DENİZ KAVUKÇUOĞLU SEN VATAN HAİNİ MİSİN, BABA?



Benzer belgeler
Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

YOL AYRIMI SENARYO ALĐ CEYLAN

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΟ ΕΞΕΤΑΣΤΙΚΟ ΔΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΤΕΛΕΙΤΑΙ ΑΠΟ ΕΞΙ ( 6 ) ΣΕΛΙΔΕΣ

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý.

DESTANLAR VE MASALLAR. Samed Behrengi KÜÇÜK KARA BALIK. Masal. Çeviren: Haşim Hüsrevşahi resimleyen: Mehmet Sönmez

Cem Akaş BUMBA İLE BİBU. Resimleyen: Reha Barış

Zeynep in Günlüğü. Hikaye Yazarı Sevinç DOĞAN ( Türkçe Öğretmeni ) Fatma BAŞA. Kapak Tasarımı ve Sayfa Tasarımı Ahmet ŞAMLI

YİNE YENİ KOMŞULAR. evine gidip Billy ile oynuyordu.

Engin arkadaşına uğrar, eve gelir duşunu alır ve salona gelir. İkizler onu salonda beklemektedirler.

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Refik Durbaş. Öykü KURABİYE EV. Resimleyen: Burcu Yılmaz

Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı,

ÇARŞI ESNAFININ BODRUM YOLCU LİMANINA TEŞEKKÜR ZİYARETİ

Yazan : Osman Batuhan Pekcan. Ülke : FRANSA. Şehir: Paris. Kuruluş : Vir volt. Başlama Tarihi : Bitiş Tarihi :

"Nereden başlasam, nasıl anlatsam..."

Yunanistan - Mikonos

BÖCEK ORKESTRASININ MUHTEŞEM SINIFI

ΤΕΛΙΚΕΣ ΕΝΙΑΙΕΣ ΓΡΑΠΤΕΣ ΕΞΕΤΑΣΕΙΣ ΤΟ ΕΞΕΤΑΣΤΙΚΟ ΔΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΤΕΛΕΙΤΑΙ ΑΠΟ ΕΠΤΑ (7) ΣΕΛΙΔΕΣ

Dört öğrenci sabahleyin uyanamamışlar ve matematik finalini kaçırmışlar, ertesi gün hocalarına gitmişler, zar zor ikna etmişler. Arabaya bindik yolda

2- Takside. Türk kadınla Alman kadın aynı yerden taksiye bindiler aynı mesafeyi gidip aynı yerde indiler.

Amsterdam Turu 3 TUR ÖZELLİKLERİ. 1.Gün: İstanbul Amsterdam "Şehir Turu" 2.Gün: Amsterdam Serbest Gün veya Büyük Hollanda Ekstra Turu

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Cihan Demirci. Şiir ŞİİR KÜÇÜĞÜN. 2. basım. Resimleyen: Cihan Demirci

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

Barcelona Gaudi nin Katalunyası

Herkese Bangkok tan merhabalar,

edersin sen! diye ciyaklamış cadı. Bunun hesabını vereceksin! Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları

KÜÇÜK UYKULAR BAHÇESİ

Yukarıda numaralanmış cümlelerden hangisi kanıtlanabilirlik açısından farklıdır?

Tacikistan Turu Air Astana Havayolları ile 8 Gece 9 Gün

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir?

ÇiKOLATAYI KiM YiYECEK

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi

Bu testi yapın, kendinizi tanıyın!

Ulaşım araçları, resimden sözcüğe (karelere, resimlerin numaralarını yazınız)

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu!

Bask'ın İki Yakası Turu 2 (Bordo Biarritz Bilbao)

15 günlük kısa dönem Avrupa gönüllü hizmeti projemi bitirdikten sonra Türkiye ye döndüm ve sizinle oradaki anılarımı bir raporda paylaşmak istedim.

de hazır değilken yatağıma gelirdi. O sabah çarşafların öyle uyandırmıştı; onları suratıma atarak. Kız kardeşim makas kullanmayı yeni öğrendi ve bunu

ΣΔΛΙΚΔ ΔΝΙΑΙΔ ΓΡΑΠΣΔ ΔΞΔΣΑΔΙ. ΔΙΑΡΚΕΙΑ: 2 ώρες ΗΜΕΡΟΜΗΝΙΑ: 24 Μαΐοσ 2011 ΣΟ ΔΞΔΣΑΣΙΚΟ ΓΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΣΔΛΔΙΣΑΙ ΑΠΟ 6 (ΔΞΙ) ΔΛΙΓΔ. Τπογραφή καθηγητή:

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Süleyman Bulut. Bilmece ŞİPŞAK BİLMECELER DEYİM VE ATASÖZLERİ. 2. basım. Resimleyen: Ferit Avcı

UFACIK TEFECİK KURBAĞACIK

KEREM ASLAN Her Şey Dahil


ΤΠΟΤΡΓΔΙΟ ΠΑΙΓΔΙΑ ΚΑΙ ΠΟΛΙΣΙΜΟΤ ΙΓΡΤΜΑ ΓΙΑΥΔΙΡΙΗ ΑΠΟΓΔΤΜΑΣΙΝΩΝ ΚΑΙ ΒΡΑΓΙΝΩΝ ΔΠΙΜΟΡΦΩΣΙΚΩΝ ΠΡΟΓΡΑΜΜΑΣΩΝ ΚΡΑΣΙΚΑ ΙΝΣΙΣΟΤΣΑ ΔΠΙΜΟΡΦΩΗ

Pirinç. Erkan. Pirinç (Garson taklidi yaparak) Sütlükahve söyleyen siz değil miydiniz? Erkan

ANOREKTAL MALFORMASYON DERNEĞİ

ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR HÂLÂ HARİKA

ÇAYLAK. Çevresinde güzel bahçeleri olan bir villaydı.

Geç Kalmış Bir Yazı. Yazar Şehriban Çetin

Tek başına anlamı ve görevi olmayan ancak kendinden önce gelen sözcükle öbekleşerek anlam ve görev kazanan sözcüklerdir. Edatlar şunlardır:

EĞİTİM TATİLİ TANIŞMA. Eğitim yolculuğu. Haus Kreisau. v a r d ı ğ ı m ğ z d a h e r k e s

1.Aşağıdaki isimlere uygun sıfatkarı getiriniz.(büyük, açık, tuzlu, şekerli, soğuk, uzun,güzel, zengin)

ORTA HAZIRLIK TÜRKÇE ORTAK SINAVI Açıklamalar GRADE. (20 Aralık 2015, Pazar)

Motelimiz, 7 iki kişilik oda, 2 üç kişilik oda ve 3 bungalowdan oluşuyor. Bungalowlarda 2 yatak odası ve 4 yatak var.çocuklu Aileler için çok ideal

AFRİKA DAKİ AKDENİZLİ TUNUS Türk Hava Yolları ile - 3 Gece 4 Gün

(22 Aralık 2012, Cumartesi) GRUP A Türkçe Ortak Sınavı Lise Hazırlık Sınıfı

SABİHA GÖKÇEN KÖLN (ALMANYA)

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Süleyman Bulut. Öykü ORMANDAKİ DEV. 4. basım. Resimleyen: Reha Barış

Kumbahçe de otel inşaatında göçük meydana geldi

Edwina Howard. Çeviri Elif Dinçer

Şef Makbul Ev Yemekleri'nin sahibi Pelin Tüzün Quality of magazine'e konuk oldu

Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi.

MASAL YOLU BREMEN TRENDELBURG HAMELIN - SABABURG

KADINLAR ve Demografik Büyüklükler Hedef Kitle Tanımlamaları Yaşam Trendleri

BREMEN TRENDELBURG HAMELIN - SABABURG

Lesley Koyi Wiehan de Jager Leyla Tekül Turkish Level 5

25. Aşağıdaki deyimlerle anlamca üçlü bir grup oluşturulduğunda hangisi dışta kalır? A) eli bol B) eli açık C) eli geniş D) eli kulağında

KANADA TASLAK VİZE BAŞVURU FORMU

SAGALASSOS TA BİR GÜN

"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

YAZ 2015 SAYI: 305. şehir tanıtımı

C A NAVA R I N Ç AGR ISI

Günler süren yağmurdan sonra bulutlar kayboldu. Güneş, ışıl ışıl yüzünü gösterdi. Yıkanan doğanın renklerine canlılık gelmişti. Ağaçlardan birinin

ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÖMER TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ TÜRKÇE SINAVI

İÇİNDEKİLER. Sayfa. ÖNSÖZ... v GİRİŞ... 1

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır.

Kazova: Patronsuz üretim devam ediyor; herkes mutlu, herkes çalışmak istiyor.

DENİZ YILDIZLARI ANAOKULU. NİSAN AYI 1. ve 2. HAFTASINDA NELER YAPTIK?

* * * Mevsim tatilini fırsat bilip, Cemre ile birlikte hem Yunan adaları turu yaptık, hem de Bodrum'd an Kekova 'ya kadar denizden dolaştık.

Benimle Evlenir misin?

Sicilya. Palermo&Katanya Ekim 2013 Tura Turizm in Özel Hava Yolları ile

İÇİNDEKİLER Sayfa ÖNSÖZ... V. I. BÖLÜM İNSAN DAVRANIŞLARI VE ANLAMLARI A. İnsan Davranışları... 1 B. Davranışların Anlamları... 11

Süha Derbent Danışmanlığında Botswana da Helikopter ile Foto safari

Uzun Bir Köpek Hakkında Kısa Bir Öykü. Henry Winker. İllüstrasyonlar: Scott Garrett. Çeviri: Bengü Ayfer

I. Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. ÖNEMLİ BİR DERS

MATBAACILIK OYUNCAĞI

ΤΕΛΙΚΕΣ ΕΝΙΑΙΕΣ ΓΡΑΠΤΕΣ ΕΞΕΤΑΣΕΙΣ ΤΟ ΕΞΕΤΑΣΤΙΚΟ ΔΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΤΕΛΕΙΤΑΙ ΑΠΟ 6 (ΕΞΙ) ΣΕΛΙΔΕΣ

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

Asker hemen komutanı süzerek cevap vermiş; 1,78! Komutan şaşırmış;

TATÍLDE. Biz, Ísveç`in Stockholm kentinde oturuyoruz. Yılın bir ayını Türkiye`de izin yaparak geçiririz.

Ortadoğu nun Paris i Beyrut

Derleyen: Nezir Temur Resimleyen: Mert Tugen

Korkut un Hindistan Güncesi. 6 Haridwar-Varanasi Carsamba Persembe

İTÜ GELİŞTİRME VAKFI BEYLERBEYİ ÖZEL ANAOKULU VE ÖZEL İLKÖĞRETİM OKULU EĞİTİM VE ÖĞRETİM YILI 8.VELİ BÜLTENİ

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

Lübnan - Beyrut BEYRUT

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

Transkript:

1

2

DENİZ KAVUKÇUOĞLU SEN VATAN HAİNİ MİSİN, BABA? 3

2008, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti. Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. 1. basım: Doğan Kitap, 2003 Can Yayınları nda 1. basım: 2008 2. basım: Nisan 2013 Bu kitabın 2. baskısı 1 000 adet yapılmıştır. Yayına hazırlayan: Faruk Duman Kapak tasarımı: Act creative Kapak baskı: Azra Matbaası İç baskı ve cilt: Ayhan Matbaası ISBN 978-975-07-0930-2 CAN SANAT YAYINLARI YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ. Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33 www.canyayinlari.com yayinevi@canyayinlari.com 4

DENİZ KAVUKÇUOĞLU SEN VATAN HAİNİ MİSİN, BABA? ANI < > 5

Deniz Kavukçuoğlu nun Can Yayınları ndaki diğer kitapları: Deniz Bitti, 1998 Canım Acıyor Baba, 2006 Komik Şeyler Yazmak, 2007 Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?, 2008 Onu Ben Öldürdüm Leonardo, 2008 Kedi Gülüşü, 2008 Zarife, 2008 6

DENİZ KAVUKÇUOĞLU, 1943 te İstanbul da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul da yaptı. 1963 yılında Almanya ya gitti. Tübingen, Heidelberg ve Nürnberg de felsefe, tarih, ekonomi okudu. 1970 yılından sonra Almanya nın çeşitli kentlerinde, özel kuruluşlarda yönetici olarak çalıştı. Hamburg da üç yıl öğretim görevlisi/proje yönetmeni olarak görev yaptı. Sıkıyönetimli dönemlerde yirmi iki yılı zorunlu olmak üzere, toplam otuz yıl Almanya da yaşadı. 1960 lı yılların sonundan itibaren Ant dergisi, Aydınlık dergisi ve Yeni Ortam gazetesinde yazıları yayımlandı. 1990 lı yılların başında Milliyet gazetesinin yurtdışı baskısında, bir yıl da Aydınlık gazetesinde günlük köşe yazıları yazdı. Şiddetten Demokrasiye / Sosyal Demokrasi ve Milliyetçilik i (Ercan Karakaş, Günay Özdoğan ve Murat Belge ile) 1996 da, Karl Marx tan Günümüze Almanya da Sosyal De mokrasi yi 1997 de, Deniz Bitti yi ve Sosyal Demokraside Temel Eğilimler i 1998 de, Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı? yı 2002 de, Sen Vatan Haini misin Baba? yı ve Zarife yi 2003 te, Kedi Gülüşü nü 2004 te, Bir Yolculuk Öyküsü / TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı nın 25 Yılı nı 2006 da, Tarih Her Sabah Yeniden Yazılır ve İnsan Su ret leri ni 2007 de yayımladı. 1992 yılı sonunda Türkiye ye dönen Deniz Kavukçuoğ lu, 1993 yılından bu yana TÜYAP A.Ş.de genel koordinatör olarak görev yapıyor ve 1997 yılından beri Cumhuriyet gazetesinde yazıyor. 7

8

İçindekiler 1. No pasaran, señor!... 13 2. Pireneler, Basklar ve gizemli dostluklar üzerine... 26 3. Fadolar, balıklar ve insanlar... 36 4. Andalucía... 56 5. Kariyer yılları... 69 6. Tüccardan Deniz Bey...... 114 7. Hekimhanlı Mazlum Aldemir... 126 8. Yeniden başlamak... 137 9. Karşı yaka memleket... 159 10. Yüzleşmeler... 191 11. Yaşasın sosyalizm... 227 12. Almanya da 1968... 249 13. Asayiş Şubesi nde... 263 14. Kayadibi köylüleri ağaları yenecek!... 287 15. Sen vatan haini misin, baba?... 321 16. Italia, la piu bella... 355 17. Geri dönüş... 386 18. Türkiye yi sevmek... 416 EK: Yurttaşlık Bildirgesi... 427 9

10

Toprak ve Emek Kavukçuoğlu için 11

12

1 No pasaran, señor! Alicante Havalimanı ndaki asık yüzlü polis, pasaportumun sayfalarını dikkatli bir gözle inceledikten sonra bana eliyle, Şurada bekleyin! anlamına gelen bir işaret yaptığında beni orada nasıl bir sürprizin beklediğini bilmiyordum. Polisin gösterdiği yerde durdum, beklemeye başladım... Ahmet Kitaplıoğlu adında bir arkadaşımla gelmiştim İspanya ya... Ahmet, Hamburg da o zamanlar çoğunlukla göçmenlerin, kaçak işçilerin, sokak kadınlarının, uyuşturucu bağımlısı gençlerin, bohem eğilimli entelektüellerin yaşadığı, Hamburg Garı yakınındaki Lange Reihe Caddesi nde bulunan ve müşterisi genellikle gurbetçi Türkler olan Vatan Export un sahibiydi. Püsküllü gece lambalarından sustalı çakılara, boğa burma aygıtından Kâbe yönünü gösteren pusulaya, plastik masa örtülerinden aslanlı battaniyelere kadar her türlü eşyanın satıldığı dükkânını sabahları erkenden açar, ilk işi yıllar içinde şamar oğlanına çevirdiği tez gâhtarıyla birlikte raflardaki malları tek tek saymak olurdu... Pimpirikli, asabi ve her an birilerinden bir kazık yiyecekmiş korkusuyla yaşayan, Alman eşiyle oldukça münzevi bir yaşam süren kırk dört-kırk beş yaşlarında bir adamdı. Pasaport polisinin beni kenara çektiğini görünce ürkmüş, fakat benim, Merak etme, bir şey yok... Sen git, ben arkadan gelirim... diye seslendiğimi duyunca biraz rahatlar gibi olmuştu... Son yolcu da kontrolden geçip, gözden kaybolunca, asık suratlı polis elindeki mavi pasaportumun kapağını göstererek, No pasaran, señor! (Geçit yok, bayım) dedi. Benim şaşkınlıkla baktığımı görünce de bozuk İngilizcesiyle, Bu pasaporta vize gerekiyor... diye ekledi. Beş dakika kadar tartıştıktan sonra bu Nuh deyip, peygamber 13

demeyen memurla bir uzlaşma yolu bulamayacağımı anlamıştım... Peki, ben ne yapacağım şimdi? diye sordum. O andaki çaresizliğimi yansıtan bu soruma polisin yanıtı, Geri döneceksiniz, señor... oldu. Geldiğiniz uçakla Almanya ya geri döneceksiniz... Vizenizi orada almalıydınız... Elimde valizim, dış hatlar terminalinin kapısından otuz kırk metre kadar uzakta duran uçağa doğru yürüdüm. İçeride temizlik yapıldığı gerekçesiyle beni uçağa sokmayıp, merdiven ağzında bekleten hosteslere geri dönüşümün nedenini anlatmam kolay olmadı. Anlattıklarımı dinlediler, sorular sordular, fakat böyle bir durumla daha önce hiç karşılaşmamış olduklarından gözlerindeki o, Acaba terörist falan mı, bu adam? bakışı daha da belirginleşti. Temizlik işi bitince uçağa bindim. Arka sıralarda kabin hostesinin gösterdiği bir koltuğa oturdum. Bir süre sonra normal yolcular da gelip yerlerini alınca uçak havalandı. Yukarıdan, Akde niz in o eşsiz maviliğiyle kucaklaşan Costa Blanca kıyılarını seyrederken kendime lanet okuyordum... Elimdeki o pasaporta güvenip, kimseye sormadan, danışmadan bu yolculuğa çıkmam büyük aptallıktı... Fakat içimde yıllardır büyüyen, üzülmesinler diye eşimden, çocuklarımdan hep gizlemeye çalıştığım Akdeniz özlemi yle ne zamandır baş edemez olmuştum... Dile kolay, deniz gibi bir denizi son gördüğümün üzerinden neredeyse on beş yıl geçmişti... Bir iş ziyareti sırasında kendisine Frankfurt Ev Tekstili Fuarı ndaki İspanyol pavyonunda görüp beğendiğim işlemeli nevresim takımlarından söz ettiğimde, Ahmet, En iyisi şu malları gidip yerinde görelim, deyince, ona hiç düşünmeden, Olur, gidelim! deyişim bundandı... Aynı gün Hamburg un en büyük alışveriş merkezlerinden biri olan Karstadt a gitmiş, bu dev mağazanın giriş katında bulunan turizm acentesinden beş gece, altı günlük birer Costa Blanca turu satın almıştık. Hamburg dan Alicante ye uçacak, oradan da otuz kırk kilometre uzaklıkta bir tatil beldesi olan Benidorm a geçecektik. Ahmet in ilgi gösterdiği nevresim takımları ise Benidorm a otomobille yarım saat çeken bir dağ kasabasında, Alcoy da üretiliyordu... Hem tatil, hem de alışveriş yapacaktık İspanya da... Ama olmamıştı... Büyük bir düş kırıklığı yaşıyordum... Hamburg-Alicante seferi yapan charter uçağı dönüşte Frankfurt a indi. Havalimanından bir taksiye atlayıp Frankfurt Garı na geldim. Hamburg treninin kalkmasına bir buçuk saat olduğunu 14

öğrenince Intercity Restaurant a girip, peş peşe dört büyük bardak bira ile her bardağın yanında bir kadeh de 40 derecelik buğday rakısı içtim. Trenin kalkacağı 13 numaralı perona doğru yürürken ayaklarım birbirine dolanıyordu... Zar zor bulduğum kompartımanıma girer girmez sızıp, Bremen e kadar üç buçuk saat horul horul uyudum. Gözlerimi açtığımda başım dönüyor, beynim zonkluyordu... Kompartımandaki yolcular, sarhoşluğumun dışında bir sorunum olduğunu sezmişler gibi benimle göz göze gelmemeye özen gösteriyorlar, başlarını başka yönlere çeviriyorlardı. Her soluk verişinde çevresine alkol kokusu yayan bir sarhoşla daracık bir yerde yolculuk yapmak çekilir şey değildi... Yol arkadaşlarım adına üzülüyor, çevreme verdiğim sıkıntı nedeniyle utanç duyuyordum. Bir ara içimden, onlardan özür dilemeyi geçirdim, fakat lafın lafı açacağını, sonunda da sözün pasaport konusuna gelip dayanacağını düşündüğümden vazgeçtim... O pasaport, sonuçta bir vatansız pasaportu ydu ve insanlara vatansızlığı anlatmaktan daha zor bir şey yoktu yeryüzünde... Bunu, 1971 yılının aralık ayından beri çok iyi biliyordum... Bremen-Hamburg arası bir saatlik yoldu... Hamburg Garı na ayak bastığımda tanyeri ağarmak üzereydi. Hamburg-Alicante- Frankfurt-Hamburg... Yaklaşık yirmi saattir yollardaydım... İçkinin etkisi azaldıkça yorgunluğumu da daha fazla duyumsuyordum. Ayaklarımı sürüye sürüye garın ana kapısından çıktım, bir taksiye binip, Budapester Caddesi, lütfen... dedim. Ön bölümlerinde perakende satış da yaptığım depom ve çalışma ofisim, önceleri Naziler tarafından bir toplama kampında öldürülmüş Alman Komünist Partisi Başkanı Ernst Thaelmann ın adını taşımış, fakat 1956 yılında Federal Anayasa Mahkemesi tarafından Almanya daki komünist faaliyetlerin yasaklanması üzerine ve aynı yıl patlak veren, fakat Sovyet ordusu tarafından bastırılan Macar Ayaklanması nı belleklerde tutmak amacıyla Budapeşte ye dönüştürülmüş işlek bir caddedeydi. O saatte eve gitmenin, çoluk çocuğu uyandırmanın, dönüş öykümle onları da heyecanlandırıp canlarını sıkmanın bir anlamı yoktu. Çalışma masamın yüksek arkalıklı koltuğunu geriye doğru yatırdım, ayaklarımı masamın üzerine koydum, gözlerimi kapattım, hemen uyudum... İtalyan asıllı sekreterim Maria d Alessio sabah dokuzda beni öyle uyur durumda bulunca çok şaşırdı fakat hiçbir şey sormadı. Hazırladığı çifte espresso yu iki yudumda içtikten sonra İspanya Konsolosluğu na gitmek üzere dışarı fırladım. Konsolosluk, bizim 15

de oturduğumuz Mittelweg in üzerindeydi. Evimizden dört beş bina uzaklıktaki konsolosluğa yaklaşırken büyük bir suç işlemişim de aranıyormuşum gibi görülmek, yakalanmak korkusu kaplamıştı içimi... Konsolosluğun bahçe kapısının önünde taksiden inerken endişeli gözlerle sağıma soluma bakıp, binaya doğru koşar adım yürüdüm... Danışmadaki görevlinin uzattığı formu doldurdum. Vize bölümündeki güler yüzlü genç bir memur başımdan geçenleri anlatmama gerek bırakmadan damgayı bastı pasaportuma... Eğer aynı gün Alicante ye dönebilirsem, Costa Blanca turunu yalnızca bir gece eksik yaşamış olacaktım... Karstadt ın kapısına geldiğimde saat 10.00 du. Giriş katındaki turizm acentesinde tur işlemlerimizi yapan görevli kız anlattıklarımı sessizce dinledikten sonra, yumuşacık bir sesle, Çok üzüldüm, özür dilerim... dedi. Tüm bunlar başınıza benim yüzümden gelmiş... Vize konusunda sizi uyarmalıydım... Öfkeleneceğimden, onu amirlerine şikâyet edeceğimden, belki de tazminat talebi nde bulunacağımdan korkuyordu. Benimse aklımın ucuna bile gelmiyordu onun kafasından geçenler. Beni bir an önce Alicante ye geri götürecek bir uçak bulmaktan başka bir şey düşünmüyordum. Kız, önündeki bilgisayar ekranında aradığı bağlantıları bulamayınca, dört beş yere telefon etti fakat olumlu bir sonuç alamadı. Uçağın ille de Hamburg dan kalkması diye bir dayatmam yoktu... Hannover den, Bremen den hatta Münster den bile uçabilirdim. Kızın çabaları en sonunda meyvesini verdi, Alicante ye ek sefer yapan bir uçak bulundu. Ne var ki Frank furt tan saat 21.30 da kalkacak olan Iberia Havayolları na ait olan bu ek uçak için fazladan 960 mark ödemem gerekiyordu. Beş saatlik tren yolculuğu, üstüne de o kadar para... Canım iyice sıkılmıştı... Kıza tam, Ne yapalım? Sağlık olsun... demek üzereyken telefon çaldı. İlk telefon görüşmesini yaptığı havayolu şirketinden arıyorlardı kızı: Bir uçak bulduk... Bu müjdeye çocuklar gibi sevinmiştim. Uçağın, üç saat sonra Hannover den kalkması, dört pervaneli bir nakliye aracı olması, yeterli konforunun bulunmaması hiç mi hiç önemli değildi benim için... Taksi, tren, yine taksi... Uçağın kalkmasından kırk dakika önce Hannover Havalimanı ndaydım. Fakat uçağın yerini hiç kimse bilmiyordu. Neden sonra bir görevli akıl edip de kontrol ku lesi nden önümüzdeki iki saat içinde kalkışı bildirilen uçakların lis- 16

tesini isteyince, uçağın yerini öğrenebildik. Aynı görevli beni küçük bir apron aracıyla havalimanının ücra bir köşesinde yükleme yapan ve uçak demeye bin tanık isteyen devasa bir teneke yığınının yanına götürüp, üzerindeki giysisi bir pilottan çok bir dondurmacınınkini andıran yaşlı, tonton bir adama teslim etti. Bu olağanüstü iri gövdeli, dört pervaneli uçak benim daha önce bindiğim, gördüğüm uçaklara hiç benzemiyordu. İspanya dan Alman ya ya yaş sebze taşıdığını öğrendiğim uçağın içi tıka basa domates sandığı doluydu. Beni teslim alırken yardımcı pilot olduğunu söyleyen yaşlı, tonton adam uçağa girerken, Gürültülü bir yolculuk yapacaksınız... Ne kadar sıkı bağlansalar da bu boş kasalar uçak sallandıkça dayanılmaz sesler çıkartırlar... Sakın korkmayın... diye beni uyardı. Bunu söylediği sırada uçağa yine bir görevli eşliğinde ikinci bir yolcu getirildiğini görünce kafasını iki yana sallayarak, İşte şimdi işimiz iş... diye söylendi. Bir nakliye uçağında ikinci bir yolcunun ne tür sıkıntılara yol açtığını aradan geçen bir saat içinde anlayacaktım... Pilot ikinci yolcu haberini alınca bir süre önce çalıştırmaya başladığı motoru durdurmuş, havalimanında bir temsilcilik ofisi bulunan ana şirketten bir nöbetçi hostes istemişti. Şirket kurallarına göre tek yolcu refakatçi statüsünde kokpit te yolculuk yapabiliyor, fakat sayı ikiye çıktı mı, yolcu taşımacılığına ilişkin genel yönetmelik işlemeye başlıyordu. Bu kurallara göre, kalkış sırasında pilotun, yardımcı pilotun ve mühendisin kokpit te bulunmaları zorunlu olduğundan, yolculara olası tehlike durumlarında ne yapılması gerektiğini anlatacak, onlara yardımcı olacak bir hostes gerekiyordu. Ha deyince İspanya seferine çıkmaya hazır hostes bulmak pek kolay olmadığından, biz, uçağın iki yolcusu, kokpit ile yük ambarı arasındaki küçük sahanlığa yerleştirilmiş iki kişilik koltukta kemerlerimizi bağlamış durumda bekliyorduk... Bir saat kadar bekledikten sonra hostesimiz geldi. Yaşlıca, fakat cami yıkılsa da, mihrap yerinde duruyor dedirten türden, bakımlı, hoş bir kadındı... Uçağa biner binmez yanımıza geldi, bizi başıyla selamladıktan sonra pilot kabininin duvarına monte edilmiş özel koltuğunu açıp yerine oturdu. Kısa bir süre sonra hareket ettik. Uçağımız havalanırken hostesimiz karşımıza geçip, bize, aynen yolcu uçaklarında olduğu gibi el kol hareketleriyle tehlike durumlarında ne yapmamız, zorunlu inişlerde nasıl davranmamız gerektiğini gösterdi. Kırk 17

saattir yaşadığım gerginliğin bir yerde noktalanmasının getirdiği rahatlamadan olacak, beni bir gülme aldı... Kadına ayıp olmasın diye ellerimle yüzümü kapatıyor, fakat gülmeme engel olamıyordum. Bir süre sonra ipin ucunu hepten koyuverip, kahkahalar atmaya başladım... Önce, yanımdaki koltukta oturan ve benim kasıklarımı tuta tuta güldüğümü gören öbür yolcu, sonra da hostesin kendisi katıldı kahkahalarıma... Plastik kasaların çıkardığı korkunç gürültü arasında üç kişi dakikalarca çılgınlar gibi güldük... İki buçuk saat sonra Alicante Havalimanı na ayak bastığımda gözlerimle çevreyi taradım, fakat İspanya İç Savaşı nda Cumhuriyetçiler in faşistlere karşı kullandığı, No pasaran! sözüne öykünerek beni gerisin geriye Almanya ya postalayan polisi göremedim. Onu orada görebilmem pek olanaklı da değildi zaten... Çünkü nakliye uçaklarına, yolcu uçaklarına uygulanan işlemler uygulanmadığından, biz iki yolcu, uçağın yanaştığı soğuk hava depolarının yanındaki tel örgülü bir kapıdan elimizi kolumuzu sallayarak dışarıya çıkmıştık. Ne pasaport, ne vize... Kimse bir şey sormamıştı bize... O anda pisi pisine Almanya ya geri döndüğüme mi, çektiğim onca sıkıntıya mı, yoksa duyduğum korkulara mı yanayım, bilememiştim... Ama sonuçta, öyle ya da böyle, İspanya daydım artık... Havalimanını çevreleyen tel örgüleri izleyerek terminal binasının önüne kadar oldukça uzun bir yürüyüş yaptıktan sonra bir taksiye bindim. Benidorm, Hotel Caballo de Oro... Por favor... Si, señor. Usta şoför Alicante-Benidorm arasındaki 41 kilometrelik yolu yarım saatte aldı. Otele gelir gelmez Bay Kitaplıoğlu nu sordum. Resepsiyondaki genç kızlardan biri, Bu sizin için... diyerek bana Ahmet in bıraktığı bir notu uzattı. Seni beklemekten usandım... Plaja iniyorum. Akşam saat altıda döneceğim... diye yazıyordu notta. Saatime baktım, beşe geliyordu. Odama gidip, üzerimdekileri değiştirdikten sonra aşağıya indim, otelden çıktım. Eylül ayının sonları olmasına karşın dışarıda boğucu bir sıcak vardı. Sokakta in cin top oynuyordu. Birbirleriyle yarışırcasına gökyüzüne yükselmiş beton yapıların arasından, otelden çıkınca gördüğüm Playa de Levante yazan bir tabelada okun gösterdiği yöne doğru yürüdüm. Otelimiz, Levante Plajı na oldukça yakındı. Fakat bir yan- 18

dan gün boyunca güneş altında kavrulan beton yapıların yaydığı dayanılmaz ısı, öbür yandan da sıcaktan eriyen asfaltın çıkardığı geniz tırmalayıcı kokular nedeniyle o kısacık yol bana sanki hiç bitmeyecek kadar uzun gelmişti. Gördüğüm kadarıyla Beni dorm un, düşlerimdeki Akdeniz resimleriyle hiçbir benzerliği yoktu. Tam tersine yan yana dikilmiş beton gökdelenleri ve ağaçsız, yeşilsiz, insansız geniş caddeleriyle insana ürküntü veren bir yerdi burası. Kıyıya geldiğimde gördüğüm manzara karşısında dehşete kapılmıştım. Sonradan uzunluğunun iki kilometre olduğunu öğreneceğim Levante Plajı nda yan yana dizilmiş binlerce şezlong ve şezlongların yanına dikilmiş şemsiyeler nedeniyle avuç içi kadar olsun, kum görmek olası değildi. İnsanlar, şezlong kümelerinin arasına serilmiş hasır yollukların üzerinde yürüyorlardı. Deniz, mavi olmasına maviydi, ama başka bir Akdeniz di karşımdaki... Kumsala yaklaştıkça şezlongların üzerinde hiç kıpırdamadan güneşlenen insanları daha iyi seçebiliyordum. Neredeyse tümü sarışın ve büyük çoğunluğu da kadın olan bu insanların yaş ortalaması ellinin üzerindeydi. Tek bir çocuk yoktu aralarında... Tüm bunlara bir anlam vermeye çalışırken Ahmet in sesini duyar gibi oldum... Bana sesleniyordu... Sesin geldiği yeri aramama uzun boylu gerek Benidorm: Beton gökdelenleri, ağaçsız, yeşilsiz, insansız geniş caddeleriyle insana ürküntü veren bir yerdi burası. 19

kalmadan gördüm onu... Yirmi otuz metre ötede, iki şezlong kümesinin arasında birisiyle itişiyor, arada bir de, Deniz... Deniz!.. diye bağırıyordu. Onu o durumda görünce, şezlongların üzerinden birer ikişer atlayarak yanına koştum. İtiştiği kişi yaşlı bir İspanyol du. Adam, Ahmet in dikine tuttuğu bir şezlongun ayaklarına yapışmış, çekiyordu. Ahmet ise şezlongu vermemek için direniyor, bir eliyle adamı iteklerken, sağ ayağıyla da tekmeler savuruyordu. Yaşlı adam, plajdaki öbür turistlere hiç benzemeyen, atletik vücudunun her yanı kapkara, uzun kıllarla kaplı ve o güne kadar hiç duymadığı bir dil konuşan bu tuhaf adamla zaten baş edemezken, karşısında bir de beni görünce korkuya kapılıp, avaz avaz bağırmaya başlamıştı. Ahmet le yaşlı İspanyol arasındaki itiş kakış, plajın cankurtaran ı olduğunu söyleyen ve Almanca konuşan genç bir Hollandalı nın araya girmesiyle son buldu. Belli şezlong kümelerine ait şezlongların başka kümelerdeki şezlonglara karışmalarını engellemenin, Levante Plajı nda görev yapan şezlong bekçilerinin en başta gelen görevlerinden biri olduğunu o genç Hollandalı dan öğrendik. Hangi şezlongun hangi kümeye ait olduğu üzerindeki branda bezinin renginden anlaşılıyordu. Oysa, yeşil brandalı bir şezlongda güneşlenen Ahmet, benim için ön sıradaki lacivert brandalı şezlonglardan birini yanına çekince lacivert brandalı şezlong kümesinin bekçisi olan yaşlı İspanyol un haklı müdahalesi yle karşılaşmıştı... Gerçekten de çok sevimsiz bir yerdi Benidorm... Karşılaştığım sevimsizlikler bu tatil kasabasıyla sınırlı kalsa yine iyiydi. Fakat belli bir siyasal duruşu olmadığı gibi kitaplarla, gazetelerle de arası iyi olmayan Ahmet, bir gün önce İspanyol polisi tarafından geri gönderilmemin nedenini öğrenince paniğe kapılmıştı. Durup durup bana, Doğru söyle, sen terörist değilsin, değil mi? diye soruyordu. Demokrasi nedir, insan hakları nedir, sosyalizm nedir, askerî darbe ne demektir, hiç merak etmemiş birine beni, siyasal sürgünlük e zorlayan nedenleri anlatabilmem kolay değildi. Her sorduğunda, Vallahi billahi terörist değilim... Yüzüme bir bak... Daha iyi bak, hiç teröriste benziyor muyum? diyordum. Öğrenim düzeylerinden bağımsız olarak, Almanya da yaşayan Türkler, eğer sürekli bilgilenme alışkanlıkları yoksa, zaman içinde insanın mantığını zorlayacak ölçüde cahilleşiyorlardı. İşçi, ustabaşı, öğretmen, mühendis ya da doktor olmaları hiç fark etmiyordu. En sinir bozucu olanları da yıllar önce Türkiye de duyup öğren- 20

diklerinin üzerine hiçbir yeni bilgi koymamış, ama her konuda fikir beyan etmekten de geri duramayan lise ve üniversite mezunlarıydı. En başlarda aileleri tarafından kendilerine gönderilen gazeteler, dergiler bir süre sonra kesilmişti. Dilleri Alman basınını, radyolarını, televizyonlarını anlamaya da yetmediğinden günde kırk dakika Türkçe yayın yapan Köln Radyosu nun en fazla üç yüz saniye süren Dünya, Almanya ve Türkiye Haberleri ile Türkiye deki günlük renkli basının gurbetçi kardeşlerimiz e uyarlanmış, Frankfurt ta basılıp Avrupa nın dört bir köşesine dağıtılan uzantılarıyla yetiniyorlardı. Köln Radyosu nun objektif haberciliğine karşın Almanya da basılan Türk gazeteleri tiraj kaygısıyla okurlarına sürekli olarak Almanları yerin dibine batırıyorlar, milliyetçilik pompalıyorlar, sol u ve solcular ı kötülüyorlardı. Bu gazetelerin etkisiyle, büyük çoğunluğu zaten gettolarda yaşayan Türklerin ruh ve düşünce dünyaları da gettolaşmıştı. Ahmet de solculara karşı müthiş önyargılıydı. Otele dönüp duşlarımızı aldıktan sonra akşam yemeğinde dışarı çıkmak üzere lobide buluştuk. Ahmet duşun altında benim teröristliğimi serin kafayla bir kez daha değerlendirip olumlu bir sonuca vardığından olacak, aşağı indiğinde hiçbir şey sormadı. Çıktık, resepsiyondaki kızın tarif ettiği bir balık lokantasına doğru yürüdük. Lokanta otelin beş altı yüz metre uzağında, deniz kıyısındaki büyük beton bir yapının giriş katındaydı. Bahçe kısmında kendimize bir yer bulup oturduk. En az üç yüz kişi alacak büyüklükteki lokantanın bir köşesine çeşitli balıkların ve deniz ürünlerinin sergilendiği bir büfe kurulmuştu. Tepemizde hemen bitiveren ve ilkin İngilizce, arkasından da Flamanca giriş yaptıktan sonra Almancada karar kılan garsona birer sürahi beyaz şarap söyledik. Sonra kalkıp büfeden başlangıç olarak iki tabak deniz ürünleri salatası aldık. Masamıza dönerken yolumuzu kesen garsona birer levrek ızgara ısmarladık. Koca lokantada bizden başka üç masaya dağılmış sekiz kişi daha vardı. Garson şaraplarımızı getirdi. Sek olmasına karşın içimi oldukça yumuşak bir şaraptı. İyi soğutulmuştu. Bir süre sonra öbür müşteriler de sökün ettiler. Akın akın geliyorlardı. Yarım saat geçmemişti ki, tüm masalar Alman turistlerle doldu. Tabldot yediklerine bakılırsa organize bir turla gelmiş olmalıydılar. Onların gelmesiyle birlikte lokantayı kulakları rahatsız eden bir gürültü kapladı. Benidorm, İspanya daki diğer tatil yörelerine kıyasla oldukça ucuz bir yer olduğundan bu turistler de paraları sınırlı, dar gelirli, eğitim düzeyleri düşük insan- 21

lardı. Yılda bir kez tatil yapıyorlar, Almanya dışına çıkar çıkmaz, ayak bastıkları yer neresi olursa olsun, huy değiştiriyorlardı. Dünyanın en zor şeylerinden biri de eğitim düzeyi düşük Almanlarla ülkeleri dışında aynı çatı altında, özellikle de bira satışı yapan mekânlarda bir arada olmaktır. Çünkü disiplinleri yle dünyaya nam salan bu insanlar masaya oturur oturmaz biraya saldırırlar, hiç ara vermeksizin içip bir süre sonra kendileri olmaktan çıkarlar... Ahmet e, Almanlara ilişkin bu gözlemlerimi aktardığım sırada canlı müzik yapacak olan altı kişilik bir orkestra lokantanın kapalı bölümünde kurulmuş bir yükseltinin üzerinde yerini aldı. Biz de öbür müşteriler gibi başımızı orkestranın bulunduğu yöne çevirdik. Fakat bu arada bizi şaşırtan bir şey oldu. Orkestra daha çalmaya başlamadan tüm müşteriler ritmik bir biçimde el çırpmaya başladılar. Bir yandan da ayaklarını yere vuruyorlardı. Müzik başlar başlamaz bu garip olay kendiliğinden çözüldü. Bu bir Alman orkestrasıydı ve Bavyera Alpleri nden parçalar çalıyordu. İspanya kıyılarında bir lokantada levrek yerken bu müziği dinlemek olacak şey değildi. Hemen hesabımızı ödeyip kalktık. Ertesi sabah erkenden uyandık. Alcoy da iş görüşmesi yapacağımız ev tekstili fabrikasının genel müdürü Señor Pablo Jiménez şirket ofisinde bizi bekleyecekti. Otel kapıcısının çağırdığı bir taksiye binip Alcoy a doğru yola koyulduk. Altmış bin kişilik nüfusunun çoğunluğu tekstil, kâğıt ve konserve sanayiinde çalışan kasaba, iki dağın arasındaki bir vadiye kurulmuştu. İçinden beş ayrı ırmak ve çay geçtiğinden ve her birinin üzerinde birbirinden güzel, ilginç köprüler bulunduğundan Alcoy, turizm broşürlerinde köprüler kenti olarak anılıyordu. Kasabanın çevresindeki sarp kayalıklar tırmanma sporunu seven turistler için bir çekim merkeziydi. Alcoy, her yılın nisan ayının ikinci yarısında düzenlenen Moros y Cristianos (Magribiler ve Hıristiyanlar) Şenliği yle de ünlüydü. Üç gün süren bu şenliğin kökü Hıristiyanların, 711 yılında İs panya yı istila eden Müslüman Magribilerin egemenliğinden kurtuldukları XIII. yüzyılın ilk yarısına uzanıyordu. Şenlik günlerinde Alcoylular, Magribilerin ve Ortaçağ Hıristiyanlarının ilginç giysileri içinde temsilî savaşlar yapıyorlar, savaşlar doğal ki Hıristiyanların zaferi yle sonuçlanıyordu. Eski kent denilen bölgede, Plaza Mayor Alanı ndaki görkemli Santa Maria Kilisesi ile folklorik giysilerin sergilendiği Fiesta Müzesi kasabanın görülmesi gereken turistik yerleri arasındaydı. Aşırı şişman bir adam olan Señor Jiménez bizi diğer Akdeniz- 22

lilerin tersine kibirli olarak bilinen İspanyollarda pek sık rastlanmayan bir sevecenlikle karşılayıp fabrikasının ürettiği çeşitli tekstil ürünlerinin sergilendiği konuk salonuna götürdü. Kafasını gözünü yararak konuştuğu bir İngilizcesi vardı. Ama bu onun konuşma coşkusunu hiç engellemiyor, araya hiç anlamadığımız Katalanca sözcükler de katarak fıkralar anlatıyordu. Bunların fıkra olduğunu arada bir durup yüksek sesle kahkahalar atmasından anlıyordum. Bize olan yakın ilgisinden fabrikanın halkla ilişkiler görevinden sorumlu olduğunu sandığım genç bir kadının bize küçük fincanlar içinde moka ikram ettiği sırada Señor Jiménez de kalkıp salonun barından bir şişe içki ile üç kadeh aldı. Şişenin üzerinde Anis La Castellana Seco yazıyordu. Kadehlerimizi doldurdu. Usul öyleymiş, bir dikişte içtik 45 derecelik içkilerimizi. Anis La Castellana, bizim rakıyı andıran, fakat oldukça tatlı, anasonlu bir içkiydi. Arkasından bir kadeh, bir kadeh daha içtik... Ahmet in ağzı yayıldı, benim de başım dönmeye başladı. Sabah otelde yaptığımız hafif bir kahvaltıyla duruyorduk. Señor Jiménez ise hiç durmadan konuşup anlattığı fıkralara gülüyor, bu arada da bizi içmeye zorluyordu. Adama daha ne istediğimizi, hangi ürünlerle ilgilendiğimizi anlatmaya olanak bulamadan sarhoş olmuştuk. Dördüncü kadehlerimizden sonra ev sahibimiz akıl edip karnımızın aç olup olmadığını sordu. Açız... dedik. Fabrikanın yakınında bir bodega (içkili lokanta) varmış. Önümüze düştü. Fabrikadan çıktık, iki sokak sonra sözünü ettiği lokantaya vardık... Ferforje demir süslemelerle rustik ahşabın egemen olduğu oldukça lüks bir yerdi Bodega Alcoy. Kapıdan girer girmez sol yanda uzun bir bar tezgâhı bulunuyordu. Mekân sahibinin iltifatlarından burada büyük bir saygınlığı olduğunu anladığımız Señor Jiménez in önerisi üzerine tezgâhın önünde dikildik. Patron, tezgâhın arkasına geçip bize bizzat hizmet etmeye başladı. Ön ce El Mesón Los Altillas marka bir şişe beyaz şarap çıkardı, bardaklarımıza koydu. Sonra yaşlı bir garsonun küçük tabaklar içinde mutfaktan getirdiği en az on beş çeşit mezeyi tezgâhın üzerine dizdi. Hep birlikte yiyip içmeye başladık. Bodega nın sahibi de bizim Señor Jiménez gibi nüktedan bir insandı. Ondan tek farkı İspanyolca ve Katalanca dan başka hiçbir dil bilmemesiydi. Ama bunu kesinlikle sorun etmiyor, Señor Jiménez i kıskandıracak kadar çok fıkra anlatıyordu bize. İki ateş arasında kalmış, çaresizlikten bardaklarımızdaki nefis şaraba sığınmıştık. Bardaklarımız bir an bile boş kalmıyor, boşalan meze tabaklarının (tapas) yerine ise dur- 23

madan yenileri geliyordu. Çeşitli zeytinler, tütsülenmiş jambon dilimleri, kırmızıbiberli İspanyol sucuğu, kızarmış kurbağa bacağı, ahtapot salatası, sarmısak soslu ızgara kalamar, haşlanmış martı yumurtası, patatesli omlet (tortillas), sardalye salamura... Her biri ayrı lezzette mezelerdi. İkinci şişeyi açtığı sırada yaşlı garson gelip kulağına bir şeyler fısıldayınca patron bize salonda hazırlanmış bir masayı gösterdi. Aynı anda da Señor Jiménez kollarımıza girip bizi patronun gösterdiği o masaya götürdü. Masanın ortasında büyük, oval, üzerindeki kapak nedeniyle içinde ne olduğunu bilemediğimiz bir tepsi vardı. Garson, şarap servisini tamamladıktan sonra patron törensel bir edayla kapağı kaldırdı ve enfes bir koku yayıldı çevreye. Safranlı pilav üzerine özenle dizilmiş kızarmış bıldırcınların ve aralarına yerleştirilmiş küçük, altın sarısı misket üzümü salkımlarının görünümü büyüleyiciydi. Onca mezenin üzerine ikişer de bıldırcın yiyince midelerimizde hiç yer kalmadı. Yerimizden kıpırdayacak durumda değildik. Bir yandan başımın esrikliği, bir yandan da damağımdaki o lezzetle İspanyol dostlarımızın anlattıkları, fakat tek sözcüğünü bile anlamadığım fıkralara kahkahalarla gülmeye başlamıştım... Ahmet in ise başı önüne düştü, uyuklamaya başladı. Garson gelip masadaki tabak ve bardakları toplamaya başlayınca, ben, Gidiyoruz... düşüncesiyle kalktım. Kalkarken de Ahmet i uyandırmak istedim. Bunu gören Señor Jiménez eliyle, bana, Bırak, uyusun... gibisinden bir işaret yapıp oturmamı söyledi. Ev sahibi kalkmayınca benim kalkmamın da bir anlamı yoktu. Oturdum. O anda mutfak kapısı açıldı, elinde büyük bir fırın tepsisiyle patron göründü. Dökme demirden tepsinin içinde kızarmış bir domuz yavrusu vardı. Tepsiyi, masanın ortasında duran seramik nihalenin üzerine yerleştirdi. Fırından yeni çıkmış domuz yavrusundan hâlâ çıtır çıtır sesler geliyordu. Büyük bir bıçakla domuzu parçalara ayırıp tabaklarımıza servis yaptı. Bana domuzun bir budu düştü. Daha önce yediğim onca yemekten sonra nasıl başarabildim, bilemiyorum, fakat kuzu tandırın o bildik lezzetini aratmayan budu üç bardak nefis bir kırmızı şarabın eşliğinde mideme indirdim. Sonrasını anımsamıyorum... Lokantadan ne zaman kalktık? En son masada uyuklar gördüğüm Ahmet de o domuz kızartmasından tattı mı? O durumda o yolu nasıl yürüdük? Fabrikaya nasıl geldik? Fabrikaya, diyorum, çünkü gözlerimi açtığımda fabrikanın konuk salonundaydım. Ahmet de karşımda, yerde, istif edilmiş battaniye yığınının üzerinde uyu- 24

yordu... Ne olup bittiğini anlamak için çevreme bakınırken İngilizcesi patronundan biraz daha anlaşılır olan halkla ilişkiler görevlisi genç kız salona girdi. İyi sabahlar bayım... dedi. İyi sabahlar mı? diye sordum. Evet, diye yanıt verdi gülerek, dün akşamdan beri aralıksız uyuyorsunuz... Ya Señor Jiménez?.. O da evinde uyuyor, kalktığınızı haber vereceğim... Yarım saat içinde burada olur... Böyle bir durum ilk kez başıma geliyordu. İş görüşmesi yapmak, mal beğenmek için iki bin kilometrelik yoldan gelmiş, ama işle ilgili tek bir şey konuşmadan dut gibi sarhoş olup yerlere serilmiştik. Ahmet i sarstım. Homurdanarak uyandı. Neredeyiz? diye sordu kalkarken. İş görüşmesindeyiz... diye yanıt verdim gülerek. Kızın söylediği gibi yarım saat geçmeden geldi Señor Jiménez. Bize iyi sabahlar diledikten sonra sözü gene yemeğe getirdi. Bir yere gidip iyi bir kahvaltı yapmak önerisini önceden sözleşmişiz gibi bir ağızdan geri çevirdik Ahmet le. Boyumuzun ölçüsünü almıştık bir kez... Alcoy daki iş görüşmelerimiz sonuçsuz kaldı. Señor Jiménez le malların fiyatlarında anlaşamadık. Öğle üzeri Benidorm a, otelimize döndük. Geriye kalan iki günümüzü yüzerek ve midelerimizi dinlendirerek geçirdik. Uzun bir süre İspanya denince yalnızca Alcoy daki o mide cümbüşü canlandı belleğimde. Kızgın asfalt caddeleri, beton yapıları, şezlonglarla kaplı kumsalları ve balık lokantalarında çalınan Bavyera müziğiyle Benidorm un İspanya adına bana yaşattığı o büyük düş kırıklığının acısını ise üç yıl sonra yaptığım altı haftalık bir İspanya-Portekiz- Fransa gezisinde fazlasıyla çıkardım. 25

26

27