk ağımızı kırk kulaçlarda atıp, yarım saat kadar kısa bir süre çektikten sonra aldık. İlk ağa çok iyi sayılabilecek miktarda, 40-50 kalkan balığı ve iki morina girmişti. Aldığımız bu balıklardan sonra, biraz çalışırsak daha da verimli bölgeler bulacağımıza olan inancımız artmıştı. Yine aynı istikamette sahile doğru bir ağ daha çektik, daha iyi balık aldık. Yalıya daha doğru balığın artacağını düşünerek üçüncü kez ağımızı attık, bir saat kadar sonra ağı çektik. Ağı çektikten sonra arkada yüzdürürken, ağa giren morinalar, ağın yüzünde görünmeye başladı. Dümende olan Kenan abim (OFLUOĞLU) ağı toplamak için tornistana yaptı, bir taraftan da memnun bir şekilde torbadaki balıklara bakıyorken, dur filan demeye kalmadan ağı pervaneye kaptırdı, motor stop etti. Pervaneyi ağdan kurtarmak gerekiyordu. Bunun içinde suya girip, pervanedeki ağ parçalarını kesmemiz lazımdı. Suya belki girebiliriz diye düşünüp, suya girenlerin çıkınca sıcak duş alabilmesi için sıcak su hazırladıksa da, su o kadar soğuktu ki, suya girmeyi deneyemedik bile. Bunun üzerine uzun bir sopanın ucuna keskin bir bıçak bağlayarak, 229
pervanedeki ağın bir kısmını kesmeye çalıştık. Ağı bu şekilde kesebildiysek de, pervanede kalan ağ parçalarını temizlemek mümkün olmadı. Ağın kestiğimiz kısmını ve bu kısımda kalan balıkları tekneye aldık. Pervane kalan ağ parçaları nedeniyle çok yavaş döne döne, balans yapa yapa tekneyi hareket ettirmeye başladı. Amacımız bu şekilde giderek Rusların karasularına girmek, onların bizi bulup, yardım etmesini sağlamaktı. Tüm bunlar olurken akşam da olmuştu. Rusların karasuyuna girerek kırk kulaçlarda demir attık, bizi görebilmelerini sağlamak için ışıklarımızı yaktık, beklemeye başladık. Ruslar bizi buluyor Süt liman bir hava vardı. Gece saat 12.00-01.00 civarı olacak, etrafımız gündüz gibi ışıkla aydınlandı. İki bot araya alarak, bize projektörle ışık tutuyordu. Onların kaptanı olan, giyiminden subay olduğunu tahmin ettiğim bir kişi ile iki asker bizim tekneye çıktı. Ben de üst kamarada beklemekteydim. Subay zannettiğim kişi üst kamaraya geldi, bana gayet ciddi bir asker selamı vererek bir şeyler söyledi. Önemsendiğim için hoşuma da gitmiş olan bu selamlamadan, kaptanlığın onlarda önemli bir görev olduğu anlaşılıyordu. Bize karşı gayet kibar ve naziktiler, hareketlerinden bizden endişe etmedikleri anlaşılıyordu. İşaretleşmeler ile sorunumuzu anlatmaya, arızamız olduğunu ifade etmeye çalıştık. Daha sonra iki asker başımızda dururken, bottan gelen diğer askerler tekneyi aramaya başladılar. Benim yatağımın altında, içinde iki mermi olan bir tabanca vardı, onu bulup aldılar. Daha sonra dışarıdaki bir yerlerle görüşmeler yaptılar, alın getirin denmiş olmalı ki, bizi alarak limana götürdüler. Türkçe bilen bir subay geldi, ifademizi aldılar. Kaptan Seyfullah teknesini satın almakla birlikte henüz üzerime almamıştım. Ayrıca teknede filika olmamakla birlikte, iki tane filika küreği vardı. Buldukları tabancanın altı mermisinin eksik olması ile bu bilgileri bir araya getirince, geminin kaptanını eksik olan altı mermi ile öldürüp, filika ile denize attığımızı, bu suçu kendi karasularında işlediğimiz gibi bir sonuca ulaşmışlardı. Hepimizin verdiği ifadelerin 230
tutarlı olması ve kendi radar kayıtlarını incelemeleri sonucu böyle bir şey olmadığını anladılar. O dönemde Türkiye de satılan sol yayınlarından, içinde Lenin in de yazdığı birkaç kitap kamaramda bulunuyordu. Bu kitapları özellikle onları yanıltmak, sempatilerini kazanmak için bulundurduğumu düşünmüş olacaklar ki, Türkiye ye döndüğünde, bizim yerimize Nazım Hikmet in mezarına çiçek koy demişler, ben de onlara karaya çıktığınızda bizim yerimize siz koyarsınız diyerek, Nazım ın mezarının Rusya da olduğunu bildiğimi göstermiştim. İfademizin alınması sırasında bize gayet iyi davrandılar. Hasan enişteme bir şeyler sorduklarında, o bu işlerden anlamam, ben yaşlı bir adamım, başımı ağrıtmayın gibi anlamlara gelecek hareketler yaptığı için, bunu rahatsızlığı ile ilgili işaretler olarak anladılar. Bunun üzerine orta yaşlı bir bayan doktor gelerek eniştemi muayene edip, ilaç vermişti. Ancak kutu ile ilaç verilmediğinden mi, ziyan olmasını istemediklerinde mi bilmiyorum, her bir ilacı, kullanılacağı gün sayısı kadar kâğıtlara sararak vermişlerdi. Hasan enişteme olan ilgi bununla kalmamış, liman içinde ifade verilen binaya gidene kadar üşümesin diye üstüne kürklü bir palto vermişlerdi. İfadelerimiz tamamlandıktan sonra teknemizin altına bir dalgıç dalarak pervanemizi temizledi. Temizleyen kişi, bir kâğıda ayrıntılı bir şekilde teknenin altını çizerek, herhangi bir sorun olmadığını göstermişti. Ayrıntılı çizim; pervanenin sıkan bir somunu ve bu somunu kontrol eden bir kontrol pimi vardır, onları ve arızalı olmadıklarını, suyu süzen süzgeçlerde hasar olmadığını ve yerinde olduğunu bile gösterecek kadar detaylıydı. Sadece arızalı olan şarz motorumuzu yedek parçası olmadığı için, tamir edememişlerdi. O da normal koşullarda önemli bir eksiklik değildi. Teknemizde bulunan avladığımız balıklara el koymadılar. Bir gün rica minnet bir şekilde bir tane kalkan balığı istediler. Onlara en irilerinden 2-3 tane balık vermiştik. Kurtuluş günlerinde törenler ve banyo için dışarıya götürme davetlerini, çekindiğimiz için kabul etmedik. Sürekli bize gelerek ihtiyacımız olup olmadığını soruyorlardı. Bir subayları 231
Türkçe olarak su var mı diye sorup, yok dersek suyumuzu temin ettiriyordu. Bu nedenle ona kendi aramızda saka adını takmıştık. Orada kaldığımız süre boyunca hepimize iyi davranılması nedeniyle bir sorun yaşamadıysak da, aynı şeyi yakınlarımız için söylememiz mümkün değildi. Uzun süre bizden haber çıkmaması nedeniyle, yakınlarımızın büyük bir merak ve endişe içinde olduğunu, akıbetimiz konusunda bilgi alabilmek için Bakanlığa başvurarak, bulunmamız için girişimde bulunulduğunu dönüşümüzde öğrenmiştik. Arıza ile ilgili sorun ve diğer idari işlemler tamamlanınca dönüş hazırlıklarına başladık. Onbir günün sonunda ayrılırken yiyecek, su ve akaryakıt verdiler. Ayrılmadan önce bir deniz subayı gelerek, önümüzdeki 24 saat içinde havanın iyi olacağını, daha sonra havanın eseceğini, havanın iyi olacağı 24 saatlik bu süre içinde Türkiye ye gidebileceğimizi, istersek kötü havanın geçmesine kadar da kalabileceğimizi söyledi. Tercihi bize bıraktıklarını ayrıca belirtti. Biz orada kaldığımız için sıkıldığımızdan, tercihimizi gitmek yönünden kullandık. Ancak botun refakatinde limandan denize çıktığımızda, gitmemizin zor olacağını anlayıp, vazgeçtik, limana döndük. İki gün sonra tekrar havanın iyi olduğu, iki gün sorun yaşanmayacağı bilgisi ile geldiler. Bunun üzerine sabah saatlerinde Sahil Güvenlik Botu rekâketinde 12 mil sınırına kadar olan bölgeye gittik, birbirimize el sallayarak ayrıldık. Dönüş yolunda Bir süre gittikten sonra dışı macunlu, Bekir Reis adlı, İstanbul dan gelmiş, yeni yapılmış bir tekneye rastladık. İlk seferine gelmiş olan 18 metre boyundaki bu teknenin çok bağıran 200 beygirlik General marka motoru vardı. Onu görünce sevindik, yanaştık, bir süre hoşbeş edip, başımızdan geçenleri anlattık. Onların bizim durumumuzdan haberi yokmuş, geçmiş olsun deyip, gün boyu çalışalım, akşam demir attığımızda bir araya gelir, sohbet ederiz dediler. Onlardan aldığımız cesaret ve birilerine rastlamış olmanın verdiği güvenle biz de çalışmaya başladık. Akşama kadar sorunsuzca avlanıp, güzel balık yakaladık. Akşam yan 232
yana gelip demirledik. Deniz o kadar güzel ki, yaprak kımıldamıyordu. Birlikte yemek yedik, çay içtik, sohbet ettik. Yanımıza arkadaş bulduğumuz için, hava konusunda bize yapılan uyarıyı unutmadıksa da, dikkate almaktan vazgeçtik. Aynı şekilde diğer tekne sahibi de, bize yapılan uyarıyı söylediğimizde, hava eserse, eser, gideriz, bir şey olmaz diyerek dikkate almadı. Yarın akşama kadar çalışacağız, İstanbul uzak olduğu için balıklarınızı Sinop a çıkaracağız, dedi. Biz de madem siz çalışacaksınız, biz de sizinle beraber çalışır, birlikte döneriz, dedik. Ertesi gün çalışmaya devam ettik. Akşamüzerine doğru ağ çekerken karşı karşıya geldiğimizde, Bekir Reisin kaptanı biz bir ağ daha çekeceğiz, yolda size yetişiriz, istersen ağınızı kaldırdığında siz yola çıkın diye söyledi. Ben de tamam deyip, o ağı aldıktan sonra, dönmek üzere yola çıktım. Birkaç saat yol gittikten sonra karayel tarafından inceden, soğuk, acı bir rüzgâr esmeye başladı. Bu rüzgârla beraber içime bir ürperti girdi, bize yapılan uyarı aklıma geldi. Epeyce yol geldik, geriye mi dönsek mi diye de düşünüp karar veremezken, rüzgâr da gittikçe şiddetleniyordu. Ben bunları düşünürken daha denizde dalga oluşmamış, ama denizin üzerinde beyaz beyaz köpükçükler oluşmuştu. Yarım saat kadar bile bir süre geçmeden, fırtınanın şiddeti, teknemizin yenmesinin mümkün olamayacağı seviyeye ulaştı. Geri dönmek yerine, rüzgârı arkamıza alarak, denizin viyasına gitmek dışında bir seçeneğimiz kalmadı. Diğer teknenin arkamızda iki kez ışığını gördükse de, daha sonra kendi derdimize düştüğümüzden, onu nerede olduğunu takip edemedik. Deniz korkunç şekilde yükseldi, dalgalar arttıkça, arttı. Dalgalar o güne kadar hiç görmediğim şekilde büyüdü. Fırtınanın açık denizlerde nasıl dev dalgalar oluşturduğunu daha iyi anladım. Gecenin karanlığında hiçbir yeri görmeden ilerlemeye devam ederken, bu denizden kurtulabileceğimize olan ümidimiz azalıyor, ancak yapacak başka bir şey de olmadığından mücadeleyi bırakmıyor, yola devam etmeye çalışıyorduk. Hiçbir yeri göremememizin nedeni sadece gece olması değildi. Gündüz de olsa, bu dev dalgalar, fırtına, kar ve tipi nedeni ile teknenin burnunu bile göremezdik. Rota takip etmekten ziyade, gelen dalganın bizi batırmaması için çaba harcıyor, gelen dalgaya karşı 233
tekneyi dik tutmak için çalışıyordum. Dalganın tekneyi sürüklememesi, kontrolümüzden çıkarmaması için gayret gösteriyordum. Ben bu halde iken, diğer arkadaşların benden daha kötü durumda olduğunu daha sonraki sohbetlerimizde öğrenmiştim. Hasan eniştem vademiz bu kadar deyip ümitsizliğini açıkça belirten, Hüseyin de ailesine bir mektup yazıp, çantasına koymayı, batarsak bu çantadaki mektubun onların eline geçmesini ümit edecek, bir ruh hali içindeymiş. Koşullar bu kadar kötü iken, Karadeniz in ortalarına denk gelen bir yerde, motorumuzun arıza yapması ile başımıza gelebilecek en kötü olumsuzluklardan biri geldi. Dalgalar ile mücadele ederken, motorumuzun ne durumda olduğunu kontrol etmeyi ihmal etmiştik. Motor, suyu kesildiğinden, hararet yapıp kilitlenerek stop etti. Motor durduğu için dalgalara teslim olmuştuk, bizi alıp götürüyordu. Dalgalar çok büyük, teknemiz çok küçük kalmıştı. Dalga bizi ilk ucundan yükseltmeye başlıyor, yükselte yükselte tepesine çıkarıyor, tekrar alçalta alçalta aşağıya indiriyor, ancak şamarlamıyordu. Teknemiz dalgalara mukavemet edecek kadar büyük olsa batacakken, küçük olduğu için dalgalar bizi kaydıra kaydıra taşıyor, fındıkkabuğu gibi indirip çıkarıyordu. Bu durumu görünce, dalgaların bize bir şey yapmayacağı kanaatini edindik, korkumuz bir nebze olsun azaldı. Korkunun azalması ile kendime güvenim geldi. Motorun arızasını giderebilmek için çaba harcama cesaretini bularak, makine dairesine indim. Makine dairesine gittiğimde motordan buharlar fışkırıyor, ellenemiyordu. Motoru üzerine su dökerek soğuttuk, elle tutulur hale getirdik. Motor soğuyunca valant dişlisinden kanırta kanırta, azar azar tornavidayla valantı çevirmeye başladım. Yaklaşık bir saat bu çevirme işlemine devam ettim, hiçbir takılma olmadığını gördüm. Bu işlemin sonunda, motoru marşa basarak çalıştırmayı deneyecek hale getirmiş oldum. Ayrıca motor dışında soğutucuda da arıza meydana gelmişti. Deniz motorlarında radyatör yerine kullanılan soğutuculara kondesa denilir. Onun ortasından geçen orijinal cıvata, hararet yapınca 234
patlamış, soğutucu devre dışı kalarak çalışmayacak hale gelmişti. Bu nedenle su tenekesinin içine su borusunu kıvıra kıvıra koyarak, soğumayı sağlayacak bir sistem yaptık. Tüm arızaları gidermiştik, ancak şarz makinemiz arızalı olduğundan, marşın basıp basmayacağı konusunda endişem vardı. Ruslar yola çıkmadan akümüzü doldurmuştu. Ancak tekneyi çalıştırırken, ışık yakarken aküyü kullandığımızdan, akümüzde ne kadar elektrik kaldığını bilmiyordum. Bu nedenle akünün enerji durumu, şarz motorumuzun arızalı olması nedeniyle önem kazanıyordu. Makine güzel çalışacak olsa bile, akü marşı basar mı basmaz mı kestiremiyordum. Ancak bunu denemek dışında yapacak başka bir şey olmadığından, marşa bastım, motor çalıştı. Motor çalışınca nasıl sevindiğimi, üzerimden nasıl bir ağırlığın kalktığını anlatamam. Motor çalışınca Kenan abim dümene geçti, ben ise dört saat boyunca makine dairesinde kalarak, tekrar bir arıza olmaması için motoru gözlemeye devam ettim. Motora çok yük bindirmeyerek, ağır yolda seyrimizi sürdürdük. Sabaha karşı gün ışımadan önce karada ışıklar gördük. Ancak bu ışıklardan, belli bir rota takip edemediğimiz için, nereye doğru yaklaşmakta olduğumuzu anlayamadık. Bir süre sonra Kenan abim, bu ışık kümesinin Ayancık taki Amerikan radarın ışıkları olduğunu söyledi. Bu dediğini, rota tutmadan bu kadar yakın bir yere gelebileceğimize ihtimal vermediğimden ciddiye almadımsa da, bir süre sonra hava ışıyıp, Sinop adasını görünce, dediğinin doğru olduğunu anladık. Abim, Ayancık ta kalkancılık yaptığından, o bölgeyi iyi bildiği için, doğru tahminde bulunmuştu. Sinop adasını gördükten sonra, rotamızı buna göre belirleyerek yolumuza devam ettik. 17 günün sonunda, yola çıkışımızdan 42 saat sonra Sinop Limanına girdik. Bu süre zarfında denizle, dalgalarla, rüzgârla, arızalarla daha doğrusu kaderle olan mücadelemizi inatla sürdürmüş, başarıya ulaşmıştık. Bizim teknemizin geldiğini gören, duyan bütün balıkçılar ve Sinop taki tanıdıklar limana gelmiş, çok büyük bir kalabalık olmuştu. Herkesin yaşadığımıza ilişkin umutlarını yitirdiği bir zamanda gelişimizin de etkisi ile çok coşkulu ve duygusal bir ortamda 235
karşılandık. Karşılayanlarla hasret giderdikten sonra, balıklarımızı indirdik, daha sonra kara yolu ile Yakakent e hareket ettik. Yakakent ten gelen dost ve akrabalarımız bizi Kanlıçay da karşıladı. Orada da duygusal bir ortamda, karşılamaya gelenler ile özlemlerimizi giderdik. Dönüş sırasında birbirimizi kaybettiğimiz Bekir Reis teknesinin akıbetini daha sonra öğrendim. Onlar öyle bir deniz yemişler ki, kamaranın üst kısmı parçalanarak kopmuş, tekneyi alt kamaradan kumanda etmek zorunda kalmışlar. Onlar daha batıya düştüklerinden, İnebolu limanına girmişler. İnebolu limanının mendireği o fırtına ile patlamış. Bunu duyunca karşılaştığımız fırtınanın şiddetini daha iyi anladım. Bekir Reis teknesi sonraki dönemde uzun süre macunlu olarak kaldı. Bu yüzden macunlu tekne olarak bilinirdi. Daha sonraki yıllarda Şile civarında kayalıklara çarpıp, parçalanarak battığını duydum. Paşa reis teknesi bizimle beraber çıktığı seferden sorunsuz olarak döndü, daha sonraki günlerde bu faaliyetine devam etti. Alıştık bir kere Geldikten sonra 10-15 gün kadar Yakakent civarında çalışıp, başımıza gelen kötü olaylardan başarı ile çıkmamızın cesareti ve oradaki avcılığın bereketinin cazibesi ile eski ekipten bazı gemicilerin değişmesi sonrası yeni bir Rusya seferine gittim. O yıllarda yüz seferden fazla Rusya ya balıkçılık için gitmişliğim olmuştur. İlk seferde bize gösterilen ilgi ve iyi davranışın verdiği güvenle, kötü hava koşullarında Kerç limanının ağzına kadar inip, demirliyorduk. Bu demirlemelerimizde bize mutlaka bir Sahil Güvenlik Botu nezaret eder, alargada beklerdi. Bazen hava koşulları çok kötü olacaksa bizi Kerç limanına yönlendirirdi. Ruslarla karşılaşabileceğimizi düşündüğümüzden, sonraki seferlerde teknelerimizde sakız, sigara gibi küçük hediyeler bulunduruyorduk. Bu hediyeleri tercümanlara, başımızda bekleyen askerlere, temizlik yapanlara gizlice veriyorduk. Bu jestimize karşılık onlar da bize daha rahat olacağımız imkânlar yaratıyor, daha iyi davranıyorlardı. 236
Rusya ya avcılık için gittiğimizde onlara ait balıkçı gemilerine çok rastlamadık. Rastladıklarımız bizim teknelerden oldukça büyük ve ağır sac teknelerdi. Sık gözlü ortasu ağı kullanarak avcılık yapıyorlar, ağa ne girerse onları avlıyorlardı. İlk gittiğimiz seferde getirdiğimiz balıklar ve oradaki balıkçılıkla ilgili anlattıklarımız, Rusya da balık avcılığının karlı bir iş olduğunu gösterince, bu işi yapmak isteyenler çoğaldı. İkinci gidişimizde 3-5 tekne, yine Sinop tan çıkış yaparak birlikte gittik. Bu gidişimizde ilk gidişimizdeki hazırlıklarımıza ilave olarak ekstra bir hazırlık yapmadık. Daha sonraki günlerde, Sinop yerine Samsun dan da çıkış yapılarak gidişler başladı. Çok kısa zamanda Rusya ya avcılık için giden tekne sayısı 20-30 lara ulaştı. Sovyetler Birliğinin 200 millik ekonomik bölge ilanı sonrası balıkçılarımızın kalkan avcılığı yapamaması nedeni ile ortaya çıkan sorunun giderilmesi amacıyla görüşmeler yapılıyor. Bu amaçla 24 Şubat 1985 tarihinde Dışişleri Bakanlığı Çok Yönlü Anlaşmalar Dairesi Başkanı Rıza Türmen başkanlığında, Tarım Bakanlığı Su Ürünleri Daire Başkanı İrfan Şahin, DPT den Altan ACARA ve Dışişleri Bakanlığı Denizcilik Dairesi Başkanlığından hukukçu Aydoğan ÖZMEN den oluşan bir heyet Sovyetler Birliğine gidiyor. Görüşmeler öncesinde Türkiye tarafından hazırlanan bir rapor, Sovyet yetkililerine veriliyor ve kota talebinde bulunuluyor. Görüşmeler oldukça çekişmeli geçiyor. Türkiye ye kalkan yerine mezgit için kota verilmesi önerisi de yapılıyorsa da, Türk heyeti tarafından kabul görmüyor. Üç hafta kadar süren görüşmeler sonrasında 100 tonluk bir kalkan kotası veriliyor. Ancak daha sonra Sovyet bilim adamları tarafından hazırlanan bir rapor sonrası Aralık 1985 tarihinde Sovyetler Birliği tarafından on yıl boyunca kalkan avcılığına yasaklama getiriliyor. Bu yasaklama sonrası balıkçılarımızın Sovyetler Birliği egemenliği altındaki sularda legal avcılık faaliyetinde bulunması imkânı ortadan kalkmış oluyor. Gittiğimizde başlangıçta üç-dört gün çalışırken, her seferde çalıştığımız gün sayısını bir gün artırmaya başladık. Bunun nedeni yakaladığımız balık miktarındaki azalmaydı. Bir seferde yakaladığımız balık miktarına, sonraki seferde bir gün fazla çalışarak 237
ulaşabiliyorduk. Türk balıkçılarının yoğun ilgisi karşısında, Ruslar öncelikle 1982 yılında karasularını 25 mile çıkardılar, daha sonra münhasır ekonomik bölge ilanı gerçekleşti. Karasuları 25 mile çıktığında, avcılık yapılabilecek su kalmamıştı, ancak Rusya karasularına yakın o mesafelerde bulunmaya ilişkin bir yasak olmadığından, kaçak olarak Rusların karasularına girilerek avcılık yapılabiliyordu. Münhasır ekonomik bölge ilanı sonrası ise, Karadeniz in ortasından geçen bu sınır hattı nedeni ile o alanlarda bulunmak da suç haline geldi. Milliyet, 13.12.1985, s.7 238
Bu gelişmeler sonrası legal olarak avcılık yapma imkânı ortadan kalktı, kaçak olarak avcılık yapma dönemi başladı. Bu durum trol ağları ile yapılan avcılık yönteminde de değişiklik yapılmasına yol açtı. Avda geçirilen süreler, yakalanma olasılığı nedeni ile azalarak üç günlere düştü. Daha sonra da trol ağı ile avcılık yerine, görünmesin diye şamandıra takılmayan kalkan ağlarının kurulup, kaldırılmasına dayanan avcılığa başlandı. Bu yöntemin kullanılmasına, teknelere takılmaya başlanan satalayt cihazları ile kurulan ağların yerinin işaretlenerek, kaldırılmaya gidildiğinde kolaylıkla bulunması büyük katkı yaptı. Yine Çakırlar teknesi Cemil eniştemin vefatı üzerine, Çakırlar teknesini çalıştırmaya başladım. Rusya ya avcılığa gitmek için hazırlıklara başladık, teknenin ve motorun bakımını Yakakent te yaptırdık. Motorun bakımını İsmail Usta (AK) yaptı. Bakım sonrası tekne ile denizde dolaşıp, denemeler yaptık, hiçbir sorun olmadığını gördük. Daha sonra da gidişimizle ilgili her şey tamam olunca yola çıktık. Beraberimizdeki tekneler ile yola çıkıp, bir süre gittikten sonra istirahata çekilirken, dümeni tutacak gemiciye, önümüzde seyreden diğer tekneleri takip etmesini tembih ettim. Başka teknelerle beraber gidişlerde, kaptanı istirahata çekilecek tekne geride kalıp, asıl kaptanın kullandığı tekne önde gider. Daha sonra diğer kaptan istirahata çekildiğinde ise arkadaki tekne öne geçecek şekilde gidilir. Yatmadan önce makine dairesini kontrol ettim, bir sorun yoktu, her şey normaldi. Bunun üzerine yerime yattım. Dümen tutan gemiciye, arada bir makine dairesine inip, motoru kontrol etmesi için bir gemici daha eşlik eder. Ben yattıktan bir saat kadar sonra, makine dairesini kontrole giden Davulcunun Hasan, teknenin içinin yarıya kadar su ile dolu olduğunu görünce, gelip, Adnan batıyoruz, tekne su dolmuş diyerek beni uyandırdı. Hemen acele ile kalktım, motor dairesine inince durumu gördüm. Bu sırada Kenan abimin kullandığı Kasım ın büyük teknesi Rıfat Reis ile Anzarot Muzafferin Şen Tarkan teknesi önümüzde gidiyordu. Yola 239