Ertürk Akşun - Agafya www.cepsitesi.net



Benzer belgeler
Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır.

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç

Pirinç. Erkan. Pirinç (Garson taklidi yaparak) Sütlükahve söyleyen siz değil miydiniz? Erkan

"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

edersin sen! diye ciyaklamış cadı. Bunun hesabını vereceksin! Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları

Günler süren yağmurdan sonra bulutlar kayboldu. Güneş, ışıl ışıl yüzünü gösterdi. Yıkanan doğanın renklerine canlılık gelmişti. Ağaçlardan birinin

Hikaye uzak bir Arap Alevi köyünde geçer. Ararsanız bambaşka versiyonlarını da bulabilirsiniz, hem Arapça hem Türkçe.

Kızla İlk Buluşmada Nasıl Sohbet Edilir? Hızlı Bağ Kurma Teknikleri

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir?

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu!

Engin arkadaşına uğrar, eve gelir duşunu alır ve salona gelir. İkizler onu salonda beklemektedirler.

Yazar : Didem Rumeysa Sezginer Söz ola kese savaşı Söz ola kestire başı Söz ola ağulu aşı Yağ ile bal ede bir söz Yunus Emre

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

Sevda Üzerine Mektup

ŞİİR, HİKÂYE, MAKALE. Ekim 2013 Sayı 1. Yazar; HARUN ŞEN

BİR ÇOCUĞUN KALBİNE DOKUNMAK

KARANLIKTA FİLİZLENEN TOHUM

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

Yüreğimize Dokunan Şarkılar

Geç Kalmış Bir Yazı. Yazar Şehriban Çetin

Hayata dair küçük notlar

BARIŞ BIÇAKÇI Aramızdaki En Kısa Mesafe

AĞIR ÇANTA. Aşağıdaki soruları metne göre cevaplayınız. 1- Fatma evden nasıl çıktı? 2- Fatma neyi taşımakta zorlanıyordu?

> > ADAM - Yalnız... Şeyi anlamadım : ADAMIN ismi Ahmet değil ama biz şimdilik

YÜKSEL ÖZDEMİR. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

AŞKI, YALNIZLIĞI VE ÖLÜMÜYLE CEMAL SÜREYA. Kalsın. Mutsuz etmeye çalışmayacak sizi aslında, sadece gerçekleri göreceksiniz Cemal Süreya nın

Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye:

O günlerde, bir kıyı kenti olan Hull'a gitmiştim. Orada bir. arkadaşıma rastladım. Babasının gemisi vardı. Gemi o gün

tellidetay.wordpress.com

Üniversite Üzerine. Eğitim adı verilen şeyin aslında sadece ders kitaplarından, ezberlenmesi gereken

Anneye En Güzel Hediye Olarak Ne Alınması Gerekir?

Bir başka ifadeyle sadece Allah ın(cc) rızasına uygun düşmek için savaşmış ve fedayı can yiğitlerin harman olduğu yerin ismidir Çanakkale!..

YOL AYRIMI SENARYO ALĐ CEYLAN

EZBERLEMİYORUZ, ÖĞRENİYORUZ. Hafta Sonu Ev Çalışması DAĞINIK ÇOCUK

Ramazan Alkış. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

SÖZCÜKTE ANLAM. Gerçek Anlam Yan Anlam Mecaz Anlam Terim Anlam Sözcükler Arasý Anlam Ýliþkileri Anlam Olaylarý Söz Öbeklerinde Anlam

KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU

Lesley Koyi Wiehan de Jager Leyla Tekül Turkish Level 5

A2 DÜZEYİ A KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: PASAPORT NO:

I. Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. ÖNEMLİ BİR DERS

Giovanni dışında bütün örenciler çok çalışıyor. O hiç çalışmıyor ama sınıfın en başarılı öğrencisi. Çok iyi Türkçe konuşuyor.

Rukia Nantale Benjamin Mitchley Nahide Büşra Ertekin Turkish Level 5


* Balede, ayak parmakları ucunda dans etmek. [Ç.N.] ** Balede, ayaklarını birbirine vurarak zıplamak; antrşa şeklinde okunur. [Ç.N.

Rafet El Roman. Amerika. Rafet El Roman. A memo. Burasý New York Amerika. Evler karýþtý bulutlara. Nasýl bir zaman. Nasýl bir yaþam.

Eşeğe Dönüşen Kabadayı Makedonya Masalı (Herşeyin bir bedeli var)

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

de hazır değilken yatağıma gelirdi. O sabah çarşafların öyle uyandırmıştı; onları suratıma atarak. Kız kardeşim makas kullanmayı yeni öğrendi ve bunu


Yazan : Osman Batuhan Pekcan. Ülke : FRANSA. Şehir: Paris. Kuruluş : Vir volt. Başlama Tarihi : Bitiş Tarihi :

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi

kanaryamın öyküsü Ayla Çınaroğlu Resimler: Yaprak Berkkan

Bilgi güçtür. Sevdiğiniz kişiyi dinleyin ve kendinizi eğitin.

Cümle içinde isimlerin yerini tutan, onları hatırlatan sözcüklere zamir (adıl) denir.

Çocuklar için Kutsal Kitap sunar. İsa nın Mucizeleri

HAYAT BİLGİSİ HAFTA SONU ÖDEVİ ADI SOYADI:

yeni kelimeler otuzsekizinci ders oluyor gezi genellikle hoş geldin mevsim hoş bulduk ilkbahar gecikti ilkbahar mevsiminde geciktiniz kış mevsiminde

Bir$kere$güneşi$görmüş$ olan$düşmez$dara$

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

Ben gid-iyor-muş-um git-mi-yor-muş-um. Sen gid-iyor-muş-sun git-mi-yor-muş-sun. O gid-iyor-muş git-mi-yor-muş. Biz gid-iyor-muş-uz git-mi-yor-muş-uz

ALTIN KALPLİ ÖĞRETMENİM

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý.

Budist Leyko dan Müslüman Leyla ya

KOKULU, KIRIK BİR GERÇEĞİN KIYISINDA. ölüler genelde alışık değiliz korkulmamaya, unutulmamaya... (Özgün s.67)

ANOREKTAL MALFORMASYON DERNEĞİ

"ben sana mecburum, sen yoksun."

TARSUS DA BİR GÜN...BELKİ DE İKİ... Adanalılar...Mersinliler...Gaziantep, Hatay ve Osmaniyeliler...Türkiye nin gezmeyi sever insanları...

Sayelerinde bugünlere geldiğim, aileme, Chela, Elias ve Cacho ya

yemyeşil bir parkın içinden geçerek siteye giriyorsunuz. Yolunuzun üstünde mutlaka birkaç sincaba rastlıyorsunuz. Ağaçlara tırmanan, dallardan

Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi.

ΕΘΝΙΚΟ & ΚΑΠΟΔΙΣΤΡΙΑΚΟ ΠΑΝΕΠΙΣΤΗΜΙΟ ΑΘΗΝΩΝ ΤΜΗΜΑ ΤΟΥΡΚΙΚΩΝ ΣΠΟΥΔΩΝ ΚΑΙ ΣΥΓΧΡΟΝΩΝ ΑΣΙΑΤΙΚΩΝ ΣΠΟΥΔΩΝ Μάθηµα : ΤΟΥΡΚΙΚΗ ΓΛΩΣΣΑ II ΔΕΞΙΟΤΗΤΕΣ ΣΤΟΝ

TURK101 ÇALIŞMA 6 ZEYNEP OLGUN MAKİNENİN ARKASI

Atatürk ün Kişisel Özellikleri. Elif Naz Fidancı

Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı,

Fotoğraf: Privat. Wolfgang Korn

Çocuklar için Kutsal Kitap. sunar. Yeşu Yetkiyi Alıyor

OHIO DOĞAÇLAMASI (OHIO IMPROMPTU)

Benzetme ilgisiyle ismi nitelerse sıfat öbeği, fiili nitelerse zarf öbeği kurar.

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Betül Tarıman. Öykü GÖKYÜZÜ PRENSİ PO İLE KÜÇÜK KIZ. 2. basım. Resimleyen: Uğur Altun

Dört öğrenci sabahleyin uyanamamışlar ve matematik finalini kaçırmışlar, ertesi gün hocalarına gitmişler, zar zor ikna etmişler. Arabaya bindik yolda

bölüm 2 Benim ilk İzmir im (tai liti izmir)

KILIÇDAROĞLU K.MARAŞ'TA

YALNIZ BİR İNSAN. Her insanın hayatında mutlaka bir kitap vardır; ki zaten olması da gerekir. Kitap dediysem

5 YAŞ VE HAZIRLIK SINIFI EKİM BÜLTENİ

Defne Öztürk: Atatürk ün herkes mutlu ve özgür olsun diye hediye ettiği bayramdır.

ÇiKOLATAYI KiM YiYECEK

Bunu herkes yapıyor! -Gerçekten herkes mi? Nasıl korunmam gerektiğini biliyorum! -Kalbini, gönlünü nasıl koruyacaksın?

Babamın Ardından. Yazar Leyla Hüseyin

(22 Aralık 2012, Cumartesi) GRUP A Türkçe Ortak Sınavı Lise Hazırlık Sınıfı

ESAM [Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi] I. Dünya Savaşı nın 100. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu

Derleyen: Nezir Temur Resimleyen: Mert Tugen

Zengin Adam, Fakir Adam

DENİZ YILDIZLARI ANAOKULU. NİSAN AYI 1. ve 2. HAFTASINDA NELER YAPTIK?

DÜZEY B1 Avrupa Konseyi Ortak Dil Ölçütleri Çerçevesinde BÖLÜM 4 SINAV GÖREVLİSİNİN KİTAPÇIĞI. Dönem Kasım 2009 DİKKAT

Transkript:

Ertürk Akşun - Agafya www.cepsitesi.net Sana yeni bir isim verdim ben, Agafya dedim. Yüce aşk dedim. Kalbimin en derinine sakladım seni, kimse görmesin isledim. Av o ismi sadece ben bildim ve sen sadece benim oldun... Beni sevmek bana tahammül etmek demektir, hğer beni seviyorsan buru katlanacaksın. Beni ben olmaktan çıkararak sevemezsin. O zaman sevdiğin kişi ben değil, başka birisi olur. Sen başka birisini istiyorsan, o zaman başka birine git, ben ise buyum. işte senin asıl çaresizliğin de burada başlıyor Anton. 1920li yıllar. Rusya da büyük bir devrim olmuş, Avrupa birdenbire kendi derdine düşmüş. Birinci Püny» Savaşını yanda kesmek zorunda kalmıştır. Devrimden kaçan Rus asilzadeler, dillere destan giızel Rus kadınlan, işgal altındaki İstanbul'un yolunu tutmuşlardır. Bir tarafta Anadolu'da amansızca süren olum kalım savaşı, bir tarafta İstanbul un yeni tanıştığı gece bayatı... İstanbul, tarihinde ilk kez kadınlarla ama bambaşka kadınlarla tanışmaya hazırlanmaktadır... Bir tarafta gurbette yaşanan kanlı bir aşkın hikâyesi... Bir tarafta intikamlar, trajediler, aşklar...

BİRİNCİ BÖLÜM Dünyadaki her şeyin olduğu gibi, aşkın da kendine göre kanunları vardır. Yalnız zor olan, bu kanunlar, olay mahallindeyseniz çok zor hatırlanırlar. Ya da hiç hatırlanmazlar. Çok sonra akla gelir bu kanunlar ama iş işten çoktan geçmiştir. Aşkın kanunları aynı zamanda çok da esrarlıdırlar. Ortadadır ama kimse görmez. İstanbul, 19 45 Zamanla, zamandaki yolculuğunu unutuyor insan, geliyor anı yüklü bir kamyon, yola devriliyor, kurtulanlar ise bize kalıyor... Yaşlanan sadece yorgun bedenim değilmiş, binalar da yaşlanmış, anılar da... Ancak bazı anılar hep taptaze kalıyor. İstanbul çok değişmiş otuz beş yılda, sokakları da, insanları da, insanların bakışları da... Benim oturduğum bina hiç değişmemiş, ama yaşlanmış, tıpkı benim gibi yaşlanmıştı. Bu yaşlanmış beden, bu yaşlanmış bina gibi iki koca dünya savaşı gördü, daha ne olsun? Yorgun binanın gıcırdayarak açılan demir kapısından girer girmez gözlerim doldu. Anılarım o kadar tazeydi ki, dün çıkmış gibiydim bu kapıdan. Her şey gözümün önünde birden canlanıverdi. Demek ruhum hâlâ o genç delikanlıydı. Birçok dostum, arkadaşım, tanıdığım insan ölmüştü iki dünya savaşında. Sevdiklerim ve nefret ettiklerim ölmüştü. Pislik ve sefalet içinde çürüyen cesetler, yaşarken çürüyen ruhlar görmüştüm. Gençliğimde, ruhu yaşatanın aşk olduğuna inanmıştım. Ama şimdi sevginin yaşattığını gayet iyi biliyorum. Aşk parlayıp sönen bir alevdir. Bitmeye mahkûmdur, tıpkı bir mum gibi... Sevgi ise sönmeyen bir ışıktır. Aydınlattıkça çoğalır. Sonsuz aydınlanmadır sevgi... Aşk mı, sevgi mi? diye soruyorlar bana... İkisi de benim için sadece Agafya... Ahşap merdivenler de yaşlanmıştı. Sanki dibi görünmez bir kuyuya iniyormuş ya da karanlık bir sokağın sonu olmayan çıkışını arar gibi, ağır ağır çıkıyorum bu eski ve yorgun merdivenleri. Geçmişin karanlık, sessiz çukuru çıkacak birazdan karşıma. Yaşanmışlıkların çukuruna düşeceğim. Bu körkuyuya düşmek için gelmedim mi sahiden bu şehre? Uç çılgın yılı yeniden yaşamak, yaşanan aşkları, tutkuları, cinayetleri tekrar tekrar yaşamak ve hatırlamak için... Agafya yla İstanbul un işgalinde yaşadığım üç çılgın yılı yeniden yaşamak için. Her katil, cinayet yerine dönermiş. Peki en büyük katil her zaman aşk değil midir? Aşk da çeker kendine aynı şekilde. Bir derin kuyu gibi boşladığı ilk yere. İkisi de geçerli benim için. Hem aşkın ilk başladığı yer, hem de ölümlerin... Hem aşkın, hem de ölüm çukurunun... Hem âşık olmuştum bu şehirde, hem de aşk uğruna cinayet işlemiştim. Bir sır varsa mutlaka sebebi vardır... Agafya yla birlikte geçirdiğimiz onca yıl boyunca, İstanbul da yaşadıklarımızı hiç açmamaya sanki yemin etmiştik. Kör bir kuyu, kilitli bir sandık gibi bırakmıştık ardımızda. O üç yılı yok saymıştık. Zaman çılgın bir nehir gibi geriye akarken, boğulmadan çıkabilecek miyim yeniden karaya? O ahşap kapının anahtarını zor buldum. Bu şehirden apar topar kaçarken binanın sahibi olan zengin Rum kadın da İstanbul a Mustafa Kemal in askerleri gelince, her şeyi olduğu

gibi bırakıp Yunanistan a kaçmıştı. O yüzden nasıl bırakmışsak aynı şekilde duruyordu her şey. Beynimiz nasıl bazı anıları silmeden bir yere saklarsa, ben de bu odanın anahtarını bir yerlere saklamış ve unutmuştum. Kalbimin kulakları sağır eden çarpıntısı, yıllardır açılmamaktan paslanmış ihtiyar kapının gıcırtısıyla birleşince sanki bir feryat koptu, sanki ruhumdan kopup gelen sarsıcı bir ağıt yankılandı boş koridorda. Bana bu anıları açmamam gerektiğini, buna dayanamayacağımı haykıran sessiz bir feryat... Zihnimde her saniye biraz daha büyüyen korkulu düşüncelerden ve kalbimdeki geçmişin kırık dökük hatıralarından kalma acı hissinden sıyrılıp, ne kadar mukavemet edebileceğimi bilmeden karanlık anılarımı yeşertmeye koyuldum. Yavaş yavaş çıktım çatı katına. Geçmişe ait her rengi taşıyan bu çatı katı, hatırlamak istemediğim pek çok anıyı sanki benim için saklamış. Zamanı geldiğinde, yaşandığı zamanlara şahitlik yapmak için belki de. O kırmızı kadife koltuk, sallanan sandalye, bütün o eski eşyalar, kıyafetler, resimler, kırık plaklar bıraktığımız gibi duruyordu. Hepsi toz içindeydi. Yeşil panjurlu pencereler yıllardır açılmamıştı. Yeni bir dünya vaat etmişti bu pencere ilk baktığımda. Cadde-i Kebir in arka sokaklarında bulunan bu kuytu ev. Şimdi panjurların arkasından koca bir şehir akıyor. Birlikte yaşarken fark edememişiz! Arabaların motor gürültüleri, sokak satıcılarının yeri göğü inleten bağırışları doluyor odaya. Sanki yıllanmış anılara ihanet ediyormuş gibi hissediyorum kendimi. Değişen her şey bana ihanet ediyor ve ben bu değişime şahitlik ederek en değerli anılarıma ihanet ediyorum. Ne tuhaf! İnsan alıştığı gürültüyü bile arıyor. İstanbul da o günleri anlatan bir film çekilmişti. Yakov Protazanov yönetmişti bu filmi. Filmin büyük kısmı belgeseldi, başrolünü İvan Mozjuhin oynuyordu. Paris e yerleştikten sonra filmin bir kopyası elimize geçmişti. Kendi idealleri ve aşkı için, Rusya daki ailesinden kaçan bir gencin İstanbul a kadar uzanan yolculuğunu anlatan film Agafya nın tutkusu olmuştu o zamanlar. Üst kattaki odada sık sık tek başına izlerdi bu filmi. Bazen davet eder, birlikte izlerdik ama o yıllarla ilgili hiçbir şey konuşmazdık. Filmi izlerken o yılları yeniden yaşıyordu. Zaten sadece o yılları yaşıyordu. Yas denemezdi buna, bir tutulmaydı. Bir kadının başaramadığı, başaramayacağı tek şey unutmaktır. Peki ama insan unutmadan nasıl özgür olur ki? Kendini özgür kılar ki?.. Tozlu odada kırmızı tahta bavulu görünce, açmadan yolculuğun başladığı yıllara gidiverdim. Bu şehirden hızla kaçarken nasıl da unutuvermiştik bu bavulu. Kaç yıl bavulum da bavulum diye tutturmuştu Agafya. İşte şimdi elimin altında tozlanmış ama öylece duruyor. Sanırım insan yaşlanınca yakın geçmişi unutuyor, uzak geçmişi dün gibi hatırlıyor. Ne kadar derin izler bırakmış o unutulmaz yolculuk bende. Tozunu aldığım kırmızı bavulu açarken yaşlı ve yorgun yüreğim tuhaf bir heyecan içindeydi. Bavulda aradığım, hiç bakmadığım, ama her zaman uykularımı kaçıracak kadar merak ettiğim o tarihi günlükle karşılaşma zamanım gelmişti. Kırmızı deri kaplı günlükle... Onun günlüğü, ona verdiğim isimle Agafya nın günlüğü. Derisi yıllara meydan okumuş, aynı Agafya gibi. Güçlü bir karakterle yazılmış ismi de vardı günlüğün. (Gözy aşlarıyla yıkanan zehirli bir hayattan arta kalan notlar.) Ah Agafya!!!

Arkasına bakmadan gidene her şey kolaydır, geride kalana her şey acı ve hüzün, her şey şiirdir. Ah anılar... Gözlerim içimdeki burukluğu dışarı kusuyor, engel olamıyorum gözlerimden art arda süzülen damlalara. Sonra serbest bırakıyorum kendimi. Gözyaşlarımı. insan ağlaması gereken yerde ağlayamıyor, acı çekmesi gereken yerde en derinine kadar acısını çekemiyor, sevmesi gerektiğinde sevemiyorsa; bir sürüyle beraber yaşayıp beraber yürüyorsa, bir sürü gibi ağlıyor, bir sürü gibi seviyorsa, ne gereği var toprağa kök salmanın, bırakalım kendimizi bir çalılık olalım, yeşermeden yok olalım. Bavulun köşesinde küçük bir defter daha vardı. Şaşırarak alıp baktım. Kapaktaki imza! İnanılır gibi değil! Defterin sararmış ilk sayfasını açtığımda kargacık burgacık yazısıyla - belki de ailesinin eline geçmesin diye- İngilizce olarak yazılmış notlar göze çarpıyordu. Ama ben tanıyordum bu yazıyı. Tegami nin yazısıydı bu. *** Ah Agafya!.. Ne kadar da çabuk bırakıp gittin bizi. Hangi güçlü yürek bu kadar acıya ev sahipliği yapabilir ki? Agafya yıllar yılı, sessiz sedasız bu geçmişle yaşadı. O günlerde yaşadıklarını sırtında derin bir uçurum gibi taşıdı. O son gün bahçede çiçekleriyle uğraşıyordu. Emektar radyosunda Kuğu Gölü çalıyordu. Hemen her gün dinlediği bu müzik biterken, yanına gittiğimde, Yoruldum galiba... dedi, banka oturttum, sıkıca ellerini tuttum, hep yumuşacıktı beyaz elleri. Başını yavaşça omzuma koydu, bir daha kaldırmadı. En sevdiği şeylerin yorgunluğuyla öldü, çiçekler ve Kuğu Gölü. İnanıyorum ki, her zaman en güvendiği yer olan omzumda. Bir insan yüreği bu kadar kör acıyı barındırabilir mi? Kendi kendime şaşırıyor, kendi kendime inanamıyorum. Kalbini acıya kiralamak bu, uzun bir anlaşmayla. Karaya çekilmiş, çürümeye yüz tutmuş bir gemi enkazından farkım yok. Dayanabileceği yükten fazlasını taşımış bir hayvan gibiyim. Sokakta yürürken insanların bakışları Senin kadar acı çekmediğimiz için üzgünüz diyor, onları affetmemi istiyorlar sanki. Agafya mn günlüğü ile Tegami nın defterini sehpanın üzerine, yan yana koydum. Hemen açıp okumaya cesaret edemedim. Bütün pencereleri açtım. Özenle giyindim, Kapalıçarşı dan aldığım yasemin esansını Agafya nm mendiline döktüm. O yıllarda bütün Rus kadınları mendillerine kokusunu dökerdi, İstanbul un kadınları da onlardan görerek yapar olmuştu bunu. Mendillerde gül kokusu... Mendili ceketimin cebine koydum. Karmakarışık duygular içinde evden çıktım. Cadde-i Kebirin adı artık İstiklal Caddesi ydi. Os-manlı İmparatorluğu yıkılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurul muştu. Hem Rusya daki Bolşevik Devrimi ne hem de Küçük Asya da yeni bir devletin kuruluşuna tanık olmuştum. Cadde boyunca o günleri hatırlayarak Rejans Restor an'a gittim. İşgal yıllarında Ruslar dillere destan eğlence hayatlarını İstanbul a taşımış, Rejans gibi birçok restoran, bar, kabare, dansing açmışlardı. Bolşevik Devrimi nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan Rus asilzadeleri, zenginleri, sonra Beyaz Ordu nun tamamı mülteci olarak İstanbul a gelmişti. On binlerce Rus burada sefil bayatlar sürmüş, sürünmüş, bazıları sürünerek ölmüş, çok azı da servet sahibi olmuştu. Birbirinden alımlı prensesler, baronesler bile bu eğlence mekânlarında garsonluk, konsomatrislik, batta bazıları fahişelik yapmıştı. Bir yanda işgalin kargaşası, kapkaranlık belirsizliğin hükmü, bir yanda Beyaz Rusların şamatalı gece hayatı kol kola sürmüş, kimselerin bilmediği fırtınalı aşklar yaşanmıştı. Belki

hu fırtınalı aşkların en şiddetlisini Agafya ile Tegami yaşamıştı. Onu karşılıksız severek bu fırtınada biç yalnız bırakmamış, onunla sürüklenmek pahasına, batıp gitmekten kurtarmıştım, sonunda sakin bir liman olarak bana sığınmıştı. Ne var ki, kayalara çarpmış, basar almıştı. Bir daha hiç açılmadı. Hep yaralı yaşadı. Bugün Agafya nm ölüm yıldönümü... Rejans ta masam özel olarak hazırlanmıştı. Sipariş verdiğim borç çorbası, dana piroşki ve patates, aşçılığa mülteci olarak geldiğinde başlayan, sonra Mustafa Kemal in aşçılığını yaptığını öğrendiğim Jorj Baha nın tarifiyle yapılmıştı. Tabii içki olarak Smirnoff votkası. Yine işgal yıllarında mülteci olarak gelen Smirnoff tarafından İstanbul da üretilen, sonra bütün dünyaya yayılan o meşhur votka. O eski güzel şarkılarla. Masama gelen kemancı Kuğu Gölü'nü çalarken gözyaşlarımı tutamadım. Agafya sız bir hayatı ne kadar yaşayabileceğim meçhul. Olum bile üzerinden zaman geçince eskir. Geçmeyecek diye yanıp tutuştuğunuz acılar eskir, aşklar eskir, gidenler eskir, dönenler eskir diyordu bir şair. Bu keskin acı, bu sonsuz aşk da eskiyecek mi? Gazeteci olarak geldiğim İstanbul da, Agafya ya umutsuzca âşıkken, hayata tutunabilmek için Beyaz Ruslar üzerine seri yazılar gönderiyordum. Birçoğu yayımlanmadı, buna rağmen devam etmiştim. Sonra bunları bir kitap haline getirmeyi düşünüyordum. Fakat ansızın bıçak gibi kesildi. İki elimiz kanda, apar topar terk ettik bu şehri. Benim yazdıklarım da burada kalmıştı. Kuğu Gölünü dinleyerek Agafya yı anarken, onunla burada yaşadığımız fırtınalı üç yılı yazmak istedim. Cesaret edebilirsem Agafya nın günlüğüne ve hatta Tegami nin yazdıklarına da yer vererek. Belki bu hikâye, sevgi ile aşk arasındaki derin uçurumu serecektir gözler önüne. Aşkın pervasızlığı ile sevginin sıcaklığı arasındaki farkı gösterecektir. Aşkın kışkırtıcı ve çıldırtıcı hazzı ile sevginin güvenilirliğini karşılaştıran; aşkın hırçın dalgalarına karşı sevginin o sütliman kıyılarını anlatan; en önemlisi, aşkın ölümcüllüğüne karşılık sevginin yaşatan gücünü hissettiren bir hikâye çıkar belki. İstediğiniz kadar para biriktirin, istediğiniz kadar bu biriktirmiş olduğunuz parayı koruyun, mutlaka çalınma ve batma riski taşır. Oysa renkli anılar asla kaybolmaz, o yüzden gerçek hazine daima anılardır, yaşanmış gerçek bir hayattır hazine. Başka da bir hazine yoktur. Geriye dönüp baktığımda, konuşulanlar, anlatılanlar, yazılanlar, başkalarından dinlenenler, kitaplardan okunanlar, hepsi gelip geçiyor, unutuluyor. Geriye yalnızca kendi yaşadıklarının yüreğinde bıraktığı tortu kalıyor. Yıllanmış şarap gibi o tortu, nefis bir tatla sarhoş ediyor. içimizde kimsenin bilmediği bir köşe vardır. Kimsenin bilmediği, herkesten saklı bir köşe. O köşede bir anahtar saklı, hiç kimsenin bilmediği. Kimse bizden habersiz gire-meşin diye. İşte o anahtarın açacağı sandıkta, en kutsal ani' larımızı saklarız. Annemizin gülüşünü, babamızın nefesini, ağabeyimizin ölümünü ve ilk aşkımızın kırmızı dudakların' dan aldığımız o muhteşem hazzı... Artık en korktuğum şey insanları sevmek... Çünkü, sevdiklerim ya bırakıp gidiyorlar ya da ölüyorlar... Siz benim acılarımı, ancak benim anlattığım kadar bileceksiniz. Ben ise o acıların hepsini bir bir hücrelerimde yaşayarak öğrendim. Hayal edeceksiniz neler çektiğimi, ben ise ruhumda yaşayacağım hepsini yeniden... Kim bilebilir ki bir yaşamın sonunda, yaşanan hayat bir trajedi miydi, bir komedi mi yoksa bir mutluluk hikâyesi mi? ***

Kendimi ve tüm hayatımı adadığım Agafya öldü. İstanbul a hem Agalya mn ölümünü kabullenmek hem de anılarımızı bütünlemek için yeniden geldim. Sanırım ben bundan sonra anılarıyla yaşayan bir adam olacağım. Artık sadece anılarım bana eşlik edecek. Burada hepsini yazmak istiyorum. Her bir hücre rnn yaşadığım bu anıları, hâlâ taşıdığım bütün o acıları, zevkleri, mutlulukları sözcüklere dökmek istiyorum. Odadaki tozlara bile dokunamadım daha Ama içimde beni öyle zorlayan bir şey var ki... Neden geldim buraya? Her şeyin başladığı noktaya? Katilin dönmesi midir olay mahalline? Yazmam lazım. İçimdeki dolu dolu hayatı beyaz kâğıtlara dökmem lazım... Bana acıyı, ölümü, hazzı, aşkı tattıran bu anıların hepsi benden çıkmalı. Sırtımda taşıdığım bu yükü İstanbul da aldım, yine İstanbul da kurtulmalıyım. Kelime kelime boşalmalıyım, başka çaresi yok... Aniden buraya gelirken gözüme takılan bir yer geliyor aklıma. Gelirken Galatasaray ın orada eski bir kırtasiye dükkânı görmüştüm, hemen oraya gitmek istiyorum. Bilinçaltını diyor ki; Evet işte bu işi başlatacak yer, bu küçük kırtasiye dükkânı olacak. Her zaman olduğu gibi yine sezgilerimin peşine takılıyorum.dükkanm içine girmemle birlikte gideceğim yeni yolculuğun tadına varıyorum. Raflarda beni bekleyen defterler, kalemler, kağıtlar. Bunların hepsini alacağım ama yine de burada bıraktığım emektar daktilomla yazacağım her şeyi. Ama olsun, bazı şeylerin varlığı bile insanı rahatlatıyor. İşte kırtasiye malzemeleri de benim için öyleler Çocukluğumdan bu yana sevdim kırtasiye malzemelerini sebepsiz, birçoğunu hiç kullanmasam da. Kokusunu sevdim kâğıdın, kalemin. Dokusunu sevdim, dokunduğum her defterin. Defter saklarını, kalem saklarım... Yüreğimde farklı bir heyecan, ya kırtasiyeden ya da yazmaktan... Kırtasiyeciden, birçok kurşunkalem, çakı, silgi, defter aldım. Ayrıca birkaç günlük nevale de almam gerekiyor. Hemen Çiçek Passyı mn oraya gittim. Bu Çiçek Pas^jı da adını bizim İstanbul da yaşadığımız zamanlardan almıştı. Güzel Beyaz Rus kızları, asıl adı Hristaki Pasajı olan bu yerin önünde çiçek satarlardı, işte bu çiçek satan Rus kızlarından dolayı adı Çiçek Pasajı oluvermişti. Gerçi şimdi o Rus güzellerinden hiç birisi kalmamış, yerinde birahaneler var, birde güzel mezeci. Ahhüî Her şey bana o yıllan hatırlatıyor. Gitmem lazım ve biran önce başlamam lazım hikayeye. Eve döndüğümde her şey hazırdı, oturdum eski ahşap masanın başına. Yandaki büyük lambayı ayarladım, ne fazla aydınlık olsun istiyorum, ne de fazla loş. Aynen şu n içinde bulunduğum ruh hali gibi olmalı. Arafta olmak gibi. Kalem, kağıtta gezinmeye başladı... Parmaklarım, beyaz kağıdın üzerinde dolaşıyor, sanki yazı yazmıyorum da, içimi boşaltır gibi... Ve işte bizim hikâyemiz... İKİNCİ BÖLÜM Korkma seveceğin birisi mutlaka çıkar. Yoksulluk gibi, hapislik gibi, ölüm gibi, doğum gibi, mutlaka aşk da kapını bir kere de olsa çalacaktır. Ondan kimse kaçamaz. Aynca aşkı şu ana kadar kim tarif edebilmiş ki. Aşkın yasası yoktur. Bir gün, hiç beklemediğin bir anda çıkıverir karşına. Aşk, kendi yasasını kendi koyar. Sen hiç duydun mu yasal aşk diye bir şey? Varsa bile en sıkıcı aşk

yasal aşk değil midir? Aşk bir şaşırma durumudur, alışkanlık haline geldiği anda aslında bitmiştir. Odesa, Ocak 1920 Bilmediğim bir şehirden başka bir şehre gide gide, Don kıyılarından Japon Denizine kadar her bölgeyi keşfederken, tüm yolculuklarımda birçok ilginç kişiyle tanışmış oldum. Sanatçılar, profesörler, fahişeler, baronlar, baronesler... Pul biriktiren çocuklar gibi ben de bu ilginç insanlarla renkli anılarımı biriktirdim. Koleksiyonuma kattığım her anı ve dostluktan, o koleksiyoncu çocuk kadar heyecan duydum. Kendimi arkadaş canlısı, iyiliksever biri olmaya mecbur hissediyordum. Bu topraklara savaş zamanında gelmiştim. Her şey yakılıp yıkılıyor, insanlar oradan oraya kaçışıyordu. Bununla birlikte, buralarda gördüm ki savaştan kaçanlardan daha fazla insan, savaşın kalabalık kargaşasına sığınıp savaşmayı tercih ediyorlardı. Bir de şunu görmüştüm: Savaş zamanı bir insanı en çıplak haliyle görebilirsiniz. Zenginlerin nasıl dilendiğini, vurgunculuktan bir çırpıda zenginleşenlerin nasıl küstahlaşabildiğini, kibirli asillerin zavallı hallerini, kahraman subayların nasıl kaçıştığını, merhamet dilediğini, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanların ne kadar cesur ve azimli olabildiklerini ancak bir savaş bir anda ortaya koyabilir. Ölüm kalım savaşında âşık olmak, aşk peşinde koşmak kimsenin aklına gelmez. Fakat aşk işte böyle zamanlarda buluyordu insanı. Güneş yorgun güne veda ederken, savaş kokan şehrin sokaklarını ve geniş meydanlarını kara kalpaklı, parlak kılıçlı, tüfekleri omuzlarında asılı askerler doldurmuştu. Düzensiz, başıbozuk bir halleri vardı. Atlılar ise kalabalık kafileler halinde dolaşıyordu. Her yanda yüksek sesle, kaba sohbetler ediyorlardı, ister istemez herkes işitiyor, dinliyordu bunları. Şehir girişinde çok sayıda yük arabası devamlı gidip geliyordu. Askerlerin, atlıların sesleri ile yük arabalarının tıkırtısı, şehrin susmak bilmez fon müziği gibiydi. Bu hareketlilik, bu karmaşa gece gündüz sürüyordu. Askeri bando takımı marş çalarak, cesaret ve metanet vermeye çalışıyor ama bozgun havasını dağıtamıyordu. Kazak askerlerinin moralleri hayli bozuktu, her hallerinden belliydi. Kazaklar asla sevmezler savaş kaybetmeyi. Yüzleri asık ve hiçbir marşa, hiçbir şarkıya eşlik etmiyorlar. Bu telaşlı ve kaygılı kalabalık içinde sadece Kazaklar gurbet hayatına uzun süreliğine gittiklerini düşünmüyor, kısa süre sonra döneceklerine o kadar eminler ki. Ya şehrin yorgun insanları... Bu ses kalabalığı içinde boş boş denize bakanlar, sanki başlarına gelecekleri şimdiden anlamışlar, gelecekte yaşayacakları derin acıları şimdiden yüzlerine bir maske gibi takınıp o günleri zihinlerinden seyre başlamışlar. Yanlarındaki herkese de bunu belli etme çabasmdalar. Sanki içlerindeki bu amansız korku herkese sirayet ederse kendi korkuları biraz azalacakmış gibi. Yaşlı insanlar, genç kızlar, çocuklar, kadınlar... Bakışlarında Bize ne olacak? kaygısı ve onları bekleyen umutsuz geleceğin katran karası. Usturayla kazınsa bile o umutsuz yüzlerden, çıkmayacak bir leke sanki. Ah, o göçmenliğin derin sancısı... Vatan toprağından kopmanın dayanılmaz acısı... Bu insanlar belki asla vatanlarına geri dönemeyecek, vatan ekmeğinin tadını hiçbir yerde bulamayacak, meyvelerin kokusu bile bir daha hiç yuvalarındaki gibi olmayacak. Nerede olurlarsa olsunlar, hep evlerinin kokusunu hasretle arayacaklar.

Sanki bu hüzünlü topraklara ekin yerine insan cesetleri ekilmiş. Bire on veren bir tarla, bir ölü on ölü olarak çoğalıyor. Ayaklarımın altında henüz soğumamış bir ceset her an canlanacakmış gibi. Şehrin her köşe bucağında meçhul kişiler. Yaşama arzularını yitirmiş, derbeder, sefil hallerdeydiler. Bunlar çoğunlukla eski aristokratların hizmetkârlarıydı. Başka bir hayatı nasıl yaşayacaklarını bilemeyen, umutsuz, yoksul insanlardı. Limanda bekleyen kalabalığın içinde özellikle ihtiyarlar kurnaz gözleriyle bir fırsat yakalayarak kendilerini herkesten önce bir gemiye atmanın yolunu arıyorlardı. Karanlık ara sokaklarda büyük karmaşadan uzak, sessizce yürüyorum. Çevresine gülücükler saçan bir ihtiyar görünce meraklanıp yanma gidiyorum. İnsanların telaşı sende neşe yaratmış sanki diye söze giriyorum. Neden yaratmasın ki? diyor gözleri parlayarak. Şaşırıyorum. Şu karanlık sokakları, çamurlu kaldırımları görüyor musun? Şu karşıdaki cumbalı küçük evde sekiz aile iç içe yaşardik. Hiç ışığı olmamıştır bu sokağın. Ama şimdi gülüyorum. Neden mi? Çünkü dünya artık eski dünya olmayacak. Bunu bilmek hoşuma gidiyor. Hani o zenginler var ya, onların haline bak. Şu karşıdan gelen zengin kızın telaşına, gözlerindeki korkuya bak. Bunu görmek bana zevk veriyor. Lenin ve Troçki dünyaya öyle kuvvetli bir virüs bulaştırdı ki, asla etkisi geçmeyecek. Tedavi etseler bile, dünyada zenginler ve yoksullar oldukça, bu virüs kendini daima yenileyecek, şekil değiştirecek, saklandığı yerden daha da güçlenerek ortaya çıkacak. Artık ezilen insanlar şunu biliyor ki, karşılarında ne kadar kocaman, güçlü ve sağlıklı bir vücut olursa olsun, bu virüs o bedeni kısa sürede yenebilir. Bir kere başardıkları için, artık hep yenebileceklerini düşünecekler. Sence devrim başarıya ulaşacak. Öyle mi? Başarıldı bile! Açlar tokları yendi. Açlar aç oldukları için yendi. Toklar da tok oldukları için yenildi. Biz gördük, er geç bütün dünya da görecek bunu. Dünya yönetenlerin yalanları üstünde duruyordu, bütün mesele bunu görebilmekti. Yoksullar saf ve basit insanlardır. Biraz kördürler. Yaşadıkları sefaleti olağan görürler. Zenginlerin başına bir felaket gelse, buna hemen inanamazlar. Onların mutsuz olabileceklerini, acı çekebileceklerini akıllarının ucundan bile geçirmez, fakat bunu görürlerse, saklı kinleri, hınçları ortaya çıkar. Mutlaka intikam almak isterler. Zenginler bunu bilir. Kaçmaya can atanlara bak! Kim onlar? Aristokratlar, zenginler ve hizmetkârları. Servet birkaç kişinin elinde birikirse, o birkaç kişiden o serveti almak işte böyle kolaylaşır. Halkın büyük kısmı aç ve yoksulsa, çıplaksa, o serveti bir gün zorla ele geçirir, bugünkü olan da budur işte. Baskı ancak baskı altındakileri güçlendirir ve baskı altındakileri birbirine bağlar... Bir derdin varsa, paraya ihtiyacın varsa, canın yanıyorsa, fakir insana başvuracaksın. O en azından elinde ne kadar varsa yarısını sana verir. Zengin ne kadar çok mal varlığı, parası olursa olsun sana ancak küfrünü layık görür. Tam üstüne bastın! Ama hizmetkârların hepsi değil, bazıları. Çarımız çok yaşa! diye bağıranlar, can sıkıntısından bir köylüyü kamçılayan uğursuz hizmetkârlarını bırakıyorlar. Fabrikada her gün on altı saat çalışmaktan iş göremez hale gelen işçileri ölüme mahkûm eden pisliklerini bırakıyorlar. Önce Tanrıya inandılar, sonra çarlarına inandılar. Şimdi ikisi de öldü, karanlıkta yapayalnız kaldılar. Efendileri onları bırakırken bile yem olarak kullanacak. Bize ahırlarındaki at, topraklarındaki ot kadar değer vermeyenler onlara da hiç değer

vermiyordu. Onlar da bunu gördüler. Çar iki yağlı kurşunla nalları dikti, unvan dağıttığı herkes soytarıya döndü. Bundan sonra ya sefalet içinde yaşayacaklar ya da hep huzursuz ve tedirgin olacaklar. Yeniden saltanat kursalar bile. Gevrek gevrek güldü. Sonra sırıtarak yüzüme baktı. Sen nerelisin? İngiltere den geliyorum. Bir kahkaha attı. Yoksa sen de aristokrat mısın? Flayır değilim. Ama aristokrata benziyorsun. Görmüyor musun, üstüm başım kir pas içinde. Kim öyle değil ki? Kılık kıyafetine bakarak söylemiyorum. Gözlerine bakıyorum. Yüzündeki ifadeye bakıyorum. Uyuklayan aristokratlar gibisin. Sonunun geldiğini görmeyip, sonsuza dek sefa süreceğini sanan herifler gibi bakıyorsun. Savaşın acısı, pisliği, zehri sana hiç bulaşmayacak sanıyorsun galiba. Bulaşmaz olur mu? Ben gezgin bir maceraperest değilim. Gazeteciyim, savaş muhabiriyim. Yine gür bir kahkaha attı. Savaş muhabiri mi? Evet. Sen nasıl savaş muhabirisin? Daha savaşı bile görememişsin. Nereden çıkardın bunu? Demin dedim ya! Bakışlarından. Sen hiç darbe almamışsın. Olur mu? İnsanım ben. Gördüklerimden etkileniyorum. İngiltere den gelen genç adamla aynı kişi değilim. Romantik konuşuyorsun delikanlı. Savaş romantik değildir, gerçektir. Hayatın hiçbir darbesini yemeden gerçeği göremezsin. Sen de idealistler gibi büyük laflar ediyorsun. Ha hay! Sana öyle geliyor. Şu kaldırım taşına yazıyorum. Madem buralarda sürünüyorsun, er geç o darbeyi yiyeceksin ve bir gün mutlaka beni hatırlayacaksın. Dünyada hiç kimse masum kalamaz. İhtiyar doğru söylemişti. O darbeyi yedim. Hem de üst üste kaç kere. Elim kana bile bulandı. Hep onu andım. Limandan gemiye binip İstanbul a deniz yolculuğuna değil, kendi kaderimin yoluna açılacağımı bilemezdim. Gemide Agafya yı görür görmez içimde uyanan tuhaf sezgi, açıklanamaz duygular sonrasında benim için adım adım anlaşılır oldu. Darbeler üst üste geldi. 18. yüzyılın sonlarından beri Rusların egemenliğinde olan bu büyük liman şehri, savaş ve ihtilal öncesinde Güneybatı Rusya nın en büyük limanlarından biri, ayrıca sanat ve kültür merkeziydi. Göç ve kıyımlar yüzünden savaşta nüfusu yarı yarıya azaldı. Takvimler 27 Ocak 1920 yi gösteriyor. Odesa limanının geniş alanında, kendimi atabileceğim bir gemi arıyordum. Koca limanda o kadar çok insan birikmişti ki, herkes birbirini eziyordu. Savaş buydu zaten. Hayat da böyleydi bir bakıma. Birbirini ezen insanlar arasında, kendi hayat yolculuğuna çıkaracak bir

gemiyi arıyorduk. Hayallerimizi süsleyen şehre götürecek bir gemi. Gördüm ki, öyle bir gemi vardı ama öyle bir şehir yokmuş. Hayalsiz yaşanmıyor. Umutlar tükense, gelecek kararsa bile, insan bu kez geçmişi hayal ediyor. İhtiyar haklıydı. Sözünü ettiği uyuşuk aristokratlar gibiydim. Tehlikeli diyarlarda geziyordum ama ayaklarım henüz yere basmıyordu. Ona gazeteciyim demiştim ama maceraperest bir gezgindim aslında. Macera peşinde koşarak gazetecilik yapmayı seçmiştim. Bu bana heyecan veriyordu. Gençlik demek, biraz da, her öğrenilenden coşku duyup, yeni keşiflere doyamamak değil midir? Doyum, zamanın bir işlevidir. Haz arayışı ise sürekli tekrar ister, yinelenir ve zaman dışıdır. Acımasız bir savaşın içinde, tarih akışının değiştiği bir ülkede bulunmaktan ötürü hem bir genç hem bir gazeteci olarak gurur duyuyordum. Tarihi değiştirenlerin bir parçası olacaktım. Ömür boyu anlatacağım hikâyelerim olacaktı. *** Calibso gemisinin köprüleri önünde insanlar yığılmıştı. Askerler ve gemi mürettebatı asillere öncelik tanımak için sefilleri engelliyordu. Sefiller de köprünün önünü büsbütün tıkayarak ayrıcalıklı asillerin yolunu kesmişti. Limana iki siyah atın çektiği süslü bir araba geldi. İrikıyım bir sürücü' sü vardı. Kalabalığı kırbaçlar gibi atları özellikle kamçıladı, insanlar mecburen açılarak yol vermek istediler ama kala-balıktan ötürü mümkün olmadı. Ansızın bir arbede yaşandı arabanın yolunda. Telaş içinde yoldan kaçmak isteyenler birbirine çarptı, sendeleyenler, düşen kalkanlar oldu. Her şey o kadar ani olmuştu ki, bir an, bir çocuğun ortada kah dığını fark ettim. Arabaya sırtı dönüktü ve ne olduğunu anlamaya, sanırım bir anda yok olan annesini görmeye ça-lışıyordu. Benim gibi çocuğu fark eden bir kadın çığlık attı, başkaları da onunla birlikte çığlığı bastı. Arabacı bağıran kadınlara baktığı için çocuğu henüz görmemişti. Bavulumu bırakıp bütün gücümle koştum. Atlar sağımdan geliyordu. Çocuğu iki elimle koltuk altlarından tuttum, çuvalların üs-tüne atladım. Çocuğun altımda kalmaması için onu fırlat-tim, aynı anda atın bacağı benim ayağıma çarptı. Neyse ki, hızımdan ötürü ileri düştüm, arabanın tekerleri yanımdan geçti. Kalkıp çocuğa baktım. Bir adam onu çuvalların arasından alıyordu ve birkaç kişi daha başındaydı. İki kişi koluma girip beni kaldırdı. İyi misiniz? iyiyim iyiyim dedim. Çocuğumun hayatını kurtardınız. Dikkatli olmalısınız. Ezilebilirdi. Araba yirmi otuz metre ileride durdu. Kalabalık çevresine toplandı, arabayı sallamaya başladı. Sürücüyü indirdiler, hırpalamaya başladılar. Askerler arabadakileri kurtarmak için kalabalığa müdahale etti. Hatta kılıçlarını çektiler. Havaya ateş ederek kalabalığı dağıttılar. Sürücünün yüzü kan içindeydi. Askerler arabanın çevresini sararak korumaya aldı. İnsanlar ellerini kollarını sallayarak hakaret yağdırıyordu. Limandaki herkes bu tarafa bakıyordu, arabanın çevresindeki kalabalık çoğalmıştı. Bavuluma baktım. Savaşın getirdiği sefalet öyle bir şey ki, başını çevirsen, bavulunu kaybedebilirsin. Bir daha da bulamazsın. Koşar adım oraya gittim, neyse ki bavulum yerinde duruyordu. Kimse dokunmamıştı. Eşyalarım ve yazdıklarım elden gitmemişti. Hemen elime aldım. Sonra çuvalların oraya,

kurtardığım çocuğun yanma gittim. Annesi çocuğu sımsıkı kucaklamıştı. Her ikisi de o kadar çok korkmuştu ki, ikisinin de çenesi titriyordu. Hem de eşzamanlı! Bu benzerlik bende sempati uyandırdı. Geçmiş olsun dedim. Sizdiniz değil mi? Çocuğumu siz kurtardınız? Evet bayan. Size minnettarım. Tanrı sizi korusun. Teşekkür ederim. Sizi de. Az kalsın ezilecektiniz. Sizin için çok korktum. Ne olduğunu anlayamadım. Galiba atın bacağı ayağıma çarptı. Düştüğünüzü gördüm, ezildiniz sandım. Bir şeyiniz yok değil mi? Hayır, hiçbir şey olmadı, iyiyim. Sizin için ne yapabilirim? Hiçbir şey. Çocuğa ve kendinize iyi bakın. Bu sırada bir subay ve iki asker yanıma geldi. Bayım, bu çocuğu siz mi kurtardınız? Evet. Subay eliyle arabayı gösterdi. Prenses arabada ikinizi bekliyor. Neden? Sizi tebrik etmek, çocuğa geçmiş olsun demek istiyor. Eksik olmasınlar. Saygılarımı iletin. Bayım, kalabalığı sakinleştiremiyoruz. Prensesi ve hizmetkârlarını arabadan indirip gemiye sağ salim bindirmemiz gerekiyor. Lütfen çocukla birlikte arabaya gelir misiniz? Siz onları sakinleştirebilirsiniz. Hayır, bunu yapmam dedim. Bayım, biz askeriz. Gerekirse ateş açarız. Kimsenin canı yanmaması için bunu rica ediyoruz. Yalnızca prenses için değil. Anlıyor musunuz? Çocuğun annesine baktım. Ona soracaktım. Kadın yüzünü subaya döndü. Eğer bizi de gemiye bindirirseniz, memnuniyetle geliriz dedi. Subay burnundan soluyordu. Kalabalığa ve tekrar bize baktı. Çaresiz kaldı. Peki. Buyurun lütfen dedi. Kalabalığı yarıp arabaya gittik. Kalabalık bizi görünce sakinleşti. Subay çocuğu annesinin kucağından alıp bana verdi. Arabaya çıkıp, dağılmalarını söyler misiniz? Aslında bunu yapmak istemezdim ama kadına baktığımda benden söyleneni yapmamı istediğini hemen anladım. Çocukla sürücünün yerine çıktım. İkimiz de iyiyiz. Kimseye zarar vermeyin dedim. Başka bir şey söylememe gerek kalmadı. Dağılmaya başladılar. Arabadan indim. Subaya Tamam mı? dedim. Tamam. Teşekkür ederiz. Rica ederim. Umarım, kabahatini sürücünün yanma bırakmazsınız. Cezasını fazlasıyla verdiler zaten. Öyle değil mi? Sanırım haklısınız.

Çocuğu annesine geri verdim. Subay arabanın kapısını açtı. Ben yerimde kaldım. Anne ve çocuk kapının önüne geldi. Prensesin yüzünü görmedim, sesini duymadım. Kadın sevinçle, tekrar tekrar teşekkür etti. Elinde küçük bir kese tutuyordu. Prenses ona sus payı vermişti. Kadın keseyi bana göstererek, Gelir misiniz? Size de ödül vermek istiyor dedi. Ona teşekkür ettiğimi söyle dedim. Kadın şaşırdı. Subay, Neden geri çeviriyorsunuz? dedi. Ben çocuğu ödül için kurtarmadım. Eğer hediyesini alırsam, yaptığım iyiliğin hiç değeri kalmaz. Size de altın verecektir. Madem istemiyorsunuz, prensese bırakmak yerine, şuradan bir zavallıya verseniz. Haklısınız dedim. Haklıydı, ne diyebilirim. Arabanın kapısına gittim. Prensesi görünce şaşırıp kaldım. On üç-ön dört yaşlarında çok güzel bir kızdı. İçtenlikle gülümsedi. Cesaretiniz ve fedakârlığınız için sizi tebrik ederim dedi. Başımı eğerek selam verdim. Asillere peşin saygı duymaz-dım. Ergenlik çağma yeni girmiş bu kız bende saygı uyandın mıştı. Kabul ederseniz, size ödül vermek isterim. Çünkü bize de yardımcı oldunuz. Şeref duyarım dedim. Gülümsedi. Zaten Rusça aksanım iyi değildi, formalite-den söylediğimi anlamıştı, belli ki çok zeki bir kızdı. Gemide bize iki kamara ayrıldı. Fakat ağabeyim bu yolculuktan vazgeçti. İstanbul a prensin kamarasında gitmek ister misiniz? Bu teklife çok şaşırmıştım. Hemen yanıt vermeliydim. Müteşekkir olurum dedim. Emir subayına iletirsiniz. O yerine getirir. İyi yolculuklar dedi. Karşılıklı selâmlaştık. Subay kapıyı kapadı. Prense ayrılan kamarada seyahat edebileceğimi söyledi dedim. Subay Anlaşıldı. Bizimle kalın dedi. Babam eski bir diplomat olduğu için bu işlere aklım yatar. Küçük prensesin olay karşısındaki zekâsını takdir etmiştim. Öfkeli kalabalığı dağıtmak için beni ve çocuğu arabaya çıkararak herkese gösterip tanıtmıştı. Bana kamara teklif ederek gemiye binmemi garantiye almıştı, böylece gemiye binerken hem ben hem çocuk yanında olacaktık. Kalabalığın tepkisini bertaraf edecekti. Nitekim öyle oldu. Geminin köprülerinden biri bize açıldı. Hep birlikte rahatça bindik gemiye. Diğer asiller de bu köprüden bindirildi. Limanda bekleyen zavallı insanlar biz kamaralara yerleştikten sonra birbirlerini yiyecekler sonra gemide yer kalmışsa bindirileceklerdi. Tabii çoğu limanda kalacak, başka bir gemiye binmeye çalışacaklardı. Ne yalan söyleyeyim, bir kamarada yolculuk yapacak olmama seviniyordum. Böylece yolculuk sürerken yazabilir, ayrıca rahat yolculuk yapabilirdim. Rusya ya geldiğimden beri sürekli oradan oraya yolculuk yapıyordum, hepsi çok eziyetli, bazıları tehlikeli geçiyordu. Bolşevikler genellikle Ingilizlerden nefret ediyor, Ingiliz olduğumu öğrenenler bir aristokrat olduğumu sanıyordu.

Kamaraya girince şaşırıp kaldım. İki yatak ve bir masa vardı. Prens için özenle hazırlanmıştı. Doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Eşyalarımı dolaba ve çekmecelere yerleştirdim. Defterlerimi ve o çok sevdiğim kurşunkalemlerimi masaya koydum. Yolculuğa hazırdım. Harika bir yolculuk olacaktı. İçimde öyle bir duygu vardı. Kamarayı zevkle seyrettim, keyifle yatağa uzandım. Biraz kestirmek istiyordum ama aklıma kadın ile çocuğu geldi. Onları kamaraya davet etmeliydim. Hemen güverteye çıktım. Güverte kalabalıktı, koşturmaca vardı, köprülerde insanlar sıkış tepiş gemiye akın ediyor, herkes oradan oraya seğirtiyor, bir yer kapmaya çalışıyordu. Kadın ile çocuğu ararken, onu gördüm. Bir daha asla unutamayacağım kadını, Agafya yı. Tepeden tırnağa beyazlar içindeydi. Başında hevaz bir kalpak, ayak bileklerine kadar inen beyaz bir kürk ve beyaz çizmeleri vardı. Sarı kızıl saçlarını toplamamıştı. Beline kadar iniyordu altın kızılı saçları. Teni süt gibi beyaz, dudakları gülkurusuydu; bal rengi gözlerinin kenarları yeşil kalemle çizilmişti. Güneş yüzünü yaladıkça hafif çilleri be-lirginleşiyor, yüzüne derin bir anlam ve haylazlık katıyordu. O kadar güzeldi ki, gözlerimi alamadım. Sanki gözlerim değil de, kalbim onu tanımıştı, hızlı hızlı çarpıyordu. Sanki onunla yaşayacağım her şeyi bu kalp bile başından beri biliyordu. Çok güçlü bir duygu bedenime ılık ılık doluyordu. Tutulmak buydu işte. İlk görüşte tutulmuş-tum. Ruhum bedenimden çıkıyor, yerini başka bir ruh alıyor gibiydi. Güvertedeki telaşın tam ortasında onu ne kadar seyret-tim, bilmiyorum. Zaman durmuş, başka bir şey akar olmuştu. Koşturanlar bana çarpıyor ama ben çarpma anında bile gözlerimi ondan ayırmıyordum. Serap görmüş gibiydim. Başımı çevirsem, bir an gözümü yumsam, sanki kaybolup gidecekti. Sonunda o da beni gördü. Dikkatini çektim, ona baktığımı anladı ama umursamadı, başını çevirdi. Denize bakıyordu, enginlere, ufka bakıyordu. Aramızdaki mesafe on metre kadardı ya da biraz daha fazla ama o, baktığı uzaklık kadar uzak geliyordu bana. Asla ulaşamayacağım kadar uzaklarda bir yerdeydi. Sonra yine baktı bana, sonra bir daha, bir daha. Gözümü ayırmadığımı anlamıştı. Başka birine asla böyle bakamaz-dım. Ne kadar güzel olursa olsun, bir kadına böyle büyülenmiş gibi, böyle istemsiz, böyle elimde olmadan ve kendimi tamamen vererek bakamazdım. Acaba bunu anlamış mıydı, bilemem. Ve bu kez uzun uzun bana baktı, aynı şekilde o da gözlerini ayırmadan. Bu bakışla ayıldım. Bir şey yapmalıv-dım. Ya bakışlarımı kaçıracaktım ya da yanma gidecektim. Fakat yerime çivilenmiş gibiydim. O yanıma geldi. Kalbım yerinden çıkacak gibi heyecanla çarpıyordu. Onun konuşmasını bekledim hiç kıpırdamadan. Bana neden bakıyorsunuz? dedi. Bakmamak elimde değil. Güzel bakıyorsunuz. Siz de öyle. Çok uzaklara bakıyorsunuz. Doğru. Ben burnumun dibini görmeyi sevmem. Çok güzelsiniz. Teşekkür ederim. Siz de çok naziksiniz dedi. Sonra duraksadı. Aslında bana böyle gözlerinizi ayırmadan bakmanız hiç nazik bir davranış değil ama nazik birine benziyorsunuz. Nerelisiniz?

Ingiliz im. Italyanlara benziyorsunuz. Annem Türk. Selanikli. Bir yanım Akdenizli. Öyleyse, Türkçe biliyorsunuz. Evet biliyorum. Hatta iyi bildiğimi söyleyebilirim. Buna çok memnun oldum. Birlikte Türkçe konuşalım. İstanbul da ne kadar kalacağımız belli değil. Şimdiden Türkçe yi geliştirmeye başlamış olurum. Siz nereden biliyorsunuz? Türkçe konuşmaya başladı: İlk dadım Ermeni ydi. On iki yıl baktı bana. O öğretti. Şimdiki aslında benim dadım değil, annemin dadısı, benim Ermeni dadım öldüğünde anne yadigârı olarak bu da bana kalmış oldu. Nerede dadınız? Onunla birlikteydik. Ama ortadan kayboldu, onu bekliyorum. Gemiye bindi mi? Köprüye birlikte çıktık. Arkamdaydı ama kayboldu. Bir süre sessiz kaldık. Gözleriyle güverteyi taradı, dadısını göremedi. Çocuğu kurtardığınızı gördüm. Az kalsın ezilecektiniz. Hiçbir şey söylemedim. Rusça, Kalbimi kazandınız. Güvenilir birisiniz dedi. Kesik kesik ve net konuşuyordu. Sesinde aşırı güven duyan bir insanın hâkimiyeti vardı. Sanırım beni en çok bu etki' lemişti. Bunu duymak beni o kadar sevindirdi ki, yerimden zıpla-yabilirdim. Ona yaklaşmak için fırsat bilerek, Ortalık çok karışık. Sakinleşene kadar yanınızda kalayım dedim. İyi olur, sevinirim dedi. Gene kısa ve netti konuşması. Çocuktan söz açınca, kamarama davet etmek için onları aramaya çaktığımı hatırladım ama bir anda vazgeçtim bun-dan. Dadısıyla birlikte kalmasını teklif edecektim. Hatta şu dadı gerçekten kaybolmuş olsa diye geçiriyordum içimden. Prens için ayrılmış, artık benim olan kamaramda baş başa gitsek İstanbul a. Hayatımın unutulmaz deniz yolculuğu olurdu. Kamarada çılgın gibi seviştiğimizi, dalgaların sallantısıyla birlikte uyuduğumuzu, gözlerimi açıp onunla yeniden sevişmeye başladığımı hayal ediyordum. Dudaklarına bakarken aklım uçup gitmişti. Dalıp gitmişim. Dadısının köprüden güverteye çıktığını görmüştü, ona seslendi. Hayallerim bir anda suya düştü. Dadı yanımıza geldi. Yaşlı bir kadındı. Suratım ekşidi tabu ama bunu belli etmemeye çalışarak selam verdim. Bızı tanış-tıracaktı ama duraksadı. Ah, adınızı sormayı unutmuşum." Anten" dedim. Soyadınız yok mu?" Elbette var ama soyumla bağımı kestiğim için yalnızca kendi adımı kullanıyorum. Yalnızca Anton." Demek ki bir hikâyeniz var. Evet, öyle. İnsanlar hikâyelerden oluşurlar. Ben de Nataşa" dedi. Elini uzattı. Sıcacıktı. Elini öptüm. Dudaklarımdan daha sıcaktı eli. Oysa hava buz gibiydi. Buna şaştım. Elini bırakmadan gözlerine baktım. Dokunmaktan ürperdiğimi, sıcaklığından

etkilendiğimi anlamıştı. Sanırım çok belli etmiştim. Fakat gözünde vahşi bir pırıltı gördüm. Uzaklara bakan o gözlerin derinlerinde saklı duran vahşi bir yanı vardı. Memnun oldum" dedim. Ben de öyle" dedi. Elini, avucumdaki bir tüy demetini yere bırakır gibi usulca bıraktım. O bir anlık pırıltının etkisi altındaydım. Onu bir an çırılçıplak görmüş gibi, arzuyla ürpermiştim. Bu öyle bir tanışma olmuştu ki, ikimiz de saklı duran gerçek yanlarımızı belli etmiştik. İlk bakışta aşk dedikleri kesinlikle buydu. Savaştan daha gerçek, daha etkileyici ve izleri kesinlikle daha kalıcıydı. Sonra beni dadısıyla tanıştırdı. Kadının yorgunluğu her halinden belliydi. Üstelik pek çok yaşlı gibi sürekli sızlanan, halinden şikâyet eden bir kadındı. Kendilerini bir an önce başka bir ülkeye atmak isteyen insanlar birbirlerini ezerek köprüden gemiye binmeye devam ediyor, güverte şimdiden insan kaynıyordu. Birazdan tıklım tıklım olacak" dedim. Nuh un gemisinde olmadığımızı biliyorum ama bana tutan kopmuş gibi geliyor." Dünya savaşının içindeyiz. Başka ne denir ki? Sizce bu savaş daha ne kadar sürer? Kim bilir? Dünyada genel kanı bu savaşın sonunun yak-laştığı yönündeydi. Hatta İngilizler işi bitirdik gözüyle ba-kıyordu. Ama burada devrim oldu ve yeni bir savaş başladı. Buradaki devrim başka ülkelere sıçrayacak, başka ülkelerde yeni devrimler olacaktır. Bu savaş büyük devletlerin küçük devletleri yutma savaşı, aralarındaki savaş bitecek, yutul-mak istenen devletlerin bağımsızlık savaşları başlayacak. Savaştan nefret ediyorum. Kumarbazlar şöyle der: Kaybeden hep ağlar. *** Dünya tersyüz olmuştu. Devrim bir düzenden başka düzene geçiş demektir. Bir düzenin, ahlakıyla, alışkanlıklarıyla, sınıflarıyla tamamen son bulması, yeni bir düzenin yeni ahlakı, yeni sınıfı, yeni hukukuyla başlaması demektir. Tarihin dönüm noktasına tanıklık ediyordum. Başkaldıranlar gururlu, umutlu ve çok cesurdu. Nereye kaçacaklarını bilmeyenler, kendilerini kaçıracak bir gemiye atabilenler korku ve çaresizlik içindeydi. Her hallerinden okunuyordu bu. Ezdikleri, sömürdükleri insanlar tarafından sürülmüşlerdi, şimdi gemiye binmek için, güvertede oturacak, yatacak bir yer kapmak için birbirlerini çiğniyorlardı. Oysa bu insanla-nn çoğu zengin, bazıları asildi kısa bir süre önce. Asaletlerinin, nezaketlerinin, görgülerinin, gösterişleri gibi kocaman bir yalan olduğu ortaya çıkmıştı. Bununla birlikte, yanlarında götürdükleri hizmetkârlar, çara inanmış yoksullar hâlâ onlara saygı gösteriyordu. Fakat bu saygı da pamuk ipliğine bağlıydı, yoksulların bazıları onları bu halde gördükten sonra peşin saygılarını bir yana bırakmış, hizmetkârlarıyla itişip kakışıyordu. Belki çok kısa bir süre sonra hizmetkârlar onları bırakacak, belki hizmetkârlar onların efendisi olacaktı. Dediğim gibi, dünya tersyüz olmuştu. Nereye giderlerse gitsinler, asiller ve zenginlerin çoğu kaçamayacaktı bundan. Bunu şimdiden görmek için güvertedeki amansız yer kapma yarışına, kargaşaya, itiş kakışa şöyle bir göz atmak bile yeteri iydi. Yeni kurulan sosyalist işçi devletinin karşıtları, Rusya nın güneyinde, içinde eski asilzade Rus subayları, toprak beyleri, Kazak askerlerinin bulunduğu bir ordu kurmuşlardı. Kendilerine Gönüllüler Ordusu adını takıp, komünist Kızıl Ordu kuvvetlerine karşı, eski

düzeni yeniden kurmak için harekete geçmişlerdi. General Alekseyev idari, General Kornilov bu hareketin askeri sorumluluğunu üstlenmişti. Dünya yeni bir döneme imza atarken, ben henüz başlamıştım gazeteciliğe, içimde dünyayı değiştirecek bir güç görüyordum. Yaptığım haberler manşet olacak, herkes benim yaptığım haberleri konuşacaktı. Sayfa editörüm, savaş muhabirliğinin bir gazeteci için bulunmaz bir nimet olduğunu, gazetecilikte ilerlemek ve pişmek istiyorsam bu görevin üstüne atlamam gerektiğini söylemişti. Hem Fransızca hem Rusça, ayrıca Türkçe biliyordum. Bu avantajları çok iyi değerlendirebilirdim. Bir zamanlar Balkan Savaşı nı izleyen bir gazeteci vardı, Troçki... Şimdi Kızıl Ordu nun başında. Dünyanın tarihini değiştiren ordunun başkomutanı... Sen de gazeteci olarak başladığın bu yolculuğun sonunda hiç ummadığın bir yere çıkabilirsin demişti. O gece evime o kadar heyecanlı dönmüştüm ki, bavulumu alelacele hazırlarken, Londra nın sisli gecelerine saplı kalan yanını nereye gidiyorsun diye bağırıyordu. Oysa savaş beni gerçek bir erkek yapacaktı, savaşta hem kendimi hem de ruhumu sınayacaktım. Aşkın bile en önemli imtihan yeri savaş değil miydi? Aslında Bolşevik işçi devriminin başlamasına sebep olan 1904' 1905 yılları arasında yaşanan Rus-]apon Savaşı ydı denebilir. Rus-Japon Savaşı tam anlamıyla bir Doğu-Batı savaşıydı. Rusya nın elit kesimi, Rusça nın yanında Fransızca, bir kısmı Almanca ve İngilizce konuşuyordu. Edebiyatta, felsefede birçok Batı ülkesini geride bırakmıştı, ilk devrim Rusya da olunca Marx taraftarları bile buna şaşırmıştı. Çünkü işçi sınıfı devrimini İngiltere ya da Almanya da bekliyordu. Doğulu Japonya, Batılı Rusya yı 1905 teki savaşta yenmişti. Bu Rusya için ağır bir yenilgiydi. Sadece Rusya için değil, bu Doğu ya karşı uzun yıllar sonra ilk yenilgiyi alan Batı için de sarsıcıydı. Bu Doğu nun kendine güveninin yerine gelmesi, yeniden doğuşuydu. Bu galibiyet ezilenlerin, sömürülenlerin artık savaş kazanabileceklerini gösteriyordu. Batı nın kayıpları bu savaşla başlamıştı. Bu savaşın sonunda Rusya, Portsmouth ta imzalanan barış antlaşmasıyla, Sahalin in yarısını -kı 1875 te almıştı- ve Mançurya yı tamamen boşaltıyor, Kvantung Yarımadası ile Port-Arthur u Japonlara teslim ediyordu. Yenilmez Batı fikri bir anda yıkılıvermişti. Ardından Genç Türklerin ihtilali, İran da, Mısır da, Meksika da ve daha birçok ülkede devrimler birbirini izledi. *** Gece yarısı trenden inip General Denikin in ordusunun konuşlandığı yeri sorduğumda, beklememiz gerektiğini, ancak sabah olduğunda o tarafa doğru yola çıkabileceğimizi söylediler. Sıcak Londra otellerinde bir kadınla sevişmek varken, bu köhne yerde ne işimin olduğunu kendime sora sora, salaş bir otelde yer buldum. Sabah kaşınarak kalktım, tahtakuruları her tarafımı yemişti. Bu işe evet dediğime bin pişman olmuştum. Bir Kazak asker geldi, beni generalin yanma götürmekle görevli olduğunu söyledi. Gazetem geleceğimi haber vermişti demek ki. Doğudan Amiral Kolçak ın ordusu ve Çek kuvvetleri, batıdan Leh ordusu ve Baltık bölgesinden General Yudeniç in ordusu, kuzeyden fırsattan istifade etmek isteyen Mannerheim komutasındaki Fin ordusu ve General Miller in kuvvetleri, güneyden ise General Denikin kuvvetleri Bolşevikleri kuşatmış haldeydi. Flepsi, çapulcu sürüsünün işini bitirdiğini

düşünüyordu. Ama Bolşevikler akıllıydı ve kimsenin beklemediği stratejik girişimler yapıyor, anlaşma yollarına gidiyorlardı. Bolşevikler, Dünya Savaşında savaştıkları devletlerle 3 Mart 1918 de Brest-Litovsk Antlaşması nı imzalayarak aldıkları topraklardan vazgeçti, eski müttefiklerle yapılan gizli antlaşmaları açıkladılar. Bu antlaşma sonucu Baltık ülkeleri, Polonya ve Finlandiya bağımsızlığına kavuşmuştu. Bolşevik-lerin bu hamlesiyle Beyaz Ordu biraz daha zor durumda kaldı. Denikınin amacı tek ve bölünmez bir Rusya hayaliydi çünkü. İngiltere 1919 sonbaharında Baltık a 50.000 asker çıkarıp General Yudeniç in komutasına vermişti. Bu Estonya-lıların savaşa katılmasını, Finlandiya nın Petersburg a kuzeyden saldırmasını kolaylaştırmıştı. Ukraynalılar, Sırplar, Çekler, Lehler, Rumenler Beyaz Ordu saflarında yer aldılar. Ama bunu Bolşevikler İşte tüm emperyalistler ve işbirlikçileri Rusya ya karşı, amaçları da ülkeyi paylaşmak diyerek kullandı. Don Nehri nin geniş bereketli topraklarında yaşayan Kazaklar, siyasi özerklik elde etmiş, on üç bölgeye ayrılmış, her bölgenin başına bir ataman getirtmişlerdi. Daima at sırtında ve savaşa hazır olan Kazaklar, her zaman önderlerine körü körüne bağlıydılar. Bu atamanları da olabilirdi, çarları da. Devrimi tanımadıklarını açıkladılar. Böylece 165.000 kilometrekarelik bir alan karşıdevrim için büyük bir cephe oldu. Bu önemli gelişme, Beyaz Ordu nun kuruluşunu tetik-ledi. Rus ordusunun eski komutanlarından General Alekse-yev ve General Kornilov bu bölgede Gönüllü Ordu adı altında devrim karşıtı bir ordu kurdular. Bu ordunun adı daha sonra Beyaz Ordu ya dönüştü. Beyaz Ordu önce Bolşevik Kızıl Ordu ya karşı kısmen başarı kazandı. Bolşevikler bunlara karşılık olarak 16 Temmuz u 17 Temmuz a bağlayan gece, Yekaterinburg da tutuklu bulunan Çar II. Nikolay ı, çariçeyi ve beş çocuğunu kurşuna dizdi. Nesillerdir söylenen imparatorluk marşı sustu. Görkemli saltanat sulara gömülürken ardında garip bir efsane bıraktı: Çarın en küçiik kızı Anastasya ölmemiş-ti, ortadan yok olmuştu. Böyle bir hikâyenin uydurulması bana çok ilginç geldi, efsaneye dönüştürecekleri bir yalana tutunmuşlardı. Dirençleri kırılan çar taraftarları, Yaroslav a yenilen Bo-ris Savinkov un adamlarıyla son bir oyun oynamak istedi. 30 Ağustos ta Savinkov un bir ajanı olan Fanny (Anna) Kaplan, Lenin i Moskova daki bir toplantı çıkışında vurdu. Bolşevikler tam anlamıyla çileden çıktı. İşte bundan sonra savaş rüzgârları Beyazların aleyhine esmeye başladı. Bir süre sonra Fransızlar da Bolşeviklere karşı savaşı kay-betti. Hiç beklenmeyen bir durumdu bu. Fransız hükümeti, General d Esperey e 1 Nisan da Odesa yı boşlatma emri verdi. Bövlece Fransız gemileri bazı zengin Rusları da alarak İstanbul a geldi. Rus zenginleri, toprak beyleri, asilzadeler kaçmak ile kalmak arasında sürekli gelgit içindeydi. Bir taraftan çapulcu işçilerin savaşı kazanamayacağını düşünüyor, diğer taraftan işçilerin inadı karşısında yılgınlığa düşüyorlardı. Rus göçü artarak devam etti. Kırım da gerçekleşen tahliyelere yardımcı olmak için Odesa kıyılarında bulunan Amiral Bris-tol komutasındaki Nahma adlı Amerikan gemisi 7 Nisan 1919 da Sivastopol dan aldığı yüzlerce Rus mülteciyle İstanbul a doğru hareket etti. Aralık 1919 dan itibaren Güney Rusya dan İstanbul a mülteci akını başlamıştı. Bu dönem gidenlerin hepsi asilzade ve zengin insanlardı. Mültecilerin Rusya dan ayrılma sebebi tamamen Bolşe-vizm korkusuydu. İstanbul u seçmelerinin en önemli sebebi ulaşabilecekleri en yakın ve en güvenilir şehir olmasıydı.

Ayrıca, başka ülkelerin uyguladığı katı kısıtlamalar, Rus mültecileri İstanbul a yönelmeye zorluyordu. Mültecilerin İstanbul a geldikleri sırada Güney Rusya da büyük bir kaos yaşanıyordu. Bolşeviklerin ileri harekâtıyla birlikte iç bölgelerdeki şehirler boşaltılıyor, bu şehirlerin ahalisi Kafkasya sahillerine ya da Kırım a sevk ediliyorlardı. 1920 yıllarının başına gelindiğinde, İngilizler Beyaz Ordu ya yaptığı yardımları kesmeye ve Bolşeviklere uygulanan ambargoyu delmeye başladılar. Çünkü İngilizler bölgeden kendilerine gönderilen raporlardan ve ajan bildirimlerinden Bolşevikleri yenmenin imkânsız olduğunu anlamışlardı. Devam ederlerse kendi iç işlerinde karışıklık çıkacağı kesindi. Çünkü İngiltere dünyanın en büyük işçi sınıfına sahipti. Böylece Bolşevikler kazandı, Beyaz Ordu kaybetti. Üç yıl boyunca on binlerce Beyaz Rus İstanbul a göçtü. Hatta tarihte ilk kez vatansız kalan bir ordu bir ülkeden başka bir ülkeye kaydırıldı. Beyaz Ordu bütün askerleri ve teçhizatıyla İstanbul ve Gelibolu ya geldi. 1920 de, İstanbul daki Beyaz Rus sayısı yüz bini aşmıştı. İstanbul da korkunç bir sefalet içinde yaşayan Beyaz Ruslar şehrin çehresini değiştirdi, eğlence hayatlarını taşıdı, tanıştırdı, kabul ettirdi. Birbirinden alımlı Rus kadınları şehirdeki bütün erkeklerin yüreğini hoplattı, gönlünü fethetti. İstanbul un kadınları da onlardan çok etkilenmiş ve bazıları onları taklit etmişti. Savaşın sefaletinden ötürü saçlarını kısa kesmek zorunda kalan Rus kadınların saçlarını toplayarak yaptıkları modele haroşa deniyordu, bu yeni saç biçimi kısa sürede moda olmuştu. İstanbul halkı giyimleri, saç biçimleriyle Rusları taklit eden kadınlara tango diyordu. Çünkü Rus denince akla kadınların güzelliğinin yanı sıra dans geliyordu. Ruslar dansı seviyor, farklı danslar biliyor, güzel dans ediyor ve İstanbullu erkekler Rus kadınlarla dans etmek için birbiriyle yarışıyordu. İstanbul yeni bir kültür, yeni bir yaşam biçimi kazandı. Ruslar içinse her şeyi kaybetme dönemiydi. Asiller unvanlarını, zenginler servetlerini, askerler silahlarını geride bırakmıştı. Bazıları hayatını, bazıları onurunu yitirdi. Zaten hepsi en başta vatanlarını yitirmişlerdi. Bunun nasıl bir ıstırap olduğunu anlatmak bugün bile beni aşıyor, ancak yaşayanlar bilir. Eminim, bu acıvı yaşayan Beyaz Ruslar için bile anlatmak, kelimelere dökmek çok zordur. Belki bunu anlatmak yerine, Anastasya için uydurdukları gibi hikâyeler uyduracaklardır. Kim bilir? Belki de, prense ayrılan kamarayı bana hediye eden Anastasya ydı. Agafya ve Tegami den geriye tozlu defterleri kalmıştı. Nasıl ki, Rusya da yıkılan saltanat geride buruk bir hikâye, gizemli bir efsane bırakmışsa, ben de İstanbul da yaşadığım aşk dolu üç yılı yazmak istedim, yıllar sonra Rejans ta gözle-rimden yaşlar süzülürken. O defterleri okumaya nasıl cesaret edecektim? Daha aç-madan bile, benim için her kelimesinde gözyaşı ve kan vardı. Her savaşta olduğu gibi... Savaşların tarihini kazananlar yazar. Kaybedenlerden geriye sadece hüzünlü hikâyeler kalır. Kazananlar kanlı elleriyle tarih yazar. Kaybedenler gözyaşlü' nyla hikâye. Beyaz Ruslar için Anastasya ne ise, benim için Agafya daha fazlası. Nasıl kabullenebilirim ölümünü? Bir hikâyede yaşatmak varken... Aşkımla birlikte. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Ne önemi var şehir adlannın. Sapandan fırlayan taş gibiler. Fırlatıldıkları yerde kalacaklar, belki bir dere yatağı, belki güneş görmez bir orman, belki bir kaya başı... Korunaksız, çaresiz, rüzgârız ve suyun insafım kalmış şekilde... Ben incinmiş bir kızım. O yüzden ancak acıtarak sevebilirim bir erkeği. Aşkına güvenebilmem için verdiğim acıya katlandığını görmem gerekir. Aşkıma aynı şekilde karşılık vermesini isterim. Sen buna dayanabilir misin? Böyle söylemişti bana tekrar sevişmek için ayaklarına kapandığımda. On beş yaşında öldüğünü söylemişti o gece. Nedenini sorma demişti. İşte o gece Agafya adını verdim ona. Sam yeni bir isim verdim ben, Agafya dedim. Yüce aşk dedim. Kalbimin en derinine sakladım seni, kimse görmesin istedim. Ve o ismi sadece ben bildim ve sen sadece benim oldun... Evet evet... Tüm olanları anlatacağım tek tek. Hepsinin sırası gelecek. Güverte tıklım tıklım dolmuştu. Köprüler kaldırılırken, askerler limanda kalanları uzaklaştırmak için dipçiklerine başvurmak zorunda kalmıştı. Güvertedeki kargaşa sürüyor, kendine sığınacak bir yer bulan yerinden ayrılmadığı için ortalıkta koşturanlar, gezinenler azalıyordu. Buna karşın orada burada yer kavgaları çıkıyor, canından bezmiş askerler hiçbir şeyi umursamıyordu. Gemi düdüğünü iki kez uzun uzun öttürdü, kapkara dumanlar püskürttü. Yolculuğa çıkış vakti yaklaştı. Birden güvertede ani bir hareketlenme oldu. Sanırım kendine henüz bir yer bulamayanlar ve yerini beğenmeyenler kısa süreli bir telaşa kapılmıştı. Tabakamı çıkardım, sonra eldivenlerimi çıkarıp bir tütün sardım. Parmaklarım hemen üşüdü. Burnum da üşüyordu. Siz de ister misiniz? diye sordum. Agafya Evet isterim dedi. Sardığım sigarayı ona verdim. Çakmağımla yaktım. İçine tam çekmedi, acemice çekip iilledi dumanı, buna karşın arka arkaya haftfçe öksürdü. İster istemez gülümsedim. Tiryaki değilsiniz galiba. Değilim. Agafya da gülüşüme karşılık verdi. Aslında kendini hemen ele veren biri değilim. Oysa verdin Agafya. Uzaklara, uzaklan aşan bilinmeze bakışındaki o gizemi, bana bakarken gözlerinde çakan parıltıda gördüm. O vahşi yanını ele verdin bile. Ama şimdilik ikimiz de bunu yok sayıyoruz. Kendime yeni bir sigara sardım. Tabakamı cebime koydum. Agafya dumanı dikkatle çekiyor, artık öksürmüyordu. Ben çok derin bir nefes çektim. Burada ne arıyorsunuz? diye sordu. Konuşurken insanı ürküten, acıtan bir bakışı vardı. O gün öğrenmiştim bunu. O anda, o bir soru sormuşsa, çaresizce gerçeği anlatmak zorunda hissederdiniz kendinizi. Anlatırdınız da... Çaresizce... Gazeteciyim. Savaş muhabirliği yapıyorum. Tehlikeli bir iş, öyle değil mi? Savaş herkes için tehlikelidir. Ama sizin ateş hattında olmanız gerekmiyor mu?

Şart değil. Alevlerin dibine kadar sokulmak, barut kokusunu çekmek yeterli oluyor. Siz de öyle mi yaptınız? Evet, zaman zaman öyle yaptım. Bazen haber topluyorum. Bazen haberin peşinden gidiyor, haberin içine giriyorum. Tabii, bu arada haber olmak da var: Savaş muhabiri öldü! Gülümsedim. Şakacısınız dedi. Aslında hiç değilimdir. Bu savaşta çıktı şakacılığım ortaya. Böylesi bir acıya ve korkuya dayanabilmek için arada gülebilmek gerekiyor. En çok neye güldünüz? diye sordu. Durup düşündüm. Bilmiyorum dedim. Sizi ölçmek için sormadım. Ben de gülmek istediğim için. Belki beni de güldürür. Kadınlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanır. Sanırım siz de Öylesiniz. Tam tersi. Ben, beni ürküten erkeklerden hoşlanırım. Çok açıksözlüsünüz. Rus kadınları böyledir. Öğrenmiş olmanız gerekirdi bunca zaman. Evet öylesiniz. İngiliz kadınlan nasıldır? İmalı konuşurlar. Dikkatli ve zeki olmanız gerekir. Yine de en hassas şeyleri özellikle muğlak bırakmayı iyi bilirler. Onu her kadın yapar. Sessiz kaldım. Üstüne bir şey söylemedim. Kadınlarla ilgili yeni bir şey öğrenmiştim, beni biraz ürkütmüştü. Çünkü benim gibi genç erkek kesin bir zafer ister. Muğlaklık daima gölge düşürür, acı verir, kalbi acıtır. Hayal kırıklığına uğramış gibi burkuldum ama geçiştirdim bunu. Geriye dönerek, az önce bana sorduğunu düşündüm. İki ay kadar önce, postaneye giderken, meydanda bir çatışmanın ortasında kaldım. Her yandan ateş ediyorlardı. Ne tarafa kaçacağımı, nereye saklanacağımı bilemedim. Ateş açılmayan bir sokağa doğru koştururken bir adam önümü kesti. Saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı perişan bir adamdı. Çok saygılı bir üslupla, Bayım acaba bana votka parası verebilir misiniz? dedi. Panik halde bağırarak, Ateş ediyorlar dedim. Tabii ateş edecekler, onlar asker. Ben de o yüzden votka içmek istiyorum. Postu deldirirsem kan değil, votka aksın dedi. Agafya gülmeye başladı. Ben ona alelacele biraz para verip gittim. Kaç para verdiğimi filan bilmiyorum. Elimi cebime attım ve elime gelen parayı ona verdim ve koşarak oradan kaçtım. O ne yaptı peki? Ne bileyim ben. Arkama bakmadım ki. Sokağa daldım, sonuna kadar koştum, ara sokaklarda durdum. Netes nefese kalmıştım, orada gülmeye başladım. Bana tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Çok utandım tabii. Böyle durumlarda insan neden güldüğünü birine anlatmak istiyor. Bir bakıma herhangi birini suçuna ortak etmek gibi...' Anlattınız mı? Hayır, tabii ki oradan birine anlatmadım bunu. Ama ben gazeteciyim. Hemen oturup yazdım ve editörüm çok beğendi. Peki, nasıl yazdınız bunu?