Sahabe ve tabiûn hazretleri zamanında tasavvuf adıyla ortaya çıkan her hangi bir ilim veya dinî bir akım yoktu. Aynı şekilde tefsir, fıkıh, kelâm adlarıyla tasnif edilmiş temel İslâmî ilimler de mevcut değillerdi. Dolayısıyla bu ilimlerle irtibatlı olan amelî ve itikâdi mezhepler ortaya çıkmamışlardı... Fakat gerek tasavvuf ve gerekse temel İslâmî ilimlerin hepsi o devirde bir bütün olarak ve canlı bir şekilde yaşanıyordu. Sofilik tatbikatta vardı fakat adı konmamıştı. Yoksa bazılarının zannettiği gibi sonradan ortaya çıkmış değildi. Zaten saadet devrinde ilimler birbirinden henüz ayrışmamışlardı. Hepsi bir bütün olarak şeriatı oluşturmaktaydılar. Asr-ı Saadette Temel İslâmî İlimler Sahabe-i Kiram Hazretleri, itikadi konularda Kur an ne buyurmuş, Allah Resulü s.a.v. neyi haber vermişse ona harfiyen iman ediyorlardı. İman hakikatlerini daha ziyade naklî delillerle ve gayet sade bir biçimde tebliğ ediyor, müşriklerin iman etmelerine vesile oluyorlardı. Fakat bu hakikatleri ihtiva eden ilme münhasıran kelâm ilmi demiyorlardı. Zaten onların sade, berrak anlatımları içinde felsefe yoktu. Asr-ı saadet Müslümanları henüz doğu ve batı kaynaklı felsefeyle yüzleşmemişlerdi. O yüzden itikâdî konuları felsefî bir üslupla anlatan kelâm ilmi diye bir ilim mevzubahis olamazdı. Fıkhi konularda da durum bundan farklı değildi. Meselâ namazın nasıl kılınacağını, zekâtın hangi maldan ne kadar verileceğini, alış verişle ilgili hükümleri o günkü Müslümanlar Kur an-ı Kerim den ve Hz. Peygamber den öğrenerek tatbik ediyorlardı. Fakat İslâm ın sadece ibadet ve muamele ile ilgili konularını mevzu edinen; sistemli, metotlu, müstakil bir fıkıh ilminden söz etmek mümkün değildi. Tefsir ilmi de kelâm ve fıkıh ilmi gibi tasnif edilmiş değildi. Fakat Kur an ayetleri Hz. Peygamber in emriyle nazil olur olmaz vahiy kâtipleri tarafından yazılıyor ve hafızlar tarafından ezberleniyordu. Çok sayıda Kur an hafızı yetiştirilmişti. Öyle ki, Yemame harbinde şehit olan Kur an hafızı sahabelerin sayısı beş yüze yakındı. Bu hadise üzerine Hz. Ebubekir in r.a. hilafeti zamanında Kur an-ı Kerim sayfaları toplatılarak Mushaf haline getirilmiş, bu nüsha Hz. 1 / 7
Osman r.a. zamanında da çoğaltılmıştı. Hadis ilminde ise, durum biraz daha farklıydı. Batılı müsteşrikler ve onların tesiri altında kalan Müslüman yazarların iddialarının aksine, hadis-i şerifler Hz. Peygamber in s.a.v. sağlığında bazı sahabeler tarafından Kur an gibi yazılıyor ve ezberleniyordu. Gerçi Allah Resulü nün s.a.v. mübarek sözlerinin yazıldığını beyan eden hadislerin yanı sıra, yazmayı yasaklayan haberler de vardır. Fakat son devrin büyük hadis âlimlerinden Ahmed Muhammed Şakir in de ifade ettiği gibi, yazmayı yasaklayan haberler sonradan nesh edilmiş yani yazma işi serbest bırakılmış veya Kur an la karışacak şekilde aynı sahifeye yazılması önlenmişti. (Ahmed Muhammed Şakir, el-bâisü l-hasîs şerhu ihtisari ulumi l-hadis, s. 132 vd.mısır, 1951) Bu hakikati teyit eden çok sayıda haber vardır. Meselâ İbn-i Sa d ın Tabakatı nda belirtildiğine göre, sahabe-i kiramdan İbn Abbas r.a. vefat ederken geriye bir deve yükü kitap bırakmıştı. (Tabakâtü l-kübrâ, 5/293) Bunlar ekseriyetle Hz. Peygamber in hadislerini ve sahabe kavillerini ihtiva eden kitaplardı. Bütün temel İslâmî ilimlerin ana kaynağının Kur an dan sonra sünnet olması hasebiyle, hadislerin Hz. Peygamber in sağlığında kayda geçirilmesi büyük önem arz etmekteydi. Daha sonra bu yazılı belgeler toplanıp konularına ve sıhhat derecelerine göre tasnif edildikten sonra büyük hadis mecmualarını oluşturacaktı. Sonra da ayet ve hadislere istinat eden tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi ilimler ortaya çıkacak ve sistemli birer disiplin haline geleceklerdi. Saadet asrında Müslümanlar içtihat da ediyorlardı. Sahabe-i kiram hazretleri dinî konularda birbirlerinden farklı görüşler serd edebiliyorlardı. Meselâ Hz. Peygamber s.a.v. bir konuda ashabıyla istişare ediyor, görüşlerini alıyordu. Ortaya çıkan görüşler bazen Allah Resulü nün içtihadından farklı olabiliyordu. Ama buna dayalı olarak ayrı bir mezhep ortaya çıkmıyordu. Çünkü her şeye son noktayı koyan Hz. Peygamber s.a.v. idi. O vahyin kontrolünde ve vahiyle iç içe idi. Hâşâ yanlış yapması hiçbir şekilde söz konusu olamazdı. Asr-ı Saadette Tasavvuf Saadet devrinin en belirgin vasıflarının başında zühd, takva, tefekkür ve marifetullaha dayalı hayat tarzı gelir. Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber s.a.v. her hususta olduğu gibi bu hususlarda da gelmiş geçmiş bütün insanların en mükemmeli idi. Sahabe Efendilerimiz de bu mevzuda peygamberlerden sonra en üst tabakayı oluşturuyorlardı. Tasavvuf ve tarikatın adı geçmemekle birlikte en canlı tasavvufî yaşayış onların zamanında idi. Nazil olan ayet-i kerimeler müminlerin gönül ve tefekkür dünyasında büyük vakumlar meydana getiriyor, nazarlarını Allah a çeviriyordu. Kur an ve Hadiste tasavvufun esasını teşkil eden konulara çokça yer verilmişti. İman, kalp, tövbe, zikir, ihlâs, takva, nefis, tezkiye, mücahede, muhabbet, haşyet, sabır, şükür, tevekkül, rıza, fakr, ilm-i ledün, kibir, riya, haset gibi konular bunlardan sadece bazılarını teşkil ediyordu. Sahabe-i Kiram Hazretleri Kur an-ı Kerim den okudukları bu konuları önlerindeki mürşid-i ekmele bakarak yaşıyorlardı. O nun sohbetinden aldıkları feyizle 2 / 7
amel ediyor, nefislerini kibir, ucub, riya gibi bilumum hastalıklardan temizliyorlardı. Zikrin nuruyla kalplerini cilalayıp safileştiriyor, nafile amellerle sürekli yükseliyorlardı. Böylece ruhları kemale eriyor, tefekkür dünyaları zenginleşiyor ve marifet nurları kalplerinde tecelli ediyordu. Allah Resulü s.a.v. Kur an ahlâkına sahipti. Allah a çok şükreder, ibadet etmekten büyük zevk alır, bazen topukları şişinceye dek namaz kılardı. Kimi zaman namazında hıçkırıklarla ağlardı. Bazen günlerce oruç tutar, günün muhtelif saatlerinde zikirle meşgul olurdu. Bir şairin dediği gibi, başını secdeye koyduğu zaman orada Allah Teâlâ Hazretleri tecelli ederdi. O nun her hareketinde kıyamında, kıraatinde, oturuşunda, kalkışında edep, incelik ve marifetullaha dair sırlar zuhur ederdi. Mübarek kalbi üns ve vahdet nurlarıyla dolu idi. O ilm-i Ledün sultanı idi. Keşf ve müşahedenin en ileri derecesine sahipti. Cebrail Aleyhisselâm O na yerlerin ve göklerin esrarını bildiriyor, ebedî saadetin reçetesini haber veriyordu. Miraç ta yedi kat semayı aşmış, meleklerin tutamadığı noktaları tutmuş, bütün makam ve menzilleri geçip Allah u Teâlâ ya vasıl olmuştu. Dönüşte cennet, cehennem ve melekût âleminin acayip hâllerini seyreylemişti. Başta Kur an-ı Kerim olmak üzere mucizeleriyle akılları hayrete düşürmüştü. O nun peygamberlik sıfatından başka bir de velilik sıfatı vardı. Peygamberlik sıfatıyla diğer bütün peygamberlerin imamı ve sonu olduğu gibi, velilik sıfatıyla da nebiler dâhil, bütün beşeriyetin en efdali idi. Ayrıca İmam-ı Rabbanî Hazretleri nin buyurduğu gibi, Hz. Peygamber in peygamberlik sıfatı velilik sıfatından üstün ve yüce idi. Mürşid-i ekmel olan Resul-i Ekrem in s.a.v. birkaç dakikalık sohbetiyle sahabe-i kiram hazretleri bir velinin ömrünün sonuna kadar ulaşamayacağı manevi makamlara yükseliyorlardı. Elde ettikleri manevi hâl ve zevk ile cenneti cehennemi görmüş gibi oluyorlardı. Huzur-ı şeriflerinde iken sanki başlarında bir kuş var da uçacakmış gibi, büyük bir edep ve tam bir kalbî bağlılıkla O nu dinliyorlardı. Huzurundan ayrıldıkları zaman da yine hayallerini Hz. Resulullah s.a.v. Efendimiz süslüyordu. Devamlı Onunla birlikte imiş gibi, her fırsatta Onu düşünüyor, mübarek sözlerini, tavır ve davranışlarını hayal ediyor, her şeyleriyle Ona benzemeye çalışıyor, diğer bir ifadeyle rabıta yapıyorlardı. Allah Resulü nü sevdikleri kadar hiçbir beşeri sevmemişlerdi. Hz. Peygamberi kendi canlarından bile, aziz tutuyorlardı. Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber in s.a.v. sohbetiyle berzaha uğramadan doğrudan doğruya zahirden hakikate geçiyor ve az bir zamanda Allah Teâlâ ya büyük yakınlık elde ediyorlardı. Çünkü onlar Hz. Resulullah ın irşadıyla velâyet-i kübraya mazhar olmuşlardı. Gerçi sahabe-i kiram hazretlerinde keşif, keramet gibi hadiseler az görülürdü. 3 / 7
Belki, sonradan gelen velilerin keşif kerameti daha fazla idi. Fakat sahabenin makamları sonraki velilerden çok daha yüksekti. Onlara yetişebilmek neredeyse imkânsızdı. İşte Asr-ı saadet Müslümanlarının halleri kısaca böyleydi. Yani tasavvufî hallerdi. Fakat adına henüz tasavvuf veya tarikat ismi konmamıştı. Saadet Asrından Sonraki İlimler Asr-ı saadette Müslümanlar arasında her hangi bir ihtilaf, halledilmemiş bir müşkil yoktu. Hangi konuda olursa olsun bir müşkil olduğu zaman Hz. Peygamber e s.a.v. müracaat edilip çözülüyordu. O dönemde akideler saf, niyetler halisti. Nübüvvet nuru tesirini hâlâ devam ettiriyordu. Fakat Hz. Peygamber in vefatından sonra yer yer ihtilaflar baş gösterdi. Müslümanlar ilk olarak halife seçimiyle karşılaşmış ve bu mevzuda ihtilafa düşmüşlerdi. Ardından üçüncü halife Hz. Osman r.a. şehit edilmiş (h.35/ m.656) ve ondan sonra Cemel Vak ası ve Sıffin savaşı zuhur etmişti. Müminler üzerinde büyük tesirler ve acı hatıralar bırakan bu iç savaşlar en çok akaid problemlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Gerçi hadiseleri körükleyen bir kısım münafıklar istisna edilirse birbiriyle savaşan iki taraf da farklı içtihatları sebebiyle 4 / 7
hak ve hakikat adına savaşıyorlardı. Fakat sonuçta ortaya çıkan bu durum, huzursuzluğun yanı sıra akaidle ilgili yeni bir takım soruları da beraberinde getiriyordu. Öte yandan hicri birinci asrın sonlarında Suriye, Mısır, İran, Irak gibi büyük ülkeler İslâm topraklarının sınırlarına dâhil edilmesiyle müminler çok değişik inançlarla karşılaşmışlar, doğu ve batı felsefesiyle yüzleşmek durumunda kalmışlardı. Neticede kader meselesinden imamet/halifelik meselesine kadar bir dizi konuda itikadi ihtilaflar zuhur etmişti. Bunlara paralel olarak Mutezile, Cebriye, Kaderiye, İmamiye (Şia) gibi ehl-i sünnetin dışına çıkan birçok mezhep zuhur etmişti. Bu gibi mezheplerin sayısı alt kollarıyla birlikte sonraları yüzün üzerine çıkmışlardı. Akaid gibi, fıkıh sahasında da ortaya çıkan yeni durum ve ihtiyaçlar yeni içtihatları gerektirmiş, tabii olarak ihtilaflar da zuhur etmişti. Neticede fıkıh ve akaid ilmine Hz. Peygamber s.a.v. zamanında hiç tartışılıp konuşulmayan meseleler girmiş, yeni fetvalar ortaya çıkmış, sonraki asırlarda işin içine akıl ve felsefe de bir ölçüye kadar dâhil edilmişti. Bu hususlarla ilgili metot ve düşünce farklılıklarından dolayı ister istemez değişik fıkhî - itikadî akımlar da ortaya çıkmıştı. Tabii olarak bu durum karşısında Ehl-i Sünnet akaid ve fıkhının sağlam bir şekilde tespit edilmesi zaruret halini almıştı. Ayrıca söz konusu ilimler her Müslüman ın sürekli meşgul olması gereken hayati önemi haiz ilimlerdi. Onun için devrin âlimleri ilk önce bu konularda kitap ve risaleler kaleme alarak hafızalarda bulunan ilimleri tedvin ve tasnif ettiler. Tabii ki, bu ilimlerin temel dayanakları tefsir ve hadis ilimleriydi. O yüzden hadis-i şerifler büyük bir gayretle toplanıp tasnif edilmeye başlandı. Tefsir sahasında sahabe neslinden intikal eden berrak düşünceler kayda geçirildi. Bunların usul ve metotları belirlendi. Böylece tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi müstakil ilim dalları ortaya çıkmış oldu. Tabii bu ilimler inkişaf ederken, içtihatlar yapılırken kolay ve sancısız olmuyordu. Yeni hareketler ortaya çıkarken yer yer cepheleşmelere de sebebiyet verebiliyordu. Hatib el-bağdadî nin Tarihu Bağdadî adlı eserinde belirttiğine göre, İmam-ı A zam Ebu Hanife Hazretleri içtihadına akıl ve re yi kattığı için devrin bir kısım âlimlerince dışlanmış, hatta onu hâşâ- bu ümmetin deccalı sayanlar bile çıkmıştı. Fakat hemen belirtmek gerekir ki, onların ihtilafları ne kadar sert olursa olsun kesinlikle heva ve arzularından konuşmuyorlar, şeriatı bütün safiyetiyle korumak için gayret ediyorlardı. Öte yandan içtihatta re ye önem verenler de, devrin felsefesini alet olarak kullananlar da, vardıkları sonucu şeriatla telif ediyor, konuyla ilgili Kur an ve Sünnetten deliller getiriyorlardı. Sonuçta içtihat yaptıkları için isabet edemeseler bile sevaba girmiş sayılıyorlardı. Şu da bir gerçek ki, içtihat ve ihtilaflar İslâm ümmeti için büyük bir rahmet ve genişlik olmuştur. Aksi hâlde günlük işlerimizin birçoğu haram ve dolayısıyla da cehennemlik sayılacaktı. Saadet Asrından Sonraki Tasavvuf 5 / 7
Yukarıda bir nebze bahsedildiği gibi, sahabe neslinin sonları ve tabiin neslinin başlarına doğru iç savaşlar dolayısıyla huzursuzluklar artmış, gündemdeki meselelerle zihinler karışmıştı. Kerbelâ vakası, Haricilerin gaddar tutumları ve Emevîler dönemindeki siyasi gelişmeler de işin tuzu, biberi olmuştu. Öte yandan sürekli devam eden fetihler sayesinde ganimetler alınmış, refah ve zenginlik artarak Müslümanların hayat standardı yükselmişti. Böylece saadet devrinde görülmeyen bir anlamda lüks sayılabilecek bir hayat tarz ve telakkisi ortaya çıkmıştı. Bu şimdiki neslin aksine o günkü neslin hiç de alışık olmadığı bir durumdu. Saadet devrinde Hz. Fatıma nın r.a. edindiği bir çul vardı. Yatarken altlarına serseler üstleri, üstlerine serseler altları açıkta kalırdı. (Bu gün ise, bir hadis-i şerifte belirtildiği gibi, dinar ve dirhem (para-maddi imkân) olmadan müminlerin imanlarını muhafaza etmeleri bile son derece zorlaşmıştır.) Daha ziyade hicri II./miladi VIII. Asırda ortaya çıkan bu dünyevileşme, siyasileşme, yabancılaşma, bid atlerin zuhuru ve dine karşı bir derece lakaytlık, devrin zühd ve takvaya önem veren müminlerini, diğer bir ifadeyle zahidleri incitmişti. Onlar, Hz. Peygamber ve Sahabe neslinin ter temiz, berrak akidelerine sarılarak dünyanın yalancı yüzünden el etek çektiler. Kendilerini ilme, ibadete, Kur an ve Sünnette üzerinde durulan deruni hayata verdiler. Zühd ve takvaya bürünerek gayet sade bir hayat yaşadılar. Bu arada gayet tesirli vaazları, insanları ağlatan ateşli konuşmalarıyla halkı irşad ettiler. İçlerinde devrin büyük âlimlerinden Hasan Basrî Hazretleri (Öl. 110/728), mücedditlerden kabul edilen Emeviler in devlet başkanı Ömer b. Abdülaziz Hazretleri (Öl. 101/719), âşıklardan Rabiatu l-adevi Hazretleri (Öl. 185/804) gibi, simalar da vardı. Hicri birinci-ikinci asırda yaşayan bu zahidlerin dönemine zühd dönemi adı verildi. Bu dönem tasavvufun özünü ve başlangıcını oluşturuyordu. Söz konusu zahidler, aynı zamanda sahabe devrinde zühd ve takvalarıyla öne çıkmış ehl-i beyt, dört büyük halife, suffa ashabı, tabiinden Üveys el-karanî gibi, şahıs ve zümrelerin de bir bakıma devamıydılar. Hicri 200/815 senelerinden itibaren olgunlaşan zühd hayatı tasavvuf cereyanını doğurdu. Amel, ibadet, ahlâk, nefisle mücahede ve istikametin ön plâna çıktığı zühd devrinden sonra yaşadıkları manevi tecrübelerle zenginleşen sofiler, birikimlerini Kur an ve Sünnet ekseni etrafında izah ederek, yeni kitaplar telif ettiler. Tefsircilerin yorumlarına, hadisçilerin rivayetlerine, fakihlerin içtihatlarına kendi ruhani, tecrübelerini, aşklarını, şevklerini, vecdlerini, keşfî-manevî bilgilerini, Allah u Teâlâ Hazretleri ni sevmek, tanımak ve O na yakınlaşmakla ilgili marifetlerini de ilave ederek farklı ekoller geliştirdiler. Sahabe ve tabiin devrinde olduğu gibi, amel ve ibadetleri ihlâs, itikat, marifetle birleştirerek manevi derinliği canlı bir şekilde devam ettirdiler. Böylece fıkıh, kelâm, tefsir ve hadis âlimlerinin yaptıkları gibi, sofiler de Kur an ve sünnete dayanan amelleriyle, deruni-manevi tecrübelerinden çıkardıkları içtihatlarıyla ve yazdıkları eserleriyle özel konusu, hedefi, metodu ve ıstılahları olan Tasavvuf ilmini sistemleştirip müstakil bir ilim ve amel yolu haline getirdiler. Bu kutlu zatlar, peygamberlerin de giyindiği gayet mütevazi bir elbise olan sûf (yün) elbise giydikleri için y aygın olan kanaate göre, kendilerine sûfî adı verildi. Tasavvuf kelimesi de sûf kelimesinin değişik istihalelerinden türeyen bir isim olarak böylece tarihe geçti. Tarihçilerin tespitine göre, İlk sûfi (veya halk dilinde sofi ) ismini alan zat, Ebû Hâşim sôfi dir (öl.150/767). İlk tekke de 6 / 7
Suriye nin Reml şehrindeki Ebû Hâşim Tekkesi dir. Fena-beka, cezbe, süluk ve sair bir kısım isimler de her ne kadar tasavvuf ismi gibi sonradan ortaya çıkmış ise de, İmam-ı Rabbanî Hazretleri nin de beyan ettiği gibi, hakikatleri itibariyle hepsi peygamber Efendimize s.a.v. dayanmaktadır. Sofiler sadece bu gibi halleri anlatabilmek için muhtelif isim koymuşlardır. O devirde İbrahim bin Edhem, Fudayl bin İyaz, Cüneyd-i Bağdâdî, Bişr-i Hafî gibi çevrelerinde manyetik alanlar meydana getiren büyük veliler, etraflarına halkı topluyor, sonra da Resûl-ü Ekrem'in (sav) evrad ve ezkârını onlara ders olarak veriyorlardı. Böylece, bu müstesna zatlar sayesinde yeniden gönüller Allah'a teveccüh ediyordu. Temel bir kaide olarak Mahlûkatın nefesleri adedince Hakk a ulaştıran yollar vardır. Hepsi Kur an ve sünnete dayanan bu yollardan bazıları giderek sistemleşmeye başlıyordu. Müteakip asırlarda bunlardan her biri, tasavvufun içerisinde birbirinden güzel tarikat kollarını oluşturacaktı. Nitekim Şah Abdülkadir Geylanî ve Ahmed Rifaî Hazretleri'nin yaşadığı hicri VI. miladi XII. asırdan itibaren farklı irşad usulleriyle tarikatlar zuhur ederek Kâdirî, Rufaî, Mevlevî, Nakşî tarikatları gibi tarikatlar kuruldu ve İslâm dünyasının dört bir yanını nura gark ettiler. Allah onlardan razı olsun. Sonuç itibariyle; fıkıh, kelâm, tefsir, hadis, tasavvuf ve sair ilimlerin her biri şeriatın kendisinden başka bir şey değildir. Bunlar her ne kadar müstakil birer ilim haline gelseler de tek bir tanesini bile şeriattan ayrı düşünmek zındıklıktır. Zira bunlardan herhangi birini şeriattan ayrı düşünmek Kur an ve Sünnet in bir bölümünü yok saymaktır. Akaid veya kelâm ilmi olmasa ortada din ve inanç esasları diye bir şey kalmaz. Fıkıh olmasa, Hakka nasıl ibadet edileceği ve kullar arasında nasıl muamele edileceği anlaşılmaz. Tasavvuf olmasa, bütün ibadetlerin ruhu yok olur ve ibadetler sadece şekillerden ibaret hale dönüşerek boşa gider. Nefis ve şeytanın hileleri bilinip onlara karşı tavır alınmadığı için de din-iman yıkılmağa mahkûm olur. Tefsir ve hadis ilmi olmasa zaten diğer ilimler hiç olmaz. O bakımdan bir müminin akaid, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini hiç değilse ihtiyaç miktarınca öğrenmesi farzdır. Zira dinin müstakim olarak yaşanması ancak bu ilimleri öğrenmekle mümkün olabilir. 7 / 7