RİSALE-İ NUR VE TECDİT

Benzer belgeler
BEDÎÜZZAMAN HAZRETLERİNİN İSİM VE ÜNVANLARI

Hz. Üstad ın Yeni Said e Geçmesinin Tam Tarihi ve Bunun Anlamı

_MEYVENIN ÇEKİRDEĞİ AĞACIN ÇEKİRDEĞİN NE AYNDIR NE GAYRDIR..._

Bu sayfa şu linkten yazdırılmıştır: [

Sabah akşam tevâzu içinde yalvararak, ürpererek ve sesini yükseltmeden Rabbini an. Sakın gâfillerden olma! (A râf sûresi,7/205)

Buyruldu ki; Aklın kemali Allah u Teâlâ nın rızasına tabi olmak ve gazabından sakınmakladır.

Fatiha Suresi ve Meali

Asr-ı Saadette İçtihat

Adıyaman merkez köylerinden Kışla köyüne bağlı Meşetli köyünde doğdum.sonra köyümüz baraj altında kalınca Adıyaman a göç ettik.

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammedi Bakibillah'a yazmıştır.

Kur ân ve iman hakikatlerine ulaşmanın adresi

(Dersini sabah namazından sonra yapmanı tavsiye etmekle birlikte, sana uygun olan en münasip bir vakitte de yapmanda bir sakınca yoktur.

Abdülkâdir Geylânî (ks) ve Bedîüzzamân (ra)

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bundan önceki mektuplar gibi. bunu da büyük şeyhi Bakibillah'a yazmıştır.

İLİM ÖĞRETMENİN FAZİLETİ. Bu Beldede İlim Ölmüştür

Risale-i Nur Külliyat'ının telif tarihleri hakkında kronolojik bilgi verir misiniz?

HZ. PEYGAMBER (S.A.V) İN HOŞGÖRÜSÜ VE AFFEDİCİLİĞİ

DUALAR DUANIN ÖNEMİ Dua

Gizlemek. أ Helak etmek, yok etmek أ. Affetmek. Açıklamak. ا ر اد Sahip olmak, malik olmak. Đstemek,irade etmek. Seçme Metnler 25

ON EMİR الوصايا لعرش

Question. Neden Hz İsa Ruhullah (Allah ın ruhu) olarak adlandırılmıştır? Yüce Allah ın kendi ruhundan. Peygamberi Âdem e üflemesinin manası nedir?

Risale-i Nurun kerametini gördüm.inayet altında olduğumuzu anladım.

NOT : İMAM-I RABBANÎ Hz. bu mektubu muhterem şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.

Ezan Vakti/Kuran-ı Kerim Pro [Faydalı Android Uygulamalar]

Kur an ın, şerî meseleleri ders verirken aynı anda tevhid dersi vermesi hakkında izahta bulunabilir misiniz?

EHL-İ SÜNNET'İN ÜSTÜNLÜĞÜ.

REHBERLİK VE İLETİŞİM 1

Eğitim Programları ANA HATLARIYLA İSLAM DİNİ

KURAN I KERİMİN İÇ DÜZENİ

şeyh Muhammed Salih el-muneccid

KUREYŞ SÛRESİ Nuzul 21 / Mushaf 106

İNSAN ALLAHIN HALİFESİ Mİ? (HALEF- SELEF OLAYI) Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Değerli Kardeşim, Kur an ve Sünnet İslam dininin iki temel kaynağıdır. Rabbimiz in buyruklarını ve Efendimiz (s.a.v.) in mübarek sünnetini bilmek tüm

Risale-i Nuru Samsat-ta Lise öğrencisi iken Teyzem oğlu vasıtasıyla tanıdım.

1. İnanç, 2. İbadet, 3. Ahlak, 4. Kıssalar

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu an hayatta ve yeryüzünde hazır mıdır? Abdulkerim el-hudayr

*GALIBIYET VE MAGLUBIYET

şeyh Muhammed Salih el-muneccid

İmam Tirmizi nin. Sıfatlar Hususundaki Mezhebi

O, hiçbir sözü kendi arzularına göre söylememektedir. Aksine onun bütün dedikleri Allah ın vahyine dayanmaktadır.

Kur'an-ı Kerimde tevafuk mucizesi Kainatta tesadüf yok, tevafuk vardır

Şüphesiz ki Allah a, ahiret gününe iman edenlerle Allah ı çok anan kimseler için Allah ın elçisinde güzel bir örnek vardır.

KUR AN-I KERİM II Yrd. Doç. Dr. Remzi ATEŞYÜREK

Birinci İtiraz: Cevap:

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Merkez / Bitlis Temel İslam Bilimleri /Tasavvuf Ana Bilim Dalı.

KUR AN HARFLERİNİN MAHREÇLERİ (ÇIKIŞ YERLERİ)

İsimleri okumaya başlarken- و ب س ي د ن ا - eklenmesi ve sonunda ع ن ه ر ض ي okunması en doğrusu.

Şeyh den meded istemek caizmidir?

6. SINIF DERS: DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ ÜNİTE:1 KONU: DEĞERLENDİRME SORU VE CEVAPLARI

40 HADİS YARIŞMASI DİKKAT 47'DEN 55'E KADAR Kİ HADİSLERİN ARAPÇA METİNLERİ DÜZELTİLMİŞTİR. SINIFI 5-6,7-8 1-) 9-10,11-12 SINIFI 5-6,7-8 2-) 9-10

Yasin sûresini okuduktan sonra duâ etmek için toplanmanın hükmü. Abdulaziz b. Baz

Sahabe Devrinde İçtihat

İsmi Tafdil. Alimde olan hilimden (yumuşaklıktan) daha güzel bir hilm hiçbir kimsede olmamıştır. Bu misalde ل الك ح lafzı, ismi tafdil olan

Ayetlerin Mealleri: الله لا ا ل ه ا لا ه و ال ح ي ال ق ي وم لا ت ا خ ذ ه س ن ة و لا

ESMA VE SIFAT-I NEBİ (A.S.M)

Kur an-ı Kerim de şöyle bir ayet bulunmaktadır: Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki:

8. KÂFİRÛN SÛRESİ ÖĞRENELİM

ALEMLERİN EFENDİSİ NİN (SAV) DİLİYLE KUR AN

İkili Simetrik Kitap ❸

Hor görme, aşağılama, hakir kabul etme günahını ilk işleyen şeytandır.

Kur'an ve Anlam. Yazarlar Mürsel Ethem Yusuf Topyay Mehmet Akın. Editörler İsmet Eşmeli Mehmet Akın ISBN:

İlim öğrenmek kadın ve erkek her müslümânâ farzdır", (1)

İki secde arasında otururken ellerin durumu nasıl olmalıdır?

BAZI AYETLER ÜZERİNE KÜÇÜK Bİ R TEFEKKÜR ( IV)

Question. Masumların (Allah ın selamı üzerlerine olsun) velayet hakkına sahip olduklarının delili Nedir?

İçindekiler. Önsöz 11 Kısaltmalar 15

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- nurdan mı yaratılmıştır? İlmî Araştırmalar ve Fetvâ Dâimî Komitesi

NOT : ÎMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Lahor Müftüsü Şeyh Muhammed'in oğlu Şeyh Abdülmecid'e yazmıştır.

ORUCA BAŞLAMADA ASTRONOMİK HESABA MI GÜVENİLMELİ YOKSA HİLALİ GÖRMEK Mİ GEREKİR? İlmî Araştırmalar ve Fetvâ Dâimî Komitesi

SORU:Ahir zaman alametleri, Ahirzaman alametlerinden abbasi meliki horasana vardığı zaman doğu tarafından iki dişli parlak bir yıldız çıkar.

KUR'AN SÛRELERİNİN RESMİ VE İNİŞ SIRALAMASI

Kur an'daki selaset, selamet, tesanüd, tenasüb, teavün ve tecavüb mucizevî boyutlarındandır; bunları izah edebilir misiniz?

İNSANLARA İLİM ÖĞRETMENİN VE ONLARI İYİLİĞE DÂVET ETMENİN FAZÎLETİ. Râşid b. Hüseyin el-abdulkerim. Terceme : Muhammed Şahin Tetkik : Ali Rıza Şahin

Peki, bu bayramın bizlere nasıl hediye edildiğini biliyor musunuz? Dilerseniz bu kıssayı hep birlikte hatırlayalım.

Öğretim İlke ve Yöntemleri 1

HÜCCETİN İKAMESİ VE ANLAŞILMASI

KUR AN-I KERİM II Yrd. Doç. Dr. Remzi ATEŞYÜREK

7. KEVSER SÛRESİ ÖĞRENELİM

Terceme : Muhammed Şahin

Metin 5. Ahmed-i Yesevî nin Menkabevî Hayatı

İçindekiler. Kısaltmalar 13 GİRİŞ I. ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI 15 II. İÇERİK VE YÖNTEM 16 III. LİTERATÜR 17

Hindistan ın Pencap bölgesinde bulunan Kadiyan adlı yerden şöyle bir ses yükseldi:

BEDİÜZZAMAN IN TABİATÇILARA KARŞI MÜDAFAA STRATEJİSİ

Burada mecazın, alimlerin elinden cahillerin eline geçmesi durumunda nasıl hakikate dönüştüğüne ve hurafelere kapı açtığına işaret olunuyor.

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS KELAM VE İSLAM MEZHEPLERİ ILH

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ

İçindekiler. Kısaltmalar 11 Yeni Baskı Vesilesiyle 13 Önsöz 15

5. SINIF DİN KÜLTÜRÜ ve AHLAK BİLGİSİ

ه: د ع ل ض ب او ت ن ل ه ب م ذ ت خ أ إن ا م م كي ف ت ر ك ت د ق ي فإ ن يت للا س ن و با ك ت

Resulullah Efendimiz'in Diğer Peygamberlerden Üstünlüğü

Spor (Asr-ı Saadette) Prof.Dr. Vecdi AKYÜZ

Sıra no Sûre Adı. Âyet sayısı O.B.E.B

118. SOHBET Kadir Suresi SÛRE VE MEÂLİ:

الصيام برؤية واحدة اسم املؤلف حممد بن صالح العثيمني

5 Kimin ümmetisin? Hazreti Muhammed Mustafa nın (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetiyim. 6 Müslüman mısın? Elhamdülillah, Müslümanım.

TAKVA AYI RAMAZAN TAKVA AYI RAMAZAN. Rahman ve Rahim Allah ın Adıyla

Bayram hutbesi nasıl okunur? - İlyas Uçar - Ebû Rudeyha - Evvâh - Kişisel Bilgi Sitesi

Her elini uzatana (isteyene) zekât verilir mi?

Hâmile kadın için haccın hükmü

Transkript:

RİSALE-İ NUR VE TECDİT SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ Harran Üniversitesi 10-11 Mayıs 2013 Harran Üniversitesi İstanbul İlim ve Kültür Vakfı Haliliye Vakfı tarafından ortaklaşa düzenlenmiştir.

2014, Şanlıurfa Tüm yayın hakları anlaşmalı olarak Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları na aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir; izinsiz çoğaltılamaz, basılamaz. ISBN: 978-975-7113-33-1 Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları Kitabın Adı : Risale-i Nur ve Tecdid Sempozyumu Bildirileri Editör : Hakan Gülerce Metin Editörü : Celil Taşkın Kapak Tasarım : Melik Yalçin İç Tasarım : Özlem Başboğa Baskı Yeri & Tarihi : Şanlıurfa, 2014 Baskı & Cilt : Sertifika No :

TEVHİD-İ KIBLE VEYA MÜRŞİDİN KUR ÂN OLMASI : MAKAM-I İRŞADDA TECDİT Yrd. Doç. Dr. Yunus Emre GÖRDÜK Giriş Mürşid kelimesinin kökünü oluşturan د ر ش fiili, hak yolu buldu; doğru inanç sahibi oldu; yetişti; olgunlaştı; reşit oldu gibi anlamalara gelmektedir. Do- ر ش دolan hak yola erişen kişiyi; masdarı ر اش د layısıyla bu kökün ism-u faili olan ise doğru yola erişmeyi yani dalaletin, sapmanın ve haddi aşmanın zıddını ifade eder. Keza fiile geçişlilik kazandıran if âl bâbı itibariyle doğruyu ve hakkı bulduran kimse demek olan د م ر ش de ism-u fail durumundadır. Mürşidin yaptığı rüşde eriştirme işine اد faaliyetiا ر ش denir. 1 Şüphesiz ki Kur ân bütün ins ve cinne hidâyet 2 kaynağı olarak indirilmiştir. Bu hidayet kaynağı, kendisine kulak ve gönül veren insanlar için rüşde ulaştırıcı - dır 3 ; yani mürşid dir. Ancak Kur ân ın irşadı Hz. Peygamber (sav) ile kemalini bulmuş ve tamamlanmıştır. Çünkü onda mevcut olan emir, kaide ve kuralların ilk muhatabı, uygulayıcısı, öğreticisi ve rehberi Hz. Peygamber (sav) dir. Bir bakıma İslâmiyet, O nun ef al, akval ve ahvalinden ortaya çıkmıştır. 4 Bu fiil, söz ve davranışlar ise kuşkusuz Kur ân ın emir ve yasakları çerçevesinde şekillenmiştir. Kur ân ın nüzul sürecinde, Hz. Peygamber (sav) in bizzat yaptığı rehberlik olmasa Kur ân dan matlup olan murad-ı İlahî yi anlamak mümkün olamazdı. Örneğin Rabbimizin Kur ân da defalarca bahsettiği ve ikâme edilmesini emrettiği 5 namaz ibadetinin nasıl uygulanacağı bilinemezdi! 1 Detaylı bilgi için bkz. Halil b. Ahmed, Ebû Abdurrahman el-ferâhîdî el-basrî, Kitabu l-ayn, Dâru ve Mektebetü l-hilâl, Beyrut tsz., VI, 242; ez-zebîdî, Muhammed b. Muhammed b. Abdirrezzak el-hüseynî Ebû l-feyz Murtazâ, Tâcu l-arûs, Dâru l-hidâye, tsz., VIII, 95-98; İbn Manzûr, Muhammed b. Mükrim b. Ali Ebû l-fadl Cemâlüddîn el-ensârî er-ruveyfaî el-ifrîkî, Lisânu l-arab, Dâru s-sadır, Beyrut 1992, III, 175-176. 2 Bkz. Bakara, 2/ 2; İsrâ, 17/ 9; Neml, 27/ 2; Lokman, 31/ 3; Fussilet, 41/ 44; Câsiye, 45/ 11. 3 Bkz. Cin, 71/ 1-2. 4 Bkz. Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 217; a. mlf., Şuâlar, s. 128. 5 Bkz. Bakara, 2/ 3; Mâide, 5/ 6; Enfal, 8/ 3; Hûd, 11/ 114; Ra d, 13/ 22; Hac, 22/ 35; Mü minûn, 23/ 2; Neml, 27/ 3; Ankebût, 29/ 45; Ahzâb, 33/ 34; Müzzemmil, 73/ 20; Kıyamet, 75/ 31; Kevser, 108/ 2.

Tevhid-i Kıble veya Mürşidin Kur ân Olması : Makam-ı İrşadda Tecdit 415 Öte yandan Kur ân Hz. Peygamber (sav) in en büyük mucizesi olduğu gibi; Bedîüzzaman ın ifadesiyle, Hz. Peygamber (sav) de «bin mu cizâtıyla Kur ân ın bir mu cizesidir». 6 Yani O, Allah ın istediği ve Kur ân da özetlediği insan modelini en muhteşem surette gözler önüne serdiği için adeta Kur ân ın en büyük mucizesidir ve dolayısıyla cismânî bir Kur ân hükmündedir. Kısacası hidayet kaynağı ve irşad mercii olarak Kur ân ve Hz. Peygamber (sav) aslında bir bütünün iki ayrılmaz parçası gibidir. 7 Bu kısa girişten sonra Bedîüzzaman ın irşad ve mürşid kavramlarını nasıl ele alındığını da kısaca gözden geçirmek yerinde olacaktır. Bedîüzzaman ın Düşüncesinde İrşad ve Mürşid Kavramları İrşad faaliyeti ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem ile başlamış ve insanın olduğu her yerde ve her devirde süregelmiştir. Bedîüzzaman, peygamberlerin şahsında adeta sembolleşen irşad hakikatinin, Allah ın sonsuz hikmetiyle; fiillerinde abesiyetten münezzeh oluşuyla; yarattığı her şeyde görülen düzenle; O nun hiçbir şeyi ihmal etmemesiyle ve nev i beşerin mürşide olan zarurî ihtiyacıyla bağlantılı olduğunu belirtir. Bu önemli noktalar nübüvvet müessesesinin varlığını gerektiren esaslardır. Çünkü insanın meyl-i tabiîsi, dünya hayatında ona neyi yapıp neyi yapmayacağı konusunda yol göstermeye kâfi değildir. Ayrıca insan nazarı kusurludur ve aklını karıştıran türlü evham bulunmaktadır. Bu özellikler insanoğlunu İlahî vahye muhatap olan mürşid ve muallimlere muhtaç etmiştir. İşâratu l-i câz adlı eserde bu hakikat şu veciz ifadeyle ortaya konmuştur: İnsandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sâni tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz -i ihtiyarîsiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-ı insaniye çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifade etsinler. 6 Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 220, 241. 7 Risale-i Nur Külliyatı nda Hz. Peygamber (sav) ve Kur an-ı Kerîm in ayrılmaz bir bütün olduğunu en güzel şekilde ifade eden paragraflardan biri şöyledir: Nasıl ki Peygamberimiz (sav) mu cizatından ve hasaisinden başka, ef al ve ahval ve etvarında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlahiyeye ve evamir-i tekviniyesine münkad ve mutî olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker ve hâkeza Her bir ahval ve etvarında hârikulâde bir vaziyet verilmemiş. Tâ ki ümmetine ef aliyle imam olsun, etvarıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvarında hârikulâde olsa idi, bizzât her cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşid-i mutlak olamazdı. Bütün ahvaliyle Rahmeten lil-âlemîn olamazdı. Aynen öyle de: Kur an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır, cinn ve inse mürşiddir, ehl-i kemale rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslûbu tarzında olmak zarurî ve kat îdir. Çünki cinn ve ins münacatını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesailini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm ediyor ve hâkeza Herkes onu merci yapıyor (Mektûbat, s. 311).

416 Risale-i Nur ve Tecdid Sempozyumu Bildirileri Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır. Sonra o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahib lâzımdır. O merci ve o sahib de ancak peygamberdir. 8 Dolayısıyla başta peygamberler olmak üzere, onların yolundan giden sıddıkîn, şühedâ ve salihîn nev i-beşerin en müstakimleri, en sadık ve musaddak mürşidleri ve kemalâtta reisleridir. 9 Nur Risalelerini incelediğimiz zaman Bedîüzzaman Said Nursî nin mürşid kavramını başta Hz. Peygamber (sav), 10 Kur ân, 11 bu iki hidayet kaynağının bir bakıma toplamı mahiyetinde olan İslâmiyet, diğer peygamberler ve maneviyat ehli büyük zatlar için kullandığını görmekteyiz. Ona göre Hz. Peygamber i ve Kur ân ı en güzel bir biçimde anlatan Risale-i Nur Külliyatı da bu zamanın mürşidi konumundadır. 12 8 Bedîüzzaman, İşâratu l-i câz, s. 84. 9 Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 617. 10 Hz. Peygamber (sav): Hüsn-ü suretle hüsn-ü sîreti hârika bir surette cem eden; Mele-i a lâdan nâzil olan hutbe-i ezeliyeyi, insanlara cinlere ve bütün mevcudata tebliğ eden bir Mürşid-i Umumî dir (Mesnevî-i Nûriye, s. 23-32). O, bütün mürşidlerin sultanıdır (Sözler, s. 62). İnsanın reisi ve mürşidi dir (Lem âlar, s. 51). Binlerce mucizesinin delaletiyle; teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle; mübelliğ ve tercüman olduğu Kur an-ı Hakîm in hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir (Lem âlar, s. 59). 11 Kur an-ı Kerim tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak âlemin nizam ve intizamından bahisle, Sâni in marifet ve azametini cumhur-u nâsa ders veren mürşid bir kitabdır (İşârâtu l-i câz, s. 188). Kur an-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdâpta rehberimizdir (Mektûbat, s. 368). Kur an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemale rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir (Sözler, s. 185; Mektûbat, s. 11). Kur an, Şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâdîsi dir (Sözler, s. 242; 366; a. mlf., Mektûbat, s. 204). Mu ciz ve en yüksek derece-i belâgatta olan (Muhâkemât, s. 14.) Kur an-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev -i beşerdir. Bütün tabakat-ı beşere hitab eder. Zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisce, zekâca, gabavetçe bir değildir. Kur an mürşiddir, irşad umumî oluyor. Nev -i beşerin ekserisi ise avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Bunun için, Kur an ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatabların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur (Bkz. Sözler, s. 243; Mektûbat, s. 206; İşârâtu l-i câz, s. 115; Mesnevî-i Nûriye, s. 79). Keza Kur an, beşerin muhtelif tabakalarından kalî veya halî yapılan suallere lâzım olan cevabları veren umumî bir mürşid-i mücîbdir (Mesnevî-i Nûriye, s. 232). Kur an bütün müçtehidlerin me hazlerini, bütün âriflerin mezâklarını, bütün vâsılların meşreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheblerini; manasının hazinesinden ihsan etmekle beraber; daima onlara rehber ve terakkiyatlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazinesinden onların yollarına neşr-i envâr ettiği bütün onlarca musaddaktır ve müttefek-un aleyhtir (Sözler, s. 395). 12 Risale-i Nur bu zamanın bir mürşididir (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 32; Kastamonu Lâhikası, s. 31). Evet bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risalet-ün Nur un heyet-i mecmuası, sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-ı ilmiyesine münasib, birkaç nevide ve bilhâssa hakaik-i imaniyenin izharında, intişarında azîm kerametleri olduğu gibi; üç keramet-i zahiresi bulunan Mu cizat-ı Ahmediye (sav), Onuncu Söz, Yirmidokuzuncu Söz ve Âyet-ül Kübra gibi çok risaleleri dahi her biri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emareler ve vakıalar bana kat î kanaat vermiş. Hattâ sekeratta bulunan talebelerine imanını kurtarmak için mürşid gibi yetiştiğine müteaddid vakıalar şübhe bırakmıyor. Kanaat getirdim (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 187; Kastamonu Lâhikası, s. 10). Bazı Nur Talebeleri de Nur risalelerinin kendileri için birer mürşid olduğunu ifade etmiştir: Benim yegâne mürşidim ve rehberim ve büyük üstadım o Risale-i Nur dur dedim (Ahmet Nazif Çelebi, Kastamonu Lahikası, s. 41); Ve her bir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur, yüz ondokuz adediyle, her birisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır (Kuleönü den Mustafa Hulusi, Barla Lâhikası, s. 143); Risale-i Nur un yüzyirmi parçasından beher parçası birer mürşid-i a zam, birer mürşid-i ekmel, birer kal a-i hasin, birer elmas kılınç olarak sabittir. Öyle ise, ey Lütfü! Risale-i Nur a sıkı yapış ki, bir mürşid-i ekmel bulasın (Lütfü, Barla Lâhikası, s. 169); Risale-i Nur eczaları mürşiddir. İnsanı haksızlıktan hakka döndürür ve hayvanlıktan insaniyete ve esfel-i safilînden, a lâ-i illiyyîne

Tevhid-i Kıble veya Mürşidin Kur ân Olması : Makam-ı İrşadda Tecdit 417 Bununla beraber insanlar arasında irşad vazifesini yapma açısından Âl-i Beyt in Bedîüzzaman ın düşüncesinde özel bir yeri vardır. Ona göre, Âlem-i İslâm ın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zâtlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıkmıştır. 13 Özellikle Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin in neslinden gelen evliya, hakikat mesleklerinde ve tarîkatlarda irşad vazifesini yapmış, «ع ل م اء ا م ت ك ن ب ي اء ب ن ا س ائ يل 14 hadîsinin mazharı olmuşlardır. Bunların içinde İmam Cafer es-sadık, Gavs-ı A zam Abdülkadir Geylanî ve Şah-ı Nakşibend gibi zâtlar ayrı bir öneme sahiptir. 15 Ehl-i keşif ve kerâmet birer mürşid olan velîler, keşfiyatlarına, müşahedelerine ve kerametlerine dayanarak icma ile Vâcibu l-vücud olan Allah ın varlığını ve Vahdet-i Rabbaniyeyi kâinata ilân etmektedir. 16 Bunun yanında selim ve nurani kalblerin erkân-ı imaniyede müttefik olmaları; vücub-u vücud ve vahdette ittifak ve icma ları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünkü herhangi bir vehim, hakikatsiz bir fikir ve asılsız bir sıfatın, bu ölçüde râsih ve müstemir olan bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatması ve galat-ı hisse uğratması hiçbir cihetle imkân ve ihtimal dahilinde değildir. 17 Bedîüzzaman hidayetin Allah tan olduğuna ve hidayete götürücü üstad, şeyh ve mürşidlerin birer sebep olduğuna; Evet üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma kes olduklarını bilmek lâzımdır ifadesiyle dikkat çeker ve bu hakikati şöyle açıklar: Meselâ hararet ve ziya, sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Güneş e karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telakki edip, Güneş i unutup, ona minnettar olmak, divaneliktir. Evet âyine muhafaza edilmeli, çünki mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ı Hak tan gelen feyze ma kes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesîlelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. 18 Bedîüzzaman mürşid kavramını bazen insanın iç dünyası paralelinde bazen de toplumun sosyolojik yapısı sadedinde ele alıp diğer bazı şeylerle de ilişkilendirmiştir: Örneğin ona göre insanın enfüsî alemindeki en büyük mürşidi akıldır. Eğer yükseltir (Halil İbrahim, Barla Lâhikası, s. 295.); Şu fâni dünyanın elemlerine gark olan gözlerim, sizin feyizli, nurlu Sözlerinize ve tesirli ve şifalı risalelerinize, can u gönülden merbut oldukça ve okudukça, risaleleriniz ne kadar büyük bir mürşid olduğunu hiçbir şeyle tarif edemem (Müzeyyene, Barla Lâhikası, s. 308). 13 Bedîüzzaman, Lem âlar, s. 21. 14 er-râzî, İmam Fahrüddîn Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer b. el-hasan b. el-hüseyin et-teymî, Mefâtîhu l-gayb, Dâru İhyai t-türâsi l-arabî, Beyrut 1998, XVII, 267; XIX, 75; XXVII, 563; en-neysabûrî, Nizâmüddin el-hasan b. Muhammed b. Hüseyin el-kummî, Garâibu t-kur ân ve Reğâibu l-furkân, Dâru l-kütübi l-ilmiyye, Beyrut 1995, I, 330; III, 334; V, 440; Aliyyü l-kârî, Ali b. Muhammed Ebû l-hasan Nûreddin el-herevî, Mirkâtü l-mefâtîh Şerhu Mişkâtü l-mesâbîh, Dâru l-fikr, Beyrut 2002, V, 1874. 15 Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 95. 16 Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 119-120. 17 Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 122. 18 Bedîüzzaman, Lem âlar, s. 135.

418 Risale-i Nur ve Tecdid Sempozyumu Bildirileri akıl Allah ın emrettiği istikamette kullanılırsa, sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar. 19 Çünkü aklın rehberliği olmadan, ebedi saadeti kazanmak mümkün değildir. Keza insanın maruz kaldığı hastalıklar, Bedîüzzaman a göre asla aldatmayan birer nâsih ve ikaz edici birer mürşiddir. 20 Çünkü hastalıklar insanı dünya gafletine dalmaktan kurtarmakta ve ahireti hatırlatmaktadır. 21 Öte yandan alemin dört bir yanını nuruyla aydınlatan İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir. 22 İslâmiyet; her asırda üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii; akıllarının muallimi ve mürşidi; kalblerinin münevviri ve musaffisi; nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi; ruhlarının medar-ı inkişafatı ve maden-i terakkiyatı olmuştur. 23 Bu arada hidayete ermek ile hidayete erdirebilmek yani rüşde ermek ile mürşid olmak arasındaki farka da dikkat çeken Bedîüzzaman, sorulan bir soru vesilesiyle Muhyiddin İbnü l-arabî yi örnek verir. O na göre İbnü l-arabî dalâletten müberrâdır, hâdî ve makbuldür fakat her kitabında mühdî ve mürşid değildir. 24 Bunların en nihayetinde irşad vazifesine soyunan kimsenin, yani Hakikî mürşid-i âlim in kuş gibi değil koyun gibi olması; yani irşad vazifesini yaparken kullanacağı bilgileri hazmetmiş olması gerekmektedir. Nitekim koyun kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü verirken; kuş, yavrusuna kursağında taşıdığı ve hazmetmediği kayyını vermektedir. 25 Tevhid-i Kıble veya Mürşidin Kur an Olması İleride belirtileceği üzere Üstad Bedîüzzaman Said Nursî ye mânen tevhid-i kıble et diyen zât Müceddid-i Elf-i Sânî lakabıyla anılan İmam-ı Rabbânî hazretleridir. Bedîüzzaman ın tevhid-i kıble sergüzeştine geçmeden evvel, kendine üstad edindiği İmam-ı Rabbânî nin Allah a vasıl olan yollarla ilgili çok önemli şu tespitini görelim: Ona göre Allah a vâsıl olan tarikler ikidir. Biri kurb-u nübüvvet diğeri kurb-u velâyet yoludur. Kurb-u nübüvvet yolunun sahipleri peygamberler, onların sahâbileri ve sayısı çok az olan müstesna bazı evliyalardır. Bunlar bilasâle aslın aslına vâsıl olurlar. Bu yolda feyz alanlar herhangi bir tavassuta ihtiyaç duymaksızın ve biri diğerine asla engel ve perde olmaksızın asıldan, yani İlâhî vahiyden ve nübüvvet nurundan direkt olarak feyz alırlar. Ahirzamanda gelecek olan Hz. İsa ve Hz. Mehdî de bu kurb-u nübüvvete mazhardır. İkinci yol olan kurb-u velâyet ise, aktab, evtad, büdelâ, nücebâ ve bilumum evliyanın yoludur. Haylûlet ve tavassutun olduğu bu yol sülûk tarikinden ibarettir ve içinde cezbenin bulun- 19 Bedîüzzaman, Sözler, s. 27. 20 Bedîüzzaman, Lem âlar, s. 206. 21 Bedîüzzaman, Lem âlar, s. 411. 22 Bedîüzzaman, Muhâkemât, s. 10. 23 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 217; a. mlf., Şuâlar, s. 128. 24 Bedîüzzaman, Lem âlar, s. 273. 25 Bkz. Bedîüzzaman, Sözler, s. 706; a. mlf., Mektûbat, s. 471.

Tevhid-i Kıble veya Mürşidin Kur ân Olması : Makam-ı İrşadda Tecdit 419 duğu yoldur. Bu yolda gidenlerin büyük reisi ve feyiz menbaı Hz. Ali dir. O büyük mansıp ona bağlıdır. 26 Ayrıca İmam-ı Rabbânî nin, Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır 27 dediği de bizzat Bedîüzzaman tarafından nakledilmektedir. Nakşibendî Tarîkatı nın en büyük pirlerinden olan İmam Rabbânî nin Mektûbat adlı eserinde yer alan bu hükmünden; onun, herhangi bir tarikata bağlanmaksızın ve bir mürşidin tavassutuna ihtiyaç duymaksızın Kur ân dan ve Hz. Peygamber (sav) den bilasâle feyiz alınabileceğini ilan ve tasdik ettiği anlaşılmaktadır. Şimdi bu önemli tespit ışığında Üstad Bedîüzzaman ın tevhid-i kıble anlayışına bakabiliriz: Bedîüzzaman, küçük yaşlarından itibaren pek çok zâttan ders aldığını, onlardan bizzat veya bilvasıta istifade ettiğini söylemektedir. 28 Örneğin silsile-i ilmiyede son dersini teberrüken Şeyh Muhammed Kufravî den bizzat alırken 29 ; Gavs-ı A zam Abdülkadir Geylânî nin Fütûhu l-gayb adlı eseriyle ve İmam-ı Rabbânî nin Mektubat ıyla kendisine mürşid olduğunu ve yol gösterdiğini ifade eder. 30 Öte yandan Doğubeyazıt ta Şeyh Ahmed-i Hânî nin türbesine kapanıp onun ruhaniyetinden istifade ettiği ve ondan mânen ders aldığı nakledilmiştir. 31 Şahsiyetinde iz bırakan en tesirli dersi merhum validesinden aldığını söyleyen 32 Bedîüzzaman, eline konan bir sineğin halinden bile ders çıkarma inceliğini göstermiştir. 33 An- 26 İmam Rabbânî, el-mektûbât, II, 184-185. 27 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 22. 28 Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde (Lem âlar, s. 200); Şimdi bir ihtar ile kat î kanaatım geldi: O talebe arkadaşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim; bir hiss-i kabl-el vuku ile ruh hissedip akıl bilmeyerek -ki en lüzumlu bir zamanda- o talebeler içinde ve o hocaların şakirdleri içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i imanın imdadına gelecek (Emirdağ Lahikası-I, s. 53). 29 Bedîüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 46. 30 Bkz. Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 355. Gavs-ı A zam (ra.) Fütuh-ul Gayb ıyla, bana bir üstad ve tabib ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbanî de (ra.) Mektubat ıyla bir enis, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti (Lem âlar, s. 248). 31 Kürdlerin edib dâhîlerinden Molla Ahmed Hanî Hazretlerinin, gündüzleyin bile havf ile girilen kubbe-i saadetine kapanır, bazan geceleyin de orada kalırdı. Bundan dolayı ahali, Bedîüzzaman a: Ahmed Hanî Hazretlerinin feyzine mazhar olmuştur (Tarihçe-i Hayat, s. 34). 32 Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum (Lem âlar, s. 200). 33 Yahu bu sineğe bak! Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür. Sen de lâakal onun kadar vücuduna hizmet etmelisin, diye ikna ettim. Takdis ederiz O Zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim (Mesnevî-i Nuriye, s. 80). Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: Bu mülk senin değil, emânettir. O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne? dedi.

420 Risale-i Nur ve Tecdid Sempozyumu Bildirileri cak onun bütün mânevî terakkiyatını şekillendiren iki ana unsur, -Münâcat Risalesi nde defalarca tekrar ettiği üzere- Kur ân ın dersi ve Resûl-i Ekrem (sav) in talimidir. 34 Bedîüzzaman mânevîyat yolunda hangi mürşidin arkasından gideceğini şaşırdığını, biriyle iktifâ edemediğini ve çözümü Tevhid-i Kıble ederek bulduğunu Mektûbat adlı eserinde şöyle ifade etmektedir 35 : Bundan on bir sene evvel, Eski Said in gafil kafasına müdhiş tokatlar indi, el-mevtü hakkun kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddüdde kaldı. Gavs-ı A zam olan Şeyh-i Geylanî Radıyallahü Anh ın Fütuh-ul ا ن ت ف د ار ال ح ك ة ف اط ل ب ط ب يب ا ي د او ى çıktı: Gayb namındaki kitabıyla tefe ül etti. Tefe ülde şu İslâ- Acibdir ki; o vakit ben, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye âzası idim. Güya ehl-i ق ل ب ك mın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara! Ben dedim: Sen tabibim ol! Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabı bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatab ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacatını dinledim, çok istifaza ettim. Sonra İmam-ı Rabbanî nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe ül ederek açtım. Acaibdendir ki, bütün Mektubatında yalnız iki yerde Bedîüzzaman lafzı var. O iki mektub bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında Mirza Bedîüzzaman a Mektub diye yazılı olarak gördüm. Fesübhanallah dedim, bu bana hitab ediyor. O zaman Eski Sa- Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: Bak. Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu (Latif Nükteler, s. 11). 34 Bkz. Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 42-60. 35 Aynı hakikatı ayrı bir ifadesinde şöyle beyan eder: Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hâssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda Tevhid-i kıble et! demiş; yani Yalnız bir üstadın arkasından git! O çok yaralı Eski Said in kalbine geldi ki: Üstad-ı hakikî Kur an dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur. diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk a hadsiz د حا و ه ن ا ى ل ع ل د ت ة يآ ه ل ء ي ش ل ك ى ف و şükür olsun ki, Kur an ın dersiyle, irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ hakikatına mazhar olduğunu, Yeni Said in Risale-i Nur uyla göstermiş (Mesnevî-i Nuriye, s. 7).

Tevhid-i Kıble veya Mürşidin Kur ân Olması : Makam-ı İrşadda Tecdit 421 id in bir lâkabı, Bedîüzzaman dı. Halbuki hicretin üç yüz senesinde, Bedîüzzaman-ı Hemedanî den başka o lâkabla iştihar etmiş zâtları bilmiyordum. Halbuki İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali, benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum. Yalnız İmam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: Tevhid-i kıble et. Yani: Birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur an-ı Hakîm dir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en a lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakikî nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur an dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiye hükmündedirler. 36 Dolayısıyla Bedîüzzaman ın Tevhid-i Kıble si aslında sadece bir tarafa yönelmeyi değil, yönelmeye layık olan bütün kıbleleri bir kıblede toplayıp ona dönmeyi ifade etmektedir. Çünkü irşad sahasında faaliyet göstermiş olan bütün muhtelif yolların başı ve bütün kanalların ana kaynağı Kur ân dır. Bu açıdan Kur ân, bütün mürşidlerin kemâlata medar bütün özelliklerini kendinde cem eden muazzam bir feyiz kaynağıdır. Nitekim Kur ân Allah ın kelâmıdır ve Üstad-ı Ezelî olan Rabbimizin gönderdiği bu kitaptan feyiz ve ders alan ilk şahsiyet Hz. Peygamber dir (sav). 37 Bu meyanda Hz. Aişe validemizin Hz. Peygamber (sav) i tarif ederken O nun ahlâkı Kur ân idi 38 demesi konuyu özetler niteliktedir. Başta sahâbe-i kirâm olmak üzere irşad vazifesini yapmış olan bütün büyük zâtların örnek aldığı ve arkasından gitmeye çalıştığı Hz. Peygamber (sav) in ahlâkı bile tek kelime ile Kur ân olarak tanımlandığına göre; Kur ân bütün feyiz, irşad ve hi- 36 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 355. 37 İşte pekçok itirazat ve tenkidata maruz ve en küçük bir hatasından dolayı davasını kaybedecek bir Zâtın lisanından böyle tereddüdsüz, kemal-i ciddiyet ve emniyetle ve kuvvetli bir vüsuku ihsas eden bir tarzda böyle ihbarat-ı gaybiye, kat iyyen gösterir ki; o Zât, Üstad-ı Ezelî sinden ders alıyor, sonra söylüyor (Sözler, s. 406); Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, öyle ders verir (Mektûbat, s. 110); Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdaniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor; belki söylettiriliyor. Evet Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir (Mektûbat, s. 192); Kur an gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalalet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirdleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı kadar da kıymet vermeğe mecbur değilim (Sözler, s. 545). 38 Bkz. Müslim, Salâtu l-müsâfirîn, 139; Ahmed b. Hanbel, Müsned, XL, 315 (had. no. 24269); Nesâî, Bâbu Kıyami l-leyl, 2; Ebû Dâvud, Ebvâbu Kıyami l-leyl, 11.

422 Risale-i Nur ve Tecdid Sempozyumu Bildirileri dayet yollarının ana kaynağı durumundadır. Bedîüzzaman bu hakikatı, Cenab-ı Hakk a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur an dan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor 39 şeklinde dile getirir. Şu halde irşad mercîi olarak Kur ân merkeze oturtulduğunda, aslında bütün muhtelif hak tarîklerin feyzini elde etmek mümkün olacaktır. İşte Bedîüzzaman tam da bu noktayı şöyle ifade eder: Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur an dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur an onlar için hakikî ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder. 40 Hatta Kur ân ın iniş sürecinin canlı şahitleri olan sahabe-i kiramın, değil sadece nazil olan ayetlerden; bizzat vahyin iniş keyfiyetinden, yani Hz. Peygamber (sav) vasıtasıyla Alemlerin Rabbi olan Allah ile sürekli iletişim halinde olmaktan apayrı bir feyiz aldıkları anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (sav) in dadısı Ümmü Eymen ile ilgili şu rivayet bu noktayı özetleyen örneklerden biridir: Hz. Peygamber (sav) in vefatından sonra bir gün Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer Resûlullah ın hayattayken daima ziyaret ettiği dadısı Ümmü Eymen i ziyarete gider. Yanına vardıklarında Ümmü Eymen ağlamaya başlar. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (Hz. Peygamber in vefatı için ağladığını sanarak) ona Seni ağlatan nedir? Allah ın katındaki (makam ve O nu mazhar kılacağı nimetler) Resûlü için daha hayırlı değil mi? diye sorarlar. O ise Allah ın katındaki nimetlerin onun için daha hayırlı olduğunu bilmediğim için ağlamıyorum. Ben semadan vahiy kesildiği için ağlıyorum der. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de duygulanarak onunla beraber ağlamıştır. 41 Bedîüzzaman ın üstte belirttiğimiz ifadesinden, Kur ân ın velâyet-i kübrâ feyizlerini her zaman veren bir kaynak olduğu ancak hicrî ilk üç asır diyebileceğimiz sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn dönemlerinden sonra bu Kur ânî yolun bir derece perdelendiği anlaşılmaktadır. Zaman geçtikçe ve Asr-ı Saadet ten uzaklaşıldıkça Kur ân ın feyiz ve bereketinden istifade edebilen Ehl-i Hakikat ın sayısının hızla azaldığı ve halkın bu müstesnâ kimselerin etrafında toplandığı; dolayısıyla herkesin direkt olarak Kur ân dan istifade edemediği anlaşılmaktadır. Diğer bir anlatımla Asr-ı Saadette binlerce sahâbe kendi derecesine göre velâyet-i kübrâ makamını kazanmış bulunmaktaydı. Örneğin Hz. Peygamber (sav) Medîne de vefat ettiği zaman şehirde yaşayan halkın tamamını sahâbîler oluşturuyordu. İslam akîdesine göre en büyük evliyâlar bile mânevî derece itibariyle Kur ân ın övgüsüne mazhar olan sahâbeye 42 yetişememektedir. O halde Medî- 39 Bedîüzzaman, Sözler, s. 476. 40 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 356. 41 Bkz. Müslim, Fedâilü s-sahabe, 103. 42 Bkz. Nisa, 4/ 95; Tevbe, 9/ 100; Fetih, 48/ 27-29; Hadid 57/ 10; Mücadile, 59/ 22.

Tevhid-i Kıble veya Mürşidin Kur ân Olması : Makam-ı İrşadda Tecdit 423 ne deki Müslüman toplumun tamamı, en büyük velâyet makamlarına sahip insanlardan oluşmaktaydı. Bütün İslam coğrafyasına dağılan bu kutlu insanları görüp onların sohbetinde bulunan Tâbiîn, sahâbeden aldıkları feyzi bir sonraki nesle yani Tebe-i Tâbiîn e aktardılar. Bu üç kuşağın ortak özelliği genel olarak Kur ân a bizzat muhatap olacak ve Allah ın kelâmından velâyet-i kübrâ feyizlerini alacak kabiliyette olmalarıydı. Âyetlerden istinbât-ı ahkâm faaliyetinin yoğun bir şekilde ilk üç asrı kapsayan döneme denk gelmesi de söz konusu kabiliyetin ayrı bir göstergesi durumundadır. 43 Ancak bu aydınlık dönemi takiben, yine Bedîüzzaman ın ifadesiyle git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladı 44 İşte bir «mürşid-i kâmil»in terbiyesiyle hakikate erişmeyi esas alan tasavvuf hareketinin sahneye çıkışı da tam bu döneme, yani Nübüvvet nurundan uzaklaşmanın hızla baş gösterdiği hicrî üçüncü asır sonrasına rastlamaktadır. 45 Bedîüzzaman ise zahirden hakikata geçmenin iki suretle olduğunu ifade eder. Biri, Tarîkat berzahına girip, seyr-i sülûk ile kat-ı meratib ederek hakikata geçmektir. İkincisi ise Sahabeye ve Tâbiîne has, yüksek ve kısa tarîk olan «Doğrudan 43 Bedîüzzaman bu noktayı şöyle izah etmektedir: Selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı Semavat ve Arz ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur an ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde etmek idi. İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan; içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya her bir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki; yakın idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu. Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört yaşında Kur an ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı içtihad-ı şer î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum? diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez (Bkz. Sözler, s. 481). 44 Bedîüzzaman, Sözler, s. 490. 45 Hicrî üçüncü asırdan sekizinci asra kadar Tasavvufun gelişme ve kemal devresi ve nihâyet sekizinci asırdan günümüze kadar uzanan süreç ise duraklama devresi olarak tanımlanır. Tasavvufun tarihi boyunca geçirdiği dönemler söz konusu olduğunda, en çok tasvip gören dönemsel tasnif şu şekildedir: Zühd Dönemi (I.-II./ VI.- VIII. Asırlar), Tasavvuf Dönemi (III.-V./IX.-XII. Asırlar) ve Tarikatlar Dönemi (VI.-VII./ XII.-XIII. Asırlar ve sonrası). Ayrıntılı bilgi için bkz. Çubukçu, İbrahim Âgah, Türk-İslam Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, KB Yay., Ank. 1992, s. 227 vd.; Küçük, Hülya, Tasavvuf Tarihine Giriş, Nükte Kitap, Konya 2004, s. 63 vd.

424 Risale-i Nur ve Tecdid Sempozyumu Bildirileri doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikata geçmektir.» 46 Bu yüksek ve kısa tarîki elde etmek ise bizzat Kur ân ın feyzine muhatap olmakla mümkün olacaktır. Dolayısıyla hakaik-i Kur aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, yani Risale-i Nur eserleri tarikat berzahına sokmadan hakikata ulaştırma özelliğine sahiptir. 47 Çünkü Bediüzzaman ın ifadesiyle Kur an ayine ister vekil istemez 48, Risale-i Nur ise Kur ân ın feyzine tam bir ayine olmuştur ve o feyzi aktarmaktadır. Bu meyanda Bedîüzzaman başta kendisi olmak üzere, biraderzâdesi Abdurrahman, kardeşi Abdülmecid, birinci talebesi Hulûsi Yahyagil ve Burdurlu Hasan Efendi den örnekler verir. Bedîüzzaman a göre bunlar Risale-i Nur vesilesiyle hakikata ulaşan şakirdlerdir: Birinci Misal: Ben kendim on değil, yüz değil, binler defa müteaddid tecrübatımla kanaatım gelmiş ki: Sözler ve Kur an dan gelen Nurlar; aklıma ders verdiği gibi, kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor ve hâkeza Hattâ dünyevî işlerimde; keramet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hacatına dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur an-ı Hakîm in kerametli esrarından o hacatımı beklerken, ümid etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hasıl oluyor İkinci Misal: Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur an-ı Hakîm in himmeti imdadına yetişti 49 Üçüncü Misal: Burdur lu Hasan Efendi isminde ehl-i kalb bir âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir veliden himmet beklemek gibi bîçare benden meded bekliyordu. Birdenbire hiç münasebet yokken, Otuzikinci Söz ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalaa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: Şayet Burdur a gidersen Hasan Efendi ye ver, beş-altı gün mütalaa etsin. O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendi ye vermiş. Hasan Efendi nin eceli otuz-kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rastgelirken yapışması gibi; öyle de Otuzikinci Söz e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a zamdan beklediği feyzi onda bulmuş 50 Dördüncü Misal: Hulusi Bey in Yirmiyedinci Mektub daki fıkralarının şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler de bulmuştur. Beşinci Misal: Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman ın (Rahme- 46 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 356. 47 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 356. 48 Bedîüzzaman, Sözler, s. 704. 49 Söz konusu mektup için bkz. Barla Lahikası, s. 37-38. 50 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 358.

Tevhid-i Kıble veya Mürşidin Kur ân Olması : Makam-ı İrşadda Tecdit 425 tullahi Aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler in her biri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum. diye yazıyordu Daha bu beş misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur an-ı Hakîm in esrarından manevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun; âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun çok fark yoktur. Evet Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem Güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı -bahusus bende bulunmazsa- istemek manasızdır, lüzumsuzdur. Belki onların bana dua ile, manevî yardım ile, hattâ himmet ile muavenet etmeleri lâzımdır. Ve ben onlardan istimdad etmem ve meded istemem, benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır. 51 Sonuç olarak İnayet-i Ezeliye beni Kur ân a emanet etti 52 diyen Üstad Bedîüzzaman Said Nursî, öğrendiği bütün ilimleri Kur ân ı anlamak ve fehmetmek için âlet ve Kur ân ın hakikatlarının isbatına basamaklar yapmıştır. Dolayısıyla hedefini, gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını yalnız Kur an bilmiştir. Onun bu cehdi ve gayreti sonucunda da Kur ân ın i câz-ı manevîsi ona rehber, mürşid ve üstad olmuştur. 53 Hatta Kur ân ın ona yegane üstad olması için, ona diğer kitapların mütalaası bıraktırılmıştır. Kendi ifadesiyle, eskiden mütalaaya çok müştak olduğum halde; bütün bütün sair kitabların mütalaasından bir men, bir mücânebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalaayı bana terkettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur aniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir. 54 Kanaatimizce Bedîüzzaman ın üstte yer verdiğimiz tevhid-i kıble sergüzeşti aynı zamanda irşad makamı açısından esaslı bir tecdid ve yenilenmeyi ifade etmektedir. Yani hicrî ilk üç asırda insanların mürşidi ve irşad mercii başta Kur ân iken daha sonra irşad faaliyetinin merkezine şahsî kemâlatıyla öne çıkan ehl-i velayet büyük zatlar ve tarikat şeyhleri geçmiş; bir bakıma Kur ân ın feyiz ve irşadı dolaylı bir şekilde bu mürşidlerin şahsında aranmıştır. Bir anlamda Kur ân Güneşi nin ışığından ve feyzinden istifade eden mürşidler kendi şahsî kabiliyetleri miktarınca müstefîd oldukları ışığı ve nuru kendi çevrelerinde toplanan insanlara 51 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 358. 52 Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, s. 50. 53 Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 707; a. mlf., Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 90. 54 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 374.

426 Risale-i Nur ve Tecdid Sempozyumu Bildirileri da yansıtmışlardır. Tıpkı Güneş ten aldığı ışığı ancak kendi büyüklüğü ve şeffâfiyeti nisbetinde yansıtmaya muvaffak olabilen Ay gibi. Bedîüzzaman ise Nübüvvetin ve Kur ân ın ışığı ile aydınlanmış ilk üç asırdan yaklaşık on asır sonra; Hakaik-i Kur aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler 55 diyerek tarif ettiği eserleriyle, irşad ekseninin merkezine tekrar Kur ân ı almıştır. O nun makam-ı irşad açısından ortaya koyduğu bu tecdidin temelinde ise kendi iç aleminde yaşadığı ve tevhid-i kıble edebilme muvaffakiyetiyle sonuçlanan enfüsî tecdid i vardır. O herhangi bir şahsı değil sadece Kur ân ı mürşid edindiği için aynı düstur gereği; kendi şahsını da tercümanlık ettiği Kur ân nurlarından istifade edecek kimselere perde etmemiştir. Kendini Nur Talebelerinin bir kardeşi, bir ders arkadaşı, 56 Risale-i Nur un bir talebesi 57 ve okuyucusu olarak takdim eden 58 Bedîüzzaman a göre Risale-i Nur dava değil dava içinde bürhandır. 59 Yani Risale-i Nur un yüklendiği misyon bizzat kendi adına değil Kur an adınadır. Risalelerde görünen ve kendini hissettiren müellifin şahsı değil Kur an ın manevî feyzî ve ilmî hakikatleridir. Bu hakikatler bilvasıta değil bizzat Kur ân Güneşi nden gelen ışık ve şuâlardır. Bu sebeple o kendini Üstad olarak değil, sürekli Kur an hakikatlarının bir tercümanı olarak tarif etmiş, telif ettiği Nur Risalelerini sahiplenmeyerek onların Kur an a ait olduğunu ilan etmiştir. Onun, Evet Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem Güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı -bahusus bende bulunmazsa- istemek manasızdır, lüzumsuzdur demesi de özellikle bu noktaya yaptığı bir vurgudur. Netice itibariyle Bedîüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı ile ortaya koyduğu tecdid hareketinde; eserin müellifi olduğu halde kendi şahsını bile irşad merciîliğinden azledip dikkatleri daima Kur ân ın nurlarına çekmiştir. 60 Bu sebepledir ki o, kendini mürşid kabul etmediği gibi kendinden sonra irşad mercii olacak bir halî- 55 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 356. 56 Bedîüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 89. 57 Bedîüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 302, 699; Emirdağ Lahikası-I, s. 47. 58 Bedîüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 699. 59 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 376. 60 Bkz. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım (Emirdağ Lahikası-I, s. 73);...ben müstaid ve makam sahibi olmadığım için... (Mektûbat, s. 320); Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur anî bir dükkânın dellâlıyım (Mektûbat, s. 354). Cenab-ı Hak merhametkârane inayetini benim hakkımda böyle göstermiş ki, en edna bir nefer gibi bu şahsımı en âlî ve has bir mürşid hükmünde olan esrar-ı Kur aniyede istihdam ediyor (Mektûbat, s. 320); Mesleğimiz Haliliye olduğu için, meşrebimiz hıllet tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder (Lem âlar, s. 162). Cenab-ı Hak merhametkârane inayetini benim hakkımda böyle göstermiş ki, en edna bir nefer gibi bu şahsımı en âlî ve has bir mürşid hükmünde olan esrar-ı Kur aniyede istihdam ediyor (Şuâlar, s. 433). Ben Risale-i Nur un bir şakirdi olmak itibariyle... (Emirdağ Lahikası-I, s. 47). Kur an-ı Hakîm in bu zamanda bir mu cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur hesabına ve ben de onun bir şakirdi olmak haysiyetiyle... (Tarihçe-i Hayat, s. 302).

Tevhid-i Kıble veya Mürşidin Kur ân Olması : Makam-ı İrşadda Tecdit 427 fe de bırakmamıştır. Bedîüzzaman ın zaman tarikat zamanı değil 61 demesinin önemli sebeplerinden biri de bu hakikattir. O na göre Risale-i Nur ile birlikte; irşad usûlünde on asırdır süregelen manevî makam sahibi şeyh ve mürşidlerin yerini, yazılı metinlerdeki elfâzın ifâza ettiği Kur ân nuru almıştır. 62 Bu bakımdan irşad mercii yazılı metinler olan risalelerdeki Kur ânî mânalardır, onların nûraniyetidir. 63 Aslında bu açıdan bakacak olursak Risale-i Nur ile tecdid yapılmış değildir! Çünkü Risale-i Nur tecdidin kendisidir. Nitekim müellifinin ifadesiyle: a) Risale-i Nur, iman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur anî bir tarz izlemiştir. 64 b) Akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i imaniyeyi tasdik etmekte ve ettirmektedir. 65 c) Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmıştır. 66 d) Sülûk ve evrad yerine, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü lhakaika yol açmıştır. 67 e) İlm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akîde ve Usûlü d-din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmıştır. 68 Hal bu minvalde olunca, isteyen herkes her zaman ve her yerde Risale-i Nur eserleriyle ortaya konan Kur an hakikatlerinden istifade edebilecektir. Yani ondan manen feyiz almak için kişinin tarikat usulünde olduğu gibi bir mürşide intisap etmesi veya Risale-i Nur dan istifade eden belli bir cemaate, bir gruba, bir topluluğa üye olması gerekmemektedir. Bu sebepledir ki Bedîüzzaman, Esrar-ı Kur âniye nin birer tercümanı 69 olarak tarif ettiği Nur Risalelerini bir veya birkaç kişiye değil bütün Nur Talebeleri nin şahs-ı manevisine; diğer bir deyişle onları okuyup istifade eden ve sahip çıkan herkese emanet etmiştir. 70 61 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 63; Tarihçe-i Hayat, s. 224, 265, 475; Emirdağ Lahikası-I, s. 29, 67; Emirdağ Lahikası-II, s. 53, 217. 62 Bedîüzzaman ın Şeyh-i Risale-i Nur ifadesini kullanması bu noktada son derece önem arz etmektedir. Bkz. Münâzarat, s. 65. 63 Bedîüzzaman ın, risalelerin irşadı sadedinde verdiği örneklerden biri de Hatip Mehmed ismindeki talebesidir: Size Risalet-ün Nur un kerametinin bu havalide zuhur eden çok tereşşuhatından bir-iki hâdise beyan ediyorum: Birisi: Hatib Mehmed (Rahmetullahi Aleyh) namında ciddî bir ihtiyar talebe, İhtiyarlar Risalesi ni yazıyordu. Tâ Onbirinci Rica nın âhirlerinde ve merhum Abdurrahman ın vefatının tam mukabilinde, kalemi Lâ ilahe illâ hû yazıp ve lisanı dahi Lâ ilahe illallah diyerek hüsn-ü hâtimenin hâtemiyle sahife-i hayatını mühürleyip, Risalet-ün Nur talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair olan işarî beşaret-i Kur aniyeyi vefatıyla imza etmiş. Bkz. Bedîüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 23. 64 Bedîüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 18. 65 Bedîüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 18. 66 Bedîüzzaman, Emirdağ Lahikası-I, s. 91, 129. 67 Bedîüzzaman, Emirdağ Lahikası-I, s. 91. 68 Bedîüzzaman, Emirdağ Lahikası-I, s. 91. 69 Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 23, 320, 355, 358; Şuâlar, s. 704. 70 Bedîüzzaman, Sikke-i Tasdik, s. 239; Şuâlar, s. 373, 398, 434, 498; Mektûbat, s. 372, 426; Kastamonu Lahikası, s. 113, 127, 196; Emirdağ Lahikası-I, s. 97, 223, 273, 277; Emirdağ Lahikası-II, s. 133, 211, 232, 241.

428 Risale-i Nur ve Tecdid Sempozyumu Bildirileri Kaynakça Kur ân-ı Kerîm. Ahmed b. Hanbel, Ebu Abdillah İbn Muhammed b. Hilâl b. Esed eş-şeybânî (v. 241/ 855), Müsned, thk. Şuayb el-arnaût / Âdil Mürşid ve diğerleri, Müessesetü r-risale, Beyrut 2001. I-XLV. Aliyyü l-kârî, Ali b. Muhammed Ebû l-hasan Nûreddin el-herevî (v. 1014/ 1607), Mirkâtü l-mefâtîh Şerhu Mişkâtü l-mesâbîh, Dâru l-fikr, Beyrut 2002. I-IX. Bedîüzzaman Said Nursî, Sözler, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Mektûbat, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Lem âlar, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Şuâlar, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Mesnevî-i Nûriye, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, İşârâtu l-i câz, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Tarihçe-i Hayat, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Barla Lâhikası, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Kastamonu Lâhikası, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Emirdağ Lâhikası I-II, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Muhâkemât, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Münâzarat, Envâr Neşriyat, İstanbul 1996. ------------, Latif Nükteler, RNK Neşriyat, İstanbul, 2006. Çubukçu, İbrahim Âgah, Türk İslâm Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, KB Yayınları, Ankara 1992. Ebû Dâvud, Süleyman b. Eş as es-sicistânî el-ezdî (v. 275/ 889), Sünen, nşr. Mahmûd Avvâme, Dâru l Kıble/Cidde-Müessesetü r-reyyân/beyrut-el-mektebetü l Mekkiyye/Mekke 1998. I-V. Halil b. Ahmed, Ebû Abdurrahman el-ferâhîdî el-basrî (v. 170/ 786), Kitabu l-ayn, thk. Mehdi el-mahzumi / İbrahim es-samrâî, Dâru ve Mektebetü l-hilâl, Beyrut tsz. I-VIII. İbn Manzûr, Muhammed b. Mükrim b. Ali Ebû l-fadl Cemâlüddîn el-ensârî er-ruveyfaî el-ifrîkî (v. 1311 /711), Lisânu l-arab, Dâru s-sadır, Beyrut 1992. I-XV. İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Müceddid-i Elf-i Sânî, el-mektûbât, Fazilet Neşriyat ve Matbaacılık, İstanbul, tarihsiz. I-II. Küçük, Hülya, Tasavvuf Tarihine Giriş, Nükte Kitap, Konya 2004. Müslim, Ebu l-hüseyin Müslim b. el-haccâc el-kuşeyrî en-nisâbûrî (v. 261/ 875), Sahih, I-III, nşr. Muhammed Fuâd Abdulbakî, İstanbul 1992. en-nesâî, el-imam Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (v. 303/ 915), Sünen,