YIL 5 SAYI 22 DEVRE 2 MARTJ973



Benzer belgeler
AYLIK FİKİR VE SANAT DERGİSİ DOÇ. DR. MEHMET ERÖZ Çeşitli İdeolojiler Karşısında, Türk Milliyetçiliği ve

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

Yahudiliğin peygamberi Hz. Musa dır. Bu nedenle Yahudiliğe Musevilik de denir. Yahudi ismi, Yakup un on iki oğlundan biri olan Yuda veya Yahuda ya

Hatta Kant'ın felsefesinin ismine "asif philosopy/mış gibi felsefe" deniyor. Genel ahlak kuralları yok ancak onlar var"mış gibi" hareket edeceksin.

Aynı kökün "kesmek", "kısaltmak" anlamı da vardır.

MÂTÜRÎDÎ KELÂMINDA TEVİL

Ateş Ülkesi'nde Ateşgâh Ateşgâh ı anlatmak istiyorum bu hafta sizlere. Ateş Ülkesi ne yolculuk ediyorum bu yüzden. Birdenbire pilot, Sevgili yolcular

14. ÇALIŞMA EKONOMİSİ VE ENDÜSTRİ İLİŞKİLERİ KONGRESİ

ESAM [Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi] I. Dünya Savaşı nın 100. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu

İnönü Üniversitesi Fırat Üniversitesi Siirt Üniversitesi Ardahan Üniversitesi - Milli Eğitim Bakanlığı ‘Değerler Eğitimi’ Milli ve Manevi Değerlerimiz by İngilizce Öğretmeni Sefa Sezer

MehMet Kaan Çalen, tarihinde Edirne nin Keşan ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Keşan da tamamladı yılında Trakya

TV LERDEKİ PROGRAMLARA ÇIKANLAR KURAN OKUMASINI BİLMİYOR

Milli Devlete Yönelik Tehdit Değerlendirmesi

ALEXANDER RUSSEL WEBB-MUHAMMED

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI BAŞLANGIÇ

Murabaha Nedir? Murabahalı Satış Ne Demek?

MÜSİAD İFTARI ŞANLIURFA

EN ESKİ İNANÇLARDAN BİRİ OLAN ZERDÜŞTLÜK VE ZERDÜŞT HAKKINDA 9 BİLGİ

Yeni Göç Yasas Tecrübeleri

Onlar konuşur, AK Parti yapar

Kur an-ı Kerim i Diğer Kutsal Kitaplardan Ayıran Başlıca Özellikleri

MARUF VAKFI İSLAM EKONOMİSİ ENSTİTÜSÜ AÇILDI

Ana Stratejimiz Milletimizle Gönül Bağımızdır BÜLTEN İSTANBUL B İ L G. İ NOTU FİLİSTİN MESELESİ 12 de İÇİN 3 HEDEFİMİZ, 3 DE ÖDEVİMİZ VAR 3 te

Bir gün Hz. Ömer (r.a) camiye giderken bir çocuğun acele acele camiye gittiğini görür. Hz. Ömer (r.a):

Personel alımları devam edecek

KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU

EK: Mucize Avcısı nı yayına hazırlarken, çok

Adı-Soyadı: Deniz kampa kimlerle birlikte gitmiş? 2- Kamp malzemelerini nerede taşımışlar? 3- Çadırı kim kurmuş?

ÖNCESİNDE BİZ SORDUK Editör Yayınevi LGS Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Yeni Tarz Sorular Nasıl Çözülür? s. 55

İçindekiler. İndeks. İKTİSADÎ DÜŞÜNCE TARİHİ 1. Giriş 1-19

7- Peygamberimizin aile hayatı ve çocuklarla olan ilişkilerini araştırınız

SAYIN CUMHURBAŞKANIMIZ ABDULLAH GÜL ÜN YILI TÜBİTAK BİLİM, HİZMET, TEŞVİK ÖDÜLLERİ ve TÜBİTAK ÖZEL ÖDÜLÜ TÖRENİ KONUŞMA METNİ 23 ARALIK 2008

İş ve Meslek Bakımından Ayırım Hakkında Sözleşme 44

SOSYOLOJİSİ (İLH2008)

İktisat Tarihi I Ekim II. Hafta

Asker hemen komutanı süzerek cevap vermiş; 1,78! Komutan şaşırmış;

Tefsir, Kıraat (İlahiyat ve İslâmî ilimler fakülteleri)

İKİNCİ BİNYILIN MUHASEBESİ İÇİNDEKİLER

Anlamı. Temel Bilgiler 1

O KOLTUĞA GALİP HOCA YAKIŞIR!

ZĐYA GÖKALP ĐN DĐN SOSYOLOJĐSĐ Ahmet Faruk Kılıç, Değişim Yayınları, Đstanbul, Şubat-2008, 282 s.

ESKİ İRAN DA DİN VE TOPLUM (MS ) Yrd. Doç. Dr. Ahmet ALTUNGÖK

O, hiçbir sözü kendi arzularına göre söylememektedir. Aksine onun bütün dedikleri Allah ın vahyine dayanmaktadır.

Cumhuriyet Halk Partisi

(22 Aralık 2012, Cumartesi) GRUP A Türkçe Ortak Sınavı Lise Hazırlık Sınıfı

1 İSMAİL GASPIRALI HER YIL BİR BÜYÜK TÜRK BİLGİ ŞÖLENLERİ. Mehmet Saray


Kafkasya ve Türkiye Zor Arazide Komfluluk Siyaseti

5. SINIF DİN KÜLTÜRÜ ve AHLAK BİLGİSİ

İktisat Tarihi I Ekim II. Hafta

TÜRKİYE - AFRİKA EKONOMİ FORUMU AÇILIŞ TÖRENİ KONYA 9 MAYIS İş Dünyası ve STK ların Değerli Başkan ve Temsilcileri,

HÜSEYİN SEYMEN SORGUNAİHL

Gerçek şudur ki bu konu doğru dürüst anlaşılmamıştır; hakkında hiç derin derin düşünülmemiştir. Ali-İmran suresinde Allah (c.c.) şöyle buyurur; [3]

İnsanı Diğer Canlılardan Ayıran Özellikler

KILIÇDAROĞLU K.MARAŞ'TA

Nasuh Mitap ı Ankara dan tanırım. Kendisi hakkında bir şey yazmayacağım.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atatürk Havalimanı Devlet Konukevi nde düzenlenen basın toplantısında konuştu

ANKET SONUÇLARI. Anket -1 Lise Öğrencileri anketi.

Aç l fl Vural Öger Çok değerli misafirler, Konrad-Adenauer vakfının 23 senedir yapmış olduğu bu gazetecilik seminerinde son senesinde bizim de k

EHL-İ SÜNNET'İN ÜSTÜNLÜĞÜ.

Biz yeni anayasa diyoruz

Aziz Ogan: Kültürel ve Tarihsel Hazinelerin İzinde Bir Arkeolog ve Müzeci

Başbakan Yıldırım, Seyranbağları Huzurevi Yaşlı Bakım ve Rehabilitasyon Merkezini ziyaret etti

AVCILIK. İnsanlığın tarihi kadar eski bir fenomen ve bir faaliyettir.

Söylemek istemediğimiz birçok şey, söylemek istediğimiz zaman dinleyici bulamaz.

TEMEİ, ESER II II II

I. ULUSLARARASI SOSYAL VE EKONOMİK ARAŞTIRMALAR ÖĞRENCİ KONGRESİ

TERCİH ETTİĞİN OKOL GELECEĞİNDİR MEVLÜT ÇELİK 8.SINIF KAVRAM HARİTASI. Mevlüt Çelik. T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük

İçindekiler. Önsöz 11 Kısaltmalar 15

DİNLER TARİHİ DERSİ ÖĞRETİM ROGRAMI

Dünyayı Değiştiren İnsanlar

Arkadaşınız UNITE OGRENCI RAPORLARI VE YANIT KAĞITLARI. ICI P.K. 33 Bakırköy / İstanbul

KAVRAMLARIN ANLAMINI KARŞITLARI BELİRLER

Biz Fakir Okuluz Bizim Velimiz Bize Destek Olmuyor Bizim Velimizi Sen Bilmezsin Biz Bağış Alamıyoruz Cümlelerini kurarken bir daha düşüneceksiniz.

KFAR KAMA -AA- İsrail'in kuzeyinde, Aşağı Celile bölgesindeki köylerden biri olan Kfar Kama'da (Kama Köyü) 3 bin Çerkes yaşıyor.

HAÇLI SEFERLERİ TARİHİ 3.Ders. Dr. İsmail BAYTAK. HAÇLI SEFERLERİ Nedenleri ve Sonuçları

Doğuştan Gelen Haklarımız Sadece insan olduğumuz için doğuştan kazandığımız ve tüm dünyada kabul gören yani evrensel olan haklarımız vardır.

DÜNYADA DİN EĞİTİMİ UYGULAMALARI

İLETİŞİM TEKNİKLERİ UYGULAMALARI

Başbakan Yıldırım, 39. TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği ne gelen çocukları kabul etti

OKUL MÜDÜRÜMÜZLE RÖPORTAJ

İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bundan önceki mektuplar gibi. bunu da büyük şeyhi Bakibillah'a yazmıştır.

edersin sen! diye ciyaklamış cadı. Bunun hesabını vereceksin! Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları

İDEAL BİR EĞİTİMCİ. İdeal Bir Eğitimcinin İhmal Etmemesi Gerekenler

Buyruldu ki; Aklın kemali Allah u Teâlâ nın rızasına tabi olmak ve gazabından sakınmakladır.

:48 FİLİZ ESEN-BİROL BAŞARAN

AYP 2017 ÜÇÜNCÜ DÖNEM ALIMLARI

20 Derste Eski Türkçe

Onların minneti sadece Allah a ve millete ve millete hizmette araç olarak gördükleri devletlerinedir.

Fransa'da, Hz. Muhammed'e hakaret içeren karikatürleri yayınlayan Fransız Dergisi'ne baskın düzenlendi ve 12 kişi öldürüldü.

Dil Gelişimi. temel dil gelişimi imi bilgileri

Atatürk ün Kişisel Özellikleri. Elif Naz Fidancı

Bu kısa Z Nesli tanımından sonra gelelim Torunum Ezgi nin okul macerasına.

İNSANIN YARATILIŞ'TAKİ DURUMU

SORU : CEVAP: SORU: CEVAP:

"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...9 GİRİŞ...11

OSMANLI BELGELERİNDE MİLLÎ MÜCADELE VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Sayfa 148,149,150,151,152,153,154

Transkript:

A Y L I K F İ K İ R VE SANAT D E R G İ S İ DOÇ. DR. MEHMET ERÖZ Çeşitli İdeolojiler Karşısında, Türk Milliyetçiliği ve İslâmiyet DOÇ. DR. TURAN YAZGAN Üniversitelerimizde Kadro Meselesi DOÇ. DR. EROL GÜNGÖR Din Meselesi ARİF NİHAT ASYA Göl MEHMET ŞAHİN İlim ve Muhafazakârlık DOÇ. DR. CEVDET GÖKALP Türk Tarihinin Zaman, Yer ve Devlet Sayısı Bakımından Sınırlandırılması II ÂŞIK KEMALOĞLU Meydana Gel Yetik Ozan A. ERGENEKON Yaslı Yaralı Türkler ŞEVKET BÜLENT YAHNİCİ Yıldırım Niyazi Gençosmanoğlu'yla bîr Mülâkat YILDIRIM NİYAZİ GENÇOSMANOĞLU Dilek Hüküm Besmele SADIK KEMÂL TURAL Sanat Eserinin Ölümsüzlüğü OĞUZATA ALTAYLI Millî Sinemaya Doğru MURAT BARDAKÇI Türk Musikisinin Ana Hatları ŞEVKET BÜLENT YAHNİCİ Türk Temaşa Sanatlarından Meddah YIL 5 SAYI 22 DEVRE 2 MARTJ973 Kurucusu : HALİDE NUSRET ZORLUTUNA Sahip ve Neşriyat Müdürü : EMİNE IŞINSU İdare Müdürü : MUSTAFA KARAPINAR Merkez Temsilcisi : DENİZ DAĞOĞLU Merkez Sekreteri : RUHİ ÖZKANLI Ankara Temsilcisi : ŞEVKEİT YAHNİCİ Her türlü haberleşme adresi TÖRE P.K. 211 Kızılay ANKARA Havale 100711978 numaralı posta çeki @ İLÂN : ÖZEL ŞARTLARA TABİDİR A B O N E Ş A R T L A R I Yurt içi yıllık 3 TL. Yurt dışı yıllık Ti2t TL. Dergimizdeki yazılar, dergimizin ismi ve yazının çıktığı sayı ve sayfa belirtilmeden iktibas edilemez-. Merkez ; İstanbul Şube : Ankara

DOÇ. DR. MEHMET ERÖZ Çeşitli İdeolojiler Karşısında TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ İSLÂMİYET Geçen yazımızda, en iptidaî cemiyetlerden en medenî milletlere kadar cemiyet plânında; en iptidaî zihniyetten en ilmî düşünceye kadar fert plânında, dinin oynadığı mühim rolü ve onu yıkmak için çalışan bazı mühim ideoloji ve fikirleri kısaca belirtmeğe çalışmıştık. Bu yazımızda, Türkiye'- nin durumunu, dine karşı olan cereyanları, İslâmiyet'in millî kültürümüzdeki yerini göstermeğe gayret edeceğiz.

MEHMET ERÖZ Sovyetler Birliğinde çeşitli baskılara rağmen, dinin canlılığını devam ettirişi yanında, Türkiye'de serbestliğe rağmen bir aralık dinî hayatta bir sarsıntı meydana gelmişti ve halen arazları ve sarsıntıları devam etmektedir. Sosyal değişme ve değiştirmelerden, kültür değişikliklerinden çok, sistemli propaganda, telkin ve eğitim usulleri bu yıkıntıyı hazırlayıcı olmuştur. Gazete, dergi, kitap, radyo, sinema, tiyatro ve kitlelere tesir edici diğer vasıtalar, bu yıkıntının hazırlanmasında pay sahibidirler. «Kabahat Müslümanlıkta, Değil, Müslümanlardadır» isimli kitabın hatırlattığı gibi, bilhassa din adamlarının tutum, davranış ve tavırları ve hepsinden mühimi bilgi seviyeleri, bu yıkıntının hazırlanmasına yardımcı olmuştur. Zekât gibi çok mühim bir farzın dikkate alınmadığı bir zamanda, sakal sünneti gibi teferruata bağlanarak, genç nesillere İslâmiyet'i kara sakallı ve kara çarşaflı olarak sunmak, aklın, imanın, izanın, din gayretinin işi olamaz. Bunlarda misyoner ruhunun zerresi bile yok. Bu tutum ve davranış, yukarda bahsettiğimiz propaganda ve telkinin de himmetiyle, genç nesilleri ya dinden imandan ediyor veya müessesenin kuvveti yüzünden gençlerde ikili bir şahsiyet doğuyor. Müessese çok kuvvetli olduğu için, Ramazan ve Kurban bayramlarına katılıyor; tebrikleşmelerde bulunuyor; kandil simidi alıp evine götürüyor; bazı hallerde bayram namazına bile katılıyor, fakat diğer taraftan «din afyondur» diyebiliyor. Alevî cemaatlerinde ise, daha dün «Muhammed-Ali'nin yolunda» olduğunu söyleyen genç, bugün Marx-Lenin ve Mao'nun yoluna düşmüştür. Bunda, bir taraftan dedelerin cahilliği; hocaların camilere gelen Alevîleri itişi - (Alevînin önce Musevî, sonra Hristiyan olması gerektiği gibi ahmakça ve haince bir iddia ile] -, diğer taraftan Marxist-Leninist propagandanın bütün gençler gibi, Alevî gençlerine de el atışı rol oynamaktadır. İyi ellerde, din büyük hizmetler görür. Hele İslâm dinî gibi çok yüksek bir din, millî hayatımıza bereket getirir. Gaspıralı İsmail Bey, Hüseyinzade Aii Bey ve Ziya Gökalp, modern ilmî zihniyetle dini bağdaştırmağa çalışmışlardı Bu sayede İslâmiyet bize çok şeyler kazandırır. Genç nesiller o zaman ona sahip çıkabilir. İlmi teşvik eden prensipleri, İslâmiyetin devirlere uygun bir hayatiyet taşıdığını gösterir. Hele varlıklıların pek dem vurmadığı, bahsetmediği zekât, modern sosyal güvenliğe örnek olacak kudrette ve fonksiyon taşıyıcılık kabiliyetindedir. Hac üstüne hac tazeliyen, cennet garanticilerine, önce zekât farzının yerine getirilmesi gerektiği ve zekât veremiyecek durumda olanlara hac düşmiyeceğini hatırlatabilecek, ihtar edebilecek cesarette hocalar olmuş olsaydı, mahallesinin fakirleri yakacak odun bulamaz, çoluğu çocuğu ile soğukta titrerken, İslâmiyet adına hacı beyler yeni yeni masraflara girmezler, komünizme fırsat hazırlamaz,

TÜRK MÎLLÎYETÇİLÎGÎ VE biçare insanları dermansız bırakmazdı. Avrupa'ya gidenler din adına gitmiyor; bunu emsal göstermek yanlıştır. Hac, ancak varlıklı olup, zekâtını veren, fakir babası olanlara yaraşır. Bu, dînin de, örfün de, millî vicdanın da emri olsa gerektir. Dîni tanıtan sesler, ilimden nasip almış olmalıdır. İlkokul seviyesini aşamamış bir hocanın önüne, kalp kapılarını açıp, cuma namazına koşup gelmiş insanlara, o hoca bilmem ne kıssaları anlatırsa, yıkıcı cereyanlar önünde sarsılan dinin değil, dindarların bunda günahı büyüktür. Bu din akıl dinidir, ilim dinidir. Onu cahilin, mutaassıbın elinden kurtarmak lâzımdır. Ziya Gökalp'in açıkladığı gibi, İslâm dini, realite (şe'- niyet) hükümlerinden bahseden ilmine «Kelâm», kıymet hükümlerinden bahseden ilmine «Fıkıh» adını vermiştir. Kelâm'ın esası, bir itikat meselesinde akıl ile nakil arasında bir uyuşmazlık doğduğu takdirde, naklin {Âyet, hadis) akla göre yorumlanacağıdır. Demek ki İslâmiyet itikatlarda, yani realite hükümlerinde aklı hakim sayıyor. Fıkıh'da ise İmam Ebu Yusuf : «örfden mütevellit naslarda itibar örfedir» diyor (1). İran'da Türk hakimiyeti varken, Afşar hanlarından Nadir Şah, İstanbul'a, Osmanlı sarayına bir din ve ilim heyeti göndermiş, Sünnî-alevî ayrılığının kaldırılması, İslâm dininin bir bütün haline getirilmesi için onları memur etmiştir. Ziya Gökalp'in, Türkçülüğün Esasları'nda, Koca Ragıp Paşa'nın bir kitabına dayanarak belirttiği gibi, Nadir Şah'ın yolladığı heyet, Osmanlı «Ülema-i Rüsum» u (resmî bilginleri) ile, onların rütbe, mertebe ve şata- '-*" fatları yüzünden görüşme imkânı bulup görüşemedi ve netice alamadan döndüler. Bu hadiseden, Zeki Velidi Togan da bahseder. Azerî şairi Ali Ekber Sabir de bu ikilikten yakınır. İslâm dininin kuvvetlenmesi ve millî bünyemizin sağlamlaşması için, bu ayrılığın kaldırılması gerekir. Fakat her iki mezhep içinde, bu işi tahakkuk ettirecek yürekli, imanlı, mütebahhir, misyoner din adamlarını nasıl bulmalı... Gökalp, İslâm dinini, Türk milliyetinin temel unsuru sayıyordu. Gerçekten, dinimizle milliyetimiz birbirinden ayrılmaz şeylerdir. Çadırından, halısından, giyim kuşamına kadar pek çok unsurunu kaybettiğimiz maddî kültürümüz, son derece değişikliğe uğramıştır. Millî kültürümüzün maddî olmıyan sahasında da büyük kayıplar var. Dilimiz perişan halde. Geleneklerimiz, örf-âdetlerimiz, düğün usullerimiz yer yer kaybolmakta. Bu şartlar altında, İslâm dini, millî kültürümüzü yaşatmakta büyük hizmet görecektir. Müslüman olmıyan Türk uruklarının nasıl eridiğini, Slavlaştığını, Cermenleştiğini, Grekleştiğini (Peçenek, Kuman, Bulgar, Hun uruk ve ulusları gibi) tarih göstermiştir. Yarım asır önce, Konya ve Ege'de bazı Hristiyan Türk cemaatlerinin, Elenleştirme siyaseti altında eriyip gittikleri bilinmektedir. (1) Musa Carullah, «Türkiye Türklerine Beyanname», îş Mec., sayı : 82, 1948, sf. 137-8. 5

MEHMET ERÖZ Şehirlerin eritici havası, millî kültürü yıkmağa çalışan türlü cereyanlar karşısında, bir şahıs eğer dinî terbiye almamışsa, dinî inancı zayıfsa, erimeğe mahkûmdur. Kendisi değilse çocuğu kaybolacaktır. Bugünkü şartlar içinde, İslâmiyet olmadan, sadece Türk millî kültürü ile, inancını devam ettirmek belki millî kültür araştırıcıları için mümkün olur. O da bu vasfını çocuğuna zor geçirebilir. Bu sözlerimizle, Türk kültürünün zayıf olduğu gibi bir iddiada bulunuyor değiliz. Türk töresinin canlı olduğu köy ve oymak çevrelerinde yaşamıyan, kitabî kaynaklardan da bunu alma imkânını tam bulamıyan - hiç değilse son yıllardaki şartlar içinde- şehir çocuklarının, millî kültürlerini ancak İslâm dininin yardımı ile koruyabileceklerini söylüyoruz. Bunun daha etraflı şekilde açıklanması, uzun yer alır. Fert olarak da, cemiyet olarak da dinimiz bize çok şey verir. Türkler de Kaşgarlı Mahmud'un dediği gibi, sanki İslâm dinine hizmet için yaratılmışlardır. Onun kılıcı ve kalemi olmuşlardır. Bunu, Kazan Türklerinden, büyük din bilgini Musa Carullah'ın 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne gönderdiği Beyanname'den de anlıyoruz. Bu beyannameden bir iki cümleyi aktararak, bunu gösterelim : «Şark milletleri Bolşevik'lerin lâflarından, vahşetlerinden, bütün proletaryanın her biri mahrumiyetten, esaretten bezdi, tamam usandı. Her fertte, her millette necat arzulan gayet büyüktür, (onların) esaretten halâsı yalnız sizin elinizde olabiliyor... Türk'ün kuvvetli eliyle, İslâmiyet'in altın kalemiyle yeni hayatın, yeni bahtın kanunlarını, siz necip Türk milleti, medeniyet sahifelerine yazınız!... Bütün Türkistan, bütün Turan müslümanlarına sadık bir tercüman olmak şerefiyle ben şu risalemi, Büyük Millet Meclisi'ne tebliğ ediyorum. Türkiye Türkleri'ne, bütün Turan Türkleri'nin ihlâslı dualarım, hürmetli selâmlarını, büyük ihtiramlarını, halis muhabbetlerini, takdirlerini, teşekkürlerini emanetli, sadakatli bir linsanla Büyük Mil* let Meclisi'ne arzediyorum. Türkiye Türkler i'n den, bütün Turan Türkleri'nin ümitleri gayet büyüktür» Yetişmiş, ilimden nasibini almış, mutaassıp olmıyan din adamlarının elinde parlayacak bir İslâm dinini bekleyelim ve ümit edelim. Birleştirici, kaynaştırıcı, yükseltici, ileri götürücü olacak olan dinimiz, milliyetimizle, milliyetçiliğimizle, ilim hayatımızla çatışmadan, tam bir ahenk içinde gidecektir. Birbirini tamamlayacaktır. Bu İslâmiyet, sosyal adalet için sosyalizme muhtaç olmayacaktır. Türkçülüğümüz, milliyetçiliğimiz Türkiye'nin kalkınması için sosyalist «yöntemlere» (usullere) el açmayacaktır. Kalkınma, sosyal adalet meselelerimizi, kendi dinî ve millî kaynaklarımızda bulacak, onları hummalı bir ilmî faaliyetle nurlanan milliyetçi beyinlerin çalışmalarına havale ederek, dertlerimize devalar bulacağız. Milliyetimizi, dinimizden ayırmak isteyenlerin asıl niyetlerine dikkat etmek gerekir. 6

ÜNİVERSİTELERİMİZDE KADRO MESELESİ Türkiye Üniversitelerinin bütün Fakültelerinde mevcut Öğretim Üye ve Yardımcılarını birkaç noktadan kantitatif bir incelemeye tâbi tutmak mümkündür. Bize bu imkânı veren «Millî Eğitim İstatistikleri, Yüksek Öğretim, 1967-70> başlığını taşıyan Devlet istatistik Enstitüsünün çıkardığı 646 numaralı yayındır. Bundan faydalanarak hazırlanmış bir tablo aşağıda görülmektedir. DOÇ. DR. TURAN YAZGAN BÜTÜN FAKÜLTELERİN ÜYE VE YARDIMCILARI ÖĞRETİM (1969 1970 Ders Yılı) Kadroları Esas Kadrosu Kendi İşi Başka Fakültesinde Dışarıda Okulda TOPLAM Profesör 969 53 1022 Doçent 605 21 68 Asistan 3091 1 14.3106 Öğretim Görevlisi 620 14!285 919 Okutman 177 21 35 233 Uzman 157 1 7 165 Öğretmen 1 1 TOPLAM 5680 37 415 6132

TURAN YAZGAN Öğretim kalitesi üzerinde öğretim üyelerinin kalitesinin çok etkili olduğu şüphesizdir. Öğretim üyesinin kalitesi deyince, onun bilgisi, görgüsü, eserleri anlaşıldığı kadar, öğrenciyi yetiştirme kabiliyeti de anlaşılır. Ancak, bu konularda bu tabloya bakarak herhangi bir şey söylemek mümkün olmadığı gibi, söylemeğe imkân verecek başka bir kaynak da mevcut değildir. Buna rağmen yukarıdaki tablodan çıkarılabilecek bazı sonuçlardan da yararlanılabileceği şüphesizdir. A SAYI VE KOMPOZİSYON Türkiye'nin Üniversitelerinde toplam olarak 6132 Öğretim Üyesi ve Yardımcısı bulunmaktadır. Bu sayının tek başına hiçbir önemi yoktur. Önemli olan bu sayı ile öğrenci sayısı arasındaki nisbettir. Ders verme yetkisi olmayan Asistan ve Uzmanları çıkardığımız zaman, 1969-1970 ders yılında Fakültelerde mevcut 68370 öğrenciden her 239 kişiye bir hoca düştüğü anlaşılır. Bu rakamın yüksek olduğu, başka bir deyişle hoca sayısının yetersiz olduğu söylenebilir. Ancak hoca sayısının yetersizliği, hocanın Üniversite içindeki yükünün kat'iyyen fazla olduğu anlamına gelmez. Bütün Fakültelerde haftalık ders yekûnunu bilmediğimizden hoca başına düşen haftalık ders yükünü söylemek kabil olamamaktadır. Fakat bunun pekçok az kimse için haftada en fazla 10 saat. büyük bir çoğunluk için de haftada ancak birkaç saatten ibaret olduğunu bilmekteyiz. Meselâ İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde 52 hoca ve 150 haftalık ders sayısı vardır ve ortalama olarak bir hocaya haftada 3 saat ders düşer. Şüphesiz bu yük eşit değildir. Çünkü Fakülteler sadece kürsülere bölünmekle kalmamış, kürsüler de kendi içinde âzami derecede ihtisaslaşmaya gitmiş ve kadrolar da kürsülere ihtiyaç dışı faktörlere göre dağılmış olduğundan haftada bir-iki saat ders vermekten başka hiç bir "mes'uliyeti olmayan da hoca olarak Devletten maaş almak imkânını bulmuştur. Kısaca söylemek gerekirse, hoca sayısı azdır fakat hocanın Üniversite içindeki görevi ve mes'- uliyeti aldığı maaşla kıyas edilmeyecek derecede hafiftir. Araştırmaların bunu yeter derecede ağırlaştırdığını herhalde hiç kimse söyleyemez. Tablo, öğretim elemanlarının kompozisyonu hakkında da açık bazı sonuçlar vermektedir. Ders verme yetkisi olan elemanlar, Profesörler, Doçentler, Öğretim Görevlileri ve Okutmanlardır. Öğretim Görevlileri ve Okutmanlar, ihtisaslarından faydalanılması gereken ve akademisyenlerce doldurulamıyan boşlukları doldurmakta kendilerinden yararlanılan kimselerdir. Fakültelerimizde 1708 Profesör ve Doçente karşı 1152 Öğretim Görevlisi ve Okutman vardır. Uzman kadroları Fakülteden Fakülteye ne çeşit elemanla doldurulduğu anlaşılamıyacak derecede değiştiğinden bunları tamamen incelemenin dışında tutuyoruz. Buna göre ders veren 100 Akademisyene (Profesör ve Doçent)'e karşı 67 Akademisyen olmayan üye (Öğretim Görevlisi ve Okutman) bulunmaktadır. Bunun anlamı herkese göre değişebilir- Bu değişik anlamları şöyle sıralıyabiliriz : 1 Akademisyenler sayıca yetersizdir. İhtiyacı karşılamak için Öğretim Görevlisi ve Okutman istihdam etmek zarurî olmuştur. Bu husus, Öğretim Üyelerinin haftalık ders yükünün (Özellikle öğrencinin en kalabalık olduğu sosyal bilim dallarında) azlığı sonucuna ters düşmektedir. 2 Akademisyenlerin ihtisas sahaları öğrencilere okutulmak istenen bütün dersler için yeterli çeşitlilikte değildir. Meselâ 167 çeşit ders sahası varsa Akademisyenlerin ihtisasları bunların ancak lûo'ünü okutmağa elverişli, 67'sini dışarıdan elemanlara vermek zarureti vardır. Bu husus, aşırı ihtisaslaşma ve bölünme iddiasını doğrulamakla beraber, Üniversitenin aslî elemanları olan Akademisyenlerin Üniversiteyi ancak dışarıdaki elemanlarla bugünkü şekilde devam ettirebileceğini gösterir. Başka bir ifade ile Üniversite için ünvanlılar kadar ünvansızlar da mühimdir, zaruridir. 8

ÜNİVERSİTELERİMİZDE 3 Akademisyenler, özellikle kürsü başkanları, Akademisyen arzını mümkün olduğu kadar mahdut tutmakta fayda görmüşlerdir. Bu husus, yıllardan beri yeterli sayıda Üniversite Doçenti ve Profesörü yetiştirememiş olmamızı doğrulamaktadır. Gerçekten bunca yılda sadece 1022 Üniversite Profesörü ile 686 Üniversite Doçentine sahip olmamız izahı güç bir noktadır. (Acaba bu hususta Devletin de mes'uliyeti var mıdır?) 4 Kısmen de olsa Akademisyen olmayanları, ölünceye kadar kürsülere kayıtsız şartsız sahip olan bir kısım hocanın prestij ve menfaat sağladığı şahıslardır. Şüphesiz Akademisyen olmayanlar içinde böyleleri olduğu gibi tamamen aksi olanları da vardır- Bu husus kayıtsız şartsız kürsü hakimiyetinin ve ölünceye kadar kürsüde tam bir tasarruf yetkisine sahip olmanın bir mahzurunu ortaya koyar ki buna daha başka mahzurlar da eklemek kabildir. Meselâ kürsü başkanı ölmedikçe kürsüye onun işine gelmeyen yenilik sokulamaması, onun aklının ermediği ders ve imtihan metodlarının tatbik edilememesi... gibi..kısaca Üniversitelerin öğretim kadrolarının bileşimi pek çok sual akla getirmektedir. B YER DEĞİŞTİRME Aynı tablo bize 6132 Öğretim elemanının 452'sinin esas işinin Üniversite dışında veya kadrosunun başka okulda olduğunu göstermektedir. 37 Öğretim elemanının esas işinin dışarıda olduğunu buna karşılık 415 elemanın kadrosunun başka okulda olduğunu söylemek yeterli değildir. İstatistikler bu hususlarla ilgili ve herkesin bildiği pekçok noktayı göstermektedir. Önce esas işi dışarıda olan sadece 37 kişinin gözükmesi bunlar içinde de bir tek Asistan hariç hiçbir Akademisyenin bulunmaması sadece istatistik? bir tarif meselesidir- Bizler işyerlerini işkollarına sokarken genellikle esas işini, en çok üretim yaptığı mamûl cinsini dikkate alarak tespit ederiz. Bu konuda da aynı yol takip edilebilseydi, yâni ençok hizmet yaptığı işyeri veya ençok kazanç elde ettiği işyeri esas işyeri sayılabilseydi öğretim elemanlarının acaba yüzde kaçını esas işi dışarıda olan grubuna sokmamız icap ederdi? Bu soruya herkes cevap verecek durumdadır. Bu nokta hoca başına düşen ortalama ders sayısının az tutulmasının çeşitli yollarının bulunmasıyle ilgili olduğu kadar, maaş ve tazminatların düşük olmasiyle de ilgilidir. Bize göre, hocanın bugünkü Üniversite içi mes'uliyetine nazaran aldığı para, oniara Dünya'nın hiçbir yerinde verilemiyecek kadar çoktur. Önce kendi kendilerini tahdit edip sınıfları bölerek ders yüklerini artırmalılar, araştırma ve incelemeye yönelmeliler, esas iş olarak Üniversite içi faaliyetleri benimsemeliler, ondan sonra hak istemeliler. Türkiye'de aydınların aydını olan Üniversite elemanları «Hak yok vazife vardır> düsturunu kabul etmeseler bile «üretim iş-vazife karşılığı» olduğunu kabul etmeye mecburdurlar. Kadrosu başka okulda olanlar, kadrosunun bulunduğu yerden başka yerdeki veya. Üniversitedeki Fakültede görev yapanları göstermektedir. Bunların sayısının 415 olması, yeni açılan Üniversitelerimizin bu yolla; bir hayli geniş Öğretim kadrosuna sahip olduğu intibaını vermektedir. Ancak bunlarırc nerelerde görev yaptığını gösteren ve ayns kaynaktan faydalanılarak hazırlanan aşağıdaki tablo bu intibaı derhal silmektedir. KADROLARININ BULUNDUĞU MÜESSESENİN DIŞIDAKİ BİR FAKÜLTEDE GÖREV YAPAN ÖĞRETİM ELEMANLARI 9

TURAN YAZGAN Profesör Öğretim Görev Yaptığı Üniversite Doçent Asistan Görevlileri TOPLAM ANKARA 31.1 35 67 İSTANBUL 29 U 281 321 EGE 13 9 22 ATATÜRK 1 1 KARADENİZ 2 2 4 TOPLAM 74 14 327 415 Kadrolarının dışındaki Fakültelerde görev yapanlar, görüldüğü gibi sırayla İstanbul, Ankara ve İzmir'de toplanmışlardır. Bunlar, buralara hangi Üniversitelerden gitmiştir? Bu nokta belli olmamakla beraber; Batıdan Doğuya doğru değil, eğer Doğudan Batıya doğru da değilse muhakkak Batıdan Batıya doğru gitmiş oldukları kesin şekilde bellidir. Zira bu yer değiştirmeden Atatürk Üniversitesine 1, Karadeniz T. Üniversitesine de 4 kişi düşmüştür. Bu tablonun ortaya çıkardığı bir başka sonuç da, bu şekilde başka yerde görev yapanların ancak 74'ünün Profesör ve Doçent olmasına karşılık, 327'sinin Öğretim Görevlileri olduğudur. Öyle anlaşılıyor ki bunların da büyük çoğunluğu bir şehir içindeki başka bir Fakültede görev yapmakta ve Devletin Erzurum ve Trabzon için aldığı çekici tedbirler Öğretim Görevlileriyle Üyelerinin Ankara ve İstanbul'daki Üniversite dışı kazançlarını terketmelerine imkân vermeyecek derecede cılız kalmaktadır. Bu sonuç da Üniversitenin Profesörünü, Doçentini, Öğretim Görevlisi, Okutman ve Uzmanını, çekici tedbirlerle Ankara ve İstanbul dışına almanın pek kolay iş olmadığını; çekici tedbirlerin maddî yekûnunun Üniversite dışı kazançlar toplamını alacak şekilde hesap edilmesi (l) gerektiğini göstermektedir. SONUÇ Öğretim Üyelerinin sayısı çok azdır. Fakülteler Akademisyen olmayanlar tarafından neredeyse istilâ edilmiş gibidir. Fakat bunlar söz hakları fazla olmadığı için kürsü başkanlarının emrindedirler. Öğretim Elemanları sayıca az olmakla beraber birçok Fakültede ders yükleri itibariyle adetâ Dünya'da en yüksek ücreti alan şahıslar durumundadırlar. Akademisyen Öğretim Üyelerinin yeterli sayıya ulaşamamasının sebeplerini ve varsa suçlularını bulmak gerekir. Öğretim elemanları kendi ihtiyaçlarına bırakıldığı zaman Batıdan Doğuya doğru değil, belki Doğudan Batıya doğru da değil, fakat Batıdan Batıya doğru yer değiştirmektedirler. Bildiğimiz kadariyle Üniversite reform kanunu bu gerçeklerden sadece birini dikkate almış, Batıdan Doğuya gidişi öngörmüştür. Ancak burada da büyük bir haksızlık yapılmış, 25 yıllık hizmeti olanlar Trabzon ve Erzurum gibi yerlerde geniş tecrübelerine dayanarak hizmet etmek imkânından mahrum bırakılmışlardır. 10

DOÇ. DR. EROL GÜNGÖR D İ N MESELESİ Onyedinci yüzyıl sonlarında, kendisine Hıristiyanlık teklif eden Fransız misyoneriprine o zamanki Siyam Kralı'nın şu cevabı verdiği rivayet edilir : «Tanrı bütün dünyada tek bir dinin hakim olmasını isteseydi bunu kolayca yapabilirdi^ ama o birbirinden farklı pekçok dinlere müsamaha gösterdiğine göre anlaşılıyor ki herbiri kendi yolunda ibadet eden çok sayıda kullarının mevcudiyetinden gayet memnundur». Bu sözler o zaman misyonerleri çok düşündürmüştü, ama üç yüzyıl sonra kendilerini Siyam Kralı'ndan daha bilgili ve medenî sayan pekçok insan, eski misyonerlerin iman ateşi yanında bir de maddî silahlarla donanmış olarak, Tanrı'nın -veya Tanrı yerine koydukları şeyin- çeşitlilikten değil de yeknesaklıktan hoşlandığını yine isbat etmeye çalışıyorlar. Eski mezhep kavgalarının onbinlerce hayata ve yıllar süren ıztıraplara mal olduğunu hepimiz biliyoruz, hattâ bu kavgaları geleneksel dinleri kötülemek için bir delil diye kullanıyoruz, fakat ideoloji adı verilen yeni dinlerin yarattığı felâketleri hiç düşünmüyoruz. Saint-Barthelemy katliamında katolikler tarafından boğazlanan protestanlar istemedikleri bir mezhebin açık tecavüzüne uğramışlardı, bugünkü dünyada insanlar istedikleri şeyleri vadeden, medeniyet, hürriyet, hakikat ve ekmek namına kılıç sallayan mezhepler yüzünden ıztırap çekiyorlar. Bu ıztırabın en şiddetlisi de medeniyeti en çok isteyen yerlerde görülüyor. Bazı ülkelerde modern medeniyete engel teşkil ettiği iddiasıyla, bazı ülkelerde de yeni dine ve yeni ruhban sınıfına rakip görüldüğü için, geleneksel dinler devamlı hücum konusudur. Bu memleketlerde dinler arasındaki rekabet hiçbir zaman ideolojilerin dinlere açtığı harp ölçüsünde büyük olmamıştı. 11

EROL GÜNGÖR Modernleşme çabası içindeki memleketlerde din konusundaki görüşler halâ geçen yüzyılın pozitivist ideallerinden uzaklaşmış değildir. Bizim İkinci Meşrutiyet devresinin Batıcı ve İnkılâpçı münevverleri Avrupa'nın ezici gücünü -belki de doğru olarak- oradaki İlim ve teknolojiye bağlamışlar, bu sahalardaki üstünlüğü izah için de batıda o zaman yaygın bulunan felsefî ve sosyolojik görüşleri benimsemişlerdi. Ondokuzuncu yüzyıl batı düşüncesi hıristiyanlığın karşısına «i I i m» denilen yeni bir din koyuyordu. Bu yeni dinin klasik dinlerden yegâne farkı Tanrı'yı, yani tabiat-üstü bir kuvveti kabul etmeyişi idi. Hristiyanlığın dünyayı kurtaracağı inancı karşısında ilmin dünyayı kurtaracağına dair yeni bir iman doğdu; hattâ ondokuzuncu yüzyıl filozof-sosyologlarından bir Auguste Comte, pozitivist bir dinin esaslarını kurmaya çalıştı. Ona göre, sosyal tekâmülün en son safhası pozitivist cemiyetin doğuşuydu, yani bütün cemiyetler teolojik ve metafizik safhadan geçtikten sonra pozitivist bir zihniyete ulaşacaklardı. Geçen yüzyıllarda hakim düşünce tipi teolojik olduğu için, cemiyette de din adamları hakim bulunuyordu; ilmîn hakim olduğu bu çağda onların yerine ilîm adamları geçmekteydi. Bir cemiyeti bu son tekâmül safhasına ulaştırabilmek için yapılacak iş bir entelektüel reformdan ibaretti- İnsanlara müsbet ilim aşılanmalı, onların kafalarından teolojik ve metafizik düşünceyi çıkarmalıydı. Comte bu düşüncelerinin gerçekleşmesi için verdiği programda ideal cemiyetin şehir planlarına kadar bütün teferruatı göstermekle beraber, pozitivist zihniyeti yerleştirmek üzere kullanılacak vasıtalar hakkında bilgi vermiyor. Mamafih, kendisi esas itibariyle devrimci bir tip değildir, herşeyin sulh ve sükûnet içinde* hürriyet içinde olmasını ister. Zaten ona göre bu tekâmül tarihî bir kaderdir, nasıl olsa olacaktır. Comte'un hemen arkasından gelen ve daha çok onun düşüncelerini takip eden Durkheim da günümüz (ondokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başı) cemiyetinin rasyonalist düşünce safhasına gelmiş olduğunu söylüyordu. O da insan düşüncesinin başlangıçtan beri muayyen bir gelişme takip ederek geldiğini iddia etti; bu gelişmeyi görebilmek için bütün ilimlere ve sanatlara kaynak teşkil eden dindeki tekâmülü incelemek gerektiğini söyledi. Fakat dinin de dayandığı bir kaynak vardı ki, insan düşüncesinin mantıkî kategorileri bile bu kaynağa irca edilebilirdi; Cemiyet. İlmî düşünce Tanrı kavramını hiç değilse metodolojik bakımdan saded dışı bıraktığına göre, bugün artık Tanrı ile cemiyet arasında bir tercih yapmak zorunda idik. Durkheim tabiatiyle cemiyete tapınacak olanların safında yer alıyordu. Comte ve Durkheim'ı geçen yüzyıl batı düşüncesinde dine karşı takınılan tavır bakımından en tesirli iki örnek diye alıyoruz. Hakikaten bu iki sosyolog-filozof'un görüşleri yüzündendir ki gerek batılı gerekse batı taraflısı münevverlerin pekçoğunda şu fikir hakim olmuştus : (1) din artık devrini tamamlamış bir sosyal müessesedir, modern cemiyetin esas vasfı klasik dinlerin tesirinden çıkarak rasyonel düşünceyi hakim kılmasıdır; (2) modern cemiyetin ahlâkı dine değil ilme dayanacaktır. Gerek Comte'un gerekse Durkheim'ın asıl gayesi artık hıristiyanlığın -veya herhangibir geleneksel dinin- beslemekten aciz kaldığı sosyal ahlâk için tatminkâr bir kaynak bulmaktı. Muhakkak ki ikisi de kendi düşüncelerinin modernleşme çabası içindeki memleketler için bir çeşit kalkınma programı teşkil edeceğini hiç düşünmemişlerdi. Fakat Avrupa'ya dönerek onu model almak isteyenler ister-istemez orada yaygın olan felsefî ve sosyolojik görüşleri de modern Avrupa'nın temel vasıflarından saydılar. Gariptir ki August Comte o devrin Türkiye'sini kendisi için hür bir atmosfer olarak görürken Tür- 12

EROL GÜNGÖR kiye'de hürriyetsizlikten şikâyet eden ve Paris'e kaçan Jön Türkler orada pozitivizmin» avamî (vulgaire) bir çeşidi ile beslenmişler ve bu fikirlerin Türkiye'yi kurtaracağını sanmışlardı. Ahmet Rıza ve arkadaşlarının «isbatiye mesleği» dedikleri pozitivizm Türkiye'de fikir sahasında gayet kısır kaldı, fakat münevverlerin siyasî ve sosyal değişme karşısındaki tavırlarında önemli bir unsur teşkil etti. Sonradan İttihat ve Terakki fırkasını kurarak siyasî bir grup haline gelen Jön Türkler'in fikirleri bu defa ikinci bir kaynaktan daha beslenmeye başladı: Ziya Gökalp'ın temsil ettiği Durkheim sosyolojisi. Durkheim yeni bir din kurmuş değildi, hattâ dine karşı saygılı idi, fakat o da pozitivist düşüncenin din yerine geçeceğine inanıyordu. Böylece Batıcı Türk münevverlerinin gözünde ilmî ve teknolojik gelişme ile pozitivizmin ilim ve ahlâk telakkisi birbirinin tamamlayıcısı gibi görülmeye başladı- /Comte'un ve Durkheim'ın din hakkındaki görüşlerinin tenkidi bizi burada ilgilendirmiyor, herhangibir sosyoloji ders kitabında -bizdekilerde değil- bu tenkidleri bulabilirsiniz. Sadece şu kadarını söyleyelim ki, her iki görüş de ilmî teori olmaktan ziyade birer tarihî kehanet doktrinidir ve bu yüzden sadece sosyoloji tarihi içinde bir yerleri vardır. Ancak, bu iki parlak mütefekkirin durumları bize din konusunda iki önemli gerçeği göstermektedir : (1) din sosyal müesseselerin en köklü ve üniversel olanıdır,; (2) dinde cevabı aranan sorular veya tatmini istenilen ihtiyaçlar o kadar üniverseldir ki biz bu ihtiyaçları değil, belki onların tatmin şeklini değiştirebiliriz. Nitekim geleneksel dinlerle tatmin olmayan ve bunların modern insanı doyurmayacağını düşünen Comte, eski dinlerin yerine rasyonalist bir din koymaya çalışmış, Durkheim ise ahlâkî çöküntüden kurtulmak için sosyal kıymetler üzerinde ittifak edilmesini teklif etmiş, büyük çoğunluğu dinî olan kıymetlerin zorunlu olduğuna kanaat getirerek muhafazakâr bir tavır takınmıştır. Nitekim din yerine başka sistem teklif edenlerin hepsi de getirdikleri sisteme din adını verme-- mekle beraber onlara yine dinî bir mahiyet vermişler, din gibi inanmışlardır. İşte geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında ilim din haline, yani bir iman sistemi haline getiriliyordu. Comte ilmin dünyayı sefaletten ve barbarlıktan kurtaracağına, insanların sarsılan dinî inançlar yüzünden tatminsiz kalan manevî açlığına da cevap vereceğine inanıyordu- Sonraki tarihlerde onun rasyonalist dediği cemiyetler barbarlığın en müthiş örneklerini'' verdiler, iki dünya harbi açlığı ve sefaleti son haddine çıkardı, manevî kıymetlerin çözülmesi sonunda Durkheim'ın sosyal çözülme (anomie) dediği hal bir salgın gibi yayıldı. Yıkılan manevî birliği yeniden kurmak üzere iki din doğdu: Faşizm ve Komünizm- Faşizm ve komünizm ile din arasındaki mücadeleyi görenler bunların birbirine rakip' olduklarını kolayca anlıyorlar, ama birer bilgi ve ahlâk sistemi olmak bakımından bf materyalist doktrinlerle din arasında fark bulunmadığını göremiyorlar. Herşeyden önce, bunların hepsi de mutlak hakikat diye bakılan ve ilmî bakımdan tahkikine imkân bulun' mayan postülalara dayanır. Meselâ insanların bir gün ilâhî mahkemede hesap vere-' çeklerine inanmakla insanlığın birgün komünist bir cemiyet halinde birleşeceğine inanmak arasında ilim mantığı bakımından fark yoktur; her iki iddia da doğruluğu veya yanlışlığı araştırılamayan birer inançtır. Aynı şekilde, sosyal hadiselerin ilâhî iradeye bağlr olduğu inancı ile bunların iktisadî münasebetlere veya fizikî kuvvetler arasındaki münasebetlere dayandığı inancı da aynı kategoriye girer. Hıristiyanlığa göre insan bu dünyada vaktiyle cennette iken işlediği günahın kefaretini çekmektedir, imtihanı başarı ile' verince yine cennete dönecektir; marksizme göre de insan cemiyetinin başlangıcında komünizm vardı, birçok ıztıraplı istihalelerden sonra sonra insanlar yine ebediyen sürüp gidecek bir komünizme kavuşacaklardır. Faşizm de insanlığın bir kadere bağlı olduğunu 13"

DÎN MESELESİ âddia etmek bakımından hem komünizme hem de dine benzer. Ahlâk sistemi olarak da bu tarihî kehanet doktrinleri, din gibi, kaderin icaplarına uymayı esas tutarlar. Dinde otoritenin kaynağı vahiy yoluyla kendini bildiren Tanrı'dır, yani tabiat-üstü,bir varlıktır. Komünizm'in ve Faşizm'in teolojik sistemlerle asıl farkı buradan doğmaktadır. Mamafih bu dünya dinleri de irrasyonel oldukları için Tanrı yerine geçecek birşeye ihtiyaç duymuşlar ve bunu bulmuşlardır da. Dinde Tanrı nasıl mutlak hakikatin sahibi, hem sevilen, hem çekinilen bir kudret ise Almanya'da Hitler, Rusya'da da Stalin aynı mertebeye çıkarılmıştı. Rusya'da şahısların putlaştırılması politikasından daha yeni»vazgeçiliyor. Eğer Stalin hâlâ mutlak doğru veya mutlak iyi diye görülmüyorsa, veya onun yerine bir başka ilâh konmamışsa, bunun bir sebebi de komünizmin Rusya'da eski ateşini kaybetmesidir. Nitekim komünizm tecrübesinin henüz içinde bulunan Çin'de Mao hâlâ bir puttur. Bunları anlatmaktan maksadımız ne komünizmle bir tutarak dini kötülemek, ne de îdinle bir tutarak komünizmi övmek veya yermektir. Görülüyor ki insanlar dinden ayrılıp başka bir sisteme geçmiyorlar, bir dinden başka bir dine geçiyorlar. Din duygusu hiçbir zaman ölmüyor. Mevcut bir dinin yerine geçmek üzere ortaya atılan her sistem yine bir dinî sistem oluyor. Son yüzyılın siyasî ve sosyal doktrinleri din adı altında ortaya çıksalar, çok kimsenin anlamadan hayran kaldığı ilmin maskesini takmasalar, herhalde fazla taraftar bulamazlardı. Bu anlattıklarımız çerçevesinde pozitivist bir din reformcusunun veya devrimcinin.durumunu nasıl değerlendirebilir? «Müsbet ilim» ve «rasyonel düşünce» gibi sloganlarla geleneksel dinlerin geçersizliğini iddia edenler acaba bütün insanların kabul edebilecekleri kadar açık-seçik ve kesin bu hakikat sistemi mi bulmuşlardır? Yeni bir inanç sistemini bize benimsetmek için dayandıkları otorite nedir? Geleneksel dinlerin yerine yeni bir sistem teklif edenler hakikatte o dinler kadar doğru veya onlar kadar yanlış, fakat her halde onlar gibi irrasyonel bir yeni dinin peygamberi durumundadırlar, insanların bugüne kadar hakikate yaklaşmak üzere geliştirdikleri en objektif ve üniversel sistem ilimdir, fakat ilim ne din gibi irrasyonel konularla uğraşır, ne de ilim adamları peygamberlik iddia ederler. İlim doğruluğu veya yanlışlığı araştırılabilen hipotezlerle meşgul olur, böyle bir isbat veya red konusu olmayan inançlarla değil. İlim adamları arasında dinsiz olanların da dindar olanların da bulunuşu gösteriyor ki ilim insana belli bir inanç sistemi verecek mahiyette değildir. Bir ilim adamının Tanrı'ya ne inanması ne de inanmaması ilmin bir gereğidir. Filânca âlimin dindarlığı Ta'nrı'nın varlığını isbat etmeyeceği gibi, bir başkasının inanmaması da onun yokluğunu isbat etmez- Şu halde «müsbet ilim» sloganıyla dine karşı çıkan devrimci ile ilmin kutsal kitaplardan çıktığını söyleyen bir kimsenin muhakemeleri aynı seviyededir ve ikisi de yanlış düşünmektedir. Ancak, bu iki düşünce ilim mantığı bakımından aynı olmakla beraber pratikte çok büyük farklar doğurmaktadır; zira atom fiziğinin Kur-.an'dan veya İncil'den çıktığını söyleyen dindar iki sistemi -din ve ilim- kendi kafasında bir tuttuğu için ilmî düşünceye engel olmadığı halde, Tanrı yerine maddî kuvvetleri koymaya çalışan bir devrimci milyonlarca insanın hürriyet ve saadetine zorla müdahale.etmektedir. Devrimcinin burada yaptığı iş bir hıristiyanın bir müslümanı zorla tanassur ettirmesi veya bir müslümanın bir hıristiyanı zorla ihtida ettirmesi gibidir. Buraya kadar dini sırf bir bilgi sistemi olarak ele alınca düşülen hatalara işaret ettik. Bir de dinin sosyal hayattaki yerini ve önemini bilmemek yüzünden düşülen hatalar Mar ki, önümüzdeki yazıda bunları göstermeye çalışacağız. 14

Seyredip, imrenerek, «Şu yakın göldeki su, Su değil!» dersin : o, Suların en durusu! Hava, çiğdem havası; Koku, sümbül kokusu! G Ö L Gülüyor göl, doğuda, Yakamozlar dolusu; Suyunun, gökten inen Bir bulutttur kuğusu... Hava, çiğdem havası; Koku, sümbül kokusu! Kurutur saçlarını, Yıkanıp, bir yersu; Renginin farkedilir Açığından, koyusu... Hava, çiğdem havası; Koku, sümbül kokusu! ARİF NİHAT ASYA 15

YABANCI ÖZEL ADLARIN SÖYLENÎŞÎ JBu konuda yaygın olan fikir ve kullanılış; yabancı özel adları bağlı bulunduğu dildeki telâffuza göre söylemek ve okumaktır. Okumuş kimseler, bilhassa yabancı dil bilenler yabancılar gibi telâffuz edilmeyen özel adlar karşısında derhal tepki göstermektedirler. Aslî telâffuza uymayanları cehaletle suçlamakta, hatta onlara çok bilmiş edasıyla gü- Jümsemektedirler. Acaba bu konuda tutulacak yol böyle mi olmalıdır? Bizce hayır. Bu hükmümüzün çeşitli sebepleri vardır. Bir kere başka hiçbir millet böyle bir gayretin içinde değildir. Aynı ismi ingilizler Rabırt, Fransızlar Rober şeklinde söylemektedirler. Hiçbir îngiliz Ahmed'i bizim söylediğimiz gibi söylemeğe çalışmaz. «Ehmıt» gibi bir şey söyler. Nasıl ki biz de Araplar gibi «Ahmad» demeyiz. Fransız kültürüyle yetişmiş bir Süryâni tanımıştım. «Körk Daglıs» değil, «Kirk Duglas» diyordu- Haberi okuyanlar bilirler; Alman sinema oyuncusu Elke Sommer, Holivuda gidince Elki Samır oldu. Holivut filimcileri bunun için direndiler. Cüneyt Arkın'ın da italya'da Con Arkın olduğu mâlumdur. İkinci ve daha mühim bir sebep dillerin yapısından gelmektedir. Her dilin ayrı ünlü {vokal) ve ünsüz (konsonant) sistemleri vardır. Bir dildeki sesler, telâffuz bakımından başka dildeki seslere benzemezler. Arapçada üstünle harekelenen ünlü; ne tam anlamıyla a, ne tam anlamıyla e'dir. İkisi arasında bir ünlüdür ve bunu bir Türk'ün söylemesi güçtür. Onun için bu hareke bizde ya a, ya e şekline dönmüştür. Azerbaycan'da çoğunlukla e olmuştur. Fransızcadaki r ile Türkçedeki r ayrı ayrı seslerdir. Arapçadaki v. çift dudak ünsüzü; Türkçedeki v, diş-dudak ünsüzüdür. Nikson kelimesinin ikinci hecesindeki ünlü Türkçede yoktur. ı'ya yakın bir ünlüdür, fakat i değildir. Şimdi, bu sesi çıkarmağa çalıştığımızı ve çıkardığımızı düşünelim. Türkçe konuşurken Türkçe kelimeler arasında Nikson'u aslî telâffuzuyla söylediğimiz takdirde Türkçede bulunmayan bir ünlüyü araya karıştırmış olacağız. Bu da dilin yapısıyla çelişecektir. Nasıl ki bir Fransız da Fransızca konuşurken Receb'i bizim söylediğimiz gibi söylemeğe kalkarsa Fransızcanın yapısına uymamış olur. Bir başka sebep aynen telâffuzun imkânsızlığıdır. Ana dili Türkçe olan hiçbir Türk, ne kadar Amerikanca bilirse bilsin Nikson'u bir Amerikalı gibi söyleyemez. Her milletin ayrı bir hançeresi vardır. Bu hançere bebeklikten itibaren gelişir ve şekil alır. Yabancı hançerelere uyması imkânsızdır. Hal böyle olunca kelimeyi Amerikalı gibi söylemeğe kalkarsak, hem kendi dilimizin tabiiliğini bozmuş olacak, hem de kelimeyi tam mânasıyla doğru söylemiş olmayacağız. Belki telâffuzumuz bir Amerikalıya göre yine gülünç olacak. Öyleyse ne yapacağız? Özentiyi bırakacak; yabancı özel adları kendi hançeremize uyduracağız. Bunda pıratiğin, halk kullanışının, dolayısıyla aslî dildeki imlânın da rolü olacak. Yani bir yandan aslî dildeki imlâya uyulurken, bir yandan da Türk hançeresine uyulacak. Bu ikisinin kaynaşması, kelimenin dilimizdeki telâffuzunu tayin edecek. Tabiidir ki çok kullanmak zorunda olduğumuz kelimelerden başlamak üzere bu işi tayin edecek ehil bir komisyona ihtiyaç vardır. Bu komisyon daha teferruatlı olarak umdeleri tesbit eder. Kullanacağımız her yabancı özel ad için bu umdeler tatbik edilir. Biz, çok kullanılan bazı yabancı özel adlar için tekliflerde bulunarak yazımızı bitirelim; Nikson, Conson, Edvar, Het, Elizabet, Margaret, An, Enver Sedat, Kılay, Fırayzer, Forman, Mark Sipit, Kırk Duglas, Rok Hutson, Natal i Vot, Nevyork. Vaşinkton, Bengaldeş v-b. Bu yazı meseleyi ortaya koymak için yazılmıştır, onuyla ilgilenenlerin teklif ve düşüncelerini bekliyoruz. ER CİLASIN 16

İLİM VE MUHAFAZAKÂRLIK Cambridge baştan sona eski binalarıyla, kiliseleriyle, daracık eğri - büğrü sokaklarıyla - bugüne göre küçük - bir Ortaçağ şehridir. Aslında bütün İngiltere'de fakat bilhassa bu şehirde herkes evinin şu kadar asır veya yıl eskiliğiyle, oturduğu sandalyenin bilmem kaçıncı atasından kalmışlığıyla öğünür. Dedesinin dedesi burayı yatak odası olarak kullanmıştır, şu odada babası güvey girmiştir, salondaki bu koltukta babannesi örgü örmüştür. Dökülen bir sıvanın tamiri holün mîmarîsini bozar mı diye altı ay düşünülür, eskiyen bir masanın ayağına çakılacak bir çivi için birkaç bilenin görüşü alınır. At arabasıyla ulaşım devrinin ihtiyacına göre yapılmış sokakların Rolls Royce'lar için genişletilmesi binaların yerlebir edilmesi düşünülmez. Yolların çoğu halâ taş döşelidir. Modern arabalar bu yollara sığmıyor mu? O halde halk kendiliğinden araba sayısısını tahdit etmiştir: Yetmiş yaşındaki dünyaca meşhur profesör fakültesine, ihtiyar nene pazara, küçücük öğrenci okula bisikletle gider. Arabalar için büyük park sahaları yerine, her evin her binanın önüne bisikletlikler yapılmıştır, herbirinde onlarca yüzlerce bisiklet. Zamanla kararmış binaların temizlenmesi için büyük paralar harcanır. Her küçük boşluk park yapılmış çiçek ekilmiştir. Yol kenarındaki bir ağacın kesilmesi bütün şehrin tartıştığı bir konu olabilir. Mehmet ŞAHİN Dünyaca taınmış Cambrige Üniversitesi ismini bu şehirden alır Fakülte binalarının herbiri bir başka asırda yapılmıştır. Burada her şey tarihtir, herşeyin bir hatırası bir özelliği, mad- 17

MEHMET ŞAHİN denin ötesinde bir ruhu vardır. Şu odadaki kitapları Darwin kullanmıştır, bu sırada Keynes oturmuş, şu bahçede Newton gezinirken yerçekimi kanunlarını keşfetmiş, falan prens talebeyken bu odada kalmıştır. Duvarlarda yağlıboya tablolar, resimler, şemalar, şiirler, metinler. Yaşlı ve genç profesörler, «profesör» ünvanına ihtiyacı olmayan ama kendi konusunda devrim yapmış ilim adamları siyah cübbeleri ile dolaşırlar. Bahçede talebeleriyle sohbet eder, okulda, sokakta, evlerinde en çetin meseleleri tartışırlar. Burada herşeyin başı gelenektir, sonra tarih şuuru, millet şuuru, iiim şuuru gelir. Konuşamayacağınız, yazamayacağınız konu yoktur. Ama hele birine şu fikri savunduğu için yan bak, maddî manevî baskı yap, veya ötekini dövmeye yelten, daha ötesi anarşi tezgâhla; işte o zaman gününü görürsün. Önce en yakın arkadaşın dikilir karşısına, sonra yurt idaresi sorguya çeker, daha sonra da fakülte disiplin kuruluna hesap verirsin ve bir daha da üniversiteden içeri adımını atamazsın. Bu üniversitenin tarihinde huzur ve sükûnun ihlâl edilebildiği görülmemiştir. Hatta ihtilaller yapan pekçok kafa burada yetiştiği hâlde... 1968 de Almanya'yı birbirine katan Rudy Dutschke daha sonra Cambridge Üniversitesi'ne talebe olarak geldiği zaman sesini - soluğunu kesip kuzuya dönmüştür. Bu üniversitede yetişen ihtilâlcilerin birisi de Charles Darwin. Bütün semavî dinlerin insanın yaratılışını Adem ile Havva'ya bağlayan öğretisini yıkıp yerine tekâmül nazariyesini getirmeye çalışan adam. İslâmiyet gibi Hristiyanlığın da en önemli temellerinden birini sarsmaya, yıkmaya çalışan bir koca ateist. Fakülte binalarının hemen yanında Derwin'in bir evi var. Oldukça eski, iki katlı bir ev. Şimdi kütüphane olarak kullanılıyor. İçinde Darwin'in ailesine ait bir sürü eşya, duvarlarda dedesinin babasını portreleri vesaire. Bu eski evin mimarisiyle mütenasip yeni bir bina yapılmış: Darwin Koleji. Cambridge'de yurt anla mına da geliyor. Burası da talebelerin yattığı bir yurt. Her türlü konforu haiz, uzunca, iki katlı, her öğrencisinin bir küçük odası var. Bir akşam beni Darwin Koleji'ne orada kalan bir arkadaşım yemeğe çağırdı. Saat yedide alt kattaki holde toplandık. Bütün öğrenciler siyah cübbelerini giymişlerdi. Yine siyah cübbeler içinde bir kaç tane de hoca var. Cambridge Üniversitesi geleneğine göre yemeğe çıkmak dahi resmî kıyafet giymeyi gerektirecek bir vesile sayılıyor. Tam saat yedide ciddî tavırlı bir garson gelip hole girdi ve oradaki bir profesöre doğru yönelerek yüksek sesle yemeğin hazır olduğunu söyledi. Önde hocalar arkada öğrenciler üst kattaki sekiz köşeli yemek salonuna çıktık. İkisi biribirine paralel bir de onlara dikey uzun masa konmuş. Hocaların oturduğu dikey olan masa yerden biraz yüksekte. Girdikten sonra hiç kimse masalara oturmadı. Herkes, hocalar dahil, oturacağı sandalyenin tam arkasında hazırol veziyetinde ayakda yerlerini 18

MEHMET ŞAHÎM aldılar. Hareket ve konuşmalar kesildi. Hocaların masasının en ortasında yerini alan profesör yüksek sesle tek kelimesini dahi anlamadığım Lâtince kısa bir dua okudu. Dua bitince hepbir ağızdan «amen» dediler. Ve sonra sandalyelere oturuldu. Şaşırdım. Üniversitede, talebe muhitinde, bu merasim, bu resmiyet, bu dua... Ve hele bu Darwin Koleji'nde büyük çelişki değilmi? Semavî dinlerin temelini yıkmaya çalışan adamın ruhuna inadına mı yapılıyor bu dua nedir? Canım bu üniversitenin geleneğiyle bile Darwin gibi bir adamın Kolejinde bu gelenek niye kalkmaz ki? Sonra Darwin'in ruhu azap duymazrm bu duadan? Tabiî okuyucu diyecek ki: «insanı tamamen madde ile izah eden adamın ruhu olur mu?» Doğru, Darwin'in ruhu yoksa bu duadan azap da duymayacaktır. Fakat varsa, bu dua inkarcılığına belki medar olacağından sevinecektir. Garsonlar önce çorbaları dağıttı. İsteyenin kadehine kırmızı şarap koydular. Sonra sırayla diğer yemekler geldi. Herkez birbiriyle sohbet ediyor, bir araştırma veya bir tez üzerinde görüşüyorlar. Bu yemek bir saat sürdü. Yemeğini erken bitiren de yerinde oturup bekliyor. Tam saat sekizde hepbirden ayağa kalktılar. Sessizlik, ve başkanın Lâtince kısa duası. Yine hepbir ağızdan «amen». Hocalar önde öğrenciler arkada aşağı hole indik. Garsonlar kahve getirdi. Eriyip giden sohbetlerle yavaş yavaş dağıldılar. Üniversite binalarının merkezî bir yerinde çok büyük bir kilise var. İsmi Kralın Kilisesi. Bu şehirdeki pek çok bina gibi o da kavuniçi renkli yonu taşlarından Gotik üslubuyla dört asır önce yapılmış. Aslında bu şehirde pekçok kilise var fakat en önemlileri bu. En eskileri de 12. asırdan kalma küçücük, Norman stilinde yapılmış Yuvarlak kilise. Şehir halkı Yuvarlak kiliseyi gözleri gibi koruyorlar, çünkü kendileri için bu şehrin tapusu üzerindeki en önemli tarihî mühür. Aklıma, İznik'teki Osmanlı Mimarîsinin başlangıcı olan Hacı Özbek Camisi'nin yarısını yol genişletiyoruz diye yıkışımız geliyor. Osmanlı Mimarîsi Tarihi kitabında Geoffrey Godwin bu olayı «akı! almaz bir gaflet» olarak niteler. Dönelim Kralın Kilisesi'ne. Bu Kilise'nin üniversite öğrencilerinden teşekkül eden bir büyük korosu vardır. Her pazar yapılan âyinde Hristiyan ilâhileri söylerler. Bu koro İngiltere'de o kadar meşhurdur ki, söyledikleri ilâhîlerin plâkları her tarafta satılmakta, hatta özel vitrinler düzenlenmektedir. Kilisenin pencerelerindeki İncil'den konular alan resimler cam işçiliğinin en güzel örenkleri olarak nitelenir. Gotik Mimarînin taşın kalınlığını hissettirmeyen dantel kıvrımları bu binada daha bariz gibidir. İnce dikey sütunlar zarif kavislerle ufkîleşip tavanda kaybolur. Duvarlarda azizlerin ve bazı efsanevî hayvanların heykelleri vardır. Bu bina Cambridge muhafazakar sisteminin bir senbolüdür. Etrafında, Kralın Koleji, İsa Koleji, Aziz John'un Koleji, Kraliçe'nin Koleji, Aziz Kater'in Koleji, Teslis Koleji, Aziz Edmund Evi, Churchill Koleji ve diğerleri yer alır... 19

TÜRK TARİHİNİN ZAMAN YER VE SINIRLANDIRILMASI Türk'ün kurmuş olduğu devletlerin sayısı üzerinde de bizde bir birlik olmadığını, bu konunun da bilen ve bilmiyenler tarafından açık arttırma konusu yapılmakta olduğunu, bizim yaptığımız tesbite göre arttırmanın bugün 104 rakamına ulaştığını yukarda belirtmiş idik. Bunun sebebi nedir? Niçin herkes devlet sayımızı artırmakta birbiri ile yarışmaktadır? Yukarıda meseleyi bir bütün olarak almış, umumî sebepler üzerinde durmuştuk. Burada bir kere daha belirtelim ki, bu sebeplerin başında hiç şüphesiz, Tür k'ün başka herhangi bir ırkta görülmedik şekilde çok geniş coğrafî alanlara yayılmış olmasıdır. Bu husus, insanımızda çok devlet kurulmuş olacağı kanaat ve düşüncesini telkin etmektedir. Öyle ya, üç kıtaya yani eski dünyanın tamamına yayılmakla Türk elbetteki bir devlet değil, sayısız devletler kurmuş olacaktır. Böylece, soyunun en yaygın olmasının kendiliğinden Türk'de uyandırmış olduğu gurur devlet sayısının artırılmasına da elbette ki başlıca âmil ve saik olacaktır. Bu umumî âmil ve saikin yanında ortak bir görüş ve anlayış da yer almış bulunmaktadır; Beylikler, kırallıklar, imparatorluklar kuran küçüklü büyüklü her Türk sülâlesinin ayrı birer devlet olduğu görüş ve anlayışı. Bir gurur havası içinde bu görüş ve anlayıştan hareket ederi her Türk elindeki büyülteci Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları üzerinde gezdirmekte, gözüne çarpan irili ufaklı her Türk hâkimiyetini ayrı birer devlet olarak not etmektedir. Buna, tâbir caiz ise, sülâlelerin gayret keşliğini de eklemek yerinde olur. İktidarı ele geçiren sülâleler sağlam bir şekilde tutabilmek için kendilerinden önceki sülâleleri yerin dibine batırmışlar sanki her şey kendi iktidarları tarafından getirilmiş, yapılmış, yaratılmış gibi bir havayı hâkim kılmaya çalınmışlardır. Bütün bu faaliyetler dönüp dolaşıp kendilerinin ayrı birer devlet olduğu noktasına gelip düğümlenmiştir. Bu husus bilhassa Osmanoğullarında ve onların tarihçilerinde cok açık olarak görülür. Aynı tutum Cumhuriyet devrinde de bazı kimseler tarafından tekrarlanmıştır. İşte bütün bu âmil, saik, görüş,, anlayış ve kanaatların tesiri altında Türk'ün kurduğu devletler üç kıtaya yaydırılmakta ve bunların sayısı da yüz dörde kadar çıkarılmaktadır. Acaba gerçekten Türkler tarafından kurulan her sülâle bir «devlet» midir? Eğer böyle ise, o takdirde Türklerin kurduğu devletlerin sayısı hem kabarık olacaktır, hem 20

DEVLET SAYISI BAKIMINDAN DOÇ. DR. CEVDET GÖKALP de gerçekten üç kıtaya yayılmış bulunacaktır. Bu duruma göre, meselenin düğüm noktası, kanaatimizce, «devlet» terimindedir. «Devlet» in mahiyeti meselemize ışık tutacak, aydınlık getirecek, kısaca onu ilmiliğe kavuşturacaktır. Tarihçilerimiz şimdiye kadar hep devlet demiş durmuşlar, fakat devletin ne olduğu ve ne olmadığı üzerinde hiç, ama hiç mi hiç durmamışlardır. «Devlet» her şeyden önce bir hukuk terimidir. Hukuk, hususi hukuk âmme hukuku olmak üzere önce ikiye ayrılır. Amme Hukuku kendi içinde idare Hukuku, Ceza Hukuku ve Devletler Hukuku olmak üzere üçe ayrılır. Devletler Hukuku da kendi içinde bölünmeye uğrayarak Devletler Umumî Hukuku ve Devletler Hususî Hukuku olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Şu hale göre, «devlet» umumî olarak Amme Hukukunun terimlerinden biri olduğu gibi hususî olarak da Devletler Hukukunun temel terimi olmaktadır. O halde, âmme hukukçularının anladığı şekilde «devlet»'i anlamak, Türk'ün kurduğu devletlerin sayısını tesbit bakımından tutulacak en ilmî yoldur. Bilindiği üzere, ilim demek sınır, çerçeve demektir. Bir şeyin sınırlarını çizebilmek ise ancak o şeyi tanımlamakla mümkün olabilir. Tanım aynı zamanda o şeyin unsurlarını.da. başka bir deyişle, o şeyin nelerden oluştuğunu da ortaya koyar. Böylelikle incelemek için, ele alınan o şey, başka şeylerden ayırt edilmiş bir şekilde ortaya çıkmış, gözler önüne serilmiş olur. Bu itibarlar, âmme hukukçuları, özellikle devletler hukuku müellifleri de «devlet» i tanımlamakla işe başlamışlardır. Fakat devletler hukukunda bugüne kadar henüz «efradını câmi, ağyarını mâni» bir «devlet» tanımı üzerinde anlaşılmış değildir. Bu, Devletler Hukukunun nisbeten yeni bir disiplin olmasından ileri geldiği kadar, mücerret, «tanım» ın mahiyetinden de ileri gelmektedir. Çünkü, Aristoteles'in de işaret ettiği gibi, «her tanım tehlikelidir». Her tanım öyle olmalıdır ki «efradını câmi ve ağyarını mâni» bulunsun. Böyle bir tanıma ulaşmak ise kolay değildir. Bu kolay olmayışı birkaç örnekle gözler önünde daha iyi canladırmağa çalışalım : Ord. Prof. Muammer Raşit Seviğ'e göre, «devlet», «Müşterek bir hâkimiyete münkad ve muayyen bir toprak üzerinde sâkin olup bütününün istiklâline ve âzasından her birinin bekas;na riayet ettirmek maksadını taşıyan ailelerin birliğidir» (7) Paris «Ecole des Sciences Politiques» profesörlerinden Charles Dupuis'ye göre ise «devlet, muayyen arazi üzerine yerleşmiş, gerek dahilde, gerek hariçte müstakil surette hareket eden, aynı otoriteye tabi insanların topluluğudur» (8). (7) Devlet Umumî Hukuku, s. 6, 70. {8) Prof. Zeki Mesut Alsan, Devletler Hukuku Dersleri, s- 9. 21