Muhterem Okurlar, Şehir ve Kitap Bizim Külliye



Benzer belgeler
Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

KİTAP GÜNCESİ VIII. GELENEKSEL KİTAP GÜNLERİ SAYI:3

Benzetme ilgisiyle ismi nitelerse sıfat öbeği, fiili nitelerse zarf öbeği kurar.

TV LERDEKİ PROGRAMLARA ÇIKANLAR KURAN OKUMASINI BİLMİYOR

KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

HÜRRİYET İLKOKULU EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMA PROGRAMI

17 Eylül 2016 Devlet Sanatçısı Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Özel Konseri. Hazırlayan ve Yöneten Halil İbrahim Yüksel. Sunum Metni Bilge Sumer

olduğunu fark etti. Takdir ettiği öğretmenleri gibi hatta onlardan bile iyi bir öğretmen olacaktı.

Bir sözcüğün zihinde uyandırdığı ilk anlama gerçek anlam denir. Kelimelerin sözlükteki ilk anlamıdır. Bu yüzden sözlük anlamı da denir.

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

İSMEK İN USTALARI SANATA ADANMIŞ BİR ÖMÜR ETEM ÇALIŞKAN ETEM ÇALIŞKAN KALİGRAFİ SERGİSİ

OKUL MÜDÜRÜMÜZLE RÖPORTAJ

Evren Nağmesinde Bir Gelincik Tarlası

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

SAGALASSOS TA BİR GÜN

CHP Yalıkavak Temsilciliğinin düzenlediği Kahvaltıda Birlik ve Beraberlik Mesajı

Asker hemen komutanı süzerek cevap vermiş; 1,78! Komutan şaşırmış;

Söylemek istemediğimiz birçok şey, söylemek istediğimiz zaman dinleyici bulamaz.

Necip Fazıl ın Yaşamındaki Düşünce Labirentleri - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

Kızla İlk Buluşmada Nasıl Sohbet Edilir? Hızlı Bağ Kurma Teknikleri

Dil Gelişimi. temel dil gelişimi imi bilgileri

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi

SIFATLAR. 1.NİTELEME SIFATLARI:Varlıkların durumunu, biçimini, özelliklerini, renklerini belirten sözcüklerdir.

Ilgaz (14 Şubat 2010) Yazı ve fotoğraflar: Hüseyin Sarı (huseyinsari.net.tr)

Şef Makbul Ev Yemekleri'nin sahibi Pelin Tüzün Quality of magazine'e konuk oldu

temlerini işlediği şiirlerinden bazıları: Yol Düşüncesi, Sessiz Gemi, Rintlerin Akşamı, Ufuklar, Mehlika Sultan.

Engin arkadaşına uğrar, eve gelir duşunu alır ve salona gelir. İkizler onu salonda beklemektedirler.

Şam / Mart. Medine / Ocak. Semerkand / Şubat. Kayrevan / Nisan. İstanbul / Mayıs. Gırnata / Haziran. Kudüs / Ağustos. Bahçesaray / Eylül

Ramazan Alkış. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

Lesley Koyi Wiehan de Jager Leyla Tekül Turkish Level 5

Giovanni dışında bütün örenciler çok çalışıyor. O hiç çalışmıyor ama sınıfın en başarılı öğrencisi. Çok iyi Türkçe konuşuyor.

ESAM [Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi] I. Dünya Savaşı nın 100. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu

Bilgi güçtür. Sevdiğiniz kişiyi dinleyin ve kendinizi eğitin.

YOL AYRIMI SENARYO ALĐ CEYLAN

Tragedyacılara ve diğer taklitçi şairlere anlatmayacağını bildiğim için bunu sana anlatabilirim. Bence bu tür şiirlerin hepsi, dinleyenlerin akıl

ilkokulu E-DERGi si 23 Nisan ın Önemi Sorumluluk Okulumuzda 23 Nisan Hedef Siir: Egemenlik Ulusundur 2017 Nisan Sayısı Bu Sayımızda:

BÖLÜM 1. İLETİŞİM, ANLAMA VE DEĞERLENDİRME (30 puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKAYESİ

KOKULU, KIRIK BİR GERÇEĞİN KIYISINDA. ölüler genelde alışık değiliz korkulmamaya, unutulmamaya... (Özgün s.67)

2. Sınıf Kazanım Değerlendirme Testi -1

ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÖMER TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ TÜRKÇE SINAVI

Hocam Prof. Dr. Nejat Göyünç ü Anmak Üzerine Birkaç Basit Söz

TATÍLDE. Biz, Ísveç`in Stockholm kentinde oturuyoruz. Yılın bir ayını Türkiye`de izin yaparak geçiririz.

Kent ve İnsan İlişkisi. Yrd. Doç.Dr. Çiğdem Vatansever 22 Şubat 2013

Kahraman Kit Misafirlikte

> > ADAM - Yalnız... Şeyi anlamadım : ADAMIN ismi Ahmet değil ama biz şimdilik

İnsanı Diğer Canlılardan Ayıran Özellikler

Ekmek sözcüğü, sözlüklerde yukarıdaki gibi tanımlanıyor. Aşağıdaki görselin yanında yer alan tanımlar ise birbirinden farklı. Tanımları incele. 1.

HAYAT BİLGİSİ HAFTA SONU ÖDEVİ ADI SOYADI:

BİN YILLAR BOYU AZİZ İSTANBUL

5 YAŞ VE HAZIRLIK SINIFI EKİM BÜLTENİ

Anneye En Güzel Hediye Olarak Ne Alınması Gerekir?

Adım-Soyadım:... Oku ve renklendir.

Dünyayı Değiştiren İnsanlar


Selam vermekle karşımızdaki kimseye neyi ifade etmiş oluruz?

BAHARA MERHABA. H. İlker DURU NİSAN 2017 İLKOKUL BÜLTENİ

Yenilenen Geçici Hayvan Bakım Merkezi açıldı

KILIÇDAROĞLU K.MARAŞ'TA

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

Benimle Evlenir misin?

Yukarıda numaralanmış cümlelerden hangisi kanıtlanabilirlik açısından farklıdır?

Aç l fl Vural Öger Çok değerli misafirler, Konrad-Adenauer vakfının 23 senedir yapmış olduğu bu gazetecilik seminerinde son senesinde bizim de k

Atatürk ün Kişisel Özellikleri. Elif Naz Fidancı

Karşındakini Var Etmenin En Zor Yolu: DİNLEMEK - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

Ünite 01: Arapçada Kelime ve Cümle Çeşitleri

MOTİVASYON. Nilüfer ALÇALAR. 24. Ulusal Böbrek Hastalıkları Diyaliz ve Transplantasyon Hemşireliği Kongresi Ekim 2014, Antalya

TOPLANTI BİLGİLERİ MUTLU GÜNLERİMİZ KONUKLARIMIZ

Şiir. Kategori: Şiir Cuma, 23 Nisan :15 tarihinde yayınlandı. Gösterim: / 7 Phoca PDF 1. SEN (1973) Senden, senden, hep senden,

NOKTALAMA İŞARETLERİ MUSTAFA NAZIM ÖZGEN

KURALLI VE DEVRİK CÜMLELER. --KURALLI CÜMLE: İş, hareket, oluş bildiren sözcükler cümlenin sonunda yer alıyorsa denir.

Yaşam. Kandilli si. Hayalinizdeki. Yatırımın. Yaşamın ve

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir?

Bahadın, 2 Ağustos 2014 Sevgili Yoldaşlar, Canlar, Yol Arkadaşlarım, Devrimciler Diyarı Bahadın da buluşan güzel insanlar,

edersin sen! diye ciyaklamış cadı. Bunun hesabını vereceksin! Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları

Adamın biri bir yolun kenarına dikenler ekmiş. Dikenler büyüyüp gelişince yoldan geçenleri rahatsız etmeye başlamış. Gelip geçenler, adama:

:48 FİLİZ ESEN-BİROL BAŞARAN

5.SINIF TÜRKÇE (GENEL DEĞERLENDİRME TESTİ) almıştır?

ΤΠΟΤΡΓΔΙΟ ΠΑΙΓΔΙΑ ΚΑΙ ΠΟΛΙΣΙΜΟΤ ΙΓΡΤΜΑ ΓΙΑΥΔΙΡΙΗ ΑΠΟΓΔΤΜΑΣΙΝΩΝ ΚΑΙ ΒΡΑΓΙΝΩΝ ΔΠΙΜΟΡΦΩΣΙΚΩΝ ΠΡΟΓΡΑΜΜΑΣΩΝ ΚΡΑΣΙΚΑ ΙΝΣΙΣΟΤΣΑ ΔΠΙΜΟΡΦΩΗ

SİBELANNE ANAOKULU MAYIS AYI BÜLTENİ ÇALIŞKAN ARILAR SINIFI

İsim İsim İsimlerin Tamamlanmış Hali

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu!

Bir Açık Kaynak Masalı Bölüm 1: Kasabanın Dışında Bir Meyve Ağacı

Ev ve apartmana dair / H.Cahit YALÇIN

Günler süren yağmurdan sonra bulutlar kayboldu. Güneş, ışıl ışıl yüzünü gösterdi. Yıkanan doğanın renklerine canlılık gelmişti. Ağaçlardan birinin

Pirinç. Erkan. Pirinç (Garson taklidi yaparak) Sütlükahve söyleyen siz değil miydiniz? Erkan

Sonsuza Kadar Beraber Sonsuza Kadar Ayrı

SADETTİN ÖKTEN İÇİMDE AVM VAR!

SEVGİNİN GÜCÜ yılında Manisa da doğan İlhan Berk, Türk şiirinin en üretken, usta şairlerinden

Günaydın, Bana şiir yazdırtan o parmaklar. ( ) M. Mehtap Türk


Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi.

ΣΔΛΙΚΔ ΔΝΙΑΙΔ ΓΡΑΠΣΔ ΔΞΔΣΑΔΙ. ΔΙΑΡΚΕΙΑ: 2 ώρες ΗΜΕΡΟΜΗΝΙΑ: 24 Μαΐοσ 2011 ΣΟ ΔΞΔΣΑΣΙΚΟ ΓΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΣΔΛΔΙΣΑΙ ΑΠΟ 6 (ΔΞΙ) ΔΛΙΓΔ. Τπογραφή καθηγητή:

ÖZEL İSTANBUL ÜNİVERİSTESİ VAKFI ADIGÜZEL OKULLARI ÇEKMEKÖY ANAOKULU TAVŞANLAR SINIFI MAYIS AYI KAVRAM VE ŞARKILAR

İSMEK İN USTALARI DURUŞ İSMEK USTA ÖĞRETİCİLERİ EBRU, MİNYATÜR VE TEZHİP SERGİSİ

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

ŞİİR, HİKÂYE, MAKALE. Ekim 2013 Sayı 1. Yazar; HARUN ŞEN

Biz beyaz yakalılarız. Günümüzün çoğu plazalarda geçer. 9-6, 9-9, bazen de ne kadar giderse o kadar çalışırız. Adımız aynı zamanda kimliğimiz.

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

Transkript:

Muhterem Okurlar, Elinizdeki sayımızın dosya konusu Şehir ve Şair. Şehir, en çok şaire yakışır. Bir ressam şehirliyse şehrin rengi, bir şair şehirliyse şehrin sesi değişir. Bu ittifakı bir kenara itelesek de şehre dair renk ile sesin nitelik ve nicelik açısından diğer yerleşim birimlerinkini üçe beşe katladığı gerçeğini bir kenara öyle kolay kolay iteleyemeyiz. Şehrin gittikçe yoğunlaşan, yoğunlaştıkça da giriftleşen ilişkiler ağında, vatandaşlıktan ötesi ve istatistiki verilere dâhilinden başka yönü olmayan bir insanın devinimi bile şehrin şairi için temadır. Caddeler, sokaklar, parklar, bahçeler, meydanlar, otobüs ve minibüs durakları, beklemeler, mesai çıkışları, köşe başı dilencileri şair için ilham perisidir. Çok katlı alışveriş merkezlerinin yürüyen merdivenlerinden çıkarak aynalı ve lambalı vitrinleri önünden geçerken cansız mankenlerin fısıltılarını da duyar. Orhan Veli nin duyduğu ve gördüğü gibi: Dikilir köprü üzerine, Keyifle seyrederim hepinizi. Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı, Şıp diye geçer köprünün altından; Kiminiz düdüktür, öter; Kiminiz dumandır, tüter; Şehir yazılmaya ne kadar müsait ve hazırsa şair de yazmaya Gelecek sayımızın dosya konusu, Şehir ve Kitap Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah a emanet olunuz. Bizim Külliye

Şehir ve şair NAZIM PAYAM Anka, varlığını tescilleyip kendisine veya ilgisine bir yuva arasaydı her hâlde, hâlden anlayan İstanbul u seçerdi. Yedi tepesinden birine konar, çöreklenir, hayat ağacını tüylerinin rengiyle süslerdi. İçindeki kuşları salıverip ruhunu kanatlandıracağı inancıyla ediplerimiz de öyle yapmıyor mu? Kader denilen pusula Mevlana yı Belh ten, Şems i Tebriz den getirtip nasıl Konya da buluşturduysa, keşke beni de üç günlüğüne de olsa eserlerini okuduğum o büyük dehaların şehirlerine götürseydi. Onlar, hangi atmosferin çocuğudurlar, duygu çıbanlarını kimler sıkmıştır? Boyunları neden kurgu düşlerinde asılı kalmış? Ayrıcalık şairde mi, şehir de mi? Bilmek, öğrenmek isterdim. Bu, hâlâ şiddetinden sarsıldığım bir arzudur. Kuşkusuz, hayatı kuşatan hâlleri sarsıcı öngörüleriyle anlatan o insanların mekânını yaşadığıma dair tanık göstermekten çekinmezdim. Kırk yıl önceydi, çarşılarında, camilerinde bir hizaya ve ruha dâhil edilen yerli güzelliklerimizin yüksek numunelerinden mülhem İstanbul a ilk adımı attığımda, aklıma gelen Fatih ti. Ama ben bu yeryüzü cennetini elimde Kendi Gök Kubbemiz le dolaşmış, semtlerin adını, hatırasını Yahya Kemal in hülyasıyla anmıştım. Görmediğim, gezmediğim yer kalmasın, kuruntusundaydım: Yetmedi 3

Kandilli den Çubuklu ya çıktık gezintiye Yalnız kürek sadâsı gelen bir kayıktayız. Birdenbire mes ûdum işitmek hevesiyle, Gönlüm dolu İstanbul un en özlü sesiyle Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir den bak! Bir zaman kendini karşındaki rü yâya bırak! Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen, Nice yüz bin senedir şarkın ışık mimârı Böyle mâmûr eder ettikçe hayâl Üsküdar ı Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye Silkin ve sakin ol! dedim âvâre gönlüme. Bugün değilse yarın, bu şehirde değilse bir başka şehirde aradığın en uzun, en içli, ölümsüz hikâyeyi bulur, kıyısından, köşesinden bir biçimde ona dâhil olursun. İlla İstanbul da diyorsan, o başka. Ömrün oldukça uğrar, ararsın. İstanbul, şairler, yazarlar payitahtı. Daha nice edip, hatırasının nemli sayfalarını açmış seni bekliyor. Yalnız onlar mı? Divitinden mürekkep damlayan postnişin de Münzevi günlerimde sezmiştim: İnsan mucizesini hiçbir müdahaleye dayanmaksızın huşuyla izleyen İstanbul un bir başka büyüsü de herkesin geceye gömüldüğü saatlerde iki baş bir gönül olanlara uzlet zenginliği taşımasıydı. Burada gökten denize düşen yıldızlar, usul usul tepelere tırmanır, oradan kimsesizlerin, yoksulların evine, otel odalarına iner, selam verir, selam alır. Ardından, onları minaresinden, hisarından, çeşmelerinden akanla bir başlarına bırakır. Muhabbet, sabaha dek sürer. İnsana unutturulan şey uyumaktır. Hastası, elgini, ihtiyarı; tevekkülün edindirdiği uyumla bakar hayata. Yahya Kemal in tespitidir: İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul un eski semtlerinden herhangi birini, mesela: Koca Mustâpaşa semtini yahut Eyüb ü yahut Üsküdar ı yahut da Boğaziçi nin henüz millî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat i bir hüküm vererek der ki: Bu halk bu iklimde ezelden beri sakindir ve bu iklime bu mimarîden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz. Anka, varlığını tescilleyip kendisine veya ilgisine bir yuva arasaydı her hâlde, hâlden anlayan İstanbul u seçerdi. Yedi tepesinden birine konar, çöreklenir, hayat ağacını tüylerinin rengiyle süslerdi. İçindeki kuşları salıverip ruhunu kanatlandıracağı inancıyla ediplerimiz de öyle yapmıyor mu? Ahmet Hamdi Tanpınar da Yahya Kemal le İstanbul da buluşmuştu. Yahya Kemal, konuğunu uzun süre yanında tutmuş, yalnızca çeşme başlarında soluklanmak kaydıyla ona şimdilerde harap olmuş han, hamam, külliye ve kuleleri gezdirmiş, eski edebiyatımızda kısım kısım nadasa bırakılmış bu Müslüman Türk şehrini; İstanbul u, bir bütün olarak ve yeniden fethedercesine işlemişti. Sonrası malum: Üstadın Aziz İstanbul una karşılık Tanpınar ın Beş Şehir i Eserini kalp yağmuruyla yoğuran, cümlelerini mazi ateşiyle pişiren, noktasını elmasla, alyansla süsleyen bu Yahya Kemal tilmizi, şehrengizler meclisine girdiğinde o vakte kadar üç beş semtin tapusuyla caka satanlar, usulca oradan ayrılırlar. Yine kapılar İstanbul da açılmıştır. İstanbul yine sevdalı kalemlere serzâkirlik etmiştir. Ve yine Anadolu nun yerine yakışan gürbüz kalemleri boş yerleri doldurmakta gecikmez. İşte Uzun Çarşının Uluları, Altıncı Şehir, Yedinci Şehir, Kanatsız Kuşlar Şehri, Harput Şehrengizi, Geçmiş Zamanın Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri Üstümüzden çıkardığımız ile üstümüze giyindiğimiz arasındaki fark, renkler solmayınca sezilmiyor. Ancak kabına sığmayan coşku daima yeniden doğar. Bizler mizacımızın bahşettiği zevk meşguliyetiyle toplumun bir parçası oluruz. Yeni, dediğimiz şeyler de bu zevk meşguliyetiyle topluma sızar. Yeniyi topluma sızdıracak şahsiyetli parçanın elzemi ise muhittir. Nice kalem erbabı, evvelinden oluşturulmuş muhitinin eseridir; hele taşrada! Taşrada erbabın inadı, ciddiyeti, ölçüsü ve bardağı taşırması evvelkilerden gelir. Sokağa, mahalleye, oradan şehre açılan pencereler zevke sindirilen merak ve heyecan iledir. Zaten istikbale emek sarf etmeye namzet yetenekleri, günübirlik uğraşlardan kurtaran da meraktır, heyecandır. Artık bugünün muhipleri, mazide kalan hayatın tarihini, musikisini, şiirini bir başka muhibbe ulaştıracak yolu bulmuşlardır. 4

DOLDURDUM BARDAĞIMA BÜTÜN İSTANBULLARI 1. Bir şadırvanın yorgun gölgesinde Üşüyen erguvanlara düşüyorsa soğuk nefesim Kan ter içinde bekler adımlarım Halatı kopmuş vapurların güvertesinde Evleri devrilmiş bütün sokaklarda Islık çalmadan yürüyorum Sarmaşıklar arasından yükseliyor ayın on dördü Tunçtan sabahları özlüyorum döşümdeki atlasın Bu şehir beni hiç sevmedi Martılar ve güvercinler uğramadı çatılarıma Tuhaf bir ihanetle kucakladı minareler gölgemi Türküler söyleyen dudağımdaki taşlardan korudum Adımlarıma yapışan kaldırımları İstanbul çizdim avcuna yağmur bakışlı çocukların Her sabah kurşun kubbelerde gerinen güneşi tanıyorum Denize düşmüş ağlarda kıvranan istavritin sancısını Daracık sokaklardan ağzı açık caddelere akan Ürkek babaların şaşkınlığını Ağlamalarını anlıyorum hoyrat elde gün görmemiş annelerin İç denizinde boğulan tepelerini diri çıkmış sabahların Yüzü sızlayan İstanbul u Şehre her girişimde bir İstanbul daha kalıyor geride Yaralanmış sevgililer yarım sesler kır kahveleri Sahilden bir yalı çekiyorum en olmadık yerlerde Kurt yeniği ahşaplar dökülüyor sırlı tarihinden dizelerin Eliböğründelere yaslanmış içli bir İstanbul türküsü 2. Şimdi dedim Lale zamanıdır Vurdum adımlarımı hırçın Marmara boyunca Birbirine benzeyen kahkahalar yükseldi çiçek tarlalarından Güneş kavuran surların gölgesinden geçtim Düştüm şerbet serinliği maviliğine dalgaların Utangaç sesiyle ısındım nargilenin marpucundaki közde 3. Tutsak Yedikule de zindana iki sevgili Bu iki sevgili ki İstanbul kadar tarumar 5

Gemiler dolusu şahmeran geçer sokaklardan Yahya Kemal den şiirler dökerek kaldırımlara Kıyıya vuran sirenler ürkütür vapurlarını bile Pörsümüş dubalarını döver dalgaların inadı Kimde İstanbul olur mavnadan düşen balık Ve kimden sorulur cumbaların sessiz isyanı Bilirim nice yazlar geçer uzaktan el sallayarak Şebnem titrer lalenin savrulan yelesinden Uyur İstanbul un bütün seyip yüzleri Yitik bir şiirde ancak bulurum yönümü 4. bağlamaz firdevse gönlüni galata yı gören Ciğerlerine çekmişse İstanbul un efsunlu dumanını Ve almışsa balkonlardaki menevişlerin işaretini Her âşık Şaşırır yolunu gidip durduğu sevgilinin Aydınlık ve karanlık birbirine tutunmuş Geçerken yüzlerce yıldır şadırvanlı sokaklardan Kızaran ufukla birlikte açarak gözlerini camiler Yani o Müslüman taşlardan yapılmış camiler Biraz daha İstanbul olur her gün doğuşunda Bilirsiniz belki ancak şehir konuşur Geceyi gündüze bağlayan bütün zamanlarda Ay bölünmüş olsa da bıçak sırtlı minarelerle Canlı cansız ne varsa oturur yerli yerinde Dokunursunuz bazen şehrin alınyazısına Bilinmedik suçlar kuşatır küçücük dünyanızı İstanbul da düşer sırrı bütün aynaların Ağrıyan coğrafyaların mehlemi saklıdır serviliklerde Çaresiz uykusundan bilerek uyanmaz Ayasofya Ve sürekli kanar maskelenmiş gözleri Kimse görmez Şifreli gözyaşlarıyla kovalar Cenevizli korsanları Ağlayan yanlarını saklayarak hepinizden Tan yeri evliya mezarları 5. Doldurdum bardağıma bütün İstanbulları İntihara meyilli bulutları sıkarak avcumda Yatıştırdım öfkeden kudurmuş yanlarımı Şimdi masmavi bir düşün tam ortasında Çiziyorum kadim hüsranlarını kilitsiz hisarların Ve oturup çarmıhtaki Boğaz a karşı Ağrıyan yanlarından seviyorum İstanbul u ÖZCAN ÜNLÜ 6

JULIET İN BORDO ELBİSESİ Annesi seçerken kumaşını Juliet hiç oralı olmadı Bordo ipek mermer masadan kalktı Masa da: mermer ve pirinç dikkatli okur Saçlarını tararken hizmetçi, başka günler elbisesini giydirirken Juliet aynı Juliet mi Ağzını bıçak açmaz (Shakespeare İngilizcesinde yoktur bu deyim Anlatanın tasarrufu, ha tamam) Diken istenilen günde bitirdi Annesinin dileği Juliet kan içinde, kara içinde, sarı içinde Elbise bordo, kurdele, neşe içinde Bir parçası balkonda takılı kaldı gece Juliet bilir mi, bilmez Kalbi malum, aklı korku, umudu çirkin cüce Arkası kin, önü karanlık En çok sen sobelenirsin Juliet Romeo yu öyle görünce Bordo elbise zehir oldu Juliet e Bunların tamamı ve daha fazlası Aslı nın bir düğmesi değil midir? SEVAL KOÇOĞLU 7

MUSTAFA SİNAN KAÇALİN* ile dil üzerine Bugünkü bir Rus genci bundan yüz sene önceki bir Rus romanını okuyor mu? Evet, okuyor. Biz Leskofçalı Galib i okuyabiliyor muyuz, okuyamıyor muyuz? Asıl problem budur. Bir kere Türk olmayı kültür manasında reddetmeyi bir marifet biliyoruz. TANER NAMLI Mustafa Sinan Kaçalin 1957 yılında İstanbul da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 1990 yılında doktor oldu. 1983-1990 yıllarında Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi bölümünde görev yaptı. 1987-1989 arasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Macaristan da Lóránd Eötvös Üniversitesi Türk Dili Kürsüsünde Türkçe okutmanı olarak görevlendirildi. Aynı sürede Szeged József Attila Üniversitesi Altayistik Kürsüsünde çalıştı. 1989 de Marmara Üniversitesindeki görevine döndü, 1994-1999 arasında yardımcı doçent unvanıyla öğretim üyesi olarak çalıştı. 1998 de doçent oldu. 1998 de Marmara Üniversitesi Türkçe Eğitimi Bölümü öğretim üyeliğine getirildi. 2000-2002 yıllarında Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümünde misafir öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2006 yılında Profesör oldu. 2010 Şubat 25-Temmuz 11 tarihlerinde Pekin Minzu Üniversitesi Uygur Dili ve Edebiyatı Fakültesinde Karahanlıca, Harezmce ve İslam kültürü ve dilinin Uygur diline tesiri konularında yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Hâlen Türk Dili Kurumu Başkanlığını yürütmektedir. Hocam, öncelikle bir dil âlimi olmanız ve elbette Türk Dil Kurumu Başkanlığı göreviniz dolayısıyla Türkçenin bugünkü sorunlarını tespit etmenizi isteyerek sohbetimize başlamak istiyorum. Türkçenin sorunu yok. Türkçeyi konuşanların sorunu var. Türkçenin konuşulmasında, Türkçeyi kullananlar arasındaki başlıca sorun, bilgiyi bizlere dışarıdan taşıyan çift dilli mütercimlerden kaynaklanıyor. Asıl problem budur. Herkes belediyenin hassasiyetini dil kurumuna mal ediyor. Ne olacak bu sokaklardaki tabelalar!... Haftada bir aynı soru, aynı dikkat. Bu aslında dikkatsizlik ve bilgisizliktir. Ve dert yananın kendisi de yabancı tabelalı mağaza açıyor, ilgi gördüğünü söylüyor ama bunu yine sorun gibi görüyor. Sorun bu değil. İki sorun var: Birinci sorun, mütercimlerimizin dili bozuk. İkinci sorun, Türkler olarak Türkçe konuşan, Türkçe yazan atalarımızın metinlerini okuyamama * Türk Dil Kurumu Başkanı 8

cehaleti içindeyiz. Başka sorun yok. Dilde yozlaşma bahsinin amaca hizmet etmeyen, sun î birtakım tartışmalar etrafında döndüğünü söyleyebilir miyiz? Bu bir sosyal problemdir. Ben bir şey biliyorum, insanlarımız da farkına varsın, şuurlanalım diye bazı konular gündeme getirilir. O ayrı mesele. Konuyu gündeme getirdiğini sanan kişi, konunun yirmi beşinci kere gündeme getirildiğinin farkında değil. Uyuyarak gündeme getiriyor meseleyi. Tabela meselesini anlatıyoruz. Yirmi gün sonra, ne olacak bu tabelalar, bu sokakların hâli. Bir hafta sonra yine aynı soru. Sorduğu zaman dinlemiyor, bir başkasının sorduğunu da takip etmiyor. Tabelaları belediye ruhsatı engeller. Biz ne yapabiliriz ki. Size şöyle söyleyeyim. Siz gıda uzmanısınız diyelim. Tıp fakültesinde çalışıyorsunuz. Gıdaların içine bozulmayı engelleyici ilaç katıldığında, bunun sağlıksız olduğunu biliyorsunuz. Çorba, sulu yemekler, sağlıklı yemekler yenmesi gerekiyor; tost, gazoz gibi şeylerle beslenmek iyi değildir, bunu biliyor ve söylüyorsunuz. Çocuğun biri şişman, bu hastalığın içine girmiş, böyle beslenmekten dolayı vücut dengesi bozulmuş; bir elinde gazoz, bir elinde kaşarlı tost. Bak evladım, yeme, diyor musunuz ya da deme yetkiniz var mı? O da diyor ki, sana ne amca, canım böyle istiyor. Ben beslenme hekimiyim, dikkat etmek zorundasın deseniz, amca, işine git demez mi? Aynı şey dil noktasına gelince, ne olacak sokaktaki tabelaların hâli, nereye gidiyor bu dilimiz. Çok köylüce ve amiyane bir şekilde, bu dil nereye gidiyor diyorlar. Bu dil nereye gidiyor biliyor musunuz: Senin ağzındaki dil iyi bir yere gidiyorsa, bu dil iyi bir yere gider. Sen başkasıyla uğraşma, kendinle uğraş demek lazım. Tekrar başa dönüyoruz. Asıl problemimiz, bize bilgiyi taşıyan mütercimlerin dilinin bozuk olmasıdır. İlk problemimiz bu. İkinci problem şu: Biz atalarımızı reddediyoruz. Sözlüğe bakmadan Hüseyin Rahmi Gürpınar ın hayattayken yazdığı bir metni okuyabilen insanı şimdi bulamazsınız. Hüseyin Rahmi çok eski değil. Bugünkü bir Rus genci bundan yüz sene önceki bir Rus romanını okuyor mu? Evet, okuyor. Biz Leskofçalı Galib i okuyabiliyor muyuz, okuyamıyor muyuz? Asıl problem budur. Bir kere Türk olmayı kültür manasında reddetmeyi bir marifet biliyoruz. Eskiden lafıyla birçok şeyi reddetme durumuna girdik. Eskiden diyerek araya çizgi koyuyoruz, yeni abuk sabukluğu ikame ediyoruz. Mesela, fersûde kâğıt diyoruz. Affedersiniz ne dediniz, diyor. Kullanılmış kâğıt deyince anlıyor. Fersûdeye ne oldu da kullanmıyorsun. Mükerrer nüshaları şuraya ayır diyorsun, ne diyorsunuz diyor. Ne oldu? Nerde sıkıntı var? Niye mükerreri kullanmıyoruz? Tekrarlı mı diyeceğiz yani? Yineli nüsha mı diyeceğiz? Benim atamın kullandığı bir dil bu. Ben önce atamdan, anamdan bu dili öğreniyorum. Sonra kalkıyorum, ayaklarım yere bastığı zaman diyorum ki, benim atam bu dili bilmiyordu ve bu dili değiştiriyorum. Geçmiş olsun. Yaşam diye bir kelime çıktı. Yaşamaktan yaşam diyorlar, peki kanamaktan kanam var mı? Denemekten deneyim var. Ama yaşamaktan yaşayım yok. Masa başında uydurulmuş, türetilmiş bir kelime. Hiçbir Türk ün konuşmadığı bir kelime. Bizi ne Doğu Türkistan la ne Batı Trakya yla bağlantı hâline sokmayan acayip bir ucube. Kullanıyorlar, kullandırıyorlar. Burada bir yanlışlık var, düzeltelim diyorsun artık yerleşti diyorlar. Peki, hayat kelimesi yerleşti de, ona yerleşti demiyorsun da son on senedir yerleşmiş olan yaşam kelimesine niye yerleşmiş diyorsun. İnsanın önce yaptığımız mesleğe saygısı olur. Bir şey söylendiği zaman mesleğe hürmeti olur. Diyorsun ki burada bir yanlış var, sana sormadım diyor. Tamam, bana sormuyorsun ama benim dilimi konuşuyorsun. Yaşam diye bir kelime yok. Doğal diye bir kelime yok. Doğmaktan doğal varsa, gitmekten de gidel diye bir kelime olmalı. Doğmaktan doğal varsa eğer, gidel ne demek, gelmekten gelel ne demek? Asıl problem, atamızın dilini ve kendimizi reddetmektir. Hele bazı Türkçe eğitimcileri. Bir şeyler konuşuyorlar, anlayamıyoruz. İşitsel, görsel Yahu bir kumaş ya yünlüdür ya pamukludur. Ona göre onu sıcak suya sokarsın, yoksa büzüşür, acayip bir şey olur. Şimdi bu kelime fiil mi isim mi? İlk önce onu anlayalım. Bu ek isme mi geliyor, fiile mi geliyor? Fiile de getiriyorlar, isme de getiriyorlar. Öyle şey olur mu ya? Görmekten görsel ama kamudan kamusal. İsme de gelen fiile de gelen ek olmaz. Geçmiş olsun diyorum tekrar. Bu Türkçeyle bir şey olmaz. Türkçe bitirilmiştir. 9

Bitmiştir demiyorum, bitirilmiştir Bu yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün görünmüyor mu? Konuşanlar düzeltsinler. Silahla, emir komutayla düzelmez. En güzel Türkçe, köyde konuşulan Türkçedir. Köydeki Türkçeye saygılı olacağız. En güzel Türkçe eski Türkçedir. Eski Türkçeye saygılı olacağız. Köyde hangi nine, oğlum askere gitti de epeydir iletişemedim, ah bir iletişsem diyor? Hangi nine böyle konuşuyor? Türkçenin estetiği, zarafeti de kayboluyor. Türkçe maalesef bitti, yok artık. 1930 dan önceki hangi metni koysak, sözlükle okuyamıyorlar. Hiçbir Türk devletinde okul diye bir kelime yoktur. Herkes mektep der. Mektebe ne oldu da mektebi attık dilimizden. Attırdılar. Onu bir anlayalım önce. Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan mektep diyor. Bir Türk birliği kuracağız diye bir yaygara tutturuyoruz. Hiçbir Türk ün kullanmadığı Türkçeyi kullanıyoruz. Hangi Türk dilinde doğal var? Ondan sonra diyoruz ki ne olacak bu Türkçemizin hâli. Ya sen, Türkçeyi yatırıp besmelesiz kesmişsin. Sonra diyorsun ki bu et yenir mi? Kesen sensin, karnı aç olan sensin, cevabı sen vereceksin. Ama denetim Türk Dil Kurumu nun vazifelerinden değil mi? Türk Dil Kurumunun böyle bir yetkisi yok. Asayişin korunması savcılığın vazifesidir. Suçu savcılık takip eder, polis değil. Ama biz savcı emriyle hareket eden polisi zannederiz ki suçu takip ediyor. Hâlbuki polis de savcı emrindedir. Türk Dil Kurumu ne yapacak? Ey Türkler! Türkçeyi güzel kullanın mı diyecek? Aynı zamanda problem yayın organlarında, televizyonlarda. Reklam çıkıyor, koşul diyor. O reklamı hemen keseceksin. Nasıl kullanırsın koşul kelimesini? Türkçe değil. Müdahale edebiliyor muyuz? Hayır, edemiyoruz. Türkçeye büyük hizmetler eden mahallî dergilerimiz var. Bir asır öncesinden bugüne Genç Kalemler, Küçük Mecmua dergileri gibi. Sadece edebiyatımıza, kültürümüze değil dilimize de önemli katkılar sağladılar, sağlamaya devam ediyorlar. Taşra dergilerinin üstlendikleri vazifeler hakkında kanaatleriniz nelerdir? Halk evlerinin çıkardığı dergiler gibi Bunlar iyi ve güzel adımlardır. Ben genelde eskiyle uğraşıyorum, yeniyi zaruretten takip ediyorum. Şunu söyleyebilirim, abuk sabuk yazmak insanı meşgul eder, yazmakta da emek ve seviye olacak. Emek ya bilgi açısından ya sanatkâranelik açısından olacak. Mahallî dergiler her yerde çimenlik her yerde temiz su gibidir. Her yerde bu 10

Mahallî dergiler her yerde çimenlik her yerde temiz su gibidir. Her yerde bu güzellikler olmalı. İnsanlar 20 kişilik, 30 kişilik mahfiller oluşturuyorlar. Kendi faaliyetlerini icra ediyorlar. Bunlar çok elzemdir. Bu musiki olabilir, edebiyat olabilir. Bunları çok takdir ediyorum. Ama kalite her zaman olmalıdır. güzellikler olmalı. İnsanlar 20 kişilik, 30 kişilik mahfiller oluşturuyorlar. Kendi faaliyetlerini icra ediyorlar. Bunlar çok elzemdir. Bu musiki olabilir, edebiyat olabilir. Bunları çok takdir ediyorum. Ama kalite her zaman olmalıdır. Kurumun bu dergileri taltif etmesi gerekmez mi? Sadece maddi anlamda değil, kurum nasıl destek olabilir kültür ve edebiyat dergilerine? Bu çok güzel bir şey. Böyle yapmamız lazım. Niye yapamadık? İşte, kurumun kanunu çıkmadı, kurum şöyle bir rayına oturamadı gibi birtakım problemlerle karşılaşıldı. Mesela sadece belge vererek maddi destek verilmez. Benim şahsi kanaatimce taltif edilmelidirler ve kurum olarak da buna sıcak baktığımızı söyleyebilirim. Kültür hayatımızda Divanü Lügatit Türk ü yazan Kaşgarlı Mahmut ve onu tekrar hayatımıza kazandıran Ali Emiri Efendi gibi insanlar yetiştirmişiz. Günümüzde de böyle üretici ve nakledici insanlara muhtacız. Bu dil şuurunu ve edebiyat sevgisini yeni nesle nasıl sevdireceğiz? Osmanlı kaside yazana para ödüyordu. O adam caizeyi aldığı zaman, o kışı çıkarıyordu, onunla yaşıyordu. Kilisli Muallim Rifat merhuma Keşfüzzunun un yeni baskısını hazırlatmışlar. Maarif Vekâleti bu işte Kilisli Muallim Rifat ı tavzif edelim demiş. Karşılığında da şu konağı veriniz. Bugünkü hâliyle konak dediğimiz şey bahçeli villa. Villada kaç kişi oturuyor, hepimiz apartman dairelerinde oturuyoruz. Eğer rahat ve büyük bir apartman dairesini öyle bir evin bugünkü karşılığı sayarsak, adam beş sene çalışıyor ve bunun karşılığında bir ev alıyor. Bugün adam bir meslek sahibi ama üç senede beş senede bir evi alamıyor. Osmanlı, bir ev alacak parayı, dili kullanan sanatkâra aktarıyordu. Bunun karşılığı bugün şu: Tebrik ederiz, kazandınız, iki yüz elli bin liralık çekinizi size takdim ediyoruz. Bu işlerin karşılığı olmasın mı? Akıllı zekâlı çocuklar mimar, mühendis olacak. Ondan sonra arta kalan ikinci tabaka çocuklar sosyal bilimleri seçecek ve bu sosyal bilimlerin karşılığındaki taltif ücreti de asgari ücret olacak. Sen de bu adamdan başarı bekleyeceksin. Böyle bir şey olmaz. Rağbet ve taltif olacak. Eğitimimize sıra geldiği zaman maalesef para yok. Mütercim Asım ın Kamus u, iyi bir kitaptır diyoruz ama çocuk hocam satılmıyor, diyor. Satılmıyorsa, ben vermeliyim. Sınıfımda kırk kişi varsa, kırk tane Mütercim Asım ın Kamus u olmalı. Dekanlıkta bunun tahsisatı olmalı. Sen kimya bölümüne şu tozdan, tuzdan alıyorsun, tıp bölümüne aletler alıyorsun, ama Mütercim Asım dan kırk tane kitap alırken kırk dereden su getiriyorsun. Nasıl olamayacağını, tahsisatın olmadığını, bir tane kitabın yeteceğini, bizden başka da bu kitabı isteyenin olmadığını, bu kitabın fotokopisinin olup olmayacağını söylüyorlar. Bana işimin nasıl yapılamayacağını anlatıyorlar. Ondan sonra da diyorsunuz ki bu işi nasıl başaracağız? Elimizin altında hiçbir sözlük ve kıymetli eser yok. Sadece filan yayınevinin bastığı bir Türkçe sözlük. Sonra bununla Türkçemizi ilerleteceğiz. Mümkün mü? Değil tabi. Paranın biraz da kültüre akıtılması lazım. Hocam, Bizim Külliye dergisi adına teşekkür ederiz. 11

M. KAYAHAN ÖZGÜL ile edebiyat ve şehir üzerine Klasik edebiyatımızdaki şehrengizleri, bir toprağa verilmiş şehir olma beratları diye anlıyorum. Şehr in şöhret le bağını biraz da buralardan hareketle kurmak mümkün oluyor. Gerçek şehir, kendisine has kültürünü yaratan ve bu kültürü devletinin medeniyet hazinesine ekleyebilendir. A. FARUK GÜLER M. Kayahan ÖZGÜL 1961 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümünde lisans, Gazi Üniversitesinde lisansüstü eğitimini tamamladı. Hâlen Gazi Eğitim Fakültesinde öğretim üyesidir. Yayınlanmış çalışmalarından bazıları: Halid Fahri Ozansoy, Hayatı ve Eserleri (1986), Hersekli Ârif Hikmet, Hayatı ve Eserleri (1987), Leskofçalı Galib, Hayatı ve Eserleri (1987), Yenişehirli Avni, Hayatı ve Eserleri (1990), Türk Edebiyâtında Siyâsî Rûyâlar (1993, 2004), Resmin Gölgesi Şiire Düştü-Türk Edebiyatında Tablo Altı Şiirleri (1997), Helvacı-zâde Muharrem Hasbi, Hayatı ve Eserleri (1998), Osman Nevres, Hayatı ve Eserleri (1999), Kandille İskandil (2003, ), XIX. Asrın Benzersiz Bir Politekniği: Münif Paşa (2005), Dîvan Yolu ndan Pera ya Selâmetle-Modern Türk Şiirine Doğru (2006), Seke Seke Ben Geldim (Sekmeler-I ve II) (2008), Son Jön Türk Kalesi: Ahmed Kemâl Akünal (2010), XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuarâ (2012), Babille Ebabil ()... Modern Türk edebiyatı üzerine yapmış olduğunuz çalışmalarınızı çok kıymetli buluyor ve bunlardan istifade ediyoruz. Çalışmalarınızda ediplerimizin mekânla, şehirle ilişkileri üzerine tespitlerinizi ifade ediyorsunuz. Şairlerin, şehirleriyle ve şehirlerle olan münasebeti hakkında bize neler söyleyebilirsiniz? Aman efendim, çok lütufkârsınız. Aklım erse ve gücüm yetse, bir kıymet ifade edecek çalışmalar yapmak isterdim. Kıt bir kabiliyetle ancak bu kadarı yapılabiliyor. Yine de iyi niyetiniz için teşekkür ederim. Şehir dediniz, değil mi? Şehir çok önemlidir; zira şehir umrandır, umran da medeniyet... Şehirleşememiş kavmin kültürü olur da medeniyeti olmaz. Medenî olmak, medîne si, şehr i olmaktan geçer. Şehr kelimesi Farsça da olsa, bir yandan şar ile akraba, diğer yandan şöhret ile köktaş gibi görünüyor gözüme... Siz şehri alır veya kurarsınız; sonra da şehir sizi koynuna alır ve yeni baştan kurgular. 12

Abdülhak Hâmid gibi söylersem, bedevî ile medenî nin farkı işte buradadır. İlki tabiata râm olur, ikincisi şehre... Medenîleşme nin bir tarifi de insanın tabiata hükmünü geçirme isteğinde galebe çalmasıdır ve şehir, tabiat güçlerini yenerek yahut dizginleyerek ortaya çıkardığımız mekândır. Bu manasıyla şehir, tabiata karşı kazanılan savaşın zafer tâkıdır. İyi de şehri kuranların zaten şehir kuracak kadar medenî olduklarını düşünmek daha doğru olmaz mı? Gelenekli çağlarda kimse şehir kurmamıştır. Bir yerin iklimini, suyunu, toprağını, istihkâmını beğenir; kabilenizi ve hayvanlarınızı oraya getirip binalarınızı dikersiniz. Evlerden başlayarak ihtiyacınızı karşılayacak mektep, mescit, pazar gibi mekânları da inşa edersiniz. Lâkin ortaya çıkan sadece bir köy olur. O mütevazı yerin sakinleri, medenîleşme yolunda verdikleri mücadeleyi köylerine yansıttıklarında, köy yavaş yavaş gelişmeye başlar. Yanlış anlaşılmasın, köyün umranca gelişmesinden bahsediyorum; nüfusunun artmasından değil... Aleve gelen pervaneler gibi, şehirleşme ışığı taşıyan yere zaten insanlar akacak ve nüfus fırlayacaktır. Geçen yıl, otomobilimin radyosundan kulağıma çalınan bir şarkıda, Büyüyünce şehir olur köyler Köylüler de şehirliler deniyordu. İnanılmaz cehalet! Her civcivin büyüyünce mutlaka hindi olacağını söylemek kadar aptalca değil mi? Hayır efendim, her köy büyüyünce şehir olamaz; belki kasaba olur, hatta kent de olur; fakat şehir olmak başka donanımlar taşımayı gerektirir. Şehrî olmanın kendine has prensipleri vardır; hele hemşehrî olma bilincini aşılamayan hiçbir kent şehir değildir. Bugün adı büyükşehir belediyesi olan pek çok yerde şehir kültürüne tesadüf etmek mümkün değilken, bir avuç sakiniyle şehir olmayı başarmış pek çok yer biliyorum. Sözün gelişi, Damat İbrahim Paşa nın Muşkara yı Nevşehir adıyle mamur etmesi, orayı şehir saymak için yeterli midir? Bunun Batman veya Düzce nin il yapılmasından ne farkı var? Bir coğrafyayı kent yapan, vali tarafından yönetilmesi olabilir; ama, bir kenti şehir yapan, medenîleşme mücadelesidir ve onun tarihî etkilerini görebilmek için büyük kalabalıklara da ihtiyaç yoktur. Şehir, bir mahallin mülkî-idarî adı değil; tarihî ve antropolojik kökleri olan bir kültürel toplaşmanın mekânda beliren medenî sistematiğidir. Hiçbir zaman şehir sayılamayacağını bilmeme rağmen, benim gözümde ve gönlümde Harput un her zaman bir şehir olması bundandır. Bir köyü medenîleştirip şehir yapanlar, yetiştirdiği yöneticileridir, kanaat önderleridir, feylesoflarıdır, mimarlarıdır, sanatkâr ve zanaatkârlarıdır; fakat son noktada, artık bir şehir olup olmadığını belirleyen turnusol kâğıdı şairleridir. Ne zaman ki şairler, içinde yaşadığı yere methiyeler düzmeye başlamış; bilin ki, orası ya şehirdir ya da şehirleşme yolunda ilerlemektedir. Klasik edebiyatımızdaki şehrengizleri, bir toprağa verilmiş şehir olma beratları diye anlıyorum. Şehr in şöhret le bağını biraz da buralardan hareketle kurmak mümkün oluyor. Gerçek şehir, kendisine has kültürünü yaratan ve bu kültürü devletinin medeniyet hazinesine ekleyebilendir. Viyana ekolü, amel-i Dımışkî, Parisienne hayat, Erzurum barı, Horasan erenleri, Londra Kulesi, Kayseri mantısı, sebk-i İsfahânî, Uşak halısı, Nişâburek makamı gibi bir şeyler... Şehirle şairin ilişkisi simbiyotiktir. İlk adımda, şairi şehir yetiştirir, şehri de şair büyütür. İkinci adımda, şairi şehir büyütür, şehir de şairi ölümsüzleştirir. Sonuncu adımda ise, şair şehirde ölür; şehir de onu ölümsüzleştirir. Siz, hiç köyünden çıkmadığı hâlde, kıymeti İstanbul da da bilinen, edebiyat tarihlerine girmiş bir şair hatırlıyor musunuz? Soruyu tersine çevirerek de sorabilirim: Siz, köyünü terk etmemiş mükemmel bir şairin, İstanbul un üçüncü sınıf pespaye şairlerine olsun tercih edildiğini hiç gördünüz mü? İyi de bunu şehir kültürünün baskınlığıyla mı açıklamalı? Hayır, şehirlerin şiir kültürünün de Âsitâne nin şiirine bağlanma gayretleriyle açıklanmalı. İstanbul herkes için modeldir. Şehirler İstanbul a gıpta eder; şehirliler İstanbulluya... Anadolu dan, kızına İstanbul, oğluna Üsküdar adını vermiş birkaç aile tanıdım; hatta oğlu- 13

Siz, hiç köyünden çıkmadığı hâlde, kıymeti İstanbul da da bilinen, edebiyat tarihlerine girmiş bir şair hatırlıyor musunuz? Soruyu tersine çevirerek de sorabilirim: Siz, köyünü terk etmemiş mükemmel bir şairin, İstanbul un üçüncü sınıf pespaye şairlerine olsun tercih edildiğini hiç gördünüz mü? nun adına binalar diken bir müteahhidin Üsküdar Apartmanı nda oturmuşluğum da var. İstanbul bir zamanlar Türk ün kızıl elması idi, sonraları da aksâ-yı emel i olmayı hep sürdürdü. Bir yerlerde İstanbul dan bakınca her yer taşra görünür ama, taşradan bakınca İstanbul içre görünür demiştim. İstanbul, sadece İstanbulluya nikâh düşmeyeceğini düşünüp güzelliklerini de sadece ona göstermeye hazır bir nâzenindir. Taşra şehirlerinin onunla ilişkisi, sonu hiç mutlu bitmemiş ve bitmeyecek bir gül-bülbül hikâyesi... Ona benzemeye çalışmazsanız sizi mahremi yapmaz; lâkin ona benzerseniz de kötü taklidi olduğunuzu düşünüp burun kıvırır. Dedim ya, müşkülpesent bir nâzenindir. Şair olarak ondaki gelişmeleri takip eder, onun meselelerini meseleniz bilir, yeniliği onda görür, İstanbul Türkçesi ile yazarsınız; yine de yaranamazsınız. Çok uzağa gitmeden, Bizim Külliye ye bir bakın. Bir Elâzığ dergisinde Elâzığ pek az; ama her satırında İstanbul un entelektüel dikkatleri, poetik meseleleri, dili, kültürel zenginliği var. Öyle ama... Affedersiniz, niyetim gayet hâlisane... Sözlerimden bu durumu eleştirdiğim manasını çıkarmayın lütfen. Bin yıllardır hep olagelen budur. İster Yenice-i Vardar da yaşasın, isterse Bağdat ta, gelenekli edibin kıblesi de hep İstanbul du. Güçlü bir kırılma yaşanmadıkça, şimdi de bu durumun değişmesi için bir sebep yok. Mahallî şehir kültürleri elbette önemlidir; lâkin o kültür, tabii merkez olan İstanbul a bağlandığında daha da önemlidir. Çaylar ırmağa, ırmaklar denize kavuşmalıdır. Umman nehirlerle beslenir beslenmesine de bunu hiç itiraf etmemek meşrebi gereğidir. İstanbul, asırlar boyunca, kocaman bir Türk coğrafyasından akan kültürel zenginliğin bütün hamulesini taşır. Genelleyerek konuştuklarımızı biraz daha daraltalım ve Yahya Kemâl le İstanbul örneği üzerinde konuşalım. Yahya Kemâl in şiirlerinde İstanbul a, İstanbul un semtlerine ve bu semtlerdeki mimariye, sanat eserlerine karşı bir hayranlık duygusu ön plana çıkıyor. Bu hayranlık duygusu, bu mekânların ve eserlerin fiziksel güzelliklerine olduğu kadar, arka planda, tarihî ve kültürel özelliklerine yönelik olarak da kendini gösteriyor. Ayrıca İstanbul dan hareketle bütün bir Türk coğrafyasının medeniyet tarihini onun şiirlerinden okumak mümkün. Yahya Kemâl in «şehir le olan münasebetini nasıl bir çerçeveye yerleştiriyorsunuz? Yahya Kemâl şair olmaktan önce, bir şehir adamıdır, hatta şehir-adam dır; hayatının dönem noktalarını Üsküp, Paris, İstanbul, Varşova, Lizbon, Madrid, Karaçi gibi şehirler belirler. Doğduğu topraklar hariç, hepsi de nehirlerin beslediği umman şehirler... Sözgelimi, mebusluğunu yaptığı Urfa, Yozgat, Tekirdağ gibi şehirler onun hayatında bir kilometre taşı olmayı başaramazlar. Aynı şekilde, Ankara da onun için bir şehir değeri taşımaz; çünkü resmen bir şehir sayılsa da henüz şehir kültürü olmayan bu kasaba, şairi hiç etkilemez. Ankara nın en çok İstanbul a dönüşünü sevdiğini söylediğinde, hiçbir Ankaralı çıkıp da Biz de en çok, Yahya Kemâl in İstanbul a dönüşünü seviyoruz. demez. Niçin? Çünkü Türk medeniyetinin Kâbe sini sevdiği için bir şairi suçlamak kimsenin aklından geçmez. Da- 14

hası, Ankaralılar da ondan farklı düşünmezler. İstanbul un şehrengizini de Yahya Kemâl yazmıştır denebilir. Yahya Kemâl de İstanbul un turnusol kâğıdıdır. Şehre ve onun temsil ettiklerine körlemesine bir hayranlıkla bağlı değildir; kendince sevme sebepleri ve bu sebepleri doğrularken şiirin çok dışına taşan bir sistematiği vardır. İstanbul u bir laboratuvar nesnesi gibi semtlerine parçalar, ayrıştırır ve her parçasını aynü lyakîn bilmek için, o koca gövdesini ayaklarına ve bastonuna yükleyip kilometrelerce yürümeyi göze alır. Tarihî yarımadayı Topkapı surlarına kadar dolaşır; Anadolu yakasını sahil boyunca karış karış bilir. Şehri bir bilim adamının titizliğiyle incelerken, tarihi, coğrafyası, sanat tarihi, sosyal ve demografik manzarası gibi pek çok farklı unsuruna soğukkanlılıkla yanaşır. Nihayet, son hükmünü verdiğinde de hayranlığını şiirleştirir: Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer Turnusol kâğıdı artık muhabbetin rengini almıştır. Yani Yahya Kemâl in İstanbul sevgisinin akılcı, hatta ilmî bir yanı olduğunu mu söylüyorsunuz? Evet, tam olarak bunu söylüyorum. Şairimiz, asla gözüne perde inmiş romantiklerden olmamıştır. Sevgisinde hem tutkulu hem temkinlidir. Teslim olurken bile şuurludur. Ondaki, niçin sorusuna rahatça verilecek cevapları olan bir sevgidir. İstanbul u da biraz böyle sever; önce aklı, sonra kalbiyle... Mütareke yıllarının Dârülfünûnunda şairin talebesi olan Tanpınar, onun sınıfta coğrafya ile tarihi birleştiren bir milliyet anlayışı telkin ettiğini söyler ki, bu anlayışın mikro örneği de İstanbul dur. Şair, İstanbul u Roma nın üstüne kurmuş olmamızın tarihte muzâaf bir kıymet i olduğunu düşünür. Aksaray, Çarşamba, Karaman (şimdiki Fatih) gibi ayrıştırdığı semtlerin her biri, Osmanlı coğrafyasının dört bucağından getirilerek iskân edilen Türklerden oluşturulduğundan, İstanbul u bütün vatanın muhassalası yahut Banarlı nın deyişiyle Türkiye özeti bir belde olarak görmek için iyi sebepleri vardır. Dolayısıyla, İstanbul u sevmek, onda vatanı sevmeye eş bir mânâ kazanır; her semt milliyetimizin birer timsali olur. Öyle sinmiş ki vatan semtine milliyyetimiz Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz. Yahya Kemâl in tümevarımcı metodu, İstanbul u semtlerine göre parçalara ayırır. Şair Türk İstanbul da, Bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan diğer yıldıza geçmiş kadar başkalık duyulurdu. diyor. Ona göre Koca Mustâpaşa tâ fetihten beri mü min, mütevekkil, yoksul, ama hüznü zevk edinenler in yaşadığı semt olduğu için sevilmelidir. Eyüp, her adımda ahireti hatırlamamızı sağlayan bir ölüm şehri dir. Mimar Sinan ın kemâl merhalesinde binâ ettiği Süleymaniye Câmii milliyetimizin en büyük âbidesi dir ve adını verdiği semti de kendine benzetip âbideleştirir. Anadolu ve Rumeli hisarları Türk ün gücünü, Topkapı surları ataklığını, Küçüksu ve Göksu neşesini, Kâğıthane Deresi zevkı ve şevkı ifade eder. Üsküdar ise, İstanbul un fethinin şahidi olduğu için, gıpta edilmeğe lâyıktır. Gerçi şair, köhne Üsküdar ın dost ışıklarına hep karşı yakadan bakmıştır; ama yine de kendini Üsküdarlılara pek yakın hisseder. 15

Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizdenim, Dünyâ ve âhirette vatandaşlarım benim. Yeni Bir Ufuk yazısında, İstanbul toprağının her köşesinde Türk ruhunun bir başka safhasını bulduğunu söylerken gayet samimidir. Bir seferinde Kanlıca için Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa derken, bir başka seferinde de bütün İstanbul için Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer demekte... Tarihten, dinden, sosyal hayattan, mimariden hareketle semt semt yaptığı yorumların tümevarımcı terkibinden çıkardığı nihaî hüküm budur işte... Yahya Kemal in şiirlerindeki şehir imgesi ile divan şiirinin şehir imgelerini mukayese edecek olursak ne tür benzerlikler ve farklılıklar görebiliriz? Bu soruya okurlarınızı sıkmayacak ve derginizin hacmini aşmayacak bir cevap vermem hayli zor. Aklımdan geçenleri iyice budayarak söylersem, klasik şiirde şehir değil de, şehrin kartpostalı vardır; hani bir tepeden çekilmiş ve üzerinde şehrin manzara-i umûmiyyesi yazan kartlar vardır ya, işte onlar gibi... Şehrin kuşbakışı coğrafyasını, nirengi noktası olacak aslî binalarını tespit edebilirsiniz; ama hepsi o kadar... Bu bir şablondur; her şiirde Boğaz ı, koyları, dereleri, semtleri, sarayları, camileri bulabilirsiniz; lâkin eksik kalan, şairin bu manzarayı gözleriyle tararken şehrin ruhunu da yakalaması ve kendi ruhuyla kaynaştırmasıdır. Denizden her şair bahseder; önemli olan o denizde İstanbul un karakterini, karakteristiklerini fark etmektir ve klasik şiirde XVIII. asra kadar eksik olan da budur. Bir şiirden İstanbul un adını çıkarıp Trabzon u veya Antalya yı yazdığınızda da okurun garipsemediğini görüyorsanız, o şiir İstanbul un denize akseden ruhunu yakalayamamış ve geleneğin mazmunlarında boğulmuş demektir. Her şehirde bir Ulucâmi veya bir Câmi-i Kebir bulunur; aslolan, şiirde onu şehrin ve sakinlerinin ruhuyla beraber vererek temyiz edebilmektir. Bunu Bursa da bir şadırvan, Sivas ta emmilerim sadaka diyen çocuklar gerçekleştirebilir. Demin de söylediğim gibi, şehrengizler ve şehir medhiyeleri birer medeniyet beratı oldukları için, şair de şehirdeki umran zenginliğini göstermekle yetinir; beldenin karnesini çıkarır gibi... XVIII. asırda İstanbul un sadece umumi manzarası verilmeyip, insan unsuru fark edilmeğe, şehrin nefes alışı, kalp gibi atan ritmi de hissedilmeğe başlanır; lâkin, şairin kendini şehirle birlikte düşünmesi ve şehre dair özel hissiyatını, gözlemlerini aktarması için hâlâ çok erkendir. Doğrusu istenirse, şehirle böyle unanimist bir ilişki kurabilecek şairin şehir-adam olması gerekir ve bunun için Yahya Kemâl e kadar beklenmesi gerektiğini söylemek mübalağa olmayacaktır. Harp edebiyatı hariç, gelenekli Osmanlı şiirinde tarih yoktur; öyleyse, şehre tarihin penceresinden bakan şair de yoktur. XIX. asra kadar fert yoktur; demek ki, şehrine şairin şahsî bakışı vardır ama, ferdî bakışı yoktur. İnsanlar arasında hemşehrilik varsa da şairle İstanbul un hemşehriliği yoktur. Bütün bu yoklar, Yahya Kemâl le var a dönüşür. Osmanlı da mevcut olan emperyal milliyet fikri, şehri de kozmopolit dokusu ile önemser ve tebaayı oluşturan unsurların oluşturduğu renk skalasını şiirde de görmekten memnun olurdu. Yahudi tüccar, Arnavut ciğerci, Rum meyhaneci, Lâz kayıkçı, Ermeni sazende, Çerkes seyis, Arap münadi, Gürcü çoban şiirlerde yerini bulurken, şehrin naturasını tamamladıkları düşünülürdü. Yahya Kemâl ise, böyle bir terkip peşinde değildir; İstanbul da sadece Türk ün medeniyet yaratma gücünü görür ve gösterir. Farz-ı muhâl olarak, Türklüğün, yeryüzünde, güzellik nâmına, başka bir eseri olmasaydı, yalnız bu şehir onun nasıl yaratıcı bir kudrette olduğunu isbât etmeye kifâyet ederdi. deyişi, şiirinde de yansımalarını kolayca bulacağımız millî bir duyuşu ve duruşu işaret eder. Son dönem Türk şiirinde, şehir kavramının şair lügatindeki karşılığını, çağrışımlarını nasıl izah edebilirsiniz? Yahya Kemal in şehir imgeleriyle yakınlık kuranlar var mı? İnsan değiştikçe, şehri de değiştiriyor, şehir algısını da... Üsküp ten çıkıp da İstanbul âşıkı, tarihçisi, seyyahı, şairi olabilen bir delikanlıyı artık yetiştiremeyiz. İstanbul a taşradan çok daha fazla insan geliyor; fakat, medeniyete 16

koştuğunu farketmeden... Bin yılların şehrine, Türk ün mukaddes toprağına ayak bastığını hatırlayan yok. Şehre râm olmaya gelmeyince, filmlerde gördüğümüz o sahne tekrarlanıyor. Başında kasketi, elinde tahta bavulu, sırtında yorganı bağlı genç, bir tepeden İstanbul a yumruğunu sallayarak Seni yeneceğim İstanbul! diye nârayı patlatıyor. Nasıl yendiği malum... Türk ün yarattığı en büyük şehir kültürüne dâhil olacağına, onu kendine benzetmeye çalışarak... İstanbul un yerlisi ise, artık yerlilik şuurunu kaybetti. Her adımında İstanbul un bir değerini yıkarak, toprağını kirleterek yaşıyor. Kendi şehrine bir turist kadar yabancı ve bir turistten daha ilgisiz... Son araştırmalardan biri, sakinlerinin %80 den fazlasının İstanbul da yaşamak istemediğini; buna rağmen, tasını tarağını toplayıp İstanbul a göçenlerin sayısının da katlanarak arttığını ortaya koydu. Bu perhiz-lâhana turşusu ilişkisi, İstanbul un şiirini de derinden etkiliyor. Sevmediğiniz birine güzelleme değil, sadece hicviye yazarsınız. İçgüveyisi girdiği bu şehri tanıdıkça seveceğini düşünenler ise, onun millî ve tarihî ruhunu keşfetmek için çabalamaktansa, kaşına gözüne şiir düzmeyi yeğliyorlar. Evet, yeni şiirin İstanbul la kurduğu ilişkinin böyle patolojik bir yanı olduğunu düşünüyorum. Ya kupkuru bir İstanbul coğrafyası ya soğuk bir mekân düşkünlüğü ya da sulandırılmış insan manzaraları... Bir tarihte, Adam Yayınları nın Beyoğlu ndaki binasının altıncı kat penceresinden bakan Memet Fuat, Metin Eloğlu nun Le Grand Parmak la Porte si ile Küçük Parmakkapı Sokağı nın arasında geçit olarak kullanılan hanın adını çıkaramaz. Turgay Fişekçi, Afrika Pasajı olduğunu hemencecik söyleyiverir; çünkü İlhan Berk in Pera sından okumuştur. Bir şiir kitabı şehir rehberine dönüşmüşse, ört ki ölem! Entelektüel endişelerle İstiklâl Caddesi ne hapsedilmiş bir İstanbul şiirini reddediyorum. Bir bayram sabahında, Süleymaniye de namaz kılarken koca bir tarihi hissedecek, ceddiyle buluşacak, imanı tazelenecek başka şairler beklemek için artık çok mu geç kaldık dersiniz? Kalbini İstanbul un kalbine yaslamış, ruhunu onun ruhuna mezceden üç beş şairimiz hâlâ çırpınıp durmakta... Ne çare ki, onların da toz duman arasında sesleri boğulup gidiyor. Bu şartlarda, şiir-şehir ilişkisinin ancak taşranın kadim şehirlerinde doğabileceğine ve yaşatılabileceğine olan inancım tazeleniyor. Ruhunu kaybetmemiş şehirlerin, ruhunu kaybetmemiş şairlerini ümitle, heyecanla takip etmeye çalışıyorum. İşte onlarda Yahya Kemâl den izler bulmayı umduğum oluyor. Taşra şehirlerinin mümtaz şairlerinden, Yahya Kemâl in şiirlerine benzer bir İstanbul meclubiyeti değil, bir şehre nasıl yaklaşılacağının metodolojisini öğrenmelerini bekliyorum. Tanpınar a Beş Şehir adlı abide kitabı yazdıranın, biraz da şair hocasından kaptığı o metod bilgisi olduğunu sanıyorum ve günümüz şairlerinin de kendi şehirlerine yönelirken aynı tekniği kullanabileceklerini, benzer bir laboratuvar çalışması yapabileceklerini düşünüyorum. Meselâ, zamanın mimariye giydirdiği kisve için millî peyzaj tabirini kullanan Yahya Kemâl in bu dikkati, kadim taşra şehirlerine yönelik olarak niçin tekrarlanamasın? Dadaş, efe, gakkoş, ede gibi şehriyle ruhu kaynaşmış insanlar var olmayı sürdürdükçe, millî peyzajın poetik zemine taşınarak estetize edilmesi her daim mümkündür. Yahya Kemâl in Hiçbir zaman kader bizi senden ayırmasın mısraını kendi şehri için söyleyebilecek daha çok şair, Anadolu nun dört bir yanından niçin çıkmasın? Yahya Kemâl in bir şiirinden iki mısraı birleştirerek söylersem, Bir gün dönüş olsa âhiretten İstanbul a dönmek isterim ben deyişi, her şairin inanarak kendi şehrine uyarlayabileceği bir dilek olmayı niçin başaramasın? Şiirimizde İstanbul u yitirmeye başlamamız, köklü şehirlerimizin yükselişine niçin dönüşemesin? Ha o diyar, ha bu diyar!... Ha bu di, ha bu di, ha bu diyar! Hocam, Bizim Külliye dergisi adına teşekkür ederiz. 17

Şehir kültürü ve şiir VEFA TAŞDELEN Giriş Şehir, kültürün ve medeniyetin oluştuğu yerdir; göçebelikten kurtulmanın, toprağa bağlanmanın ileri aşamasıdır. Şehri oluşturan unsurlar, kültürü ve medeniyeti de oluşturan unsurlardır. Şehir, tarihiyle, eğitimiyle, kütüphaneleriyle, güvenliğiyle, adalet sistemiyle, bir düzeni ifade eder. Ve tabii ki, incelmiş davranış birimlerini, geleneği göreneği. Şiir ve şehir ilişkisini incelemek, temelde şiir ve mekân, şiir ve kültür ilişkisini incelemektir; şiirin oluşumunda şehrin, şehrin oluşumunda şiirin etkisini incelemektir. Bu tür bir araştırma içine girmek, şiirli şehirlere ve şehirli şiirlere doğru bir yolculuğa çıkmaktır. Ama bütün bunlar, şiirin taşrada, köyde, kırsal kesimde olmayacağı anlamına gelmez. Şiir, şair neredeyse oradadır. Şiirin vatanı, şairin gönlüdür, benliğidir. O, bir hapishanede de olsa, ölümsüz eserler üretebilir. Bir kültür ortamı olarak şehir, pek çok yönden şiir için uygun bir ortamıdır. Şair şiiri, şehir de şairi doğurur, besler, büyütür, olgunlaştırır. Bunu şiirin kökenine de indirebiliriz. Şiir, dünyayı, insanı ve evreni anlamada, bilim ve felsefe yokken de vardı. Dolayısıyla o, insanın deneyim, birikim ve bilgisini ifade etme araçlarından biri olarak, Vico nun dediği gibi, hikmetin, bilgeliğin ilk ifade biçimini de oluşturur. Şiirin bu çok eski tarihi, şehri kuran, yasaları koyan ve geliştiren bilincin içinde vardır. Hatta bu bilinci oluşturan yapıdadır. 1. Bağlanma Biçimi Şehir, yerleşmenin, bir yere ait olmanın, kendini bir yere ait kılmanın ifadesidir. Ona ulaşabilmek için, evden, mahalleden, köyden, kasabadan evrilerek geçmek; şehrin kültürünü, geleneğini, görgüsünü ve varoluş biçimini almak gerekir. Bu nedenle şehir sadece fiziksel bir mekân değil, yaşayan bir ruhtur da. Geçmiş zamanların birikimini kendinde barındıran, kültürün, asaletin, görkemin, zarafetin, nezaketin, ötekine ulaşma isteğinin ruhudur. Bu anlamıyla kültürü ve medeniyeti yaşayan, üreten, çoğaltan bir yapıdadır. Şehirler varoluşun ileri formudur; çünkü orada, İbn Haldun un da işaret ettiği gibi, bir hukuk ve düzen vardır. Herkes her şeyi değil, belli bir işi yapar. Kişiler kendi güvenliklerini ve kendi adaletlerini kendileri sağlamazlar; onu daha üst bir kuruma devretmişlerdir. Bu da örgütlenmenin oluşmasına neden olmuştur. Yine kendi eğitimlerini kendileri sağlamazlar. Bir üst organizasyon içinde mektep, medrese, okul, üniversite gibi kavramlar da oluşmuştur. Şehir demek, çeşitli kültürlerin, bilgilerin birbirine karıştığı, fikirlerin düşün- 18

celerin harmanlandığı mekân demektir. Şehir, eğitim ve kültür kurumlarıyla sanatsal ve entelektüel birikimin de merkezi konumundadır. Büyük şehirler büyük kültür merkezleridir. Bu nedenle şehirler şiirin yurdudur. Şehir, duygu ve düşüncelerin inceldiği, sözün zarafete büründüğü, estetik bir nitelik kazandığı, sadece anlatmanın değil aynı zamanda güzel anlatmanın da önem kazandığı, sadece söylemenin değil güzel söylemenin de değer arz ettiği, sadece yaşamanın değil güzel yaşamanın da anlam kazandığı, yemenin içmenin bile sanata ve estetiğe büründüğü bir yerdir. İnsani ilişkilerin formal, ancak rahatsız edici olmayan bir tutuma dönüştüğü bir yerdir. Şehir kültürü sözün ve duyguların işlendiği bir ortamdır. Sözcüklerin duyguların işlendiği bir ortamdır. Bağdat, Şam, Kudüs, Mekke, Semerkant, Tebriz, İsfahan, Buhara, Konya, İstanbul, Kahire, Şam Atina, Roma, Venedik, Paris, Londra, Berlin ve diğerleri Şehirlerin bir tarihi olmalı, bir geleneği olmalı, bir havası ve yaşama biçimi olmalı. Hayat, günübirlik esen rüzgârlar gibi esip geçmemeli sokaklarından. Anıtsal yapıları, mabetleri, eğitim kurumları, sanat merkezleri olmalı. Şehir, bu kurum ve merkezleriyle şehirdir; düzeniyle, ahengiyle, sosyal ilişkileriyle şehirdir. 2. Şiir ve şehir İnsan şiir söyler. Çünkü insan insana, insan doğaya, insan kendisine ve nihayet Tanrı ya özlem duyar, güzel ve içtenlikli bir sözle yaklaşmak ister. İnsan şiir söyler, çünkü güzel söze eğilim duyar. İnsan şiir söyler, çünkü kendisi de bir sözdür. İnsan şiir söyler, çünkü varlığın anlamını sözde bulur. Şiir, içten bir yakarıştır, içten bir sesleniştir. Şiir, bir değer olduğu kadar değer de vermektir. Bir güzellik olduğu kadar, güzelliğin kıymetini de bilmektir. Hem seslendiği kişiye, hem söylediği söze, hem yaşanan güzelliğe, hem hissedilen anlama övgüdür. İnsan, şiirle, neyi anlatırsa anlatsın, kendisinden, kendi dünyasından haber verir. Kendisini, kendi halini beyan eder. Şiirde dile gelen, insanın dünyasıdır. İnsanın acıları, sevinçleri ve varoluş durumlarıdır. Şiir, insanın yalın halidir, sözün yalın halidir, varoluşun yalın halidir. Şiir, en son söz, en son durumdur; sözün ve varoluşun indirgenemeyen halidir. Adeta herkesin, ben de böyle derdim!, bu, ancak böyle söylenebilir diyebileceği bir şeydir. Şiir ve şehir ilişkisine gelince: Bir şehirli şiirler vardır, bir de şiirli şehirler. Şiirli şehir, şiirin yaşandığı, paylaşıldığı, önemsendiği, üretildiği yerdir. Şiirli şehir, şairin evidir; orada itibar görür, orada rahat eder, orya yerleşir, kalbini oraya adar. Bu şehirlerde şiire özel bir önem verilir, insanlar konuşmalarını mısralarla, beyitlerle süslerler. Duygularını, düşüncelerini, yaşantılarını şiirlerle ifade ederler. Birbirlerine şiirlerle bakarlar, birbirlerine şiirlerle ulaşırlar. Tebriz, İsfahan, İstanbul, Bağdat, Şam, Kahire, bu şehirler arasındadır; Roma, Floransa, Paris, Londra, Viyana da. Dünyanın büyük şairleri, bu şehirlerden çıkmıştır. Şiir sanatıyla uğraşmak, gelenek haline gelmiştir adeta. Bu şehirlerde şiir, bir estetik, bir bilgelik, bir eğitim ve iletişim biçimine dönüşmüştür. İnsanlar acılarını, sevinçlerini şiirlerle ifade etmişlerdir. Nüktelerini şiirlerle, düşüncelerini, deneyimlerini şiirlerle ifade etmişlerdir. Bayramlarını, yaslarını, yenilgi ve zaferlerini şiirlerle ifade etmişlerdir. Şiir, bir faydadır, ancak doğrudan bir fayda değildir. Bir eğitimdir, ancak doğrudan bir eğitim değildir; duyguların estetik terbiyesidir, benliğin güzellikle yoğrulmasıdır. İçin güzelleşmesidir, hislerin arınmasıdır. Güzelliğe duyarlı olmak, güzelliği hissetmek, yaşamak, üretmek ve onu sürekli kılmaktır. Böylece içsel yaşantı, bedenin ham ve doğal yapısından kurtularak estetik bir derinlik kazanır. Güzellik sadece bedende değil, içte de, benlikte de, zihinde de yaşamaya başlar. Şehir kültüründe şiirin, şiirde de şehir kültürünün zarafeti vardır. Bazı tür şiirler vardır ki, toprağı şehirdir onların; ancak şehirde ortaya çıkabilirler, ancak bir şehir ortamı içinde varlık kazanabilirler. Doğa ve kültür arasındaki orantı, şiirin karakterini de belirler. Her kültür, doğadan kopmadır. Şehirleştikçe doğadan daha da çok, daha çok uzaklaşır insan. Şehirleşmenin derecesi, doğaya olan yakınlığımızı da belirler. İleri bir şehir kültüründe yaşıyorsak doğaya daha uzak bir 19

mesafede bulunuruz. Bu yalnız fiziksel açıdan böyle değildir, bilinç açısında da böyledir. Peki, doğadan daha çok uzaklaşan, doğa ile kendi arasına daha çok mesafe koyan insan, şiire daha yakın bir mesafede mi bulunur; bu söylenebilir mi? Tabii ki, konuyu farklı şiir türleri açısından değerlendirmek gerekir. Şöyle ki: Türkçede Şiirin Yüklemi Sorunu başlıklı makalede, Türkçenin ifade imkânları arasında, iki tür şiir biçiminin ortaya çıktığını, bunlardan ilkini, yüklemi söylemek olan, bir söylem(e) biçimi olarak şiir, ikincisini ise yüklemi yapma, yazma, düzme ve kurma olan bir inşa biçimi olarak şiir olduğunu söylemiştik. Temelini şiir tekniğinde bulan, bir inşa biçimi olarak şiir, şehirli, eğitimli ve kültürlü bir şiirdir. Bu şiir türünde, şiir bir sanat olarak ortaya çıkar. Belli bir kültür, eğitim, bilgi ve gelenek üzerine inşa edilir. İlhamı dışlamamakla birlikte, sözü, bir bilgi, deneyim, ustalık ve teknikle kullanmayı, şiiri kurmayı ve yapmayı ifade eder. Okumanın yazmanın ürünüdür. Bu şiir biçiminin en yetkin örneği olan divan şiiri, duruma göre birden fazla yabancı dil bilmeyi, farklı dillerde şiir inşa edebilmeyi gerektirir. Bu nedenle inşa şiir, yapılan, kurulan estetik bir nesne olarak bir şehir kültürünün şiiridir. Onda eğitim, bilgi, kültür, estetik ve sanat olma bilinci en üst seviyededir. Bu özelliği ile divan şiiri, şehirli şiirdir. Onun şiiri farklı dillerde kurma çabası, sadece bir eğitim olayı olarak görülemez; aynı zamanda şehrin kozmopolit yapısının da bir gereğidir. Zira şair, şiirini farklı dillerde kurarken, şehirli olma bilinci içinde aynı şehri, hatta aynı dünyayı paylaştığı diğer insanlara ulaşma amacı da güder. Bu onun evrensel bir duyarlık içinde olduğu anlamına gelir. Şiirin doğaya yakın kısmında ise, şiiri doğrudan bir sanat biçimi olarak değil, gündelik hayatta eğitici, öğretici ve yol gösterici bir işlevle düşünen bir söylem(e) biçimi olarak şiir yer alır. Bir söyleme biçimi olarak şiirde, şiir işlevsel değerdedir. Şair de yerine göre bir öğretmen, ahlakçı, din adamı, filozof, rehber ve terapist görevi görür. Bu şiir biçimi, gündelik hayattaki karşılığı ile ele alınır. Sanat olma bilinci geri plandadır. İlham ve içten söyleyiş öne çıkar. Halk şiirindeki yalınlık, sadelik, doğallık, işlevsellik, eğiticilik, etkileyicilik, bu doğal unsur la açıklanabilir. Söylem(e) biçimi olarak şiir, halk içindeki hikmetin, ortak bilinçte yoğrulan bilgeliğin taşıyıcılığını da yapar. Bu nedenle aşina bir sestir; eğitici, öğretici ve yol gösterici bir niteliktedir. Sanat olmaktan ziyade zanaat olmaya yakındır. Bu şiir biçimi daha çok taşrada, ana şehrin dışında, oradaki otantik köy-kasaba kültüründen de beslenerek, belli bir hikmet ve bilgelik geleneği üzerinde, sözün işlevselliğine yönelik bir ifade tarzı benimser. Şiiri ilham üzerine, içe doğuş üzerine kurar. Sözgelimi, şiir öyle bir şey olmalı ki, sürüp giden bir kavgayı, bir savaşı sonlandırabilmeli, dinleyen kişi bir hayat dersi alabilmelidir. Bu şiir biçiminde, söz etkilidir. Zira şair onu kendiliğinden söylemez, söylettirildiğini düşünür; kendisini yüce ilhamın aracısı olarak görür. Şiiri bir sanat olarak değil, içinde belli bir anlamın, içeriğin, ötelerden gelen kutsal esinin bulunduğu ifade biçimi olarak görür. Onun içeriğini, okunarak, düşünerek, kurgulanmış ifadeler oluşturmaz. Kalbe doğuşla gelen ilham oluşturur. Bu özelliği ile gönülden gönle akmayı hedefler. Doğal ortam duyguların da doğal yaşandığı bir ortamdır. Bu nedenle daha sıcak, daha içten ve daha yakıcı söyleyişleri vardır. Büyük ve antik şehirler, Braudel in de dediği gibi genellikle su kenarlarına kurulmuştur. Ya bir nehir, ya bir ırmak geçer içlerinden, ya da bir yanlarını denize dayamışlardır. Nil, Fırat, Dicle, Ren, Sen, Thames, Tuna, Volga nehirleri etrafında kurulan şehirler, bu tür şehirlerdir. Büyük ve antik şehirler, ipe dizilen tespih taneleri gibi akarsuların kenarlarına dizilmişlerdir. Almanya ya, Rusya ya, Mısır a, Türkiye ye, Irak a, Suriye ye, İngiltere ye, Fransa ya ve dünyanın diğer yerlerine baktığımızda bu gerçeği görürüz. Sen nehrinin içinde aktığı Paris i düşünelim, Nil in hayat verdiği Kahire yi, Ren nehrinin geçtiği Düsseldorf u, Heidelberg i, Diclen in içinden aktığı Diyarbakır ı, Bağdat ı İstanbul un içinden nehir değil, deniz geçer; üç deniz birbirine kavuşur. Trabzon, ruhunu Karadeniz den alır. Bütün denizlerin kıyıları, birer liman ve ticaret kenti olarak, bir 20