MUSTAFA OĞLU MUSTAFA



Benzer belgeler
ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

KURALLI VE DEVRİK CÜMLELER. --KURALLI CÜMLE: İş, hareket, oluş bildiren sözcükler cümlenin sonunda yer alıyorsa denir.

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΟ ΕΞΕΤΑΣΤΙΚΟ ΔΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΤΕΛΕΙΤΑΙ ΑΠΟ ΕΞΙ ( 6 ) ΣΕΛΙΔΕΣ

6 Çocukla Ahır'da Yaşam Mücadelesi

Mevsimler & Giyisilerimiz. Elif Naz Fidancı

ΤΕΛΙΚΕΣ ΕΝΙΑΙΕΣ ΓΡΑΠΤΕΣ ΕΞΕΤΑΣΕΙΣ ΤΟ ΕΞΕΤΑΣΤΙΚΟ ΔΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΤΕΛΕΙΤΑΙ ΑΠΟ ΕΠΤΑ (7) ΣΕΛΙΔΕΣ

2. Sınıf Çarpma işlemi Problem çözelim

2. SINIF İŞİTME ENGELLİ ÖĞRENCİLERİ İÇİN TEST ÇALIŞMASI. Hazırlayan Engin GÜNEY İşitme Engelliler sınıf Öğretmeni

6. Sınıf sıfatlar testi testi 1

DDD. m . HiKAYE. KiTAPLAR! . CİN. ALİ'NİN. SERiSiNDEN BAZILARI. Öğ. Rasim KAYGUSUZ

TATÍLDE. Biz, Ísveç`in Stockholm kentinde oturuyoruz. Yılın bir ayını Türkiye`de izin yaparak geçiririz.

A1 DÜZEYİ B KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: OKUL NO:

.com. Faydalı Olması Dileklerimizle... Emrah&Elvan PEKŞEN

Elvan & Emrah PEKŞEN

Einstufungstest / Seviye tespit sınavı

Selin A.: Yağmur yağdığında neden gökkuşağı çıkar? Gülsu Naz Ş.: Neden sonbaharda yapraklar çok dökülür? Emre T.: Yapraklar neden sararır?

MART AYINDA ÖĞRENDİĞİM DİL GELİŞİM ÇALIŞMALARI

.com. Faydalı Olması Dileğiyle... Emrah& Elvan PEKŞEN

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir?

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

yuvarlak masa yeşil erik üç kalem ihtiyar adam

(22 Aralık 2012, Cumartesi) GRUP A Türkçe Ortak Sınavı Lise Hazırlık Sınıfı

TEST. 7. Dişer ne zaman fırçalanmalıdır? A. Yemeklerden sonra B. Okuldan gelince C. Evden çıkmadan önce

2. Sınıf Cümle Oluşturma Cümle Bilgisi

&[1Ô A w - ' ",,,, . CiN. ALl'NIN. HiKAYE. KiTAPLAR! SERiSiNDEN BAZILARI Rasim KAYGUSUZ

HAYAT BİLGİSİ A TEMASI: OKUL HEYECANIM. Gözümüzün rengi Saçımızın rengi Okula gitmemiz Yukarıdakilerden hangisi fiziksel özelliğimiz değildir?

ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÖMER TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ TÜRKÇE SINAVI

Özel Gebze Eğitim Kurumları Öz-Ge Gündüz Bakımevi YILDIZLAR GRUBU ARALIK

ABDULLAH ALİYE CAN ANAOKULU ÇİÇEKLER SINIFI ARALIK AYI BÜLTENİ

2. Sınıf Kazanım Değerlendirme Testi -1

4. ve 5. Değerlendirme Sınavları. Puanlama Aşağıda...

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

I. Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. ÖNEMLİ BİR DERS

HAYAT BİLGİSİ HAFTA SONU ÖDEVİ ADI SOYADI:

SATILMAZ EĞİTİM AMAÇLI KULLANILMAK İÇİN ÇOĞALTILMIŞTIR

A1 DÜZEYİ A KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: OKUL NO:

Anne Ben Yapabilirim Resimleyen: Reha Barış

timasokul.com / bilgi@timasokul.com

Hafta Sonu Ev Çalışması HAYAL VE GERÇEK

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý.

YIL DEDE'NİN DÖRT KIZI

"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

İsim İsim İsimlerin Tamamlanmış Hali

Dört öğrenci sabahleyin uyanamamışlar ve matematik finalini kaçırmışlar, ertesi gün hocalarına gitmişler, zar zor ikna etmişler. Arabaya bindik yolda

Asker hemen komutanı süzerek cevap vermiş; 1,78! Komutan şaşırmış;

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç

.com. Haftanın Diğer Çalışmaları En Kısa Zamanda Yayınlanacaktır.

İnsan Okur. Resimleyen: Reha Barış MERAKLI KİTAPLAR

kural tanımayan cafer Adı-Soyadı:...

ABDULLAH ALİYE CAN ANAOKULU ÇİÇEKLER SINIFI. Nİsan AYI BÜLTENİ. Sevgİ Kİlİmlerİmİz

Engin arkadaşına uğrar, eve gelir duşunu alır ve salona gelir. İkizler onu salonda beklemektedirler.

PİNOKYO EĞİTİM KURUMLARI MART AYI AYLIK EĞİTİM PROGRAMI 1. HAFTA

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

YOL AYRIMI SENARYO ALĐ CEYLAN

Cümle içinde isimlerin yerini tutan, onları hatırlatan sözcüklere zamir (adıl) denir.

Okutunuz ve defterlerine yazdırınız 1 abla abdest kablo Sabri tablo tablet tabla kablo baba bakır kaba soba bayrak kabak badem bakkal Banu bal balık

ΤΠΟΤΡΓΔΙΟ ΠΑΙΓΔΙΑ ΚΑΙ ΠΟΛΙΣΙΜΟΤ ΓΙΔΤΘΤΝΗ ΜΔΗ ΔΚΠΑΙΓΔΤΗ ΚΡΑΣΙΚΑ ΙΝΣΙΣΟΤΣΑ ΔΠΙΜΟΡΦΩΗ ΣΕΛΙΚΕ ΕΝΙΑΙΕ ΓΡΑΠΣΕ ΕΞΕΣΑΕΙ ΧΟΛΙΚΗ ΧΡΟΝΙΑ:

EZBERLEMİYORUZ, ÖĞRENİYORUZ. Hafta Sonu Ev Çalışması DAĞINIK ÇOCUK

4 YAŞ EKİM AYI TEMASI

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

de hazır değilken yatağıma gelirdi. O sabah çarşafların öyle uyandırmıştı; onları suratıma atarak. Kız kardeşim makas kullanmayı yeni öğrendi ve bunu

OKUMA ANLAMA ANLATMA. 1 Her yerden daha güzel olan yer neresiymiş? 2 Okulda neler varmış? 3 Siz okulda kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

5. Et et içinde, et fit içinde Dünya dümeni, onun içinde.

Özel Gebze Eğitim Kurumları Öz-Ge Gündüz Bakımevi

MÜSLÜM ERDOĞAN İLKOKULU 1B SINIFI

ATATÜRK'Ü ANIŞ. Adım-Soyadım:...

.com. Faydalı Olması Dileklerimizle... Emrah&Elvan PEKŞEN

ORTA HAZIRLIK TÜRKÇE ORTAK SINAVI Açıklamalar GRADE. (20 Aralık 2015, Pazar)

İsimlere eklendiğinde onları yüklem yapan; çekimli fiillere eklendiğinde onları birleşik zamanlı yapan i- fiiline denir.

İşitme Engelli Öğrenciler için Tek Kart Resimler ile Kelime Çalışması. Hazırlayan Engin GÜNEY Özel Eğitim Öğretmeni

3 YAŞ BİRİMİ EKİM BÜLTENİ

Uzun Bir Köpek Hakkında Kısa Bir Öykü. Henry Winker. İllüstrasyonlar: Scott Garrett. Çeviri: Bengü Ayfer

MERHABA ARKADAŞLAR BEN YEŞİLCAN!

BARIŞ BIÇAKÇI Aramızdaki En Kısa Mesafe

Yeryüzünün en sıcak yeri Afrika da El-Ezize bölgesidir. (Gölgede 58 derece)

.com. Faydalı Olması Dileğiyle... Emrah& Elvan PEKŞEN

AHMETLER İLKOKULU. Okul Binası

HİKÂYELERİMİZ FEN VE MATEMATİK ETKİNLİĞİ

CÜMLE BİLGİSİ. ( Cümle değildir. Anlamı yok)

MATEMATİK DERSİ GENEL DEĞERLENDİRME

20 Mart Vızıltı. Mercanlar Sınıfından Merhaba;

A) kanepe B) televizyon C) masa D) buzdolabı

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

DENEYLERLE BÜYÜYORUZ

ΤΠΟΤΡΓΔΙΟ ΠΑΙΓΔΙΑ ΚΑΙ ΠΟΛΙΣΙΜΟΤ ΙΓΡΤΜΑ ΓΙΑΥΔΙΡΙΗ ΑΠΟΓΔΤΜΑΣΙΝΩΝ ΚΑΙ ΒΡΑΓΙΝΩΝ ΔΠΙΜΟΡΦΩΣΙΚΩΝ ΠΡΟΓΡΑΜΜΑΣΩΝ ΚΡΑΣΙΚΑ ΙΝΣΙΣΟΤΣΑ ΔΠΙΜΟΡΦΩΗ

1 Anne çocuğuna ne öğütlüyor?

Akhisarlı Hakkı Baba, 1934 yılında Akhisar da doğdu. Ailesi Aslen Makedonya nın PİRLEPE şehrinden gelmiş Arnavut kökenli bir ailedir.

ΣΔΛΙΚΔ ΔΝΙΑΙΔ ΓΡΑΠΣΔ ΔΞΔΣΑΔΙ. ΔΙΑΡΚΕΙΑ: 2 ώρες ΗΜΕΡΟΜΗΝΙΑ: 24 Μαΐοσ 2011 ΣΟ ΔΞΔΣΑΣΙΚΟ ΓΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΣΔΛΔΙΣΑΙ ΑΠΟ 8 (ΟΚΣΩ) ΔΛΙΓΔ. Τπογραφή καθηγητή:

Adım Tomas Porec. İlk kez tek boynuzlu bir at gördüğümde sadece sekiz yaşındaydım, bu da tam yirmi yıl önceydi. Küçük bir kasaba olarak düşünmeyi

3 YAŞ AYIN TEMASI. Cinsiyetim, adım, özelliklerim, görünümümdeki değişiklikler nelerdir?

UĞUR BÖCEKLERI SINIFI MART AYI AYLIK BÜLTENİ

ÖZEL LİDER SİMYA EĞİTİM KURUMLARI 4. SINIF OLİMPİYATI 1. AŞAMA SORULARI

EZBERLEMİYORUZ, ÖĞRENİYORUZ. Hafta Sonu Ev Çalışması BEZELYE TANESİ

ÇALIŞKANLIK NİSAN 2017

OYUNCAK AYI. Aysel çok mutluydu. Çünkü bugün doğum. Annesi Elvan a oyuncak bir ayı aldı. Elvan. günüydü. Babası Aysel e hediye aldı.

1. SINIF TÜRKÇE. Copyright YAZAR Ahmet KÜÇÜKAYDIN Hacer KÜÇÜKAYDIN. KAPAK TASARIMI Resul KÖSE. DİZGİ - SAYFA TASARIMI Resul KÖSE

Öykü ile ilgili bitişik eğik yazı ile 5N1K soruları üretip çözünüz. nasıl : ne zaman:

Geleneksel Çiftlik Günleri Başlıyor!

ABDULLAH ALİYE CAN ANAOKULU UĞUR BÖCEKLERİ SINIFI KASIM AYI BÜLTENİ

Transkript:

MUSTAFA OĞLU MUSTAFA ISBN 9944-5487-0-7 Grafik Tasarım: Şeyda Ermiş. Bahar Giray Baskı ve Cilt : özkaracan Matbaacılık Basıldığı Yer ve Tarih : İstanbul 2006 MUSTAFA OĞLU MUSTAFA BİR DİŞHEKİMİ ÖĞRETİM ÜYESİNİN ANI

ROMANI MUSTAFA ÜLGEN

ÖNSÖZ Daha önceki yıllara kıyasla 1950 ile 2000 yılları arasında Türkiye'de oldukça hızlı değişiklikler yaşandı. Örneğin 1950 li yılarda Türkiye'de birçok insan okuma yazma bilmiyordu, birçok evde su ve elektrik yoktu. Elektriği olanların çoğunda radyo yoktu. Radyosu olanlara radyo dinlemeye gidilirdi. Yaşamım bu hızlı değişim yıllan içinde geçti. Bu zaman içinde 1416 sayılı yasa uyarınca, Millî Eğitim Bakanlığı bursuyla, 1970-1975 yıllan arasında İsviçre Zürich Üniversitesinde doktora yaptım, buna karşın 10 yıl mecburî hizmet yüklendim. Yurda döndükten sonra sırasıyla Bursa Uludağ, Ankara, Diyarbakır Dicle, İstanbul ve Yeditepe Üniversitelerinde çalıştım. Aynca Alman Alexander von Humboldt vakfı bursuyla 1985-86 yıllann da Bonn Üniversitesinde iki farklı araştırma yaparak, bunları orada yayınladım. Bu kitapta yun içi ve yun dışında yaşadıklanmı anlatarak, yukanda bahsettiğim değişimi kendi açımdan belgelemek istedim. Bu kitabın edebî bir değeri olacağını sanmıyorum. Kitabın ticarî bir amacı da yoktur. Bu kitap Türkiye kütüphanelerine girerek, ileride Türkiye'nin bu yıllannı bilmek isteyenlere kaynak olabilirse bence amacına ulaşmış demektir. Mustafa Ülgen İstanbul. 2006

Birinci dünya harbi sonunda Bursa ili İnegöl İlçesinde doğmuşum. Annemin I mayısta doğdun demesine rağmen, nüfus kağıdımda doğum tarihim 10 Temmuz 1945'tir. Annem mayısta doğduğumdan şöyleşine emindi. Annem bana hamileyken çilek zamanıymış, sol elinde çilek sakladığından, benim sol elimin baş ve sere parmakları hariç diğer üç parmağı kırmızı olarak doğmuşum. Gül denilen bu kırmızılılıklar (hemangiom) Allah'tan yüzümde olmamış. Nüfus kağıdım biraz geç çıkarılmış. Bunun nedeni, benden önce doğan iki kardeşimin ölmesi olsa gerek. Herhalde biraz bekleyelim, belki bu da yaşamaz diye düşünüldü. Bu kadarla da kalsa iyi, benden sonra doğan üç kardeşim de öldüler. Annemin hepsini evinde doğurduğu altı çocuktan hayatta kalan yalnız benim. Hele bir düşünün bana gösterilen itinayı. Fakat annem hiç de sizin gibi düşünmezdi, eşşek sudan gelinceye kadar döver ve döverken de Allah yaratmış demezdi. İlk doğan abim bir buçuk aylık, sonra doğan ablam bir buçuk yaşında ölmüşler. İnanışa göre, ben doğunca yaşamam için bana babamın adını vermişler: Mustafa oğlu Mustafa. Kız olsaymışım annemin adını Saadet koyacaklarmış. Benden üç yıl sonra doğan erkek kardeşim bir buçuk aylık, altı yıl sonra doğan erkek kardeşim yirmi beş yaşında trafik kazısında ve benden on bir yıl sonra doğan kız kardeşimde on bir aylıkken öldüler. Bizimkilere bakılırsa ölüm nedenleri Nazar dı. Bizim mahallede Kara Hatçe lakaplı, sert görünüşlü, yüzü gülmez, kara çerçeveli bir gözlük takan ve kara çarşaf giyen yaşlı bir kadın vardı. Bu kadının nazarı çok kuvvetliymiş, bir baktı mı çocuğun rengi değişirmiş. Bir gün Kara Hatçe bize oturmaya gelmiş, gittikten sonra bilmiyorum hangi kardeşim hastalanmış, ateşlenmiş ve havale geçirerek ölmüş. 5

Bu nedenle Kara Hatçe bizi ziyarete geldiği zaman bütün aile beni nazardan korumak için seferber olurmuş. Büyüyünce bu olaylara kendim de şahit oldum. Kara Hatçe'ye belli etmeden çarşafından birkaç iplik keserler veya uygun bir -eşyasından küçük bir parça koparırlardı. Misafir gittikten sonra birisi sobadan veya mangaldan bir kürek ateş alarak, üzerine misafirden alınan parçayı atar, diğer birisi de beni veya kardeşimi kucaklar ve tüten duman üzerinden geçirerek nazar çıkartırlardı. Misafirliğe gelen insana gelme denmezmiş, komşuymuş, ayıpmış. Bir gün Kara Hatçe takunyalarıyla oturmaya gelmiş. Tütsü yapmak için bir eşyasından bir parça almak gerek. Bu işten bıkan halam. Kara Hatçe'nin takunyasından bir kıymık kesmesi gerekirken, nacakla oldukça büyük bir parça koparmış. Misafir gittikten sonra bunu gören annem neden böyle yaptın demiş. Halam da anlarsa anlasın da bir daha gelmesin, eğer gelirse işte tütsü yapmak için kocaman bir parça; parça almayı unuttuk diye artık üzülmeyiz demiş. Çünkü bazen tütsü için parça almayı unutuyorlarmış. Tütsü yapmak için parça almayı unuttuklarında, nazarı değeceğini sandıklan kişiler gittikten sonra, o kişilerin oturdukları yerden, çocukları top gibi yuvalarlardı. Aynca hısım akrabadan, yaşlı başlı, abdestinde namazında birisi ziyarete geldiğinde, hemen çocukları kucaklarına vererek, okutup üfletirler- di. Bütün bu önlemlere rağmen, çocuk birkaç gün iyi yemiyor, ağlıyor, uyuyamıyorsa bir üst önlem olan kurşun dökme işlemine başvurulurdu. Babam bu iş için nalburdan yarım metre kurşun su borusu almıştı. Mahalledeki kurşuncu nine çağrılırdı. Kurşun borudan bir santimetre uzunluğunda nacakla kesilen bir parça, kurşuncu ninenin demirden yapılmış kepçesinin içine konulurdu. Mangaldaki ateşe sürülen bu demir kepçede kurşun eriyince, kime gerekiyorsa benim veya kardeşimin üzerine bir battaniye örtülür, yarısına kadar doldurulmuş bakır tenceredeki suyun içerisine bu erimiş kurşun "caz" diye dökülürdü. Kurşuncu nine suyun içinden katılaşmış kurşunu büyük bir törenle çıkarır, her yöne doğru bir takım dikensi çıkıntılar yaparak saçılmış kurşuna bakarak çocuğunuza çok nazar değmiş derdi. Aynı kurşun, cezvede ikinci defa eritilerek aynı işlem tekrarlanırdı. Erimiş kurşun ikinci defa katılaşmasında dikensi çıkıntılar azalırdı. Aynı kurşun üçüncü defa eritilerek tekrar dökülürdü.

Kurşunun üçüncü sertleşmesinde, dikensi çıkıntılar iyice azalır ve bir bölgede kurşun parlak bir kütle halinde toplu olarak gözükürdü. Bu toplu haldeki kurşun kütlesine bakılarak aha şimdi tamam, işte yüreği çıktı denilirdi. Aklım ermeye başlayınca bu olayın sırrını anlamıştım. Erimiş kurşun ilk dökülüşünde su soğuk olduğu için her yöne doğru iğne şeklinde bir çok çıkıntılar yaparak sertleşiyordu. İkinci ve üçüncü dökülüşte su ısınmış olduğu için, kurşun katılaşırken daha az dağılıyordu. Üçüncü dökülüşten sonra kurşun dökme töreni bitmiyordu. Üçüncü dökümden sonra, kurşuncu nine maşayla mangaldan bir kor alıyor ve bu ateşi tenceredeki suyun üzerinde gezdirerek bir dua okuyor, dua bitince koru suyun içine atarak söndürüyordu. Bu işlemi de üç defa tekrar ediyordu. Sonra bu okunmuş suyla benim elimi yüzümü yıkayarak abdest aldırıyorlardı. En sonunda da bu okunmuş sudan üç kaşık zorla içiriliyordu. Çünkü üzerinde kömür parçaları yüzen bir sudan içmeyi hiç istemiyor, ağzımı kilitliyordum. Nazara karşı diğer bir önlemde muska idi. Kendimi bildim bileli fanilama kilitli iğne ile iliştirilmiş bir muska taşıdım. Benim öğrenciliğimde İnegöl'de lise olmadığı için, ortaokulu bitirince beni Bursa Erkek Lisesine yatılı verdiler. İlk gece yatakhanede pijamamı giymek için soyunduğumda, fanilamdaki bu muskayı gören bir arkadaş diğerlerine de göstererek, alay etmeye başladılar. Bunun üzerine muskayı çıkararak, dolabımın en üst rafına koydum. Hafta sonu eve gidince, durumu babama anlatarak muskamı verdim. Babam da okunarak muskayı toprağa gömdü. Bu olaydan sonra bir daha muska takmadım. Pek tabii küçük çocuk yaşlarındaki kardeşlerimin ölümlerine, nazar değil bulaşıcı hastalıklar neden olmuştu. O zaman Marmara Bölgesinin, Bandırma'dan sonra ikinci büyük ilçesi olmasına rağmen İnegöl'de kanalizasyon yoktu. Evlerin bütün pis sulan sokak ortasından akardı. Biz de bu sularla oynardık. Baraj yapar, suyun akışını değiştirir, oyuncak tarlalarımızı sular veya göl yapardık. Bütün bu pis sular şehir merkezinden geçen bir dereye karışırdı. Bu derenin sularıyla da gerçek tarlalar sulanırdı. Bu suyla sulanan tarlalarda, doğal gübre şırası içtikleri için, şahane meyve ve sebze yetişirdi ve hepimiz bunları afiyetle yerdik. İçme suyu Bedre dere-

sinden gelirdi. Fakat bu derenin kaynağına kadar su borusu döşenmemiş- ti. Her evde çeşme ve elektrik yoktu. Her sokak başında çeşme vardı. Evinde çeşmesi olmayanlar testi ve kovalarla sokak çeşmelerinden evlerine su taşırlardı. Yağmur yağınca, yağmurun şiddetine göre çeşmeler az veya çok bulanık, bazen çamur gibi akardı. Bu nedenle içme suyu dinlendirilirdi. Bu çeşmeler ara sıra gelen kum ve çakılla tıkanır, kışın soğuktan donar akmazdı. O zaman pompa yapılarak açılırdı. Daha apartmanlar yapılmadığı için, evler bahçeli idi ve genellikle her evin bahçesinde kuyu vardı. Çünkü İnegöl Uludağ'ın eteğinde kurulmuş, suyu çok bol bir yerdi. Toprak 8-10 metre kazılınca su çıkardı. İçme suyu çeşmeden, kullanma suyu da bu kuyulardan sağlanırdı. Bu kuyulara, genellikle bahçelerde bulunan helâ çukurlarından sızmalar da olabilirdi. O zamanlar ana çocuk sağlığı merkezleri ve bebek aşılamaları yoktu. Aşılama şöyle yapılıyordu, ilk ve ortaokulda dersteyken iğneciler sınıfa baskın yaparlardı. Eğer önceden haber verilseydi herhalde o gün okula gitmezdik. Çocuklar iğnecilerin sınıfa girdiğini görünce korkarlar, bazılan ağlamaya başlardı. Herkese sol kol sıvatılır, büyük bir şırıngaya doldurulmuş aşıdan her çocuğa aynı iğne ile küçük miktar zerk edilirdi. İğne olmanın tek iyi tarafı ertesi gün okulun tatil olmasıydı. Yapılan aşıların çoğu tifoya karşı idi. Verem aşısı da yapıldı. Kapı komşumuz Asım abinin oğlu kuşpalazmdan (difteri) öldü. Bunun üzerine Asım abinin çocuğu ile oynayan bizim sokaktaki çocukları ben dahil toplayıp iğne yaptılar. Bizim ailenin en önemli inançlarından birisi de can boğazdan gelir düşüncesiydi. Örneğin pazarda dolaşırken bir oyuncak görüp istesem, ninem bana ne yapacaksın topu, ben senin guşana (boğazına) bir şey alayım" derdi. İnek ve tavuklarımız vardı. Yayık dövülür, ayran ve tereyağı yapılırdı. Bu nedenle bana bıktınncaya kadar zorla bol miktarda süt, ayran içirdiler, yumurta yedirdiler. Buna rağmen ortaokula başlayıncaya kadar zayıf ve çelimsiz bir çocuktum. Ortaokula başlayınca, bir çok ders, bunların ödevleri, yazılı ve sözlü sınavları başlayınca, ders çalışmak gerekiyordu. Daha az sokağa çıkıp oynamaya, daha çok evde oturup ders çalışmaya başlayınca şişmanlamaya başladım. Tabii bundan herkes çok memnundu.

II İnegöl eskiden beri oldukça önemli bir yerleşim yeri idi. Bizanslılar zamanında da İnegöl tekfurluğu varmış. Uludağ eteğindeki İnegöl ovası çok büyük değildir. Bu ovanın ortasında etrafındaki tepelere göre oldukça alçak küçük bir tepecik, hatta buna tepecik bile denemez bir tümsek vardı. Eski insanlar akıllı olduklarından evlerini bu tümseğin üzerine ve yamaçlarına yapmışlardı. Anne tarafım, anneannem, annemin babası (Mehmet dedem), onların anne ve babalan İnegöl'ün manav diye adlandırılan yerlisi idiler. Mehmet dedemin evi bu tümseğin yamacmdaydı. Baba tarafım ise doksan üç harbi denilen 1877-1878 Osmanlı Rus savaşından sonra Balkanlardan göç etmişlerdi. Tümsekte yeterli yer olmadığından Rumeli'den gelenler ovada yer alıp, evlerini düzlükte kurmuşlardı. Fakat yağmur yağdığında tümsekteki sokaklardan sular, aşağı süzülerek sokaklar kupkuru olurken, ovadaki sokaklar çamur içinde kalırdı. Mehmet dedemin dört kızı, iki erkek çocuğu vardı. Anneannem aslında on üç çocuk doğurmuştu. Bunlardan yedi tanesi daha bebek yaşlarında ölmüştü. Sağ kalan altı çocuktan en büyükleri annemdi. En küçükleri olan Ahmet dayım ise benden sadece altı yaş büyüktü. Mehmet dedem son derece sakin ve sessiz bir insandı, çok az konuşurdu. Evi çekip çeviren, çocukları yetiştiren, son derece tutumlu ve nur yüzlü bir insan olan anneannemdi. Anneannem Fcvziye hanım Osmanlılar zamanında ilk mektebe gitmiş, orada Osmanlıca öğrenmişti. Cumhuriyet ilân edildikten ve harf devrimi yapıldıktan sonra açılan kurslara giderek yeni yazıyı da çabucak öğrenmişti. Çok akıllı ve zeki bir insandı. Çocuklarına okumayı o öğretmişti. Hatta bana bile kitap verir okutur, benim okumamı dinler, hatalarımı düzeltirdi. Anneannem aynı zamanda çok dindar bir insandı. Beş vakit namaz kılar, kuran okur, çocuklarına ve torunlarına dualar öğretirdi. Anneannemgile gittiğimiz zaman anneannem hemen beni kucağına alır, dualar okur, üfler- di. Mehmet dedem ancak annemin hatırlatması ve zorlaması üzerine namaz kılardı.

Mehmet dedem tabaklık yapardı. Şehrin epey dışında bir tabakhanesi vardı, burada ham deri işlerdi. Fakat bu iş altı çocuğun geçimini sağlamaya yetmiyordu. Mehmet dedemin babasından kalma üç tarlası vardı. Bu tarlalara dönüşümlü olarak buğday, patates, arpa, pırasa, kavun - karpuz ekerdi. Tarlalarının sınırlarına çepeçevre dut ağacı ekilmişti, dut yapraklarıyla ilkbaharda bütün aile ipekböceği beslerdi. Mehmet dedemin evi çok büyük, tarifi zor, acayip güzel bir evdi. Evi köşe başındaydı. Araba ve hayvanların girdiği kocaman iki kanatlı kapısı vardı. Bu sokak kapılarının dışında oldukça geniş bir meydan ve bu meydanda belki yüz senelik ulu, yüksek bir çınar vardı. Bu çınarın yüksek dalları Mehmet dedemin evinin çatısını kısmen örterdi. Bu nedenle ev yazın çok serin olurdu. Koca kapılardan eve girilince sol ve sağ tarafta iki ahşap bina vardı. Bu iki bina arasında iki tane araba yanyana sığacak kadar büyük bir mesafe vardı. Zemin kat dahil soldaki bina iki katlı, sağdaki bina üç katlı idi. Sağdaki binanın üçüncü katının döşeme kirişleri uzatılarak, iki bina arasındaki araba boşluğunun üstünün örtülmesiyle geniş bir sundurma teras yapılmıştı. Böyle- ce iki bina birbirine bağlanmıştı. İşte biz çocukların en sevdiği yer bu geniş sundurma terastı. Benden üç yaş küçük olan teyzemin oğlu Nuri ile burada oynamaya bayılırdık. Dışarıda yağmur çamur varken en iyi oyun yeri burasıydı. Çatının kirişinden bir ip geçirerek buraya salıncak kurar ve uçarak sallanırdık. Her cuma günü sabahleyin annem ben. teyzem ve oğlu Nuri anneannemgile giderdik, akşam hava kararmadan evlerimize dönerdik. Anneannem hiçbir şeyi atmaz saklardı. Nuri ile her gittiğimizde yeni yerler ve yeni şeyler keşfederdik bu koca evde. Her odada yüklük denilen, sabahlan dürülen yataklann saklandığı, büyük gömme dolaplar vardı. Nuri ile bu dolaplan kanştınrdık. Bunlarda neler bulmazdık. Değişik renk ve desenlerde ibrişimden tığla örülmüş şahane para keseleri, simle işlenmiş peşkir denilen havlular, yine simle işlenmiş elbiseler, fesler, at eyeri, kırbaç, kılıç, fişeklik, toplu tabanca. Mehmet dedem Çanakkale Savaşına katılmıştı, herhalde bu silâhlar oradan kalma idi. Bir gün kilerde oynarken bir bakır kazanın buğday ile dolu olduğunu ve içinde de yumurtaların gömülü olduğunu keşfettik ve gidip bunu anneanneme sorduk. Anneannem gelin çocuklar size göstereyim dedi. Tavukların

tüketilmeyen yumurtala- nnı anneannem bir sepette biriktirmişti. Gitti bu sepeti getirdi. O zamanlar buzdolabı yoktu. "Çocuklar dedi; bu yumurtalar bozulmasın diye bunları buğdayın içine gömüyorum."ambardan bir teneke buğday aldı, kazanın içine iki parmak kalındığında buğday döktü, sonra yumurtalan bu buğday tabakasının üzerine birbirine değmeden sıraladı., sonra yine bir tabaka buğday daha dökerek bunları örttü. Sonbaharda tarhana, erişte, yufka yaparken bu yumurtaları kullanacağız dedi." Mehmet dedemin evine koca kapılardan girince soldaki binanın zemin katı ahırdı. Burada iki inek, bir at veya iki öküz bulunurdu. Tarla işleri at, at olmadığı zaman öküzlerle yapılırdı. Ahırın üstünde iki oda vardı. Sokak kapısına yakın olan oda misafir odasıydı, pencereleri sokağa bakardı. Diğer büyük oda hem mutfak, hem yemek, hem de oturma odasıydı, pencereleri iç avluya açılırdı. Bu odada büyük bir ocak ve bunun üzerinde de büyük bir baca vardı. Kışın en iyi ısınan bu iki odaydı. Çünkü aşağıda doğal kalorifer dairesi ahır vardı. Sokak kapısından girişte sağdaki üç katlı binanın birinci ve ikinci katları buğday arpa deposu ve kilerdi. Üçüncü katta ise iki yatak odası vardı ve kapılan teras- sundurmaya açılıyordu. Aynca iç avlunun sağ tarafında üç katlı binaya bitişik bir samanlık ve samanlığın üzerinde yine teras - sundurmaya açılan bir böceklik vardı. İlkbaharda bu böceklikte ve teras sundurmada ipek böceği bakılırdı. İpekböcekliği ailenin her ferdini çalıştıran, altı haftalık yoğun emek isteyen bir uğraştı. Elde edilen verime göre aileye az veya çok bir ekonomik katkı sağlardı. Çocukluğum ipekböcekçiliği içinde geçti. Çünkü ipekböcekçiliğini yalnız Mehmet dedem değil, diğer akrabalanmız da yaparlardı. Ne yazık ki bu iş artık Türkiye'de yok oldu. Şimdi hakiki ipek uzak doğudan ithal ediliyor veya naylon kullanılıyor. Eskiden Bursa ve ilçeleri bu işin merkeziydi. Bursa İpekböcekçiliği Enstitüsü ilkbaharda ipekböce- ği tohumu piyasaya çıkarırdı. İlçelerden bazı esnaf Bursa'ya giderek paketler haline getirilmiş bu tohumlardan satın alır ve bu tohumlan bu işi yapmak isteyen köylü ve kasabalıya satardı. Babam da bu esnaftan birisiydi.bazen babam beni de Bursa koza hanında bulunan İpekböcekçiliği Enstitüsüne götürürdü.

Bir paket ipekböceği tohumu demek, dan veya incir çekirdeği büyüklüğünde olan ipekböceği yumurtalanndan yirmi beş gram demekti. Anneannemler bazı yıl bir paket, bazı yıllar ise iki paket ipek böceği beslerdi, tpekböceği tohumu paketi; hava alması için üzeri küçük delikli bir karton kutudan ve bu kutu içinde de tülbent bir torbanın içinde bulunan binlerce küçük yumurtadan oluşuyordu. İpekböceği tırtıllarını yemesini fareler çok severdi. Bu nedenle ipekböceği. tavana salıncak gibi asılan kerevetler üzerinde bakılırdı. Kerevet şöyle yapılırdı. Kalın tahta çıtalar çakılarak 1,5 metre genişliğinde 2,5 metre uzunluğunda bir dikdörtgen oluşturulurdu. Bu çıtalara 15'er santimetre aralıklarla küçük delikler açılır ve bu deliklerden tel geçilerek dama tahtası gibi ızgara şeklinde kerevet yapılırdı. Sonra bu kerevet salıncak gibi tavana asıldıktan sonra üzerine temiz bir beyaz kağıt serilir ve bunun üzerine ipekböceği yumurtaları serilirdi. Bütün yaz. sonbahar ve kışı Bursa îpekböcekçiliği Enstitüsünün buzhanesinde geçiren ipekböceği yumurtaları ilkbahar sıcağını hissedince iki haftalık kuluçka süresinden sonra canlanmaya başlardı. Yumurtaların çatlamasıyla 1-2 milimetre büyüklüğündeki siyah kurtçuklar çıkınca, taze dut yapraklan satırla ince ince kıyılarak günde üç öğün yem verilirdi. Beslendikçe büyüyen kurtçuklar tırtıl haline gelerek, daha geniş yerlere aktanlır- lar böylece yavaş yavaş evin bütün mekanlarını işgal ederlerdi. Başlangıçta kıyılarak verilen dut yapraklan sonra bütün bütün, daha sonra dallany- la birlikte verilirdi. O kadar çok yem yerlerdi ki, onlara yem yetiştirmekte güçlük çekilirdi. Dut yapraklannı yerlerken çıkardıklan hışırtılı sesler, yorgun insanlara ninni gibi gelirdi. Yumurtadan çıkıp, koza örünceye kadar geçen 6 hafta içinde hayvanlar sekiz veya on gün aralıklarla, dört defa, bir veya iki gün süren uykuya yatarlardı. İşte bu uyku sürelerinde insanlar biraz nefes almak, dinlenmek fırsatını bulurlardı. Son uykudan kalkınca çok aç olurlardı, işte bu zaman onlara yem vermeye yetişilemezdi. Koza yapmadan önce 8-10 santimetre uzunluğa erişmiş ve bembeyaz olan tırtıllar yem yemeyi keserler, başlannı sallamaya başlarlardı. Bu koza yapma zamanının geldiğinin işaretiydi. Koza sarmalan için askı denilen, kurumuş meşe dallan yerleştirildi. Tırtıllar bu dallara çıkarlar, yapraklar arasında kendilerine uygun bir seçerek, ağızlanndan çıkardıklan

salgı (ipek) ile kozalannı örerlerdi. Koza sarma işlemi üç günde tamamlanırdı. Sonra kozalar toplanır, küfelere doldurularak koza hanına götürülür, orada en yüksek fiyatı verene satılırdı. Küfeleri önce evdeki topuzlu kantarla tartmakta fayda vardı. Çünkü koza hanında kantarda hile yapıldığı söylenirdi. İpek iplik elde edilecek kozalar çok fazla bekletilmeden fırınlanarak, 80-90 derecelik sıcaklıkta, içlerindeki böcekler öldürülürdü. Aksi halde kozayı ördükten üç hafta sonra, koza içerisinde başkalaşım geçirerek kelebek olan böcek kozayı delerek dişan çıkardı. Delinmiş kozadan iplik yapılamazdı, iplikler hep kopuk kopuk olurdu. Bursa İpekböcekçiliği Enstitüsü tohumluk olarak koza satın alırdı. Şimdi Uludağ Üniversitesinin bulunduğu Görükle beldesinin kozaları tohumluk olarak tercih edilirdi. Bu kozalar fırınlanmaz, dişi ve erkek kelebeklerin kozalarını delerek çıkmalan, döllenmeleri ve yumurtlamaları beklenir ve bu yumurtalar buzhanede saklanarak, gelecek senenin tohumlan olarak hazırlanırdı. İpekböceği beslenmesi için eve en az 20 araba dut ağacı dalı demet yapılarak getirilirdi. Hiçbir şey atılmazdı. Dut ağacı yapraklan kullanıldıktan sonra, ilk baharda yeni su yürümüş olan bu dut ağacı dallarının dış kabuğu soyularak, ip olarak kullanılmak üzere saklanırdı. Dut ağacı dallan da bir nacakla sobaya sığacak büyüklükte kesilerek sobaya bir defada girecek miktarda küçük demetler yapılır ve bunlar da dut dalından soyulan kabuklarla bağlanarak kışın kullanılmak üzere depo edilirdi. Anneannem çok tutumlu bir insandı. Tarlada ekilen kavun, karpuz ve kabağın satıldıktan sonra artan veya satılmayan kısmı eve getirilirdi. Eve gelen ürünün bir kısmı komşu ve hısım akrabaya dağıtılır, bir kısmı tüketilir, artan kısım ise hayvanlara verilirdi. Hayvanlara doğranarak verilen veya evde tüketilen kavun, karpuz, kabak çekirdeklerinin iyi olanlarını anneannem tohumluk olarak ayırır, diğer çekirdekleri de atmayıp kurutarak biriktirirdi. Bir gün anneannemin biriktirerek topladığı ve bir çuval dolusu kuru çekirdeğin satılmasıyla, bir memur maaşı tutan kadar para kazandığına şahit oldum. Anneanneme herkes sen ne kirli çıkışındır derdi. Bunun ne anlama geldiğini o zaman anlamıştım.

Ramazan ve Kurban bayramlarında en sevdiğim şey anneannemgilc gitmekti. Bayramın birinci günü teyzemin oğlu Nuri ile buluşur, önce bütün hısım akrabalara gider ellerini öper, onlar da bize bayram parası verirlerdi. El öpmelerimiz bittikten sonra hastane yanındaki meraya kurulan bayram yerine gider, beşiklere, dönme dolaba, tayyareye ve bisiklete binerdik. Sonra oradan tenekeden yapılmış bir mantar tabancası ve patlatmak için mantar alırdık. Anneannem bu işe çok kızardı: Boş yere patlatın bakalım paralan, derdi. Bayram yerinden sonra sinemaya giderdik. Bayramlarda sinemada arka arkaya iki film öynatılırdı. Sinemadan sonraki son durak anneannemlerdi. Dinî bayramlann birinci günü akşam yemeği anneannemlerde yenirdi. Bütün damatlar, çocuklar, torunlar akşam yemeğinde anneannemde toplanırdı. Misafir odasına baskı desenli bir sofra bezi serilir, onun üzerine tahtadan şekil verilerek yapılmış bir sini altlığı konur ve bunun üzerine de bakırdan yapılmış ve üzerine motifler işlemiş 1,5 metre çapında kocaman bir sini yerleştirilirdi. Bu sininin etrafına sağ yanımız siniye dönük oturarak yirmi kişi yemek yerdik. Herkese birer peşkir (peçete) verilir, peşkirler çocukların boynuna bağlanarak, üzerilerine yemek dökülmesi önlenirdi. Önce koca bir tencere çorba gelirdi. Çorba kaşıkları rengarenk desenli tahta kaşıklardı. Hatta çocuklar senin kaşığın güzel, benimki daha güzel kavgası yaparlardı. Sonra anneannemin özel olarak küçük bir toprak küp içerisinde yavaş yavaş pişirdiği, kuşbaşı etten yapılmış "küpecik kebabı gelirdi. Bundan sonra zeytinyağlı bir yemek yenirdi. Zeytinyağlı yemekten sonra tatlı tepsisi, sini üzerine konurdu. Tatlı yenildikten sonra pilâv getirilir, pilâv tatlının üzerine yenilirdi. Mehmet dedem hem ailesi kalabalık, hem de pahalı olduğundan perakende alışverişi sevmez, toptan alırdı. Örneğin ilkbaharda birkaç haftada bir oğlak veya kuzu, kışa girerken de altı yedi tane kaz, hindi, kışın da koyun alırdı. Bunları kendi keser, derilerini yüzer, içlerini temizleyerek, parçalar anneanneme pişirmek için hazırlardı. Hayvanların derilerini kendisi işlediği için bu alışverişler ona çok ucuza gelirdi. Biz de ondan göre göre hayvan kesmesini, derisini yüzmesini, temizlemesini öğrendik. Ailede ben dahil herkes hayvan kesip yüzmesini bilirdi. Mehmet dedem

boğazına da çok düşkündü. Çok güzel irmik helvası yapardı. Tarhanayı da tahta küreği ile kocaman leğen içerisinde dedem karar, torba torba çocuklarına dağıtırdı. Biz çocuklar için çok eğlenceli olan çiftçilik aslında çok zor. dertli bir işti. Mehmet dedem çiftçi ölmüş, kamını yarmışlar, kırk defa gelecek sene çıkmış., derdi. Gerçekten de bu sene iklim koşulları iyi değildi, iyi olmadı, inşallah gelecek sene iyi olur denirdi. Haziran sonu, temmuz başı arpa ve buğday biçilir, demetler halinde bağlanır, birkaç demetin üst üste konmasıyla "tokurcun denilen yığınaklar tarlanın yola yakın kısmına dizilirdi. İnegöl'ün üç tane geniş çayırlığı, merası vardı. Buğday ve arpa demetleri meraların hayvan otlatılmayan tarafına taşınarak ev yüksekliğinde büyük yığınlar yapılırdı. Tarla komşuları harman komşuları da olurdu. Her gün belirli sayıda demet açılarak, buğday saplan direnlerle daire şeklinde yayılırdı. Sonra at veya öküzlerin koşulu olduğu düven, bu buğday sapları üzerine çekilir, düven üzerine binilerek durmadan usanmadan dönülürdü. Harman zamanı okullar yaz tatiline girdiğinden ben ve teyze oğlu Nuri sık sık harman yerine giderdik. Önce anneanneme uğrar, onun verdiği yiyecek ve ayranı alırdık. Nuri ile benim için düvene binerek, atı buğday başaklarının üzerinde dolaştırmaktan daha iyi bir oyun yoktu. Hatta atı sen idare edeceksin, yok ben idare edeceğim diye kavga da ederdik. Düvene biz çocuklar bindiğimiz zamanın düvenin üzerine ayrıca ağırca bir taş da koyarlardı. Çünkü biz çocukların ağırlığı, buğdayı sapından ayırmaya ve sapları parçalamaya yetmezdi, beygir dolaşma esnasında dışkılama- ya başlayacakken, hemen düvendeki kova yetiştirilir, beygirin harmana değil de kovaya dışkılaması sağlanırdı, beygir yorulduğunda, hem beygiri dinlendirmek hem de yemlemek için ara verilirdi. Bazen yel çıkmaz o akşam harman savrulmadan bırakılırdı. Ertesi gün iki harman birden savru- lurdu. Yel çıktığında iki kişi yabalarla harmanı savururlar; buğday taneleri daha ağır oldukları için önlerine, saman da rüzgârla uçarak uzağa düşerdi. Bütün harmanı savurduktan sonra, buğday tanelerinin düştüğü kısım bir defa daha savrulurdu. Sonra buğday tanelerinin bulunduğu öbek kalbur ile elendikten sonra çuvallara doldurulurdu. Elde edilen saman öbeği ana öbeğe katıldıktan, sonra, çuvallar arabaya yüklenerek eve gidilirdi. Harmancılık haftalar alırdı. Harman bittikten sonra samanı eve taşımaya sıra gelirdi. Bunun için

arabaya yüksek kanatlar ilave edilerek arabanın taşıma hacmi arttırılırdı. Saman taşıma biz çocuklar için büyük eğlenceydi. Arabaya yüklenen saman kabarık durduğu için çiğnenirdi. İşte biz arabanın üzerine çıkarak yumuşak saman üzerinde hoplayarak zıplayarak, boğuşarak samanı çiğnerdik. Akşam eve geldiğimizde, her tarafımız saman içinde kaldığından zılgıtı da yerdik. III Baba tarafım doksan üç harbi denilen 1877-1878 Osmanlı -Rus savaşından sonra Bulgaristan'ın Samakov bölgesinden göç etmişler. Bu göç esnasında babamın babası Mümtaz dedem pek küçükmüş, onu kucakta getirmişler. Mümtaz dedemin bana anlattıklarına göre, bu göçte reis Mümtaz dedemin babası Ali dedeymiş, Ali dedenin babası hasla olduğundan hiçbir şeye karışmazmış. Bulgaristan'da halleri vakitleri iyiymiş. İlk önce İstanbul'a yerleşmişler. Doğdukları yer çok yeşillik, çam koruluğu imiş. Bu nedenle İstanbul'da bir yıl kaldıktan sonra daha yeşillik olan Bursa'ya göçüp yerleşmişler. Ali dede avcılığa çok meraklıymış ve bir gün av için İnegöl'e gitmiş. Bakmış ki şehrin etrafındaki tarla ve meralardan hemen sonra orman başlıyor. Burası bizim doğduğumuz yerlere çok benziyor diyerek İnegöl'e yerleşmeye karar vermiş. Ovada ev yapmak için derenin yanında bir yer ile ekmek için bir miktar tarla almış. Buraya ahşap ve kerpiçten evlerini yapmışlar. Mümtaz dedem ailenin en büyük çocuğuymuş. Mümtaz dedemin üç erkek, bir kız kardeşi İnegöl'de doğmuşlar. Mümtaz dedem, babasının çok sert ve sinirli olduğunu anlatırdı. Mümtaz dedem çocukken tarlada çalışan babasına öğleyin yemek götürürmüş. Bir gün yemeğin hazırlanması geciktiği için, yemeği geç götürmüş. Yemeği geç gelen babası, yemeği hemen tarlanın yanında akan dereye atmış ve dedeme para vererek peynir ekmek almak için çarşıya göndermiş. Çocuklarına karşı da çok acımasızmış, şımarıklığa hiç tahammülü yokmuş. Dedem 13-14 yaşlarında çocukken, babası dedemi tütün içerken yakalamış. Tütün kesesini istemiş, sonra tütünleri çıkararak hepsini dedeme yutturmuş. Bir gün yaramazlık yapan dedemin

kardeşini çırılçıplak soymuş "sen bana böyle geldin, böyle git diyerek, kapıyı açıp sokağa bırakmış. Çocuk da aralık içinde, bitişik komşu evde oturan halasına sığınmış. Ali dededen herkes korkar, tirtir titrermiş. Fakat ablası Arife halaya büyük saygı gösterirmiş, bir tek Arife hala onun hakkından gelirmiş. Arife hala çıplak çocuğu atkısına sararak kardeşine geri götürmüş ve ona deli herif, gene delirdin mi" diyerek onu azarlamış. Diğer bir gün de yine dedemin şımarıklık yapan bir kardeşini, belinden kuşağı ile bağlayarak, ahırdaki mandanın boynuzlan üzerine, çatının kirişine asmış. Hayvan başını oynattıkça boynuzlan çocuğa batıyormuş. Yine koşup Arife halaya haber vermişler. Arife hala çocuğu kurtarmış ve kardeşine deli herif bu çocuklardan birini kaybedersen sonra çok üzülürsün, bir daha böyle şeyler yapma diyerek onu azarlamış. Gerçekten de dedemin bir kardeşi 12-13 yaşındayken ölmüş. Birinci dünya harbinde de Mümtaz dedem Trakya cephesine, küçük kardeşi Arap cephesine gitmişler, daha şanslı olan ortanca kardeş de İstanbul'da asker kalmış. Arap cephesine giden geri dönmemiş ve bu çocuktan hiçbir haber alamamışlar, ne olduğunu hiç öğrenememişler. Bundan sonra Mümtaz dedemin babası devamlı dua etmeye başlamış çocuğunun eve dönmesi için, fakat bu çocuğu gelmemiş. Arife halanın da bir kız, iki erkek çocuğu varmış. Geçimlerini inek ve mandalarından ürettikleri süt. yoğurt, tereyağı ve peynir ile sağlıyorlarmış. Adı Naciye olan kızı Mümtaz dedemden bir yaş büyük, oğullan Ahmet Refik ve Vehbi dedemden küçükmüşler. Kızı okutmamışlar. Büyük oğlan Ahmet Refik çok zeki ve çalışkanmış, İnegöl'deki öğretmeninin ön ayak olmasıyla Bursa Lisesine (Bursa İdadisine) parasız yatılı olarak girmiş. Burada da çok başarılı olmuş, takdirnameler almış. Bursa Lisesini bitirdikten sonra gidebileceği üç yer varmış; 1. mühendis mektebine gidip mühendis olmak, 2. mülkiye mektebine gidip kaymakam olmak, 3. burslu olarak Avrupa'da üniversite okumak. Babası oğlu mühendis olsun istiyormuş. Annesi ise oğlum kaymakam olsun, ben de kaymakam anası olayım" diyormuş. Fakat Ahmet Refik Avrupa'da okumak istiyormuş. Ablasına ve o sırada İnegöl'de ortaokulda (rüştiyede) okumakta olan kardeşine düşüncesini açmış. Onlara siz de beni destekleyin de, anne ve babamı hep beraber ikna edelim demiş. Birkaç gün

konuşa konuşa anne ve babalarını ikna etmişler. Böylece birinci dünya harbinden hemen önce Ahmet Refik Paris Üniversitesine burslu olarak gitmiş. Ahmet Refik Paris'e gittikten sonra kardeşi Vehbi ortaokulu (rüştiyeyi) bitirmiş. İnegöl'de lise olmadığı için boş geziyormuş. Abisi Ahmet Refik Paris'ten İnegöl kaymakamına bir mektup göndermiş. Kardeşinin rüştiyeyi bitirdiğini, maddi durumları iyi olmadığı için Bursa'ya liseye gönde- remediklerini. mümkünse Vehbi'ye kaymakamlıkta bir iş vermesini dilemiş. Kaymakam Vehbi'yi çağırtmış, ona kaymakamlıkta bir odacılık vermiş. O zamanlar pantolon daha yeni yeni giyiliyormuş. Devlet hizmetinde çalışanların pantolon giymesi mecburîymiş. Vehbi ye pantolon ceket almışlar. Fakat Vehbi pantolona çok zor alışmış. Çünkü o zamanlar pantolon giyenlerle kâseye bak kâseye" diye alay ediliyormuş. Arkadaşları Vehbi ile epey alay etmişler. Bir yıl sonra Ahmet Refik Paris'ten kaymakam'a bir mektup daha göndermiş. Vchbi'inin aldığı maaştan ve kendisinin de bursundan bir miktar biriktirdiklerini, bu parayla Bursa Lisesinin yatılı ücretinin ilk taksidini ödeyebilecek durumda olduklarını yazmış. Kaymakamdan kardeşini Bursa İdadisine yazdırmasını dilemiş. Kaymakam Vehbi'yi ben istemiyorum demesine rağmen. Bursa Lisesine yatılı olarak yazdırmış. Ahmet Refik ayrıca anne, baba ve ablasına bir mektup yazarak, Vehbi nin Lisedeki ilk ayının, evden ilk defa ayrıldığı için çok zor olacağını, şikâyetlerine kulak asmamalarını söylemiş. Gerçekten de Vehbi liseye başladıktan sonraki ilk mektubunda gelin alın beni buradan, almazsanız kendimi pencereden aşağı atacağım diye yazmış. Fakat sonra alışmış, hatta tatillerde eve gelmemeye başlamış. Vehbi de abisi gibi çok çalışkanmış, bu nedenle bir defa kendisine küçük bir masa saati bile hediye etmişler. Bu saati ölünceye kadar masasının üzerinde muhafaza etti ve bana anlatırken işte bu o saatti demişti. Ahmet Refik Paris'ten lisede okuyan kardeşi Vehbi'ye bir miktar harçlık gönderiyormuş. Bir gün Ahmet Refik Bursa Lisesi müdürüne bir mektup yazarak, kendisinin, ailesinin, Vehbi'nin durumlarını kısaca anlattıktan sonra; Şimdi burada tatil, herkes tatile gitti fakat ben burada kalmak ve çalışmak zorundayım yoksa

Vehbi'nin yatılı taksidini ödeyemeyiz. Acaba Vehbi'nin de parasız yatılı olması mümkün mü? diye sormuş. Müdür Vehbi yi odasına çağırtmış, mektubu vermiş ve yüksek sesle okumasını istemiş. Vehbi mektubu okurken müdür ağlıyomıuş. Mektup bittikten sonra Vehbi'ye abisinin koyduğu harçlığı geri göndermesini söylemiş. Vehbi yalvar yakar. Müdür beyi bu fikrinden zor vazgeçirmiş. Bundan sonra Vehbi bey de parasız yatılı okumaya başlamış. Fakat ne* yazık ki kaderin kötü bir cilvesi, Vehbi'nin liseyi bitirmesine engel olmuş. Zaman birinci dünya harbinin en civcivli dönemiymiş. Bilmiyorum kaçıncı sınıftayken Vehbi leri askere almışlar. Kısa bir eğitimden sonra yedek subay olarak Vehbi'yi Sina yarımadasına sevk etmişler. Büyük yokluk ve zorluklar içerisinde savaşmışlar. Çok tecrübesizdim diyordu, çok tecrübeli bir çavuşu varmış, onun sayesinde hayatta kalmış. Bütün bunları neden bu kadar iyi hatırlıyorum? Çünkü Vehbi bey benim süt babamdı. Vehbi bey'in benden 10-15 yaş büyük bir kız, bir oğlu vardı. Fakat küçük kızı benden sadece bir ay büyüktü. Ben doğduğum zaman annemin sütü gelmemiş. Bu nedenle Vehbi bey'in eşi Necibe anne beni emzirmiş. Dönelim Ahmet Refik'e. Ahmet Refik Paris Üniversitesini bitirdikten sonra dönmüş. Devletten burs aldığı için mecburî hizmeti varmış. Maarif Vekaleti (Millî Eğitim Bakanlığı) kendisini öğretmen olarak atamış. Değişik okullarda ve galiba Galatasaray Lisesinde de öğretmenlik yapmış. Kendisi Lâtin harflerini daha önce yurt dışında öğrenmiş olduğu için, harf devriminin en büyük savunucusu ve uygulayıcısı olmuş. Cumhuriyet döneminin çalışkan, becerikli, yenilikçi Maarif Bakanı Haşan Ali Yücel ile birlikte Millî Eğitimde büyük atılımlar yapmışlar. Ahmet Refik Günel bu arada bir de Tabiat Bilgisi" isimli bir kitap yazmış. Emekli oluncaya kadar hiç evlenmemiş. Kendisine evlenmesi için çok baskı yapılmış. Hasta olsan sana kim bakacak?" diye sorulduğunda, Devletin hastaneleri kimin için, bizim gibiler için" dermiş. Emekli olduktan sonra bir gün bacağı kırılmış. İstanbul'da otunıyormuş. Hastaneye kaldırılmış. Hastanedeki bakımdan pek memnun kalmamış. Kendisinden epeyce genç olan komşusu dulda hanım, her gün hastaneye çiçek

getirerek onu ziyaret etmiş. Hastaneden çıktıktan kısa süre sonra bu hanımla evlenmişler. Ben o zamanlar ilkokula gidiyordum. Bizimkilerin demesine göre bu hanım onunla parası için evlenmiş. Önceleri ona iyi bakmış. Sonra onu sabahleyin bir emekliler kahvesine götürüp bırakıyorlarmış, akşam alıyorlarmış. Ahmet Refik 65 yaşlarında öldü. Ahmet Refik öldükten sonra hanımı İnegöl'e geldi, bir iki hafta kaldı. Amacı mal mülkü araştırmakmış. Tapu dairesine gitti, baktı, Ahmet Refik üzerine kayıtlı hiçbir mülk bulamadı. Ahmet Refik yüksek dereceli bir memurdu. O zamanlar memurların maddi durumu iyi idi. şimdiki gibi kötü durumda değildiler. Ahmet Refik ailesine devamlı yardım etti. Kardeşi Vehbi'ye gönderdiği paralarla, Vehbi tarla aldı buğday, arpa, ayçiçeği ekti ve zahire ticareti yaptı. Fakat Ahmet Refik bekâr olduğu için kendi üzerine hiçbir şey almamıştı. Gelelim süt babam Vehbi bey'e. Cumhuriyet'in ilk yıllarında okuma yazma bilen insan çok azmış. Abisi Ahmet Refik onu, İnegöl'e 27 km uzaklıkta bulunan Bursa'nm diğer bir ilçesi Yenişehir Tekel Müdürlüğüne tayin ettirmiş. Fakat İnegöl aşığı olan Vehbi bey gitmemiş. Kendisi gibi iyi bir insan olan arkadaşı Hüsnü beyle ortak çiftçilik yaptılar. Ayrıca zahire ticareti yaptıkları bir de dükkânları vardı. Hüsnü bey de birinci dünya harbinde Rus cephesinde askerlik yapmıştı. Her iki ortak da İnegöl'ün aydın, kültürlü, sevilip, sayılan, herkese eşit mesafede duran, dürüst insanlarıydı. Her ikisi de Cumhuriyet Halk Partisi İlçe Başkanı oldular.inegöl'ün ilk spor klubünü kurdular ve bu klubün başkanlığını yaptılar. Onların zamanında İnegöl sosyal hayatı daha modemmiş. Her hafta sonu danslı eğ lenceler düzenlenirmiş. Vehbi bey oğluna üniversite tahsili yaptırdı. Kızları liseyi bitirdiler ve erken yaşta evlendiler. İnegöl'e her gidişte kendisine mutlaka uğrardım. Süt babam benim en sevdiğim insanlardan birisiydi. Herkese eşit davranırdı. Her şeyden haberi vardı; birden fazla gazete alır ve dikkatle okur, radyodaki haber saatlerini kaçırmazdı. Uzun boylu zayıf, narin bir insandı. Evlerinin iki iç avlusu ve bir de iki bin metrekarelik arka bahçesi vardı. Bu bahçelerde manolya, dut, ayva, erik, armut, elma ağaçlan vardı. Her gün arka bahçede mutlaka yarım saat toprağı çapalardı. İlk önceleri bu