yayın no: 267 RiSALE-i NUR DAN DERSLER-1 / Mesnevî-i Nuriye den Zerre ve Şemme Genel yayın yönetmeni: Ergün Ür Yayınevi editörü: Özkan Öze iç düzen/kapak: Zafer Yayınları isbn: 978 975 261 176 4 Sertifika no: 14452 Mahmutbey mh. Deve Kald r mı cd. Gelincik sk. no:6 Ba c lar / stanbul, Türkiye Tel: (0 212) 446 21 00 Fax: (0 212) 446 01 39 www.zaferyayinlari.com / zafer@zaferyayinlari.com Copyright 2011 1. Baskı: Ocak, 2011 Baskı-cilt: Vesta Ofset, 0 212 445 72 52
. Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu, Risale-i Nur'dadır. Kastamonu Lahikası
. RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI içinde özel bir yeri olan Mesnevî-i Nuriye (El Mesneviyy-ül Arabi) adlı eser, Bediüzzaman Hazretleri nin, kendi ifadesiyle eski Said den yeni Said e geçtiği dönemin meyvesidir. Aslı Arapça telif edilen bu eser, yine müellifinin ifadesiyle Risale-i Nur un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu Arapça mecmua, daha sonra, Bediüzzaman ın küçük kardeşi ve kendisinden on beş sene ders almış olan Abdülmecid Nursî tarafından Türkçe ye tercüme edilmiştir. Mesnevi-i Nuriye, tevhide dair çok mühim meseleleri ihtiva eden LEM ALAR, REŞHALAR, LASİYYEMALAR, KATRE, HUBAB, ZEYL-ÜZ ZEYL, HABBE, ZÜHRE, ZERRE, ŞEMME, ONUNCU RİSALE, ŞU LE, NOKTA isimli bölümlerden meydana gelmektedir.
Okuyucularımızın, özellikle NUR DAN KELİMELER ve CÜMLELER ve SORULARLA RİSALE-İ NUR DERSLERİ adlı kitaplarıyla tanıdığı Alaaddin Başar, Risale-i Nur un daha iyi anlaşılmasına yönelik bir çalışmayı daha istifadelerimize sundu: RİSALE-İ NUR DAN DERS- LER. İsminden de anlaşılacağı gibi, ileride yeni bir seri olmasını düşündüğümüz bir çalışmanın bu ilk eseri, asıl risale metni ile omuz omuza duran şerh kabilinden açıklamalardan oluşuyor. RİSALE-İ NUR DAN DERSLER in bu ilk kitabı, Mesnevî-i Nuriye den ZERRE ve ŞEMME risalelerinin izahlarını ihtiva etmektedir. Hem Mesnevî-i Nuriye kitabının, hem de Zerre ve Şemme risalelerinin seçilmiş olması elbette bir takım mühim maslahatlara binaendir. Bu maslahatların en birincisi söz konusu risalelerde geçen bahislerin Risale-i Nur Külliyatı nın umumu ile bağlantılı olmasıdır. Böylece, Zerre ve Şemme üzerine çalışılan bu derslerin, Risale-i Nur un bina edildiği temel meselelerin açıklanması yolunda önemli bir hizmet göreceğini ümit ediyoruz. Bu vesile ile en başta Üstad Bediüzzaman hazretlerini ve Risale-i Nur un neşrine çalışan ahirete göçmüş umum Nur talebelerini rahmetle anarken; yazarımız Alaaddin Başar gibi Risale-i Nur hizmetine, kalemi ve kelamı ile gayret edenlere de, avn-i Hüda ile feyz-i Peygamber dileriz... Hidâyet-i Kur aniyenin Şuâından Selim GÜNDÜZALP
. İ L E M E Y Y Ü H E L - A Z İ Z! Cenab-ı Hakk a nâzır ve O na vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir. Âdi bir yol kapandığı zaman, bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir. CENAB-I HAKK, mekândan münezzeh olduğundan Ona vasıl olmayı rızasına erme ve kalbin kâmil imanla Onu tanıması şeklinde anlamamız gerekir. Bir menzile vasıl olmanın ilk şartı, oraya doğru yola çıkmaktır. Allah a vasıl olmak da imanla başlar. İman bir intisaptır. Padişaha vasıl olmanın ilk şartı ona intisap etmektir. Yani, onu sultan olarak tanımak ve onun riayeti olmak. Allah a vasıl olmanın ilk şartı olan imanın sonsuz dereceleri vardır. Yakîn, şüphesiz, kesin, kati iman etme mânâsına gelir. Bu da üç ana gruba ayrılır: İlmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin. Bu üç mertebenin de sonsuz denecek kadar çok alt kolları vardır. Mesela, bütün peygamberlerin imanları hakkalyakin imandır. Ama aralarında çok fark vardır. Bütün sahabelerin imanları da hakkalyakindir, onlar arasında da, yine çok farklı mertebeler vardır. İmanın olduğu gibi marifetin, yani Allah ı tanımanın da yine sonsuz dereceleri vardır. 11
R İ S A L E - İ N U R D A N D E R S L E R Cenab-ı Hakka vasıl olmak denilince, imanla intisap etmek, imandaki yakinini artırmak, marifetullahta terakki etmek ve kulluk görevini en iyi şekilde yerine getirme konusunda hassasiyet göstermek anlaşılır. İnsan, iman, marifet ve ibadet sahalarından ne kadar terakki ederse, Cenab-ı Hakka o kadar yaklaşmış, O na vasıl olma yolunda, o kadar ilerlemiş, ne kadar da isyan ederse, bu yüksek gayeden o kadar uzaklaşmış olur. Üstadımız On Dokuzuncu Söz de, Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif, yani tarif edici olduğunu beyan eder ve bunları, Kâinat kitabı, Peygamber Efendimiz(asm) ve Kur an- Kerim olarak takdim eder. Kur an-ı Kerim in bahsettiği ve Allah Resulü nün(asm) ders verdiği birçok hakikatler, Allah ın kudret kalemiyle yazdığı kâinat kitabında da bizlerin nazarına sunulmuştur. Bunları doğru değerlendirmek de insanı Allah a vasıl eder. Bir harfin katipsiz, bir iğnenin ustasız olmayacağını idrak eden insan, âlemin tabakalarını, sahifelerini ve mürekkebatını iyi düşünse ve tefekkür etse, bunların her biri onu Allah a vasıl eden bir mürşid gibi olur. Bu âlemde her mahlûk güzel, hepsi sanatlı, tümü hikmetli ve faydalıdır. Her biri kendinde tecelli eden İlahi isimlerle insana ayrı bir ders verir. Sema âlemi Allah ın kudret ve azametini ders verirken, çiçekler ve meyvelerle bezenmiş yeryüzü, Onun rahmetinden haberler verir. Her rızık, Allah ın Rezzak olduğunu bildirirken, her canlı Onun Muhyî (hayat verici) olduğunu adeta haykırır. Farklı diller ile Allah ı tanıtan ve insanın O na vasıl olmasına yardım eden bu kadar çok şey varken, insanoğlu bazen küçük sularda boğulur. Şöyle ki: İnsan bazı varlıklar veya hadiselerin faydalarına, hikmetlerine akıl erdiremeyebilir. Bu gibi şeyleri fazla önemsediğinde, bütün eşyanın verdikleri sonsuz hikmet dersleri onun nazarında perdelenir, saklanır. Mesela, düne kadar ısırgan dendi mi, elimizi sızlatan bir zararlı bitki anlaşılırdı. Bu gün, artık ısırgan da dikkatle inceleniyor ve bazı hastalıklara deva olabileceği ihtimali gözden ırak tutulmuyor. İnsan nefsi, bir şeyde İlahî hikmeti açıkça göremeyince, her şey hikmetsizmiş gibi bir vehme kapılıyor. Bediüzzaman ın güzelce ifade ettiği gibi, Bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. İşte böyle birkaç şey yahut hadise insanın gözüne perde olabiliyor ve nihayetsiz rahmet ve hikmet tecellilerinin seyrini engelleyebiliyor. Bediüzzaman Hazretleri, böyle bir anlayışı şuna benzetiyor: Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir. Varlık âlemine bu güzel teşbihin ışığında baktığımızda şunu görüyoruz: Âlemde her ne varsa, bir bayrak gibi Allah ın saltanatını gösterir. Bir çiçek bir bayraktır; toprakla, havayla, güneşle, denizle, rüzgârla ilgisi vardır. Bütün bunların ortak çalışmalarıyla kendisi vücut bulmuştur. Bütün âlemleri terbiye edemeyen, beni bu âlemlerden süzüp çıkaramaz mânâsını yad etmekle, bir bayrak görevi yapar ve bütün mülkün ancak Allah ın emrinde olduğunu ilan eder. Bu tefekkürü yapamayan insan, Kâinat Sultanı nın varlığı ve birliği konusunda çok şüpheler içinde bocalar ve sonunda O nun inkârına gidebilir. 12 13
R İ S A L E - İ N U R D A N D E R S L E R Karargâh denilince, hepsi bir kumandanın emri altında muntazam olarak görev yapan askerler hayalimizde canlanır. Göklerin ve yerin orduları Allah ındır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Fetih Sûresi, 7) Yıldızlar birer kışla, hepsi melek dolu. Her bir gram toprak bir koğuş gibi, 9-10 milyar kadar bakteri barındırıyor. Deryalar ayrı birer ordu; sayısız balıklarla şenlenmiş. İnsan harika bir kışla; yüz trilyon hücreden meydana geliyor. Her hücre de ayrı bir kışla, içinde yaklaşık yüz trilyon atom olduğu söyleniyor. Bediüzzaman Hazretleri, bu karargâh ve bayrak örneği ile, bir böceğin, bir bitkinin, yahut tabiatta cereyan eden bir olayın hikmetini anlayamadığı için, bu muhteşem âlemdeki sonsuz hikmetleri inkâr etmeye kalkışan adamın halini nazara vermiş oluyor. İ L E M E Y Y Ü H E L - A Z İ Z! Herşeyin bâtını zâhirinden daha âlî, daha kâmil, daha latif, daha güzel, daha müzeyyen olduğu gibi; hayatça daha kavî, şuurca daha tamdır. Ve zâhirde görünen hayat, şuur, kemal ve saire ancak bâtından zâhire süzülen zaîf bir tereşşuhtur. Yoksa bâtın camid, meyyit olup da ilim ve hayatı dışarıya vermiş olduğuna zehaba ihtimal yoktur. Evet karnın (miden) evinden; cildin, gömleğinden ve kuvve-i hâfızan, senin kitabından nakş ve intizamca daha yüksek ve daha garibdir. Binaenaleyh âlem-i melekût, âlem-i şehadetten; âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yüksektir. Maalesef nefs-i emmare, heva-i nefs ile baktığı için zâhirî hayatlı, ünsiyetli bir perde gibi, meyyit ve zulmetli ve vahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş olduğunu görüyor. İNSAN KÂİNAT AĞACININ en son ve en mükemmel meyvesi,.., Âlemde ne varsa numunesi mahiyet-i insaniyede vardır. Nur Külliyatı nda yer alan bu iki cümleden hareket ederek, bu İ lem de geçen hakikatleri önce insan merkezli olarak anlamaya çalışalım. Daha sonra düşüncemizi genişletir, kâinat ağacına tatbik edebiliriz. İnsanın bir zahiri var, bedeni; bir de batını var, ruhu. Üstad Hazretleri beden ruhun hanesidir buyurur. O hanede vazife gören ruh haneden daha mükemmeldir. Zira, efendi odur, beden onun hizmetine verilmiştir. Padişah, saraya göre değil, saray padişaha göre şekillenir. Ruh, bedenden daha kâmil, daha latif, daha güzeldir. Nitekim, bedendeki güzellikler, bir bakıma ondan gelmektedir; yani bütün organlar ona göre ve onun faydalanabileceği şekilde yaratılmışlardır. 14 15
R İ S A L E - İ N U R D A N D E R S L E R Ruhta görme sıfatı var da göz ona göre yapılmış; gözlüğümüzün göze göre, ayakkabımızın ayağımıza göre şekillenmesi gibi. Bedendeki her şey ruha göre ayarlanmış. Ruhta yazma özelliği var da, el ona göre hazırlanmış. Hayvana böyle bir ruh verilmediği için, böyle bir el de verilmemiş. Ruhumuzda hayret etme ve secde etme kabiliyeti var da, alnımız ona göre yapılmış. Bizde en mükemmel şekliyle kendini gösteren bu kanun, başka varlıklarda da hükmünü icra ediyor. Ruhlu varlıklarda bedenler ruha göre şekillenirken, bitkilerde, hatta bir yönüyle cansız varlıklarda bile madde âlemi, o varlığın mahiyetine, vazifesine göre şekil alıyor. Bir ağaca bakalım. Ağacın içinde bir tezgâh çalışıyor. Orada manevî bir fabrika var. Ağacı kestiğimizde böyle bir fabrikaya rastlamıyoruz, ama o ağacın dallarından asılan meyveler Biz bu fabrikanın mahsulleriyiz! diyorlar. İşte ağacın maddesi olan odundan öte, onda bir manevi fabrika faaliyet gösteriyor. Bu odun maddesi ağacın zahiri, fabrika ise batınıdır; beden ve ruh gibi.. Ve o batınî fabrika bu ağaçtan, onun zahirinden daha harikadır; ruhumuzun bedenimizden daha mükemmel olması gibi. Ağacın içinde, kökten tâ en üst yapraklara, meyvelere kadar uzanan su boruları var. Bir tanesinin eni milimetrenin yüzde ikisi kadar; 0.02 mm. Kökün emdiği sular, bu ince borularla ağacın en üstüne kadar gidiyor. Üstad Hazretleri, bu su pompalaması ameliyesinin manevî asansörler ile yapıldığını ifade ediyor. Asansörü yukarı çıkaran elektrik enerjisi yerine burada da akıl almaz bir enerji iş görmektedir; hem de yer çekimine rağmen. Bu büyük engeli aşıp suyu en yukarıdaki yaprakların imdadına yetiştirmek, o incecik damarların işi değil. Elektrik telleri gibi, bu damarlar da bir kuvvetin nakline vesile olmaktalar. Bu kuvvet, dünyayı güneş etrafında gezdiren kuvvettir; bu kuvvet, gezegenleri döndüren kuvvettir ve bu kuvvet, yerdeki bütün cisimleri çekip semaya fırlamalarını engelleyin kuvvettir. Bu kuvvet, insanın bir yükü kaldırmasını, atın, devenin insanı taşımasını, aslanın avını yakalamasını temin eden kuvvettir. La havle vela kuvvete illa billah (Kimsede Allah ın lütfu ve ihsanı dışında, bir havl ve kuvvet yoktur.) hükmünce, bütün bu kuvvetler Allah ın yaratmasıyladır, hepsi O nun bir kudret tecellisidir. Bunlara Üstad ın ifadesiyle, fenni bir nam takmak meselenin izahına yetmiyor. Bizim sadece su sevkiyatı yönüne nazar ettiğimiz bu harika fabrika, ağacın dışından daha mükemmeldir. Biz bu manevi fabrikayı göremiyoruz da, ağacın yaprağına, çiçeğine bakmakla yetiniyoruz. Bakışlar birbirinden ne kadar farklı!?.. Ben bazen çiçeklere bakıyorum da, arıların hep çiçeklerin ortalarına konduklarını görüyorum. Biz çiçeğin yaprağına bakarız, ondaki renk uyumuna, harika nakşa nazar ederiz. Arı ise bunlara hiç bakmaz. Çiçeğin tam ortasına konar, işini orada görür ve uçup gider. Cenab-ı Hak herkese ayrı bir zevk vermiş. Arı da çiçeği seviyor, ben de seviyorum, bülbül de seviyor. O çiçek gibi, arının kendisi de bir tezgah, bir fabrika. Onun içinde kurulan fabrika da arıdan daha güzel. Diğer bütün bitkileri ve hayvanları da insan ve ağaç gibi düşünebiliriz. Bu kâinat da bir ağaç gibi. Meyveleri muhtelif bir ağaç. İnsanlar onun en mükemmel meyvesi, ama her bir hayvan, her bir çiçek de yine kâinat tezgahında dokunuyor. Bu kâi- 16 17
R İ S A L E - İ N U R D A N D E R S L E R natın manevi tezgahları da gayb âleminde. Ve o gayb âlemi bu şehadet âleminden daha güzel; tıpkı ruhun bedenden güzel olması gibi. Ve zâhirde görünen hayat, şuur, kemal ve saire ancak bâtından zâhire süzülen zaîf bir tereşşuhtur. Yoksa bâtın camid, meyyit olup da ilim ve hayatı dışarıya vermiş olduğuna zehaba ihtimal yoktur. İnsanın ilmi var da eline kalemi alıp bir şeyler yazıyor. O yazı onun ilminden tereşşuh ediyor. Her kelime bir reşha, her cümle bir damla gibi. Reşha, bir damlanın sert bir zemine vurmasıyla hasıl olan küçük damlacıklar, sıçrantılardır. İ lemin son kısmında, içlerin dışlardan daha sanatlı ve daha mükemmel olduğuna insanın kendi varlığından üç misal veriliyor: da gabya dahildir. Buna göre Rezzak ismi rızıktan daha güzeldir, Muhyi ismi hayattan daha güzeldir. Halık ismi mahlukattan daha güzeldir. Zahirde gördüğümüz bedenin hayatını ve faaliyetlerini, cansız bir batına vermek mümkün değildir. Bedenin hareket etmesi ruhun hayat sahibi olmasının bir sonucudur. Asıl hayat ruhtadır, ondan bedene sirayet etmiştir. Bunun aksi düşünülemeyeceği gibi, bu kâinattaki hikmetli, rahmetli, sanatlı,..,, eserler de kör kuvvete, sağır tabiata verilemez. Bu zahir eşyadan daha mükemmel bir batın âlemi, bir melekût âlemi, bir gayb âlemi var. Ve o âlemlerden çok daha daha latif ve nuranî bir esma ve sıfatlar âlemi var. Evet karnın (miden) evinden; cildin, gömleğinden ve kuvve-i hâfızan, senin kitabından nakş ve intizamca daha yüksek ve daha garibdir. Ve bu üç misalden gaybî âlemlere geçiliyor: Binaenaleyh âlem-i melekût, âlem-i şehadetten; âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yüksektir. Maalesef nefs-i emmare, heva-i nefs ile baktığı için zâhirî hayatlı, ünsiyetli bir perde gibi, meyyit ve zulmetli ve vahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş olduğunu görüyor. Melekler, arş, kürsi hep gayb âlemindendirler. Öte yandan, iman gayb için olduğuna göre, İlahi isimler ve sıfatlar 18 19