Değerli Kubbealtı Dostları

Benzer belgeler
Mevlânâ insandan, insanın olgunlaşmasından bahsediyor. Şiirin, gösterinin ötesinde asıl Mevlânâ nedir,

Değerli Kubbealtı Dostları

Mevlevîlikteki Sembollerin Anlamı

Bir başka ifadeyle sadece Allah ın(cc) rızasına uygun düşmek için savaşmış ve fedayı can yiğitlerin harman olduğu yerin ismidir Çanakkale!..

İnönü Üniversitesi Fırat Üniversitesi Siirt Üniversitesi Ardahan Üniversitesi - Milli Eğitim Bakanlığı ‘Değerler Eğitimi’ Milli ve Manevi Değerlerimiz by İngilizce Öğretmeni Sefa Sezer

İSLÂM TARİHİ VE SANATLARI BÖLÜMÜ. Doç. Dr. HÜSEYİN AKPINAR Türk Din Mûsikîsi Anabilim Dalı

Gazi Mustafa Kemal Atatürk ü Ölümünün 78. Yılında Saygı ve Minnetle Anıyoruz

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

ÖZGEÇMİŞ. Yrd. Doç. Dr. ÜNAL ŞENEL

Sabah akşam tevâzu içinde yalvararak, ürpererek ve sesini yükseltmeden Rabbini an. Sakın gâfillerden olma! (A râf sûresi,7/205)

Şeb-i Arus İstanbul da: Mevlana nın vuslat gecesi bu yıl yine aşkın başkentinde!

OSMANLI BELGELERİNDE MİLLÎ MÜCADELE VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

1. İnanç, 2. İbadet, 3. Ahlak, 4. Kıssalar

HÜRRİYET İLKOKULU EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMA PROGRAMI

17 Eylül 2016 Devlet Sanatçısı Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Özel Konseri. Hazırlayan ve Yöneten Halil İbrahim Yüksel. Sunum Metni Bilge Sumer

Selman DEVECİOĞLU. Gönül Gözü

İnsanı Diğer Canlılardan Ayıran Özellikler

SÂMİHA AYVERDİ KİMDİR? Hazırlayan: E. Seval YARDIM

ŞANLIURFA İL KÜLTÜR VE TURİZM MÜDÜRLÜĞÜ YAYINLARI. Konusu: Urfa Üzerine Yazılmış Şiir Seçkisi

Kütahya Gazeteciler Cemiyeti Ziyareti:

Mustafa Kemal Atatürk ün Hayatı

TED İN AYDINLIK MEŞALESİNİ 50 YILDIR BÜYÜK BİR GURURLA TAŞIYAN OKULLARIMIZDA EĞİTİM ÖĞRETİM YILI BAŞLADI

Necip Fazıl ın Yaşamındaki Düşünce Labirentleri - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

Anlamı. Temel Bilgiler 1

Karaman Ticaret ve Sanayi Odası Bülteni

(Seni sevdiğim için eğer benden bedel isterlerse, iki cihânın mülkünü versem bile bu bedeli ödemeye yetmez.)

TİN SURESİ. Rahman ve Rahim Olan Allah ın Adıyla TİN SURESİ TİN SURESİ TİN SURESİ TİN SURESİ TİN SURESİ TİN SURESİ. 3 Bu güvenli belde şahittir;

Başbakan Yıldırım, 39. TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği ne gelen çocukları kabul etti

temlerini işlediği şiirlerinden bazıları: Yol Düşüncesi, Sessiz Gemi, Rintlerin Akşamı, Ufuklar, Mehlika Sultan.

Prof. Dr. ÂMİL ÇELEBİOĞLU HATIRA DOSYASI

Bacıyân-ı Rum. (Dünyanın İlk Kadın Teşkilatı: Anadolu Bacıları)

KAYI KİRAZ HATIRALARI

Surre Alayı. Surre-i Hümâyun. Altınoluk. Surre Alayının Güzergâhları. Surre Alayının Güvenliği. Surre Alayının Yola Çıkması

Emine Aydın. Resimleyen: Sevgi İçigen. yayın no: 104 ÇOCUKLAR için islâm TARiHi

Ermenek Mevlevihanesi/ Karamanoğlu Halil Bey Tekkesi

BOSNA-HERSEK TEKİ KÜLTÜR, BİLİM VE EĞİTİM ÜZERİNDEKİ OSMANLI ETKİSİ: MEVCUT DURUM

İslamî bilimler : Kur'an-ı Kerim'in ve İslam dininin doğru biçimde anlaşılması için yapılan çalışmalar sonucunda İslami bilimler doğdu.

KUBBEALTI SOHBETLERİ

Tefsir, Kıraat (İlahiyat ve İslâmî ilimler fakülteleri)

KURAN I KERİMİN İÇ DÜZENİ

Nasrettin Hoca ya sormuşlar: - Kimsin? - Hiç demiş Hoca, Hiç kimseyim. Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca: - Sen kimsin?

İNSANIN YARATILIŞ'TAKİ DURUMU

Eğitim Programları ANA HATLARIYLA İSLAM DİNİ

Dünyayı Değiştiren İnsanlar

Sultanım, müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini dolaşıp, mevcut suları bir inceleyeyim!.

Okuma- Yazmaya Hazırlık. Türkçe Dil Etkinlikleri Sanat Etkinlikleri Oyunlar Müzik Ve Ritim. Fen Ve Doğa Etkinlikleri

İLİM ÖĞRETMENİN FAZİLETİ. Bu Beldede İlim Ölmüştür

TÜRKİYE - AFRİKA EKONOMİ FORUMU AÇILIŞ TÖRENİ KONYA 9 MAYIS İş Dünyası ve STK ların Değerli Başkan ve Temsilcileri,

MARMARA ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK EĞİTİM FAKÜLTESİ EĞİTİM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ PDR ANA BİLİM DALI 2018 BAHAR YARIYILI TÜRK EĞİTİM TARİHİ DERSİ İZLENCESİ

İÇİNDEKİLER SÖZ BAŞI...5 MEHMET ÂKİF ERSOY UN HAYATI VE SAFAHAT...9 ÂSIM IN NESLİ MEHMET ÂKİF TE GENÇLİK... 17

O, hiçbir sözü kendi arzularına göre söylememektedir. Aksine onun bütün dedikleri Allah ın vahyine dayanmaktadır.

Mevlânâ dan Bilgelik Katreleri - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

KURTULUŞUN 95. YILI COŞKUYLA KUTLANDI

M14 esnevi den (şirli) r H i k â y ele

Gençler, "İrade, Erdem ve Hürriyet" Temasıyla Buluştu

MİLLÎ SAVUNMA ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜK MÜZESİ

BAHÇELİEVLER BELEDİYESİ İMAM HATİP ORTAOKULU EĞİTİM ÖĞRETİM YILI ETKİNLİKLERİMİZ

Recep in İlk Üç Orucunun Fazileti

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...9 GİRİŞ...11

1.Birlik ilkesi: İslam inancına göre bütün varlıklar, bir olan Allah tarafından yaratılmıştır.

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bundan önceki mektuplar gibi. bunu da büyük şeyhi Bakibillah'a yazmıştır.

Atatürk Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Müdürlüğü Öğretim Üyesi

tellidetay.wordpress.com


5 Kimin ümmetisin? Hazreti Muhammed Mustafa nın (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetiyim. 6 Müslüman mısın? Elhamdülillah, Müslümanım.

TERCİH ETTİĞİN OKOL GELECEĞİNDİR MEVLÜT ÇELİK 8.SINIF KAVRAM HARİTASI. Mevlüt Çelik. T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük

2016 YILI 1. DÖNEM ÜÇ AYLIK VAAZ- IRŞAT PROGRAMI VAAZIN

Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi.

LGS Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Deneme Sınavı

Hz. Adem den Hz. Muhammed (s.a.v.)e güzel ahlakı insanda tesis etmek için gönderilen dinin adı İslam dır.

AYP 2017 ÜÇÜNCÜ DÖNEM ALIMLARI

Senin bir yaşlı piri fani mi yoksa pırıl pırıl istikbal vadeden bir delikanlı yada erkek mi kadın mı olduğunu bilmiyorum.

Senin için gelmesi mukadder olan şeylere hırs göstermen yersizdir. Senin için olmayan, başkasının hakkı olan şeylere, hasret çekmen yakışıksızdır.

Merkez / Bitlis Temel İslam Bilimleri /Tasavvuf Ana Bilim Dalı.

Ramazan Manileri // Ramazan Manileri. Editors tarafından yazıldı. Cuma, 25 Eylül :55

GADİR ESİNTİLERİ -9- Şiir: İsmail Bendiderya


MÂTÜRÎDÎ KELÂMINDA TEVİL

IÇERIK ÖNSÖZ. Giriş. Birinci Bölüm ALLAH A İMAN

İlim gıda gibidir. Ona her zaman ihtiyaç vardır. Faydası da herkesedir.

KURTULUŞ SAVAŞI KARTPOSTALLARI MEHMED İN HİKAYESİ *

BAŞBAKAN YARDIMCISI HAKAN ÇAVUŞOĞLU, BATI TRAKYALI GENÇLERLE YTB DE BULUŞTU Cuma, 13 Nisan :47

TEMEİ, ESER II II II

4. Habib-i Neccar Hz. Anma Etkinlikleri

İçindekiler. Giriş Konu ve Kaynaklar 13 I. Konu 15 II. Kaynaklar 19

1. HAYATI ESERLERİ Divan Vâridât Ankâ-yı Meşrık Devriyye-i Ferşiyye...17

İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ

Gerçek şudur ki bu konu doğru dürüst anlaşılmamıştır; hakkında hiç derin derin düşünülmemiştir. Ali-İmran suresinde Allah (c.c.) şöyle buyurur; [3]

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

Allah a Allah (ilah,en mükemmel, en üstün,en yüce varlık) olduğu için ibadet etmek

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS KELAM VE İSLAM MEZHEPLERİ ILH

MÜSİAD Başarılı Öğrenciler Ödül Töreni KARADENİZ EREĞLİ 7 HAZİRAN 2018 Sayın Kaymakamım, Sayın Milletvekilim, Sn Rektörüm, Belediye Başkanlarım,

Mucizeleri. ÇOCUKLAR İÇİN Peygamberimizin. M. S i n a n A d a l ı. Resimleyen: Sevgi İçigen

Vatan istilacılarına isyan edenlerin kırık utangaç hali, benim için, ibadetle olanların sert ve dik tavırlarından iyidir.

SAMSUN BAHRİYE MEKTEBİ

EK: Mucize Avcısı nı yayına hazırlarken, çok

Sınıf [ B-PİSA ] 1. Dönem - 1. Uygulama

ATATÜRK ün Balmumu Heykelleri

SAMİ ÖZEY ŞEHİT BİR MUALLİMİN İBRETLİ HİKAYESİ.. Değerli dostlarım; Çanakkale Savaşı dünya tarihinin en önemli savaşlarından biridir..

DÜNYA İNSANLIK AİLESİNİN YÜZAKI YAZARLARINDAN!... Ekmel Ali OKUR; Hemşerimiz, Adanalı, Adam gibi adam! İnşaat Mühendisi,

Transkript:

Değerli Kubbealtı Dostları Y eni bir sayıda yine beraberiz. Öncelikle mübârek Ramazan ayınızı tebrik ediyor, hayırlara vesîle olmasını diliyoruz. Mecmuamızın bu sayısını, doğumunun 800. yılı dolayısıyla, sene içinde Türkiye de ve dünyâda çeşitli programlarla yâd edilen gönüller sultânı Hazret-i Mevlânâ ya ayırdık. Mecmuamızdaki bütün yazılar bu büyük mutasavvıfımıza dâirdir. Bu senenin sonuna kadar devam edecek olan faaliyetlere biz de bu sayımızla katkıda bulunmaya çalıştık. Edebiyat târihçisi yazar Nihad Sâmi Banarlı nın doğumunun 100. yıl faaliyetleri ise 2007 nin sonuna kadar devam edecek. Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre Hocamızın Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli eseri Kubbealtı ndan okuyuculara ulaştı. Eski Üsküdar ı, eski İstanbul u ve Türk İslâm medeniyetinin unutulmaz güzelliklerini tatlı üslubuyla anlatan Özemre, okuyucularını yine zevkli ve istifâdeli bir yolculuğa dâvet ediyor. Ergun Balcı nın Mehmet Dede isimli eserini de önümüzdeki günlerde size takdim ediyoruz. Bu eseri de çok beğeneceğinize inanıyoruz. Bu arada Nihad Sâmi Banarlı nın eserlerinden Türkçenin Sırları 24., Edebiyat Sohbetleri eseri 4. baskıya ulaştı. Prof. Dr. Muhittin Serin in Şeyh Hamdullah adlı eserinin ise ikinci baskısı yapıldı. Yeniden düzenlenen internet sitemizi ümit ederiz ki düzenli olarak takip ediyorsunuzdur. www.kubbealti.org.tr adresinden girilebilen sitemizde birçok yeniliği fark edeceksiniz. Yeni şekli beğenilen sitemizde Kubbealtı ve İstanbul Fetih Cemiyeti nin yayınlarının satışları yapılmaktadır. Arzu eden okuyucularımız bu yoldan bütün yayınlarımıza sâhip olabilirler. Bu arada eğitim dünyâmızın gözde liselerinden Sâmiha Ayver- 5 KUBBEALTI AKADEMİ MECMUASI, sayı 143, yıl 36/4, Ekim 2007

di Anadolu Lisesi, göz kamaştıran başarılara imza atmaya devam ediyor. 1997-1998 Öğretim yılından beri ÖSS imtihanlarında % 80 ve üzerinde başarı gösteren Sâmiha Ayverdi Anadolu Lisesi mezunları, bu seneki imtihanda başarılarını % 90 lara taşımışlardır. Başarılı öğrencilerden 78 i Türkiye nin seçkin üniversitelerini kazanıp kayıtlarını yaptırmışlardır. Kubbealtı tarafından bütün eserleri yayımlanan Safiye Erol un bu yıl vefâtının 43. yılı. Bu sene de 1 Ekim günü saat 14.00 te merhum romancımızı Karacaahmet teki mezarı başında yâd edeceğiz. Kubbealtı Sohbetleri nin 2007-2008 sezonu başlıyor. Her ay vakfımızın merkezinde tertip edilecek olan toplantıların konusunu ve konuşmacılarını sitemizden takip edebilirsiniz. Yeni sayılarda buluşmak üzere, hoşçakalın. Kubbealtı 6

İnsan Sâmiha Ayverdi M evlânâ Celâleddin-i Rûmî, 1400 sene evvel beşeriyete, tevhid anlayışına dayalı Kur ân ahlâkını getirmiş olan Allah Resülü nün peyâm ve merâmını, ilâhî ve lâhûtî bir vecd ve coşkunlukla, dünyânın kulağına akıtmak yolunda, aşkını, îmânını, bilgi ve sanatını seferber etmiş müstesnâlardan bir müstesnâdır. Ne ki, zaman zaman, cemiyetlerin kulakları delik veya tıkalı olur. İşte mânânın maddeye esir düşmediği geçmiş asırlarda, nefislerinin pençesinden âzâd olup huzur ve hürriyete susamış uyanık kütleler vardı ki, kulakları da gönülleri de Mevlânâ ların îkaz ve irşâdlarına açık bulunuyordu. Gözü, gönlü ve kulağı madde katılığı ile körleşip sağırlaşmış bugünün insanı ise, kendisine dünya içinde dünya açacak uluların, seslerini duyup, îmânları ile âşinâlık kurabiliyorlar mı? Kurmadıkları için de beşeriyete bir ilâhî armağan olan o uluların ikrâmını hayatlarına mâl edemiyor, böylece de mânevî nafakanın tadına yabancı kalmak bahtsızlığına uğramış bulunuyorlar. Bir zamanlar cemiyetlerin kıl damarlarında dahi hüküm sürüp yaşayan ve insan oğlunu besleyip yaşatan, o hikmet ve irfan sermâyesi, ne çâre ki bugün, baharı bekleyen tohumlar gibi, gömülü bulundukları derinlerden baş çıkaramamakta netîcede de, kütleler, Mevlânâ ile gönül âşinâlığı kuramamaktadır. Kuramadığı için de, yaptığı iş, onu okumak ve onun şânında konuşmaktan ibâret kalıyor. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî mevzûunda, 700 senedir, develer yükü kitaplar, makāleler, tezler, şiirler yazılıp araştırmalar yapılmış bulunuyor. Acaba beşeriyet, bu kütüphâneler dolusu eserlerden ne 7

8 kazanmıştır? Şu gökkubbe altında yalan, riyâ, hîle, fesat ve şekāvet yollu hayvânî hırslar mı tükenmiş, dünya, güllük gülistanlık mı olmuştur? Şu halde, O Ulu nun şânında, birkaç söz daha söylenip yazılsa, gene insan oğlu ne kazanacak, hangi kötü huyunu terk edip, iyilik ve güzellik cennetlerinin hûri ve gılmanı olacaktır? Mevlânâ ları tanımak için yazıp çizmek değil, onların hayat görüşleri, Allah ve insanlık anlayışları ile aynîleşip, hikmet, irfan ve aşklarını gönüllerine akıtacak yolu açmaktan gayrı ne düşünülebilir? Mevlânâ ile alış-veriş, kitâbî ve aklî basamağın üstüne çıkmadıkça, bu bir kuru ilmî muamele ve gösterişten öteye nasıl geçer? Hikmet, irfan ve aşk, tohum gibidir. Onları sahifeler arasındaki zindandan çıkarıp, günlük hayatta yaşanır ve nafakalanır hâle getirmedikçe, Mevlânâlaşmak ne mümkün? * Zamân-ı Saâdet deki İslâm ın bâkir, samîmî ve coşkun heyecânı, elbetteki bir gün, kalıplı ve ölçülü bir kelâm, tefsir ve içtihâd devresinin ilim ve mantık anlayışı ile kitâbî ve aklî nizâmını bulacaktı. Nitekim buldu da. Ne ki, Resülullah zamânının o sıcak ve heyecanlı havası, o şevk ve aşk dolu tadı, beşeriyetin damağında kalmıştı. Onu arayıp bulmak, ona dönmek bir ihtiyaçtı. Zîra, Muhammedî ahlâk temelleri üstüne oturmuş bu ferâgatlı îmânı, bu kaynayıp köpüren hikmet ve irfânı yaşamak, ferdi ve kütleleri yükselten itici ve yapıcı kudretti ki, beşeriyet bir kere onun tadını tattıktan sonra vazgeçmesi düşünülemezdi. Şu halde, îlâ-yı kelimetullah gibi üstün bir gāye ve vazîfe yüklenmiş bulunan toplum, bu kudsî cihâdın kahramânı olabilmek için, evvelâ kendi nefsine cihâd açıp, hayvânî hırs ve kötülüklerini tasfiye ederek, Hak Resûlü nün saâdetli devrindeki ateşli fedâkârlıkları, hizmet ve muhabbetleri, serdengeçticesine ihyâ etmesi lâzımdı. İşte, Resûlullah ın o saâdetli devrindeki bu muhteşem gāye, ferdin nefsanî tasfiyesinden sonra, uğruna kemer bağlanan îlâ-yı kelimetullah aşkı ile, günün birinde, tasavvuf adı ile müesseseleşerek

bir mektep, bir irfan ocağı oluverdi. Böylece de, Rifâî lerin, Kādirî lerin, Mevlânâ ların, Hak tan gelip Hakk a giden ve bütün yaratılmışlarda Hakk ı gören sesleri ile bünyeleşerek, şevk ve muhabbete susamış kütlelere, aradıkları o sıcak ve bâkir havayı getirmiş oldu. Tâ Resûlullah zamânının mîrası olan bir temel kānun vardı. O da: Küçük cihâddan büyük cihâda dönmek demek olan, nefsinin kulu olmaktan kurtularak, îlâ-yı kelimetullah gāyesi ve Kur ân ahlâkı ile aydınlandığı ölçüde, etrâfını da uyandırmak ve aydınlatmaktı. * Kütleler, Saâdetli Resûlullah asrının bâkir, samîmî ve coşkun havasını tasavvuf ulularından tadar tatmaz, arkalarında saf bağladılar. Böylece de, dünyânın ve kendi varlıklarının kirli ve karanlık yüzünden kopup, onların aydınlık ve sağlıklı dünyâsına geçiverdiler. Tasavvuf için ne dört duvar lâzımdı ne bir dergâh. Zîra asıl dergâh, insandı. Kütle emrinde menfaatsizce kemer kuşanmış her ulu, dergâhın tâ kendisi idi. Zikirler, semâlar, tarablar, şekil ve âyinler ne kadar şatafatlı ve muhteşem olursa olsun, insan ı bulmadan, hiçbir şey bulunmuş sayılmazdı. Bildirecek, öğretecek, arıtıp temizleyecek, şevk ve gāye verecek olan dergâh, insan dı, ulu kişinin kalbi mâbedi idi. * Şu muhakkak ki tasavvuf, İslâm ın rûhuna en uygun kisve, o rûhun derûnî ihtiyaç ve talebi ile bünyelenip, cemiyetin bütününe hâkim olmuş bir ilâhî iksîr idi. Bu yüzden de, âdeta bir tabiat kānunu kolaylığı ile, kütlenin iliğine kemiğine işleyerek, fikir olmaktan aksiyon hâline geçiverdi. Zîra bir irfan ve irşad mektebi olan tasavvuf merkezlerinde, her ne öğrenilecekse, kitaplardan değil, insan dan öğreniliyor ve yaşanmak sûretiyle elde edilen fazîlet, edep ve terbiye gibi değerler, başkalarına da bir insanlık borcu olarak aktarılıyordu. Zîra bu ocağa başını bağlamış olanlar için hayat gāyesi, kendilerine hizmet etmekten çok, başkaları için yararlı olmak demekti. Öyle ki düşeni kaldır- 9

10 mak, avucunu açanın elini boş çevirmemek, hîle yapmamak, yalan söylememek, fesattan, şekāvetten, haksızlık, hıyânet, gıybet gibi insan oğlunu küçük düşüren ve iç karartan mânevî sefâletlerden kurtulmak, hep Hakk ı insanda ve eşyâda gören tevhid anlayışından ileri geliyordu. * Zaman-ı Saâdet te ne mezhep ayrılıkları vardı ne sünnîlik ve şiîlik ve ne de îtikatça bölük bölük olmuş çatışan zümreler... O mübârek devir öyle bir devir idi ki, coşup taşan îman orduları, Mey bizim sarhoşluğumuzun sarhoşudur kavli gereğince, ilâhî bir mestlik içinde, olmazları olduran mûcizeli demlerin feyz ve bereketini, islâm ve imân târihine kanları ve canları ile yazıyorlardı. İşte beşeriyetin, tadı damağında kalmış olan o tâze, saf ve bâkir heyecan gibi, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî nin toprak üstünde geçen dünya hayâtı, Zamân- Saâdet ten çeşni veren bir ilâhî coşkunluk ve mestlik devrini açmıştı. Öyle ki, karşısına geleni arıtıyor, temizliyor, saçtığı aşk ve şevk ile pîr ü pâk eyliyordu. Amma Mevlânâ denen o ilâhî armağan, mübârek yüzüne topraktan bir örtü çektikten sonra dağa taşa sığmayan başsız ayaksız aşkına, Sultan Veled denen ulu, bir nizam ve bir had çekti. İşte bu sûretle de Mevlevîlik bünyeleşerek, âyin, şekil ve merâsim çerçevesine alınmak sûretiyle, bu nizam ve terbiye ocağı, asırların îman hayâtına, ilim, irfan ve sanat izleri bırakan kervanlar hâlinde yürüyüp gitti. Pâdişahtan, esnafa, irfan ve hikmete susamış her tâlibi, şahsî istîdât ve kābiliyetince feyizleyip bereketlendiren bu ocakta dirsek çürüten ve mürekkep yalayan nice kāfileler, Türk kültür târihine şeref sahîfeleri kazandırdılar. Dergâh demek insan demektir. Kâinatın göz bebeği olan insan ın ilâhî aşk ile kilitlenmiş gönlüne ise, hak ve hakîkatten gayrı bir nesne sığmadığından, o kapıyı kim kaktı, kim içine girmek istedi ise, fakir zengin, hür esir, âlim câhil herkes, kendini oraya mâl edip kabını doldurmuş, böylece de mes ûd olan ve mes ûd bahtiyarlar zümresine dâhil olmuştur.

* Tasavvuf, insan ı bulma hüneri, insan ı görmekle, ezel ikrârının bu dünya hayatında hatırlanıp o ahdin yenilenmesi demektir. Onun için tasavvuf, dilde bir şey değil, gönülde her şeydir. Dil söylese, el, yazıp çizse de, insan ı bulup, alış verişi onunla kurmadıkça, beşer, cansız bir kalıp olmaktan öte geçemez. Tasavvufun, yâni insan ın hedef ve gāyesi, Kur ân-ı da hadîsi de İslâm îmanı içine yayıp bünyeleştirerek beşerî, şeytânî ve hayvânî meyillere karşı zırhlandırıp emniyete almaktır. Bir ahlâk ve îman nizâmı, insanın insanla ve insanın Allah la olan münâsebetlerinde, adâlet, insaf, ihlas, ferâgat gibi üstün vasıfları karıp karıştırarak tek cevher hâlinde bütünleştirip; toplumda yaşanır hâle getirir. Tasavvuf, bir felsefe midir? Buna, evet demek abes. Zîra felsefe, her devrin idrak ve görüş ayrılığına göre zikzaklar çizerek, sırasında kendi kendini inkâr edip bir yeni kalıba sokar. Hakkın birliğine dayanan tasavvuf ise, kıyâmete dek, kütleleri dâvet ettiği nîrengî noktasından bir adım ileri geri götürmez. Tevhid, her devirde olduğuna göre, velîlerin adı ve asrı ne olursa olsun, Allah ı birlemek anlayışı, hareket noktasından vüsûl noktasına tereddütsüz yol alır. Hak değişmediği gibi, Hakkın halîfesi olan insan için de değişmeklik yoktur. * Bugün dünyânın, bilhassa biz Türklerin, ne Mevlânâ dan ne de aynı tevhid ve aksiyon çizgisi üstünde, topluma yol gösterip rehberlik etmiş müstesnâlardan söz etmeye hakkımız vardır. Zîra ne dünya, kendi çapında da olsa, o ululara kulak vermekte, ne de biz Türkler, binlerce yıl, insan gerçeğinin etrâfında peteklenmiş bir millet olarak, o sıcak ve parlak devirlerin cemiyet içindeki seyrini ve târihini, hatırlamaktayız. Sırasında kılıç eri olarak orduların arasına karışan, sırasında irşadcılıkları ile kütleyi mayalayan ve gene sırasında sanat ve zarâfetin öncülüğünü etmiş bulunan ve uluları bir kenara itmek gerektiği- 11

ne inanmak gafleti içinde bulunmaktayız. Böylece de asırlar boyu topluma maddî mânevî güç ve bir derûnî kānun kazandırmış olan o terbiye ocaklarını söndürmüş ve bu ocakların rûhu olan insan ı da küstürmüş bulunuyoruz. Onun için, başlıbaşına dergâh demek olan insan dan söz etmek onun şânında yazıp çizmek ne işe yara? Ve üstelik ne haddimiz? İnsan oğlunu âbâd ve ihyâ eden, söz ve kitap değil, sözü de, yazıyı da, yaşanır canlı prensip hâline getiren insan dır. Beşerin gafleti, dünyâyı çobansız ve başsız bırakmıştır. Bu yüzden de nefis kurtları, kütlelere saldırmakta ve kanını içip nesi var nesi yok, talan etmektedir. * İş, Mevlânâ ları, Yûnus ları, Rifâî ve Kādirî leri anlatmakta değil, onları, yâni insan ı anlamakta ve onun gönlünün selâmet çizgisinden yürüyüp, dünyâya geliş ve gidişin mânâ ve gāyesini bulmaktadır. Tevekkeli Koca Mevlânâ: Kâbe bünyâd-ı Hâlîl-i Azerest Dil be-bünyâd-ı Celîl-i ekberest dememiştir. Evet, Kâbe, Azer in oğlu Halil in yapısıdır, insan ise, Celîl-i Ekber in beyti ve binâsı olan Beytullahdır vesselâm. 12

Mevlevî semâ ı ve iç anlamı Derleyen: Prof. Dr. Mehmet Demirci S emâ sözlükte dinleme, işitme, kulak verme anlamına gelir. İlâhîleri, dînî mûsikîyi, makam ve nağme ile okunan dînî metinleri dinleme ve bundan vecde gelme şeklinde başlamıştır. Terim olarak ise mûsikî heyeti eşliğinde, belli bir düzen dâhilinde dönerek icrâ edilen Mevlevî âyînine semâ denir. Kubbealtı Lugatı semâ ı şöyle târif etmiş: Mevlevî dervişlerinin ney, kudüm, rebap gibi çalgılar ve okunan ilâhiler eşliğinde tennûre denen bir kıyâfet giyerek belli bir usûle göre ayakta ve kolları iki yana açılmış vaziyette dönmeleri ve bu sûretle icrâ ettikleri âyin. Hz. Mevlânâ zamânında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen semâ, sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi den başlayarak Pîr Âdil Çelebi (ö. 1466) zamânına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizâma bağlanmış; icrâsı öğrenilir ve öğretilir olmuştur. Yapılışı kısaca şöyledir: Mutrıb ve semâzenlerin şeyh postunu selâmlayıp, semâhânede yerlerini almalarından sonra şeyh efendi semâhâneye girer, onları selâmlayarak posta oturur. Semâ Töreni, Nâ t-ı Şerîf le başlar. Nâ t-ı Şerîf Hz.Muhammed i öven, Hz.Mevlânâ nın bir şiiridir. Itrî nin bestelediği bu na t-ı, na t-hân ayakta ve sazsız okur. Na t ı, kudüm vuruşları ve bir ney taksimi izler. Taksimden sonra peşrevin başlaması ile şeyh efendi ve semâzenler, semâ meydanında sağdan sola doğru dâirevî bir yürüyüşe başlarlar. Semâ meydanını üç kez dolaşmaktan ibâret olan bu yürüyüşe Devr-i Veledî 13

14 denir. Sultan Veled devri devâmınca, herkes, sessizce Allah ismini (İsm-i Celâl) zikreder. Semâ meydanının sağ tarafından post hizâsına gelen semâzen, hatt-ı istivâ ya basmadan ve posta sırt çevirmeden dönerek karşıya geçer. Böylece arkasından gelen semâzenle karşı karşıya gelir. Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler, buna Mukābele denir. Semâhânenin giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, semâhâneyi iki yarım dâireye böler. Hatt-ı istivâ denilen bu çizgi, mevlevîlerce kutsal sayılır, derviş burada baş keser yâni başını zarifçe eğer ve hatt-ı istivâ ya basmadan yürüyüşüne devam eder. Üçüncü devrin sonunda şeyh efendinin posttaki yerini almasıyla Devr-i Veledî tamamlanır. Kudümzenbaşının Devr-i Veledî nin bittiğini îkâz eden vuruşları ile neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve âyin çalınmaya başlar. Semâzenler üstlerindeki siyah hırkayı çıkarıp, tek tek şeyh efendinin elini öperek izin alır ve semâ a başlarlar. Önce semâzenbaşı şeyhe doğru ilerler ve şeyhin açıkta duran elini, şeyh de eğilerek onun sikkesini öper. Aynı hareketi tekrarlayan her semâzen üç adım yürüyüp semâ a girer. Omuzları tutmakta olan eller yavaşça aşağıya indirilip, elin dışı vücuda ve sikkeye temas ettirilip omuz hizasından yukarı kadar kaldırılır ve sağ el yukarıya, sol el aşağıya bakacak şekilde semâ edilir. Semâzenin başı hafifçe sağa eğik, yüzü biraz sola dönük, gözleri sol elin başparmağına kısık bir şekilde bakar durumdadır. Bu şekilde son semâzen de semâ a girdikten sonra, semâzenbaşı şeyhe baş kesip, semâı idâre etmek üzere semâhânede dolaşmaya başlar. Şeyh de postun gerisine çekilip, ayakta durarak semâ ı izler. Sema, her birine selâm adı verilen dört bölümden oluşur ve semâzenbaşı tarafından idâre edilir. Dördüncü selâmın başlaması ile postnişîn yâni şeyh efendi de hırkasını çıkarmadan ve kollarını açmadan semâ a girer. Postundan semâ meydanının ortasına kadar dönerek gelir ve yine dönerek

postuna gider. Buna Post Semâ ı denir. Bu arada dördüncü selâm bitmiş, son peşrev ve son yürüksemâî çalınmış, son taksim yapılmaktadır. Şeyhin posttaki yerini almasıyla son taksim de sona erer ve Kur ân-ı Kerîm den bir bölüm okunur. Yapılan duâlar, Allah ın adı olan Hû nidâları ile son selâmlaşmalarla semâ töreni sona erer. Şeyh Efendi den sonra semâzenler ve mutrıp da şeyh postunu selâmlayıp semâhâneyi terk ederler. Sembolik Anlam: Önce birkaç terim: Şeyh: Hz. Mevlânâ'yı temsil eder. Hakîkate varan yolu o bilir; ve bunun için hakîkate varan en kısa yolu temsil eden hatt-ı istivâ'ya yalnızca o basabilir. Mutrip heyeti: Mevlevîhânelerde âyin sırasında neyzen, kudümzen, âyinhan vb.nin birlikte mûsikî icrâ ettikleri yere mutrip veya mutriphâne, buradaki mûsikîşinas topluluğuna da mutrip heyeti denir. Neyzen: Ney çalan kimse. Kudümzen: Kudüm çalan kimse. Kudümzenbaşı: Mevlevî dergâhlarında kudüm vurarak mutribi yöneten kimse. Na than: Naat okuyan kimse. Semâzen: Mevlevî âyinlerine katılıp semâ eden derviş. Semâzenbaşı: Mevlevî âyinlerinde semâzenleri kontrol ederek usûlüne uygun şekilde semâ etmelerini sağlayan, semâ ı yöneten Mevlevî dedesi. Hırka: Mevlevî hırkası ince kumaştan dikilir, bol cübbeye benzer, kolları hayli geniş ve uzun, ayaklara kadar varan uzunlukta bir üst kıyâfetidir. Genellikle siyah renktedir. Sikke: Mevlevîlerin başlarına giydikleri, 25-30 santimetre veya biraz daha uzun, silindir şeklinde, dövme keçeden yapılma, bal rengi veya beyaz külâh, mevlevî külâhı. Tennûre: Mevlevî dervişlerinin giydikleri kolsuz, yakasız, bel kısmı kırmalı ve dar, belden aşağı kısmı gittikçe genişleyen ve ayak- 15

16 lardan biraz yukarıda biten, genellikle beyaz renkli kıyâfet. Destegül: Mevlevîlerin semâ ederken giydikleri, boyu bel hizâsında, yakasız, göğsü açık, kolları bileklere kadar olan dar gömlek. Semâ ederken açılmaması için sağ eteğinden çıkan bir şeritle beldeki yün kemere bağlanır. Elifî nemed: Mevlevîlerin tennûre üzerine sardıkları kemerin adı. Buna kemer de denir. Meydân-ı şerif: Semâ yapılan yer, semâhâne. Mevlevî semâhânelerinde ortada dâire şeklinde, kısa parmaklıkla çevrili boş, sâdece semâ yapmak için kullanılan, cilâlı tahtalı bir yer olur, buraya semâzenlerden başkası girmezdi Hatt-ı istivâ: Giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, semâhâneyi iki yarım dâireye böler. Hatt-ı istivâ denilen bu çizgi, mevlevîlerce kutsal sayılır ve şeyhten başkası asla üzerine basmaz. Post: Meydân-ı şerifteki kırmızı posta oturan şeyh Hz. Mevlânâ yı temsil eder. * Mevlevîlik bir tasavvuf kurumudur. Tasavvufun en meşhur târiflerinden biri şöyledir: Tasavvuf, Hakk ın seni senlikten öldürmesi, kendisiyle diriltmesidir. Yâni kişinin zaaflarından, bencilliğinden ve beşeriyetinden sıyrılarak, üstün bir yaşayışa, âdeta ilâhî bir kişiliğe yükselmesi, kendisinden fânî ve Hak la bâkî olmasıdır. Ölmeden önce ölünüz sözüyle kasdedilen fizîkî ölüm değildir. Kişinin rûhî bağımsızlığına engel olan ve yaradılışından getirdiği kötü huylarını öldürmesi, yâni etkisiz hâle getirmesidir. Onların yerine ise iyi huylar konacaktır. Boşalmadan dolmak, mânen ölmeden mânen dirilmek yoktur. Semâdaki kıyâfetlere bu mânâyı çağrıştıran sembolik anlamalar yüklenir. Şöyle ki: Böyle bir ölme ve olma, yâni olgunlaşma yolcusu olan mevlevî dervişinin: * Başındaki sikkesi mezar taşı, * Giydiği tennuresi kefeni,

* Sırtındaki hırkası kabridir. Yâni o, bu kıyâfetle ölmeden evvel ölmek denen olgunlaşma yoluna tâlip olmuş demektir. Semâ ve Yaradılış Bir anlayışa göre Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Ben gizli bir hazîne idim, bilinmeyi sevdim (bilinmek istedim). Beni bilsinler, tanısınlar diye mahlûkātı yarattım. Semâ naatla başlar. Na t Hz. Peygamber e övgü sözleridir. Tasavvufî telâkkîye göre Peygamber Efendimiz in nûru, ilk yaratılan varlıktır ve kâinat onun yüzü suyu hürmetine var edilmiştir. O, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Naat bunu hatırlatır. Sema sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip İnsan- ı Kâmil e doğru yönelişini ifâde eder. Sema da bu hilkat ve oluş sürecini temsil eden yönler yer alır. Na t ı, kudüm vuruşları izler. Kudümün ilk vuruşu Cenâb-ı Hakk ın kâinata ol emridir. Kur ân da şöyle denir: Allah bir şeyi diledi mi ona ol! der ve hemen oluverir. 1 İşte kudümün sesi de sanki bunu çağrıştırır. Allah, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi rûhundan üfleyerek diriltmiştir. Naat dan sonra yapılan ney taksimi işte bu ilâhî nefesi temsîl eder. Kâinâtın yaratılmasından asıl maksat insan ın var olmasıdır. Bu mâcerâ kısaca iniş (nüzûl) ve yükseliş (urûc) yarım dâirelerinden (kavs) oluşur. İnişte asıldan ayrılma, maddî âleme inme söz konusudur. Çıkışta ise kemâle erme, tekrar asla dönme gerçekleşir. Semâhâne kâinâtı temsil eder; sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mânâ âlemidir. Posttan sağa doğru hareket, yücelikten düşüşe gidiş (ulvîden süflîye) hatt-ı istivânın sonundan posta doğru hareket düşüşten yüceliğe yükseliştir ki, "seyr ü sülûk" denen mânevî olgunluğa erişme yolculuğunu da anlatır. İşte bu oluşa katılan semâzen üstündeki siyah hırkayı çıkararak, 1 Yâsîn sûresi 36/82 17

sembolik olarak, hakîkate doğar kollarını bağlayarak 1 rakamını temsil eder. Böylece Allah'ın birliğine şehâdet eder. Birinci selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesidir. İkinci selâm, Allah ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde eder. Üçüncü selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir. Dördüncü selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yâni kulluğa dönüşüdür. En yüce makam, kulluktur. Semâ esnâsında, direk denen ve yerden kaldırılmayan sol ayağın etrafında döndürülen sağ ayağa ve bu ayak etrâfında sola doğru bir kere dönüşe çarh denir. Semâ ederken semâzen her çarh'da Allah ismini (ism-i celâl) söyler ve her selâmın anlamını düşünür. Amaç mekanik, gösteri niyetiyle ve bilinçsizce dönmek değildir. Semâ ederken ibâdet vecdini ve Allah ı anma hâlini yakalamaya çalışmak esastır. 18 Mekân ve hareketlerin anlamı Semâ için şu îzahlar da yapılır: Semâhâne dâire şeklinde bir alandır ve kâinâtı sembolize eder. Şeyhin oturduğu kırmızı post Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî'nin makāmı sayılır ve şeyh efendi vekâleten bu makāma oturur. Kırmızı renk 'vuslat' yâni Allah'a kavuşma rengidir. Hz. Mevlânâ güneş batarken Allah'a kavuşmuştur. Bilindiği gibi güneş batarken de doğarken de gökyüzü kırmızı bir renk alır. İşte şeyh postunun kırmızı rengi maddî dünyâdan batışı, mânevî dünyâya doğuşu temsil eder. Semâzenin bâzı hareketlerine gelince: Semâ hey etindeki herkes oturur ve kalkarken secde eder gibi yeri öper. Aslında bu öpüş dervişlik âdâbında hayâtın her safhasında uygulanan genel bir kuraldır. Bu inanıştaki bir kimse, eline aldığı her şeyi: meselâ su içeceği vakit bardağı, kendisine sunulan kahve fincanını; yatacağı vakit ve kalktığı zaman yastığını ve yorganını; giyer ve çıkarırken çamaşırının, gömleğinin, elbisesinin yakasını, sikkesinin kenarını; üflemeye başlarken neyini; otururken ve kalkarken yeri öper. Bu öpüşe görüşmek denir. Bu suretle, her şeyin, tek ve mutlak varlığın tezâhü-

rü olduğunu düşünür. Bu düşünce şükür ve zikir ( Hakk ı anma ve hatırlama) duygusunu canlı tutar. Semâzen semâ başlarken hırkasını çıkarır ve mânevî bir temizliğe adım atmış olur. Semâzenin, kolları çapraz bağlı olarak duruşu Allah'ın birliğini ifâde eder. Kollarını iki yana açarak sağdan sola dönerken âdeta kâinâtı bütün kalbiyle kucaklar gibidir. Semâ ederken semâzenin sağ eli duâ durumunda, rahmete açılmış, gelen rahmet de sol el ile halka saçılmıştır. Bu Hiçbir şeyi kendimize mâl etmeyiz. Hak tan alır halka veririz. Biz sâdece görünüşte var olan, bir vâsıtadan, bir sûretten başka bir şey değiliz. demektir. Yine bu, Göğe ağarız, yere yağarız, biz âleme rahmetiz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed (sav)de yok oluruz. O nun mübârek ayakları altında toz oluruz. demektir. Allah'ın kâinatı yaratışındaki "Ol" (kün) emrini sembolize eden kudüm sesinin ardından ilâhî nefes olan ney sesi duyulur. Kâinat oluşmuş ve can bulmuştur. Şeyh efendinin önderliğindeki semâzenler semâhânenin etrâfında dâirevî bir yol izleyerek yürürler. Her bir dâirenin ilk yarısı maddî dünyâyı ikinci yarısı mânevî dünyâyı sembolize eder. Sultan Veled devri denen bu üç devir mânevî bir yolcululuğa hazırlanıştır. Semâzen aynı zamanda nefis sembolü olan hırkasını çıkarır ve şeyhinden izin alarak semâ a başlar. Şöyle bir îzah da vardır: Ney, "İnsân-ı kâmil"dir. Ney'in üflenmesi, İsrâfil'in "Sûr"u üflemesidir. Kalkarken yere el vurmak hem olma nın, hem Sûr'u işitince kabirden kalkmanın sembolüdür. Sultan Veled devrindeki üç tur, "İlm-el yakîn, ayne'l yakîn, hakka'l yakîn" denen bilme, görme ve olma, bir başka ifâdeyle biliş, buluş, oluş mertebelerine işârettir. Sûr'un üflenmesiyle canlanarak kabirlerinden kalkanlar şaşkın şaşkın nereye ve nasıl gideceklerini arayıp durmazlar. Onlar, insân-ı kâmili temsil eden Şeyh Efendinin peşine takılıp, onun gittiği yoldan, adımlarını onun gibi atarak kurtuluşa eren yolu bulurlar. Sultan Veled devrindeki yürüyüş bunu temsil eder. Dört selâm, şerîat, 19

tarîkat, mârifet ve hakîkat kademelerini anlatmaktadır. Dördüncü selâmda; Allah'ın tek ve gerçek varlığı ile var oluş olan, vahdet durağından kıpırdamadan, ayak direyerek duruş, anlatılmaktadır. Semâ ve gök cisimleri Semâ hareketi ile gökyüzü ve yıldızlar arasında da paralellik kurulur: Devr-i Veledî, bütün kâinâtı kaplayan göğün dokuzuncu katında (felek-i atlas) dönüşe benzer : Sultan Veled devri denen bu üç devir mânevi bir yolcululuğa hazırlanıştır. Semâzen nefis sembolü olan hırkasını çıkarır ve şeyhinden izin alarak Semâ a başlar. Birinci selâm sâbit yıldızların (sâbiteler) bulunduğu gök katını temsil eder. İkinci selâm, güneşin bulunduğu gök katını temsil eder. Üçüncü selâm, ay göğündeki dönüşü temsil eder. Bunlardan her birinin bir takım derin ve mânevî açıklamaları yapılır. Dördüncü selâmdan sonraki hareketin bu âlemde benzeri yoktur ve bu dönüş insana mahsustur. Bu safhada varlık içinde yok oluşa erişilir. Bu selâmda şeyh de semâ a katılır. Semâzenler, Devri-i Veledî'de sâbit yıldızlara, semâ ederken ise gezegenlere benzerler. Bu devrin gökleri, yıldızları ve mevâlid-i selâse denen mâden, bitki ve hayvan alemlerini temsil ettiği de söylenir. Yahya Kemal Şevk isimli rubâîsinde bir semâ âyinini tasvir eder: Seyreylediğin semâ-ı Mevlânâ dır Devreyleyen ecrâm-ı cihân-ârâdır Sağ elden uzattıkları peymânelere Gülrenk sebûlardan akan sahbâdır 20 Seyretmekte olduğun bir mevlevî semâ ıdır. Ortada hem kendi etraflarında, hem de semâhâne dâiresi boyunca vecd içinde sessizce

dönmekte olan semâzenler, gökyüzünde ışık saçarak kâinâtı süsleyen yıldızlar gibidir. Onların sağ elleriyle uzattıkları kadehlere gül renkli testilerden ilâhi aşk şarâbı akmaktadır. * Semâ sırasındaki hem kendi çevresinde hem de meydandaki dönüş hareketi bir takım çağrışımlara yol açar: İnsanlar eskiden beri, bir şeyleri isterken yalvararak dönmüşler, istekleri olunca sevinip yine dönmüşler, ruhlarının coşkusunu dönerek, semâ ederek ifâde etmişlerdir. Târihe bakarsak, insan oğlu ilk gününden bu güne coşkulu duygularını bir şekilde dönerek ifâde etmiştir denebilir. Mevlevî mukābelesinin, dünyânın ve ayın, güneşin çevresindeki dönüşünü, vücuttaki kanın kalp etrâfında dönüşünü, atomların içerisindeki elektronların dönüşünü hatırlattığı da söylenir. İşte semâ, bu tabiî, beşerî ve evrensel hareketin daha estetik ölçülerle, seviyeli bir mûsikî eşliğinde, son derece ulvî duygularla ve ibâdet şevkiyle uygulanmasıdır denebilir. 21

Vatan savunmasında mevlevîhâneler Prof.Dr. Nuri Köstüklü 22 G iriş: Anadolu da Türk siyâsî varlığına son vermeyi amaçlayan siyâsî programın adı 1815 te şark meselesi olarak konduğunda, bunu gerçekleştirme yönünde de düğmeye basılmış bulunuluyordu. Söz konusu süreçte, eskilerin 93 Harbi dediği 1977-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve Millî Mücâdele, Türkler in bulunduğu coğrafyada var olma veya yok olma yönünde kaderini tâyin eden önemli kilometre taşları olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Balkan Savaşları ndan îtibâren, şark meselesi ni gerçekleştirmeyi amaçlayan ve 10 yıl sürecek bir savaş ortamına girilmişti. Siyâsî varlıktan da öte, Türkler in Anadolu da biyolojik olarak bile var olup olamayacağı tartışmalarına doğru bir gidiş vardı; çünkü, insan kaynaklarımız tükenme noktasına gelmiş, 11-12 yaşındaki çocuklar cepheye koşar olmuştu. İşte böyle bir süreçte, şu kadar bin yıllık bir devlet geleneğine sâhip bulunan Türk siyâsî organizasyonunda kendini sorumlu hisseden her fert veya pek çok müessese vatan savunmasında doğru veya yanlış kendince bir şeyler yapabilmenin, çorbaya bir tuz atabilmenin gayreti içinde idiler. Bu gayret içinde olan müesseseler arasında mevlevîhâneleri de görüyoruz. Şüphesiz böyle bir mesuliyetin târihî sebepleri vardı. Anadolu da Türk siyâsî hâkimiyetinin başlangıç dönemlerine gittiğimizde, Fuad Köprülü nün Alperen, Ömer Lütfi Barkan ın Kolonizatör Türk Dervişleri olarak adlandırdığı Türk sûfî unsurlarının, coğrafyanın vatan olması yolunda ciddî mesâilerinin bulun-

duğunu biliyoruz. Söz konusu sûfî zümreler içinde Mevlânâ ve felsefesi de oldukça etkili idi. Özellikle, Mevlânâ felsefesinin 14.yy. da müesseseleşmesini tamamlaması ve arkasından 17. yy. da bir nevi devlet kurumu hâline gelmesiyle birlikte, mevlevîhânenin merkezî yönetimle ilişkisi de artmış idi. Bu ilişki, sûfî alanla sınırlı kalmayıp, siyâsî sâhada da kendini gösteriyordu. 18. yy. dan îtibâren batı karşısında bir eziklik psikolojisine giren Osmanlı, yenilik hareketleriyle bu çöküntüden kurtulmaya çabalarken, pek çok sûfî organizasyonlar ve diğer bâzı müesseseler statükodan yana tavır koyduklarında, Mevlevîhânenin -bâzı istisnâları olmakla berâber- genel olarak mevcut değerleri muhâfaza ederek gelişmeye ve yeniliğe açık bir irâde sergilediğini söyleyebiliriz. Özellikle Tanzîmat ve Meşrûtiyet dönemlerinde bu irâdenin biraz daha berraklaştığını görüyoruz. Tanzîmat la hız kazanan Osmanlı daki bu yenilik ve değişim sürecine, geniş bir perspektiften baktığımızda, aslında tabiî ömrünü tamamlamak üzere olan bir hastanın çeşitli ilaçlarla, kaçınılmaz sonunu, belki biraz daha uzatmaktan başka bir anlam taşımıyordu. Çünkü, mevcut siyâsî yapı, çağın gelişmelerine ayak uyduramayan, eski fonksiyonunu kaybetmiş veya artık ömrünü tamamlamış müesseselerden ibâretti. Tabiî ki, mevlevîhâne ve diğer sûfî müesseseler de bu değerlendirmenin dışında bulunmuyorlardı. Vâkıa bu iken, burada hatırlamamız gereken bir sosyolojik kāideyi de ifâde etmek durumundayız; o da köklü ve târihî müesseseler ne kadar muattal ve işe yaramaz hâle gelirlerse gelsinler, müessesenin idâre ve yöneticileri eskiye göre ne kadar pasif duruma düşerlerse düşsünler, önceki ruh ve faaliyetlerinden hemen uzaklaşamama gerçeği idi. Nitekim, artık ömürlerini tamamladı diye düşündüğümüz bâzı köklü müesseseler gibi, mevlevîhânelerin de; Türkler in Balkanlar dan ve arkasından Anadolu dan tasfiyesi için düğmeye basıldığı Balkan Savaşları ndan îtibâren, bu kāideyi ispatlarcasına ve kuruluş dönemindeki alperenleri hatırlatırcasına bir faaliyet içinde bulunduklarını söyleyebiliriz. İşte bu târihî süreç ve anlayış içerisinde, Türklerin Balkanlar dan ve 23

Anadolu dan tasfiye süreci olarak görülen 10 yıl savaşta mevlevîhânelerin tutum ve davranışlarına -ancak bir makāle hacminin müsâade ettiği oranda- bakmak istiyoruz; 10 Yıl Savaş veya vatan savunmasında mevlevîhâneler Türk-İslâm varlığı ve kültürünün Balkanlar dan sürülmesi amacını taşıyan Balkan Savaşları patlak verdiğinde Osmanlı Devleti nin ciddî lojistik problemleri vardı. Dönemin Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi Ahmet İzzet Paşa nın hâtıralarında da belirttiği üzere, asker doğru dürüst beslenemiyor, aç olduğu için silah bile sıkamıyor, bırakın et yüzünü görmeyi kuru ekmek bulamadığı günler oluyor idi. Üstelik kolera salgını ciddî boyutlara ulaşmış yaralı ve diğer hastaları tedavi edecek yeterli hastahâne ve yatak yoktu 2. İşte lojistik ve ikmâl faaliyetlerinin çok yetersiz olduğu böyle bir savaş ortamında mevlevîhânelerin millî bir sorumluluk duygusu içerisinde oldukça anlamlı bir teşebbüse giriştiklerini görüyoruz. İstanbul daki Yenikapı Mevlevîhânesi nin hastahâneye ve Galata Mevlevîhânesi nin ise aynî ve nakdî yardımların toplanma merkezi hâline dönüştürülmesi düşünülmüş ve Çelebilik makāmının da onayı ile bu faaliyetleri içeren 6 maddelik bir tâlimatnâme hazırlanarak 6 Kasım 1912 târihinde bütün mevlevîhânelere gönderilmiştir 3. Tâkip eden günlerde, Çankırı, Amasya, Kütahya, Urfa, Şam ve diğer mevlevîhânelerden yardımlar gelmeye başladı. Hatta, bu savaş sırasında Girid (Hanya) ve Kıbrıs (Lefkoşe) mevlevîhâneleri, kendileri ateş hattında olmasına rağmen vatan savunmasına katkıda bulunabilmenin çırpınışı içinde idiler. Hanya Mevlevîhânesi Şeyhi Mehmed Şemseddin, Lefkoşe Mevlevîhânesi Şeyhi Mehmed Celaleddin, bir taraftan Balkan yaralıları için kendi bölgelerinden yardımlar toplarlarken, bir taraftan da Girid ve Kıbrıs ın elden çıkmaması için, Barkan ın Kolonizatör Türk dervişleri misâli göçleri önleyip Girid ve Kıbrıs ın vatan kalması mücâdelesi içindeydiler. 24 2 Ahmet İzzet Paşa, Feryâdım, C.1, Nehir yay., İstanbul 1992, s.137. 3 Mevlânâ Müzesi Arşivi, Zarf no:53, belge no:1

Mevlevîlerin maddî ve aynî yardım toplama faaliyetlerinin yanı sıra, Balkan Savaşı sırasında işgal edilen yerlerde Türklere karşı yapılan insanlık dışı katliamlar 4 karşısında ilgili makamlara telgraflar göndererek millî hassâsiyetlerini siyâsî alanda da ortaya koyduklarını görüyoruz. Balkanlar daki gelişmeleri bu bölgedeki mevlevîhâne vâsıtasıyla yakından tâkip eden merkez Konya Mevlevîhânesi 30 Ocak 1913 te Sadârete, 5 Şubat ta Şeyhülislamlık makāmına gönderdiği mektuplarda; Balkanlar da Müslüman sivil halka karşı işlenmekte olan cinâyet ve katliamların komu oyunda infiâle sebep olduğu, medenî geçinen Avrupa devletlerinin katliamlara kayıtsız kalmalarının müslümanlarda büyük bir öfkeye yol açtığı vurgulanarak, dışişleri görevlilerinin bu konuda sorumlu ve daha aktif davranmaya davet edilmiştir 5. Balkan Savaşı nın bu acılı günleri sonunda bir nebze olsun yüreklere su serpen Edirne ve Kırklareli nin düşmandan geri alındığı haberleri ülke sathında duyulmaya başlayınca mevlevîhânelerde de buruk bir sevinç havası esti. Merkez Konya Mevlevîhânesi bütün mevlevîhânelere tercüman olarak, Sadârete ve Dâhiliye Nezâretlerine şükran ve tebrik telgrafları gönderdi, dergâhlarda şükür duaları yapıldı 6. Mevlevîhânelerin Balkan Savaşı sırasında gösterdikleri bu sorumluluğun, I. Dünya Savaşı sırasında, maddî ve aynî yardımların ötesinde, fiilen gönüllü olarak cepheye gitmek şekline dönüştüğünü görüyoruz. Kendisi de mevlevî olan Sultan Reşad askerin ve halkın mâneviyâtını artırmak için Mücâhidîn-i Mevlevîye Alayı kurulmasını arzu etti. Zâten daha önce Mevlevîlerden gelen gönüllü olma arzusu pâdişâhın bu irâdesiyle birleşince teşkilatlanma resmiyet ka- 4 Balkan Savaşı sırasında Bulgarların yaptığı mezâlimler hakkında bkz., Nuri Köstüklü, Türk Arşiv belgelerine Göre Balkan Savaşı Sırasında Bulgarların Edirne Vilâyetinde Yaptıkları Mezâlim ve Yerli Rum Halkın Tepkisi, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Târihi Enstitüsü Cumhuriyet Târihi Araştırmaları Dergisi, sayı: 1, Ankara 2005. 5 Mevlânâ Müzesi Arşivi Zarf no: 60, belge no: 1, 3. 6 Sadrazam Said Halil Paşa ve Dâhiliye Nâzırı Talat, 30 Temmuz ve 3 Ağustos 1913 tarihli cevâbî yazılarında Konya Mevlevî Şeyhine hassasiyetlerinden dolayı teşekkür ettiler (Mevlânâ Müzesi Arşivi, Zarf no: 63, belge no:28, 18, 30, 31) 25

zanmış oldu. 1914 Aralık ortalarında başlayan ve ileride alaya dönüşecek olan gönüllü tabur kurma çalışmaları kısa sürede sonuçlandı. 1915 Ocak ayı ortalarından îtibâren toplanmaya başlayan gönüllüler, Şeyh Abdülbâki Efendi nin komutan vekilliğinde pâdişâhın lutfettiği sancakla birlikte 13 Şubat 1915 te İstanbul dan Konya ya hareket ettiler. Uzaklık dolayısıyla İstanbul a gelemeyen pek çok şeyh de gönüllü birliğe Konya da katılmak üzere maiyyetleriyle birlikte Konya ya hareket etmişlerdi. 26 Şubat 1915 Cuma günü Konya da olağanüstü bir gün yaşandı. Başta Vâli, Garnizon Komutanı ve Belediye Başkanı olmak üzere, hemen bütün Konyalıların coşkun tezâhüratları ve duaları eşliğinde Gönüllü Mevlevî Taburu Post-nişîn Veled Çelebi nin komutasında Filistin cephesine uğurlandı. Tabur, 27 Mart günü Şam a ulaştı. Kıbrıs gibi intikali zor olan ve işgal altındaki yerler dışındaki hemen bütün mevlevîhâneler bu gönüllü birliğe katılmışlardı. Başta Kādîrîler olmak üzere başka ehl-i tarikten de tabura katılanlar olmuştu. Süheyl Ünver in ifâdesine göre Şam da ilk toplandıklarında Gönüllü Mevlevî Taburu nun mevcudu 1026 idi. 7 Tamâmen ilgili makamların bilgisi ve desteği ile 4. ordu emrinde faaliyet gösteren Mevlevî Taburu kısa süre sonra alay hâline dönüştü ve cephede, özellikle askerin moralinin yükseltilmesi ve lojistik alanda fevkalâde hizmetler îfâ etti. Şam- Rayak- Zahle Aliye bölgesinde bâzı askerî tâlim ve yürüyüşlere de katılan Mevlevî Alayı 1918 Eylül sonlarına kadar yaklaşık 3,5 yıl Filistin cephesinde kendisine verilen görevleri büyük bir sorumluluk ve azim içinde yerine getirdi. Şeyhlerden ve alay mensuplarından hayâtını kaybedenler, hastalananlar ve sakat kalanlar oldu. Meselâ, çok yaşlı olmasına rağmen 27 kişilik maiyetiyle birlikte cepheye koşan Erzincan Mevlevîhânesi postnişîni İbrâhim Hakkı, savaş mıntıkasının zor şartlarında gözlerini kaybetti 8. Bu fevkalâde zor şartlarda verilen mücâdele- 26 7 Süleymaniye Kütüphanesi, Süheyl Ünver Defter no:59 Edirne Mevlevîhânesi. 8 Alayın dağılmasından sonra âmâ bir halde memleketi Erzincan a dönmek arzusunda olan İbrâhim Hakkı, yol parası olmadığı için Sivas tan öte gidememiş ve ancak Veled Çelebi nin ilgili makamlara yaptığı müracaat sonucu kendisine yapılan

ye rağmen, Mondros a giden çizgi içinde yaşanan yenilgiler ve Filistin bozgunu netîcesinde Mevlevî Alayı da tabiî olarak dağıldı. Ama ilgili askerî makamlar Mevlevî Alayı ve mensuplarını takdir etmeyi unutmadılar. 12. Kolordu Komutanı Fahrettin (Altay) Paşa 16 Ocak 1919 târihinde Veled Çelebi ye gönderdiği yazıda 9 lağv edilen Mevlevî Alayı hakkında; ilâ-yı kelimetullah uğrunda en mühim bir harp cephesinde îsâr-ı hûn ederek (kanını dökerek) hidemât-ı hasene ve fedâkârâne îfâsı sûretiyle gösterdiği kıymetdar muavenetden dolayı Alay mensubîni ilelebet iftihar ve tarîkat-ı Mevlevîye de asil târihini bu şanlı menkabe ile tezyid edebilir. diyerek takdirnâme verilmek üzere alay mensuplarının isim listesinin gönderilmesini istemiştir. Tâkip eden günlerde Alay mensuplarına madalya ve beratları verildi. Mevlevîhânelerin I. Dünya Savaşı sırasında gönüllü alayla cepheye iştiraklerinin yanı sıra, savaş sırasında gerek esirlerle ilgili olsun, gerekse işgal bölgelerindeki Türk kültür unsurlarının korunmasıyla ilgili pek çok konuda siyâsî bâzı faaliyetlerde bulunduklarını da biliyoruz. Mevlevîhânlerin Balkan ve I. Dünya savaşları sırasında süregelen vatan savunmasındaki duyarlılık sürecinin İstiklâl Savaşı sırasında da aynen devam ettiğini söyleyebiliriz. Daha Mondros Mütârekesi nin hemen sonrasında Anadolu da başlayan millî galeyan ve teşkilatlanma sürecinde mevlevî organizasyonunun hiç de pasif kalmadığını gördük. 16 Mayıs 1919 da İzmir in işgāline karşı Konya da düzenlenen mitingi organize edenlerin içinde Mevlevî Şeyhi Ahmed Âdil ve bâzı çelebiler bulunuyordu. Isparta daki millî galeyânın oluşmasında Mevlevî Şeyhi Ali Dede fiilen görev almıştı. Mustafa Kemal Paşa nın Samsun a çıkmasıyla başlayan ve kongreler sürecinde organize hâle gelen Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri nde pek çok mevlevî fiilen görev almış ve müessese olarak da mevlevîyardımla Erzincan a dönebilmişti (konu ile ilgili yazışmalar hakkında bkz., Başbakanlık Osmanlı Arşivi, DH. KMS. 47-56, lef:1, 3.) 9 Selçuk Üniversitesi Uzluk Arşivi, Veled Çelebiye Âit Yazışmalar. 27

hâne, Mustafa Kemal Paşa ve millî hareket lehinde bir tavır ortaya koymuştur. Birkaç örnek vermek gerekirse; Amasya da Şeyh Cemaleddin Efendi, Afyon da Şeyh Râşid Dede, Burdur da Post-nişîn Fehmi Efendi, Konya da Abdülhalim Çelebi, Kastamonu da Şeyh Âmil Çelebi, Antep te Şeyh Mustafa (Ocak) Efendi, Kayseri de Ahmet Remzi (Akyürek) Dede vb. daha pek çok mevlevî millî teşkilatlanmanın ve vatan savunmasının fiilen içinde yer aldı... Post-nişîn Abdülhalim Çelebi nin TBMM açıldıktan sonra Meclis 2. Başkanı olarak görev alması oldukça anlamlıdır. Mevlevîhânelerin Millî Mücâdele ye desteklerine dâir örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Tabiî ki, bütün bu gelişmelerin yanında, henüz geleceği pek kestiremeyen ve statükodan yana olan, dolayısıyla bilerek veya bilmeyerek Millî Mücâdele ye zarar verici davranışlarda bulunan mevlevî şeyhlerine de tek tük rastlanmıştır. Gelibolu Mevlevî Şeyhi Burhaneddin Efendi 10, Kütahya Mevlevîhânesi Şeyhi Sâkıb Çelebi 11, Millî Mücâdele aleyhtarı propagandaların tesirinde kalanlardandı. Ne var ki bu tür örnekler mevzî nitelikte kalmış olup, müessese olarak mevlevî organizasyonunu bağlayıcı bir karakter almamıştır. İstiklâl Savaşı nın o zor günlerinde sorumluluğu üzerinde hisseden mevlevîhâne, zaferlerle birlikte gelen sevinci de Türk milletiyle paylaşmıştır. Dumlupınar daki başarılar ve Afyon un Yunan işgālinden kurtarılması sonrasında dönemin Merkez Konya Mevlevîhânesi Post-nişîni Âmil Çelebi, mevlevîhâneler adına cephe komutanı Refet Paşa ya tebrik ve teşekkürlerini bildirdi 12. 9 Eylül 1922 ye uzanan süreçte mevlevîhânenin heyecan ve sevinci Türk milletini galeyana getirir şekilde devam etmiştir. Balkan Savaşları ndan îtibâren süregelen ve özellikle İstiklâl Savaşı yıllarında artık var olma veya yok olma sınırına gelindiği bu fevkalâde zorlu mücâdeleden Gāzi Atatürk ün önderliğinde zaferle çıkılmış ve netîcede Türkiye Cumhûriyeti kurulmuştur. Yeni Türk 28 10 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, DH. EUM. AYŞ. 32-44. 11 Ethem Bey yanlısı olduğu için hakkında soruşturma açılan Sâkıp Çelebi hak. Bkz., Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030.18.01/ 03. 17. 14 12 Mevlânâ Müzesi Arşivi, Zarf no:108, Belge no:15.

Cumhûriyeti nin asrın gerektirdiği biçimde yapılanması sürecinde de Mevlevîhâne, Tanzîmat ve Meşrûtiyet ten îtibâren süregelen ıslahatçı ve yapıcı karakterini devam ettirmiştir. Ancak bütün bu gelişmeler, tabiî ömrünü tamamlamış, bir müesseseye yeni bir ömür temininden çok uzak hâdiseler idi. Devletin elinden çıkmış veya cemiyetin bağrından doğmuş her müessese kâh içine parazitlerin yol bulması, kâh esas gāyelerinden uzaklaşması, kâh ise çocuğu büyüyen ananın yavaş yavaş sütünün çekilmesi gibi, ârızî veya tabiî sebeplerden dolayı günün birinde İbn-i Haldun un târih nazariyesini ispatlarcasına kendini saf dışı olmuş bulurdu. Nitekim de öyle oldu; tekke ve zâviyelerin kapatılması kānunu çıktığında, dönemin mevlevî liderlerinden Veled Çelebi, bu gerçeği; Beyhûde figan etmeyelim lâyıktır / Dergâhlarımız boş idi oldu mesdûd mısrâlarıyla veciz bir şekilde dile getirmekten hiç çekinmemişti. Netîce îtibârıyle, ömrünün son demlerinde vatan savunmasında fevkalâde izler bırakan mevlevîhâneler, bir Türk kurumu olarak, târihteki yerini almış oldu. Ama Mevlânâ ve felsefesi, günümüzün yükselen evrensel değerleri çerçevesinde sınırlarımızı aşmış olarak bugün bütün beşeriyete ışık tutmaya devam etmektedir. Mevlânâ nın ölüm yıldönümü vesîlesiyle Konya da devlet eliyle yapılan Mevlânâ yı anma törenleri ve milletlerarası ilmî toplantılar ve özellikle içinde bulunduğumuz 2007 yılının UNESCO tarafından Mevlânâ yı Anma Yılı olarak kabul edilmesi bu bakımdan oldukça anlamlıdır 13. 13 Balkan Savaşlarından Milli Mücâdeleye Vatan Savunmasında Mevlevîhânelerin rolü hakkında ayrıntılı bir araştırma için bkz., Nuri Köstüklü, Vatan Savunmasında Mevlevîhâneler (Balkan Savaşlarından Milli Mücâdeleye), Çizgi Kitabevi, Konya 2005. 29

Hz. Mevlânâ nın çocukluk yılları Emin Işık 30 S onbahara girerken, Belh te herkes, bolluktan, bereketten söz ediyordu: Çok şükür, bu sene, hasat mevsimi güzel geçti, tarlalar, bağ ve bahçeler bol ürün verdi, diyorlardı. Pazar yerlerinde elma, armut, erik, kayısı ve kavun kurusu yığın yığındı. Hele o pestiller, cevizli sucuklar, samsalar kapış kapış gidiyordu. Öyle okkayla, batmanla değil, çoğu, terâziye bile konmadan, sepet sepet, küfe küfe satılıyor. Neşeli hamallar tarafından evlere taşınıyordu. Hani, alan memnun, satan memnun, derler ya, aynen öyle. Halk hummâlı bir alış-veriş telâşı içinde kışa hazırlanıyordu. Yaşlılar, bu sene kış çetin geçecek diyorlarmış. Niye derseniz, ayva bahçelerinde, dallar, yüklerini taşıyamıyor, çatır çatır kırılıyormuş. Ne hikmetse, ayvanın bol olduğu seneler, kışlar sert geçer, derler. Belh, Afganistan ın kuzeyinde, Kûhibaba, yâni, Babadağı nın eteğinde kurulmuş târihî bir şehir. Ceyhun nehrinin kollarından Dehas ırmağı şehrin içinden geçer. Suyu bol, havası güzeldir. Çin den gelen İpekyolu ile Hint ten gelen Baharat yolu burada buluşur. Öteden beri bu şehirde, çeşitli kavimler ve kültürler bir arada yaşarlar. Şehrin İslâm kültür ve medeniyetinde önemli bir yeri var: Kâğıt, ilk defa burada îmal edilmiş. Bu îmalathânenin bir benzerini, Abbâsî veziri Câfer el-bermekî, Bağdat ta kurdurmuş. On üçüncü asrın başlarında şehirde birçok câmi ve tekke bulunuyordu. Kırktan fazla medresede eğitim ve öğretim yapılıyordu. Tefsir, hadîs, fıkıh gibi din ilimlerinde; tıp, riyâziye, felsefe ve coğrafya gibi din dışı bilim dallarında çok sayıda ilim adamı yetişmişti. Burada yetişen ünlü bilginler, Bağdat, Şam ve Kāhire gibi merkezler

başta olmak üzere, çeşitli şehirlere dağılarak, İslâm kültür ve medeniyetinin gelişmesine hizmet etmişler. Bundan dolayı şehir, İslâm ın Kubbesi ve Hukuk Yurdu anlamına gelen Kubbetü l-islâm ve tâbi olanlara tâbiîn denir. Tâbiîn kuşağının önemli isimlerinden Dehhak, Mukatil ve Ata Belh li idiler. Ebû Hanife nin öğrencisi Ebû Mutî el-belhî, sûfilerden Şakik-i Belhi, İbrâhim b. Ethem, tanınmış coğrafyacı Ebû Zeyd el-belhî, Hz. Mevlânâ nın babası Muhammed Bahauddin Velet ve daha niceleri, hep Belh te yetişmiş ünlü bilginlerdir. Belh in on parmağında on hüner olan esnafı; uyanık ve iş bilir tüccarları, çalışkan ve hayırsever halkı, şehre ayrı bir güzellik ve zenginlik katıyordu. Zengin kızının alıcısı çok olur derler. Belh de aynen öyle olmuş. Târih boyunca, zengin olmanın gadrine uğramış. Bu yüzden başına gelmedik iş kalmamış. Gören, duyan ona göz koymuş. Pek çok işgal görmüş; talan edilmiş, yakılmış, yıkılmış ve çoğu zaman halkı kılıçtan geçirilmiş. Şehrin mutlu ve huzurlu yılları çok olmamış. Ancak Harzemşahlar devrinde, şu son birkaç yıl içinde, halk, biraz nefes alabilmiş. Artık halkın yüzü gülüyormuş. Bu sene (1207), işte o az sayıdaki mutlu yıllardan biriydi. Çin - den, Hindistan dan, Şam ve Horasan dan kalkan kervanlar, inanılmaz güzellikte mallar getirmişlerdi. Paranın olduğu yere ne gelmezdi ki? Hanlar dopdoluymuş, kervansaraylarda tek kişilik yer yokmuş. Medreseler de öyle, diyorlar. Bağdat tan, Mısır dan bile, talebe geliyormuş. Elbette gelecekler. Belh teki medreselerin, Nizâmiye - den, Ezher den nesi eksik ki? Burada da ünlü bilginler var. Eskiden de çok varmış, şimdi de çok var. Hele Muhammed Bahâuddin adında bir âlim var ki, ona Sultânul-ulemâ (Bilginler Sultânı) derler. Bu adı ona kim vermiş, biliyor musun? Az sonra anlatacağım. Ancak önce onun kim olduğunu ve nasıl bir fikir savaşı verdiğini anlatayım. Ona, niçin Sultânul-ulemâ denildiğini daha iyi anlarsınız. Sultânul-ulemâ nın anası, Harzemşahlar sülâlesinden bir sultan. Babası da Belh te yetişmiş ünlü bilginlerden Hüseyin Hatip. Soyu Hazreti Ebûbekir e dayanır. Yâni, hem ünlü, hem soylu bir âlim. Öyle olmasa, ona saraydan kız mı verirler? Muhammed Bahauddin, ilk dînî bilgilerini babası Hüseyin Ha- 31

32 tip ten öğrendi, sonra da Necmeddin Kübrâ ya öğrenci oldu. Necmeddin Kübrâ, başta tasavvuf olmak üzere, din ilimlerinde derin bilgi sâhibi, ayrıca büyük bir mücâhit. Moğol ordusu Gürgenç şehrini kuşatınca, öğrencileri kendisine, Efendim, duâ edin de Allah, bu belâyı üstümüzden defetsin diyecekler. Seksen üç yaşındaki bu yürekli ihtiyar, onlara, Bu belâ garp illerine kadar gidecek. Murâd-ı ilâhî budur. Bugün bize farz olan cihattır diyecek ve üç yüz kadar öğrencisiyle şehri savunurken, kılıç elinde şehit düşecektir. Onun anlayışında dindarlık, Allah ın emrine kayıtsız, şartsız itaattir. Her konuda gerçek ve geçerli sebebe sarılmaktır. Yâni, akılla çözülecek bir meselede aklı; bilgi gereken yerde ilmi; duâ gereken yerde duâyı; kılıç gereken yerde kılıcı kullanmanın farz olduğunu bilmek. Hazreti Peygamber ne yaptıysa, o da onu yaptı. Muhammed Bahauddin de hocasının izinden gidiyordu; akılcı, felsefeci ve hurâfecilere karşı, dînin özünü savunuyordu. Özellikle Mûtezile taslaklarının ukalâca yorumlarına karşı çıkıyordu; dînin, akla dayalı bir felsefî sistem olmadığını, vahye dayalı bir mânevî sistem olduğunu söylüyordu. Din, mânevî ve kutsal bir alan üzerinde, felsefe akıl alanı üzerindedir. Kutsalın sâhası, aklın değil, îmânın alanıdır. Dîni anlamak, dinle ilgili konuları kavramak için, elbette akıl gerekir. Lâkin dînin temel ilkeleri, aklın emrinde değil, vahyin emrindedir. Kur ân gaybe îman etmeyi emreder. Gayb ise, ortada olmayan, görünmeyen, gizli hakîkatlerdir. Aslında akıl üstü bir problemin, çözümünü akıldan beklemek, kaplumbağadan uçmayı istemek gibi, tuhaf bir şey! Din işi, temelde aklın işi olsaydı, kitaba ve peygambere ne gerek vardı? Kitaba inanıyorsan, kitabın dediklerine de inanacaksın. Kitabın açık ve kesin buyruğu yorum kabul etmez. Onun buyruğunu yoruma tâbi tutmak, o buyruğu inkâr etmek demektir. Dinde, kitaba aykırı olan görüş ve yorumlar temelden geçersizdir. Peygamberler, filozof değiller. Onlar, kendi yanlarından ve akıllarınca din uydurmadılar. Her peygamber, ilahî kaynaktan ne vahiy aldıysa, onu bildirdi. Tanrı nın buyruğunu duyurdu. Ona inananlar da duyduk ve uyduk dediler. Hiçbir peygamber, ben size bunu emrediyorum, demedi. Rabbimiz, bize bunu emrediyor, dedi.