ELMALI İRFAN ve SEVGİ ŞEHRİ Ed. Bilal KEMİKLİ
Elmalı : İrfan ve Sevgi Şehri Ed. Bilal KEMİKLİ ISBN: 978-975-450-15-9 İç Düzen Ahmet ÖGKE Kapak Bahar Ajans Baskı ve Cilt Barış Matbaası Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C blok No: 291 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 674 85 28 İletişim Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Derneği Adres: Tarım Mah. Perge Cad. Gündoğdu Sitesi Perge Apt. Kat:3 Dâire: 10 / ANTALYA Tel: 0242 312 10 03 E-posta: info@akik.org.tr www.akik.org.tr Antalya, 2009
Tasavvuf ve Kültürümüz Mustafa KARA Sinan-ı Ümmî veya Ümmî Sinan, bu topraklarda yetişen, Anadolu nun bereketli topraklarında yetişen yüzlerce gönül adamlarımızdan biridir. Bendeniz, Ümmî Sinân ın beslendiği irfânî gelenek hakkında genel bazı değerlendirmeler sunmak istiyorum, sizlere. Zira Ümmî Sinan ı anlamak için, tasavvufun ne olduğunu bilmek lâzımdır. Tasavvufu bütünüyle kavrayabilmek için, İslâm ı anlamak ve tanımak gerekiyor. İslâm ı bütünüyle kavrayabilmek için ise insan gerçeğine bakmak gerekir. Dolayısıyla sözümüzün başında, insan diyelim ve yürüyelim: İnsan kelimesi ile ilgili dilcilerimiz iki konuya işâret ediyor. Yani Arapça olan bu kelimenin kök anlamında iki farklı anlam var: Bunlardan biri; insan ın nisyân kökünden türeyen bir kelime olduğudur. Yani unutmak kökünden, hani hâfıza ile beşer nisyân ile ma lûldür diye bir söz var ya, işte oradaki nisyân. Yani insan, unutmak kökünden isim alan bir varlıktır. Yani insan, unutan bir varlıktır. Dilcilerin diğer grubuna göre ise insan kelimesi ünsiyet kelimesinden türemiştir. Ünsiyet ise dostluk demektir. İşte bu noktada tasavvufun fonksiyonuna geçebiliriz: İster insan kelimesini nisyan kökünden getirelim, ister ünsiyet kökünden getirelim; şöyle bir cümle kullanabiliriz: Tasavvuf kültürü, tasavvuf düşüncesi, tasavvufî hayat, insana unuttuklarını hatırlatır. Tasavvufî hayat, insana dost olmanın yollarını gösterir. Bunlarda ikisi de geçerlidir. İnsana unuttuklarını hatırlatmak tâ elest bezminden verdiğimiz sözleri hatırlamak ve hatırlatmak.. Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi, Bursa.
6 Elmalı : İrfan ve Sevgi Şehri Unutmanın zıddına gelelim: Arapça da nisyân kelimesinin zıddı zikir dir. Bir başka ifâdeyle, zikir kelimesinin zıddı nisyândır. O zaman zikir kelimesinin anlamını da farklı anlıyoruz: Zikir hatırlamak demektir. Ve tasavvufun omurgasıdır. Tasavvufî hayâtın, tasavvufî düşüncenin temel terimlerinden biridir zikir. Ve nisyânın zıddıdır; yani hatırlamaktır. Şimdi ilgili âyeti de hatırlıyorsunuzdur. Peygamberimize hitâben Yüce Allah şöyle buyuruyor: Hatırlat! Sen bir hatırlatıcısın senin vazîfen hatırlatmaktır. Senin vazîfen insanlara unuttuklarını hatırlatmaktır. Dolayısıyla peygamberin de görevi bu, dînin de görevi bu, tasavvufun da görevi bu: Unuttuklarımızı hatırlatmak.. İkinci konu ise dost olmanın yollarını göstermektir. Kur an da yine velî kelimesi ve onun çoğulu olan evliyâ kelimesi, geçmektedir. Bunları da biz dost olarak tercüme etmekteyiz. Evliyâullah kelimesi Kur an da geçmektedir. Allah ın dostları demektir. Ve bizim kültürümüzde Allah dostları, daha çok mutasavvıflar için kullanılır. Aslında Kur ân-ı Kerîm in ölçülerine göre Allah ın istediği kalitede kul olan herkes Allah dostudur. Ve Kur ân ın ölçülerine göre Allah dostu olmanın iki temel şartı vardır. Bu âyet-i kerîmede ifâde ediliyor. Evliyâullah kelimesinden sonra iki kelime daha ilâve ediliyor: Ellezîne âmenû ve kânû yettekūn. Kimdir evliyâullah? Gerçek mü min olanlar ve gerçekten takvâ sâhibi olanlar.. Bunlara Kur ân-ı Kerim, Allah dostu ifâdesini kullanıyor. Dolayısıyla tasavvufun ister unutma anlamını alalım, insan kelimesiyle ilgili; ister dost olma anlamını alalım; netîcede tasavvufun hedefi, böyle bir insan tipini ortaya koymaktır. Şimdi insan dan insanlık medeniyeti ne geçelim. Daha sonra da İslâm medeniyeti ne gelelim: İnsanoğlunun yeryüzünde gerçekleştirdiği en büyük organizasyona medeniyet diyoruz, bunu biliyorsunuz. Medeniyet, yeryüzünde insanoğlunun gerçekleştirdiği en büyük organizasyondur ve bunun olmazsa olmaz unsurları vardır. Ne zaman kurulmuş olursa olsun, nerede kurulmuş olursa olsun, medeniyetlerin olmazsa olmazları vardır. Bunları şöyle toparlamak mümkündür. Başka tasnifler de yapılabilir. Bendenizin tasnîfi şöyle: 1. İlim ve irfan boyutu 2. Fikir ve felsefe boyutu 3. Güzel sanatlar boyutu
Tasavvuf ve Kültürümüz / M. Kara 7 4. Siyâsî mekanizma. İlk üçünü bir araya getiren, koruyan, kollayan, geliştiren ve bunlara maddî ve moral destek veren siyâsî mekanizma. Siyâsî mekanizma olmadan, bunları bir araya getirip helva yapmak gerçekleşmiyor. Dolayısıyla medeniyet demek, içinde ilim ve irfanın fikir ve felsefenin ve güzel sanatların şâheser örneklerini ortaya koyan bir faâliyet demektir. İnsanoğlu yeryüzünde bugüne kadar pek çok medeniyeti gerçekleştirmiştir. Şüphesiz bu medeniyetlerden biri de İslâm medeniyetidir. Tarihte bir İslâm medeniyeti var mı? Var! Bunu sadece biz mi söylüyoruz? Yani biz mi gelin güvey oluyoruz, kendi kendimize? Hâyır! Bunun beyne l-milel kriterleri var. Bu kriterlere göre bir İslâm medeniyetinin varlığından bahsediyoruz. Nedir bu kriterler? Bu objektif kriterler? Çünkü kimse ayranın karadır demez. Herkes, bir medeniyet kurduğundan bahsedebilir. Ama aslında bunun objektif bir ölçüsü olmalı. Medeniyetlerin objektif ölçüsü nedir? Şudur: Bu sahalarda yani ilim, irfan, fikir, felsefe ve güzel sanatlar alanlarında ürettikleriniz, ortaya koyduklarınız, insanlığa sunduklarınız; başka toplumlara, başka kavimlerle, başka kültürlere mensup insanlarca taklit edilme ihtiyacı hissediliyorsa, sizin medeniyetlerinizin eserlerini tercüme etme ihtiyâcı hissediliyorsa, böyle bir ihtiyaç hissediyorsa ötekiler, bu sizin o konuda zirveyi yakaladığınıza işârettir. Dolayısıyla İslâm medeniyeti oluşurken, başka medeniyetlerden eserler tercüme etmiştir; bu doğrudur. Ortadoğunun kadîm dillerinden eserler tercüme etmiştir; bu doğrudur. Çünkü bütün medeniyetler, yürüyüşüne böyle başlar; ama İslâm medeniyeti oluştuktan sonra, başka kavimler ve toplumlar, bu sefer bu medeniyetin ortak dili olan Arapça yı öğrenme ihtiyâcı hissetmişlerdir. Hepinizin bildiği gibi, Avrupa da batılılar Arapça yı öğrenmişlerdir. Niçin? Çünkü İbn-i Rüşd ü anlamak istiyorlardı; sebebi bu. İbn-i Rüşd ü okumak, anlamak ve yorumlamak istiyorlardı. İbn-i Rüşd Arapça yazdığı için, 1000 (bin) yıldır Avrupa Arapça biliyor, Arapça öğreniyor. Daha da fazla belki. Sebebi, Arapça ya âşık olduklarından değil, sebebi Kur ân a âşık olduklarından değil. Sebebi, İbn-i Rüşd, İbn-i Sînâ gibi, Fârâbî gibi büyük düşünürlerin düşüncelerini anlamak, bunu orijinal metinlerinden kavramak ve yapabilirlerse buna bir katkı vermek, katkı sağlamak. Esas sebep bu..
8 Elmalı : İrfan ve Sevgi Şehri Dolayısıyla bu anlamda kültür ve medeniyet tarihine baktığımızda, İslâm ın temel dillerini öğrenmek isteyen, kavramak isteyen ve İslâm medeniyetini, İslâm düşünürlerinin ortaya koyduğu eserleri, Müslüman mutasavvıfların ortaya koyduğu eserleri anlamak ve kavramak isteyen bir kitlenin olduğunu görüyoruz. İşte bu ölçü, objektif bir ölçüdür ve İslâm medeniyetinin varlığını göstermektedir. Bu ölçüyle ilgili konuların bir kısmı bugün de devam ediyor. Yani İslâm medeniyetinde ortaya konan bazı eserlerin aktüalitesi, canlılığı bugün de devam ediyor. Evet, bazı konularda aşağılara düştük, zayıf düştük; ama bazı eserlerimiz bugün hâlâ yeryüzünde bir dünyâ klasiği olarak okunuyor. Bugün Muhyiddîn İbnü l-arabî dünyâda bir klasik olarak eserleri okunan bir şahıstır. Mevlânâ, kezâ eserleri dünyâ çapında okunan ve hâlâ 2008 yılının insanlarını zihnen ve mânen besleyen bir özelliğe sâhiptir. Kezâ güzel sanatlarda ortaya konulan eserler, güzel sanatların şiir alanında olsun, mûsikî alanında olsun, mimârî alanda olsun, hüsn-i hat alanında olsun, ortaya konan şaheserler hâlâ bugün yepyeni, dipdiri ve capcanlıdır. Ve hâlâ bugün kâinâta ve bütün insanlığa mesaj vermeye, hakla hakîkatle, aşkla, güzellikle ilgili konularda mesaj vermeye devam ediyor. Demek ki bir İslâm medeniyeti gerçeği vardır ve bu gerçeğin en azından bazı dalları, bazı kolları bugün de yaşamaya ve insanlara mesaj vermeye devam etmektedir. İşte bu medeniyetin atar damarlarından biri de tasavvuftur. Tasavvufî düşünce, bu medeniyeti destekleyen, bu medeniyete güç veren, bu medeniyete renk veren bir anlayıştır, bir düşünce tarzıdır, bir yaşama tarzıdır. Tasavvuf ne zaman çıktı, tarîkat ne zaman çıktı, bunlar geniş bir konudur; ama kısaca şunu söyleyelim: Bunlar, bugünden yarına kısa bir sürede ortaya çıkan şeyler değildir; uzun bir süreç takip etmiştir tasavvufî konular. İslâm medeniyeti ile ilgili birçok konunun özü ve nüvesi, asr-ı saâdette vardır. Ama bunların müesseseleşmesi, büyümesi ve kurum olarak ortaya çıkışı, tabiî ki sonraki yüzyıllara âitir. Bunun için size bir benzetme imkânı vermesi için şöyle bit hatırlatma yapabilirim: Mescid-i Nebevî, Medîne deki Mescid-i Nebevî, peygamberimizin mescidi. Şimdi onun bugünkü fotoğrafını hayâlinize getiriniz. Bu Mescid-i Nebevî nin bir de Hz. Peygamber zamanındaki fotoğrafını tahayyül ediniz. Yani altı kum,
Tasavvuf ve Kültürümüz / M. Kara 9 üstü hurma dalları ile örtülü bir gölgelik. Bir de şimdiki Mescid-i nebevî yi bir daha gözünüzün önüne getirin. Aralarında ne kadar büyük fark var! Ama onun adı Mescid-i Nebevî idi. Bugün de Mescid-i Nebevî. Maddî olarak tabiî ki çok değişti. Bir açıdan bakarsanız, bugünkü Mescid-i Nebevî ile o günkü Mescid-i Nebevî nin arasında hiçbir ilgi yok; hattâ onu yıkalım da diyebilirsiniz, bu asr-ı saâdete uymuyor diyebilirsiniz. Bu da bir düşünce tarzıdır. Ama bendeniz öyle düşünmüyorum. Bendeniz, bu örnekle, size tasavvufun olsun, tarîkatların olsun, mezheplerin olsun, ilimlerin olsun, nereden nereye geldiğini anlatmak istiyorum. Dolayısıyla tasavvuf ve tarîkatların da diğer anlayışların da mektepleri, mezheplerin de tohumu, özü, nüvesi asr-ı saâdette vardır. Ama onların toprak altındaki ömrünü tamamlayıp, o tohumun yeryüzüne çıkması bir zaman ister. Bütün tohumlar yere atıldığı gün yeryüzüne çıkmazlar. Yeraltında bir çile dönemi vardır. O dönemi geçirmesi gerekir. İklim şartları uygunsa, tohum yeryüzüne çıkar ve büyümeye başlar. Bundan sonra da bir süre gerekir; büyür, dal budak salar, çiçek açar, meyve verir. Ama bu uzun bir süre alır. Bazı meyvelerde, bazı ağaçlarda birkaç yıl alır. Toplumdaki kurumlar da böyledir, sistemler de böyledir. Dolayısıyla eskiden tarîkat mı vardı? Bunlar da nereden çıktı? Hz. Peygamber devrinde mezhep mi vardı? Bunlar nerden çıktı? gibi çok basit sorular sormadan, daha gerçekçi bir şekilde bu olaylara bakmak gerekir. İşte tasavvufî hayâtın tohumu orada olan, ama daha sonraki yüzyıllarda sûfîlerin, mutasavvıfların nefesleriyle, eserleriyle, sohbetleriyle, yorumlarıyla gönül adamlarının hizmetleriyle Ümmî Sinan larla, Abdal Mûsâ larla, Hacı Bektaş-ı Velî lerle bugüne ulaşan bir anlama ve yaşama tarzıdır. Ve bu hayat, bu tasavvufî hayat, insanın çok özel bir boyutunu gün ışığına çıkardığı için, aydınlattığı için, bugün olduğu gibi yarın da yaşayacak, kıyâmete kadar devam edecektir. Çünkü Ümmî Sinan ların mesajı günlük değildir. Niyâzî-i Mısrî lerin, Mevlânâ ların mesajı günlük değildir. Zamanı aşan, geçen mesajlar ihtivâ ediyorlar. Bu insanlarla kurulan gönül bağı, sun î/yapmacık değildir. Bu insanları biz hâlâ neden seviyoruz? Çünkü hâlâ onların reçeteleri işimize yarıyor. Bunun için gönül adamlarının yazdığı reçeteler, zamanla kayıtlı değildir. Çünkü onlar,
10 Elmalı : İrfan ve Sevgi Şehri hakîkati söylüyorlar. Hakîkat ise zamanı ve mekânı aşan şeydir. Zaman ve mekân sınırı tanımazlar. Yüzyıllar önce yaşamış mutasavvıfların eserleri ve fikirleriyle biz hâlâ besleniyoruz; bizi onlar besliyorlar. Bizim gönlümüze tuttukları ışıkla içimizi aydınlatıyorlar; içimizi nurlandırıyorlar ve dolayısıyla biz de onları seviyoruz. Sözümüzün sonunda, bu bölgenin bir insanının bir beyti ile bitirelim, sohbetimizi isterseniz. Dede Ömer Rûşenî diye büyük bir insan var; 15. yy.da, Sinân-ı Ümmî den bir müddet önce yaşamış. Aydınlı. (Rûşenî Aydınlı demek). Dede Ömer Rûşenî nin tasavvufî terbiyesi nereye gidiyor? Bakü ye gidiyor. Bakü de kim var? Seyyid Yahyâ Şirvânî var. Seyyid Yahyâ Şirvânî nin dergâhına gidiyor ve aradığını orada buluyor. Aradığını bulmak önemli. Tabiî ki ne aradığınızı da bileceksiniz. Dede Ömer Rûşenî, orada tasavvufî terbiyesini tamamladıktan sonra, mürşidi onu Tebriz e gönderiyor. Tebriz de dergâhını kuruyor ve insanları eğitmeye başlıyor. Tebriz de yetiştirdiği birçok insan var; ama bir tânesini söyleyelim: İbrahim Gülşenî. İbrahim Gülşenî Diyarbakırlıdır ve onu da Kahire ye gönderiyor. Dolayısıyla Halvetiyye nin Gülşeniyye kolu Kahire merkezli. Daha sonra Osmanlı topraklarına da gelecek. İşte o büyük gönül adamının tasavvufu târif eden pek çok beyti var, şiirleri var, mısraları var. Onlardan bir tânesi ile sözü sonlandıralım. Tasavvufu şöyle târif ediyor: Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır, Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır. Yani tasavvuf dost olmaktır. Hani başa dönüyoruz tekrar. Ünsiyet demiştik ya, insan ünsiyet; işte Rûşenî onu söylüyor. Tasavvuf nedir? diyorsan, diyeyim diyor: Tasavvuf dost olmaktır; yük olmak değildir. Bâr yük demek. Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır, gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır. Tasavvuf, gül olmaktır; gülistân olmaktır; diken olmak değildir. İşte tasavvuf bu. Tasavvuf gül bahçesi olmaktır. Hayâtınız gülistân olsun efendim!..