TÖRE den. TÖRE nin Töresi A. Yağmur TUNALI / 06. Der Beyân-ı Mecelle-i TÖRE Seyyâh-ı Fâkir Evliyâ Çelebi / 12



Benzer belgeler
İÇİNDEKİLER. 1. BÖLÜM İSLÂMCILIK VE YENİ İSLÂMCI AKIM Yeni İslamcı Akımın Entelektüel Zemini Olarak İslâmcılık...17 Yeni İslâmcı Akım...

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

KİTAP GÜNCESİ VIII. GELENEKSEL KİTAP GÜNLERİ SAYI:3

ÖZGEÇMİŞ VE ESERLER LİSTESİ. Doç. Dr. Rıza BAĞCI

Dünyayı Değiştiren İnsanlar

KİŞİSEL GELİŞİM NASIL BAŞLAR?

Yusuf Ziya Ortaç ve Tiyatro Eserleri

Selman DEVECİOĞLU. Gönül Gözü

Ihlamur; Cana Şifa Bir Dergi!

HÜRRİYET İLKOKULU EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMA PROGRAMI

KÜÇÜKÇEKMECE BELEDİYESİ OKULLAR ARASI ÖDÜLLÜ YARIŞMALAR

FECRİ-ATİ EDEBİYATI SANATÇILARI

Hocam Prof. Dr. Nejat Göyünç ü Anmak Üzerine Birkaç Basit Söz

Yüreğimize Dokunan Şarkılar

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

İÇİNDEKİLER SÖZ BAŞI...5 MEHMET ÂKİF ERSOY UN HAYATI VE SAFAHAT...9 ÂSIM IN NESLİ MEHMET ÂKİF TE GENÇLİK... 17

Şerif Mardin in tespitiyle bu coğrafyada en etkili faktör : Din

Adı-Soyadı: Deniz kampa kimlerle birlikte gitmiş? 2- Kamp malzemelerini nerede taşımışlar? 3- Çadırı kim kurmuş?

Bu kısa Z Nesli tanımından sonra gelelim Torunum Ezgi nin okul macerasına.

ilkokulu E-DERGi si 23 Nisan ın Önemi Sorumluluk Okulumuzda 23 Nisan Hedef Siir: Egemenlik Ulusundur 2017 Nisan Sayısı Bu Sayımızda:

Sevgili dostlar. 53 yıldan sonra avukatlığı bırakmak zorunda kaldım. Sizlere son bir anımı sunuyorum. Sevgiler, saygılar.

14. ÇALIŞMA EKONOMİSİ VE ENDÜSTRİ İLİŞKİLERİ KONGRESİ

Bilim,Sevgi,Hoşgörü.

Necip Fazıl ın Yaşamındaki Düşünce Labirentleri - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

NO ADI SOYADI AİDATLAR GÖZGÖZ SEFER GÖZGÖZ 60,00 60,00 60,00 60,00 2 ERCAN GÖZGÖZ 60,00 60,00 60,00 60,00

Şiir. Kategori: Şiir Cuma, 23 Nisan :15 tarihinde yayınlandı. Gösterim: / 7 Phoca PDF 1. SEN (1973) Senden, senden, hep senden,

Çağdaş Türk Edebiyatı Araştırmaları. Songül Taş

NO A/Y BAŞVURU KONUT ADI SOYADI BLOK TİPİ KAT NO

BİN YILLAR BOYU AZİZ İSTANBUL

ENVER NACİ GÖKÇEN BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR TÜRK DİL KURUMU YAYINLARI

Sevgili dostum, Can dostum,

Arapgirli Haşim Koç. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

"15 Temmuz Şehidimiz hemşehrimiz Mustafa Cambaz ın kendisi artık belki aramızda değil, ancak onun Fotoğrafları Batı Trakya da sergileniyor.

MALTEPE SİHİRLİ GEMİLER ANAOKULU MAYIS AYI BÜLTENİ 3 YAŞ

En güzel 'Anneler Günü' şiirleri

TEMEİ, ESER II II II

Hacı Bayram-ı Velî nin Torunlarından Şair Ahmed Nuri Baba Divanı ndan Örnekler, Ankara Şehrengizi ve Ser-Güzeşt i

Anne Ben Yapabilirim Resimleyen: Reha Barış

Cemil Meriç Yılı Muhteşem Bir T örenle Tamamlandı

Genezinli Eliçin Ailesi

Günaydın, Bana şiir yazdırtan o parmaklar. ( ) M. Mehtap Türk

CUMHURIYET DÖNEMINDE COŞKU VE HEYECANI DILE GETIREN METINLER (ŞIIR) Cumhuriyet Edebiyatında Şiir ve Soru Çözümü

3 YAŞ AYIN TEMASI. Cinsiyetim, adım, özelliklerim, görünümümdeki değişiklikler nelerdir?

TEST: Nasıl Daha Verimli Öğrendiğinizi Biliyor musunuz?

BÖLÜM 1. İLETİŞİM, ANLAMA VE DEĞERLENDİRME (30 puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKAYESİ

Bodrum a gönül veren ünlüler Trafo da buluştu

Yaptığım şey çok acayip bir sır da değildi aslında. Çok basit ama çoğu kişinin ihmal ettiği bir şeyi yaptım: Kitap okudum.

Çocuk ve Gençlik Romanları Yazarı Tokatlı Hemşerimiz İbrahim Ünsal Uçar İyi yazar olmak isteyen bir gencin 100 roman okuyup bir roman yazması lazım

5 YAŞ VE HAZIRLIK SINIFI EKİM BÜLTENİ

2. ROBOT YARIŞMASI VE ÖDÜL TÖRENİ YOĞUN KATILIMLA BESYO SPOR SALONUNDA YAPILDI

Söylemek istemediğimiz birçok şey, söylemek istediğimiz zaman dinleyici bulamaz.

YAHYA KEMAL BEYATLI ( )

BİR ÇOCUĞUN KALBİNE DOKUNMAK

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK EBEDİYETE İNTİKALİNİN 78. YIL DÖNÜMÜNDE TÖRENLERLE ANILDI

Metin Edebi Metin nedir?

TARSUS DA BİR GÜN...BELKİ DE İKİ... Adanalılar...Mersinliler...Gaziantep, Hatay ve Osmaniyeliler...Türkiye nin gezmeyi sever insanları...

Kahraman Kit Misafirlikte

Aruzla şiire başlayan sanatçılar, Ziya Gökalp in etkisiyle sonradan hece ölçüsüyle yazmaya başlamışlardır.

Faydalı Olması Dileklerimizle...

Kütahya Gazeteciler Cemiyeti Ziyareti:

TV LERDEKİ PROGRAMLARA ÇIKANLAR KURAN OKUMASINI BİLMİYOR

Ali Rıza Malkoç. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

Faydalı Olması Dileklerimizle...

Atatürk ün Kişisel Özellikleri. Elif Naz Fidancı

5. SINIF TÜRKÇE NOKTALAMA İŞARETLERİ TESTİ

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

Bir başka ifadeyle sadece Allah ın(cc) rızasına uygun düşmek için savaşmış ve fedayı can yiğitlerin harman olduğu yerin ismidir Çanakkale!..

5 YAŞ AYIN TEMASI. Cinsiyetim, adım, fiziksel özelliklerim nelerdir? Vücudumuzun bölümleri ve iç organlarımız nelerdir? Ne işe yarar?

3. Yazma Becerileri Sempozyumu


Asıl listeden kayıt yaptırmayıp yedek listeden kayıt hakkı kazanan anabilim dalları ve boş kontenjanlar aşağıda belirtilmiştir.

ABDULLAH UÇMAN PROF. DR. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü nden mezun oldu.

MUĞLA GAZETECİLER CEMİYETİNDE GÖREV GENÇLERİN

GAZİOSMANPAŞA ÜNİVERSİTESİ PDR ÖĞRENCİSİ AHMET İSA SOYLAMIŞ RECEP YAZICIOĞLU BENİM İÇİN ÖRNEK ŞAHSİYETTİR

temlerini işlediği şiirlerinden bazıları: Yol Düşüncesi, Sessiz Gemi, Rintlerin Akşamı, Ufuklar, Mehlika Sultan.

İnönü Üniversitesi Fırat Üniversitesi Siirt Üniversitesi Ardahan Üniversitesi - Milli Eğitim Bakanlığı ‘Değerler Eğitimi’ Milli ve Manevi Değerlerimiz by İngilizce Öğretmeni Sefa Sezer

Beyni geliştirmek ve zekâmızı parlatmak mümkün. Beyin, yeni bilgiler ve beyin faaliyetleri ile gelişir ve büyür.

Ziya Gökalp. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

Parlar saçların güneşin rengini bana taşıyarak diye yazıvermişim birden.

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Süleyman Bulut. Bilmece ŞİPŞAK BİLMECELER DEYİM VE ATASÖZLERİ. 2. basım. Resimleyen: Ferit Avcı

BAHARA MERHABA. H. İlker DURU NİSAN 2017 İLKOKUL BÜLTENİ

KİTABININ GELİRİNİ, İHTİYACI OLAN KIZ ÇOCUKLARINA VERECEK

Giovanni dışında bütün örenciler çok çalışıyor. O hiç çalışmıyor ama sınıfın en başarılı öğrencisi. Çok iyi Türkçe konuşuyor.

NOKTALAMA İŞARETLERİ MUSTAFA NAZIM ÖZGEN

STRES ATMAYA GELDİLER, DENİZ TEMİZLİĞİ YAPTILAR

T.C. SAĞLIK BAKANLIĞI TÜRKİYE KAMU HASTANELERİ KURUMU Bursa İli Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği

Maksut Genç. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat


AŞKIN ACABA HÂLİ. belki de tek şeydir insan ilişkileri. İki ayrı beynin, ruhun, fikrin arasındaki bu bağ, keskin

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi

1.KİTAP ATATÜRK ANLATIYOR, ÇOCUKLUĞUM

DANIŞMA KURULU. 2. Prof. Dr. Kılıçbay Bisenov Kızılorda Korkut Ata Devlet Üniversitesi. 3. Prof. Dr. Kemal Polat Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi

3. Yazma Becerileri Sempozyumu

SORU- Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Bugüne kadar nerelerde görev aldınız?

GÜL-AY Basın-Meslek İlkelerine Uyar. Yazı ve ilanlar imza sahiplerine aittir. Köşe yazılarına ücret ödenmez. Makalelerinden kendileri sorumludur.

MEHMET RAUF - Genç Gelişim Kişisel Gelişim ( )

HALİDE EDİB ADIVAR VURUN KAHPEYE ROMAN

11.SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ

Aşağıdaki resmin içinde yandaki eşyalar gizlenmiş. Onları bulalım ve boyayalım. -16-

Bahadın, 2 Ağustos 2014 Sevgili Yoldaşlar, Canlar, Yol Arkadaşlarım, Devrimciler Diyarı Bahadın da buluşan güzel insanlar,

Transkript:

İ Ç İ N D E K İ L E R FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE Yıl: 1 Sayı: 1 Şubat 2012 ISSN:2146-7773 İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ömer Faruk BEYCEOĞLU Yayın Danışmanı A. Yağmur TUNALI Sanat Koordinatörü H. Nurcan YAZICI Ahmet ŞAFAK Halkla İlişkiler Koordinatörü Mehmet Yıldıran YÜCE Grafik - Tasarım İsmail KANDEMİR Editör Şükrü ALNIAÇIK iletişim tore@toredergisi.com www.toredergisi.com İdare Yeri Çetin Emeç Bulvarı 1314 Cadde 1315 Sokak Can Apt. 7/3 A. Öveçler - ANKARA Tlf: 0.312.472 70 10 Faks: 0.312.472 10 11 Cep: 0.532.373 11 24 Baskı / Cilt TÖRE den Benim İçin TÖRE Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN / 05 TÖRE nin Töresi A. Yağmur TUNALI / 06 Der Beyân-ı Mecelle-i TÖRE Seyyâh-ı Fâkir Evliyâ Çelebi / 12 Kızım «IŞINSU» İçin Halide Nusret ZORLUTUNA / 14 Betik İskender ÖKSÜZ / 15 Emine Işınsu (Sanatçı Dostlarım) Mehmet ÇINARLI / 16 Işınsu İçin Tarık BUĞRA / 21 Işınsu lara Açık Mektup Muhtar TEVFİKOĞLU / 22 Emine Abla! Hasan KAYIHAN / 24 İfâde-i Merâm Yâhud Sarı Bir Gül Yağmur TUNALI / 27 Çâh-ı Bâbil Dilâver CEBECİ / 31 Kavaklar Ne Güzeldi İlkin Esen YILDIRIM / 32 Ablam-Ustam Emine Işınsu Hasan KALLİMCİ / 36 Emine Işınsu İle Röportaj Nebahat AKBAŞ / 39 Emine Işınsu Hayatı, Şahsiyeti, Edebî Faaliyetleri / 44 Fiyatı: 7 TL

Emine IŞINSU Yazıları Özde Biriz Çünkü... / 47 Yusuf İMAMOĞLU / 48 Kavaklar Ve Salkım Söğütler / 49 Vermek... Almak / 50 Bir Fincan Kahve / 51 Selâm / 54 Yağmurda Bekleyen Yaşlı Kediler / 55 Bin Atlı Akıncıların Torunları / 57 Ordular İlk Hedefiniz Akdenizdir İleri / 60 Emine Işınsu Bibliyografyası Nazlı YILDIRIMER / 61 Emine Işınsu nun Tiyatroları Dr. Gıyasettin AYTAŞ / 64 Emine Işınsu İle Bir Konuşma Yavuz Bülent BÂKİLER / 69 Türk Edebiyatında Kadın Romancılar ve Emine Işınsu Alemdar YALÇIN / 71 Tutsak Yetik OZAN / 75 Türk Romanı ve IŞINSU Ahmet Bican ERCİLASUN / 76 Küçük Dünya Mehmet Şeref ÖNAL / 78 Azap Toprakları Reşat GÜLER / 80 Azap Toprakları Hüseyin MÜMTAZ / 81 Tutsak Hüseyin YENİÇERİ / 82 SANCI yı Bugünden Okumak Ahmet ŞAFAK / 83 Çiçekler Büyür Hakkında Galip ERDEM / 86 Umay GÜNAY / 88 Yahya AKENGİN / 89 Emine IŞINSU / 90 Bahar Üçlemesi Halide Nusret ZORLUTUNA / 92 Kavga Devri Çocuklarının Işınsu Ablası Şükrü ALNIAÇIK / 94 Emine Işınsu nun CANBAZ Romanı Üzerine Bir İnceleme Prof. Dr. Gürsel AYTAÇ / 95 CANBAZ da Şekil Ve Zamana Ait Bilgiler Necmeddin TÜRİNAY / 101 İlhan, Mehmet Ve Ben Turan BOZKURT / 106 Emine Işınsu nun Küçük Dünya, Canbaz, Kaf Dağının Ardında, Nisan Yağmuru, Havva Romanlarında Kadın Teması Hümeyra YARGICI / 109 Sancı Yetik OZAN / 117 Emine Işınsu nun Hacı Bektaş Veli Romanında Bektaşilik Algısı Serdar ODACI / 118 Hiç Kapanmayan Amel Defteri -Işınsu nun Tasavvufi Romanları- Dr. Hayati BİCE / 124 Mevlâna Aman Efendim Halide Nusret ZORLUTUNA / 141 Emine Işınsu nun Tarihî Romanları Üzerinde Bir İnceleme Gözdenur EROL / 142 Çiçekler Büyür Mehmet Ali KALKAN / 161 Geç Kalma! Nereye? Bilge ERCİLASUN / 162 Tutsak Romanı ve Hürriyet Konusu Üzerine Şerif AKTAŞ / 164 Halide Nusret Zorlutuna ve «Aşk ve Zafer» Emine Işınsu / 168 Vefatından Bir Yıl Sonra Emine Işınsu ÖKSÜZ / 171 Yelken Arif Nihat ASYA / 174 Ne Dediler Gültekin ÖZTÜRK / 20 Mustafa Argunşah / 30 Emete Gözügüzelli CİVAN / 38 Arslan KÜÇÜKYILDIZ / 105 Günerkan AYDOĞMUŞ / 105 Desenler: Semiha ŞAHBAZ-Halil GÜLEL-Kenan EROĞLU- Üzeyir ÇAYCI

SUNUŞ Merhaba; Böyle güzel ve kutlu bir vesileyle siz TÖRE DOSTLARI na merhaba demek hem heyecan verici hem de zor. Heyecan verici, çünkü; Türk ün bir efsanesini yeniden yaşamaya, yaşatmaya talip olduk. Zor, çünkü; geçmişte yaptığı olağanüstü hizmetler, Türk düşünce, sanat ve siyaset hayatına yaptığı katkılar, hâlâ insanımızın zihninde, yüreğinde sıcaklığını, ulviyetini muhafaza eden TÖRE nin sorumluluğunu üstlendik. 1970 li yılların o belirsiz ve kavga ortamında Türk Milliyetçilerinin ufkunda güneş gibi doğan, Türk ün sanatını, fikir hayatını yaptığı yayınlarla, düzenlediği yarışmalarla, toplantı ve sohbetlerle şekillendiren, yön veren ve diri tutan TÖRE nin misyonunu üstlenmek kolay değil. Yolun kutlu ve meşakkatli olduğunu biliyoruz. Dergiciliğin (hele de bu zamanda) zor olduğunun idrakindeyiz. Fakat, Türk Milletinin sevdalıları, içerisinde bulunduğumuz şu günlerde birleşmek, güzel hasletlerini yeniden hatırlamak ve dinamiklerini tekrar harekete geçirmek zorundadır. Bir şeyi daha biliyoruz ki; Sanat ve kültürle beslenmeyen hiç bir dava ve hareket başarıya ulaşamaz. Bizler TÖRE yi yaşatmaya çalışırken geçmişte yapılan her güzel çalışma rehberimiz olmaya devam edecektir. Geçmişte ve bugün Türk Milletinin yükselmesi ve değerlerinin ortaya çıkarılıp muhafaza edilmesinde hizmeti olan büyüklerimiz birer kutup yıldızı gibi hep ufkumuzda parlayacaktır. Tek gayemiz Türk ün, Türklüğün ve Türk ün değerlerinin Türkçe okunması ve yorumlanması olacaktır. Bizler, şahsen yükselmek gibi bir gayretin içine düşmeyeceğiz. Tek hedefimiz Bu kutlu milleti yüceltmek olacaktır. Yeniden çıktığımız bu yolda ilk sayımızı, TÖRE DERGİSİ nin kurucusu, edebiyatımızın hemen her alanında verdiği eserleri ile düşünce dünyamızın mimarı hocamız, ablamız sayın Emine IŞINSU ÖKSÜZ e ithaf ettik. Bu, bizim hem gönül borcumuzdu hem de son zamanlarda varlığını unuttuğumuz ahde vefa duygusunun yeniden hatırlanması adınaydı. O yüzden başka yazılara yer vermedik. TÖRE, ikinci sayısından itibaren normal yayınına devam edecektir. Bu yolda bizimle yan yana, omuz omuza yürüyen dostlarımızla yüklendiğimiz bu kutsal ve onurlu mücadeleyi alnımızın akıyla başaracağımıza inanıyoruz. Tanrı Türk ü hep korumuştur. Bundan sonra da koruyacaktır. Bundan hiç şüphemiz yok, yeter ki, Türk Türk ü sevsin ve korusun. Selam, saygı ve sevgilerimizle.

EMİNE IŞINSU

Benim İçin TÖRE Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN Töre dergisi yeniden çıkacakmış. Haberi aldığım zaman düşüncelere daldım. Zamanda yolculuk yaparak 30-35 yıl geriye döndüm. Tekrar 1970 lerde yaşasam ne yapardım!... Hiç şüphesiz aynı şeyleri. Türk için yaşamak, Türklük için yürümek ve koşmak. Okumak, yazmak ve üretmek. İçinde bulunduğum toplumu yeniden üretmek. Tarihin şaşmaz akışında bir damla olmak ve içinde bulunduğum toplumla birlikte geleceğe doğru akmak. Köpürerek gök kubbede bir ses bırakmak. Benim için töre böyle bir akış, böyle bir sesti. Töre bir ahenk, töre bir musikiydi. Töre şiirdi, yapraklara özenle resmedilmiş çizgiydi. Töre sanatın ve fikrin altın kabartmalı bezekleriyle bezenmiş kutlu bir ülküydü; yönünü geleceğe dönmüş heyecanlı bir koşuydu. Dostların, dostlukların sırt sırta verdiği bir düşünce ve bir estetik mücadelesiydi. Dosta karşı da düşmana karşı da. Ülkücülük budur işte, böyle olmalıdır haykırışı. Anlamlı bir duruş ve imanlı bir yürüyüş. Böyle olmak istedik, böyle olmaya çalıştık. Eğer bir davanın peşinde iseniz fikirle, sanatla, kültürle zenginleşmek zorundasınız. İşte böyle bir anlayışı temsil ediyorduk bizler. Töre dergisinde yazanlar, çizenler Töre, her şeyden önce Emine Işınsu nun eseriydi. Türk romanının önemli bir zirvesiydi o ve böyle bir yürüyüşü başlatmak onun borcuydu; hakkıydı ve haddiydi. Cesaretle ilk adımı attı ve azimle yürüdü. Estetiğin ilk ışıkları derginin kapağına yansıdı, yapraklarına sindi. Romandaki sanal kurgunun bu tuhaf büyücüsünün yanına az sonra müthiş bir zekâ eklendi: İskender Öksüz, nâm-ı diğer Ayhan Tuğcugil. Sanat ve düşüncenin izdivacı böyle doğdu. İskender i ben tanıyordum ama herkes tanımıyordu ki İzmir Türk Ocağı nda, Türkçüler Derneği nde beraber büyümüştük. Hüsamettin Gülcür ün gözlerinin derinliğinden çıkıp parıldayan iksirli ışıkları beraber hücrelerimizde hissetmiştik. Bizim yaşadığımız İzmirli yılları herkes yaşamamıştı ki İşte şimdi tanıdığım İskender Töre sayfalarındaydı. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi ni ilmik ilmik dokuyordu. Ben dil uzmanı olmuştum ama, Türk milliyetçiliği içinde dilin yerini en güzel İskender anlatıyordu. Erol Güngör geldi arkadan. İstanbul yıllarımda suskunluğuyla tanıdığım dev düşünceli adam. Gökalp ı da eleştirmiş ve bizi çok öfkelendirmişti. Onun Gökalp ı dahi eleştirebilecek bir kafa olduğunu epeyi sonra anladım. Erken yaşta kendisini kaybettiğimiz zaman arkasından göz yaşı dökenler arasında ben de vardım. Sonra sevgili Necmettin Ağabey. Türk milliyetçiliğinin yiğit kalemi. Küçümen bir gövdeden fışkıran celadet. Ülkücülük, Milliyetçilik ve Aydınlar; Milliyetçi Eğitim Sistemi, Töre sayfalarında şekillendi. Bağdat tan, Kerkük ten bir başka yiğit ses daha eklendi ona. Bu defa gövde de cesametli, ses de cesaretli. Türk dünyasını öğretiyordu bize. Tarihiyle ve coğrafyasıyla. İçinde yaşıyor muydu? Muhakkak yaşıyordu. O zaten törenin kendisi idi. Erzurum da âşık kahvelerine beraber gitmedik mi? Mevlüt İhsani yi, Davut Sülari yi, Reyhani yi birlikte dinlemedik mi? Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova ile oturup sohbet etmedik mi? Fakat şiir kumaşı sendeydi Turgut. Töre sayfalarında Yetik Ozan oldun ve şiirin sırrını orada açıkladın. Yarınsız yarlarda yiterken yollar / Eğildi bir ak dağ, elini öptüm / En yaşlı filizde tomurdu yıllar / Yetmiş beş baharın gülünü öptüm mısralarında gizlenmiş esrar Töre sayfalarında kendini ele verdi. 1970 lerin Türk milliyetçileri senin mısralarınla şiirin tadına vardılar. Fakat sen erken ayrıldın aramızdan. Töre denilen ulu ağaçtan kopan bir filiz oldun. En yaşlı filizin elini öpen genç bir filiz. Genç belki ama nice yetmiş beş baharın çiçeğini bize bırakan verimli bir filiz. Kafkasların garip çocuğu da kara kalem çizgileriyle senin şiirini çerçeveledi. Çerçeveye koydu ve Töre nin boynuna astı. Töre 1980 Eylülü nün dondurucu kışına da cesaretle adım attı. Ejderhalarla, yılanlarla boğuştu. Sanatın ak bileziğini kolundan atmadan. Yaşar Eşmekaya nın atölyesinde nice edebiyat sohbetlerinin vesilesi idi büyüyen Töre. Muhtar Tevfikoğlu nun edebiyat süzgeci, Yahya Kemal den ve Fransız edebiyatından örülmüştü. Okuyor, eleştiriyor, önce hatıralar denizine, sonra bilgi deryasına dalıyordu. Yetişiyorduk, yetiştiriyorduk. Nice gencin mektebi idi Töre. Canlı kanlı, Turanlı bir mektep. O mektepte ben de okudum. Şimdi yeniden kapılarını açmış diye duydum. Haydi hep beraber Töre mektebinin sıralarına kurulalım. 05

TÖRE nin Töresi A. Yağmur TUNALI Dergi hür tefekkürün kalesi derdi Cemil Meriç. 1970 lerin yayın dünyasının en önemli sloganlarından biri buydu. Biz dergiciler, bu sözü çok sever ve her fırsatta kullanırdık. Demek, dergi deyince akla tefekkür gelmeliydi. Tefekküre dizgin de vurulmamalıydı. Tam mânâsıyla hür olmalıydı. O günlerde, fikir bakımından yeni bir hamle başlatmak isteyenler için hür tefekkür, her türlü sansüre uzak çağrışımlarıyla ideal bir noktayı ifade ediyordu. 1970 lerin Dünyasında Dergiler Hür Tefekkürün Kalesi miydi? Bu sorunun cevabı epeyce uzun bir tahlili gerektirecek kadar mühimdir. Şu kadarını söylemeliyim: Elbette değildi. O ideolojik kavga ortamında dergiler de kavganın bir parçasıydı. Ancak, kavga şartlarında, şaşılacak kadar hür olabilen zihinler de bulunuyordu. Sağda ve solda, düşünebilen ve düşündüklerini rahatça ifade edebilenler vardı. Sol, elbette daha şanslıydı. 150 yıllık dünya tecrübesini Türkçeye naklederek yayıyorlardı. Aslında, tarihe bakılınca dünya için bile yeni sayılabilecek bir düşünce tarzını temsil ediyorlardı ve bir taraftan öğreniyor, öğrendiklerini yaymak için yazmakla yetinmiyor, bir taraftan da her türlü sanatı ve her türlü vasıtayı ağırlıkla kullanıyorlardı. Sağ, büyük ölçüde savunma psikolojisi içinde ve tarihe dayanmakla birlikte devam temellerinden yoksun durumdaydı. Bu sebeple de bozula bozula devam edegelen göreneğin temsilcisi olarak çok çalışması gerektiği halde, şaşılacak şekilde, gevşeklik derecesinde rahatlık gösterebiliyordu. Hayatta ağırlıklı, düşüncede ve devlet erkinde gerideydi. Sessiz çoğunluğa dayanıyordu. Yerleşik değerlerin savunucusu gibiydi. Sağ denen bu kırk bölmeli kategoride yer alanlar, belki de böyle bir farkındalıktan da mahrumdu; dolayısıyla bunun bile tam doğru olmadığını görecek halde değillerdi. Sinmiş olmasalar bile, mahcup bir savunma refleksi gösteriyorlardı. İnkılap değerleriyle çatışıyorlardı. Bu, derindi ve derindeydi. Bu derin çatışmaya rağmen, sığ bir karşı duruş vardı. Sağ içinde sayılan Milliyetçiler ise, hiç olmazsa 12 Eylül e gelinceye kadar, inkılâplara karşı mesafeli olsalar da, karşı gibi durmuyorlardı. Sağın bazı aktif gruplarından farkları bu noktada da barizdi. Sağ, amorf bir kütleydi. Yaşanan çağa göre teşekkül etmemiş olduğu çok açık olan tercihleri vardı. Fikren muhalefetteydi ve bu pozisyonu devletin temel tercihleriyle de çatıştığından, açıktan savunamadığı, yarı gizli bir anlayışa mahkûm olmuştu. Dolayısıyla, sağ gruplar, büyük ölçüde faaliyetlerini ölçüp biçerek, tartarak yürütüyorlar, hâkim ideolojik yapıya toslamak istemiyorlardı. Gözle görünür bir yavaşlık ve yaşananların bir ölçüde dayattığı durumdan doğan ağırlık vardı. Milliyetçiler, bu yapının dışında gibiydiler. Tercihlerini de açıklıkla savunuyorlardı; ağır ve yavaş da değildiler; çok atak bir tavır sergilemekle de öne çıkıyorlardı. Evet, kavga yıllarıydı ve bu kavgada sağ deyince akla, kırk parçalı grup, cemaat ve anlayışlar değil, büyük ölçüde milliyetçiler geliyordu. Diğerleri kuluçkaya yatmış veya tabanda kozasını örmekle meşgul olan ve kendisini dinle tarif eden kesimlerdi. Sağ, pek çok alanda olduğu gibi, bütün hizip ve gruplarıyla yayın sahasında da cılız kalıyordu. Kavgaya fiilen katılan milliyetçi kesim de, yayın sahasına birinci dereceden önem vermiyor gibiydi. Kültür ve sanat konularında derinleşmek isteyenler için ciddî zorluklar vardı. Maddî sıkıntılar en başta sayılsa da, sıkıntı, düşünceye ve dergiye ihtiyaç duyup duymama noktasında düğümleniyordu. İhtiyaç duyuluyordu, ama çerçeve belliydi: Kavga ortamındaydık. Sadece doğrudan kavgayı destekleyen sloganik yayınlar olmalıydı. Bu düşüncede olanlar çoğunluktaydı. Merkezde olanlar, büyük ölçüde fikre önem verseler, o yöndeki çalışmaları bir ölçüde destekliyor olsalar da, ikinci kademede, alıcı ve okuyucu kanadında zayıflayan istek, işi zorlaştırmaya devam ediyordu. Pek çok şey gibi, dergi çıkarmak da zordan zor bir işti. Bu genel resim, 1970 leri bütünüyle anlatmaz. Öyle sanıyorum ki, 12 Mart 1971 den itibaren zayıflayan bir düşünce dünyasından söz etmek gerekecektir. 1975 den sonrası için bu genel resim tam doğrudur. Töre, böyle bir fikir ortamının çocuğudur. Milliyetçilik heyecanlarının tam olarak şekillendiği yıllarda, bu heyecana paralel bir duyguyla yayına başlamıştır. Kurucusu, Milli Mücadele nin efsanevî şâirlerinden Halide Nusret Zorlutuna dır. Halide Nusret in kurduğu derginin adı, Ayşe dir. Adı, bir yılı aşan bir süreden sonra Töre olarak değişecek ve dergi tamamen kızı Emine Işınsu tarafından üstlenilecektir. 06

Ayşe den Töre ye geçişte de, bir ideolojik netleşmeye dikkat çekmek gerek. Ayşe, bir milliyetçi kadın dergisidir. Töre adıyla, Türk Milliyetçiliği nin gür bir sesi olarak yayına devam edecek ve uzun yıllar devamınca bu vasfını devam ettirecektir. Töre nin bir geleneğin devamı olduğunu söylemek de pekâlâ mümkündür. En azından, Türk Yurdu, Orkun, Ötüken, Komünizmle Mücadele, Toprak ve benzeri dergilerin fikir çizgisindedir. Türk Yurdu nun çıkmadığı yıllardır. Çıkmakta olan bazı dergiler, kuvvetli bir çizgi yakalayamamış ve geniş kitlelerde bir fikir heyecanı yaratamamıştır. Çok büyük bir hareket başlamıştır ve ciddî yol almış olmasına rağmen, fikirce doyurucu bir ortam hazır değildir. Milliyetçi gençlere tavsiye edilen kitap listesi bile onlarla ifade edilecek sayıdadır. Töre, bu büyük boşluğun yarattığı açlığı gidermek üzere doğmuştur, denebilir. Türklüğün, yeni bir dirilişle yine zirveye çıkması, konulmuş hedefin özü olarak ifade edilebilir. Töre, ilk sayılarından itibaren, bütün yurtta zaman zaman bir manifesto gibi kabul edilen yazılara yer verdi. Milliyetçi kesimin bütün akademisyenleri neredeyse istisnasız Töre deydi. O zamanın genç bilim adamları Erol Güngör, Necmeddin Hacıeminoğlu, Mehmet Eröz başta olmak üzere, daha önceki nesilden Prof. Dr. Tahir Çağatay, Prof. Dr. Abdülkadir İnan, orta nesilden Doç. Dr. Orhan Türkdoğan gibi isimler, 1970 lerin milliyetçi düşünce hareketine yön verecek yazılar yazdılar. Dündar Taşer, 1972 yılında bu hayattan çekilişine kadar, derginin zaman zaman yazılarıyla görünen, fakat her zaman fikrî çerçevesini sağlamlaştıran isimdi. Galib Erdem de derginin yakın dost halkasındaydı. Derginin ilk yıllarında, Türklük ve Türk Milliyetçiliği nin tarih perspektifine ağırlık verilmiş gibidir. Bunu bir temel atma olarak da kabul edebiliriz. Milliyetçilikten bahsedilecekse, mutlaka Tarihte Türklüğü ortaya koymak gerekirdi. Tarihten kopuk bir milliyetçilik zaten düşünülemezdi. Bunun yanında, dil ve din iki temel mesele olarak her zaman gündemdeydi; doğrudan doğruya aktüel meselelere giren yazılar da hiçbir zaman ihmal edilmemişti. Bugün, o nüshalardan birini eline alan bir kişi, ne zaman yayımlandığını, içinde ele alınan günün meselelerine bakarak rahatlıkla çıkarabilir. Töre, elbette bir fikir dergisiydi. Ağırlıklı olarak düşünce yazılarına, ilmî araştırma özelliğine varan yazılara yer ayırması normaldi. Günlük olay ve olgular da bu çerçevede değerlendiriliyordu. Dergi sayılarını tararken, isimleri alt alta yazmayı denedim. Liste, sayfalar doldurdu. Bir yerde dikkatimi kaybettim ve atladığım pek çok isim de oldu. Bu listeyi tamamlayarak yayımlamak bile Töre hakkında esaslı bir fikir verebilir. Bunu mutlaka yapmak gerektiğini düşündüm. Bu listede, 1969-1985 arasında, sağda ilim ve kültür-sanat âleminde bulunmuş isimlerden pek azının eksik olduğu ayrı bir çalışmayla tespit edilebilir. Muazzam bir kadrodur. Bir dönemde, Töre Âilesi ne katılmış olmaktan dolayı hemen her şeyi bilmeme rağmen, bu tarama sırasında gözlerim kamaştı. Bir devrin, özellikle sosyal bilimlerde öne çıkmış neredeyse bütün isimleri Töre de yazmıştı. Siyaset sahasında söz söylemiş olanlardan pek çoğu da Töre deydi. Kültür hayatımızın düşünen beyinleri Töre deydi. Sanata dair söz söyleyen pek çok eskiyeni isim de Töre sayfalarındaydı. Bazı isimleri burada zikretmek zorunda olduğumu biliyorum. Genişçe sayılabilecek bir liste ile başlayalım. Bu isimler, milliyetçiliğin bir devrini temsil edenlerdir diye değerlendirilebilir. Özellikle milliyetçiliğin sistemli bir hale gelmesinde, kendilerinden önce yazanlara, çalışma yürüten ve bunu yayımlayanlara çok kuvvetli yeni eklemelerde bulunduklarını söyleyebiliriz. Bunun yanında, yeni fikirler söylediklerini, eskiden söylenenleri tashih etme ihtiyacıyla yazdıklarını da görebiliriz. Daha önce verilen birkaç isme ilâveten (Bazı isimler o günlerde yazılan akademik pâyelere ulaşmış değillerdi, okuyucuya kolaylık olsun diye son unvanları verilmiştir), Prof. Dr. N.Hacıeminoğlu, Prof. Dr. Ercüment Kuran, Prof.Dr. Haluk Karamağaralı, Prof. Dr. Hikmet Tanyu, Prof. Dr. Aydın Taneri, Prof. Dr. A.Bican Ercilasun, Prof. Dr.Enis Öksüz, Doç. Dr. Mukbil Özyörük, Prof. Dr. Turan Yazgan, Prof. Dr. Meserret Diriöz, Prof. Dr. Birol Emil, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof.Dr Umay Günay, Prof. Dr. Sadık K. Tural, Doç. Dr. Tevfik Ertüzün, Prof. Dr. Atilla Özmen, Prof. Dr. Nusret Çam, Dr. Reha Oğuz Türkkan, Dr. Turgut Günay, Dr. Rıza Kardaş, Dr. Vehbi Ecer, Ergun Göze, Hacer Hicran Göze, Hüseyin Mümtaz, Ayvaz Gökdemir, Sadi Somuncuoğlu, Necip Mirkelâmoğlu ve Prof. Dr. Vural Savaş ı adı çok bilinenlerden ilk ağızda seçilmiş bir liste olarak kaydedelim. Bu isimlere, yazılarıyla yüzlerce ismi koyunca, Töre nin fikir kadrosu hakkında ciddî bir fikir edinmek mümkün olur. Töre, karakteristik bir fikir dergisiydi. Soğukkanlı ilim adamı bakışları çokça yer alsa da, doğrudan doğruya milliyetçiliği savunan yazılar ağırlıktaydı. Derginin ilk yıllarında, hem bu soğukkanlı ilmî bakışlara, hem de heyecanlı yazılara eşite yakın bir oranda rastlanır. Bu denge de ilgi çekicidir. Gökalp Türkçülüğü nün kültürel sahadaki temel tercihlerine itibar edilmemiştir. Tarih ve kültür yorumu objektif vesikalara ve verilere dayanır; Türklüğün tarihi geçmişini olduğu gibi aksettiren ve o şekilde benim- 07

seyen yazılar ekseriyettedir. Bu tarihi gelişim temeli üzerinde, yeni çağın ihtiyaçlarına göre bir milliyetçilik kurulması gerektiğini söyleyen yazılar, çizgiyi zorlayanlardır. Yeni bir şey kurmak kadar, yeni bir şey söylemek ve kabul ettirmek de zordur. Töre, çok sıkı görünen milliyetçilik temellerine rağmen, onu sorgulamayı da ihmal etmez. En azından, Türkçülük fikriyatının kurucusu Gökalp a aykırı fikirlere de yer verir. Derginin genel çizgisi, Cumhuriyet Türkiye sini kuran anlayışla aynıdır. Gökalp çizgisi de zaten böyledir. Ancak, zaman zaman bu çizgiyi revize edecek fikirler de Töre de yer bulur. Osmanlı yı es geçmez Töre. Dini de, milliyetçiliğinin değişmez bir kaynağı olarak nazarda tutar. Gökalp ve Cumhuriyet fikriyatının aksayan taraflarını görür ve bu düzeltmeyi kendi milliyetçiliğinin şaşmaz bir veçhesi sayar. Türklüğü bir bütün olarak ele alan görüş hâkimdir. Dolayısıyla, Osmanlı yı yücelten ve o çerçevede fikir söyleyen yazıların sayısı pek çoktur. Tarih, derginin her zaman yer verdiği konuların başında gelir. Yukarıda verilen seçilmiş listede yer alan isimlerin ekseriyetle tarih ve tarih etrafında yazdıkları görülür. Zaman zaman ağırlık verilen tarih konuları da dikkat çeker. Bunlar içinde, yayımlandığı zaman büyük fırtınalar koparanları olmuştur. Erol Güngör ün Cumhuriyet Devrinde Türkiye nin Kültür Politikası bunlardandır. Yılmaz Öztuna ile Emine Işınsu nun yaptığı Tanzimat mülakatı, büyük bir tartışmayı başlatmış, ama çok verimli sonuçlar doğuramamış, Yılmaz Öztuna nın fikirlerine karşı fikirler kuvvetle söylenememiştir. Bu iki konunun da 1979 yılına tesadüf etmesi dikkat çekicidir. Milliyetçilerin de, devletin kültür politikalarını ciddi tenkitlere tabi tuttuğu bir dönemin başladığına delâlet eder. Buna paralel olarak Tanzimat ın incelenmesi, tartışmanın köklerine gitmek bakımından bir diğer boyutu olarak önemlidir. Türk Milliyetçiliği ni sistematik bir görüş halinde verebilmek konusu, Töre nin ve Törecilerin çok temel bir problemiydi. Bu konuda yazılmış perakende yazıların sayısı bir hayli fazladır. Bu yazılardan büsbütün başka bir plan ve programla, Ayhan Tuğcugil imzasıyla İskender Öksüz ün yazıları (o zaman ODTÜ de kimya doçentiydi), bir düşünce çerçevesi sunması bakımından son derecede orijinaldir. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi adlı kitap, bu yazıların birleştirilmesi ve bir ölçüde kitap formatına uyarlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Töre nin fikir tarafının en derli toplu sonuçlarının başında bu kitabın geldiğini söylemek yanlış olmaz: çünkü bugün itibariyle bile tesiri devam eden bir eserdir. Akademik kariyer sahibi yüzlerce isim yanında, memleket sathına yayılmış bir aydın neslinin el kitabı olagelmiştir. İlk baskısı, 1970 ler Türkiye sinde te lif bir fikir kitabı için çok yüksek bir tirajla 7500 adet olarak basılmış ve kısa sürede satılmıştır. 12 Eylül ün çok konuşulduğu bir dönemde olduğumuz için bu eserle ilgili bir notu daha kaydedelim: 12 Eylül sürecindeki MHP Dâvâsı iddianamesinde, şöhretine ve tesirine uygun olarak, Türk milliyetçiliği Fikir Sistemi nden 7 sayfa iktibas edilmiştir. **** Türk Milliyetçiliği nin ilgilendiği en önemli konular arasında, Dış Türkler meselesi derin hassasiyetlerle işlenir. Töre nin bütün sayıları Dış Türklerle doğrudan ilgilidir. Bir döneminde, çok yoğun bir şekilde bu konuya odaklanıldığı anlaşılır. 1975 den itibaren, Türk Dünyası Dosyası adıyla yeni bir özel bölüm açılır. Bu bölümde, özel haberlere yer verilmekle beraber, Batı kaynaklarından gelen bilgiler ağırlıklı olarak kullanılır. 1975 den itibaren, Türkiye dışında bulunan bazı Türklerden gelen yazılarla zenginleşen sayılar da görülür. Baymirza Hayıt ve Hasan Oraltay, Almanya dan yazılar gönderirler. Daha sonra bu isimlere Nadir Devlet de katılır. İçerden, Prof. Dr. Tahir Çağatay, Dündar Taşer, Prof. Dr. Abdülkadir İnan, Ahmet Cebeci, Erdal Sargutan, Muhabay Engin, Dr. A. Yavuz Akpınar ve o sıralarda Türkiye ye gelen İklil Kurban gibi pek çok isim Dış Türkler le ilgili yazılar kaleme alırlar. Bu yazıların çoğunun aktüel durumlara dair olması çok ilgi çekicidir. Sovyet Devrinin çok katı bir döneminde, bu kadar bilgi sızması şaşılacak bir durumdur. Ancak, bazı bilgilerin yanlışlığı da kısa veya uzun vadede anlaşılan hususlar arasındadır. Mesela, Töre nin 99. sayısında Cemiloğlu nun Ardından adıyla bir yazı yayımlanmıştır. Bu bilgi Batı kaynaklarında da yer alan bir istihbarat yanıltması olduğu bir zaman sonra anlaşılacaktır. Mustafa Cemiloğlu nun Sibirya da zindanda katledildiği haberi, o yıl bütün milliyetçileri yasa boğmuş ve hatta çok büyük bir tel in mitingi düzenlenmişti. Bu satırların yazarı da o mitingde bulunanlardandı. Cemiloğlu nun yaşadığı çok sonraları bir müjde olarak duyuldu. 2010 yılı itibariyle bugün de yaşıyor ve Kırım Türklüğü nün büyük mücadelesine liderlik etmeye devam ediyor. **** Diğer bir ağırlıklı mesele dildir. Dilin de ideolojik bir malzeme olduğu dönemlerdir. O zamanın Türk Dil Kurumu nun öncülüğünde, o dönemde uydurmacılık denen acaip bir yıkıcılık akımı vardı. Türk sanat ve edebiyat hayatı ile beraber, bütünüyle dil sahası teknik terimlere varıncaya kadar, onların yönlendirmesiyle yürüyordu. Türk Milliyetçiliği, milletinin diline kasteden bu akıma tabii olarak 08

şiddetle muhalifti; ancak bu büyük seli durduracak kadar güçlü enstrümanlara sahip değildi. Töre, bu konuda da sert bir mücadele yürüttü. Töre nin pek çok sayısında, bu dil savaşına dair pek çok yazı vardır. O zamanın genç akademisyenleri Ahmet Bican Ercilasun, Dursun Yıldırım, Birol Emil, Mertol Tulum (bu isimler o sırada asistan veya Dr. unvanı taşıyorlardı) ve benzeri pek çok isim bu dil kavgasının teknik tarafını yürütüyorlardı. Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu da Töre nin bu dil mücadelesini destekleyenler arasındadır. Dergiyi bir dönem emaneten çıkaran Dr. Yalçın İzbul un özellikle Batılı linguistik çalışmalarına yer veren yazıları ve tercümeleri, ilim açısından önemliydi. Dil zevki bakımından da, pek çok şair ve yazarın dikkatleri, Töre sayfalarında yer alıyordu. Hiç hızını kaybetmeden devam ettirilen bu dil dikkati yeni nesillere aktarılmak suretiyle, tahribatın daha büyük olmasını engelleyen, çok değerli bir çalışma yürütüldüğü ortadadır. Dile verilen önem, elbette edebiyata ilgi duymayı gerektirdi. Dil, yaşayan en canlı tarafıyla edebî verimlerle de duyurulmalıydı. Zaten Töre çevresinde, pek çok adı belli edebiyatçılar vardı. Kurucu Halide Nusret Hanım, şair ve yazardı. Kızı derginin sahibi ve Genel Yönetmeni Emine Işınsu romancıydı. Arif Nihat Asya gibi büyük bir şâir, henüz hayattaydı ve dergi çıkarıcıları ile devamlı beraberdi. Hisar muhîti tamamiyle derginin dost çevresiydi. Edebiyatçılar bakımından problem yoktu. Ancak, Töre bir fikir dergisiydi. Edebiyat ve sanatın fikir tarafına girebilirdi, ama edebî verimleri yayımlamak konusunda bazı tereddütler vardı. Bu tereddüdün de müspet yönde aşılmasıyla, hem sanat yazıları ve hem de sanat eserlerine yer verilmeye başlandı. Bu, Töre nin geçirdiği birinci köklü değişmedir. 1975 yılına tesadüf eden bu değişme, 52. sayıdan itibaren ağırlıklı sanat yazılarıyla netleşir. Kısa bir zaman sonra da, Töre, bir fikir ve sanat dergisi olur. Sanatın her kolunda yazılara ver vermek üzere, kampanyayı andıran bir çalışma başlatılır. Tiyatrodan musikiye kadar her konuda yazılara yer verilir. Mehmet Çınarlı, Sanatçı Dostlarım serlevhalı hatıra yazılarını ilk olarak Töre sayfalarında yayınlar. O zaman Sansür Kurulu nda Millî Eğitim Bakanlığı nı temsil eden merhum Mehmet Nuri Özşahin, Oğuzata Altaylı adıyla sinema yazılarına başlar. Birkaç isim tiyatro yazıları yazar. Mahir Canova ve Aclan Sayılgan gibi Türk Tiyatrosunun iki büyük ismi de zaman zaman Töre de yer alırlar. Bir grup arkadaşla 1975 yılında kurduğumuz tiyatroyla ilgili ilk yazı da Töre de çıktı. Bir dönem Töre nin Yazı İşleri Müdürlüğünü de üstlenen Meriç Coşkun imzalı yazı, Çağlar Sanat Tiyatrosu-Kürşat İhtilâli adını taşıyordu. Dilâver Cebeci nin, Seyyâh-ı Fakîr edasındaki yazıları da, derginin sanat yönüne sosyal ve siyâsî hiciv boyutunda renk katıyordu. Murat Bardakçı nın ilk yazısı da Töre de çıkmıştır. O zamanlar Ankara sanat çevrelerinde, tanburuyla(yaylı da çalardı) görünen Bardakçı, yazı hayatına bir musiki yazısıyla Töre de başlamıştır. Edebiyat ve sanatla ilgili yazılar, dergide zaman zaman ağırlıklı olarak yer alıyordu. 57. sayı, bu tip sayıların başlangıcı olmasa da yerleştiği bir devreyi işaret eder. Bu hükme şuradan varıyorum: İstanbul u öne çıkaran yazıların ağırlıklı olduğu 40. sayıda olduğu gibi yer yer bu usul denenmiştir. Bu sayı ve devamında Yahya Kemal in muhteşem Türk İstanbul konferansları ile 4 yazısına yer verilmiştir. Hatta 56. sayıda, Arif Nihat Asya ve Atsız la ilgili yazılar da bu geçişe son bir hazırlık olarak değerlendirilebilir. 57. sayıdan sonra, ağırlıklı sayılar sıklaşmış, daha ilerleyen yıllarda da özel sayılara geçilmiştir. Bu da Töre nin kısmen kendini yenilediği bir devre olarak kabul edilebilir. Bu özel sayılardan birkaç örnek vermeden, Töre nin yukarıda zikretmediğimiz edebiyat ve sanat yazarlarından bazılarını burada kaydedelim: Sevinç Çokum, Prof. Dr. Şerif Aktaş, Yılmaz Gürbüz, Ülker Gürbüz, Hasan Kayıhan, Sevim Kantarcıoğlu, Ali Yörük, Şevket Bulut, Hasan Kallimci, Zeki Alan. Bu isimlerin bir kısmı akademisyendir ve tenkidtanıtma-denemeler kaleme almışlardır. Bir kısmı da doğrudan nesir vadisinde edebî eserler yayımlamış sanatkârlardır. Töre, çok fazla şiir yayımlamamasına rağmen, kabarık bir şâir listesi çıkması çok dikkate değerdir. Ârif Nihat Asya, Y. Niyazi Gençosmanoğlu, Talat Sait Halman, İlhan Geçer, Bahattin Karakoç, A.Yağmur Tunalı, Abdürrahim Karakoç, Ahmet Tevfik Ozan, Cemal Kurnaz, Olcay Yazıcı, Yılmaz Soyer, Yetik Ozan, Hayati Baki, Muhsin İlyas Subaşı, Şükrü Karaca. Bu şairlerin pek çoğunun şiirinden çok yazısının yayımlanması da, Töre nin fikir tarafına uygun bir durumdur. 1980 öncesi dergiciliğinde desen de önemli bir yer tutardı. Özellikle kültür sanat dergileri, mutlaka desenle süslenirdi. Bitmemiş resim ve hatta bitmemiş şiir havası veren bu desenler, okuyucunun hem gözünü okşar, hem de o eseri anlamada muhayyilesini tahrik ederdi. Rahmetli Coşkun Karakaya ve şimdi ilim adamı olarak da temayüz eden Garipkafkaslı başta olmak üzere, Mazlum Ümit, Mehmet Başbuğ, Ali Düzgün, Osman Altıntaş, Suzan Çataloluk, Rıfkı Demirelli, Oğuz Karakoç ve Vehbi Okur gibi isimlerin desen ve fotografları Töre nin edebî verimleriyle beraber görünmüştür. Hatta resim sanatına hazırlık manasından dolayı, bir desen yarışması bile düzenlenmiştir. Töre nin düzenlediği üç yarışmadan biri budur. 09

Töre nin bir diğer yarışması, o yıllarda şiirin yanında yazıcıları çoğalan hikâye sahasında idi. 12 Eylül 1980 e iki kala düzenlenen bu yarışma, çok büyük ilgi gördü. Emine Işınsu, Doç. Dr.Bilge Ercilasun, Sevinç Çokum, A. Yağmur Tunalı ve Hüseyin Mümtaz dan oluşan jüri, A. Kartaltepe nin Muhacir Osman adlı hikâyesini birinci seçti. Kimdi, nereliydi? bilinmiyordu. Sonuçlar ilan edildikten sonra, Ben Batı Trakya dan diye başlayan bir mektup geldi ve ismiyle beraber kimliği de o şekilde öğrenildi. Töre, bu yarışmada ilk sıralarda yer alanları bir özel sayıda değerlendirdi. Galiba, bir edebiyat türüne ilk defa tam sayı ayırmak, Töre için bir başka döneme işaret eder. Zaten, bu sırada 12 Eylül olmuş ve fikir yazılarının ağırlığı sanki tabii bir sonuçmuş gibi azalmıştı. Nitekim 1981 yılında, Tarık Buğra nın Gençliğim Eyvah romanının yayınından hemen sonra, ağırlıklı bir sayı yapılmıştır. Özel sayı ağırlığına yakındır. Çok yönlü yazılar yer almış, Tarık Buğra ile o vakte kadar yapılmış en geniş röportaja yer verilmiştir. Bir bakıma Tarık Buğra ile ilgili sayı, Emine Işınsu nun son hamlelerinden biridir. Çünkü devrin şartları gereği, yurtdışında çalışmak zorunda kalan eşi Prof. Dr. İskender Öksüz le Suudî Arabistan a gidecektir. Veda yazısı, o günlerde sevenlerinin ve okuyucularının içini sızlatan ifadeler olarak yansımıştır. Yazının başlığı Eyvallah dır. Hemen üstünde, Şen olasın Halep Şehri ibaresi vardır. Bu ibare tekrar eden bir motiftir. Hüznü ağırlaştıran da odur. Işınsu: Ne yaptıysak Türk e hizmet aşkımız için yaptık diyecek ve derginin sahipliğini Yaşar Eşmekaya ya devredecektir. Dergi, bundan sonra beş kişilik bir yazı heyeti tarafından çıkarılacaktır. Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, Prof. Dr. Sadık Kemal Tural, Mustafa Özcan ve A. Yağmur Tunalı. Bu yeni dönemin özelliği, bu heyetin fikirlerinin tam mânâsıyla dergiye yön vermesidir. Yayın tarihimiz için de önemli bir örnek olduğu açıktır. Çünkü dergiler yayın kurulları oluşturmak bakımından birbirlerine benzerler. O kurulların sayı ve fonksiyonları bakımından değişiklikler gösterirler. Yazı kurulları tam olarak çalışan pek az dergi vardır. Töre bu yeni devresinde, 1984 e kadar, kültür sanat ağırlıklı bir dergidir. Fikir ağırlığı, kültür- sanat verimleri ve fikriyatına kaymış gibidir. 12 Eylül sonrası şartlara bu şekilde uyum sağlandığı düşünülebilir. Siyaset ve o çerçevede kabul edilen fikrî faaliyetlerin zemininin kaydığı bir zaman dilimidir. Türkiye nin sağının ve solunun, kendisini ifade için edebiyat ve sanat verimlerine ağırlık verdiği, yayın bakımından çok zengin bir dönemdir. Onlarca yayınevi, onlarca dergi, yüzlerce kitap, birbiri ardınca çıkmaktadır. O devir için, şaşırtıcı bir çeşitlilik ve hız vardır. Yüzde itibariyle sağın hissesi, olsa olsa onlar mertebesinde, milliyetçi kesimin hissesi ise, 2-3 ler mertebesindeydi, denebilir. Bu yayın furyasında, milliyetçi kesimin çok ağır kaldığı da açıktır. Töre nin, bu yavaşlığı ve eksikliği, uzun yılların tecrübesiyle, yeni bir formata bürünerek göğüslediği de düşünülebilir. Töre yi çıkaranlar bu büyük sorumluluğun farkındadırlar. Dergi, yeni imzalara her zaman olduğundan daha fazla açıktır. Nitekim, bu devrede, yeni nesilden pek çok imza Töre sayfalarında görülür. Bu devrede de ağırlıklı ve özel sayılar çıkarılır. Yahya Kemal i yeniden gündeme getirmek isteğiyle hazırlanan sayıda, benzerlerinden çok farklı yazı ve analizler vardır. Yahya Kemal in meclislerinde bulunan Dr. Muhtar Tevfikoğlu nun yön verdiği bu bölümün, bir bakıma yakın bir dost gözetiminde içerden bir bakış lezzeti taşıdığı açıktır. Edebiyat ve sanat sahasında bir canlanmaya öncülük etme gayreti de zaman zaman görülür. Töre geleneğinde, ikinci defa bir edebiyat türünde yarışma düzenlenmesi bu devrededir. Şiir yarışması, 4 yıl önceki hikâye yarışması gibi büyük ilgi görür. Yarışma sonuçları, Odalar Birliği salonunda düzenlenen bir panel, şiir okumaları ve Cinuçen Tanrıkorur ud ve ses resitali nden oluşan bir programla ilan edilir. Zamanına göre çok parlak bir tören olduğu, o günlerde çok konuşulmuştur. Derginin bu döneminde, bir vefâ borcu da yerine getirilir. Emine Işınsu Özel Sayısı, konusuna uygun olarak, en parlak nüshalardan biri halinde çıkar. 120 sayfalık derginin 77 sayfası, Işınsu nun biyografisi, kendisiyle yapılmış bir mektup-mülâkat, edebiyat tarihçilerinin, dostlarının yazı ve görüşleriyle, önemli bir kaynak olarak değerlendirilmiştir. Edebî şahsiyetlerle ilgili çıkarılmış özel dergi sayıları içinde, orijinal bir örnektir. Romancı hakkında bir fikri olmayanlar bile, bu özel sayıyı okumakla onu ciddi surette tanıyacaklardır. Bu kadar iddialı bir fikir söylenebilmesinin gerekçelerini açıklamak lazımdır: Bu özel sayı, edebiyat ilminin soğukkanlı bakışını veren yazılar yanında, romancıyı yakından tanıyanların kaleminden çıkmış, içerden bilgilerin ve duyguların ağırlıklı olarak yer aldığı bir yazılar bütünü olarak çıkmıştır. Emine Işınsu hakkında yapılmış tezlerden sonra, en derli toplu bilgi de bu özel sayıdadır. Emine Işınsu Özel Sayısı ve arkasından gelen şiir yarışması ve onunla ilgili ağırlıklı sayı, bir bakıma Töre nin batıştan önceki göz alıcı parlaması gibidir. 1984 den itibaren, Töre nin sahipliği bir kere daha değişmiş, o sırada Devlet Bahçeli öncülüğünde kurulan Mayaş A.Ş., dergiye Yaşar 10

Eşmekaya ile ortak olmuştur. Yine Yaşar Eşmekaya, sahibi görünecektir. Ama, Mayaş adıyla birlikte. Yine aynı yazı kurulu dergiyi çıkarmaya devam edecektir, ama eski heves, heyecan pek kalmamıştır. Yazı Kurulu nun heyecanı bu merhaleden önce de kısmen azalmıştır. Dergi, Mayaş ın yayını olmadan da, aktüel konularda yorumlar ve bir bakıma siyasete girmiştir. Yazı Kurulu nun düşündüğü dergi havası, Mayaş la beraber bir kere daha sarsıntı geçirmeye başlamıştır. Aslında, yeni bir fırsat da doğmuştur: Mayaş ın Taha Akyol tarafından çıkarılan Hamle adlı bir haftalık dergisi de artık yayındadır. Töre, yeniden kültür ve sanat dergisi olarak çıkabilecektir. Ancak, idare problemleri vesair şartlar, 1985 itibariyle Yazı Kurulu nun dağılmasıyla (çekilmesiyle de denebilir) sonuçlanmıştır. Daha sonra da, dergi bir süre daha Mayaş tarafından yayımlanmış, daha sonra İstanbul da bir ekip tarafından birkaç sayı daha çıkarılmıştır. Töre nin çıkan son sayısı, bir sır gibidir. Bu kadar yakın bir tarihte olmasına rağmen, çok el değiştirme, şehir değiştirme ve ekip değiştirme yüzünden bu muamma çözülmez haldedir. Prof. Dr. Ali Birinci dâhil, pek çok kimse bu muammayı çözmek için uğraşmasına rağmen, netice alınamamıştır. Yolu Töre den geçenler de bu konuda bir şey yapamamışlardır. Türk Yurdu nun emektar Genel Yayın Müdürü ve Töre nin bir dönem Yazı İşleri ni yürüten Prof. Dr. Çağatay Özdemir in himmet eli bu konuya da değdiğine göre, bir netice alınması beklenebilir. Son 25 yılın en çetin yayın meselelerinden biri olmak yanında, hâl-i pür-melâlimizi de anlatacak hazin bir örnektir. Bu belirsizlik bir yana, Töre, Türk düşünce tarihinde çok orijinal bir dergidir. 16 yılı aşan bir yayın süresiyle, uzun ömründe, bir nesli mayalamış olduğu söylenebilir. Yalnız Töre okuyarak, memleket ve dünya meselelerinde hatırı sayılır seviyede fikir sahibi olan, kültür ve sanata bir ölçüde aşinalık kazanan, binlerle ifade edilecek bir okuyucu ordusundan bahsedilebilir. Türk düşünce tarihi ve kültür tarihinde, iz bırakmış bir dergi olarak kaydedileceği de kesindir. **** 25 yıllık bir aradan sonra, Töre yeniden can bulu yor. Kökleri sağlam olan ağaçlar gibiyken, kurumuş dallarına, derinlerden su geliyor. Büyük gelenek çizgileri böyledir: Battıkları yerden bir başka türlü çıkmayı başarabilecek bir genetik sağlamlıkla doğarlar. Töre nin Töre si devam ediyor ve mutlaka gelecekte de şu veya bu şekilde devam edecek. Milliyete yaslanan her hareketin böyle yeniden yeni doğuşları, yaradılışı devam kanunlarının icabı ve gerçeği olsa gerek. 11

DER BEYÂN-I MECELLE-İ TÖRE* SEYYÂH-I FÂKİR EVLİYÂ ÇELEBİ TÖRE, bundan sekiz sene mukaddem (1) meydâne çıkmıştur. Süleyman Ispartavi nin sadâret ruzigârında, (2) Devirimci, Dürümcü, Viskici, Fışkıcı namları tahtında bir alay şerirü fâsık kimesneler gemi azıya alup, Ümmet-i Muhammed e taarruz ittükte, bu Töre türemiştir. Zaten Töre türemek masdarından bir isimdür. Töre türedükten sonra bâlâda zikri geçen erâzil gürûbu ric ata başlamıştur. Töre nin sahibesi ve dahi Milli Kaynana Amine Hatun her ne kadar «Töre Silahtur» deyu Ceridelere ilân virür ise de, zinhâr inanmayasuz. Töre ne Balyemez topudur, ne Çakmaklı tüfenktür, ne Yeniçeri palasıdur, ne de zemâne silahlarından olup, Dank deyü ma ruf gulyabâni silahıdur. Bu Amine Hatunun kavli cümle batıldur. Töre, halis muhlis bir mecelledür. Lâkin bâlâda zikreyledüğüm esli hanın Cümlesine bedeldür. Çünki fikirden (3) daha kuvvetli silah yokdürür. Töre, lügatta ecdâddan gelen ba zı an ane dimektür. Bizim ecdâdımızın dahi an ane, ahlâk ü a dabı makûl ü kâmil olduğundan, elyevm (4) biz anların tâkibçisi ve taklitçisiyiz. Velev kim, devir EY-Ç1F1T devri, vatan KARGAŞİSTAN olsun... İşte TÖRE mecellesinün maksûdu budur. Bu mecellenin tevlidünde, DÜNDAR TAŞER nam *Töre Dergisi Hakkında, Haziran 1979 12

bir Kolağasınun azim gayret ü nusreti vardur, Kendüsü taş gibi muhkem bir er olduğundan TAŞER dirlerdi. Bâlâda Zikreyledüğüm gulyabâni kılıklı DANK silâhlarınun isti mâl idüldüğü ordu sınıfından yiğit bir Türkmen idi. Bundan yedi sene mukaddem Eceli kaza ile dâr-i fenâdan dâr-ı bekâya intikal eyledü. (Rahmetullâhi aleyh) Fahri kâinat Muhammed Mustafa efendimüz bir hadîsinde; «mü minler ölmez, bir dünyâdan diğer dünyâya naklolunurlar» buyurmuştur. Töre ashabından olupta dâr-ı bekâya intikâl iden ba zı eşhas daha vardur: Bunlardan evvelâ, nâmı Asya kıt asını aşmış olan ARİF NİHAT ASYA vefât eyledü kim, cümlemizi azim kedere garg eylemiştür. Kendüsü mevlevî meşreb, hoş sohbet bir şâir idi kim, ânın eş arındaki (5) bir mısra EY-ÇIFIT ve yandaşları gibi teşâür ehlinin ömür boyu yazduklarına bedeldür. (6) Bu hakir elhamdülillah andan el almıştur. YETİK OZAN deyû ma ruf belâgatlı şâir ise, şirk ehlinün ümmet-i Muhammed e revâ gördüğü zulme tahammül idemeyüp kendü canına kıymıştur. Bir zamanlar hakirin dahi tasvirini yapmış olan COŞKUN KARAKAYA nâmındaki musavvir ise bînazir (7) bir civân iken dâr-ı bekâya göçtü. (Rahmetullahi aleyhim) Dost ve yaranları ruhlarına fâtihâ göndermeyi ihmâl itmeseler yeğdür. TÖRE ashâbı pek ziyâdedür. Anların evsafı saymak ilen bitmez. Cümlesi Leyl ü nehâr elde kalem, dilde besmele, önlerinde kâğıt uykuyu didelerine haram eylemiş, küffâr ile fikir cengi iderler. Bunlardan, Âmine hatunun zevci ÖKSÜZ İSKENDER nâmındaki âdem gündüzleri siyâm(8), kiceleri kıyâm (9) üzere, dahi elinden kalem, gözünden gözlük düşmedüğünden, tıraş olmaya vakit bulamayub, üzüm gibi siyah sakalları göbeğine değeyazmıştur. Hele bir GALİP DEDE vardur kim, bu hakir ânın uyuduğuna hiç şâhid olmadum. Daha on beş yaşında bir civân iken diyâr-ı TURAN ı feth içün yek başına sefere çıkub, kış çabuk basturduğundan ric ate mecbûr kalmıştur. Böyle çapik ü çalâk (10) bir pîr-i fânîdür, Macerâları doksandokuz cilt kitâb olur. El an âsitânede (11) müderris olan Aydınlı MU- HAMMET ERÖZ hem kalemine hem dahi bazusuna muhkem bir kimesne olub, Şenâverlikte Yunus balığı ilen yarış eyler. Bakalım TÖRE ashabından daha kimler vardur: Kılıç gibi söz söyleyen, düz sözü şiir eyleyen, gâhı bahâdır sûretli, gâhi Dedem Korkut sîretli, destanların cılasunu NİYAZİ GENÇOSMANOĞLU vardur. Sızı yazmış, ağrı yazmış, cümlesini doğru yazınır, EY-ÇIFIT a erce çatmış, varub zindanlarda yatmış, cirmi küçük ilmi büyük HACIEMÎNOĞLU vardur. Elbistan ın kal ası, yürekli Türkmen balası, özü doğru, sözü doğru, şiirleri hakka çağrı ABDURRAHİM KARAKOÇ vardur. Çizgi çizgi cenk eyleyen, sessiz sessiz söz söyleyen, Azerbaycanlıdur asli, EHMEDELİ GARİPKAFKASLI vardur. Nere gitse kendüsüne yer bulan, hâinlerin yüreğine havf satan, kırılmayan, bükülmeyen, meydanlardan çekilmeyen ERCILASUN vardur. Gönlü derya, dili deryâ, sözleri ya türkü ya arya, yaza yaza yorulmayan hiç kimseye darılmayan SEVİNÇ ÇOKUM hatun vardur. Donuk duran, sessiz duran, ilmi ile kâfir vuran, oturup kalkanda Osmanlı değil âsumanlı EROL GÜNGÖR vardur. Sesi gelen her yandan, evlâd-ı fâtihândan, hemi olgun yaşı-başı, bu fakirin adaşı AHMET CEBECİ vardur. Boyu tâvil, kendü lâfbâz, civanlığında yumruk endâz, yaman olur yitişmesi KIRIKKALE yetişmesi SADIK KEMAL TURAL vardur. Deryalar mürekeb, ağaçlar kalem olsa, TÖRE ashabının esmaını (12) ve evsâfını (13) saymaya yetmez. Allah cümlesinin diline ve kalemine kuvvet ihsân eyleyüb, TÖRE nin ömrünü ebedî kılsun... Âmîn... (1) Önce (2) Zamanında (3) Silâhlar (4) Bu gün (5) Şiirlerindeki (6) Şairliğe yeltenme (7) Eşsiz (8) Oruç (9) Namaz (10) Çevik, atik (11) İstanbul da (12) İsimlerini (13) Özeliklerini 13

Kızım «IŞINSU» İçin Halide Nusret ZORLUTUNA Işın kızım sana, oyuncak diye, Gökten yıldızları, deresim gelir. Güneşleri verip sana hediye, Bahârı yoluna seresim gelir. Senden birer parça, göl, deniz, dere, Güzelliğin vurmuş sanki her yere, Ayın ışığını sarıp güllere, Başına bir çelenk öresim gelir. Şakrak kahkahanla uçar her hüzün, Erir ve dağılır sisleri güzün, Ömrümün bahârı, ışıklı yüzün; Bir saat görmesem, göresim gelir. Sesin bir rüzgârdır, tatlı ve serin, Gönlümdeki mâbet senin eserin. Ruhuma gülerken güzel gözlerin, Göklerdeki sırra, eresim gelir. 14

BETİK* İskender ÖKSÜZ Miskin Yunus söyler sözün Yaş doldurmuş iki gözün Bilenlere selam olsun Bizi bilmeyen ne bilsin Gülende gülce açışlı, kızanda çakın bakışlı, alayda albız yakışlı Aybala... meni silkip atar mısın? Şol küçük acunun nuru, bakanda okça delişli, sevende Selcen sevişli Aybala... sen Yağmur u bilir misin? Men gibi kalem tutuşlu, göğsünde özüm atışlı görklü balam... eğit kıl: özüne özüm verende, seni yürekten sevende, mantık denilen yalanla, sen özgeye gider misin? Fani dünyanın kışında, karanlığında, yasında, kör yağının kırışında meni yalın koyar mısın? Alaca gün doğduğunda, çiçeklerin ormanında, göğün görklü mavisine, yerin murat yeşiline, yaş tayların tepişine, mensiz bakabilir misin? Men; zamanın yarçımasız kara mağrasına sensiz girebilemem, sevincin ala ban günlüğünde sensiz durabilemem, ülkünün katı uğraşın sensiz verebilemem, Alplerin erdemli yiğitliklerin sensiz diyebilemem. Sen yapabilir misin? Kara acunun ışığı, soğuk acunun ılığı, yad dirliğin tanışı, yalın dirliğin yoldaşı Aybala m, özün özümde, özüm özünde... uçabilemezsin! Fani dünyanın sonsuzu, sığ dünyanın engini, puslu kaderin ulduzu, kargışlanmış kaderin kutluğu, balam hey!.. Mene mutlu haber gıl... yarçımasız: parıltısız ban: büyük kargışlanmış: lanetlenmiş günlük: çadır *Töre Dergisi, Aralık 1971, S.35, 15

Emine Işınsu (Sanatçı Dostlarım) Mehmet ÇINARLI Öncebeci de oturduğum sıralarda, bir gün, Erdem sokaktan, ana caddeye doğru inerken, yanımdan dikkatimi çeken bir kız çocuğu geçti. Boyunun birdenbire uzadığı, birkaç ay içinde çocukluktan genç kızlığa doğru önemli adımlar attığı belliydi. Saçlarını iki uzun örgü halinde beline doğru sallandırmış, canlı, neşeli adımlarla yürüyordu. Güzel bir yüzü, ışıl ışıl gözleri vardı. Kız çocuklarının, bizim taraflarda patılama (patlama) denilen, bu değişmeleri çok güzel, çok heyecan verici bir tabiat olayıdır. Onları ağaçların (özellikle gül ağaçlarının) dibinden fışkıran yeni ve kuvvetli sürgünlere benzetirim. Bu sürgünlerin kaç hafta içinde, boyları yarım metreyi, bir metreyi aşar. Açık yeşil renkleri vardır. Parmak kalınlığına ulaştıkları halde, o kadar taze, o kadar yumuşaktırlar ki, küçük bir hareketle kırılıp kopabilirler. Önümde, böyle bir sürgünün tazeliğiyle, yürümekte olan genç kız adayı, aklıma o günlerde çok dinlediğim bir şarkının sözlerini getirdi. Farkında olmadan yüksek sesle tekrarladım: Sen gitgide bir âfet-i devran olacaksın Canlar yakacak âteş-i sûzan olacaksın. Başını geriye çevirip, beni şöyle bir süzmüş ve gülümsemişti.. O yaşta, okuduğum mısraların mânâsını anlayacağına ihtimal vermediğim için, bu bakış ve gülümseyişin, sokak ortasında yüksek sesle şiir okuyan birine rastlamanın verdiği şaşkınlıktan ileri geldiğini düşündüm. Aradan üç-dört yıl geçti. O zamanlar, Konya da, *Töre Dergisi, S.61, s.25 16 Feyzi Halıcı ve arkadaşlarının sık sık düzenledikleri şiir gecelerinden birine davetliyiz. Ankara da bulunan şairlerin önemli bir kısmı davete katılıyor. Aramızda Halide Nusret de var. Bizim için tutulmuş otobüse bineceğimiz sırada, yanındaki genç kızla beni tanıştırıyor: - Kızım Emine Işınsu. Üç-dört yıl önce yolda bir çeşit laf attığım kız çocuğunun yüzünü hemen hatırlıyor ve onun, şimdi -tahmin ettiğim gibi- güzel bir genç kız olduğunu görüyorum. Onunsa beni hiç hatırlamadığı her halinden belliydi. Buna sevindim. O günlerde Konya nın Dede Bahçesi nde ve Mevlâna Müzesi önünde çekilmiş toplu fotoğraflarımız var. Fotoğrafların arkasına yazdığım nottan anlaşıldığına göre, 1954 yılının Temmuz ayında bulunuyormuşuz. Demek ki, Işınsu, henüz 16 yaşındaydı. Şiir yazdığını öğrenmiştik, Yaşları benim gibi otuza yaklaşmış veya otuzu geçmiş olan şair ağabeyleri ona iltifat etmek için birbirleriyle yarışa girmişlerdi. Bu yarışta tabiatım icabı- benim en sona kalmam ve hiç bir derece alamamam mukadderdi. Üstelik, iki ay önce nişanlanmış bulunduğum için, genç kızlardan mümkün olduğu kadar uzak durmam gerekiyordu! Aynı yılın Ekim ayında Emine Işınsu nun Hisar da küçük bir şiiri yayınlanmış. Sanırım, O nun adı geçen dergide görünen ilk ve son şiiri bu oldu. Şiirin altına koyduğu imzada soyadını kullanmayışı tuhafımıza gitmişti. Acaba, Işınsu babasına, anasına bağlılığını (eski ve daha doğru deyimiyle mensubiyetini) reddeden asi evlatlardan biri miydi? Öyle değilmiş. Sanat hayatına adımını atarken, «Zorlutuna» soyadının

sağlayacağı hazır şöhretten faydalanmak istememiş, edebiyat dünyasında Emine Işınsu olarak, sırf kendi gücü, kendi kabiliyetiyle bir yer edinmeyi uygun görmüş. Bu, gerçekten saygıya, alkışlanmaya değer bir davranıştı. O nun, iki günlük Konya gezimiz sırasında, üzerimde bıraktığı hırslı, gururlu ve dik başlı genç kız izlenimine de uygun düşüyordu. Işınsu, iki Yıl sonra (1956), karşımıza bir şiir kitabıyla çıkıverdi. «İki Nokta» adını verdiği bu kitaba giren şiirlerin çoğu, bir-iki kelimelik kısa mısralardan oluşmuştu. İçlerinde, çocukça duyguların dile geldiği şiirler de vardı; çokbilmiş, çok görmüş geçirmiş bir nine edasıyla söylenmiş şiirler de: Gel bu akşam bize gidelim kardeş; Top oynıyalım, Çember çevirelim. Sonra, evcilik de oynarız. Bir evimiz olur Erik ağaçlarının altında. Garipseme öyle Kocaman, Kocaman Açıp gözlerini, Hayat derler buna. Ya çekersin, Ya çektirirsin. Bu bir kadehtir; Bazan dolu, Bazan boş... Kitabın sonuna «Masal» başlığı altında eklediği 14 küçük şiirde ise, çocukluktan genç kızlığa geçen bir kalbin ilk aşk heyecanlarını bulmuştuk: Uzaklardan ta uzaklardan Gelirsin, Ellerin üşümüştür; Yüreğimi veririm, Isınırsın, Gidersin ta uzaklara Gidersin, Yüreğim Sende kalır. Konya gezisinden sonra, şair-yazar takımından bazı arkadaşların kolejli genç kızla ilişki kurmaya çalıştıklarını öğrenmiştim. Halide Nusret hanıma yapılan ziyaretler birdenbire artmış, fakat ona damat olma yolundaki teşebbüsler -sanırım biraz da vaktin erken, Işınsu nun çok genç oluşu yüzünden- müsbet bir sonuca ulaşamamıştı. 1959 yılında, öteki Hisar cı arkadaşlarım ve Ocak lı bazı şair ve yazarlarla, Ankara Türkocağı Sanat Kolu nu kurup, Türk Yurdu dergisinin «Sanat ve Edebiyat» bölümünü yönetmeye başladığımız zaman, bize bir genç yazardan övgü ile söz edilmişti: Erdoğan Cemil Okçu. Mühendis (veya mimar) olduğunu işittiğimiz bu genç yazar, vecize ile şiir arasında bir şeyler yazıyordu: Edebi türlerin birine sokmakta güçlük çektiğimiz, zevkine de pek varamadığımız bu yazılar, derginin «Sanat ve Edebiyat» bölümünde değil, öteki bölümlerinde yayınlanırdı. Günün birinde, Ankara Türk Ocağı nda, Erdoğan Cemil Okçu nun kendisiyle de karşılaştık. Sarışın, yakışıklı, tüysüz denecek kadar parlak bir gençti. Azimli, kendinden emin bir gençti, kendinden emin bir hali vardı. Askerlik hizmetini yapmakta olduğu için, yedek subay (veya yedek subay öğrenci) üniforması giymişti. O sırada, Halide Nusret le yeni şairlerden birini karşılaştırıp, o yeni şairi Halide Nusret ten üstün gördüğünü söyleyen bir arkadaşımıza genç yedek subay (veya yedek subay adayı) birdenbire sert bir çıkışta bulundu: - Hayır, o şair Halide Nusret in tırnağı bile olamaz. Ben, bu sinirli çıkışın manasını anlayamamıştım. O gittikten sonra, Ocak lılardan birine sordum. - Hoş görmelisiniz, dedi, yakında Halide Nusret e damat olacak. Işınsu ile nişanlandı. Bu konuşma 1959 yılı sonlarında veya 1960 yılı başlarında olmuştu. Sonra, yurdumuz, o günleri yaşayan herkesin acıyla hatırlayacağı, kavga, döğüş, kargaşalık günlerine girdi. Türk Ocağı ndaki buluşmalar ve sanat toplantıları da sona erdi. 1964 yılında Hisar ı tekrar çıkarmaya başlayıncaya kadar, hepimiz bir çeşit ölü devreye girdik. Işınsu, bu sıralarda bazı hikâye denemeleri yapmış, bunlardan ikisini Dost dergisinde yayınlamış. Işınsu nun dahi, Dost gibi, solculuğu hayli ileri götürmüş bir dergiye yazı vermiş olması, o tarihlerde, sanatını sol ideolojinin dışında tutmak isteyen yazarlar için, yayın alanında ne derin bir boşluk bulunduğunu göstermeye yeter sanırım. Bizim, Hisar ı ikinci defa çıkarmak zorunda kalışımızın sebeplerinden birisi de, bu boşluğu acı acı hissetmiş olmamızdır. Hisar ı yeniden çıkarmaya başladığımız yıl(1964) Işınsu da yazı ailemize dâhil oldu. «Yeşil Fasulyeler» başlıklı hikâyesi, bizim de, okuyucularımızın da çok hoşumuza gitmiş, bize yeni ve başarılı bir hikâyecinin müjdesini vermişti. Fakat genç yazar, Hisar da ikinci bir hikâye daha yayınladıktan sonra, birdenbire susuverdi. O nu bir gün «Sabah» gazetesinin fıkra yazarı olarak bulduk. Yazılarından birine Hisar dergisini konu yapmıştı. Fakat ne dediği pek anlaşılmıyordu. Söylenmek istenen- 17

ler birbirine karıştırılmış veya yarım bırakılmış gibiydi. Sözü geçen yazının nasıl o hale geldiğini, sonradankendisinden dinledim: Atatürk ü sevmeyen gazete yöneticilerinden biri, Hisar la ilgili yazıda ne kadar Atatürk le ilgili cümle varsa, makaslayıp çıkarmış. Aksi bir tesadüf eseri olarak, Işınsu nun ele aldığı sayı da, Hisar ın Atatürk sayısı. Atatürk aradan çekilince, ne Hisar da hayır kalmış, ne de yazarın fıkrasında! Emine Işınsu, benim kanaatime göre, sanat yolunu gönlünün istediğinden çok aklıyla, mantığıyla çizmiştir. Şiirde ısrar edip, sayısı pek çok olan başarısız şairlerden biri olarak kalabilirdi. Fazla vakit kaybetmeden şiiri bırakıp, yazarlığa geçmesini bildi. Fıkra yazarlığından, hikâyecilikten, tiyatroya, romana atladı. 1967 yılı sonlarında benimle görüşmek için Necatibey Caddesi ndeki Hisar idarehanesine geldiği zaman, karşımda artık, ne örgülü saçlarını savura savura giden genç kız adayı, ne de duygu ve heyecanlarını ilk defa kağıda dökmeye çalışan genç şair vardı. «Küçük Dünya» adındaki romanı Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Sanat Armağanı nı kazanmış, «Bir Yürek Satıldı» adındaki oyunu TRT nin Radyo Oyunları Yarışması nda birinci gelmiş başarılı bir hanım yazarla karşı karşıya bulunuyordum. Yılların geçmesiyle olgunlaşan ve şahsiyet kazanan güzelliği de, siyah elbisesi içinde, daha çarpıcı bir hal almıştı. İlk defa olarak, uzun uzun ve çok samimi sohbet ettik. Kendisine yıllar öncesinin karşılaşmasından ve sokak ortasında yüksek sesle söylediğim beyitten de bahsettim. Hiç hatırlamadı, fakat sahneyi gözünün önüne getirip uzun uzun güldü. Gelişinin asıl sebebi: Devlet Tiyatrosu na verdiği piyesin bir an evvel okunması için benim yardımımı istemekti. Hisar cı ağabeyimiz Munis Faik Ozansoy, Tiyatro nun Edebi Heyet inde bulunduğu için, benim O na söylememle bu işin olacağına inanıyordu. Söylemeyi ve ısrarda bulunmayı vaat ettim. Biz sohbete dalarak vakti unutmuştuk. Saat bir hayli ilerlemiş (sekize yaklaşmış) kış mevsimi olduğu için, hava iyiden iyiye kararmıştı. Bir ara telâşla saatine baktı. Eşi Erdoğan Okçu gelip kendisini Hisar dan alacağını söylemiş. Kararlaştırılan saat bir hayli geçtiği halde, gelmedi. Işınsu, sinirli ve üzüntülü bir sesle: - Her halde unuttu! dedi. Ondan sonra söylediği birkaç cümle, evlilik hayatında mutlu olmadığını anlamama yetmişti. Kendisini evine götürmeyi teklif ettim. - Yooo, siz hiç zahmet etmeyin. Hiç gerek yok. Medeni bir şehirde yaşıyoruz. Bir taksi çağıralım, ben kendi kendime giderim. Taksiyi çağırdığım sırada, başka bir akşam buluşup sohbete devam etmemizi istedi, ben de memnuniyetle kabul ettim. Kısa bir süre sonra, telefonla aradı. Benim için evlerinde bir ziyafet tertiplemişti. Gazi Osman Paşa da, Reşit Galip Caddesi nin tepeye ulaştığı yerde, babasına ait bir villanın üst katında oturuyordu. Alt kata da annesi ve -o zaman sağ olan- babası yerleşmişti. Işınsu nun, sadece iyi bir yazar değil, iyi bir ev hanımı da olduğunu o zaman öğrendim. Çok zengin bir sofra hazırlamış, benim Türk musikisini sevdiğimi düşünerek, ses sanatçısı Nevzat Güyer i de davet etmişti. Yemekte, Nevzat ın ağabeyi Süleyman Güyer le, iki de Üniversite öğretim üyesi vardı. Öğretim üyelerinin o akşam ne sebeple bulunduklarını bilmiyorum. Sanırım kocasının arkadaşları idiler. Şiirli, şarkılı çok güzel bir gece geçirdik. Erdoğan Cemil Okçu da çok kibar ve samimi idi. Bana büyük bir yakınlık gösterdi. Evlerinin benim için her zaman açık olduğunu söyledi ve telefon edip haber vermeğe bile lüzum görmeden sık sık gelmemi istedi. O günlerde, eşim Amerika da olduğu için bir çeşit bekâr hayatı yaşıyordum. Öğretim üyelerinden genç olanı çok iyi fal bakıyordu. O akşam, avuçlarımıza bakarak geleceğimizi okumaya girişti. Bana: - Üç defa evleneceksiniz. demişti. - Nasıl olur, dedim, 40 yaşını geçtim, daha birinci karımla evliliğimiz devam ediyor. İkinciyi, üçüncüyü ne zaman alacağım? Hiç unutmadığım ince bir sesle şu cevabı verdi: - Elinizi çabuk tutun dostuuum, elinizi çabuk tutun, çok geç kalmışsınız! Işınsu nun fala ne derece meraklı olduğunu ve nasıl inandığını da o gece öğrendim. Uyuyan çocuğunu (Yağmur u) kucaklayıp getirmiş, falına baktırmıştı. Benim, «Küçük Dünya» kadar rahat ve bir çırpıda okuduğum roman azdır. Şiirli bir cümle ile başlıyordu: «Evvela, o tanbur sesini düşünüyordum. Su damlacıklarını...» Kendimi kaptırıverdim. Akıcı, tatlı bir üslup sürükleyip götürmüştü. Vaktin ne kadar ilerlediğini merak edip saatime baktığım zaman, romanı nerdeyse yarılamıştım. Küçük Dünya nın kahramanı Nur da, Işınsu nun kendisini görüyordum. Işınsu, romanda anlatılan macerayı aynen yaşamış mıydı? Bu hem imkânsız, hem de gereksiz bir şeydi. Bir yazar kendisini hiç olmayacak tipler ve olaylar içinde bile anlatabilir. Gustave Flaubert. «Madame Bovary benim!» demiş. Bir Flaubert i düşünün, bir de Madame Bovary yi. Cinsiyetleri bile ayrı. «Tutsak» romanına, Işınsu, ailesi ve çevresiyle 18

daha belirgin bir şekilde girer. Yazarın yakından tanıdığı kimseler (çok defa gerçek isimleriyle) eserde yer alırlar. Öteden beri öfkelenip durduğu tanınmış bir romancı, gerçek ismine çok yakın ve herkesin anlayabileceği bir takma adla, bir hayli hırpalanır. Yazarın birinci evliliğinin yürüyememiş olmasının gerekçelerini de aynı romanda bulabiliriz. Bütün ayrıntılarıyla anlatılan sevgi çözülüşü, aile çöküntüsü yanında, Kerkük Türklerinin başlarına gelen milli facia ve 1960 ihtilali arifesindeki şaşkın ve kararsız, Türk toplumu, romanda canlı bir şekilde yer alır. Bu arada, Işınsu, farkında olmadan bana da bir taş atmıştır. 1960 Mayıs ında herkesin ihtilâle davetiye çıkardığını anlatırken, şöyle der: «...Geriliyormuş! Yalnız sen mi, hepimiz. Memleketin tümü geriliyor. Neydi o, ne yazmışlardı: «İhtilalden bin beterdir - ihtilal endişesi» görüyor musun aslan şairlerimizi, aman endişe içinde kalmayın getirin, getirin... Rahatlarsınız! (Yağsın nesi varsa kâinatın).» Sözünü ettiği «aslan şairler» den biri benim. Biraz değişik şekilde aldığı mısra, 1960 yılı Mayıs ının 21 inde Bursa da söylenmiştir. Hikâyesini Hisar dergisinde uzun uzun anlattım. (Mayıs - 1973, Sayı: 113). Burada kısaca özetleyeceğim: O tarihlerde, Bursa da bir şiir gecesi düzenlenmiş, İstanbul ve Ankara dan tanınmış şairler geceye davet edilmişti. İstanbul dan davet edilenler arasında rahmetli Behçet Kemal Çağlar da bulunuyordu. Fakat Vali İhsan Sabri Çağlayangil, o günlerde iktidara karşı yazdığı imzasız şiirler elden ele dolaşmakta olan bu şair programdan çıkarılmazsa, gecenin yapılmasına izin vermeyeceğini bildirmişti. Hâlbuki Behçet Kemal, daha önce resmen davet edilmiş ve Bursa ya gelmek üzere yola çıktığı da öğrenilmişti. Çelik Palas ta şerefimize verilen yemekte, hepimiz, bu Behçet Kemal meselesini nasıl halledeceğimizi düşünüyorduk. Havanın durgunlaştığını sezen Halide Nusret, bir ara Bekir Sıtkı ya «bir şey oku da dinleyelim» dedi. O da kafasında kurup durduğu bir beyti okuyuverdi: Şimdi aslından vahimdir ihtimal endişesi; Sardı san atkârı bir Behçet Kemal endişesi. Hepimizin hoşuna giden bu beyti gazele tamamlamak istedik, Bazı arkadaşlar vezinden, kafiyeden ve ahvalimizden ilham alarak, beyitler söylediler. En son ve en tehlikeli beyti de ben söylemiştim: Uykusuz geçmekte günler, haftalar, aylar bütün: İhtilâldan bin betermiş ihtilal endişesi. Halide Nusret, söylenen beyitleri defterine not ediyordu. Işınsu, romanına aldığı mısraı ondan duymuş ve sahibini öğrenmeden ezberlemiş olacak. Aslında, İhtilale davetiye çıkarmıyor, ihtilal endişesinin yarattığı büyük sıkıntıyı anlatmak istiyorduk. Bütün toplantılar yasaklanmıştı. Sıkıyönetim Komutanlığı üç veya beş kişiden fazla vatandaşın bir araya gelemeyeceğini ilan ediyordu, Mektupların sansüre tabi olduğu, ceplerin, çantaların arandığı söyleniyordu. Nitekim Halide Nusret de, benim söylediğim beyti, olduğu gibi değil rumuzla defterine not etmişti: Failâttan bin betermiş failât endişesi. Emine Işınsu, Kerkük Türklerinin acılarını dile getirdiği Tutsak tan önce, «Azap Toprakları» isimli romanıyla, Trakya Türkleri nin gördükleri insanlık dışı muameleyi ve çektikleri cehennem azabını anlatmıştı. «Küçük Dünya» daki romantik ve şiirli üslubun yerini, bu romanda, alabildiğine gerçekçi ve acımasız bir anlatım alıyordu. Öyle ki, eserin başlarında verilen ve insanı öfke, isyan tiksinme duygularına boğan, birkaç sahneden sonra, kitabı elimden bırakmak zorunda kaldığımı ve bir süre okuyamadığımı itiraf ederim. Komünist anarşistler tarafından türlü işkencelerle öldürülüp, pencereden atılan Erkek Teknik Öğretmen Okulu öğrencisi Dursun Önkuzu nun mihver olarak alındığı son romanı Sancı yı okumaya başladığım zaman, Azap Toprakları yazarının, yüreğimi lime lime doğrayacağından, sinirlerimi sonuna kadar gereceğinden korkuyordum. Korktuğum gibi olmadı. Sancı da trajik olaylar daha yumuşak bir dille anlatılıyor, insana irkilme verecek ayrıntılara girilmiyordu. Ne var ki, «sanat sanat içindir» görüşünü reddeden yazar, gaye için, ideoloji için, hatta Parti için sanat görüşünün en ileri örneğini de Sancı da vermiştir. Önkuzu olayını, 1973 seçimlerinden önce, roman halinde yazıp bitirmek istiyordu. Bunun, seçimlerde, bağlı olduğu Partiye avantaj sağlayacağına inanıyordu. Bu yüzden, uzun süre gözlerden uzak yaşadı. Ne zaman arasam «Yok, gelmedi, roman yazıyor» cevabını alıyordum. Aylar sonra, konuşabildiğimiz zaman, romanın ne olduğunu sordum: - Yazdıklarımı dün yeniden okudum. Rezalet. Hiç bir şeye benzememiş. Hepsini yırttım, attım. Yeniden yazacağım. dedi. Tez romanı yazmanın güçlüğü de burada. Kalemini hür olarak duygularının, düşüncelerinin ve gözlemlerinin akışına bırakamayan, ona kutsal bildiği bazı şeylerin savunmasını emreden yazar, zaman zaman bu emrin gereği gibi yerine getirilemediğini, 19

yaratılan eserin bir şeye benzemediğini görmek zorunda kalır. Işınsu, seçim heyecan ve telaşı geçtikten sonra, konuyu tekrar ele alınca, istediği gibi bir roman yazmak imkânına kavuşmuş oldu. Ben, «Sancı»yı ilgi ve merakla okudum: Zaman zaman bir hatıra kitabı, zaman zaman da roman niyetine. Eserde, hem sık sık gördüğümüz şahıslar ve yakın bir geçmişte yaşadığımız olaylar gerçek adları ve yönleri ile anlatılmış, hem de çok canlı, hayali tipler ve olaylar yaratılmıştır. *** Töre okuyucularının, bir süreden beri, aralıklı da olsa, okumakta oldukları bu yazı serisini hazırlayabilmiş olmayı, büyük ölçüde Işınsu ya borçluyum. 1971 yılında Töre yi, rahmetli dostum Dündar Taşer le birlikte, çıkarmaya karar verdikleri zaman, beni de yazı ailesine almayı düşünmüşler. Ben, o günlerde, seyahatte bulunuyordum. Döndüğüm zaman, ilk karşılaşmamızda, Işınsu şöyle dedi: - Adınızı ilân edecektik. Fakat Dündar Bey «Kendisine sormadan olmaz» dedi. Hemen yazı bekliyoruz.. Yazmayı vadettim. Fakat bir yandan resmi görevim, öte yandan Hisar dergisinin türlü işleri beni o derecemeşgul ediyordu ki, uzun süre vadimi yerine getiremedim. Işınsu, 23 Şubat 1973 tarihinde, bana İstanbul dan, yarı şaka, yarı ciddi bir mektup yazdı. Mektupta şöyle diyordu: «...Hisar cıların sessiz, Türk Edebiyatçılarının -özellikle M.Samancı nın- aleni beddualarına rağmen, TÖRE, istikbalin pembe ufuklarına doğru emin ve sağlam adımlarla yürümekte! Hele Çınarlı beyefendi lütfetseler de, güzel nesirlerini verseler, bu emniyet ve sağlamlık bir daha güçlenecektir. Şaka bir tarafa, ciddi ciddi yazı isterim sizden Töre nin sanat tarafı yetersiz. Evet, siz çok işiniz var, Hisar vs. vs... Bütün kaçamak mazeretleri biliyorum, yine de eski dostluğa güvenerek, istiyorum. Var mı bunun başka hal tarzı?» En çok hoşuma giden, mektubun altına attığı imza ve bir ok çekerek düştüğü nottu: «E. Işınsu Öksüz» ve Öksüz den çekilen okun ucunda, büyük harflerle, sonuna nida işareti konmuş bir kelime «EVLENDİM!» Evlendiğini, o güne kadar kimse bana bu kadar orijinal bir şekilde bildirmemişti. Orta Doğu Teknik Üniversitesi nde öğretim üyesi olan İskender Öksüz ü tanıyınca, onun, bu zeki, esprili hanıma gerçekten, layık, güler yüzlü, sağlam fikirli ve mücadeleci bir adam olduğunu görüp, bir kat daha sevindim.. Işınsu, Ankara ya döndükten sonra da yakamı bırakmadı. Her telefon edişinde veya karşılaşmamızda soruyordu: - Bu ay başlıyor muyuz? Yazınızı ne zaman alıyoruz? Sonunda, Işınsu nun. Kafasına koyduğu şeyi mutlaka yaptıracağını, elinden kurtulmanın mümkün olmadığını anladım. Töre ye, Hisar a yazdıklarımın benzerini yazmaktansa, yeni bir yazı dizisiyle girmek istedim. Hisar da, Orhan Seyfi nin ölümü üzerine yazdığım hatıralar, ummadığım bir ilgi görmüştü. Bu ilgi, bana yakından tanıdığım sanatçıları anlatmak arzusu verdi. Töre de yayınlayacağım yazı dizisi de bu suretle bulunmuş oldu: «Sanatçı Dostlarım» Işınsu, fikri pek beğenmişti. Sık sık takip edip, benden ilk yazıyı aldı: «Munis Faik Ozansoy» (Töre, Mayıs 1973). Bir kere başlayınca bırakmak mümkün değil, Ama zaman darlığı beni sık sık güçlüğe uğratıyor. Bazan, Töre de yazının yanlış çıkması ve bir takım ihmaller tepemi attırır, «şu yazıları başka bir dergiye vereyim» derim. Ama düşünürüm ki, bunlar biraz da Işınsu nun eseridir. O olmasaydı yazmaya karar verir ve bu kadar sıkıntı arasında oturup yazabilir miydim? Bu soruya «hayır» cevabı verince, Işınsu nun hakkını teslim eder ve arzusuna uslu uslu boyun eğerim. Bazan da, yazdıklarıma karışmaya kalkar. «Onu yazma, bunu yaz» kabilinden. İşte o zaman, Nuh deyip Peygamber demeyen inatçı bir adam olurum. Boyun eğmek sırası da Işınsu ya gelir. Kendisinden bahseden bu yazıyı O na göstermeden yayınlamak istiyorum. Geçen gün, Almanya dan misafir gelen Nevzat Yalçın şerefine verdiği yemekte: - Nasıl, öteki dostlarım; haklarındaki yazıları yayınlanmadan önce göremedilerse, senin de görmemen gerekir, dedim.. Galip Erdem de fikrime iştirak etti. Fakat Işınsu ya bu fikri kabul ettiremedik. Bir dergide patronundan gizli yazı yayınlamak ne kadar güç bir şey. İskender Öksüz le baş başa verip işe çare aramak istiyoruz. Ama, bulabileceğimizi hiç sanmıyorum.. Töre; Benim yol göstericim, yaşam, ışık kaynağım... Hoş geldi sefa getirdi. Yeniden hayat veren TÖRELİLER! Allah size ne muradınız varsa versin. Tanrı Türk ü Korusun! Gültekin ÖZTÜRK Gazeteci-Yazar 20

IŞINSU İÇİN Tarık BUĞRA Orhan Kemal lerin, Yaşar Kemal lerin bana bir şey söylemediği, vızıltı geldiği, yani, hâlâ süren sanat anlayışıma sımsıkı bağlandığım yıllardı: Bir kesimin putlaştırmaya çabaladığı gerçek ten ve gerçekçilik ten tiksinirdim. Bütün gerçekleriyle insan ın ve Dünya nın, sanatı sanat yapan yorumlama gücünde, sanatçının çalışma odasında olduğuna inanıyordum. Coğrafya Dersi ni bunu anlatmak için yazmıştım. Saygım, sadece, kendilerine has ve kendilerine bağlı bir gerçek, bir dünya kurabilmek için çalışan sanatçılara idi. Karşılaştığım yeni isimlere bu anlayışla bakıyordum. Küçük Dünya.. Bir Yürek Satıldı.. Işınsu, benim yazarlar listeme bu anlayışa göre girmiştir: İnsan ı insan ın insan la ve toplumla ilişkilerini kavrama, yorumlama yeteneği., bir başka deyişle de, üslub vardı o eserlerde. O eserler sınıflandırılamayan bir grup içinde ele alınamayan hakiki bir sanatçıdan, tek olabilme gücünden haber getiriyordu. Tanıma ve tanışma merakım yoktur; yazara yaklaştıkça eser den uzaklaşma korkusunu duyarım. Birini kazanmak ötekinin tadını kaçırmak gibi gelir bana. Işınsu yu, Galip Erdem in götürdüğü evinde, bir akşam yemeğinde, 1965 de -onun anlattığına göre- Ayakta Durmak İstiyorum un kendini beğenmiş, burnu büyük yazarı olarak tanıdım: Açık sözlü, sıcak, canlı, nüktedan, güzel sofra hazırlayan, kendisini perdeleyip konuklarını öne çıkarmasını bilen bir ev sahibi! O gece beni üzen bir yönünü de görmüştüm: Politika ile fazlaca ilgileniyordu, Belki de çevrenin yüzündendir diye düşünmüştüm: ama pek değilmiş. Sonra sonra gördüm bunu. Bir başka şeyi de gördüm: Onu politika ya tam bir tutku olan ülke ve millet sevgisi çekiyordu. İlişkimiz o geceden sonra rastlantılara kaldı ve bu rastlantıların ilki de -yanılmıyorsam- Antalya Film Festivali ndeki jüri üyeliğimizde oldu. O, on günlük Konyaaltı beraberliğinde de arkadaşlık belirtilerinin doğduğunu söyleyemem. Sanırım noksan bende, benim sosyal yapımda idi. Sonra Bayramoğlu ndaki B.İ.K. Tatil Köyü ndeki on beş günler geldi. Bunlar, aynı zamanda, TÖRE dönemi idi. Ve artık aziz dostum Murathan ile, kafasını da, karakterini de gerçekten değerli bulduğum, İskender Öksüz de vardı: Murathan, Elif ve Yağmur dan sonraki -o zaman bir yaşında- çocuğu, İskender de, romancılığımı umursamayan eşi idi. Ve Işınsu, onların sayesinde, artık benim yalnız meslektaşım değil, arkadaşımdı, bacımdı. Işınsu bu hikâyeyi, TÖRE de o kadar güzel anlattı ki, eklenecek bir şey bulamıyorum. O dönem için ancak şunları söyleyebilirim: Üç çocuğa -kelimenin tam hakkıyla- annelik, gene kelimenin bütün gücüyle, noksansız bir eşlik ve TÖRE.. ve beyinde ve yürekte Azap Toprakları, Ak Topraklar, Tutsak, Çiçekler Büyür, Sancı ları! Bunlardan eleştirmeciler, araştırmacılar söz etsin. Bana gelince, ben, o gün, bu gün hep bunu düşünür, Işınsu ya daha bir başka saygı duyarım. Bir de, benim için hazırlattığı TÖRE özel sayısı ile bu sayıdaki yazısı var ki, yaşadığım sürece -ödeyemeyeceğim- bir teşekkür borcu olarak gönlümde kalacaktır. O sayıyı ben, asıl önemlisi, sanatçılığının, dergiciliğinin, daha daha da, gönül ve kafa arınmışlığının, herkesçe değerlendirilmesi gereken bir belirtisi sayarım. Bu yaz, Ankara da, arkadaşımız Yaşar Güngör ün ve sayıp sevdiğimiz eşinin davetindeki son buluşmamızda, Işınsu, kızı Elif in nişanlısının evinde kendisine çay ikram edişini, bir duygu patlaması ile öyle bir anlattı ki, annelik bir yana, benzeri bir sanatçının hiç de fazla olamayacağını düşünmeden yapamamıştım. Işınsu -ve Öksüz ler- şimdi bizden çok uzakta, gurbette. Ama bizden olan ve bizimle kalacak, bizden sonralara kalacak değerli bir şeyler var. Biliyorum bunu. *Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.56 21

Işınsu lara Açık Mektup Dr. Muhtar TEVFİKOĞLU Sevgili Dostlarım, Işınsu Özel Sayısı na ben de bir açık mektupla katılmak istedim. Niçin açık mektup? Çünkü kapalısından korkuyorum. Dostlarıma mektup yazmayı, yazsam bile göndermeyi bir türlü göze alamıyorum. Mektup bence en kuvvetli bir fiksasyon dur, tesbittir; tıpkı ölüm gibi... Mektup yazmak benim gözümde fevkalâde güç bir iştir. Okuması da öyle... Fakat her iki hâlde de hayatımda en büyük zevki ondan aldığımı itiraf ederim. Bunu biraz açıklayayım isterseniz, önce tuhaf bulacağınızı sandığım tarafından, yani zor okunmasından başlayarak... Soruyorum: bilim ve tarih kitapları, vesika niteliğini taşıyan evrak ve yazılı hatıralar dışında elinize aldığınız hangi eserde anlatılanların samimiyet ve doğruluk derecesini araştırmayı düşündünüz? Hiçbirinde düşünmemişsinizdir herhalde, Düşünmeye lüzum da yok zaten, çünkü edebi metinlerde asıl mühim olan, yazarın ne söylediği değil, nasıl söylediğidir. Ama bir dostunuzdan aldığınız mektup öyle mi? Onu okurken her cümlesini, her kelimesini didik didik didiklemiyor musunuz? Satırların altındaki derin mâ nâyı, bir gölge gibi, bir koku gibi sayfalara sinen hisleri, belli belirsiz izleri, virgül ve noktalarda alınıp verilen nefesleri, gönlünüzde yankılanan sesleri, hasılı her şeyi, her şeyi inceden inceye tahlil etmiyor musunuz? Ben ediyorum, sizin de aynı şekilde hareket *Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.40 22 ettiğinize inanıyorum. Şüphesiz, oldukça zor iştir bu... Hem çok zor... Zorluğu bir yana tehlikeli de aynı zamanda. Çünkü küçücük bir cümle veya bir tek kelime insanı ansızın kanatlandırıp yıldızlarla kucaklaştırabileceği gibi bir saniye sonra da dünyanın en karanlık çukuruna yuvarlayabilir. Bir masal sarayının yapılmasıyla Şairin «Nim sun peymâneyi sâki tamam ettin beni» dediği gibi, yarım cümleler de içimizde neleri tamam etmez ki!.. Gelelim işin öbür ucuna... Okunması bile bu kadar zor olan mektubun bir de yazılışını düşününüz... Ne yalan söyleyeyim, ben çok çekiniyorum. Elimden geldiği kadar yazmaktan kaçınıyorum. Pek mecbur olmadıkça türlü bahanelerle geçiştiriyorum. Kalbimi bütün sıcaklığıyla olduğu gibi sayfalara koyamayacaksam yazmaya ne lüzum var? Zarf, sadece muaşeret ve nezaket astarı altında sırıtan ikiyüzlülüklerimizi, budalalıklarımızı sarıp sarmalasın diye icad edilmiş bir bohça değildir ki... Onun için, imkân bulursam sevdiklerimle baş başa konuşmayı tercih ediyorum. Sözle yazı arasında tahminimizden daha büyük bir mesafenin mevcut olduğuna inanıyorum. «Konuşurken kullandığımız sözlerde yazarken erişemiyeceğimiz başka bir incelik var» diyen Montaigne yerden göğe kadar haklıdır. Gerçekten, duygular kâğıda dökülünce büyük ölçüde inceliğini,

sıcaklığını kaybediyor. Kaynağından fışkırdığı andaki temizliğini, berraklığını kaybediyor. Tabii akışını kaybe diyor, hatta çoğu zaman canlılığını kaybediyor. Damardan çıkan kanın pıhtılaşması, vücuttan ayrılan organın ölmesi gibi... Söz aramızda, konuşma ile yazı arasındaki farkı en küçük dereceye indirebilenleri eskiden kıskanırdım. Şimdi düşünüyorum da o farkı tamamen ortadan kaldırmış olmakla asıl ben övünebilirim, zira yazmıyorum. Lâtife bir yana, çok severim mektubu her şeye rağmen. Yazı çeşitleri içinde konuşma üslûbuna belki en yakın menzilde olduğu için... Mektup yazmaktan ne kadar kaçınırsam okumayada o kadar can atarını. Hele yayımlanmış mektuplar... Yerli ve yabancı edebiyat, san at, fikir adamlarının gerek derli toplu kitaplar halinde basılmış, gerekse şurada burada perakende yayımlanmış mektuplarını arayıp bulmak, onlardan -kendince- mühim bir takım ipuçları çıkarmak tâ çocukluğumdan beri vazgeçemediğim meraklarım arasındadır. Bu tatlı alışkanlık bana ince dikkatler de kazandırdı. Mallarme nin mektuplarında, sımsıkı kapalı (herrnetique) bir san atın kapılarını açacak altın anahtarları ele geçirdim. Keats in mektuplarında, kalbindeki renk ve ışık nüanslarının bir tayf gibi şiirine aksedişini olanca netliğiyle görmek fırsatını buldum. Beethoven ın mektuplarında (bilhassa 1795 den sonrakilerde), san atının gizli ilmiklerini keşfettim. Müzikal üslûbunun inceliklerini kavradım. Yalnızlık, hastalık, sefalet, bitkinlik, çaresizlik ve daha bir yığın ruhi ve organik ızdıraplarla, fakat bütün bu kötü şartlara rağmen, inanılmaz bir irade gücü, büyük bir yaşama ve yaratma sevinciyle meydana getirdiği eserlerin beşeri dokusunu, iplik iplik çözdükçe daha bir derinden anladığımı hissettim. Romantiklere açılan yol, onun tuttuğu ışıkla aydınlandı gözümün önünde. Zaten, mektuplarını ve biyografisini okumadan bir san atkarı tam manasıyla anlamak çok zordur bence. Batıda ciddi münekkitlerin, edebiyat tarihçilerinin mektup üzerinde ısrarla durmaları da herhalde bundandır. Sözünü ettiğim mektuplar yayımlanmış olanlar tabii. Yayımlandığına göre, artık gizlilik ve mahremiyetleri kalmadığını da hesaba katmalı. Herkes onlardan istediği gibi faydalanabilir. Oysa bir de doğrudan doğruya bize ait olan hususi mektuplar vardır ki, işte bunların değeri ve zevki hiçbir şeyle ölçülmez. Benim de böyle bir dosyam var. Gözümden bile kıskanıyorum, İçinde, bazı sevgili arkadaşlarımla, edebiyat ve san at dünyamızın doruklarında oturan bazı aziz dostlarımın zarif el yazılarıyla bezeyip bana göndermek lütfunda bulundukları mektuplar -hayır, mektuplar değil- hazineler saklı. Her açışımda içime bin güneşin parıltısı doluyor. Sizinkiler de orada, İlki Paris ten, 19 Temmuz 1981 tarihli posta kartı. Bir yüzünde göz alıcı bir peyzaj, Yaprak yeşili, sütbeyaz, saman sarısı, tarçın, kestane, gül kurusu, narçiçeği serpintilerle dalgalanan çok renkli, çok ahenkli bir tabiat manzarası, Ve o tatlı zemin üzerinde Paul Verlaine in dört mısraı... Meyveleri çiçekleri. yaprakları, dalları ve hepsinden önce de kalbini dile getiren latif şiir cümleleri.. Kartın öbür yüzünde ise sizin zarif cümleleriniz. Hafıza esrarengiz bir gemidir; ne zaman hangi kıyıya demir atacağı, ne zaman oradan kalkıp hangi iskelelere halatlarını bağlayacağı bilinmez. Verlaine beni nerelere götürdü bilir misiniz? İlkin otuz yıl evvelki güneşli günlere, sonra da iki yıl önceki edebiyat toplantılarımıza, Yani size.. Işınsu lara, O anda gönülden mektuplarımı göndermiye başladım; yazıya dökülmedikleri için örselenmemiş, taptaze duygularla... Verlaine, delikanlılık çağında tutulduğum bir ateşli hastalıktı. Oldukça ağır seyretti, uzun sürdü. Bugün de tam mânâsiyle kurtulduğumu söyleyemem. Hâlâ, zaman zaman nüksettiği oluyor. Şairin çok sevdiğim başka bir şiirinde «Saçlar da, düşünce de rüzgârda» dediği gibi, yine bazı günler kendimi -bütün varlığımla- o rüzgârın ortasında buluyorum. Söz şiirden açılmışken size bir şey daha söyleyeceğim, dünden beri nedense Keçecizade İzzet Molla nın bir mısraı dilime dolandı: «Delindi bağrımız amma bilindi cevher-i dil» Nasıl?. Kelimeler granit gibi sağlam, kunt, istif ustaca değil mi? Aynı şiirin öteki mısraları da mükemmel, fakat hepsini buraya almak imkânsız. Mektup yazmanın güçlüğü, mektup okumanın güçlüğü, mektubun değeri, mektubun zevki... Mektup, mektup, mektup... Görüyorsunuz ki hep mektup etrafında dönüp dolaşıyorum. Bütün bunları uzun uzun anlatışım, yazdıklarınıza cevap verememiş olmaktan duyduğum utancı belirtmek içindir. Beni bağışlayasınız diye... «Delindi bağrımız amma bilindi cevher-i dil» Bilinsin, yeter... Mühim olan bu değil mi? İşte böyle aziz dostlarım. Hoşça kalın. Derin hürmetle. 23

EMİNE ABLA! Hasan KAYIHAN Yıl 1974. Devir, CHP-MSP koalisyonu devri. Ortaklar birbirleriyle kavga etmekten fırsat buldukça ülkücü sürgün listeleri hazırlamakla meşguller. İçişleri ve Milli Eğitim, tam bir kıyım makinasına dönüşmüş. Komünistler okulları devrim üsleri haline getirmişler, Ülkücü öğrencileri sokmuyorlar. Binlerce öğrenci devamsızlıktan ya sınıfta kalıyor ya da okuldan atılıyor. Hükümetse sadece seyrediyor. Bu öğrenciler seslerini duyurmak için topluca okullarına girmek istediklerinde üzerlerine içeriden kurşun yağıyor. Buna rağmen polis onları copluyor, tutuklayıp zındanlara dolduruyor. Ankara da ilk yılım. BM ce finanse edilen ve bütün Ortadoğu ya hizmet verme statüsüne sahip olan Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü ne binlerce devlet memuru arasından iki zorlu sınavı başararak alınmış kırk kişiden biriyim, üstelik söylendiğine göre o tarihe kadar bu programa katılabilen en genç uzman öğrenci de benim, güya programı tamamlayınca üst düzey kamu yönetiminde görevlendirileceğim ama durumum hiç de iyi değil. Programdaki arkadaşlarımın neredeyse tamamı Marksist-Leninist çizgide. Bahri Savcı, Mümtaz Soysal, Fehmi Yavuz, Gencay Şaylan gibi her biri devrim nutukları atan hocalarımız vardı; arkadaşlarım ise gericiliğin, yobazlığın, kapitalizmin, faşizmin manifestosunu ben yazmışım gibi üstüme üstüme geliyor, ağzımı açtırmıyorlardı. Çok bunalıyordum. Kimseyi tanımıyordum. İşte Töre, Bozkurt ve Devlet Gazetesi nin hazırlandığı yere ilk defa bu ruh haliyle gittim. Gençlik Caddesi üzerindeki o tek katlı, küçücük binanın 24

bodrum katındaki iki odadan birinde merdaneleri dönmekten gına getirmiş Heidelberg tipi bir baskı makinası, diğerinde ise çalıştırılırken ortalığı velveleye veren kurşun dökmeli bir dizgi makinası ile kalıphane vardı. Üstteki dört oda ise, neredeyse Türkiye demekti; düşünce adamlarının buluşup memleket meselelerini tartıştıkları, yazarlarının yazılarını hazırladıkları, dizgiden gelen provaların okunup düzeltildiği, teleksten inen haberlerin tarandığı idarehane, aynı zamanda da ülkücü oldukları için kış ortasında sürgün edilen öğretmenlerin, memurların, okullarından atılan öğrencilerin, çocukları evlerinden alınıp tutuklanan ana babaların, benim gibi patlama noktasına gelmiş kişilerin bir parça milli hava soluyabilmek için akın ettikleri bir yerdi. Niyetim yazılarından tanıdığım ağabeylerle tanışmak, belki ruh halimi açmak, diren diyeceklerini bile bile gene de akıl almaktı, ancak görüşme sırası bekleyenlerin arasında otururken çevremdeki insanları dinleyince kendi geliş sebebimden utandım; insanlar perişandı; batı illerinden birinde yirmi yıldır Milli Eğitim de çalışan, dört çocuk babası lise müdürü bir ağabey, Diyarbakır ın Lice ilçesine bağlı bir mezraya öğretmeni olarak sürülmüş, KİT lerden birinde on yıldır uzman işçi statüsünde sözleşmeli olarak çalışan bir ağabeyin sözleşmesi iptal edilmiş; kucağındaki bebeği susturabilmek için didinen bir ablanın kocası bir hafta önce gece yarısı polisler tarafından yatağından kaldırılıp götürülmüş ve hâlâ kendisiyle görüşmesine izin verilmiyormuş... Gerçi onlar da Töre-Devlet-Bozkurt dergilerinden tanıdıkları milliyetçi ağabeylerin dertlerine çâre olamayacaklarını biliyorlardı ama gene de başlarına gelenler bilinsin istiyorlardı ve hepsinde bilinmesini istedikleri bir başka vakur duruş daha vardı: Gerekirse canımı da veririm! Bunları işittikten sonra, okulda beni üzüyorlar da şöyle bir selâm verip rahatlamaya gelmiştim, diyemezdim, kalktım ve sessizce odadan çıktım, ancak koridorda kısa, kıvrık saçlı, tıknaz, orta boylu, gözlüklü, benim yaşlarımda birine çattım. Hoyratça sordu: Hayırdır arkadaş? Öylesine uğradığımı, ileride tekrar geleceğimi söyleyince, Sen gel hele! deyip beni duvar boyunca yığılmış gazete destelerinin bulunduğu bir odaya götürdü. Üç-dört kişi baskıdan gelen Devlet Gazetesi ni katlayıp etiketliyor, pul yapıştırıp Töre Dergisi ni önlerindeki dağıtım listesine göre desteleyip paketliyorlardı. Kıvırcık saçlı, bana ne iş yaptığımı sordu, edebiyat öğretmeni olduğumu, yeniden okula devam ettiğimi öğrenince, ötede iki kişinin oturduğu bir masaya götürdü. Önüme baskıdan gelmiş bir fasikül ve kırmızı renkli tükenmez kalem verip Bak, dedi, harf yanlışı varsa, şöyle bir çizgi çekecek, şu kenara doğrusunu yazacaksın, satır hatasında şunu, kaymalarda bunu, şunda şunu, bunda bunu yapacaksın, Hadi kolay gelsin! İdare Müdürü Osman Çakır ın avucuna düşerek tashih işine koşulduğum fasiküllerin Azap Toprakları, Ak Topraklar ve Tutsak romanlarının yazarı Emine Işınsu nun Sancı romanı olduğunu görünce sevinçten çıldırasım gelmişti; bütün sıkıntım yokolmuştu. Üstelik o gün, hâlâ sevgili birer arkadaşım olan Hukuk öğrencileri Mahir Durakoğlu, Hüseyin Düzgün, İktisadi İlimler den Meriç Çoşkun ve Dil-Tarih ten Osman Oktay ile tanışmıştım ki onların isimleri Sancı da da geçiyordu. Romanda Mahir az konuşan ama konuştuğunda sözü yerine zımbalayan bir tip idi ki gerçekten de öyleydi; bana kiminle tanışmak için geldiğimi sordu durup dururken. Farketmez, dedim. Hele sen şu fasikülü de bitir, ben seni istediğin kişiyle tanıştırırım. dedi. Dalga geçtiğini düşündüm, zira onun da bir çayını içmek için uğradığı Osman Çakır tarafından ben ve ötekiler gibi avlanıp tashih ya da pul yalamaya mahkûm edildiğini sanmıştım ama sonradan öğrendim ki onlarınkisi hemen her hafta sonu tekrarlanan gönüllü bir mahkûmiyetti; çünkü gazetenin iki gün içinde abonelere ulaşabilmesi için gece saat 12 den önce postaya verilmesi gerekiyordu, üstelik makinalar, gazete ve dergilerden boşaldığı an kitap basmaya başlamalıydı. Sancı yı ilk baskı provalarından okumak benim için büyük bir ayrıcalıktı, ki nihai baskıya kadar gerektikçe gene tashih işine seyirtmiştim. Üstelik bir taşralı hâlet-i ruhiyesi içinde bunaldığım Ankara da kendimden olan ruh üçüzlerim, beşizlerimle birlikteydim. Çalışırken bir yandan da sohbet ediyorduk. Sohbet konumuz sonraları da olduğu gibi genellikle Sancı, Töre ve Bozkurt dergilerinin içeriğiyle sınırlıydı. Devlet teki yazılardan, hele haberlerden pek fazla sözetmiyorduk, zira Devlet zulüm, işkence ve sürgün haberleriyle doluydu. İçimiz yanıyordu, dayanamıyorduk. Gazetenin imtiyaz sahibi İbrahim Metin, bir karmakarışıklık disiplini âbidesiydi; gazete basılırken birkaç defa makinayı durdurtur, kalıpları söktürür ve o an ulaşan başka sürgün ya da şehit haberlerini aldırtırdı. Osman Çakır ise, tam bir sistem adamıydı, onca karışıklığı çabucak organize işleyişe çevirmenin bir yolunu bulurdu. Bu konuda taviz vermezdi; bir keresinde gene dergi etiketliyorduk ki, şöyle bir uğrayan henüz onaltı-onyedi yaşında iki delikanlıyı, Tuğrul Türkeş ile arkadaşını kollarından yakalayıp içeriye soktu. Dergi destelerinin başına dikti. Gençler 25

zamanlarının olmadığını söyleseler de dinlemedi, Nasıl olsa dergiyi okumak için zaman harcamayacak mısınız? dedi, O zamanı burada geçirin, hem okuyun hem pul yapıştırın bakayım! O ilk gün, üçüncü fasikülü de sür atle tashih etmiştim. Mahir in elinde de iş kalmamıştı. Osman Çakır ın zorlamasına rağmen pul yalama görevinden kendisini ve beni azad ettiğini söyleyip Dinlenmeği hakettik! dedi ve beni koridorun karşısındaki odaya götürdü. Çok kişi oturabilsin diye odanın dört duvarının önüne kanepeler konulmuştu. Sessizce bir kenara iliştik. Bir şehrin Emniyet Müdürlüğü nde duvara yazı yazarken yakalayıp bir odaya kapatılan on kadar ülkücü gence nöbet sırası kendisine gelince dışarıdan ekmek alıp verdiği için meslekten men edilen bir gece bekçisi konuşuyordu: Yok efendim ekmekten başka su da vermişim... Verdin mi? Bacaklarını içiçe geçirmiş, sıska, incecik, kısa boylu biri sormuştu bunu. Mahir kulağıma eğilip fısıldadı: Bu, Galip Erdem. Bekçi: Verdim tabii! dedi, Yezit miyim ben? Bu çocuklar vatan satanlardan mı, bayrak yırtanlardan mı da vermeyeceğim? Bir de bana diyorlar ki itirazını Genel Müdürlüğe yapacaksın, şimdi onlar mı Yezit ben mi? Hain olmadığın için sen! Galip? O ana kadar farketmediğim, giyinişi, elbisesinin rengi, gayet bakımlı haliyle Anadolu da bir hanın muhabbet odasını andıran bu odanın düz, yer yer erimiş, soluk perdeleri, bacakları yamulmuş, yüzleri çizilmiş sehpalarının renksiz, yıpranmış görünüşüyle tam bir tezat oluşturan, ince, uzun boylu, kuğu boyunlu zarif bir hanım hüznün gölgeleri düşmüş gözlerini Galip Erdem e çevirmiş, uyarıyordu: Üzme ağabeyi! Ne yapabiliriz, onu düşün! Sonra Bekçi ye dönüp sordu: Ankara da tanıdığın, yanında kalabileceğin biri var mı ağabey? Varmış. Galip Erdem le ertesi gün Avukat Şerafettin Yılmaz ın bürosunda buluşmak üzere sözleştiler. Eğer kalacak yeri olmasaydı, bu Anadolu Bacısı yürekli hanım, sanırım ya parasını verip bir otele yerleştirecekti ya da götürüp kendi evinde misafir edecekti, hem ona, hem daha sonra konuştuklarına öylesine yürekten, öylesine candan, kâh bir anne kâh bir abla gibi davranıyordu ki... Mahir e baktım. Emine Işınsu. dedi usulca. Ne kadar beyinsizim! demiş olmalıyım o an; öyle ya, Bir Yürek Satıldı da kalbini çıkaran oğlu ayağı kayıp düşünce, o anayı dile getirip Bir yerin acıdı mı oğlum? diye sordurtacak kadar ana davranışlı biri Emine Işınsu dan başka kim olabilirdi? İçerde dert yanmağa gelen kimse kalmayınca bize döndü: N aber Mahir? Sancı ne durumda? Altı fasikül daha tamamlandı. Bu gidişle üç hafta içinde temiz baskı biter. Hele bu arkadaş sözünde durur da hafta içi çıkacak fasikülleri de tararsa... Bugün üç fasikülü birden yaptı. Hatasını bulamadım. Sahi bu arkadaş ilk defa geliyor... Adın neydi? Mahir bu gün de bir mantık adamıdır; aynaya aynı anda hem ön, hem de arka yüzünden bakmayı ihmâl etmez. Beni tanıdığı kadarıyla tanıtmak yerine kendimi tanıtmamı düşünüşünün bir mantığı vardı kesinlikle. Çok teşekkür ederim, hoşgeldin kardeşim. dedi Emine Işınsu. Hoşbulduk Abla! dedim ve o günden sonra ona hep Emine Abla diye hitabettim. O zamana kadar ufak tefek birşeyler yazıyordum. Şiir ya da kısa hikâyeler. Mahallî dergi ya da gazetelerde yayınlananlar da vardı, ama Töre ye yazmak, benim için yürek işiydi, asla cesaret edemezdim; öyle ya Arif Nihat Asya, Erol Güngör, Mehmet Çınarlı, Necmettin Hacıeminoğlu, Mehmet Eröz, Turan Yazgan, Tarık Buğra, Faruk Kadri Timurtaş, İskender Öksüz gibi dil ve düşünce devlerinin yazdığı bir dergiye yazmağa kalkışmak gerçekten yürek isterdi. Ama bir keresinde, artık aynı bekâr evini paylaştığımız Osman Çakır, Bozkurt un Yazıişleri Müdürü Osman Oktay bize geldiğinde denemelerimi topladığım dosyayı göstermiş, Oktay birkaç denememi almış, Bozkurt un bir sonraki sayısında görünce öğrendim. Artık müthiş bir okuyucu ve acımasız bir eleştirmen olduğunu öğrendiğim Osman Çakır ın da zorlamasıyla Bozkurt un her sayısına yazmağa başladım, sanırım yayımlanan dördüncü yazımdan sonra Emine Abla çağırdı, Çocuk, dedi, o yazılardan Töre ye de istiyorum! Yazmaya, gerçek anlamıyla yazmaya başladığım gün, o gündür, Emine Abla nın bu buyruğudur. Yazmaya ara verilemeyeceğini, ihmâl edilemeyeceğini öğreten de, ihmâl ettiğimde kaşlarını çatıp yazmaya zorlayan da Emine Abla dır. O, edebiyat vâdisine çöreklenmiş bezirgânlardan beğeni beklemeğe ihtiyaç duymadan; elimizde tuttuğumuz kalemlerin Bilge Kağan dan, Kaşgarlı Mahmut tan, Dede Korkut tan bize kalan öz mirâsımız olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmadan yazmamız gerektiğini öğrendiğim kişidir. O, her romanına, okuyucusunu zorlamadan kendi Besmele sini B harfiyle süsleyip başlayan Yûnus tabiatlı bir Türk yazarıdır; Allah ondan razı olsun; o, benim Emine Ablam dır! 26

İfâde-i Meram Yâhud Sarı Bir Gül A. Yağmur TUNALI Nedense, şarklı tarafımız, dostlukları ifade etmekten ziyade yaşamayı tercih ediyor. Bu yüzden, sevdiklerimize ne sözle muhabbet izhâr edebiliyor.. ve ne de yazabiliyoruz. Hâlbuki Türk ün imanı, muhabbeti açığa vurmanın sadaka yerine geçeceğini söyler. Ancak. bu iman, çok zaman mücerred sevgi etrafında şaheserler verir ve biz aşkın olduğu gibi, adeta, dostluğun da «platonik» alanında karar kılarız. Müşahhasdan yola çıksak bile, o müşahhası, insanüstü seviyeye çıkarır, mücerredin imkân hudutlarını zorlayan tatlı mübalağasında bir başka beldenin sarhoşluğuna kanatlandırırız. Bu hükümler doğru mudur; doğru ise böyle olmalı mı veya olmamalı mıdır? meselesi, elbette münakaşaya elverir; bu satırlarda yapılmak istenen böyle bir münakaşa değildir; yalnız şunu söylemeliyim ki, bu hükümlerin bana büyük nisbette uyduğunu zannediyorum. Işınsu Ablam için de, bu şarklı tarafımı bir kenara bırakıp, ne sözle ve ne de kalemle şöyle enine-boyuna ifade-i meram edememişimdir. Çok sevdiğimin belli olması bana kâfi gelir. Herkes için lüzumlu olan da bu kadardır; fakat bana yakışan bu abla-kardeş muhabbetini -dostluğu demeliydim- hayatın nadide bir güzelliği olarak yüreğimde taşımaktır. Şu var ki, insanın sevildiğini sözle de, yazıyla da bilmek istemesi, ruhumuzun en açık isteklerindendir. O halde, sükûtun engin musikisini duyan gönüllere haldaş olsak bile, söz mülkü de bu muhabbetle dalgalanacaktır, dalgalanmalıdır. Işınsu Ablamla tanışmamız, 1975 senesinin başlarına tesadüf eder: Yani yakın bir zaman... O tarihte Çağlar Sanat Tiyatrosu adıyla profesyonel -ama ne profesyonel!- bir tiyatronun kuruluş hazırlığı içindeydik. Tanışma sebebimiz, üç buçuk sene ayakta kalabilen (Nasıl ayakta kaldığını bilen bilir! ) bu tiyatrodur. O zaman, manen bizi en fazla destekleyen kişi, şüphesiz Işınsu Ablam olmuştur. Tanışmamız olduğu kadar kaynaşmamız da başlangıç sebebi olarak, bu tiyatroya bağlıdır. Bu tiyatro ve sanat bahisleri sonrasında zaman konuşacaktır. O zaman ki... veya o güzel kader ki, müşterekleri ön plana çıkararak bir dostluğa merdiven olacaktır. Yanlış hatırlamıyorsam, 1976 dan itibaren daha sık görüşür olduk. İyi ve kötü zamanlarımda, bu dostluğun sıcak nefesini koklamağa koştum. Bir bakıma, sigara ve çay tiryakiliğime üçüncü bir tiryakilik eklendi. Bu tiryakiliğin bütün zamanlarını sevdim ve aziz bir hatıra olarak hafızama aldım. Seneler sonra, «Abla» dediğim ve bir yolun beni kendisine kardeş ettiği bir güzel insan, sordu: «Sevgili Yağmur! Gören zanneder ki, Işınsu Hanım kolay bir insan değildir ve dostluğu zor kazanılır; sen bu işi nasıl başardın?» verdiğim cevabı pek güzel buluyorum; demiştim ki: «Ablacığım, galiba önce ben sevdim.» Şimdi, düşünülmeden, adeta doğuş gibi ağzımdan çıkan bu sözde, bir hakikatin gizli olduğunu derinden derine sezer gibiyim. Yukarıdaki doğru sualden hareketle sormalıyım: hakikaten Işınsu zor dost olunan bir insan mıdır? «Dostluk» sıfatı için hiç çekinmeden «evet» demeliyim. Ancak, bu sözde «zor sevilir bir insandır» manası varsa, buna da hem «evet» hem «hayır» de- Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.64 27

meiiyim. Bu «evet» ve «hayır»ı, herhalde biraz açıklamak zorundayım. Işınsu, insan olmanın sevmekle eşdeğerdeki güzel sıfatlarından birini, şahsiyetinin en bariz vasfı olarak taşır. Bu sıfat, «alıcı» olmak değil, «verici» olmaktır. Tagore un şu sözü O na ne kadar yakışır: «Hayat bize verilmiştir; biz, onu vererek kazanırız!» O nu tanıdığım zamandan beri, her halükarda, karşısına çıkan herkese, sevgisinden, bilgisinden ve malından vermek endişesi içinde çırpınır görmüşümdür. Kendisi bedbaht bir anını yaşıyor olsa bile, karşısındakini bahtiyar etmenin yollarını arar. Bunu yapamayacaksa, her zaman zelzeleli olan iç âlemine dalmak üzere bir tenhaya çekilir. Böylesine verici olmak vasfı etrafında şahsiyetini kuran bir insanı takdir etmek için, başka meziyetlerini sıralamaya lüzum olmadığını zannederim. Ama sevmek, malumdur ki ayrı ve hususi şartlara bağlıdır. Dostluk bahsi de herkes için apayrı bir karakter arz eder. Bilinir ki dostluk, ender bulunan bir insanlık cevheridir. Arkadaşlık için bile, pek çok müşterek tarafın gerektiği düşünülürse, dostlukda bu müşterekliğin -aşkta olduğu gibi- bir bakıma hataları bile sevmek ve kabullenmek, hatta görmemek şeklinde tezahür edeceği malumdur. Emine Işınsu, iç âleminin zelzeleleri dolayısıyla gergin görünür. Devamlı bir sanat ikliminde bulunanlar kabul ederler ki, etrafla münasebetleri ancak bu iklime yakınlık nisbetinde derinleşir. İnsanın en fazla garip ve yalnız bulunduğu haller, böyle iç alem ve dış alem çatışmasının cereyan ettiği ve kendi kendisiyle kaldığı zamanlarda besleyip, büyüttüğü intibaksız hallerdir. Bu intibaksızlık ve dış âlemden kaçış, her san atkârda başka türlü ve kendi dünyası zâviyesinden tezahür edeceği için, galiba en zor olan da iki san atkârın anlaşabilmesi, dost olmasıdır. Denebilir ki, her Işınsu romanı realiteye dayanmasına rağmen -her halis roman gibi- mücerred bir dünyanın işaretlerini taşır. Dostluğu da herhalde böyledir. Onun «dostum» dediği insanlara bakışı ile o insanların O na bakışı arasında ne kadar büyük farklar bulunduğunu ben çok düşünmüşümdür. O halde dostluklar bile, dostların ekranında farklı farklı görülür. Şu var ki, müşterekler vardır ve bu müştereklerin idraki farklıdır. Çok karışık görünen bu ifadelerin sade insanlar için de geçerli olduğunu zannediyorum. Işınsu nun dostluğunu, romancılığından ayrı düşünmeyişime şaşmayınız. Bilirim ki, kalemi ile hayatı iç içedir. Bu yüzden hayatı romana aktarmak çilesinde zorlu bir ömür sürer. O nun dostu olmak için, bu zorlu yaşayışı benimseyecek, sevecek ve iştirak edeceksiniz. Bu, ne kadar zor bir iş ise, O na dost olmak da o kadar zordur. Meseleyi bir bakıma fazla büyüttüğümün farkındayım. Zira zahir planında çok sade sözler etmek lazım gelir. Işınsu, aritmetik münasebetlerin insanı değildir; hesaplı kitaplı olmaya tenezzül etmez. Şüpheciliği sonradan başlar. Önce sevmeye veya beğenmeye hazırdır. Muhatabını iyi tahlil eder. Psikolojiye olan derin alakası ve romancı olarak tahlilciliği O na insan tanımada büyük imkânlar bahşeder. Ancak, şunu söylemeliyim ki, muhatabı onun için tecrübî psikolojinin kobay ı (sujet) olmaktan uzak, kainatın özü (zübde-i âlem), mahlukatın en şereflisi ve saygıya layık olan insandır. Kimseye tepeden bakmaz, aksine muhatabı karşısında fazlaca alçak gönüllü ve biraz da mahcubdur. Çok zaman, karşısına gelen ve hiç alakadar olmadığı mes eleleri gayet kaba bir şekilde anlatan insanları saatlerce nasıl dinlediğine şaşmışımdır. Bu durumdan rahatsız olduğu halde hiç belli etmediğini bildiğim için, zaman zaman sormuşumdur: «Ablacığım, bu kadarı, muhatabın gönlünü hoş etmek için fazla değil midir?» Cevabı, çok zaman şu şekilde olmuştur: «O nun memnun olduğunu görüyor ve rahatsızlığımı unutmaya çalışıyorum, Sen dervişlikten bahsedersin, dervişliğin icabı da bu değil midir?» Tabii, sualime böyle bir sualle cevap verilmesi, noksanlığımı işaret etmek keyfiyeti yanında, O nun olgunluğu zâviyesinden de beni fazlaca mütehassıs eder. Verilecek bir cevabım yoktur, tebessüm ederim. Töre Dergisi ne gelen her mektubun Işınsu imzasıyla cevaplandırılması, ayrıca, dikkate şayandır. Dergicilik yapanlar bilirler ki, bu mektuplarda -affedersiniz- hiç ipe sapa gelmez manzumeler, yazılar, büyük sanatkâr edâları., neler neler vardır! Bu insanlar, genç olabilirler, yaşlı olabilirler, dengelidengesiz olabilirler, tehdid edebilirler, yalvarabilirler.. ama, her halükârda Işınsu Ablam, büyük bir titizlikle zamanının bir kısmını onlara ayırır ve tek tek cevaplandırır.bunun ne derece zor bir iş olduğunu anlatmak için, şu satırları okuyanların hiç olmazsa bir ay miiddetle çok okunan bir derginin başında aynı vazife ile bulunmaları lazımdır. Dergiye yazı ve şiir gönderen adı belli kimselerle uğraşmak ise, ayrı bir derttir. «Editör» demek, sinirleri alınmış insan demektir. Kulaklarınızı hem gelecek sözlere açık tutacaksınız, hem de kapatacaksınız. Hem onların gönüllerini okşayacak, hem de biraz geri duracaksınız. Bu hassas denge ve sinir sistemini rafa kaldırma mecburiyeti, insanı, nasıl yıpratır, nasıl bezdirir ve hayatının diğer kısmını nasıl tesir altına alır, yine bilenler bilir. Emine Işınsu, bunca sene hem roman yazdı, hem 28

dergi çıkardı, hem de ailesini ve sevdiklerini ihmal etmedi. Ben, bu hale «kahramanlık»tan da öte bir kelime (sıfat) bulmak istiyor ve soruyorum: «Işınsu nun dostluğu zordur, ama o, zor sevilen bir insan mıdır?» Tahlili bir hareket tarzını çok istememe rağmen, kabul etmeliyim ki hissiyimdir. Bu yüzden, Işınsu Ablam hakkında objektif kanaatler olmasını istediğim sözlerimi, sübjektif unsurlardan kurtaramamış olabilirim. Zira ben o nu çok sevenlerden biriyim, Yeri gelmişken söylemeliyim: «Niçin seviyorsun?» gibi bir sual çok kimsenin aklından geçebilecektir; çünkü, bu tip sualleri sormaya hepimiz çok yatkınızdır. Şu var ki, bu bana, «şiir nedir?» suali kadar garip gelir. Sevmenin, ifade kalıplarına, düşünce jimnastiklerine, aritmetik hesaplara sığar tarafı yok ki.. formül verebileyim! Gönül laboratuarı, diğer realitelerin şartlarını taşısaydı, böyle bir suali cevaplandırmak mümkündü. «Tamamen mümkün değildir» demek istemiyorum. Bu mümkün olma hali de, ancak anlaşılabilir, bilinebilir vasıfdadır ve hatta gizli kalamaz. Hz. Mevlana, sevginin en yücesi olan aşk için; «Aşk sözün meydana çıkmasını istiyor, ayna gammaz olmasın da ne yapsın?» der. Bu gönül sözü, gönlün her seviye ve şekildeki çırpınışları için geçerli olmalı ki biz, sevdiğimizi şu veya bu şekilde belli etmeyi, ihtiyarımız dışında bir hâl olarak yaşıyoruz. Ben, şu satırlarda ancak bir muhabbetin zahiri görüntülerine kısmen temas etmek için kaleme sarıldım. Fakat görüyorum ki, zihnim ve hissim bu muhabbetten, umûmi bahislere kayma istidadı gösteriyor. Mazur görünüz ki, Garp yanında, Şarkın «Aşk Medeniyeti»ne gün geçtikçe daha çok nüfuz etmek ve onu bütün varlığıyla benimsemek isteyen biriyim. Sadece Işınsu Ablam ı -yâni O na olan muhabbetimi- bir nebze anlatmak istediğim bu yazıda, o nun romancılığının, pek çok kimsenin düşünmediği taraflarına da temas etmeyi lüzumlu buluyorum. Yazmayı hayatlarının gayesi edinenler bileceklerdir ki, değil organik bir bünye demek olan eseriin bütünü, sadece bir satırı, bir mısraı.. hatta düşüncesi bile insanı derinden sarsar. Sarsılmadan, içten-içe yanıp yakılmadan, zorun eşiğinde terlemeden neticeye varamazsınız. Bu kaidenin müşahhas bir numunesi olarak Emine Işınsu için, her yeni eser, uzun bir çile döneminin başlangıcıdır. Önce mevzu ve mevzu etrafında şahıs kadrosu --özellikle başkahraman- doğar. Bu şahısların hayatına girmek için günleri, ayları ruhi bir hazırlığa verirken, bir yandan da bilgi tarafının tamamlanması gerekecektir. Bunun için, en zor kaynaklara varıncaya kadar inilir, notlar tutulur; insanlarla görüşülür, konuşulur. Sancı için, Zile den Dursun Önkuzu nun ailesiyle; Azap Toprakları, Ak Topraklar ve Tutsak için, nerede Batı Trakyalı, Kerküklü bir Türk varsa onunla mutlaka görüşülür.. ve defterler, dosyalar dolusu notlar alınır. Çiçekler Büyür için, resmi vesikalarla beraber, Bulgaristan göçmenleriyle uzun muhasebelerde bulunulur; fakat, henüz bu faaliyetlerle, romanın iskeleti bile kurulmuş sayılmaz. Bütün dokümanlar toplandıktan sonra, eserin doğması, gecelerin sükûnuna kalmıştır. Herkesin, bilmem kaçıncı uykusunda bulunduğu saatlerde, eserin ilk müsveddeleri için çırpınan bir Işınsu vardır. Bu gecelerin ne kadar yaman olduğunu anlayabilmek için, Işınsu nun alnındaki çizgilerin manasını bilebilmek, duyabilmek lazımdır. O geceler ki, ân-ı vâhid kadar kısadır; o geceleri ki «şeb-i yelda»dan da uzun.. ve beterdir. Ve bu geceler, sabrın ve tahammülün şaşırtıcı kudretiyle, senelerce devam eder. İlk müsvedde, ikinci, hatta üçüncü müsveddeyi.. yani olgunlaşmanın bir üst basamağını hazırlar. Işınsu, son müsveddeden sonra, eserine bir de tenkidci gözle yaklaşır ve nihai hale getirir. Bir eser, üç sene mi sürmüştür.. bu koca üç seneyi gecelere bölünüz, bu gecelerin her anında eserden o nun yüzüne izi nakşolmuş bir bölümü, bir cümleyi, bir diyalogu görmeniz mümkündür. Anlarsınız ki bu üç sene boyunca o, hep rahatsız, hep tedirgin ve alabildiğine gergindir. Bir eser meydana gelir, ama mukabilinde. sıhhatten, huzurdan, hayattan neler neler alıp götürmek pahasına... Peki, niçin bu kadar sıkıntı? Evet, bu suali ben bile çok defa içimden geçirmiş ve ablama «Bu kadar ıstırap yeter!» diyebilmek istemişimdir. Çok zaman, o zorlu gecelerde bir tarafta eşi Profesör İskender Bey, bir tarafta o, bir tarafta ben çalışmışızdır. O kadar yorulur, bunalırdı ki, «Ne olur bu gecelik: bu işten vazgeçin!!» diyesim gelirdi. Tabiî, beraber olduğumuz her gecede ben böyle düşündüm, fakat söyleyemedim.. ve o, hummalı bir şekilde o ıstırabın yükünü, şaşılacak bir tahammül gücüyle taşıdı. Evet, niçin bu kadar sıkıntı? Derler ki her insan bu dünya hayatında bir misyonun (rol) sahibidir. Temenni edilen şüphesiz iyi rol üstlenmektir.. Ve rolünü iyi oynayabilmektir. İlahi kanundur: Söylenecek söze sahib olmak isteyen, nice ıstıraplı devrelerden sonra ona hak kazanır. Işınsu Ablam da misyon olarak «roman yazmak için yaratıldığına inandığını» söyler. Bu kadar sıkıntı, bu inançtan ve bu kaderden dolayıdır. Roman yazan birçok insan içinde onun yeri, müsbet çizgi üzerinde estetik mükemmeliyet istikametidir. Bu onun işini 29

daha da zorlaştırıcı ve ıstırabını katmerleştirici bir husus olarak karşımızdadır. Ben, o nu, bu ıstırabın çeşitli devrelerinde görmek İmkanını bulan bir insanım. Hüznün en derinini, arayışın en yorucu olanını, masası başındaki bir anında görmüş ve düşünmüşümdür: «Bunca ağır yüke talib kaç insan vardır? Biliriz ki insanlar, hep hüzünden, ıstıraptan, mihnetten kaçarlar ve rahat bir ömür isterler. Rahatını rahatsızlıkla değiştiren bu kadını hangi sözlerle alkışlamalıyım? Bu ıstırabın, bir güzellik uğruna ve -tabii-- insanlar için olduğunu nasıl anlatmalıyım? O insanlar ki sigara içmek bile onlar tarafından aforoz edilmeye yeter! O İnsanlar ki, bütün işleri (rolleri), hata imal etmektir; iyiye ve güzele meyletmek değil, çirkin görüp, çirkin söylemektir. O insanlar ki «şeb-i yelda» yı bilmezler; ruhuyla beraber vücudu da bir zelzeleye tutulmuş, kıvranan... ve kıvrandıkça, yandıkça ve üzüldükçe, duygu ve düşünceye sondalarını derinleştiren sanatkarı nasıl anlasınlar? Heyhat ki cihan cennetini kendine cehennem edenlerin, ancak dârı bekâ eyledikten sonra, haklarında bir-iki «üzüntü mesajı» verilir.. o kadar!.. Ve o sanatkar, anlaşılmak için uzak asırlara bel bağlamağa mecbur ve mahkum edilir. Nankörlük, insanlığın en bariz vasıflarından biri olsa gerek.. «Düşünmüşümdür» deyip iki nokta koyunca, sözün bu kadarla biteceği yoktur. Bir teselli halinde «Bu bir vazifedir; yapan yapsın da bilen bilir.» deyiverip rahatlamak lazım. Hakikaten, Ablamla çok zaman bu mevzu üzerinde konuşur ve bu nevi den bir cümle ile rahatlardık; çünkü o, misyonunu iman bilmiş bir insandır. Bu yüzden, yazmanın çilesini hep sevdi; anlamayanları mâzur gördü ve peş peşe eserler verdi. Her eseri bitirişi, cidden görülecek bir saadet anıdır. Kuş kadar hafiflemiş görünür, bakışları daha da dünyalı bir hâl alır, çayı yudumlarken Kevser yudumluyormuş gibi olur. Çiçekler Büyür romanını bitirmek üzereydi. Yüzündeki yorgun ifade o kadar belli hatlara bürünmüştü ki, görünce fevkalade haller yaşadığı anlaşılırdı. Bir öğle vakti, Kader Sokağı nda bulunan TÖRE yazıhanesindeki odasına girdiğim zaman, ilk anda, müthiş farklılığı görerek şaşırmış, selam vermeyi bile unutarak «roman bitmiş!» deyivermiştim. Hakikaten roman bitmişti. Ablam, aynı heyecanla «nasıl anladın?» diye sormuştu. O, sualinin cevabını biliyordu. Fakat yine de soruyordu. Verdiğim cevab, «Bakar bakmaz gördüm ki bu dünyaya dönmüşsünüz. Şimdi bize bir tül ardından bakınıyorsunuz. Anlıyoruz ki buradasınız...» mealindeydi, Benim için, bu yazıyı kaleme almanın zorluklarını bilseydiniz, yazılmasında zarûret görülen pek çok şeyin atlanmış veya «yazılmalı mı» endişesiyle bir kenara bırakılmış olduğunu anlardınız. Ben o nu, biraz diğer dostları gibi ve biraz da onlardan farklı bir tarzda tanımışımdır. Ve muhakkak ki farklı sevmiş, farklı sevilmişimdir. Elbette, bu farklılığı anlatmalıydım; lakin anlatamadım. Bilirim ki, onun sanatkarlığı hepimizindir ve bunu en güzel şekilde bize anlatacak kimseler vardır. Ancak, benim muhabbetim, yalnızca benimdir ve en büyük servetimdir. «Vefa» duygusunu, «dostluk» hislerini büyük nisbette kaybeden bu cemiyette «vefalı», «dost» ve üstelik Sanatkâr bir Hanımefendi yaşıyorsa, bunu, mili hayatımızın sağlam bir kalesi olarak kabul ederim. Ve biliniz ki ben bu güzel insanı, severim. Aslında, bu sevgiyi bir mensüre ile anlatmalıydım. Ama neylersiniz ki o nun hayatından bazı bilgi-leri benim vermem zaruret oldu. Bu satırlarda muhabbetimden izler varsa, bu yazıdan dolayı beni mes ud edecek yegane güzel şey, bu olacaktır. Kâfi derecede meram ifade edemedimse, yazımın girişinde bahsettiğim şarklı tarafıma veriniz. Sevgili Işınsu Ablama «sarı bir gül» gönderiyorum.. hasretle, muhabbetle, hürmetle... Töre dergisi bizim ilk gençlik yıllarımızın önemli yayınlarından birisiydi. Sonraki yıllarda benim de bir yazım yayımlandı. Dergi, milli edebiyat politikasıyla bir birçok kişinin beslendiği bir kaynaktı, bir mektepti. Sayın Işınsu için söyleyecek o kadar çok şey var ki! Ta Halide Nusret Zorlutuna dan başlamak gerekir belki. Ömrü uzun olsun, ilk romanlarındaki lezzeti bize tekrar yaşatacak eserlerini bekliyoruz. Selamlarımla. Prof. Dr. Mustafa Argunşah 30

ÇÂH-I BÂBÎL Dilâver CEBECİ Işınsu Hanımefendi ye Bâbil kuyusu! Derin, esrarlı soluk... Ben saçlarından asılmış Hârût. Bir siyah okyanusta çırpınır parmaklarım, Kementler ör sarışın huzmelerden; Parmaklarımı tut! Okumuş İsm-i a zam ı göğe çekilmiş Zühre, Bâbilli serhoşlar güzelliği unutmuş Ve bozulmuş tılsımı Zigguratların, Ey kalbim, sıcacık, delişmen kalbim, Sen de Zühre yi unut! Belki çıkıp geleceğim harâbelerden, Ne sûr dinleyeceğim ne dağ! Gel gör ki fecir vaktinde ümitlerin, Tutar yollarımı katı ve sessiz, Acıdan yontulmuş iki put... Kim anlatabilir o eski masalları? Yakut gözlü büyücüleri kim tanır? Otuz asrın otuz kat karanlığında, Bir ben bilirim asma bahçeleri, Bir de çiçekleri emziren bulut... Bâbil kuyusu! Derin, esrarlı, soluk... Kementler ör sarışın huzmelerden, Parmaklarımı tut! 31

Kavaklar Ne Güzeldi İlkin Esen YILDIRIM Romancı, durmadan duyan ve düşünen, işlediği konu, ortaya koyduğu vak a, çizdiği karakter ve tipleri yaşamış veya yaşayan; teknik ve üsluptaki başarısıyla da okuyucuya yaşatan kimsedir. Zaman zaman beyaz bir hayal ikliminde bazen de gerilimlerin girdabında ona yön vermeye çalışan birisidir. Kısaca dertlerle, muhayyel zevklerle hemhâl (İsa Özkan, Töre Dergisi) Roman yazarının hayal âlemi hudut tanımaz Uçsuz bucaksız evreninde kimi zaman diptedir, kimi zaman arşı aşar Ve bilindik âlemde yaşamaz çoğu zaman İşte Işınsu Hanım da vaktini, sınır tanımaz hayal âleminde geçiren romancılarımızdan Bu yüzdendir ki, Benim gerçek dünyam romanın dünyası, şu yaşadığım hayat ise, sanki suni olanıdır. diyor. Öfkesini de, mutluluğunu da, hüznünü de yazdığı romanlardaki kişilerle yaşıyor. Evvele döndüğünde kendisini şöyle anlatıyor; Bir küçük kız hatırlıyorum sekiz dokuz yaşlarında, hayatında ilk defa kukla gösterisi seyretmiş, eve dönünce hemen bez bebekler dikip, bir sahne kurmuş, başlamış kendi oyunlarına Bu oyunları mühimsemiyorum, herhangi bir çocuğun muhayyilesinin uydurabileceği şeyler. Küçük kızın asıl merakı mühim. O, kuklalarını maddede küçük, manada büyük insancıklar olarak görüyor, onlara bir sahne arkası hayatı yaşatıyor. Neyse, o küçük, bir de, sabah akşam, kuklalarına can versin diye Allah a dua etmekte. Onlar canlansınlar ki, kuklacı onların yaşayışlarını gözlemleyebilsin; bir manada beraber yaşasınlar, bir manada onlara hakim olabilsin, kaderlerini çizsin!.. Bu arada duasının gücünden onca emin ki, ne zaman canlanacaklar diye kuklalarını gözlerken, bazen de kırlarda dolaşıp, çiçekleri otların arasında, taşların altında bilhassa, minik insan avına çıkıyor!.. Asker bir baba ile öğretmen, yazar ve şair bir annenin kızı olarak gözlerini fani âleme açan Işınsu Hanım, minik insanları nı ararken başlıyor yazmaya ve ilkokuldan mezun olduğu yıl bir köpeğin kendi ağzından hatıralarını kaleme alıyor. Bu hatıralar, eğitim dergisinin çocuk sayfalarında yayınlanıyor. On beş on altı yaşlarında ise ilk şiirlerini yazıyor ve İki Nokta (1956) isimli bir kitapta bir araya getirerek yayımlıyor. İlk romanı Küçük Dünya (1966) ise O, 28 yaşında iken yayımlanıyor. Romanını, annesinin üslubunun etkisi altında yazdığını ve bu yüzden de benimseyemediğini söyleyen Işınsu Hanım, düzgün cümleler ile hemhâl annesi, Halide Nusret Hanımefendi gibi olmaktan ziyade, kırık dökük cümleler yapmaktan haz duyuyor; Doğru düzgün cümle yapamam ben, kırık dökük cümle yaparım!. Kırık dökük, yani; Yazar olduğumu aklıma dâhi getirmeden, hissetmeden ve her türlü edebi süsten, oyundan, iç bayıltıcı tasvirlerden uzak, hani şöyle gerçek hayat gibi, yaşadığımız gibi yazıvermek. Bu yüzden, kırık dökük!. İlk romanın verdiği heyecandan olsa gerek, Küçük Dünya, üç ay gibi kısa bir sürede tamamlanıyor. Bir tarafta Elif ine annelik yapmakta, ayaklarında onu sallamakta iken, diğer tarafta elinde kâğıtkalemi, sayfaları bir bir doldurmaktadır. Evinde tüten çorbanın dumanında, kaleminin tozları uçuşmaktadır. Ve bir tarafta çorba karışmakta iken, diğer tarafta ise Nur, akıp giden zamanın girdabına karışıp, kendisini çorbada eriyen tanecikler gibi hissetmektedir Mehmet Çınarlı nın söylediği gibi, Benim küçük dünya kadar rahat ve bir çırpıda okuduğum roman azdır. (Ötüken yay. 1979, Sanatçı Dostlarım). T.C. Turizm Bakanlığı, Roman Ödülü nü alan, Osman Sınav tarafından dizisi çekilen ve TRT de yayınlanan eseri, elinize aldıktan sonra bırakışınız, son sayfasına geldiğinizde olmaktadır Tercihini romandan yana kullanan Işınsu Hanım, aynı zamanda başarılı bir tiyatro yazarıdır da. Bir Yürek Satıldı (1966), Bir Milyon İğne (1967), Ne Mutlu Türk üm Diyene (1969), Adsız Kahramanlar (1975) isimli oyunların da yazarlığını yapmış olan Işınsu Hanım, bu daldaki başarısının da farkındadır. Üstelik oyunları ödüller almıştır ve romanında olduğu gibi ekranlara yansıtılarak, okuyucuya ulaşmanın ötesinde izleyici ile de buluşturulmuştur. Ancak yazar, elde edi- 32

len tüm başarılara rağmen, bir daha oyun yazmak istememektedir, zira eserlerini, eserlerinde oluşturduğu kişileri, olayları kıskanmaktadır; Asla bir daha oyun yazmak istemem! Ben yazarlığımda son derecede bencilim. Eserimi; yönetmen, oyuncular, müzisyen hatta dekoratörle paylaşmak istemiyorum. Haklarıdır kendi sanat yorumlarını eklemek kınamıyorum ama ben bir daha oyun yazmak istemiyorum. Romanda okuyucu ile karşı karşıyayım. Okuyucu romanı çok yanlış şekilde değerlendirse bile benim olanı değerlendiriyordur, başka sanatçıların açılarından bakmıyordur. Işınsu Hanım, roman yazmak için gönderildiğine inanıyor ve insanın neden yazmayı tercih ettiğine yaptığı yorum: İnsan niçin yazar? Belki konuşmayı beceremediği için! Mamafih pek çok iyi yazarın sohbetine doyum olmadığı söylenir. Yahya Kemal mesela Benim için sohbet adamı olmak, olabilmek mevzu bahis değil Birkaç defa söyledim, her insanın dünyaya bir vazife ile gönderildiğine inanıyorum. Benim yaşama sebebim ise; yazmak değil, roman yazmak! şeklinde oluyor. Işınsu Hanım ın romanlarının iklimi, insan ve onun ruhi çevresi merkezinde halkalar halinde genişler. Roman yazmak görevi ni, sonralarda tasavvufa eğilmesine rağmen, ilk zamanlarda sınırlarımız dışındaki Türkleri konu edinerek icra eder. Peki, neden hudutların dışındaki Türkler? Neden onların yaşadığı acılar? Neden hürriyet? Bu sorular, Işınsu Hanım ın dünyasında şöyle cevap buluyor; Ne maddi, ne de manevi tutsaklığa tahammülüm var, ne de bağnazlığa Bu, önce bir mizaç meselesi ve hürriyet, bence yüreğimdeki en güzel türkü! Ve kanaatime göre, dünya yüzünde var olmamızın sebebi olan tekâmül şartının ilk müspet adımı Hür olmayanın, şuurlu bir sorumluluğu da olmaz, değil mi? O zaman, ruhu kendi tekâmülünden sorgulamak haksızlıktır. Ancak hürriyeti yazmak kolay mıdır? Benim gerçek dünyam romanın dünyası diyen kişi, o acıları yaşamadan, o sancıları çekmeden anlatabilir mi meramını? Yazarken yüreğimi koyuyorum ortaya; yüreğim, bütün yürekler gibi sıcak, samimi ve gerçektir. Ona ters gelen şeyler yazmak istemem. Olduğunca samimiyim. diyorken, İlay gibi hissetmeden samimi olabilmek mümkün mü? Derd-ü belâya geldim efendi cihane ben, düstur edinilerek mürekkep sayfalara dökülüyor, eseri vücuda bürüyor. İşte bu yüzden, her sorulduğunda Işınsu Hanım ın başı ağrımaktadır Ve bu yüzdendir ki, Hüseyin Mümtaz ın söyledikleri, Işınsu Hanım ın tüm okuyucularının ortak dilidir adeta; Ne zaman onun romanlarını okumaya başlasam, midem ağrıyor. Midemin ortasına bir sol kroşe yemiş gibi olurum romanın ortalarında, sonra bu ağrı yükselir, boğazıma gelir, oturur kalır! Kapatırım kitabı, yarım kalır günlerce. Cesaret edemem devam etmeye Ve Emine Işınsu, Nobel alamaz. Vermezler Çünkü Emine Işınsu, Türkü, Türk ün çilesini yazmaktadır. O, Türkiye de kalıp, Türk ü yazmaya, acı çekmeye, Nobel alamayacağını bile bile Türk ün çilesini yazmaya mecburdur Türk le beraber, gülünceye kadar Eserlerinden bölümler, sayfalarından cümleler, çizgiler halinde, alnına nakşolmuştur. Romanda çektiği her türlü manevi çileyi yahut yazar iken katlandığı her türlü maddi ıstırabı seçebilmek mümkündür, alnına yerleşmiş zarif hatlardan. Zarif, zira Işınsu sevmektedir; Her eserim, alnımda beliren bir çizgidir. Hâlbuki insanlar -özellikle kadınlar- bu çizgileri sevmezler Ben, bunları seviyorum! Tüm acılı hayatlara, çekilen sancılara rağmen güzel şeydir yazmak. Işınsu onunla mutludur; Çok özel bir şey, ben mutlu olduğum için yazıyorum, başka hiçbir şey bana bu mutluluğu vermiyor! Eserlerini bitiriş anları görülmeye değer anlardır. Suni hayat a dönüş ile üstünden büyük bir yükü atmış olmanın hazzına varılırken, çay Kevser yudumlanıyormuşçasına ayrı bir tat bırakmaktadır. Yağmur Tunalı, böyle anlardan birini şöyle anlatıyor; Çiçekler büyür romanını bitirmek üzereydi. Yüzündeki yorgun ifade o kadar belli hatlara bürünmüştü ki, görünce fevkalade haller yaşadığı anlaşılırdı. Bir öğlen vakti, Kader Sokağı nda bulunan Töre yazıhanesindeki odasına girdiğim zaman, ilk anda, müthiş farklılığı görerek şaşırmış, selam vermeyi bile unutarak roman bitmiş deyivermiştim. Hakikaten roman bitmişti. Ablam, aynı heyecanla nasıl anladın? diye sormuştu. O, sualin cevabını biliyordu. Fakat yinede soruyordu. Verdiğim cevap, Bakar bakmaz gördüm ki bu dünyaya dönmüşsünüz. Şimdi bize bir tül ardından bakmıyorsunuz. Anlıyoruz ki buradasınız mealindeydi. Roman yazmak için gönderildiğine inanan Işınsu Hanım, okuduğu herhangi bir eseri yalnızca okumakla yetinmiyor aynı zamanda yazarının hususi hayatıyla da ilgileniyor. Bu merakının neden dolayı olduğunu ise şöyle anlatıyor; Onların mizaçlarının, çeşitli meraklarının ( ) ne bileyim, hayat tarzlarının evvelkinden iyi, bir sonrakinden kötü olmazsa, ve ha-yat maceralarının, eserlerine ne denli tesiri olduğunu keşfedebilmek. Belki kendi halimle diğerleri arasında bir mukayese yapmak istiyorum. Yazarlığı ve yazarlığının devamlılığı hususunda ise, hep daha iyi-yi istediğini anlatıyor; Son yazdığım bir evvelkinden iyi, bir sonrakinden kötü olmazsa, romancılığı bırakırım, yalnız iyilik ve kötülük yalnız bana ait 33

değer hükmüdür. Daha iyisini üretmeyi istemek, O nun hayat düsturunun bir uzantısıdır. Zira hayatı, iyi olmak üzerine kuruludur. İyi bir eş olmak, iyi bir anne olmak, iyi bir evlat olmak, iyi bir dost olmak İyi muamele etmek, iyimser olmak Her durumun başına iyi yi koyarak yaşamaya çalışır Işınsu Hanım İnce hesaplar peşinde değildir. Önce sevmek, beğenmek tercihidir. Alçakgönüllüdür ve sabırlıdır. Öyle ki, kimi zaman kendisinin muhatabı olamayacağı meseleleri, kaba şekilde anlatan insanları dâhi saatlerce dinler Işınsu Hanım. Yakınlarının hayretler içerisinde kalışlarına ve bu sabrın sebebini soruşlarına verdiği cevap ile eksik yanlarımızı görmemize vesile olurken, yüzümüzde, duyduğumuz mahcubiyetin sebep olduğu kırmızılık hâsıl olur; Onların memnun olduğunu görüyor ve rahatsızlığımı unutmaya çalışıyorum. Dervişlikten bahsolunur, dervişliğin icabı bu değil midir? Ailesinden aldığı eğitim ve terbiyenin kusursuzluğu hayat tarzına da yansımış olan romancımız, annesi, Halide Nusret Zorlutuna nın da sevdiği gibi seviyor yaptığı işi. Zira muharrirliği ile tanıdığımız Halide Nusret Hanımefendi, esasında öğretmenlik mesleğini icra etmekteydi ve Allah beni öğretmen olayım diye yaratmıştı. diyecek kadar mesleğini sevmekteydi. Öğrencileri tarafından anamız diyerek sevilen ve saygı gören Halide Nusret Hanımefendi, her öğrencisini manevi evladı olarak görmekte, öz evlatlarından farklı muamele etmemekteydi. Işınsu Hanım ile annesi arasında ise kuvvetli bir sevgi bağı vardı. Ana-kız arasındaki muhteşem ve bir o kadar da sevimli bir sırrın ifşasını duyduğunuzda, o deruni muhabbeti hissedebiliyordunuz; Güzel şeyleri severdi. Hiç unutmam ortaokul talebesiydim. Cebeci de oturuyorduk. Bir gün çok erken yola çıktık annemle Yolun iki yanında da kavak ağaçları vardı. Ve çok güzeldi. Birbirimize bu güzelliği gösterdik. Bana, Işınsu dedi. Bir şeye üzüldüğümüz, sıkıldığımız zaman birbirimize kavaklar ne güzeldi diye hatırlatalım, olur mu? Sesin bir rüzgârdır tatlı ve serin, Gönlümdeki mâbet senin eserin. Ruhuma gülerken güzel gözlerin, Göklerdeki sırra eresim gelir. (Halide Nusret Zorlutuna, 1941- kızı Işınsu ya şiiri) Şairliği kadar inşadı* da kuvvetli olan Halide Nusret Hanımefendi, çocuklarını, onlara şiirler okuyarak büyütmüştü. Işınsu Hanım, en fazla Yunus un tesiri altındaydı. Zira Yunus, bir çocuğun dahi yüreğini ısıtabilecek sıcaklıkta ve duruluktaydı. Işınsu Hanım, kırk yaşlarında Yunus u romanlaştırmak istemişti ancak dönemin çalkantılarına kendi iç karışıklıkları dâhil olunca bu mümkün olmadı. Kaf Dağı nın Ardında, Cumhuriyet Türküsü, Dost Diye Diye, Nisan Yağmuru ve Havva isimli eserleri, Yunus a doğru birer adım niteliğindeydi. Ve bir gün, bir arkadaşla sohbet ederken, Işınsu Hanım; Artık Yunus u yazacağım! deyivermişti. Kelimeler, senelerin tutsaklığına inat, azatlığın coşkusu ile dudaklarının arasından bir bir kurtulurken; Işınsu Hanım söylediğinin idrakine ancak tam bir cümle haline geldikten saniyeler sonra varmıştı. Derin bir sorumluluk ve ağır bir yükü yüreğinde hissetmesine rağmen aynı zamanda vuslata adım adım yaklaşmanın da hazzını duyuyordu Aşk şem-i yakılmıştı Yazara, Yunus ile halleşmek nasip olmuştu. Öyleyse Yunus u en doğru biçimde sayfalara nakşetmek, ete kemiğe bürümek lazımdı Ve Onu insanüstülükten sıyırıp, insan olarak işledi. Zaaflarını, hünerlerini, beşeri aşk ile ilahi aşka erişini Bu yüksek ahlaklı, zarif, dürüst kişi sizin gibi, benim gibi bir insandı., mesajını veriyordu romanda. Yunus, herkese solgun, çirkin görünen, ancak Onun dünyasında, adeta meleklerin güzelliğine eşdeğer Nurefşan ın aşkı ile tevhide hazırlanmakta idi. Ve Işınsu Hanım, beşeri ile ilahiyi birbiri içine katarak, birbirlerinde eriterek; İçinde bulunduğumuz zaman kargaşasında tasavvuf niçin yaşanabilir olmasın?, diyordu. Günümüzde, ilahi aşka gidişin, ancak dünyadan kopuş ile mümkün olduğunu aksettirenlerin aksine, Hacı Bayram romanında, bağnazlıktan kurtulup, iki dünyayı da unutmadan yaşamak gerektiğini anlatmaktaydı; -Mürşitler genellikle dünya işlerine karışmazlar diye bilirim ben. -Karışmazlar da terk-i dünya da etmezler. Maksat müritlerin dışında da halka yardımcı olmaktır. Çünkü halk Hakk ın görünen yüzüdür Bu yüzden de dünyadan haberdar olmak gerek yani tekkenin dışına da taşmak gerek *** -Kim demiş müritler çalışmaz diye! Dervişlik bir dilencilik mesleği değildir. Ve doğum kadar doğal olan ve esasında onun kadar mutluluk verici olması gereken ölümü; Baharda dağlardan akıp gelen ince dereler gibi, ince bir türkü söyleyerek, yavaş yavaş öze doğru yürümek, şeklinde betimleyerek, Mevlana nın düğün gecesi ile simgelemesi gibi neşeli bir şekle bürür. Işınsu Hanım ın romanlarında siyah ile beyaz iç içedir. Böylelikle, zıtlıklardan ve onların oluşturduğu gerilimden faydalanarak okuyucunun şuurunun açık tutulması başarılır. Kimi zaman ise seyrin dışına * İnşad; şiir okumak, şiir söylemek 34

çıkar ve geri dönüşlerle olayları birbirine bağlar. Ahmet Kabaklı Hocamızın da söylediği gibi Işınsu Hanım; Her romanda ayrı üsluplar deneyen, romantik yanı güçlü, duygu ve kırgınlıkları eserlerine sinmiş, milli ülküyü san atından da üstün tutan, yurt meseleleri ve canlı politikayı romanlarına da yansıtan Emine Işınsu, milli san ata susamış kitlelerin ilgiyle okudukları bir düşünce savaşı yapmaktadır. Canlı politika yı yansıttığı romanlarından birisi olan Sancı, o dönemde ülke semalarını kaplayan kara bulutları ve o bulutlardan yurdun üzerine yağan kan dolu, kin dolu manzarayı gözler önüne sermektedir. Milli hassasiyetleri her türlü hassasiyetten üstün olan bir gençliğin, sonbahar yapraklarıyla sokakları, caddeleri dolduruşunun anlatıldığı roman, beş yıl içerisinde 10. baskıya ulaşarak en fazla satan kitaplar arasına girmiştir. Önkuzu nun şehit edilişinin anlatıldığı roman, milliyetçi tabanın temellerini sağlamlaştırmak yönünde müspet bir eser olmuş olsa da, milliyetçileri her kulvarda yok saymayı meziyet bilen kesimlerce(!) eser de, eserin sahibi Işınsu Hanım da, zihniyetin yarım kalmış edebiyat anlayışları sebebiyle çemberin dışına itilmeye çalışılmıştır. 2004 senesinde kendisi ile yapılan bir röportajda anlattıkları, işte bu yarım edebiyatın yansıması olmuştur. Işınsu Hanım, yayınevinin kendisine verdiği kitaplar tükenince, eşedosta vermek için romanlarından almaya, oğluyla Kızılay a iniyor Gördüğü bir kitapçıya, Bir Ben Vardır Benden İçeri isimli romanının ellerinde olup olmadığını soruyor. Kitapçı eserin yazarını sorunca; Emine Işınsu diyor. Ve ne acı ki, yarım edebiyat zihniyetli şahıs; Emine Işınsu, Sancı! Ben o kadının kitaplarını satmam! diye cevap veriyor. Bu zihniyete sahip şahıs, grup, ideolojilere inat, ayakta kalabilmeyi başarabiliyor Emine Işınsu ve romanları, şiirleri, tiyatroları, denemeleri, hikâyeleri Yokluk(!) içinde var(!) olma savaşı veriyor. Yorulmuyor, zira yorgunluğu çalışmaktan, çalışmayı da ibadetten bilen bir nesilden geliyor İyi ki varsınız, Işınsu Hanımefendi Her şeye rağmen, kavaklar ne güzeldi KAYNAKLAR; HÜRSOY Elif, Türk Edebiyatı, Röportaj, Şubat 2004 KABAKLI Ahmet, Türk Edebiyatı, Cilt 3 ÖZKAN İsa, Töre Dergisi, Emine Işınsu Özel Sayısı, Emine Işınsu nun Biyografisi TUNALI Yağmur, Töre Dergisi, Emine Işınsu Özel Sayısı, Emine Işınsu İle Mektup-Mülakat Desen: Semiha Şahbaz 35

Ablam - Ustam Emine Işınsu Hasan KALLİMCİ Hasan Kallimci, İskender Öksüz, İsmail Turan Kallimci, Feriştah Selcen, Emine Işınsu, Nevrisal Kallimci (11 Mayıs 1990) 1970 li yıllar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği nin sıcak denizlere inme politikası çerçevesinde Türkiye Cumhuriyetine kızıl emperyalist ideolojisini taşıdığı, ülkemizi sosyalist cumhuriyetlerinden biri yapma çalışmalarını yoğunlaştırdığı dönem Doğup büyüdüğüm Denizli nin Sarayköy ilçesinde de üniversite öğrencisi birkaç gencin kurduğu yardımlaşma dayanışma derneği etkisiyle Komünist / sosyalist gençlerin sayısı artmaya başlamıştı. Propagandası yapılan bu fikir içinde Türk Milleti ve İslâm kesinlikle yer almıyordu. Türk üm deyince faşist, Müslüman ım deyince de yobaz diye yaftalanıyordunuz. Tartıştığımız arkadaşlar açık açık, Bizi bir de Rusya idare etsin! demeye başlamışlardı. Oy verip başımıza getirdiğimiz bir partiyi beğenmediğimizde değiştirme şansımız var; Rusya bizi kötü idare ederse onu başımızdan uzaklaştırabilecek miyiz? sorumuz cevapsız kalıyordu. Çocukluğumuzda birlikte oynadığımız, aynı sıralarda okuduğumuz arkadaşlarımızla yollarımız ayrılıyordu. Muhafazakâr bir ailenin çocuğuydum, şehit ve gazi dedelerimizin hatıralarını dinleyerek yetişmiştim. Bu sebeplerle kendimi, Türk Milliyetçilerinin yayımladığı Bizim Anadolu gazetesi ile Bozkurt, Töre ve Devlet dergilerinin okuyucuları ve -yazmaya meraklı bir genç olarak da- yazarları arasında buldum Bizim Anadolu da ve Bozkurt dergisinde Oğuz Soylu adıyla yazıyor, diğerlerinde adımı kullanıyordum. 36

1969 yılında, ülkücü gençlerin tiyatro çalışmalarında sahneye koymaları düşüncesiyle Düşünme Odası adlı oyunumu yazmıştım. Dündar Taşer merhum adına, Töre Devlet Yayınevi bir yarışma tertip edince bu eserimi gönderdim. Teşvik ödülü verdiler ve kitap olarak yayımladılar. İşte bu eser, benim Töre-Devlet yayınevi ve dolayısıyla Emine Işınsu ile tanışmama vesile oldu. İlk defa hangi tarihte karşılaştım ve tanıştım; o zaman neler konuşmuştuk? Kırk yıla yakın bir süre sonrasında, ne yazık ki hatırlamıyorum. Ne kadar da sıcakkanlı ve ne kadar da ilgiliydi Emine Işınsu Ülkücü gençlerin üzerine titriyordu; abla gibi, ana gibi Romanlarıyla ve yüklendiği Töre dergisiyle edebi ve fikri açılardan da besliyordu. O yıllarda, Çıraklığı olmayan işin ustalığı olmaz. atasözü paralelinde düşünmüşüm ki yazmaya meraklı bir genç olarak eline yapışmış, bırakmamıştım. Sağ olsun o da hiç bırakmadı Denizli de öğretmendim Ankara ya pek sık gitmiyordum fakat her yolculuğum Töre dergisine uğramak ve Emine Işınsu ile görüşmek için yapılıyordu. Daha çok mektuplarla ulaşmaya çalışıyordum ablama. Yazdıklarımı gönderiyordum. Yazılarımdan bazılarına Töre de yer veriyordu. Bazı eserlerimle ilgili görüşlerini yazıyor, eksiklerimi tamamlamaya, beni yetiştirmeye gayret ediyordu. Kardeşim, kardeşçiğim, sevgili çocuk, oğlum hitaplarıyla mektuplar yazarak, yazılarımı ve eser müsveddelerimi okuyup görüşlerini bildirirken bana kıymetli zamanını ayırabiliyordu. O bir anneydi, çocuklarına ve eşine karşı sorumluluğu vardı; Töre dergisini her ay muntazaman yayımlamak için çırpınıyordu; romanlarıyla 1960 lı, 1970 li yılların tarihini yazıyordu Bütün bunların yanı sıra yazmaya hevesli bir genç öğretmene de yardım elini uzatıyordu. Kimbilir benim gibi kaç hevesli genci yazmaya teşvik etmiş ve onları yetiştirmek için zamanını ayırmış ve ilgilenmişti Şimdi hatırlıyorum; Ankara ya gittiğim bir gün, dergiye gelen mektupları Töre sorumlusu adıyla cevaplamamı istemiş, ben de daktilo başına oturup birkaç mektuba cevap yazmıştım. Yine bir gün bir arkadaşımla birlikte bizi, Otel parası vermeyin. diyerek Töre dergisi bürosunda geceletmişti. 2004 yılıydı. Bir profesör için hazırlanmış armağan kitap hazırlığına şahit olmuştum. O an, Profesörler için armağan kitap hazırlanıyor da yaşayan yazarlar için niçin hazırlanmasın? Ablam-Ustam Emine Işınsu için de bir armağan kitap hazırlanmalıdır. diye düşündüm. Arşivimi karıştırdım. Ablamla ilgili olanları ayırdım. Bana, ekseriyeti el yazısıyla on üç mektup ve bir tebrik kartı göndermişti. Bir müsvedde eserimi satır satır okuyup görüşlerini sayfa kenarlarına not olarak yazmıştı. Bir hikâyemi, bir de kendisi işleyerek kıyaslamamı ve ders almamı istemişti. Hatıralarımız vardı Benimle ilgili yazısı, benim de kitaplarını tanıtma gayretiyle kaleme aldığım dergilerde yer bulmuş yazılarım vardı. Halk Eğitimi Merkezinde çalışırken davetimi kırmayıp eşi İskender Öksüz Bey ile birlikte 1990 Mayısında Denizli ye gelmiş, roman üzerine sohbet etmiş ve kitaplarını imzalamıştı. Aynı sohbeti bir gün sonra Aydın da da tekrarlamıştı. Denizli de, evimde misafir etme şerefini ve sevincini bana yaşatmıştı. Kitaplarını imzalarken yazdığı satırlar vardı. Sözün kısası, bir kitap olabilecek malzeme vardı elimde. Emine Işınsu ile ilgili armağan kitabı, çırağı, kardeşi olarak ben hazırlamalıydım. Işınsu ile ilgili ne varsa bilgisayar ortamında kayda geçirdim. Zamanla dizgi işini bitirdim. Hazırladığım dosyayı, kitap olarak yayımlayabilme iznini almak için kendisine gönderdim. Memnuniyetle kabul ettiği gibi bir hikâyesinin eser sonunda yer almasına da izin verdi. Eser, Ablam-Ustam Emine Işınsu adıyla Hikmet Neşriyat tarafından, 2006 yılında kitaplaştırıldı. Kendisine de takdim ettim. Ustasına bir armağan kitap hazırlamış olan bu çırağın sevincini tahmin edemezsiniz. Emine Işınsu ile ilgili hazırlanmış ilk kitap olma özelliğine de sahip olan bu eserin bir baskısı daha yapılır mı bilmiyorum Bu yazıyı hazırlarken tekrar mektuplara gidiyor, tenkit ve tavsiyelerine göz atıyorum. Hepsini olmasa da bazı satırları sizlerle paylaşmak isterim. Önce şunu söyleyeyim, oyun için çok güzel bir konu bulup da kötü yazmada bir ustasın Düşünme odası nefisti, iyi işlenmemişti. Bu da öyle, Mağduristan yağması. propaganda yapacağım diye mantıktan, gerçekten ayrılma. Tanrı aşkına, solcuların yaptığı gibi başa çivi çakar gibi propaganda yapma. Neye ağırlık veriyorsun, Tekin e mi, senin gazete çalışmaların ve gençleri yetiştirmekteki hünerine mi, yoksa çimento yolsuzluğu mu?... Pek çok şeyi bir araya koymuşsun, hepsine aynı derecede önem vermişsin, asıl mesele kaynayıp gitmiş. dediğin gibi bir Vietnam edebiyatını geçemedik ne romanda, ne filmde İlk hikâyende tenkit ettiğim nutuk faslını atmışsın burada, çok iyi Vermek istediğin manâya en uygun kelimeyi ara mutlaka, düşün üzerinde. Cümleler hep tekdüze gitmesin, oyna üslûpla Buraya, bir hatıramızı özetleyerek almak istiyorum. 1978 yılının ilkbahar aylarından birinde TRT 37

televizyonundaki bir tartışma programına çıkmıştı Emine Işınsu. Üç tane solcu bayan vardı. Pek sinirliy-di, gergindi ve canlı yayında fosur fosur sigara içmişti. O zamanlar sigara her yerde içiliyordu, serbestti amma yadırgamıştım. Benim düşüncemi temsil eden ablam canlı yayında sigara içmemeliydi. Hele ablam dediğim bir bayan hiç içmemeliydi! Sonradan öğreniyordum ki diğer bayan yazarlar, program öncesinde birlikte yüklenerek ablamı iyice öfkelendirmişler. O da öfkesini sigaradan almış. 12 Nisan 1978 tarihinde Ankara daki büyük yürüyüşe katılmış, sonrasında, akşam karanlığının çökmeye başladığı saatlerde onu görmek için evine gitmiştim. Işınsu da eşi ile birlikte yürüyüşe katılmış. Üstelik bir gün önce de evini taşımış olmanın yorgunluğu da üzerindeymiş. O yorgunluklarının üstüne ben de hesap sormaz mıyım; Televizyon programında niçin sigara içtin? diye Anadolu da bayanlar da sigara içerler. Benim sigara içmeme kim karışabilir? diyerek üzerime yürüdü. Sonraki yıllarda bu sigara meselesi gündemimizi bir süre meşgul etti. Sigara kıtlıklarında, Oh olsun, bulamayın! diye takıldım. Denizli ye edebiyat sohbeti için geldiklerinde eşinin ve kendisinin elinde puro vardı. Sigaradan uzak durmanızı isterken karşıma purolarla çıktınız. Şimdi ben sizlere ne diyeyim? diye sitem ettim, gülümseyerek karşılık verdiler. Bir çocuk edebiyatçısı ve hikâye yazarı olarak eserlerimle milletime hizmet etme fırsatı bulmuş olmamı, Emine Işınsu ya; Töre, Bozkurt, Devlet gibi dergileri yayımlayıp yarışmalar tertipleyerek yeni yazarlara yetişme ortamları hazırlayan İskender Öksüzlere, İbrahim Metinlere borçluyum. Töre dergisini yeniden gün ışığına çıkaran kardeşlerimin, 1970 li yıllardaki Emine Işınsuların duyduğu heyecan ve şuurla hareket etiğine şahit oluyorum. 2010 lu yılların dergisi Töre de kabiliyetli gençlerimize sayfalarını açarak nice yazar ve şairin yetişmesine sebep olacaktır diye düşünüyorum. Bugünlerde ve her zaman verimli bir edebî ortama ihtiyacımız vardır ve olacaktır. Ablam-Ustam Emine Işınsu, son romanında Hacı Bektaş-ı Velîyi anlattı. Roman, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında, 2008 yılında yayımlandı. Son romanlarında gönül sultanları din ulularını anlatmayı tercih etmiş; Yunus Emre yi, Hacı Bayram Veliyi ve Niyazi Mısri yi de yazmıştı. On binlerce ülkücünün, Türk Milliyetçisinin yetişmesine katkı veren, ömrünü milletine adayan Emine Işınsu nun son yazdığı bu eserler kaç baskı yapmıştır? Eserlerinden kimlerin, kaç kişinin haberi olmuştur? Kaç kişi, bu eserleri tanıtan yazılar yazmış ve yayımlamıştır? Bu soruların cevabını vermekte zorlanacağız ve ne yazık ki başımızı öne eğeceğiz. Böyle bir ortamda yeniden yayımlanmaya başlarken, Töre dergisinin ilk sayısının Emine Işınsu özel sayısı olarak hazırlanması, bizim cenahta vefa duygusunun henüz kaybolmadığının bir işareti olması açısından ümitlerimizi tazelemektedir. Ablamla irtibatımız hiç kesilmedi. Telefonla kısa edebî sohbetler yapıyoruz, tabii sağlık problemleri de dile geliyor. Ben dilim döndüğünce, çırağı, kardeşi olarak moral vermeye çalışıyorum. Yazımın son satırlarını yazarken şöyle bir düşündüm; tam dört yıl olmuş Ankara ya gitmeyeli. Yaş ilerledikçe yolculuk çekilmez oluyor En kısa zamanda bir Ankara yolculuğu düşünüyorum. Çırağı olmaktan gurur duyduğum Ablam Emine Işınsu yu ziyaret ederek elini öpeceğim; inşallah Türk milletinin tarihi, şüphesiz onun kültür ve edebiyatından ayrı tutulamaz. Edebiyat tarihi yansıtır. Tarih TÖRE yi..töre binlerce yıllık Türk tarihinin bel kemiği. Onu anlamak, onu idrak etmek öyle herkesin harcı değil. Zira oralarda çok okunması beklenen şifreler var.. İşte bu kabiliyetini ortaya koyan Emine Işınsu Hanımefendi, Türk milletinin zorlu dönemeçlerini birebir yaşasa da aslında o ailesinden gelen mücadeleci ruhun bir yansımasıydı... Türkün çektiği çileyi biliyordu. Oyunları görüyordu... Oysa bugünün dünden pek de farkı yok..., Oyun aynı... Hedef Belli... İşte bu ızdıraplı dönemde Türk milletinin Kimliğini, Sanatını, Tarihini, Kültürünü ona unutturmak için soyunan medeniyet canavarlarına karşı tarihi bir olaya imza atıldı... Ben hep söylerim Tarih tekerrürden ibarettir! Türk milleti bağrında öyle evlatlar taşır ki... İşte milletimizin en zor döneminde Töre ekibi bu bayrağı devralarak cepheye iniyor. Bu bayrağı daha da ileriye taşıyacaklarından şüphem yoktur. Ziyadesiyle memnun oldun. Yanınızdayım. Yolunuz, Yolumuz Açık Olsun! Emete Gözügüzelli CİVAN Araştırmacı-Yazar Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 38

Emine Işınsu İle Röportaj Nebahat AKBAŞ N. AKBAŞ: Emine Işınsu dan bahseder misiniz? gibi, daha önce defalarca sorulmuş soruları sormak istemedik. Sizinle 2002 de yapılan bir röportajda Emine Işınsu yla yeni kitabı ve yeni eğilimi üzerine konuşacağız. deniliyor. Yeni eğilimi derken de tasavvuf kastediliyor. Ama biz biliyoruz ki Emine Işınsu daha çok küçük bir çocukken kuklalar, yapıyor ve bunların canlanması için dua ediyor. Duasının gücüne öyle inanıyor ki onların canlanmasını bekliyor. Buradan yola çıkarak sizin son 20-30 yıldır değil, ta çocukluktan tasavvufa merakınız olduğunuzu söylesek, hata etmiş olur muyuz? E. IŞINSU: Yoo, çok doğru, çok doğru. Herhalde annemin tesiriyle. Annem çok dindar bir kadındı, tasavvufa meraklıydı. Onun tesiriyle herhalde öyle oldum, çocukluktan beri. N. AKBAŞ: Anneniz çok küçükken gazetelerdeki tefrika romanlarına son yazıp, o sonlarda bez bebeklerini oynatırmış. Sizin de böyle kuklalarınız varmış. Yazar annenizle küçük bir benzerlik diyebilir miyiz? E. IŞINSU: Ben de kukla oynattım bir süre. Bez bebekler yapmıştım küçük, onları oynatırdım. Hem kendi hayatları vardı; yani aktris, aktör olarak hem de sahnede piyes oynarlardı. İki hayat birden yaşatırdım onlara. N. AKBAŞ: Annenizden bahseden bir yazınızda diyorsunuz ki annenizin, siz küçükken, Aşk ve Zafer kitabını yazarken dönemin evraklarından faydalandığını ve çeşitli kişilerle görüştüğünü, ifade ediyorsunuz. E. IŞINSU: Evet, doğrudur. Aşk ve Zafer pek güzeldir. Ben onu pek severim. N. AKBAŞ: Bir yazınızda, çocukluğunuzda annenizi bir yazar olarak kıskanmadığınızı söylüyorsunuz. E. IŞINSU: Hayır, tabiî ki hayır. N. AKBAŞ: Bir de şöyle bir ifadeniz var: Çocuk yüreğimde annemin Kemalettin Kami için ağladığında bir kıskançlık duymuştum. diye. E. IŞINSU: Babam adına kıskançlık duydum. Hatta dedim ki anneme o sıra Bizim Albay ın hanımı ölseydi babam ağlasaydı, siz kızmaz mısınız? dedim. Böyle de sert çıktım anneme. Niye ağlıyor? Babamın namına kıskandım. Sizli konuşurduk annemle. Bizim 39 zamanımızda öyleydi, annelere, babalara Siz diye hitap ederdik, sen demezdik. Ama ben çocuklarıma Sen dedirttim. N. AKBAŞ: Efendim, biz de size Emine Işınsu diyeceğiz. İsminizle hitap edeceğiz; siz böyle biliniyorsunuz, ondan dolayı. Birçok kişi Işınsu isminizi, soy isminiz olarak biliyor. E. IŞINSU: Emine göbek ismim. Rahmetli halamın ismiymiş. Babamın da en çok sevdiği kız kardeşi Emine ymiş. Rahmetli olmuş, annemle evlenmeden önce. Onun için de ben doğar doğmaz evvela bir Emine yi koymuşlar, göbeğimi öyle kesmişler. N. AKBAŞ: Emine göbek adınız, Işınsu gerçek adınız. Anneniz, hatıralarını yazdığı Bir Devrin Romanı kitabında sizden Kars ta bir ışık gibi, Işınsu hayatımıza doğdu. diyerek bahsediyor. O da Işınsu yu tercih ediyor. Emine ismi pek kullanılmadı, herhalde. E. IŞINSU: Ben yazarlığa başlamadan önce pek kullanılmazdı. Babam, Emine diye hitap ederdi. Çok sevgili kız kardeşinin ismi olduğu için. N. AKBAŞ: Annenizle ilgili çocukluğunuzdan bir hatıra var mıdır, mesela Urfa. Annenizin çok sevdiği Urfa yı ilk romanınızda bir masal ülkesi gibi anlatmaktasınız. E. IŞINSU: Evet, annem Urfa yı çok sevmişti. Dolayısıyla ben de annemin çok etkisi altındaydım. Ben de sevdim. Urfa yı ve Urfa insanını çok sevdi annem. Urfa, Peygamberler şehri, malum. Hz. İbrahim in mancınıkların arasından ateşe atıldığı yer oradadır. İki tane büyük havuz vardır; içinde balıklar var. O balıkları avlamak yasaktır. Onlara ilahi bir anlam yakıştırılmıştır. O balıklar avlanamaz katiyyen. Suyun yanında siz gidersiniz, balıklar da suyun içinde sizi takip eder. İlkokul 4. sınıfa geçtiğim sene Urfa dan ayrıldık.(onun için bunları hatırlıyorum ben.) Daha sonra Sarıkamış a gittik. Son günlerde aklıma düşüyor, oradaki hocam, yeni mezun genç bir adam, çok hevesliydi, çok iyi bir öğretmendi. Çok ahbabdık, beni severdi, ben de onu çok severdim. Anneme müthiş saygısı vardı. Bütün öğretmenleri toplayıp bize ziyarete gelmişti bir gün, annemle tanışsınlar diye. Recai Uzunöner. Öğretmen okulun dan yeni mezundu Çok genç olduğu için belki de öğrencileriyle bu kadar iç içe oldu.

N. AKBAŞ: Lisedeyken, şairliğinizin getirdiği bir popülerliğiniz var. Bu, ilkokulda da var mıydı? Sizi fark eden bir hocanız oldu mu? E. IŞINSU: Hayır, olmadı. Kukla olayları falan hep Urfa daydı, bunlara rağmen kimse bana Yazar olacaksın. demedi, annem de demedi. N. AKBAŞ: Annenizin öyle bir beklentisi var mıydı? E. IŞINSU: Zannetmiyorum. Bilmiyorum, konuşmadık. O, Yazar olacaksın. Demedi; ben, Yazar olacağım. demedim. N. AKBAŞ: Bir yazınızda bahsediyorsunuz: 16 yaşındayken 1954 yılında Hisar dergisi ile Konya yı ziyaret etmişsiniz. Geziden önce İlhan Geçer Beyefendi eve sizi almaya geldiğinde anneniz Işınsu da şiir yazmaya başladı deyince ve İlhan Geçer de bu durumu taltif edince yer yarılsa da içine girsem demişsiniz. E. IŞINSU: Çok utanmışım herhalde. N. AKBAŞ: Hatta Otobüste defterim herkesin elinden geçti, herkes imza attı. demişsiniz. E.IŞINSU: Evet, bütün şairler vardı. Jülide Gülizar, annem ve ben yegâne hanımlardık herhalde. Oradakilerin hepsi erkek şairdi. Hepsinden imza almıştım N. AKBAŞ: Sizin bir de ağabeyiniz var, çocukken onunla ilişkiniz nasıldı? E. IŞINSU: Oraya parmak bas. Çocukken ağabeyim bana çok eziyet etti. Biyografimde de bahsettim. İçten bakınca iyi bir insandır; ama öfkesine hâkim olamaz. Mesela babam bana bir fiske vurmadı, annem bana bir fiske vurmadı. Ama ağabeyim birkaç defa çok fena tokatladı, ben çocukken. Ankara da beni ilk TED Koleji ne vermişlerdi. Ben, birgün oturdum, önlüğümü dikiyordum, önlüğümde sökükler vardı, cebim biraz sarkıyor falan filan. Arkadaşlar Işınsu biraz kendine bak, nedir bu vaziyet? dediler. Ben de oturdum, dikiyorum. Önlüğümü tamir ediyorum. Ne oldu, hayrola? dediler. Ben de böyle böyle dedi arkadaşlarım, dedim. Ağabeyimin buradan çıkardığı, erkeklere karşı ben süsleniyorum. Yani düşünebiliyor musun, buradaki mantıksızlığı? Ben ortaokul talebesiyim, önlüğümü tabi dikeceğim. N. AKBAŞ:Ama şöyle bir durum da söz konusu: Siz daha 13 yaşlarındayken, sizi tanımayan Mehmet Çınarlı Bey, sokakta, arkanızdan Sen gitgide bir âfet-i devran olacaksın/ Canlar yakacak ateş-i suzan olacaksın. diye bir beyit okumuş. Bunu yıllar sonra size anlatmış. Bundan dolayı ağabeyinizde bir kıskançlık olmasın? E. IŞINSU: Ağabeyime söylemedim ki böyle bir şeyi. N. AKBAŞ:Ağabeyiniz de görüyordur, çevreden bir ilgi olduğunu. E. IŞINSU: Belki onun için de çok kıskanıyordu. Çok sertti. Bütün işlerini ben yapardım. Ağabeyimin yardımcısı gibi çalıştırdı beni annem. Ağabeyim de öyle kabul etti. Maalesef, bunlar, içimde hep yaradır benim. N. AKBAŞ: Bunlardan dolayı, Bir an önce evlendim. diyorsunuz. E. IŞINSU: Maalesef de diyemiyorum. Çünkü iki tane pırlanta gibi çocuğum oldu. Hakikaten, Allah onlardan razı olsun. Hep dua ederim. Çok iyi, çok ilgili evlatlar. Elif ve Yağmur. İskender le evlendikten sonra bir oğlum daha oldu, Murathan. N. AKBAŞ: Lisede Eğitim dergisinde yazılarınız yayınlanıyor. Annenizin de Ağlayan Kahkahalar adlı ilk yazısı Talebe Defteri adlı bir dergide yayınlanıyor. Bu da bir başka paralellik gibi. E. IŞINSU: Öyle olmuş. Sanki annemi takip etmişim gibi. O kendi şartlarında, ben kendi şartlarımda tabi. N. AKBAŞ: Yazarlık hususunda annenizle aranızdaki farkları neler olarak görüyorsunuz? E. IŞINSU: Bir kere annemin üslubu çok güzeldir. Benim teyzem İsmet Kür yazar, kuzenim Pınar Kür yazar, ben yazıyorum. Fakat annemin o güzel üslubuna hiçbirimiz ulaşamadık. Öyle düşünüyorum. Çok güzel üslubu vardır annemin. Su gibi akar. Nesirlerini kastediyorum. Şiirle fazla alakam yok. İlk kitabım şiir kitabı olmasına rağmen. Sonra bitirdim şiirle ilgimi. Şiir kitabım çıktı. Ondan sonra eşe dosta dağıttım. Sonra gelmedi içimden yazmak, düz yazıya döndüm. Hikâyeler yazıyordum Eğitim e, röportajlar yapıyordum. Mesela voleybolcu kızlarla İstanbul a gittim, muhabir olarak. N. AKBAŞ: Röportaja Eğitim de başladınız. Sonraki yıllarda yaptığınız röportajlarda karşınızdakini zorlayabiliyorsunuz. Bu durum, beni biraz rahatlattı. İnsan olarak, yazar olarak, editör olarak farklı cepheleriniz var. Erol Güngör ve Hacıeminoğlu Töre anılarında E. IŞINSU: Allah rahmet eylesin. Çok iyi dostlarımızdı onlar. İkisi de çok erken gitti. N. AKBAŞ: Allah rahmet eylesin. Orada sizin lakaplarınızı sıralıyorlar: Korkunç Yenge (O zamanlar, Filipinler deki bir diktatörün eşinin lakabıymış.), Milli Kaynana, Patroniçe. Bunlar editörlüğünüzden kalma lakablar. E. IŞINSU: Tabi, tabi, Töre yazarıydı, onların hepsi. Onları toplardım. Bir 6 ay kadar İstanbul da kaldım. Sonra İskender le evlendim ve tekrar buraya geldim. İstanbul a yerleşiyordum, öyleydi niyetim, ama olmadı. İskender burada Ortadoğu daydı, hocalık yapıyordu. N. AKBAŞ: Kavga ederek, yazı istediğiniz oluyormuş. Mehmet Çınarlı Bey Çok inatçıydı. Yazıyı kesinlikle alırdı. diyor. 40

E. IŞINSU: Evet inatçı, biraz sert. Mesela ben Ankara dayken Töre yazarlarına Şu tarihe kadar yazınızın yetişmesi lazım, yazınızı bekliyorum. diye önce bir mektup atardım. Ondan sonra telefonu olanlara telefon ederdim. Ondan sonra bir de telgraf çekerdim Şu tarihte yazınızı bekliyorum. diye. Bu şekilde Töre ye alıştırdım onları. Kafalarına girdi ki her ay, bir yazı yazmak mecburiyetindeler. Ama para falan veremiyordum Töre yi çıkarmadan önce milliyetçi hocalarla toplantı yaptım. Alev Arık vardı, milliyetçi hocalardan, benim Dil-tarih ten arkadaşımdı. Ona Ben böyle böyle bir dergi çıkaracağım Alevciğim. Milliyetçi hocaları bana toparlar mısın? Ben şu gün geleceğim İstanbul a. Toplantı yapalım. Hatta babam vefat etti o sırada, dört gün sonra İstanbul a gitmek mecburiyetindeydim, toplantı vardı. N. AKBAŞ: Töre nin isim babası kimdi? E. IŞINSU: Türkeş dâhil Ankara daki birçok milliyetçi arkadaşlarımızın bizim evdeki bir toplantısında bulundu. Çeşitli isimler atıldı ortaya, nihayet Töre birinci oldu. Türkeş Bey de bizim evdeydi, o sırada, beraberdik. Hep beraber karar verildi. Anlaştık hepimiz, Tamam, Töre olsun. diye. İstanbul da arkadaşları topladım. Bir de Devlet dergisi çıkıyordu, o sıralar, milliyetçilerin çıkardığı, gazete şeklindeydi. Buradaki arkadaşlar, hocaları buraya (Devlet e) yönlendirdiği için ben İstanbul a kancayı attım. Yani İstanbul daki milliyetçilere. Devlet daha çok Ankara daki hocalarla meşguldü. İstanbul da ise onlar beni tanıdı, ben de onları tanımaktan çok memnun oldum. Ne yazık ki Mehmet Eröz, Hacıeminoğlu, Erol Güngör erken vefat ettiler. Bunlar Töre nin baş artistleriydi. Murat Bardakçı muntazam yazardı. Onu ben yazıya başlattım. Ortadoğu da öğrenciydi. Töre ye yazdırmaya başladım. Murat Bardakçı bir deha, ona inanıyorum. Çok da memnunum, çok iyi yazar oldu sonra. Töre de yazan hocaların bir kısmı daha önce yazmayan hocalardı. N. AKBAŞ: Eserlerinizde otobiyografik unsur aranması sizi rahatsız ediyor mu? E. IŞINSU: Hayır, rahatsız etmiyor. Karakterlerimde yaşarım ben, onları yaşatırken. Benden parçalar vardır. Nokta büyüklüğünde de olsa daha büyük de olsa hemen her karakterimde bir şeyim vardır. İç içeyim yani karakterlerimle. N. AKBAŞ: Eşiniz, Yazarlar Birliği ndeki bir sohbette Geçenlerde eve bir arkadaşım geldi. Işınsu onu azarladı. Gittikten sonra anladım ki azarlayan Işınsu değil, yeni roman kahramanı İlay dı. diyor. Bu da Emine Işınsu nun karakterlerini günlük hayatta yaşadığını gösteriyor. E. IŞINSU: Doğru, çok doğru. Yaşıyorum kahramanlarımla. N. AKBAŞ: Güzel mi diyelim kötü mü? E. IŞINSU: Güzel oluyor herhalde, daha samimi oluyor yazmak, onları yaşarken. N. AKBAŞ: Günlük hayattaki Emine Işınsu için sıkıntı doğuruyor mu? E. IŞINSU: Valla güzel kızım, yaşamak roman yazmak demek benim için. Eee her şeyin üstünde bir şey. Ama maalesef bu anksiyeteden ötürü 3-4 senedir hiçbir şey yazmadım. Bu yaz biyografimi yazdım, o kadar. Zannetmiyorum yayınlayacağımı. Yani böyle yazdım, boşalmış oldum. N. AKBAŞ: Yapılması gerekeni yapan yapsın; bilen bilir elbet birgün. diyorsunuz. Otobiyografik bir roman olur inşallah. E. IŞINSU: Kısmettir. N. AKBAŞ: Liseden sonra babanızın isteğiyle DTCF İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne başlıyorsunuz. E. IŞINSU: Evet. Oradan Amerika ya gittim, zannedersem 3 ay orada kaldım. Social worker olarak gittim. Sosyal hizmetli, o zaman bizde yoktu. Amerikan Sefareti, galiba Kızılay a bildirmiş social worker alınıp, çalıştırılacak, imtihan edilecek diye. Beni de imtihana çağırdılar. Yazılı ve sözlü imtihan oldum. Koleje haber vermişler, kolej de benim ismimi vermiş. Müsamerelerde falan çıkar şiir okurdum, dergiye yazı yazıyorum, sosyal bir öğrenciyim. Beni göstermişler, bir de İstanbul dan bir hanım kız. Biz ne yapacağımızı bilmeden apar topar Amerika ya gittik. Babam dedi ki Yalnız göndermem. Annenle gideceksin. Teyzemler o sırada Newyork taydı. Annemin de bir hastalığı vardı, korkunç bir baş dönmesi, annem tedavi olacaktı, onlarda kaldı. Ben çocuk kampının olduğu yere gittim. İki haftalıktı, çocuklar değişiyordu. Oradaki herkese concerser deniyordu, bu çocukların başında olup onlarla meşgul olanlara. Gün boyu gece yatana kadar meşgul etmemiz gerekiyordu çocukları. Her saati programlıydı. Eğitici başına 6-7 çocuk veriyorlardı. Ben o zaman 19-20 yaşlarındaydım. Çocukları sevdiğim ve yeni bir yer olduğu için bir 6-7 çocuk bana zor gelmedi. Orman içinde bir kamptı, küçük kulübeler vardı, Bir odada dört arkadaştık. N. AKBAŞ: O dönemde, Amerika da geçen bir roman yazmak aklınızdan geçti mi? Çünkü oradan geldikten birkaç yıl sonra Küçük Dünya doğuyor. E. IŞINSU: Hayır, hayır, onları düşünmedim. Sadece esir Türk milletlerini yazdım. Türkler beni ilgilendiriyor, Amerikalılar beni ilgilendirmiyor ki bir macera oldu sadece. N. AKBAŞ: İngiliz Dili ve Edebiyatı, ardından ODTÜ İşletme Bölümü dönemi, sonra Hukuk Fakültesi dönemi, ardından Felsefe Bölümü ve bu bölüme 41

devam ederken Tiyatro Kürsüsü derslerine devam. E. IŞINSU: Efendim, güzel güzel İngiliz Edebiyatı nda devam ederken Amerika meselesi çıktı, o sene gitti. İngiliz Edebiyatı nın eylül imtihanlarına girmem lazımdı. Fakat bir erkek arkadaşımla karşılaştım. Napıyorsun, ne ediyorsun falan filan Kızılay ın ortasında konuşuyoruz. Dedi ki Ben Ortadoğu ya gidiyorum, harika bir okul, çok güzel bir okul, fevkalade. Ya ben de oraya mı geçsem. dedim. Geçemezsin ki imtihanlar bitti. dedi. Ben buraya gireceğim dedim. Çocuktan ayrıldık. O işine gitti, ben doğru bir arkadaşımın evine gittim. Bizim zamanımızda jupon derdik elbisenin altına belden lastikli, gayet süslü şeyler giyilirdi. Kabarık tutardı. Eski Türk filmlerini izlersen görürsün. Ben de Amerika dan bir tane almıştım. Ve o gün üstümdeydi. Ortadoğu nun giriş ücreti 175 lira mıydı, neydi. Arkadaşımın mali vaziyetleri gayet iyiydi. İyi, hoş sohbet falan, Çocuklar! dedim, Ben juponumu satmak istiyorum, alır mısınız? Ne kadara? 175 liraya. Tam Ortadoğu ya lazım olan fiyat. Çıkardım üstümden, onlar giydiler. Birkaç kız kardeştiler. Biri sınıf arkadaşım olurdu, en samimi arkadaşımdı. 175 lirayı alıp Ortadoğu ya gittim ertesi gün. Eve falan da söylememişim. Kayıtlar mayıtlar bitmiş. Resmen kaydolmama imkan yok. Oradaki, dekan mıydı, adını unuttum maalesef, fevkalade hoş bir adamdı. Allah rahmet eylesin, vefat etti. Orda yalan söyledim bak. İdealim Ortadoğu ya girmekti; ama Amerika daydım, gelemedim. Onun için bana yol gösterin, bana yardım edin. dedim. Hayatım bir işletme bölümüymüş gibi. Derslere biraz devam ettim. Fakat o sırada bir erkek arkadaşım oldu. Namık tı ismi. Niyetimiz ciddiydi, evlen mekti. Ciddi niyetli olduğum için eve de söyledim. O da hukuk öğrencisiydi. Fevkalade efendi ve nazik bir insandı. Beni istemek için de Bahriye Üçok ve eşi geldilerdi. Fakat babam katiyetle vermedi. Ben talebeye kız vermem. dedi ve devam etti. Sonra dediler ki Işınsu, sen babanla konuş. Babamla konuşmak o kadar zor bir şey ki hele böyle bir meselede olamayacak bir şey. Bir taraftan kucağından indirmezdi çocukken, bir taraftan da çok resmiyiz. Birgün onlar anneannemin odasına gittiler, ben babamla karşı karşıya kaldık. Ben utana sıkıla artık ölerek söyledim, ben böyle birisiyle evlenmek istiyorum. Biliyor da vermiyor. Benim söylemem karşısında, babam ceza olarak beni eve hapsetti. Tabi benim okuldu mokuldu her bir şey kaldı. Bu arada evde otururken hukuka kaydoldum. Bir hukuk kitabı ya okudum ya okumadım. Eve hapsoldum falan, olmadı. Felsefe birinci sınıfta çok bağlıydım felsefeye, o zaman da birinci evliliğimi yapmıştım. N. AKBAŞ: Annemin tesiriyle yazdığım için gönül bağı kuramadığım dediğiniz Küçük Dünya geliyor. E. IŞINSU: Efendim en çok Küçük Dünya da annemin üslubunun tesiri altındayımdır. İkinci romanımda, Azap Toprakları nda, kendi üslubumu buldum. N. AKBAŞ: Küçük Dünya en çok merak edilen romanlarınızdandır. Birçok tenkitçi yaşanmış hissi veren vakalarla örülüdür. diye değerlendirir. E. IŞINSU: Yok, yaşadığım bir şeyi yazmadım Küçük Dünya da. Sevmediği kocasında, biraz ilk eşimden şeyler olabilir ama. N. AKBAŞ: Biz oradaki Murat ı merak ediyoruz. Sevdiğimiz Murat, Nur un söyleyemediğini o söylemeden anlayan Murat. E. IŞINSU: Hâlbuki hiç öyle erkek tanımadım. N. AKBAŞ: Küçük Dünya herhalde en kısa sürede yazdığınız kitap. E. IŞINSU: Evet, o zaman Elif doğmuştu, kızım. Daha bacağımda sallıyordum, çok yaramazdı. Bacağımda sallamadan katiyen uyumazdı. İlle yere oturacağım, bacaklarımı uzatacağım, bacağımın üstünde sallayacağım. Bir taraftan onu sallar bir taraftan yazardım. O zaman daktilo da bilmiyordum. Deftere tükenmez ya da kurşun kalemle, hatırlamıyorum, herhalde tükenmez kalem yoktu o sıralar. Annem de kurşun kalemi tercih ederdi. Çorba yapacağım mesela karıştırmam lazım bir taraftan çorbayı karıştırır bir taraftan da yazmasam bile hiç olmazsa notlar alırdım. N. AKBAŞ: Ardından da Bir Yürek Satıldı geldi. TRT de radyofonik tiyatro eserleri arasında birincilik aldı. Hatta biz bulamadık: fakat yurtdışında da yayınlanmış? E.IŞINSU: Sadece Fransızcaya çevrildi. Ben de sonradan gördüm. Bana sahaflarda bir çocuk buldu ben söylemeden.o bahsetti, ben de hemen alayım, dedim. Beni Emine Işınsu olarak tanıyordu zaten. N. AKBAŞ: 1966 da Bir Yürek Satıldı da sevdiği insan için fedakarlık yapmayan bir erkek en sonunda yüreğini söküyor ve bir mezatçıya veriyor. Ardından 1969 da Azap Toprakları yazılıyor. Azap Toprakları nı, Çiçekler Büyür ü yazmaya nasıl karar vermiştiniz? Dış Türkleri? E. IŞINSU: Babam, Bulgaristan göçmeni, orada çok büyük acılar çekmişler. Babamın eline Kuran-ı Kerim verip ocağın içine saklamışlar. Bulgaristan Türklerine karşı bir sempatim vardır. Babamdan dolayı. Ve onların, orada çok azap çektiklerini bilirim. Onu yazmak istedim. Bir sürü yerden, göçmenlerden bilgi aldım. Hatta MİT ten bilgi aldım. Çiçekler Büyür, Azap Toprakları ndan daha iyidir. Roman olarak daha iyidir. 42

N. AKBAŞ: Çiçekler Büyür deki İlay ın ismi birçok kız çocuğuna verildi. Nasıl bir duygu? E. IŞINSU: Çok hoşuma gidiyor, seviniyorum. N. AKBAŞ: İlay neden bu kadar sevildi? İnsanlar çocuklarına onun adını verecek kadar sevdi onu. E. IŞINSU: Çok esaslı bir tip olarak düşünürüm ben İlay ı. Karakter olarak sevildi. Dik başlı, azimli, Türk ü seviyor, Türk olmayı seviyor, bundan gurur duyuyor. Bundan gurur duyuyorum demiyor ama halinden, tavrından belli tabi. N. AKBAŞ: Romanlarınızın çoğu kapalı roman, romanın sonunda bitiyor. Ama Çiçekler Büyür ün sonu açık uçlu. İlay ın nereye gittiğini bilmiyoruz. E. IŞINSU: İlay intihar etti mi etmedi mi? Çünkü tabancada bir kurşun bıraktı. Ben onu şöyle düşündüm. İlay ı İstanbul a getireyim. Kaçsın yani Türkiye ye. Türkiye manzaraları, burada çalışsın, birisinin evinde çalışacak. Ondan sonraki hayatını anlatayım diye düşündüm. Fakat sonra bu, İlay a, İlay karakterine yakışmaz diye düşündüm. Yazmadım, içimden sonunu yazmak gelmedi. Hissî bağ kurmadan hiçbir şey yazmıyorum. N. AKBAŞ: Bu durum, müthiş bir ağırlık olmuyor mu size? E. IŞINSU: Oluyor. Ama ben mutluyum. N. AKBAŞ:Eserlerinize baktığımız zaman müthiş bir umutla yazdığınızı görüyoruz. Töre deki bir denemenizde Sözlerimiz yankı yapar mı ki, giderek ta en uçtakine bir şeyler duyurabilir mi? Pek umutlu değiliz. diyorsunuz. Bu kadar umutsuzluğa rağmen, o özverileri nasıl gösterdiniz? E. IŞINSU: Bilmem ki nasıl gösterdim acaba. N. AKBAŞ: Sizin döneminizin anlı şanlı isimleri yokken bugün, siz varsınız. Hiçbir yazara vurmadığınız kadar kendinize vuruyorsunuz. Bu durum için kültürümüzün kendini övmeme hasletini gösterebilir miyiz? E. IŞINSU: Evet tabii, var olduğumu bilmiyorum. N. AKBAŞ: Dergiler, televizyonlar sizden bahsetmese de okurlarınız sizi hayrete düşürecek kadar çok sizden bahsediyor. E. IŞINSU: Çok şükür, Allah a şükrederim. Ben Allah a şükrederim, beni yazar yaptığı için ve ilham verdiği için. Ondan geliyor her bir şey. N. AKBAŞ: Ocakta bir muhabbet vardır. Dündar Taşer in çayından mı, Galip Erdem in çayından mı? Bunu da sizin romanınızdan öğrendik. E. IŞINSU: Öyle mi! İkisi de çay meraklısıydı. İkisine de Allah rahmet eylesin. Çok değerli insanlardı. Hele Dündar Bey i öyle pisipisine kaybettik ki kamyon çarptı ona. Yarım saat önce biz konuşmuştuk. O zaman Töre nin yeri Karanfil Sokak taydı. Yolda karşılaştık, o da Töre ye geliyormuş. Görmedim ben. Ne kadar dalgınsınız. Böyle dalgın yürümek olur mu? dedi, bana bir nasihat çekti. Etrafa dikkat edin. Demin benim yanımdan geçtiniz, fark etmediniz. Adamcağız o gün aynı yerde bir kamyonetin arka arka yürümesinden gitti. Bana bu kadar nasihat verdi. Fakat kendisi gitti. Allah rahmet eylesin. N. AKBAŞ: Dündar Bey ile nasıl tanıştınız? E. IŞINSU: O zamanlar bir yer vardı Ülkücü hocaların ve gençlerin devam ettiği Kültür Bilim Merkezi oraya ben de devam ederdim. Dündar Bey rahmetli bir odası, masası, koltuğu vesaire orada bize neler öğretirdi. Bütün Ülkücü gazeteler ve Töre de orada başladı. O kültür merkezinde başladı her şey. Dündar Bey seminerler de yapardı, çok güzel konuşurdu, bilgi verirdi. Kendi hayatından, 27 Mayıs tan. 14 lerdendi o da. 14 leri dağıttılar ya sonra dünyanın dört bir tarafına. Hatta Türkeş rahmetliyi de Hindistan a göndermişlerdi. N. AKBAŞ: Siz o sürgün döneminde tanıyor muydunuz, Alparslan Türkeş i, Dündar Taşer i? E. IŞINSU: Hayır, isim olarak Alparslan Türkeş i biliyorduk, Dündar Taşer i isim olarak da bilmiyorduk. N. AKBAŞ: Türkiye nin en cesur kesimi olan Milliyetçi Hareket in kendisini anlatan tek bir romanı vardı, yazarı bir kadındı, sizdiniz. Bu hareketin en esaslı dergisini siz çıkardınız. Türk Dünyası nı anlatan çoktu da siz bir başka sevildiniz. Bu hareket sizin Sancı nız gibi roman, Töre niz gibi dergi, Çiçekler Büyür ünüz kadar etkileyici bir roman görmedi. Bunlar size ne ifade ediyor? E. IŞINSU: Valla yaşamayı ifade ediyor zannediyorum. Bir şeyler yapamasaydım o dönemde kendimi rahatsız hissederdim. Yani inandığım yolda ilerledim. İnandığım yolda, inandığım davaya Türk Milliyetçiliği ne kendi çapımda hizmet etmeye çalıştım. Töre dergisi de o yüzdendir, romanlarım da o yüzdendir. Yani bir insan olarak, bir yazar olarak karınca kaderince vazifem olduğunu düşündüğüm şeyleri yaptım. N. AKBAŞ:Allah razı olsun, diyoruz. E. IŞINSU: Cümlemizden canım. N. AKBAŞ: Vazifemdi, yaptım. dediniz. Peki Türkiye çalkantılarından kurtulamadı, Türk Dünyası topyekun mutlu olamadı da ben şöyle bir ağız tadıyla bir aşk romanı yazamadım. dediğiniz hiç oldu mu? E. IŞINSU: Şimdilerde diyorum. Keşke yazsaydım bir aşk romanı diye. Bundan sonra yazabilir miyim, yazamaz mıyım, bilmiyorum. N. AKBAŞ: Yeniden yazabilmeniz için o kadar çokdua ediyorum, dua ediyoruz ki inşallah olur. E. IŞINSU: Allah razı olsun, inşallah canım 43

EMİNE IŞINSU Hayatı, Şahsiyeti, Edebî Faaliyetleri* Hayatı Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Emine Işınsu, 17 Mayıs 1938 de Kars ta dünyaya gelmiştir. Babası Bulgaristan Türklerinden, emekli Tümgeneral Aziz Vecihi Zorlutuna, annesi Erzurum un tanınmış ailelerinden Zorluoğulları na mensup Hürriyet Mücahidi Avnullah Kâzimî Bey in kızı, tanınmış şair ve yazarlarımızdan Halide Nusret Zorlutuna dır. Babaannesi ve babası Bulgaristan Eskicuma dan göç etmişlerdir. Türklerin yaşamış oldukları acı ve zorlu günlerin yakın tanığıdırlar. Çocukluğunun bir bölümünü Kırklareli nde geçiren Işınsu, babaannesinden ve babasından Balkan Türklerinin, Türklük adına nelerle karşılaştıklarını ya da nelere katlandıklarını dinlemekle büyümüştür. Bu nedenle Balkan Türkleri O nun hayatında önemli yer tutar. Anne tarafı âlimler, kahramanlar, şairler yetiştiren Erzurum un köklü ve tanınmış ailelerinden biridir. Dedesi, Avnullah Kâzimî Bey gazeteci, anneannesi şiire düşkün bir hanımefendidir. Işınsu nun annesi Halide Nusret Zorlutuna ise; edebiyat tarihinin önemli isimlerindendir. Işınsu, annesini şöyle tanıtır: Benim anam, her türlü gösterişin ötesinde gerçekten fedakâr bir kadındır. Aşırılığı ise hassasiyetinde ve belki cemiyetin değer hükümleri karşısında gösterdiği dikkattedir. Vatanî vazifeyi her türlü sorumluluğun üstünde tutan zorlu bir askerin eşi;zamanı şimdiki gibi değil; şartlar bilhassa ordu mensupları için çok ağır ve yıpratıcı...şair, yazar, öğretmen hanım kâh katır sırtında, kâh at; bazen de trenle dolaşır yurdun dört bucağını... Edebiyat ve Türkçe hocalığı yapar. Işınsu, anne ve babasının memur olmaları sebebiyle yurdun değişik yerlerinde bulunmuştur. İlköğrenimi Urfa da başlarken Sarıkamış ta devam etmiş, Ankara da Alp Arslan İlkokulu nda tamamlanmıştır. Kültürlü ve sosyal bir aile ortamında yetiştirildiğinden okuma ve yazmaya olan ilgisi, henüz ilkokul döneminde bile büyüktür. Ankara da Cebeci Ortaokulu ndan mezun olduktan sonra, T.E.D. Ankara Koleji nin lise kısmına girip 1956 1957 öğretim döneminde mezun olmuştur. Öğrenciliği sırasında şair olarak tanınan Işınsu nun ilk şiiri İnsanlarla Eğitim Dergisi nde yayımlanır. Bunu diğer şiirler ve küçük hikâyeler takip eder. Ortaöğreniminin son yıllarında (1956) ilk şiir kitabı İki Nokta ile edebiyat dünyasının şairleri arasına adım atar. Işınsu nun yüksek öğrenim hayatı oldukça hareketli geçer. İlk olarak babasının isteği üzerine Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü ne kaydolur. Ancak Felsefe ilmi tahsil etmek isteyen Işınsu, o dönem A.B.D. de bir kuruluşun açtığı Fullbright burs imtihanlarını kazanır ve Sosyal Akademi Uzmanlığı kurslarına katılmak üzere fakülteyi yarıda bırakarak Amerika ya gider. Dünyanın değişik ülkelerinden seçilmiş elli dört kursiyerle sosyal hizmetler hakkında iki aylık kurs gördükten sonra, sosyal hizmetlilerin çalıştığı yerlere gönderilirler. Kendisine de bir çocuk kampı düşer. On bir çocuktan; onların giyimleri, sabahları kalkmaları, resim yapmaları, orman gezilerinden sorumlu tutulur. Altı ay süren bu kurstan sonra Türkiye ye geri döner. Işınsu, daha önce başladığı İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü nü yarıda bırakarak, o yıllarda yeni açılan Orta Doğu Teknik Üniversitesi nin İşletme Bölümü ne kaydolur. Bu durumu bir süre babasından gizler. O sıralarda ilk eşi Mimar Erdoğan Cemil Okçu kendisine talip olur. Babasından üniversiteyi devam ettirme şartı ile onay çıkınca 1959 yılı sonlarında evlenirler. Evlilikle okulu bir arada yürütemeyeceğini anlayan Işınsu, kısa bir süre için fakülteyi yarıda bırakır. Daha sonra bir ara Hukuk Fakültesi ne, ardından başından itibaren arzuladığı Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi nin Felsefe Bölümü ne girer. Aynı zamanda fakültenin tiyatro derslerini de yakından takip eder.(1960) Ancak ailevî nedenlerle birlikte omuzlarına binen yükün artması üzerine arzulayarak devam ettiği Felsefe öğrenimini de yarıda bırakır. Emine Işınsu nun tahsil hayatını gözden geçirdiğimizde karşılaştığımız hareketlilik, eserlerinde geniş bir dünyanın oluşmasına ortam hazırlamıştır. Kayıt yaptırdığı üniversitelerin hiçbirini tamamlayamamış olan Işınsu, zamanının çoğunu yazmaya ayırmış, yaşamının bundan sonraki döneminde dergi, gazete, tiyatro ve roman yazarlığı yapmıştır. Işınsu nun ilk romanı Küçük Dünya, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı nın Sanat Armağanı ödülünü kazanır. Eser 1962 de Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir. Şiirle başlayan yazın hayatı fıkra ve roman denemeleriyle zenginleşirken, yazar çeşitli dergi ve *Gözdenur EROL,«Emine Işınsu nun Tarihi Romanları Üzerine Bir İnceleme»,Yüksek Lisans Tezi, 44

gazetelerde yazmaya devam eder. 1962 1963 yıllarında Yeni İstanbul gazetesinde Dedikodu sütununda Mehlika Arda takma adıyla siyasî konularda fıkralar yazar. 1963 1965 yıllarında Sabah gazetesinde fıkra yazarlığı, 1964 te Hisar dergisinde Yeşil Fasulyeler ve diğer birkaç hikâye ile kadın meselelerine temas eder. Işınsu, tiyatroya derin bir ilgi duyar. D.T.C.F. nin Felsefe Bölümü nde okurken, bir taraftan da fakültenin tiyatro kürsüsü derslerine devam ettiğini dile getirdiğimiz Işınsu, Bir Yürek Satıldı(1966), Bir Milyon İğne (1967), Ne Mutlu Türküm Diyene (1969), Adsız Kahramanlar (1975) adlı oyunları bu ilginin sonucu yazdığını ifade ederler. Senaryo, tiyatro, oyun yazarlığı da yapan Işınsu, 1966 da yazdığı Bir Yürek Satıldı adlı oyunuyla, TRT nin düzenlediği Radyofonik Oyun yarışmasında birincilik alır. İlk romanı Küçük Dünya nın ardından romanda başarıyı yakalayan Işınsu, bu sıralar eşinden ayrılır. İçinde bulunduğu sıkıntılı durumda uzun bir hazırlığa girişerek Ak Topraklar ı yazar. Bu eserle Türk Edebiyat Cemiyeti roman ödülünü kazanır. 1969 yılında, annesi Halide Nusret Zorlutuna ile Ayşe isimli kadın dergisini çıkarmaya başlar. Ayşe dergisinde Zeynep Tan, Nur İleri, Işık takma adlarıyla 28 sayı boyunca yazmaya devam eder. Bu arada Devlet dergisinde (1969 1971) iki yıl kadar yazar. Ayşe adıyla çıkardığı kadın dergisini Töre ismiyle 1971 de Mayıs - Haziran ayından itibaren yürütür. İlk eşinden ayrıldıktan sonra 1972 de Prof. Dr. İskender Öksüz ile evlenen Işınsu, yazı hayatına ara vermez. Bozkurt dergisinde 1973 1974 yıllarında Gençlerle Hasbihal köşesinde yazar. Aynı yıllarda Diyanet gazetesinde Emine Abla ismi ile kadın sayfası hazırlarken Türk Edebiyatı dergisinin hemen her sayısında yazılar yazdığını ifade etmişlerdir. 1975 te yazdığı Tutsak romanıyla Kerkük Türklerinin mücadelelerini anlatan yazar, aynı yıl yayımladığı Sancı romanıyla ideolojik çekişmeleri dile getiren bir eser ortaya koyar. 1979 da yine Dış Türkleri anlattığı Çiçekler Büyür ve 1982 de de sendika romanı olarak bilinen Canbaz ı yazar. Canbaz, kendisine Türkiye Yazarlar Birliği roman ödülünü getirirken, daha önce yazmış olduğu Sancı romanı ile de Türkiye Milli Kültür Vakfı ödülüne layık görülür. Daha sonra sırasıyla Kaf Dağının Ardında (1985), Atlıkarınca (1990) romanlarını yazan Işınsu nun Bir Gece Yıldızlarla (1991) adlı bir de hikâye kitabı vardır. 1993 te yakın arkadaşı Prof. Dr. Umay Günay ın teşvikiyle Millî Mücadele heyecanını anlattığı Cumhuriyet Türküsü romanını yayımlar. Dinî tesirlerin hâkim olduğu bir çevrede yetişen Işınsu, tasavvufa karşı duyduğu ilgiyi az çok Nisan Yağmuru ve Havva isimli romanlarında işler. Bukağı (2004) romanında Niyâzî Mısrî nin hayatını işleyen Işınsu, son olarak yayımladığı Bayram (2005) adlı romanında ise, Hacı Bayram Veli nin hayatını ele alır. Halen Ankara da hayatını sürdüren, biri kız (Elif), ikisi erkek (Yağmur, Murathan) çocuğun annesi olan Işınsu, eserleriyle edebiyat dünyasının önde gelen isimlerinden birisidir. Şahsiyeti, Edebî Faaliyetleri Bir sanatçının yetenekleri, eğitimi ve kişiliği yanında; onun düşünce ve duygu dünyasına önemli derecede tesirde bulunan yetiştiği bir kültür çevresi vardır. Bu kültür çevresi, diğer unsurlarla bütünleşerek sanatçının muhayyilesine yön verir. Emine Işınsu nun sanatçı kişiliği de içinde yetiştiği kültürlü aile geleneği ile yeşerir. Şair ve yazar bir annenin kızı olan Işınsu, küçük yaştan itibaren şiirle hayata başlar: Herkesin annesi şarkı söylerdi. Benim kafamda çocukluğumdan kalma bir müzik yok, yalnızca yüksek sesle şiir okuyan bir hanım hatırlarım. Bu hanım Fuzuli, Şeyh Galip ve Mehmet Akif i çok sever ve şiirlerini çok okurdu. Işınsu nun okuma ve yazmaya olan ilgisi daha ilkokul yıllarındayken ortaya çıkar. Bu dönemde Pollyanna türü klasiklerle tanışır, zaman zaman yazma denemelerinde bulunur. Bunun neticesinde ilkokul çağlarının sonralarında Minko nun Hatıraları adlı eserini ortaya koyar. On beş-on altı yaşlarında şiir dünyasına açılan Işınsu, ortaöğretimini tamamladığı T.E.D. Koleji nde arkadaşları arasında şair olarak tanınmaya başlar. Ortaöğretiminin sonunda (1956) iken ilk şiir kitabı İki Nokta ile karşımıza çıkar. İki Nokta adını verdiği bu kitaba giren şiirlerin çoğu bir iki kelimelik kısa mısralardan oluşmuştu. İçlerinde çocukça duyguların dile geldiği şiirler de vardı; çok bilmiş, çok görmüş geçirmiş bir nine edasıyla söylenmiş şiirler de... Emine Işınsu, ilk şairlik denemesini şöyle değerlendiriyor: Onlar şiir falan değil. 16, 18 yaş döneminin duyguları, kendi çapında çırpınışları ve felsefesi... Geçenlerde hepsini yeniden okudum, pek bir şey değişmiş değil. Ancak o zamanlar kadere kayıtsız şartsız bir teslimiyet ve karamsarlık varmış, sonra bu İstersen, çalışırsan, mücadele edersen 45

değiştirebilirsin olmuş. Karamsarlık vs. devam ediyor, belki biraz azalmış. İşte o kadar. Her defasında Elhamdülillah Türk Milliyetçisiyim. Dün de Türk Milliyetçisiydim, bugün de sözlerini tekrarlayan yazar, Türk Milletinin aşığıdır. Fikir dünyasının oluşumunda aile çevresinin etkili olduğunu dile getiren yazar, bu duygularla yetiştirildiğini ve eserlerini de bu doğrultuda oluşturduğunu belirtir: Tabi çevre çok mühim, aile çevresi çok mühim. Milliyetçi ve Müslüman bir ailede yetiştim. Babam askerdi, evimizde daima Müslüman ve Milliyetçi bir hava hâkimdi. Ben bu duygularla büyüdüm. Işınsu, Türkiye dışındaki Türklere yoğun hisler beslemektedir. Onlara karşı olan bu hislerini Dış Türkleri konu alan üç romanında dile getirmiştir: Bunlar Balkan Türklerini anlattığı Çiçekler Büyür ve Azap Toprakları ile Kerkük Türklerini anlattığı Tutsak adlı romanlardır. Eserlerinin çoğunda İslam inancının derinliklerine rastlamak mümkündür. İnsana hoşgörü ile yaklaşan yazar, her insanın hatalarıyla kabul edilmesi gerektiğine, herkesin bir gün doğru yola ulaşacağına inanmaktadır. Işınsu, gençlik yıllarını büyük bir baskı altında geçirir, hareketleri daima kısıtlanır: Çok sıktılar beni, annem devamlı bir korku içindeydi kız çocuğu olduğumdan. Gözüm dışarıya kaymasın diye o korkuyu yaşadı, yaşıyordu, tabii bana da yaşattı. Ailesinin baskısı yazarın eğitim hayatında da derin izler bırakır. Hiç istemediği halde üniversitenin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolur. Hayatının bu safhasında yaşadıkları, Küçük Dünya daki Nur un macerasıyla bütünleşir. Yaşadığı baskılar onu içe dönük kapalı bir kutu haline getirir. Yazar yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini eserleriyle haykırır okuyucusuna. Eserlerini oluştururken kahramanlarıyla bütünleşen yazar, yazmadan önce büyük bir hazırlığa girişir. Konuyla ilgili belgelere ve gerçek tanıklara ulaşmaya çalışır. Küçük Dünya nın Nur u, Tutsak ın Ceren i ve Kaf Dağının Ardında ki Mevsim yazarın hayatından izler taşır. Kahramanlarının acılarını yüreğinde hisseder. Uzun araştırma süreçlerinden, ruhî hazırlıklardan sonra kendi dünyasına çekilen yazar, yazma safhasına geçer ve bu macera şöyle devam eder: Ben umumiyetle yazarken bir sene boyunca, yazacağım roman hakkında araştırma yaparım. Bilgiler edinir ve bilgilerimi bir deftere kaydederim. Bilgiler çoğaldıkça karakterlerim ve olaylar doğmaya başlar. Onları da defterime kaydederim. Aldığım bilgilere göre küçük küçük sahneler yazmaya başlar ve bunları da not ederim. Bir sene gibi bir süre geçtikten sonra bir gün gönlüm, artık yazman lazım, der. Daha fazla duramam. Allah ın izniyle başlarım. Arada değil belki, ama büyük bir kısmını romana geçiririm, tabi biraz değiştirerek... Işınsu için yazmak, yaşama gayesidir. Şiirle başlayan yazın hayatı; tiyatro, hikâye gibi türlerle devam ederken romanda karar kılan Işınsu, yaşamında ailesinin sağlık ve selametinden sonra, ikinci sırada yazma eyleminin geldiğine inanan biridir. Eserlerinden ve çeşitli yerlerde yayımlanan görüşlerinden şahsiyetinin münhasır çizgilerini ortaya koymaya çalıştığımız Işınsu, yakın dostu Yağmur Tunalı tarafından şu satırlarda tarafsız bir gözle tahlil edilmiştir: Işınsu, aritmetik münasebetlerin insanı değildir; hesaplı kitaplı olmaya tenezzül etmez. Şüpheciliği sonradan başlar, önce sevmeye veya beğenmeye hazırdır. Muhatabını iyi tahlil eder. Psikolojiye olan derin alakası ve romancı olarak tahlilciliği ona insan tanımada büyük imkânlar bahşeder. Ancak, şunu söylemeliyim ki, muhatabı onun için tecrübî psikolojinin kobayı (süjet) olmaktan uzak, kâinatın özü (zübde-i âlem), mahlûkatın en şereflisi ve saygıya layık olan insandır. Kimseye tepeden bakmaz, aksine muhatabı karşısında fazlaca alçak gönüllü ve biraz da mahcuptur. Işınsu nun şahsiyeti ve fikirleri hususunda bazı önemli tespitlerde bulunurken ruhuyla bütünleştiğimiz anlar bizi manevî bir huzura ulaştırdı. Eserleriyle okuyucuyu düşündüren Işınsu, edebiyatımızda ve okuyucusunun gönlünde yüce duygularla var olmaya ve birbirinden değerli eserler sunmaya halen devam etmektedir. Ödüller Küçük Dünya ile T. C. Turizm Bakanlığı Sanat Armağanı Ak Topraklar ile Türk Edebiyatı Vakfı Roman Ödülü Bir Yürek Satıldı oyunu ile Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Radyofonik Oyun Yarışması nda dram dalı birinciliği. Sancı ile Türkiye Millî Kültür Vakfı Roman Ödülü Canbaz ile Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü Türk Ocakları Hamdullah Suphi Tanrıöver Armağanı Karaman Türk Dili Ödülleri, Türkçeyi Doğru ve Güzel Kullanan Yazar Ödülü İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği), Şeref Ödülü 46

Özde Biriz Çünkü... Emine IŞINSU Rahim; rahmet ve merhameti sınırsız olan, Gafur; sürekli bir biçimde günahları affeden in yüce adını anarak başlarım. O, bize ruhundan üflediğini söyledi. Beni sen, o... bu onuru paylaştık. Coşkuyla yürüdük... derken düştük; düşebilme hakkı vardı çünkü; hatalardan hatalara geçtik... şaşakaldık, üzüldük, yerindik... Kalktık, kalkabilme hakkı tanınmıştı çünkü; rahmeti sınırsızdı, kainatları kuşatmıştı. Beni sen, o... tecrübeler içre; düşe kalka, kalka düşe... böylece gittikçe gelişen aklımızla; öğrenerek ve bilerek... Hür irademizle, gerçekten hür; toprağı, suyu, ateşi ve havayı sevdik... Sevdiklerimizle çeşit çeşit, çeşitlendik. Bu yüzden ayrıldık, koptuk, uzaklaştık birbirimizden; kendimizi beğendik, farklıyı kınadık. Hani özde birdik ya, unuttuk. Hani çeşitlenmiştik ya, çeşitli yollar tutturduk; düşe kalka, kalka düşe. Kendi yolumuzu yücelttik, gayrisini kötüledik. Oysa Dost demişti ki: O, kendi yolundan sapanı da, doğru yolu bulanı da daha iyi bilendir. İşte bunun için yumuşatıcı ve hoşgörücü olunuz. Sahi biz kendimizi ne sanıyorduk da, O nun bir çırpıda affettiklerini, kınıyor, kınayabiliyorduk? Bu suali sormadık kendimize... kendimizi büyüttük! Büyüdükçe, küçülebilmeliydik. Bilemedik. Unuttuk özde Bir den gelip, bir olduğumuzu. Kınadık, küçümsedik, yakışagelmedi insanlığımıza. Yaratılanı severim Yaratandan ötürü demişti koca Yunus. Aramızdan, Yaratan ı dahi unutanlar oldu. Oysa çevrelerine bir bakmaları yeterliydi, yahut bir bakıverselerdi içlerine. Dost um söylemişti: Ayıp arayan, kovucu ve söz getirip götüren, haddi aşmış, hayra engel olucudur. Beni sen, o... ayıp aradık, hatta olmayanı bile bulup, icat etmeğe kalktık. Yoksa gıybet, üstün bir zevk miydi ki, bunca tutulduk ona?.. Her türlü hayra engel olduk... Düştük böylece... borçlar yüklendik en ağırından. Ona olan borcunuzu, birbirinize iyi yaptıklarınızla ve iyi verdiklerinizle ödersiniz. Demek, açıp bağrımızı hayra, iyide ve doğruda olmak ve hoş görebilmek; buyrulmuştur ki, Affetsinler, hoş görsünler. Allah ın sizi affetmesini istemez misiniz? Daha önemli bir şey isteyebilmek, mümkün mü? O halde, niçin affedici ve hoşgörülü olamıyoruz? Sadece özde bir olduğumuzun farkına varıp, karşımızdakinin biz, bizim de o, olduğumuzu idrak ederek... Belki kolay değil... öyle mi? Hiç bir iş kolay değil ama aslında her şey çok kolay; çünkü hür irademizle, gerçekten hür... tıpkı bir çamur parçacığı gibi, avuçlarımızın arasına alıp ben imizi yoğurarak... Haydi! Önce hoşgörü... hatta önce kendimize ve cümleye, uzanıp uzanamadığımız cahile ve dolayısıyla kötüye. Hoşgörü; iyi olması, iyide olması için, bir fırsat tanımaktır çünkü... İşte siz böyle çirkin ve kötü huyluya da iyiyi ve iyiliği bildiriniz. Ona kendini kendinizde buldurunuz. En büyük Örnek e benzemeye çalışarak ve örnek olarak, değil mi Dost um? Maddeyi, en alasından ölçen biçen aklımızı, manaya da çevirerek, tatlısından bir tebessüm takıp dudaklarımıza; hayır alıp, hayır vererek, hoşgörü ile... ümit edelim... Siz affedici olunuz ki, Affedici Olan, sizi korusun. 47

Yusuf İMAMOĞLU* Emine IŞINSU 600 yıl süren o muhteşem destanın yazılmağa başlandığı yeşil Bursa mızdanmış; İnegöl kasabasında doğmuş, öyle de fakirmiş ki, su satarak okumağa çalıştığı zamanlar bile olmuş Yüreğinin bir köşesinde Kara Osman Bey in cesareti yatarmış ama, diğer bir köşesine de Orhan Bey in akıllılığını ve Sultan Murat ın merhametini yerleştirmiş. Millet düşmanları O nu, altı aydan beri hep tehdit ederlermiş, yine de silâh taşımazmış. Öldürüleceği sık sık aklından geçermiş ama, vurmağa kıyamazmış Henüz gencecikti, taze bir fidan gibiydi; büyüyecek, kocaman bir çınar olacaktı. Bırakmadılar; Şimdi yüreğime kurşun misâli bir ağırlık çökmüş, çâresizliğimin acısında boğulacak gibiyim. Önümdeki kâğıda da, kalemimin ucunda çırpınan kelimelere de kahrediyorum. Emine bacısı, İmamoğlu kardeşinin şehitliğine ağıt mı yazacak, neye yarar ki! Memleketin yüksek menfaatleri diyoruz; kardeş kavgası felâket getirir, diyoruz, siz de vurun!... demeğe dilimiz varmıyor! Peki, ne yapacağız? Milletimizin belki de son umudu genç yiğitlerin yıkılışlarını seyrederek zaman mı tüketeceğiz? Ve yaşamaktan utanmayacak mıyız? Doğrudur tabii, kardeş kavgası felâket getirir. İyi ama, kardeş nerede ki! Yusuf İmamoğlu na kıyanlar, bırakın kardeşliği, herhangi bir düşmanın haysiyetinden bile uzaktırlar! İmamoğlu nun şehit düşmesi olayında öyle müthiş bir hainlik var, öylesine anlaşılmaz bir kin var ki, vahşetin her türlüsünü mumla aratır. Gazetelerde okuduğum vakit inanmak istememiştim; sonra araştırdım, meğerse doğru imiş; İmamoğlu, hemen ölmemiş. Çevresinde yavaş yavaş büyüyen bir kan gölcüğü, yatıyormuş. Hastahaneye haber salınmış, derhal ambülans göndermişler ve birileri çıkmış, fakültenin kapılarını tutmuş, ambulansın yanına gitmiş, can kurtarmaya gelenleri önce paylamış, sonra da kovmuşlar! Kim çağırdı sizi, demişler, ihtiyacımız yok, dönün! Ve yiğit Yusuf, öz vatanında garip Yusuf, kanını tükete tükete dünyasını değiştirmiş. Canavarlık mı bu, o bile değil! Çirkin, küçültücü, insanı insanlığından utandırıcı bir şey! Affet beni Allahım, kulun böylesini niye yarattın! Ölmenin vazife, öldürmenin hak sayıldığı tek yer savaş meydanlarıdır. Ve savaşta, yaralı düşmana silah çekilmez, hemen tedavisine koşulur. Sağlık ekiplerinin yardımını önlemek savaş kanunlarında bile suçtur. Ve İmamoğlu na yapılanlar, aslında açık bir işarettir. Beyni yıkanmış bir zümrenin, insanlık ölçülerinden tamamen saptığını gösterir. Dert bir değil çoktur, gizli değil, açıktır. İbret almakta gecikilmesine tahammül yoktur. İmamoğlu nun artık bize ihtiyacı kalmamıştır. Şimdi o, bir hilâl uğruna batan güneşler in yanındadır. Şehit kardeşi Süleyman Özmen le eleledir. Yüreğimizdeki acı Süleyman lardan, Yusuf lardan gelir ama, endişemiz cümle Bozkurt lar içindir; Türk lüğün son bağımsız kalesi bu mübarek topraklar içindir Gayri söze ne hacet *AYŞE, Başyazı, Haziran 1970 48

Kavaklar Ve Salkım Söğütler Emine IŞINSU İstanbul Ankara yolunun galiba İstanbul a yakın bir yerlerinde tren hattının biraz ötesinde acayip bir manzara ile karşılaştım. Bir dizi kavakla bir dizi salkım söğüdü karşı karşıya dikmişler. Ama nasıl karşı karşıya! Dalları yerlerde sürünen her salkım söğüdün önüne bir kavak. Ki mağrur ve dik göğe doğru boy vermiş! Her iki ağacı da ayrı ayrı pek çok sevmeme rağmen, şu manzara beni dehşetli etkiledi. Ürktüm ve rahatsız oldum. Çünkü karşımda, birbirlerinden pek az bir mesafe ile duran iki ayrı cins ağaç, tam anlamıyla bir bütünü teşkil ediyordu. Dik duran ve eğilen. Evet, bir bütündü bu, başı sonu ve ayrıntıları ile tamamlanmış bir olay. Acaba kavaklar yaratılmasaydı, salkım söğütlere ihtiyaç duyulmayacak mıydı? Yoksa salkım söğütler var diye mi, kavakların burnu bunca havada? İnsan, kainatın küçük çapta bir örneği. Yaratılış tek, Yaratan gibi. Peki bu hakikat, söğüt insan la, kavak insan ı mazur gösterir mi? Söğüdün eğilmesi, dallarını yerlerde sürümesi, ağacın tabiatı icabı. Öyle yaratılmış, yer çekimine kaptırmış dallarını, yaprak yaprak ağlamakta, yahut yalvarmakta. Güzel ve zarif ama, ne çare, salıvermiş kendini. Başkası gelmez elinden! Oysa, hele ilk sabahın buğulu dakikalarında, kavaklar göğe doğru uzanmış dururlarken, bana hep; bu ağaç yalnız, dik ve mağrur, Allah dan gayri kimsesi yok gibi gelir. Onun yaradılışında eğilmek yoktur, sığındığı tek Allah tır ve şüphesiz Gökten alıp, yere vermektedir. Kavakların, karşılarında eğilen salkım söğütlere de ihtiyacı yoktur. Ama kainatın küçük çapta bir örneği de olsa, asırlardır bozulmuş, yozlaşmış insanlar aleminde, kavaklar ın, salkım söğütler e ihtiyacı yok mu?.. Var, hem nasıl! Şöyle bir düşünüyorum kavak insanlar ı, kimi diktatörlerdir. Kimi politikacılar, kimi mevki sahibi insanlar, hatta bazan şişirilmiş sanatçılar, düşünürler bazen de çok varlıklı kişiler. İşte bütün bu zevatın söğüt insanlar a ihtiyaçları vardır. Sırf yerlerinde tutunabilmek ve burunlarını havada muhafaza edebilmek için. Destek!. Kavak insanlar, söğüt insanlar sayesinde beslenirler. Beslenmeyi hem manevi, hem maddi planda düşünüyorum. Böyle düşününce, söğüt insan da varlığını yani yaşama imkanını, kavak insana borçlanmakta. Karşılıklı ve muntazam işleyen dişliler gibi. Kendilerince iyi bir ahenk kurmuşlar. Aslında ne bu muntazam işleme, ne ihtiyaç, ne de ahenk; bu iki tip insanı mazur görmez. Çünkü kavaklık ve söğütlük insanların tabiatı, yaratılışları icabı olmasa gerek. İnsanın doğuştan getirdiklerini; mizacı elbet inkar etmiyorum. Ancak kişinin kavaklaşması veya söğütleşmesi, yıllar geçtikçe biçimlenen bir vakıa. İnsan, karakterini biçimlendirmekte hür bırakılmış, seçim onun... Aile içi münasebetleri, sokağın tesirini, türlü eğitimi ve öğretimi de ele alırsak, bana göre, hiç mazur görülmeyecek olanlar söğütleşmiş insanlardır. İddiam odur ki; bu etek öpücüler, bu beli bükükler, bu şak şakçı aman beyefendiciğim ler olmasa, cemiyetin belası kavak insanlar azalacak, belki nesilleri tükenecek. O ne güzel bir cemiyet olurdu. Acaba, diye düşünüyorum; şu ağaçları karşı karşıya diken şakacı kişinin maksadı, sırf insanlar alemine bir acı tebessüm yollamak mıydı? Her kimse, ona selam olsun. 49

Vermek... Almak Emine IŞINSU Koruyan, Veren, Varedeni Anarak Başlarım. Bana vermeyi anlat, gönülden vermeyi O ki, Gönülden dileyerek verenin, verdiği gerçek devadır. Diyorsun Almadan Veren i anlatıyorsun. Almadan verenleri söylüyorsun; güneşten, topraktan, yağmurdan bahsediyorsun. Bana, vermeyi anlat Hani demiştin ki; Veren O dur ve gönderen, aldıkça siz sanmadan her şeyi. Ve sahiden öyle, insanoğlu almaktan usanmaz. Yine de, seher vaktinin rahmetini bilmez, ala gökten alaca yere yağan hayrı görmez. Görmez, yukarıdan alıp aşağıya ağan, ak güvercin etekli dervişlerin, ak bereketini Oysa Gözümüzün önünde, farkına varmadan nice deliller verildi sizlere Gökte ve yerde, ateşte ve suda, ışıkta karanlıkta, ah biliyorum nice Âyetler ışımakta. O, almadan verir, vermekten usanmaz. Sadece bu bir delil, bir Âyet değil midir ululuğuna? Ululuğa erdikçe, küçülüyorum. Gözüm yaşlı, gönlüm perişan vermeyi öğrenmek istiyorum. Tıpkı O nun gibi, almadan vermeyi. Hayatım güneş, sevgilim yağmur, anam toprak gibi Dostum efendim, bana, vermeyi anlat. Ne güzeldir vermek, güzeli vermeyi bilmek ve vermekle tamam olmak. Dilini, dilime tesbih ediyorum. Söyleyip geziyorum, gezip söylüyorum. Yine de insan bilirsin, dilindekini gönlüne indirmeyince olmaz tamam olmaz. Ne kadar yok-yoksun, eksikliyiz medet Ya Rab! Nefsinin cimriliğinden/doymazlığından korunana gelince, kurtuluşa erenler işte böyleleridir buyrulmuş. Çünkü Aşağıya yuvarlandığında malı onu kurtarmayacaktır. Maldan geçtik, mülkten geçtik, Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi? diye soranlara güldük geçtik Durduk, Allah ganidir, cömertliğine sınır yoktur buyruldu. Geçtik yardan, ağyardan. Lokmadan, hırkadan geçtik Göz yaşlı, gönül perişan Ben den geçtik mi, diyelim? Ben den geçmek, en zoru. Çünkü cümle geçtiklerimizin şuurundayız şimdilik. Geçebilseydik gerçekteni hiç bilip de, geçtik der miydik, övünür müydük? İşte burada, bu noktada şaşkınlık! Bir gümüş hançer paralamıştır, incecik hülya ağını. Gayri hançerin peşine düşmez misin; niçin, diye sormaz mısın; Neden ah, neden bozdun, parçaladın? demez misin? Hayır, düşmezsin hançerin peşine, sormazsın, soramazsın Çünkü O ndan gelen her şeyin baş üzre, gönül içre yeri var. Yeniden yola düşersin; boyun kıldan ince, gönül titrek, o ince düzenin, incecik ağına takılıp bir yerden, gidersin ve istersin: Vermeyi anlat. Güneş hayrınıza varedilmedi mi. Nasıl sizi kavurmadan, size lâzım olanı verir ve alırsınız hayırla. Öğrenirsin; nasıl almadan verirmiş ve kararınca. Yakmadan, kurutmadan durdurup, dondurmadan. Kararınca Kitap ta buyrulmadı mı; Elini bağlayıp boynuna asma. Ama onu büsbütün de açma. Sen, kitabı anlatıyorsun Dost um, biliyorum, anlayışsızlığımdan bıkmadan, hülyalarımızdan usanmadan, anlatıyorsun. Sen, vermeyi biliyorsun; ihtiyacı olana, ihtiyacı olanı, ihtiyacı kadar. Şimdi secdeye varıp, O na: Ver diyorum, almaktan hiç utanmadan. Yalnız O ndan. Bir özgürlük türküsü ruhumda kol kanat açıyorum, yaratılmışların tümüne. Madem biz, birbirimize hayrı taşıyan vasıtalarız; hayır dağıtıp hayır toplayalım birbirimize, sevgimizden. İşte o zaman razı gelir Rab bim. Bağışlar, verir. Ve siz eğer, gönlünüzde O nunla birseniz, asla kaybolmayacak, kaybetmeyeceksiniz. Ve siz gönlünüzle vermeyi diliyorsanız, almak sizin için bitmeyecek, vereceğinizden. Evet, biliyorum, Veren el, boş kalmaz. Gayret bizden, inâyet Allah tan. 50

Bir Fincan Kahve Emine IŞINSU Yaşlıydı, yorgundu, her gün yeni bir ağrı keşfediyordu bedeninde, inim inim inlemek istiyordu, illa şu kadın böyle sakin sakin oturup karşısında dantelini örmese... Onun hiçbir şeyi yok. diye düşündü, Romatizmaymış, bahane, hiç elleri kolları ağrısa, böyle örebilir mi, romatizmayı benim külahıma anlatsın, inanmıyorum işte, inanmıyorum. Tam o sırada kedi fırladı kucağına, döndü döndü, yerini beğendi, oturdu. Adam, Bir de bu eksikti.! diye düşündü, Eğilip şu hayvancağızın yemeğini bile koymaya üşenir, belindeymiş romatizması, hayır inanmıyorum!.. Kim bilir doktora ne kadar yakındı da, adam, romatizmasın, dedi.. Değil mi efendim. Bak komşu Feridanım a, genç kız gibi ordan oraya sekiyor. Dün bize gönderdiği zeytinyağlı dolmalar da pek güzel olmuştu doğrusu. Bu kadına bakarsan yemeyecektim, kavurmuş içini çünkü bize yaramazmış artık. Artık sana yaramaz! Ne artık ı di mi, di yaa. Evellallah kendimde o biçim bir eksiklik hissetmiyorum, çok gençlere taş çıkartırım hâlâ. Hâlâ yaa, seri bunun böyle olduğunu bilmez misin kadın... Yatakda, Aman bey, bunca hastalığına bakmayıp... diyorsun. Hastalıksa hastalık ne yapayım, erkekliğime söz söyletmem, ne sana, ne kimseye anladın mı?:. Bak bak şuna bak, nasıl rahat rahat örüyor dantelini.. Eski gençlik günlerim olsaydı, şimdi kapar o danteli elinden, bir güzel söküverirdim.. Oh ne âlâ olurdu! Yapmadım mı, hiç yapmadım sanki, ha?.. Şimdi, bir merhamet geldi içime de... Derin derin nefes aldı adam; Bırak artık örmeği, dedi artık bundan sonra ne danteli, baksana şu haline, gözlerin görmez oldu! Kadın elindeki işinden ayırmadan gözlerini, gülümsedi: Canım, dedi; el yordamı yapıyorum işte, yapmasam sıkılırım, zaten kız, bekliyor, gardrop örtülerini yenileyecekmiş. İyi valla, kız istiyor, geline lâzım, komşunun oğlu evleniyor, iyi valla, sen ağır işçi misin be kadın. Canım elime mi batıyor, işte oturduğum yerde.. Şu ipliklere kaç para veriyorsun, bu zamanda, benim kahvemden, sigaramdan kesip, ha.. Kadın bırakıverdi işini kucağına, tığını da yanına koydu, gözlüğünü çıkardı, diklendi: Bak, bak kaç kere söyledim, girmiyor kafana, kukaları onlar veriyor, ben almıyorum diye... Yoksa istemez miyim kıza bir hediye yapmayı, senin korkundan, kızım ipliği sen alıver, ben çıkamıyorum dışarı diyorum, hem Bey, Bey; kahveni sigaranı kesiyorsam, senin iyiliğin için, ne dedi doktor, büsbütün bıraksın. Yalan mı, ben yine üç kahve, on sigaraya göz yumuyorum.. Adam, kadının sert sesinden pıstı, anca ağlar gibi vızırdadı: Niye göz yumuyorsun, bir an önce gebereyim diye, değil mi? Ben gebereyim de, sen keyfine bak. Kadın sabırla, içini çekti; aldı eline dantelini, tığını, gözlüklerini taktı, bir iki batıp çıktı, yavaşça: Allah etmesin.. dedi; bu söylediğine kendin de 51

inanmıyorsun ya. Adam şımarabilirdi artık, en inatçı çocuk sesini takınıp, emretti: Yap bana bir kahve, şimdi, istiyorum. Akşama, dedi kadın, akşam yemeğinden sonra.. Şuna bak şuna, nasıl da sakin, bir bağırayım dedi ama sonra hemen indirdi yelkenleri. Kolay mı, bana karşı bağırmak... Eskiden olsa, o dakka yırtardım ağzını.. Yok hiç yırtmadım, el kaldırmadım lakin sebebiyet vermedi.. Eğer verseydi... Adam, hınçla eski günleri düşündü, kavgalarını.. Doğru, hiç sebebiyet vermemiş, hep altdan almış. Gülümsedi, kediyi okşadı, içinden: Sıkı mıydı! dedi, tekrar gülümsedi. Çıta gibi adamdım be, çıta! İstediğim önümde, istemediğim arkamda. Şimdi öyle mi ya, bak bir kahve istiyorum da, akşam yemeğinden sonra, diye geçiştiriyor. Günde üç kahve, yemeklerden sonra... eskiden, yirmiyi bulurdu. Adam burnunu çekti horul horul, bir iki öksürdü, hayır böyle karşısında oturup, yavaş yavaş dantelini örmese. Hiç sıkılmaz mı bu kadın, hiç gençlik günlerini özleyip de, içi pır pır etmez mi; huzursuz olmaz mı?.. Onca yıl geçti, dile kolay, elliyi buldu evleneli.. Elli yıl onca!.. Evlendiğimiz zaman sen de pek gençtin, yani pek aptal, demek istiyorum.. Hıı, dedi kadın; öyleydim. Ne yani, aptal olmasam seninle evlenmezdim mi, demek istiyorsun? Kimbilir, dedi kadın, içini çekti.. Kader kısmet, diye düşünüyordu, gözleri bulanır gibi oldu, bir iki kırpıştırdı kirpiklerini. İşte sayıyı şaşırmıştı, beş mi girmişti, altı mı?. Bulanık gözlerle ilmikleri saymaya çalıştı. Zordu aslında bu örnek, ama kız, böyle istemişti, Ne demek kimbilir, yoksa pişman mısın benimle evlendiğine, gözünü toprak doyursun kadın, neyini eksik ettim ki, istediğin önünde; istemediğin arkanda, kürk bile aldım sana, altın kordon, gerçi ikisini de satmak zorunda kaldık, şu yıkılası ev uğruna. Fakat ya almasaydık bunu, şimdi kolay mıydı kira evlerinde sürünmek, ha?.. Kordona aldırmadın ama kürkde gözün kaldı biliyorum. Kalmadı, dedi kadın. Adam, ısrar etti: Kaldı kaldı; biliyorum. Canım iyi ısıtıyordu.. dedi kadın; o yüzden, yoksa.. Yoksa ne; bu yaştan sonra seni üşüttüm diye kinleniyorsun bana, kahvelerimi azaltıp, acısını çıkarıyorsun. Çok şükür.. dedi kadın; hayatımda hiç kimseye kinlenip, acısını çıkarmaya kalkmadım. tığını, dantelini bırakıp, kalktı yerinden, gözlüklerini çıkardı: Yine nereye? dedi adam. Abdest tazeleyip namazımı kılacağım. Daha demin kıldın, ne bitmez namazmış bu! Günaha girme bey.. dedi kadın, çıktı odadan. Günahmış.. diye düşünüyordu adam. Allah, sana kocanı ihmal et de namaz kıl, demiyor ya. Sen giriyorsun günaha, yarın cehennemde cayır cayır yanacak olan sensin, bak bakalım o zaman bu namazlar kâr edecek mi? Çünkü nihayeti, bir kahve istedim, yapmadın! Oysa kocaya hürmet, bir dediğini iki etmemek şart! O dakka aklına geldi: İslam dini de ama kocaya çalışmış be! Kıs kıs güldü, Tabi ya, erkek din, erkek dini! Odaya giren kadına gülümseyerek baktı; Sen daha beni ihmal et, bu namazlardan hayır bekle, hiç olur mu, Allah evvela kocanıza karşı vazifelerinizi yerine getirin diyor. Vakit kalırsa, ancak o zaman namaz niyaz diyor, kadın için, anladın mı? Kim söylemiş onu, dedi kadın; mutlak bir kötü koca söylemiştir, yanlış, çok yanlış, bir kere dinimiz kadın erkek ayırımı yapmaz, iki cinse birden hitap eder. İşin aslı; kadın icabında kocasına rağmen, bütün farzlarını edâ etmek mecburiyetinde. Haa, nafilenin fazlasına dalıp daa, evini kocasını ihmal ederse, o başka.. Hah tamam, gördün mü? sen nafileleri de kılıyorsun! Kandilden, kandile... dedi kadın, bir Tövbe tövbe çekti, iskemlesini kıbleye döndürdü, şu bel romatizması çıkalı, artık eğilemiyordu, doktor, sandalyede oturarak kılmasını söylemişti. Adam, kediyi, yavaşça yere bıraktı, gidip kadının kucağına otursun istiyordu.. Oysa kedi, ön ayaklarını uzatıp, gerindi, kamburunu çıkartıp, yaylandı, birden fırlayıp, kadının boş bıraktığı koltuğa çıktı, döndü olduğu yerde, uzanıp kıvrıldı, mırıldanmaya başladı. Fena bozuldu adam; Şurada tüylerini okşarken ben, mırıldanmıyor da, anasının yerine yatınca keyfi yerine geliyor... Çocuklar da öyle değil mi, analarıyla pısır pısır konuşup gülüşürler, bana gelince bir soğuk Merhaba, nasılsınız baba? Cevabıma kulak bile asmazlar, ağrılarımdan sızılarımdan bahis açarım, sanki kulakları sağır, hiç duymazlar. Ben de inadıma bir gece önce gördüğüm kâbusu anlatırım; güya ölmüşüm de, beni tabuta koyarlarken canlanıveriyorum. Etmeyin eylemeyin diyorum, beni canlı canlı gömüyorlar!, eh yapacağınız bu! Allah korusun baba, o nasıl söz, akşamdan fazla yediniz herhalde, gece kâbus gördünüz, olur. Bilhassa akşamları çok dikkat edin, yemenize, içmenize, aman babacığım fazla yemeyin! Ne be, ne.. yiyorsam, kendi kazandığımı, sizden bir dilim ekmek mi istiyo- 52

rum, Allah devlete millete zeval vermesin, var üç beş kuruş emekli maaşım da, size muhtaç olmuyorum, ya olsaymışım, bak beni acımdan öldürecekmişsiniz! Gidi keratanın piçleri! Çocuklarına karşı adamakıllı dargın hissetti kendini, kadının boş bıraktığı koltuğa baktı, daldı; kadifesi iyice solmuş, yıpranmış. İçini bir korku kapladı, Eşyalar da bırakıyor bizi! Kadının koltuğu öyle ya, elli yıllık karısının, en son ne zaman değiştirmiştik döşemeleri, bak eskimiş iyice. Karı da eskidi, diye düşündü, içinden gülmek, Oh olsun! demek gelsin, istiyordu. Oysa göğsünde bulduğu, bir yaranın sızısı gibi bir duyguydu, işte ığıl ığıl kanıyordu yüreği. Ya kadına bir şey olursa, ondan önce?. Amanın, titredi adam, sanki zifir kara bir boşluğa itildi aniden; yer kayıp, yurt kayıp! Şaşkın, ellerini arandı, buldu, bir sigara yaktı, içine çekti. Hayır, şu dumanın da bildik zevki yok, zehir olup, damağına yapıştı sanki. Ağızında bir kuruma, dili zamklanmış gibi; ya kendisinden önce ölürse kadın?. Elli yıllık karısı bu, yok canım, yok, hiç bırakıp da gider mi onu... Bak namaza mamaza diye kalkıp gidiyor ama yok oluveriyor işte hayatından. Şimdi şu dakka istediği kadar konuşsun adam, cevap vermeyecektir. Sanki odada yoktur, şu dünyada yoktur. Şu dünyada yoktur! Akşam da birden mi bastırdı ne, iyice kararıverdi oda. Adam, alel acele sigarasını küllüğe bastırıp söndürdü, ellerini savurup havada, dumanları dağıttı, kalkıp elektriği açtı, kansına baktı, o, oturduğu yerde, gözleri önünde, fısır fısır okumakta, işte burada canım, burnunun dibinde, öleceği falan yok. Hele bir kocasının çenesini bağlasın.. Hele bir., arkamdan da okur fakir, Yasin e Yasin katar. gözleri sulandı, burnunu çekti horul horul. Az mı derdini, zahmetini çekti şu kadın, yıllar boyu, tam elli yıl, dile kolay.. Ne de güzeldi gençliğinde, ne de güzel. Bir kere çocukları kaynanasına bırakıp, neydi ismi, her neyse işte, o güney kasabasına tatile gitmişlerdi, bir hafta, ama olsun. O gecelere ne demeli, o gecelere, topuzunu açıp, bal kumralı saçlarını beline bırakıp, bırakıp da.. kumruydu o nazlı, ürkek, yine de pek cilveli... Nasıl erkek hissetmişti kendisini, erkek değil aygır, aygır mübarek!... Bir daha öyle bir tatil yapamadık, oysa hep istedim... Belki bu yaz, yaza? Adam kendi kendine gülümsedi, iç geçirdi, mutfağa yollandı, bir fincan kahve pişirdi, odaya döndü, kadın namazını bitirmiş, iskemleyi çekiyordu; baktı ona, sitemli sitemli: Bey, dedi; Rıza Bey, dayanamadın yaptın kahveni! Hayır, dedi adam, kendime değil, sana yaptım. İç bir kahve, iyi gelir. İçinden, ta içinden kıs kıs güldü, Hiç beklemiyordu, nasıl da şaşırttım ama! 53

Selâm Emine IŞINSU -Hocam Hasan Burkay a SELÂM Yıllar yılı yürüdüğün şu arpa boyu ömürde; ne zaman ve nerede tam a, kusursuz a sahip oldun? işte bu sefer!, Şimdi! deyip, heyecanla, içinde tek şüphe kırıntısı bulunmayan ümitle avuçlarını açtığın demler bile... Eyvah, değilmiş. diye kırılıp, dağılmadın mı?... Olmadı, olmamış, eksik, kusurlu. Demedin mi? Küsmedin mi? Fakat bu dargınlık kime ve ne için? Hiç aynaya bakmaz mısın, bakıp da gönlünü görmez misin? SELÂM O, Kaptan kaba boşalmaktayız dermiş. Ben, Kararım kalmadı. diyorum. Bir adımda hüzne, diğerinde neş eye dalıyorum... Gelip de çarpan.. uçurup... Yahut deviren dalgalarla değil hesabım. Hesabım? Yok böyle bir şey... Duam: hüzne de, neş eye de bir eyvallah diyebilmek, derinden. SELÂM Kafatasının içinde her an milyonlarca hücre ölüp, yitmekte, Biliyorsun. Fakat her an milyonlarcası da uyanmakta. Farkında mısın? SELÂM Nasibince ve rnizaca göre demişler... Demek, döne çalkalana yanmaktır, bana düşen. Yanıp da tükenmemek, kül oluşda hüznü tatmak. Fakat nasıl bir yangın yeridir ki, yeşili her an taze ve her dem bir başka sarı çiçek açılmakta? SELÂM Kalbimin yırtılıp haykırdığını işittim: Yeter... gayri dayanamıyorum. Karanlıklar içinde, hangi dehlizleri dolaşıp, nasıl bir maceradan sonra bilmem, aksi sedası geldi: Güç ver Yâ-Rab! SELÂM Bir ucu sen... diğer ucu yine sen. Daireler içinde bir daire ki... dönmekte. SELÂM Nur dan bir damla ışık bekledim. Elçisini kıskandı. Yoksa bizzat Elçi miydi kendisini benden sakınan? O dahî bir başkasını vasıta kıldı. Boynum büküldü... kayboldum. Ürpermeler içinde kendime geldiğim an, şükrettim. Yerim bildirilmişti de, ben nasıl bir gaflete düşüp, anlamamıştım. SELÂM Gelecek.. dedi. İnşallah. dedim. Oysa korkuyorum gelişinden. Öyle korkuyorum ki, hemen yanıbaşımda duran sana sığınıyorum. SELÂM Maddi varlığından korktuğumu itiraf ettiğim an, senden değil, kendimden korktuğumu anladım. Meğer önünde kusur işlemekten, hata yapmaktan çekinirmişim. A gâfil kul, Her zaman göz önünde olduğunu ne zaman farkedeceksin? 54

Yağmurda Bekleyen Yaşlı Kediler Emine IŞINSU Ve böylece birdenbire ona tutuldum! Tutulmak ne kelime, fidanların güneşe doğru boy vermesi misâli; saçımdan tırnağıma beni ben yapan hücrelerin tümüyle ona döndüm. Şaşkın hattâ bir hayli budalaydım, nasıl başladığını bilmiyorum; bir an çakılakaldı hayatıma, rakı bardağının soysuz aklığında telefon numarası belirdi. Sabahın ilk saatlerinde yapılacak en tabii vazife imiş gibi, alete yürüdüm, ahizeyi kaldırdım, numarayı çevirdim. Ne söyleyecektim? - Aman Allah ım ne diyebilirdim? Merhaba! ilk adım.. peki sonra? Konuş benimle, çok sıkılıyorum, çok: Seni seviyorum. Yoksa İstiyorum seni.. istiyorum. Mi?.. Şu cümleciklerin ifade ettikleri basit anlamlar, içine yuvarlandığım anaforu izah etmekten nanca aciz. Saçma sapan kelime kalabalığı üzerime yığıldı, boğulacağım. Bir ara tellerin ötesinden ulaşır gibi oldu, bana; ismimi söyledi: Sen misin? Nasıl Ben olabilirim? Mümkün değil! Yani şu çocuk âşık.. şu bedeninin her zerresiyle bir ayrı yöne savrulan.. şu.. ayy: Beni sevmeni istiyorum. dedim Önce ağır ağır, sonra hırpalayarak..sesinde iyice hissedebildiğim bir heyecan: Tabii, olur. Demek görüntüsüz, demek temassız; sadece kelimelerle bir takım duygularını uyandırabiliyorum. Başarım mıdır, yoksa sende zaten mevcut olan heyecan mı? Mamafih tedirginsin, şüphecisin; sesinde sanki kül yutmayan bir eda: Galiba bir iyi işletiliyorum. Artık ne diyeceğimi biliyorum: Aptalsın sen, nasıl aptal! Sonra büzülüp yatağın içine, dizlerimi karnıma çektim, yastığa sarıldım sıkı sıkı; dişlerimin arasına sıkıştırdığım alt dudağımı emerek seni düşünüyorum... Sesin içime işlemiş, hep duyuyorum. Boyunu bosunu, yüzünü hatırlamıyorum. Zorluyorum kendimi, seni gözümün önüne getirmeğe çalışıyorum. Bir gözü şehla galiba! Saçları da dökülüyor mu ne, emin değilim. Fakat rengi, ah sarıdan griye her renk olabilir. Belki siyah, hatırlamıyorum ki. Ağzına yine hiç dikkat etmemişim. Düşünüyorum; Bari elleri.. Saçlarımda, boynumda hissedebiliyorum da onları, şekilleri bir türlü gelmiyor gözümün önüne. Evet, böylesine isterken seni, yüzüne ve bedenine yabancıyım. Ömrüm boyu ince, soluk dudaklardan nefret ettim. Ya seninkiler? Kıvranıyorum. Kaç yıl oldu tanışalı, beş mi on mu... 55

Desen: Semiha Şahbaz Suallerin cevabı hep sual! Zencir uzayıp gider.. Sesin içime işlemiş, onu dinliyorum: Kelimelere yük ettiğin gereksiz vurgular, biraz boğuk.. biraz çocuksu, savruk. Ama içten. O gece sesinle uyuyorum.. Sesinle uyanıyorum. Şu dünyada bir Ömer var. diyorum.. gün ışıl ışıl başlıyor. Kahvaltı bulaşıklarını yıkarken türkü tutturuyorum: Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek?... Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek? Hep bu mısra, hep. Sonunu getirir miyim hiç! Hiç der miyim: Gönül bu sevdadan vaz mı geçecek? Diyemem. Yeni tomurdu bu sevda, rengi ak-pembe ve taze çok. Çok genç, çok. Kıyamam. Derken bir başka sabahın ilk aklığı: Niçin hep bu saatlerde arıyorsun, sen uyumaz mısın? Uyusam ne fayda, düşlerimdesin... Peki neden, böyle birdenbire ve çılgın bir güçle itilmiş gibi ben.. koşuyu tutturmuşum; yokuş aşağı hem de. Bedenim kor gibi, deysen tutuşursun! Sana soruyorum: Niçin izah edebilir misin, bunca yıl sonra ve aniden? Oysa bilmezsin korkularımı, sancımı. Üşüdüğümü. Yağmurda bekleyen kedileri gördüğün oldu mu, dikkat ettin mi? Tahayyül edebilir misin? onların bir yanan ocak özlemini? Hissedebilir misin? O, belki kedileri sevmez. Ben bir kediyim işte, ıp-ıslak. Yaşlı, çirkin... Ciğer, kasap vitrinlerinde bir süstür. Ulaşabilmem. Kaç yıl var, böğrüme inen tekmeleri, çocukların fırlattıkları taşları, arkama takılan köpekleri yaşadığım.. kaç yıl. Yaşlanıyorum. Dünya pek kocaman ve düşman. Pek kocaman. Ellerimi uzatsam.. felçli kocam. Adım atsam, boğazımdan bedenime dolanan dört çocuk, bacaklarımın arasındabir torun. Torun... olur a.. şu yaşlarda. Şu yaşlarda, elli ikisinde bir kadın! Haydi canım rakının soysuz aklığında telefon numaran var? olmalı 63 72. Evet sevdiğim.. diyorum, uyuyabilirim erkenden ama yüreğine dayayıp başımı. O bayıldığım sesini bile işitmek istemeden, sadece sıcaklığında, sıcaklığınla.. sıcak. 56

Bin Atlı Akıncıların Torunları Emine IŞINSU Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.. Ak tulgalı beylerbeyi yol gösterdi, emir verdi. Bin atlı, Allah Allah sesleri ile atıldı ileri, o hızla ilerledi Türkler, zafer sarhoşluğu gözlerinde, ellerinde medeniyet ışığı... Balkan devletleri tek tek diz kırdı, boyun büktü... Türkler, yabanın çobanlarına insan olmanın haysiyetini götürdü... Yüzyıllar geçti aradan; dertler büyüdü, yeni yeni meseleler çıktı, içimizden biri de olsun, sordu mu acep Bin atlı akıncıların torunlarından ne haber? dedi mi? Ters dönen kaderi düşündü mü; Meriç le akıp gelen sessiz feryadı işitti mi? Kim bilir? Ben dört kişi tanıdım İstanbul da. Mavi gözlerinde, kara gözlerinde yaşamak için çırpınan son ümit ışığını gördüm. Dudaklarında kilitlenen hüznü gördüm. İsimlerini yazamam, bin bir sakınca ellerimi bağlar, söyleyemem ağzım kilitlenir. Hâlâ oralarda, sadece insan olduklarının ispatı için kıvranan akrabalarını düşünürüm; tepelerinden hiç kalkmayan, her geçen gün daha da ağırlaşan Yunan ın zalim yumruğunu düşünürüm. Biri, öbürüne: - Son olayı duydunuz mu, dedi, bizim köyde karakol kumandanı, öğretmenin göğsüne yanar odunu yapıştırmış. Öbürü sustu. Olaylar son değil, yeni değil. Bir kara zincirdir bu, bir utanç zinciridir insanlık adına; halkalar birbiri ardına uzar gider. Bu çeşit olaylar uzar gider, tükenmez. Hastaneye bin nazla, bin rica ile zorla kabul edilen gencecik güzel Türk gelinine, Yunan doktor tecavüz etmiş! Şikâyetler, karakol, mahkeme! Şimdi gencecik güzel gelin, al al olmuş yüzünü yerden kaldıramaz; ama doktor ak gömleğinin içinde neşeli, hasta bakmaya, derman bulmaya devam ediyor! Siz Türk değilsiniz. diyorlar. Osmanlısınız.. Yahut, Siz Türk değilsiniz. diyorlar, Müslüman olmuş Elensiniz.. Küçücük kızanlara öğretiyorlar bunu, tarih kitaplarında Türk yerine barbar yazıyor. Türk kızanlarından eğer, barbar demeyen olursa, dövüyorlar, ağızlarından burunlarından kan gelinceye AYŞE Dergisi, Kasım 1969 57 kadar. - Peki diyorum birine, bakın burada tahsiliniz bitiyor, yarın... olacaksınız, niçin memleketinize dönüp, ınillettaşlarınıza faydalı olmayı düşünmüyorsunuz da Türkiye de kalmak istiyorsunuz? - Türk hükümeti benim orada iş bulacağımı, fazla bir şey istemem karnımı doyuracak kadar para kazanacağımı garanti edebilir mi? - Bilmem ki... Şimdi çaresizlik bende, ellerimi ovuşturuyorum. - İş vermezler bize orda, Türk dedikçe adımıza vermezler, mümkünü yok. İstersek on fakülte diplomamız olsun, vermezler. - Ticaret filan... Tebessüm gölgeleniyor gözlerinde: - Hiç imkânı var mı diyor, Türklerin para kazanmasına göz yumarlar mı? Bankalar bize kredi vermez; Yunan Türk dükkânından alışveriş etmez; hükümet çiftçinin mahsulünü satın almaz. Türk ün Türk e arsa, altın filan da satması kati surette yasaktır. Aklıma Beyoğlu nda, Atatürk Bulvarı nda, Büyük Ada da; şurada burada sıralanan Rum dükkânları geliyor, oralardan alışveriş eden Türkler geliyor. Midem bulanıyor. Öbürü: - Yasak bir mi Batı Trakya da, diyor, yasak tümenle. Vilâyet binasının koridorlarında gizlenen bir siyasi büro vardır, gizli çalışır. Batı Trakya daki Türklerin bütün meseleleri, bütün işleri bu bürodan geçer, onun müsaadesi alınır. Müsaadesi Yunan a yakın, bozulmuş Türkler içindir. Bizler için sadece YASAK vardır. Bilir misiniz, Yunan, kırmızı renge bile düşmandır. Geçen yıl, bir Türk öğretmeni, okul süslemesinde kırmızı gropon kâğıdı kullandı diye işinden attılar. Suçu; Türk milli renklerini çocuklara telkin etmek ti. Dağ köylerinde Türkçe konuşmak, Türkçe kitap bulundurmak yasaktır... Gerçi 3065 sayılı kanun bize Türk adını kullanma, okul tabelâlarına yazma hakkını tanır; ama bu kanun uygulanmaz tatbik edilmez, siyasi büronun emirlerini; karakol kumandanları, polisler tatbik ederler... - Tek maksat, dedi mavi gözlüsü, Türklük şuurunu muhafaza etmiş bulunan kişilerin soyunu kurutmak. Yunan makamlarının göz yumduğu çeşitli şebekeler vardır, bunlar Batı Trakya dan Türkiye ye

adam kaçırırlar. Kaçmak kolaydır anlayacağınız, yaşamak zor. Bin atlı akıncıların torunları öz topraklarında yaşayabilmek için çırpınıyorlar, Yunan ın zalim elleri her an, her vesile ile kollarını kanatlarını kırmakta. Türkiye de, Türk vatandaşın sahip olduğu bütün haklara sahip Rum vatandaşları düşünüyorum; midem bulanıyor. - Askerde bizimkilere, yüksek tahsilli olsun olmasın katırcı sınıfına ayırırlar. Hayvana bakar; hayvanın temizliği, gıdası ile meşgul oluruz. - Bir Hüsnü Yusuf vardır, bir Hafız Reşat; İstiklâl Savaşı nda Yunan la birlik olup Anadolu dan kaçmışlar. İşte bu iki hain, Yunanlıların akıl hocasıdır, para alırlar çok iyi tanıdıkları Türk karakterini etkileyecek fikirler verirler, zengindir bunlar, Yunan onları iyi besler. - Peki ya Konsoloslarımız, diyorum, onlar size el uzatmıyor mu? Dudakları bükülüyor; - İçlerinde iyileri geldi, bir şeyler yapmak için uğraşanları geldi; ama onlar da hemen çevrelerini sarıveren bir kaç belirli kişiyi dinlemekten öte gidemediler, halka inmediler. O belirli kişiler için kötüdür demiyorum; ama konuşmalarında şahsi kinleri, garazları da rol oynar tabii, yani hisleri ile hareket ederler. Türk Konsolosları, Türk cemaatine onların gözleri ile bakmaktan vazgeçmeli. Okulları öğrenmek istiyorum. - Türk okullarına tayin edilen Rum hocalar, muhakkak belirli bir kurstan geçer. Bu kurslarda onlara Türklere karşı tatbik edilecek metotlar öğretilir, zaten çocukluklarından beri alagelmiş oldukları Türk düşmanlığı yüceltilir. Ancak ondan sonra Türk okullarına yollanırlar. Türk hocalara gelince.,. Formasyonu olan, Türklük şuuru olan öğretmenleri Yunan rahat bırakmaz, çalışmalarında akıl almaz güçlük çıkarır, karakollara çekilip dövülmek, hakaret görmek de vardır. Yunanlılar istediklerinde muvaffak olmazlarsa, bu öğretmenlerin çalışma mukavelelerini imzalatmaz, çalışma müsaadesi vermezler. Türk okullarına daha ziyade medrese mezunu, sadece Kuran-ı okuyup, anlamını yarım yamalak bilen öğretmenleri tayin etmeyi tercih ederler. Bu öğretmenlerin çoğunluğu, Yunanlıların sistemli propagandaları sonucu İslâm ve Türk ayrımcılığını kabul etmiş, Türkiye Cumhuriyeti ne düşman kişilerdir; onların okutacakları kızanların halini tasavvur edin. - Nasıl bir Türk, İslâm ayrımcılığı? - Bu Yunanlıların dâhiyane buluşlarından biridir, dinin Türkler üzerindeki birleştirici ve milli şuur veren vasıflarını görerek, bizzat dini kullanıp, bu cemaati gruplara bölmeyi düşündüler. Batı Trakya da Türkiye aleyhine korkunç bir propaganda vardır; Cumhuriyet ten sonra, Türkiye deki Türklerin şapka giyip, kadınların başını açıp, Kuran harflerini atıp gâvur olduklarını söylerler. Oysa Yunan, Batı Trakya daki Türklerin bu hakkını elinden almamış, bilâkis onları teşvik etmektedir. Bu propaganda orada kendilerini sahipsiz ve terk edilmiş gibi düşünen Türkler üzerinde etki yapmakta, halk dine kuvvetle sarılmaktadır. - Dine olsa iyi, dedi öbürü, din adına hurafelere ve yalanlara sarılmaktadır. - Bu yüzden oradaki Türk cemaati gruplara ayrılmaktadır. Meselâ ben ortaokula gittim, mecburen kasket giydim. Köylü, Efendi oğlunu dünya mektebine gönderiyor, şapka giydiriyor gâvur oldu... demeye başladı. Babam da bana Ahiret mektebine Medrese- gitmemi, yoksa tahsil paramı vermeyeceğini söyledi. Ve gerçekten vermedi de... Ben hem çalıştım, rençberlik ettim, hem okudum. Evet, Ahiret mektebine gidenlerle, dünya mektebine gidenler anlaşamıyorlar. Batı Trakya da; Yunan çıkarıyor bu anlaşmazlığı, körüklüyor... Türk cemaati gittikçe bölünüp, zayıflamakta. Bin atlı akıncıların torunları, birbirlerine düşman olmakta. Yine de cumartesi günleri. Cumhuriyet bayramlarında al bayrağımızı çeken Konsoloshanenin önünden bir geçivermeyi, o al bayrağın gölgesinde bir saniye duraklamayı mutluluk addediyor Türkler... Yunan, geçenleri sorguya çekiyor. - Peki, ne yapmalı, diyorum. - Tek çare Hamurabi kanunları, diyor biri. Dişe diş, göze göz! Bizim orada bir lisemiz mi var, Rumların da burada tek lisesi olacak. Onlar şu kadar adamı işinden mi attılar, Türk hükümeti de o kadar Rum u işinden atacak. Orda yedek subay hakkı tanınmıyor mu, burada da tanınmayacak. Anlatabiliyor muyum, onların Türklere tatbik ettiklerini, biz burada Rumlara tatbik etmezsek, meselenin hallolmasına imkân yok. Bir misal vereyim: Selânik te zengin olma yolunda bir Yugoslav bakkalı vardı, Bakkallar Cemiyeti bunun işini bozup, dükkânını kapatmasına sebep oldular. Haber Tito ya gittiği gün, Yugoslavya da on Rum un işine son veriliyor. Bunun üzerine, Selânik teki Yugoslav ın bozulan işi derhal düzeltiliyor, kendisine sermaye temin ediliyor ve adam bakkallığına devam ediyor. Türk Hükümeti, kendi millettaşlarını, bir Tito gibi düşünebilmekten aciz midir? - Değildir tabi değildir, diyorum, ellerimi ovuşturuyorum. - Bir şey daha söyleyeyim, 1956 yıllarında parlamentoda Yunan bütçesi görüşülürken gelirin yüzde 25 inin gizli kaynaklardan temin edildiği söylendi, nedir bu gizli kaynaklar? Dünya devletlerinin hiçbirinin 58

bütçesinde böyle bir gizli kaynak mevzu bahis olmaz, ama İstanbul da Rumlar sömürdükçe Türk halkını, Yunan bütçesinde gizli kaynaklar olmaya devam edecektir... - Doğru diyorum, fakat bu sadece hükümet işi değil ki, halkımızın da uyanık olması, Rum dükkânlarından alışveriş etmemesi gerek... - Haklısınız, fakat Yunan hükümeti ilkokullardan itibaren sistemli olarak bir Türk düşmanlığı aşılar halkına; bizimkilerin yaptığı ne, bir dostluk türküsü tutturulmuş gidiyor... Hiç Rum, Türk e dost olur mu? İşte tarihten bir çok misal, bu dostluğu düşünmek, hayâlin de üstünde bir şey, çocukça bir şey Evet, Yunan sistemli bir Türk düşmanlığı aşılar, MEGALİ İdealarının propagandasını her vesile ile yapar. Megali İdea (Çok yanlış olarak bizim dilimizde hep Megolo yazılır, aslı megali dir) Büyük İskender in zapt ettiği yerlerin yeniden Elen olacağı iddiasıdır. Buna göre, tüm Ege sahilleri ve İstanbul da birgün Elen olacaktır. Bütün Yunanlılar buna inanır ve ideallerinin gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaparlar... Ve sonra Türklerden bahis açmak, Turancılık ideali şiddetle suçlanır, polis takibatı yapılır. 946 mahkemelerinin yaraları halâ kanamaktadır. Bir kısmı da Turancılığı komik, erişilmez bir hayâl kabul ettikleri için, üzerinde durmak istemezler. Bizim Batı Trakya yı almamız fikri; acaba Yunanistan ın İstanbul u alma fikri kadar komik midir? Ne dersiniz, acaba? Yoksa onlara hak, bize haram mı? Gelen geçen iktidarlar, muhalefet partileri ne dersiniz? Ne dersiniz kıymetli yazarlarımız? Bir an olsun durup düşünüp, Megali İdea ile nefret ettiğiniz, anlamadan hakkında bir sürü laf ettiğiniz Turancılığı mukayese ettiniz mi? Ya Yahudilerin Arz-ı Mevud u? O da Kayseri ye kadar, Türkiye yi içine alır; biliyorsunuz, değil mi? İsrailliler inanırlar ideallerine, gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaparlar... Rum ve Yahudi çocukları bu ideallerle beslenirler, büyürler... Biz, Türk çocuklarına ne veriyoruz? Bu günahın vebali kimin üstüne? Hiç düşündünüz mü? - Benim çocuklarım diyor biri, babaları gibi Rum ve Yahudi düşmanı yetişiyorlar. Çünkü ben Türkiye yi her şeyden çok seviyorum. Bu düşmanlık, bu sevgimin tabii neticesidir. Dört kişiye veda ediyorum, ayrılıyorum onlardan. İkisi öğrenciydi, biri Türkiye uyruğuna geçmiş. Öbürü bir kaç ay sonra dönecek Yunanistan a, öğrenciler ne olursa olsun, bir daha dönmek istemiyorlar oraya... Ta ki... Türkiye Hükümeti onlara garanti verinceye kadar... İstanbul da bahar akşamlarının en güzeli. Karaköy den vapura biniyorum. Kulağımı tırmalayan garip lisanlar çevremde, Rum ve Yahudi tüccarlar evlerine dönüyorlar. Desen: Kenan Eroğlu 59

Ordular, İlk Hedefiniz Akdenizdir İleri... Emine IŞINSU Bu emir; yılların ötesinden gelen ve bir koca kahramanın ağzından, Türk ün yüreğinden kopan sestir. Bu emir; Türk Milletinin istiklâli uğruna kana kan, cana can çabasının en kısa ifadesidir Bu emir; damarlarımızda dolaşan asil kan ın ve beş bin yıllık tarihimizin bizi götürdüğü en tabiî yoldur Bu emir; Orta Asya dan Anadolu ya uzanmış, Anadolu dan BÜYÜK TÜRKİYE ye ulaşacak olan ilâhi ışıktır Bu emir; günün kendini bilmez, kendini tanımaz yobazlarının yüzünde, Türk ün tarihinden patlatılan bir tokattır Bu emir; Anadolu- Ergenekonumuz da; demir dağları ve demir perdeleri ve kımıldanan ortodoks ruhunu ve güneyin küçük devletlerinin oralardaki Türkler üzerine yığdıkları cehennem azabını parçalamaya yeten gücü verecek olan bir işarettir Bu emir; kuzeyden, doğudan, güneyden ve batıdan Anadolu- Ergenekonumuza çevrilen hançerlerin karşısında çelikten bir imanın ifadesidir Bu emir; Edep Ali nin Ne yapacaksınız? sorusuna, Osman Gazi nin, Batıya Batının yeşil ovalarına doğru diye verdiği cevaptır. Bu emir; beş bin yılın ötesinden, sonsuzluğa kavuşacak olan Türk soyunun şahane akının bir hikâyesidir Bu emir; Türk ün ezeli KIZIL ELMA rüyasına bir adım daha yaklaşılmasıdır. ORDULAR, İLK HEDEFİNİZ AKDENİZDİR İLERİ!... Ve ikinci hedef Ve üçüncü hedef Ve dördüncü hedef Ve ondan sonrakiler Tanrı Türk ü koruyor ve yardım ediyordu Tanrı Türk ü koruyor ve yardım ediyor İmanımız odur ki; Tanrı Türk ü koruyacak ve yardım edecektir AYŞE, Başyazı, Ağustos 1970 60

EMİNE IŞINSU BİBLİYOGRAFYASI Nazlı YILDIRIMER EMİNE IŞINSU NUN ESERLERİ I) ŞİİRLERİ 1- İki Nokta, Ankara 1956. II) TİYATROLARI 1- Bir Yürek Satıldı, Ankara 1966. 2- Bir Milyon İğne, Ankara 1967. 3- Ne Mutlu Türküm Diyene, Ankara 1969. 4- Adsız Kahramanlar, Ankara 1975. II) DENEMELERİ 1- Dost Diye Diye, Ankara 1988. IV) HİKÂYELERİ 1- Bir Gece Yıldızlarla, İstanbul 1997. V) ROMANLARI 1- Küçük Dünya, İstanbul 1966. 2- Azap Toprakları, İstanbul 1969. 3- Ak Topraklar, İstanbul 1990. 4- Tutsak, Ankara 1975. 5- Sancı, İstanbul 1975. 6- Çiçekler Büyür, İstanbul 1979. 7- Canbaz, İstanbul 1982. 8- Kaf Dağının Ardında, İstanbul 1988. 9- Atlıkarınca, İstanbul 1990. 10- Cumhuriyet Türküsü, İstanbul 1993. 11- Nisan Yağmuru, İstanbul 1997. 12- Bukağı, İstanbul 2004. 13- Bayram, Ankara 2005. AKAGÜNDÜZ, Ülkü Özel, «Işınsu Yunus un romanını yazmak için kırk yıl bekledim», Zaman Gazetesi,03.04.2002. AKENGİN, Yahya, «BirMilyon İğne» Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.113. AKTAŞ, Dr. Şerif, «Tutsak Romanı ve Hürriyet Kavramı Üzerine, Töre Dergisi Y.9, S.76 (Kasım 1977), s.20-62 AKTAŞ, Dr. Şerif, «Anarş, ve Sancı Romanı Üzerine, Töre Dergisi Y.9, S.78( Kasım 1977), s.17-22 ALPASLAN,Özgül, Emine Işınsu nun Romanları ve Romancılııı, 68 s. Yön.: Prof. Dr. Bilge Ercilasun Ankara: Hacettepe Üniversitesi. 1995 ARGUNŞAH, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1990. AYTAÇ, Prof. Dr. Gürsel, «Emine Işınsu nun Romanı CANBAZ Üzerine Bir İnceleme», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.81-89. AYTAŞ, Gıyasettin, Emine Işınsu nun Romanlarında (1969-1982) Siyasi ve Sosyal Meseleleri. Türk Yurdu 27(237) 5.2007, 59-63. ss. 1960 SB 27 AYTAŞ, Gıyasettin, Emine Işınsu nun Tiyatroları. Türkbilig (9) 2005, 3-14. ss. Türkçe ve İng. özet. Bibliyografya 2000 SA 32 AYGÜN, Serkan., Roman İncelemesi; Emine Işınsu- Cumhuriyet Türküsü, Muğla Ün. Lisans Tezi, 2008 BÂKİLER, Yavuz Bülent, -Bir Yürek Satıldı- Oyununun Uyandırdığı İlgi Dolayısıyla- Emine Işınsu İle Bir Konuşma, BAYIR, Dilek Önal, Emine Işınsu İle Töre Dergisi Hakkında, E. Işınsu Öksüz ile Görüşme Töre Dergisi Milliyetçi Üniversite Görevini Üstlenmişti! [Söyleşi], Türk Yurdu 25(213) 5.2005, 108-110. ss. 1960 SB 27 BİCE, Hayati, «Günümüz Menkıbecisi», Yeni Şafak, 21.08.2005. BOZKURT, Turan, «İlhan, Mehmet ve Ben», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.101-105. BUĞRA, Tarık, «Işınsu İçin», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.56-57. BULUT, Şevket, «Çiçekler Büyür», Töre Dergisi, S.106 (Mart 1980), s.39-46. ÇINARLI, Mehmet, «Sanatçı Dostlarım Emine Işınsu, Töre Dergisi, S.61 (Haziran 1976), s.25-32. ÇOKUM, Sevinç, Işınsu Milli Mücadeleyi Yeniden Soluyor, Türk Edebiyatı, S. 237, Temmuz 1993. DAĞLI, Hızır, «Bir Yürek Satıldı», Türk Edebiyatı, S.42, (Nisan 1977), s.37. DEMİRTEPE, Nezih, «Emine Işınsu İçin Ne Demişlerdi?», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.115-119. DENİZ, Tülin, «Canbaz», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.98-100. DUMAN, Erol, «Emine Işınsu nun Romanları», Basılmış Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale 1997, s.9. DUMAN, Erol. Emine Işınsu nun Romanları. Türk Yurdu 20(153/154) 5/6.2000, 290-292. ss. Bibliyografya 1960 SB 27 ERCİLASUN, Bilge., Emine Işınsu nun Yeni Romanı: Canbaz, Töre Dergisi, S.131, Nisan. GÖKÇELİ, Açelya., Emine Işınsu nun Romanlarında Türkiye Dışındaki Türkler-Azap Tprakları, Tutsak, Çiçekler Büyür-, Muğla Ün. Lisans Tezi, Muğla 2006. KOÇAL, Abdullah., Emine Işınsu nun Azap 61

Toprakları ve Çiçekler Büyür Adlı Romanlarında Balkan Türklerinin Trajedisi, S.Demirel Ünv. Sosyal Biliemler Ens., Yeni Türk Edebiyatı. Bölümü Yüksek Lisans Tezi. ERCILASUN, Ahmet B., «Türk Romanı ve Işınsu», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.58-60. ERCİLASUN, Dr. Ahmet B., «Sancı», Töre Dergisi, S.67 (Aralık 1976), s.32-37 ERCILASUN, Dr. Bilge, «Geç Kalma! Nereye?»,Türk Edebiyatı, S.91. (Mayıs 1981), s.36-37 ERGÜN, Pervin, Emine Işınsu nun Romanlarında Kültür. Türk Yurdu 27(237) 5.2007, 64-69. ss. Bibliyografya 1960 SB 27 EROL, Gözdenur, «Emine Işınsu nun Tarihi Romanları Üzerine Bir İnceleme», Yüksek Lisans Tezi, Celal Bayar Ünv., Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa 2006, s.171 ERTOP, Konur, Romancılığımızda Tarihe Yaklaşım, Hürriyet Gösteri, S. 197. GAYRAN, Zeynep, Kendi Kendimi Yetiştirdim, Milli Kültür Dergisi 1990. GEÇER, İlhan, «Sancı», Türk Edebiyatı, S.42, (Nisan 1977), s.31-32 GÜNAY, Dr. Umay, «Çiçekler Büyür», Töre Dergisi, S.97 (Haziran 1979), s.45 GÜREL, Reşat, «Azap Toprakları», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.105-106 GÜRSOY, Belkıs, «Canbaz a Dair», Milli Kültür, Eylül 1991, S.88, s.60 HÜRSOY, Elif, «Ve Her Yıl Çiçekler Yeniden Büyür!», Türk Edebiyatı, S.364, Şubat 2004, s.6 IŞINSI, Emine, Yeni Sevr, Ayşe Dergisi, Başyazı, Mart 1969. IŞINSU, Emine, Bin Atlı Akıncıların Çocukları, Ayşe Dergisi, Kasım 1969. IŞINSU, Emine, Ordular İlk Hedefiniz Akdenizdir İleri, Ayşe Dergisi, Başyazı, Ağustos 1970. IŞINSU, Emine, Yusuf İmamoğlu, Ayşe Dergisi, Başyazı, Haziran 1970. IŞINSU, Emine, «Türkmen Düğünü ne Ne Oldu?», Töre Dergisi, S.71 (Nisan 1977), s.36-39 IŞINSU, Emine, «Zor ve Sevinç Çokum», Töre Dergisi, S.73, s.27 IŞINSU, Emine, «12 Mart ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor:1», Töre Dergisi,S.74 (Temmuz 1977), s.2-10 IŞINSU, Emine, «12 Mart ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor:2», Töre Dergisi,S.75, s.7 IŞINSU, Emine, «12 Mart ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor:3», Töre Dergisi,S.76 (Ekim 1977), s.7-13 IŞINSU, Emine, «12 Mart ın Siyasi Şube Müdürü Ilgız Aykutlu Açıklıyor:4», Töre Dergisi, S.77, (Ekim 1977), s.11-15 IŞINSU, Emine, «Bir Fincan Kahve», Türk Edebiyatı, S.212. (Haziran 1991), s.16-17 IŞINSU, Emine, «Burdur Kültür Parkı», Töre Dergisi, S.87 s.50 IŞINSU, Emine, «Dr.Umay Günay Muzaffer Türkeş i Anlatıyor», Töre Dergisi, S.73, s.18 IŞINSU, Emine, «Emine Işınsu Annesini Anlattı», Türk Edebiyatı, S.129. (Temmuz 1984), s.34-36 IŞINSU, Emine, «Garipkafkaslı İle Bir Konuşma», Töre Dergisi, S.59, (Nisan 1976), s.22-29 IŞINSU, Emine, «Garipkafkaslı», Töre Dergisi, S.85, (Haziran 1978), s.50-54 IŞINSU, Emine, «Geç Kalma! Nereye?», Türk Edebiyatı, S.78, (Nisan 1980), s.36-38 IŞINSU, Emine, «Gençliğim Eyvah», Töre Dergisi, S.113, (Ekim 1980), s.13-15 IŞINSU, Emine, «Gideli Bir Yıl Oldu Ve Siz Varsınız», Töre Dergisi, S.25 (Haziran 1973), s.7-8 IŞINSU, Emine, «H.Nusret Zorlutuna -Aşk ve Zafer-», Töre Dergisi, S.95 (Nisan 1979), s.21-26 IŞINSU, Emine, «Hisar, Hisarcılar ve Mehmet Çınarlı», Töre Dergisi, S.109, (Haziran 1980), s.36-41 IŞINSU, Emine, «İlham Gençer», Töre Dergisi, S.88 s.41 IŞINSU, EMİNE., «Tarık Buğr Hakkında ya Dair», Töre Dergisi, S.116/117, s.40 IŞINSU, Emine, «Kanser Hakkında», Töre Dergisi, S.120, (Mayıs 1981), s.16-19 IŞINSU, Emine, «Kavaklar ve Salkım Söğütler», Töre Dergisi, S.102, (Kasım 1979), s.30-31 IŞINSU, Emine, «KGB», Töre Dergisi, S.67 (Aralık 1976), s.10-18 IŞINSU, Emine, «Kızının Kaleminden», Töre Dergisi, S.158, s.24 IŞINSU, Emine, «Macar Hürriyet Mücadelesi», Töre Dergisi, S.65, (Ekim 1976), s.13-22 IŞINSU, Emine, «Mazlum Ümit İle Sohbet»,Töre Dergisi, S.84, (Mayıs 1978), s.42 IŞINSU, Emine, «Merhamet», Türk Edebiyatı, S.254. (Aralık 1994), s.9 IŞINSU, Emine, «Olduğun Gibi Görünmek», Töre Dergisi, S.100 (Eylül 1979), s.44-45 IŞINSU, Emine, «Özde Biriz Çünkü», Türk Edebiyatı, S.250. (Ağustos 1994), s.24 IŞINSU, Emine, «S.S.C.B. Devlet Güvenlik Komitesi», Töre Dergisi, S.66 (Kasım 1976), s.10-18 IŞINSU, Emine, «Selâm», Töre Dergisi, S.143, (Nisan 1983), s.36 IŞINSU, EMİNE., «Sevinç Çokum la Sohbet», Töre Dergisi, S.66 (Kasım 1976), s.20-27 IŞINSU, Emine, «Seyyâh-ı Fâkir Evliya Çelebi İle Sohbet», Töre, S.98, (Temmuz 1979), s.45-48 IŞINSU, Emine, «Türk Tarihinde Ağustos Ayı Hakkında Yılmaz Öztuna İle Konuşma», Töre Dergisi, S.99 (Ağustos 1979), s.36-39 IŞINSU, Emine, «Vefatından Bir Yıl Sonra» (Arif Nihat Asya), Töre Dergisi, S.56, (Ocak 1976), s.21-25 IŞINSU, Emine, «Vermek Almak», Türk Edebiyatı, S.249. (Temmuz 1994), s.6 IŞINSU, Emine, «Vesvese Veren», Türk Edebiyatı, S.258. (Nisan 1995), s.16 62

IŞINSU, Emine, «Yağmurda Bekleyen Yaşlı Kediler», Türk Edebiyatı, S.70, (Ağustos 1979), s.22-23 IŞINSU, Emine. Ankara mı Dediniz, Yani Büyük Tiyatro? Türk Yurdu 22(176/ Özel Sayı: Ankara) 4.2002, 109-110. ss. 1960 SB 27 IŞINSU, Emine. Canım Annem. Kubbealtı Akademi Mecmuası 32(1) 1.2003, 45-48. ss. 1972 SA 30 810 IŞINSU, EMİNE., Emine Işınsu Annesini Anlattı, Türk Edebiyatı, S.129. (Temmuz 1984), s.34-36 İSLAM, Ayşenur, Emine Işınsu nun Sekiz Romanında Şahıslar Dünyası, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara. (1992) KABAKLI, Ahmet, «Emine Işınsu İçin Ne Demişlerdi?», Töre, S.139, Aralık 1982, s.117-118 KARAKURT, Aynur., Emine Işınsu nun Romanlarında Söz Dizimi, PAÜ, Sosy.Bil. Enst., Basılmamış Yük. Lis.Tezi, Denizli, 2007 KOCAGÖZ, Samim, Niçin Kurtuluş Savaşı Romanı, Türk Dili, S. 298, Ankara 1976. KÖKDEMİR, Ahmet, Emine Işınsu -hayatışahsiyeti-sanatı-fikirleri-eserleri-, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Samsun. (1995) MİLLİ KÜLTÜR DERGİSİ, Emine Işınsu Röportajı, 1990 MÜMTAZ, Hüseyin, Azap Toprakları, NACİ, Fethi, Romancının İşi Tarih Değil Roman Yazmaktır, Hürriyet Gösteri, S. 197 198. OĞUZ, Dr. Orhan., 1980-200 Yılları Arasında Türk Romanında Çağdaşlaşma ve Eğitim Sorunu, Mustafa Kemal Ünv. Sosyal Bilimler Dergisi 2010, C.7, S.13, s.310-330. ODACI, Serdar., Bilinç Akışı Tekniği Bakımından James Joyce, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Emine Işınsu nun Romanları, Hacettep Ünv. Sosyal Bilimler Ens. Yeni Türk Edb. Bölümü, Doktora Tezi. ÖNAL, Mehmet Şeref, «Küçük Dünya», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.110-112 ÖNERTOY, Prof. Dr. Olcay., Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Roman Türü ve Özellikleri, Temsilcileri, Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküleri, İş Bankası Yayınları. ÖZ, Hale Kaplan, Acılı Roman Bukağı, Yeni Şafak, 21 Nisan 2004. ÖZBİLİCİ, Burhaneddin., Emine Işınsu İle Mülakat, Gençliğin Sesi Dergisi, T.C. Kültür Bakanlığı nr.7, Kasım 1990, s.21 ÖZGÜL, Metin Kayahan, «Sancı Üstüne Notlar», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.107-109 ÖZKAN, İsa, «Emine Işınsu nun Biyografisi», Töre Dergisi, Edebiyatımızda IŞINSU Özel Sayısı S.139,(Aralık 1982), s.43-47 REHAVİ SANAT, Emine Işınsu Urfa Aradığım Şehirdir..., www.rehavisanat.com SARAÇ, Seven Bige, «Işınsu ya Dair», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.72-73 ŞAHİN, Zeliha (OKKESİM)., Emine Işınsu nun Çiçekler Büyür Romanındaki Oteki ve Ötekileştirme Marmara Üniv. Öğrenci Sempozyumu, Mayıs 2007, İstanbul. T.E.D Dergisi, Ankara, 1955-1957 TEVFİKOĞLU, Dr.Muhtar, «Işınsulara Açık Mektup», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.40 TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında», Töre Dergisi, S.,93, (Mart 1979), s.45-46 TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında», Töre Dergisi, S.94 (Nisan 1979) s.45-47 TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında», Töre Dergisi, S.97 (Haziran 1979), s.43-47 TÖRE, «Çiçekler Büyür Hakkında», Töre Dergisi, S.99 (Ağustos 1979), s.57-63 TUNALI, Yağmur, «İfâde-i Merâm Yâhud Sarı Gül», Töre Dergisi, Edebiyatımızda IŞINSU Özel Sayısı, S.139, (Aralık 1982), s.64-70 TUNALI, Yağmur, Emine Işınsu İle Mektup Mülâkat, Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.48-49-50-51- 52-53-54-55 TUNCA, Elif, Yazmak Benim İçin Varoluş Meselesi..., Emine Işınsu ile Röportaj, 30.05.2006, Ankara. TUNCER, Hüseyin, «Emine Işınsu ile Söyleşi», Dil-Kültür-Edebiyat ve Sanat Penceremizden, İzmir 2000. s.227 TURAL, Doç.Dr.Sadık Kemal, «Bir Yürek Satıldı», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.61-63 TURAL, Sadık Kemal, «Bir Yürek Satıldı», Töre Dergisi, S.71 (Nisan 1977), s.26-29 TURİNAY, Necmeddin, «Canbaz da Şekil ve Zamana Ait Bilgiler», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.90-97 TÜRK YURDU, Emine Işınsu yla Sarı Bir Akşamüstü [Söyleşi] Türk Yurdu 20(153/154) 5/6.2000, 281-284. ss. 1960 SB 27 TÜRKOĞLU, Aynur, Emine Işınsu nun Romanlarında Kadınlar, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya, 1997. ULUANT, Zeynep., Emine Işınsu ÖKSÜZ İle Hasbıhal, Kubbealtı Akademi Mecmuası 34, Ekim 2005, S.4, ÜLKÜ OCAKLARI DERGİSİ, «Emine Işınsu ile Röportaj», (Ülkü Ocakları Dergi Masası)Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisi, S.78 (Aralıl) 2009, Ankara, s.23 YALÇIN, Dr.Alemdar, «Türk Edebiyatında Kadın Romancılar ve Emine Işınsu», Töre Dergisi, S.139, Aralık (1982), s.74-80 ZORLUTUNA, Halide Nusret, «Kızım IŞINSU için», Töre Dergisi, S.139, (Aralık 1982), s.71..., «Emine Işınsu nun Romanlarında Kadın ve Problemleri», Afyon Kocatepe Üniv. Lisans Tezi, (Yön. Doç. Dr. Abdullah Şengül) 63

Emine Işınsu nun Tiyatroları Dr. Gıyasettin AYTAŞ* Tiyatro, metin, oyuncu, yönetmen, sahne ve izleyici unsurlarından oluşan sanat dalına verilen ad. En geniş anlamıyla tiyatro, aksiyona dayalı bütün sanat dallarını içine alan faaliyet. Bu açıdan bakıldığında dans ve müzikle yapılan törenler, maskeli oyunlar, taklide dayanan bütün gösterileri tiyatro sanatı içinde değerlendirebiliriz. Tiyatro, kendine özgü anlatımı, üslubu, dili ve aynı zamanda bütün güzel sanatları da içinde barındırması yönüyle özel bir yere sahiptir. Tiyatronun diğer edebi türler ölçüsünde dikkate alındığını, üzerinde durulduğunu söylemek mümkün değil. Tiyatronun diğer edebi türler içerisinde üvey evlât muamelesi gördüğü söylenebilir. Seyirci, oyuncu ve oyun metni olmak üzere, üç unsurun bir araya gelmesiyle oluşan, daha genel bir ifade ile insanı, insana ve insanca anlatan bir güzel sanat dalı olan tiyatro, anlatmaya dayalı türler edebi türlerden, kendine özgü teknik yapısı, anlatım üslubu ve dili kullanma özelliği bakımından ayrılır. Bir başka önemli yanı da dilin ve kültürün gelişmesinde, diğer sanat dallarından daha etkin olmasıdır. Bu yüzden batılı ülkeler tiyatroya büyük önem vermişler ve tiyatronun bu özelliğinden yararlanmışlardır. Yazarlarımızın hayat hikâyelerinden söz edilirken, kaleme aldığı eserler üzerinde durulur, diğer eserlerinin konuları ve özellikleri hakkında geniş bilgiler verilirken, tiyatro eserlerinin sadece isimleri söylenerek geçilir. Bunun hem yazarına, hem de tiyatro eserine büyük bir haksızlık olduğunu söyleyebiliriz. Tiyatro metinlerini inceleyecek ve değerlendirecek düzeyde eleştirmenin olmaması; tiyatro eleştirisinde içerik yerine teknik unsurların daha çok dikkate alınmış olması, tiyatro edebiyatımızın gelişmemesine neden olmaktadır. Tiyatro eleştirmenleri, daha çok oynanmış metinler üzerinden değerlendirmeler yapmaktadırlar. İster oynansın, ister oynanmasın, tiyatro eserleri öncelikle anlatmaya dayalı bir edebî türdür. Edebî metinlerdeki inceleme usul ve esasları tiyatro metinleri için de geçerlidir. Eserin yazıldığı devir, ele aldığı konu, bu konunun işleniş tekniği ve üslûbu ele alınırken, eserin diğer türler arasındaki yeri de değerlendirilebilir. Tiyatro metinleri, dili kullanma özelliği açısından da diğer türlerden ayrılır. Bu metinlerde kullanılan dil, eserin içeriğine göre değişmektedir. Kimi zaman şiirsel bir dil kullanılırken, kimi zaman da, günlük dile yer verir. Edebi metin olarak tiyatro eserlerinde dil ve üslup özellikleri incelenirken, eserin ele aldığı konu ve bu konunun sunuş biçimi ile gerekçesinin mutlaka göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Dil sayesinde dilek, istek ve arzularımızı karşı tarafa iletiriz. Tiyatro eserleri, dili en geniş imkanlarıyla kullanan türlerin başında gelir. Bu yüzden birçok milletin dil gelişiminde tiyatro eserlerinin önemli yeri olmuştur. Bizde ise, dile hizmet eden ve dilin gelişip zenginleşmesine tiyatro eserleriyle katkı sunan yazarlarımızın sayısı bir hayli fazladır. Emine Işınsu ve Tiyatro Edebiyatımız Kültürel yozlaştırma gayretlerinin hız kazandığı bir dönemde, milli kültürü yaşatma mücadelesine giren ve bu mücadelede amansız bir kavgaya tutuşan Emine Işınsu nun bütün yönleriyle değerlendirilmesi, araştırılması ve bu araştırma sonuçlarının sağlıklı bir analize tabi tutulması gerekmektedir. Emine Işınsu, 17 Mayıs 1938 de Kars ta doğdu. Şair yazar Hâlide Nusret Zorlutuna nın kızıdır. Asker bir baba ve öğretmen bir annenin kızı olarak, çocukluğunun büyük bir kısmını Anadolu nun muhtelif yerlerinde geçiren Işınsu, önce şiirle edebiyat dünyasına girer. Otobiyografik özellikler taşıyan ve çok başarılı ruh tahlillerinin yapıldığı Küçük Dünya ve Malazgirt in 900. yıl dönümü münasebetiyle yazılan Ak Topraklar hariç, diğer bütün romanlarının konusunu günümüzün çeşitli sorunlarından ve Türkiye dışı Türklerin dramından çıkaran Işınsu, şiir diline yakın bir üslûpla ve tezli tekniği ile yaşadığımız olayları romanlaştırmıştır. Sanatçıların tek yönlü olarak ele alınması, ya da sanatçıları sadece eserlerinin bir kısmıyla değerlendirilmesini doğru bulmuyoruz. Onun kişiliği, yetişme şartları, aldığı eğitim ve buna bağlı olarak ortaya koyduğu eserlerinin tamamı ele alınarak değerlendirilmelidir. Sanatçının bir eserinden, ya da eserlerinin bir grubundan yola çıkarak, onun sanatsal kimliği hakkında sağlıklı bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. Çünkü her eserin beslendiği kaynak, etkilendiği şartlar ve yazılışındaki birikim farklıdır. Bu durumu Emine Işınsu nun eserlerinin tamamında görebilmek mümkündür. *Türbilig (9), 2005, 3-14 ss. 64

Işınsu sanat hayatına, birçok sanatçımız gibi şiirle başlıyor. Daha sonra bundan vazgeçerek, roman ve tiyatro ile yoluna devam ediyor. Gelişen süreç içerisinde tiyatrodan da koparak, sadece romana yöneliyor ve sanatçı kimliğini bu alanda yoğunlaştırmaya çalışıyor. Emine Işınsu nun romanlarının yanında, tiyatro alanında da kaleme aldığı eserleri bulunmaktadır. Sanatçı, tiyatro yazmaya her nedense devam etmemiş, daha çok roman yazmaya yönelmiştir. Kendisiyle yapılan bir mülâkatta, tiyatrodan vazgeçmiş olmanın nedenini, yazarlığındaki bencilliğine bağlıyor. Bu değerlendirmesine saygı duymakla beraber, meselenin sadece bencillikle ilgili olmadığını düşünüyoruz. Sanatçının eserini kıskanması doğal karşılanabilir. Çünkü sanatçı için eseri çocuğu gibidir. Fakat bu kıskanmanın dozu ve sınırı bellidir. Aşırılığa kaçıldığında, ortaya konan sanat eserinin yaşaması mümkün değildir. Bir sanat eseri, sanatçısının elinden çıktıktan sonra okuyucunun malı olur. Eserler sevgi gibidir. Paylaşıldıkça güzelleşirler, fark edilirler. Tiyatro eserleri, paylaşım açısından diğer türlere göre daha şanslıdır. Diğer eserlerde paylaşımın etkilerini hemen göremezsiniz. Belki duyarsınız, ama duyduklarınız da sınırlıdır. Emine Işınsu nun tiyatro eserlerinin tiyatro edebiyatımız açısından önemli olduğunu söyleyebiliriz. Dört tiyatro eseri var. Bunlar: 1. Bir Yürek Satıldı, 2. Bir Milyon İğne, 3. Ne Mutlu Türküm Diyene, 4. Adsız Kahramanlar. Yazarın Adsız Kahramanlar adlı eserinin içerisinde Göçmen Yusuf adlı iki perdelik bir tiyatro eseri daha mevcuttur. Buradan hareketle, tiyatro alanında yazılmış eserlerinin sayısını beş olarak belirleyebiliriz. Bir Yürek Satıldı, (IŞINSU: 1967) Işınsu nun ilk tiyatro eseri. Televizyona da aktarılan bu eser, insanı kendi çıkmazı içerisinde yakalamış, onun zaaflarını, zayıflıklarını ve çelişkilerini ortaya koyma gayretini taşımıştır. Eserde psikanalist irdeleme yapılmakta, batı tiyatrolarında da sıkça gördüğümüz gibi, insanın iç ve dış dünyası arasındaki çelişkilere farklı bir pencereden bakılmaktadır. Değer yargılarının nasıl değiştiğini, değişen değer yargıları karşısında insanın psikolojik saplantılarıyla hayattan beklentilerinin hangi boyutlara ulaştığını eserde görmek mümkündür. İnsan için en büyük değer, var olanı paylaşmaktır. Paylaşım, maddi olandan çok, manevi yönüyle yapılırsa daha bir anlam kazanır. Işınsu, maddi olan paylaşımdan yola çıkarak, manevi olanı sorguluyor. Eserde, madde ve mana karşısında; cemiyetle kendi ruh dünyası arasında çatışma içerisinde bulunan insanın buhranlarına dikkat çekilir. Kendini sorgulama gereği duyan insan, içinde hiçbir şeyin olmadığı yüreğinden kurtulmak ister. Bu kurtuluş çaresi, kendi gerçeği için de oldukça önemlidir. Mezata düşen bir yürek, alıcısı için kıymetlidir. Satıcısı için ise, çok fazla bir şey ifade etmez. Zaten onu kendisi için bir fazlalık veya gereksiz bir varlık olarak gördüğü için böyle bir yola başvurmuştur. Acaba yüreğin yerinden çıkarılıp satılması nasıl bir duygudur? İnsan niçin yüreğini satmak ihtiyacı duyar? Yüreksizlik, yüreklilikten daha mı iyi? Mezatçı elinde bulunan ve bu piyasanın içinde değerli olan her şeyi satmıştır. Bunlar arasında Hürrem Sultan ın en nadide reçellerini sakladığı kristal kavanozu, Abdülgafur Paşa Hazretleri nin koltuğu, sayılabilir. Sıra en son ve en önemli parçaya gelmiştir. Mezatçı, Evet, kese (yavaş ve utangaç) kesenin içinde bir yürek! diye söze başlar ve Bir yürek satıyorum baylar, bayanlar, yaşayan bir insan yüreği! (IŞINSU, 1967: 11) diyerek sözüne devam eder. Bütün alıcılar şaşkınlık içindedir. Çünkü böyle bir şeyle ilk defa karşılaşmaktadırlar. Satılan yaşayan bir insanın yüreğidir. Yerinden sökülerek çıkarılmış, bir keseye konulmuştur. Tıpkı bir oyuncağın herhangi bir parçası gibi. Adam yaşamaya devam ediyor. Yani yüreksizliğe razı. O kendisi için bir yük, bir ağırlık. Satarak ondan kurtulmuş oluyor. Yüreği bir koleksiyoncu satın alır. Keseyi ise mezatçıya bırakır. Yüreğini satan adam, aslında çok zengin biridir. Bir eli yağda, bir eli balda. Yediği önünde, yemediği ardında. Dünyada ihtiyaç duyduğu birçok şeyi elde etmiştir. Ancak mutlu değildir. Alabilme yeterliliği onu mutlu etmenin aksine, bir çıkmaza doğru sürüklemiştir. O insanca olan birçok şeyden mahrumdur. Elinde olanı verme duygusunun nasıl bir şey olduğunu hiç yaşamamıştır. Paylaşmanın ne demek olduğunu asla öğrenememiştir. Çünkü o hep almıştır. Sevilmiş, ama sevmenin nasıl bir duygu olduğundan habersiz kalmıştır. Yaşadığı hayat kendini bunalıma sürükler. Evden kaçarak bir balıkçı kulübesine sığınır. Burada balıkçılarla birlikte yaşamaya devam eder. Bir gün gelir onlarla da uyuşamaz. Tek başına münzevi bir hayat sürmeye başlar. Kadının biri intihar etmek üzeredir. O kadını kurtarır ve onu intihardan vazgeçirir. Böylece hayatında yeni bir pencere açılır gibi olur. Verme duygusu ile alma isteği sürekli çatışma içerisindedir. Kadın onu 65

vermeye zorlar, ama o yüreğindeki böyle bir duyguyu çoktan kaybetmiştir. Sonunda kendisine ağır gelen, ya da insan olmanın gereklerinden biri olan yüreğini yerinden çıkararak bir mezatçıya verir. Tekrar eski hayatına dönerek yaşamaya devam eder. Hiç olmazsa yüreği kendisini zorlamamakta, istediği gibi hareket edebilmektedir. İnsanoğlu uzun yıllar yaratılışın sırrını aramış olup, hâlâ da aramaya devam etmektedir. Kimileri buldum, demiş ama bulduğu şey aradığının başlangıcı olmuştur. Yunus ise, kestirip atmış bu meseleyi: İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendin bilmezsen, Bu nice okumaktır, demiştir. Eserin temel örgüsü içerisinde iki önemli kavram karşımıza çıkıyor: Birisi vermek, diğeri almak. Mezatta herkes bir şeyler alıyor. Adam ise, kendisi için bir şey ifade etmeyen yüreğini veriyor. Kadın, kendi kendine niçin yaşadığını sorgulayıp, bir cevap bulamıyor. Sonunda intiharı seçerek, canını vererek sorulardan ve sorunlarından kurtulmaya çalışıyor. Mezatçı bir koleksiyoncu alarak, koleksiyonuna yeni bir parça daha kazandırıyor. Alıcılar mezatta satılanları alarak, alma duygularını tatmin ediyor. Aldıkları onlar için ihtiyaç olmaktan çok, bir tatmin aracı oluyor. Eserdeki psikolojik derinlik başarılı bir şekilde yakalanmıştır. Yazar, batı tiyatrolarında sıkça kullanılan, bizim tiyatrolarımızda ise, çok az rastladığımız insan merkezli bir iç âlem sorgulaması yapıyor. Dışımızda olup bitenlerin pek önemi yoktur. Aslolan içimizdeki çalkantılar ve bunlara bulduğumuz çözümlerdir Eser, üç perde 23 sahneden oluşmaktadır. Yazar yönetmenin işini kolaylaştırmak için, sahneler arasındaki geçişleri ve bu geçişlerdeki teknik unsurları dikkate almıştır. Psikolojik gerilimi pekiştiren dekor ve ışığın önemi vurgulanmış olup, ışıkla oyunun vermek istediği tema daha belirginlik kazanmıştır. Bir Milyon İğne, (IŞINSU, 1967) Işınsu nun ikinci tiyatro eseri. Eser, iki perde on iki tablodan oluşmaktadır. Yazar, Bir Yürek Satıldı tiyatro eserinde olduğu gibi, insanı merkeze almıştır. Yazıldığı devrin siyasal ve sosyal şartları gereğince, aldatılan beyinler, sarsılan yuvalar, istismar edilen duygular, çıkar ilişkileri, samimiyetsizlikler, aradığını bulamamışlar, bulduğunu kaybetmişlerin dramını bir arada görebiliyorsunuz. Eserde, İkinci Dünya Savaşı nın getirdiği bunalımlı yıllar ele alınmaktadır. Ülkede derin bir sefalet söz konusudur. Mehmet, hapse düşmüştür. Bunalımın eşiğinde, bir çıkmazın içindedir. Sürekli kendi kendine konuşmakta, her bir problemi beynine saplanan iğneler olarak değerlendirmektedir. Mutsuz bir aile çevresinde, öz güven eksikliği içinde büyümüştür. Annesi ile babası sürekli kavga etmektedir. Anam tepeden tırnağa sinir içinde, babam öfkeli! Hiç mi doğru, hiç mi güzel, hiç mi iyi yoktu aralarında? Hiç mi bir şey yoktu? Kavga! Kavga çuvallar dolusu Kavga, yerden göğe demektedir. (IŞINSU, 1967,10) Mehmet bu hengâme içerisinde büyür. Huzura, sevgiye, sevilmeye hasrettir. Bütün olanlara kendince cevap ararken, bir çıkmaza doğru sürüklenen Mehmet, beyninde bir milyon iğnenin acısı ile irkilmektedir. Kimileri emekle, kimileri de emeksiz kazanmakta veya öyle kazandığını zannetmektedir. Komşu kadın Meryem, ihtiyar, romatizmalı biriyle evlidir. Gençliğini ve güzelliğini kullanarak, kendince hayatını refah içinde yürütmeye çalışır. Sonunda Mehmet i tuzağına düşürür. Bir milyon iğnenin bir kısmı da burada Mehmet in beynine saplanır. Mehmet tam bu çıkmazlarla uğraşırken Rauf ve Selim adlı iki Marksist gençle arkadaş olur. Onlarla birlikte düzen değiştirme kavgasına girer. İhtilal yapacaklar ve bütün olumsuzlukları ortadan kaldıracaklar. Bu Mehmet e mantıklı gibi gelir. Böylece, kendince çözüm bulmuş olacaktır. Seviyorum insanları teker teker, ellerim olsun isterim hepsinin yarasını sarayım; param olsun isterim, çok! Hepsinin ceplerini doldurayım (IŞINSU, 1967,21) demektedir. Sevgiyi yaşamamış, sevgiye hasret Mehmet, karşısında sevebileceği bir genç kız olarak Lerzan ı bulur ve Lerzan a evlenme teklif eder. Lerzan, Mehmet in bu teklifini kabul etmez. Çünkü Mehmet in düşüncelerindeki çelişkiler Lerzan ı ondan uzaklaştırır. Mehmet: İktisadi hürriyetine sahip olmayan bir kimseyi nasıl hür kabul edebilirsin (IŞINSU, 1967,29) der. Lerzan, onun bu sözüne karşılık şu cevabı verir: Bütün ev hayvanları da hürdür öyleyse! Efendilerine hoş görünüp, görevlerini yerine getirir ve ihtiyaçları nispetinde yiyecek, içecek alırlar onlardan! (IŞINSU, 1967,29) Mehmet içindeki çıkmazın bunalımlarıyla uğraşırken, Ayşe ile evlenir. Böylece hayatına yeni bir renk gelecek, umut çiçekleri arasında mutlu olacaktır. Ancak bu umut çiçeklerine Marksist arkadaşları Rauf ve Selim engel olurlar. Halk İhtilâli yapmak, hücre faaliyetleri gerçekleştirmek adına Mehmet in mutluluğuna gölge düşer. Sonunda kendilerini kurtarmak adına iki arkadaşı Mehmet i satarlar. Mehmet gerçeğin acı çıplaklığı karşısında çaresiz kalmış ve yıkılmıştır. Eserin bizim açımızdan iki önemli yanı 66

bulunmaktadır: Birincisi, Mehmet in yetişme tarzı ve sonunda yaşadığı hayat, ikincisi de devrin siyasal gelişmeleri içerisinde Marksist düşünceyi savunanların dayandıkları teoriler. Yazar insan merkezinde; fikir ve fikirlerin çelişkileri içerisinde, insan psikolojisini sorgular. Edebi eserlerde tarihten yararlanma ya da edebi eserler vasıtasıyla tarihsel bilinç kazandırma her zaman mümkün olmuştur. Emine Işınsu, diğer eserlerinde olduğu gibi Ne Mutlu Türküm Diyene (IŞINSU: 1969) piyesinde de Türk tarihinin şanlı sayfalarına ve bu sayfalarda yer eden büyük kumandanlarına yer vermiştir. Eser üç perde 19 sahneden meydana gelmiştir. Zeynep ve Annesinin karşılıklı konuşmaları ile başlayan oyunda, söz Atatürk ten ve onun büyük bir kumandan olduğundan açılır. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan güneş ve etrafında bulunan 16 yıldızın anlamı üzerinde durulur. İkinci sahnede Zeynep uyumaktadır, oda mavi bir ışıkla aydınlanır ve odaya ellerinde temsil ettikleri devletlerin bayrakları olan on altı kız girer. Her biri kendisini tanıtır ve tarihteki öneminden söz ederler. Mete, Atillâ, Dede Korkut, Bilge Kağan, Kutluğ Bilge Kül Kağan, Alp Arslan sahneye gelir. Türk tarihi yeniden canlanır. Eğitim amaçlı olmakla birlikte, canlı tablolar halinde sunulan eser, önemli bir dil ve anlatım zenginliğine sahiptir. Eserin, dramatik yapısının da kuvvetli olduğunu belirtmeliyiz. Hem gösterme, hem de anlatma unsurlarını bir arada kullanması bakımından başarılı bir üslup sergileyen yazar, eğitimi ön plâna çıkarmış, eser aracılığı ile, tarih bilinci kazandırmaya çalışmıştır. Eğitim kurumlarında, geçmişte yaşadığımız başarılara dikkat çekilmiş olması bakımından, eserin araç metin olarak kullanılmasının yanında, sahnelenerek de büyük bir yarar sağlayacağı düşünülebilir. Radyo Tiyatrosu, ses efektlerinin başarı ile uygulandığı ve oyuncuların bir stüdyo içinde sesten ve titreşimden arındırılmış bir ortamda tamamen yönetmenin inisiyatifine bağlı olarak canlandırdıkları oyunlardır. Bu oyunlarda izleyici faktörünün olmaması yüzünden, oyunlarda vurgu ve tonlamalar büyük bir önem kazanmıştır. Yönetmen, her türlü ses unsurunu kullanarak, dış mekân izlenimini dinleyicinin kafasında canlandırarak anlatır. Radyo tiyatrosunda, sahnede canlandırılması imkânsız olaylar ve durumlar anlatılabilir. Radyo Tiyatroları, radyonun etkin olarak kullanıldığı dönemlerde, ayrı bir tür olarak gelişerek, özel bir tür haline dönüşmeye başladı. Geniş bir dinleyici kitlesinin oturduğu yerde, evinde, yemekte, çalışırken veya yatarken rahatlıkla takip edebildiği bu oyun türü, büyük bir beğeni kazanmış oldu. Radyofonik oyun adını verdiğimiz bu tekniğin 1970 li yılların sonlarına kadar bütün dünyada yaygılaştığını ve oyun yazarlığı için de ayrı bir alan olarak değerlendirildiğini görüyoruz. Günümüzde televizyon ve onun getirdiği teknolojik gelişmeler radyonun önemini azaltsa bile, görüntü asla sesin ulaştığı yerlere ulaşamaz. Çünkü radyo dinlerken ikinci bir iş yapmamız mümkünken, televizyon izlerken bu daha zor olmaktadır. Ülkemizde de 1960 lı yıllarda çok başarılı Radyofonik oyun yazıldığını bunların kısa hikâye ile piyes arasında yeni bir edebiyat alanı olduğunu bilmekteyiz. Bu konuda özellikle Behçet Necatigil in radyofonik oyunları diğer dünya dillerine de çevrilerek Avrupa radyolarında yayınlanmıştır. Behçet Necatigil Üç Turunçlar, Gece Aşevi, Yıldızlara Bakmak adlarıyla da kitaplaştırdığı oyunlarında masallarımızdan aldığı unsurları günümüz düşünce sistemleri ile birleştirerek evrensel mesajlar verebilmiştir. Emine Işınsu nun kaleme aldığı Adsız Kahramanlar, (IŞINSU: 1975), radyo tiyatrosu alanında önemli sayılabilecek bir eserdir. Toplam 28 oyundan meydana gelen eserde, Türk tarihinde çeşitli görevler üstlenmiş adsız kahramanların hikâyesini bulmaktayız. Poyraz Reklam tarafından hazırlanan ve Ankara Radyosu nda sunulan bu oyunlar, yazarın sanat anlayışının önemli göstergeleridir. Adsız Kahramanlar adlı eserde, Çin sarayını allak bullak eden Kür-Şad ve kırk adsız kahramanı, Ateş Topu nda zekasını kullanarak, kendisinden sayıca çok üstün olan düşmanı şaşkına çeviren kale komutanını, Çaşıt adlı oyunla, devleti ve milleti için kendini feda eden Salih in kahramanlığını, zekası ve kahramanlığı ile Tınaztepe yi kahramanca savunan Baba lakaplı komutanın cengaverliğini, adına türkü yakılan Sarı Zeybek in kahramanlığını öğreniriz. Bunların yanında adı efsaneleşen Yıldırım Kemal i, yaban ellerde düşmana karşı tek başına mücadele eden iki Türk kahramanını tanırız. Işınsu, bu seride kaleme aldığı oyunlarında Türk tarihinin adsız kahramanlarını, onların adlarına yakışacak bir şekilde ve canlı tablolar halinde yeniden bize hatırlatır. Milli kimlik ve milli bir bilincin oluşmasında da bu eserin çok önemli bir görevi yerine getirdiği düşünülebilir. Eserde tarihi gerçekler, canlı tablolar halinde ve sanatçının sanatkârane ifade tarzı ile yeni bir kimlik kazanır. Kitapta yer alan, fakat radyo tiyatrosu olmayan Göçmen Yusuf (IŞINSU: 1975), adlı tiyatro eseri de, 12 Eylül öncesi yaşanan siyasal çatışmaları ele almaktadır. Kimilerinin adına sağ-sol çatışması, kimilerinin milli olanla, gayri milli olanların mücadelesi dediği olayların değerlendirildiği eser iki perde olarak 67

tasarlanmıştır. Yazar, epik tiyatro tarzını bu eserinde de uygulamış, anlatıcı unsuruna yer vermiştir. Eser, Yusuf İmamoğlu nun hayatını anlatmakta dır. Yusuf İmamoğlu, Bulgaristan dan kaçarak Türkiye ye gelmiş bir ailenin çocuğudur. Bulgaristan daki komünist baskıdan kaçarak Türkiye ye gelen Yusuf un Marksistler tarafından şehit edilişi ve İstanbul Üniversitesindeki olaylar ele alınmaktadır. Yusuf, çocukluk günlerini sıkıntı içinde geçirmiştir. Ama o günlerini büyük bir özlemle anmaktadır. O zaman hayallerim vardı, umutlarım vardı. Geceleri gaz lambasının altında tarihi romanlar okurdum.. Okulda da çalışkandım ha, ne sanardım kendimi biliyor musun, (hafifçe güler) bir Fatih Sultan Mehmet!.. Öyleden sonra su satarken de, atımın üstünde Attilâ ydım! Su diye bağırıyor, ülkeler fethetmeye koşuyordum. (IŞINSU, 1975: 216) Yusuf, tarihle iç içe yaşamaktadır. O, tarihte yaşamış Türk kahramanlarının yerine kendini koyarak, esir Türkleri kurtarma sevdasına düşmüştür. Çocukluk yıllarının bu tatlı hayalleri üniversiteye gelince değişmiş, adeta grileşmiş, şiddet artmış, önce sağ-sol olarak başlıyan çatışmaların rengi giderek değişmeye başlamıştır. Yüksek Öğretmenlilerin üniversiteye devamında sorunlar yaşanmaktadır. Onlar topluca üniversiteye devam edebilmek üzere rektörle görüşmeye gelirler. Ancak, karşı taraf onların üniversiteye girmelerine izin vermez. Bu grubun temsilcilerden Yusuf Olgun ve orada bulunan boyacı bir çocuk silahla vurulur. Oyunun birinci perdesinde bu çatışma ve buraya gelinceye kadar olayların genel bir değerlendirilmesi yapılar. Oyunun ikinci perdesinde solcu öğrenciler kendi aralarında konuşmaktadırlar. Bir eylem plânı üzerinde tartışan gençler, ülkücü öğrencileri üniversiteye sokmamak için nelerin yapılması gerektiğini tartışırlar. Tam bu sırada Yusuf u görürler. Onu sıkıştırıp, katletmeye karar verirler. Sonunda Yusuf yakalanarak, feci bir şekilde dövülür ve nihayet vurulur. Bu kısacık oyunda, hem sağ sol meselesi, hem de bu mesele içinde yer alan tarafların durumu gözler önüne serilmeye çalışılır. Anlatıma dayalı sanatlar içerisinde, en etkililerden biri olan tiyatronun yaygınlaşması, toplumsal dinamizm açısından da büyük bir önem taşımaktadır. Hem dilin kullanımı, hem de doğrudan anlatım yeterliliğine sahip olması bakımından, tiyatro edebiyatının geliştirilmesi ve bu alanda eser sayısının çoğaltılması gerekmektedir. Emine Işınsu, tiyatro alanındaki eserlerini genel olarak değerlendirecek olursak, iki temel gruba ayırabiliriz. Bir Yürek Satıldı ve Bir Milyon İğne adlı eserlerinde, insanın iç dünyasını sorguladığını, insan ve çevre ilişkisini tahlile tabi tuttuğunu görmekteyiz. İnsanın içinde yaşadığı sosyal ve siyasi şartlar, onun hayatını yönlendirmektedir. Göçmen Yusuf ta ise, siyasal gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan genel durum içerisinde bir örnek sunulmaya çalışılır. İnsanların kamplara bölündüğü bir sırada, nasıl bir kaosa doğru itildiğimiz ve bu kaosun içinde, masum insanların trajedisi ele alınır. İkinci grupta yer alan Ne Mutlu Türküm Diyene ve Adsız Kahramanlar adlı eserlerinde ise, eğitim ilkesi esas alınmıştır. Tarihten yararlanarak, gelecek nesillerin bilinçlendirmesinin amaç edinildiği bu eserlerin, istenen sonucu elde etmede yeterli olduğunu söyleyebiliriz. Işınsu nun tiyatro eserlerinde dili kullanma yeterliliğinin yanında, tiyatro tekniklerini başarıyla kullanması ve ele aldığı konular ile, alışılmışın dışına çıkarak, orijinaliteyi yakaladığını belirtmeliyiz. Kaynakça: IŞINSU, Emine, (1967) Bir Yürek Satıldı, Yağmur Yay., İst. IŞINSU, Emine, (1967), Bir Milyon İğne, Uygar Yay., İst. IŞINSU, Emine, (1969), Ne Mutlu Türk üm Diyene, Kardeş Matbaası, Ank.ara. IŞINSU, Emine, (1975), Adsız Kahramanlar, Töre Devlet Yayınevi, Ankara. IŞINSU,Emine, (1975), Göçmen Yusuf (Adsız Kahramanlar ın içinde), Töre Devlet Yayınevi, Ankara. KÖKDEMİR, Ahmet (1995), Emine Işınsu -hayatı-şahsiyetisanatı-fikirleri-eserleri -, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Samsun. İSLAM, Ayşenur (1992), Emine Işınsu nun Sekiz Romanında Şahıslar Dünyası, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara. TÜRKBİLİG, S. 9, ANKARA BAHAR 2005, ss. 3-14 - Desen: Halil Gülel 68

Bir Yürek Satıldı Oyununun Uyandırdığı İlgi Dolayısiyle Emine Işınsu İle Bir Konuşma Yavuz Bülent BÂKİLER BİR YÜREK SATILDI isimli eseriniz radyolardan sonra, televizyonda da gösterildi. Bugünlerde üzerinde konuşulan, tartışılan bir konu. Siz bu eseri, neyin etkisinde kalarak, hangi olaydan duygulanarak yazdınız? - Genç kızken, odamın duvarlarına güzel bulduğum şiirleri, vecizeleri, atasözlerini keser, yazar, yapıştırırdım. Beni etkileyen vecizelerden birisi, sanıyorum Bernard Shaw a ait. Bernard Shaw diyor ki: Hayatta iki büyük trajedi vardır: Biri, yüreğin bütün arzularına sahip olmak, diğeri yüreğin bütün arzularını yitirmek. Uzun süre bu sözün etkisi altında kaldım. Eserin yazılmasında bu sözün, bu görüşün büyük etkisi oldu. Eserde, yüreğin iki büyük trajedisi birden var. - Bu noktayı biraz daha aydınlığa kavuşturur musunuz? Yani BİR YÜREK SATILDI oyununda neyi anlatmak istediniz? - Aslında ben bu oyunla, cemiyeti hicvetmek istedim. İçinde yaşadığımız cemiyetin aydınını, cahilini, kadınını, erkeğini, hicvin ince süzgecinden geçirmeye çalıştım. Cemiyetimizde aydın bilinen bazı kimselerin, cahillerin, erkeklerin, kadınların, çeşitli olaylar karşısında, değer hükümlerinden yoksun oldukları için, sağlam bir kültürden uzak kaldıkları için çıkmazlara girdiklerini ortaya koymak istedim. Mesela oyunda, mezat salonunda bulunanlar, aydınları temsil ediyorlar. Desinlere önem veren, paralarıyla düşünen, kafaları bomboş aydınlar. Daha doğrusu aydın bilinenler. Oyundaki tellal (mezatçı), bir nevi politikacı. Aydınımızın, değer hükümlerinden yoksun olmasından istifade edip, satışlar yapıyor. Süslü, renkli cümlelerle, birtakım ünlü kişilerin hatıralarıyla neticeye ulaşmaya çalışıyor. Koleksiyoncu ise, kendi çapında bir filozof. Sahibinin taşımak istemediği bir yüreği satın alıyor. Başkaları bu davranışı garip buluyorlar ama, O, gariplik kavramı, cemiyetin değer hükümlerine göre değişir inancında. Balıkçılar ise, halkı temsil ediyorlar. Halk da bir yerde değer hükümlerinden yoksun. İşine kolay geleni seçip alıyor. Mesela balıkçılar, kendi aralarında konuşurlarken: Burası namuslu muhittir. Adam hırsızdır vs. diye konuşup duruyorlar. Ama aynı adamlar, belirli bir süre sonra, hem de birkaçı bir araya gelerek çaresiz, kimsesiz, bir kadına tecavüz etmeyi, namuslu bir muhitte namussuzluk olarak görmüyorlar. Sağlam değer hükümlerinden yoksun oldukları için, kolaylarına ne geliyorsa, hoşlarına ne gidiyorsa onu yapıyorlar. - Oyunda bir çelişki var gibi geldi bana. Siz değer hükümlerinden yoksun cemiyeti hicvediyorsunuz. 69

Eserin kahramanı da cemiyetin değer hükümlerinden yoksun olmasına başkaldıran bir tip. Böyle olduğu halde, kendisine, kulübesine sığınan bir kadına, balıkçıların tecavüz edişine kayıtsız kalıyor. Kadının feryatlarına kulaklarını kapatıyor. Ona yardımcı olmuyor. Gözlerinin önünde işlenen bir kansız cinayete seyirci kalıyor. Kahramanınızın, cemiyette şikayetçi olduğu davranışlar karşısında susması, bir çelişki değil mi acaba? - Değil. Ben konuyu sizin görüş açınız içinde ele almadım. Yargıladığım cemiyette, erkek aynı zamanda zayıftır, güçsüzdür, bencildir. Kadın, sadece bir analık fedakârlığına kapılmaktadır. İnsan olan kimse, böyle bir cemiyette yaşamaya kolaylıkla katlanamaz. Cemiyeti ve kendisini değiştirmeye gücü yetmediği zaman da yüreğini çıkarıp atar. Tabii yine kolaya kaçar. - Sanıyorum ki oyunda, bu anlatmak istediklerinizi açıklıkla ortaya koymak istemediniz. Birtakım sembollerle hareket ettiniz. Bir bakımdan seyirci oyunu biraz kapalı buldu. Sebep ve neticeyi kesin çizgilerle göstermediniz, galiba, hükmü seyirci versin dediniz? - Oyunu içimden geldiği gibi yazdım. Bizim seyircimiz, genellikle pek kafa yormak gereğini duymaz. Her şey önüne hazır gelsin ister. Sebep olay ve netice (önceden üstüne dikilmiş bir hazır elbise gibi) karşısına konulsun arzu eder. Bu bakımdan kolaya kaçmak temayülündedir. Halbuki ben, seyirciye bir kıpırtı gelsin istedim. - BİR YÜREK SATILDI oyunu televizyonda gösterildikten sonra, seyircilerden neler dinlediniz? Müsbet veya menfi olarak neler söylediler? - Aşağı yukarı aynı şeyler. Her iki grupta olanlar, aşağı yukarı aynı kelimelerle konuşuyorlar. Mesela şair Bahattin Karakoç, beni sevindiren uzun mektubunda, az önce sizin üzerinde durduğunuz konuya eğiliyor. Diyor ki Balıkçı kulübesindeki son sahne de gerçeğe yakışmıyor. Kadın ağır tecavüze uğruyor. Durmadan, sevdiği insanın gelip kendisini kurtaracağını sayıklıyor. Ve sevilen insan, bütün bunları ürpermeden dinleyerek duruyor. Tepki göstermiyor. Aradaki duvarı yumruklarıyla yıkmıyor. İnsan tabiatına büyük bir zıtlık var burada Siz de böyle konuştunuz değil mi? İşte bakın Bahattin Karakoç da aynı şeyleri yazıyor. İkiniz de şairsiniz. İkiniz de erkeksiniz. Bir yerde bencil oluyorsunuz. Oyundaki adamın susması gururunuzu yaralıyor. Bunu gerçeğe uygun bulmuyorsunuz. Ama aynı oyunda bir adam, göğüs kafesinden yüreğini koparıp atıyor, yüreksiz yaşıyor, susuyorsunuz. Allah Allah. Olur mu böyle şey? Bir adam kendi yüreğini çıkarıp atabilir mi? Sonra o adam yüreksiz yaşayabilir mi? Bu ne biçim iş? Bu gerçeğe uymuyor. Burada insan tabiatına zıtlık var demiyorsunuz. Bütün bunlar, cemiyetimizdeki erkeğin bencilliğini bir kere daha ortaya koyuyor. Erkeksiniz. İşinize geleni alıyorsunuz. Hissi davranıyorsunuz. Kolaya kaçıyorsunuz. İşte ben BİR YÜREK SATILDI oyununda erkekleri de hicvettim, kadınları da - Kadın erkek arasında bir denge kurup ölçüyü kaçırmadığınız için şair arkadaşım Karakoç adına ve kendi adıma size teşekkür ediyorum. Ama diğer erkeklerin itirazlarını da saklı tutuyorum. Gelelim oyun hakkındaki müsbet görüşlere. - Önümde bir mektup daha var. Prof. Reha Oğuz Türkkan İstanbul dan yazıyor. Şu cümleler ona ait: Piyesi seyrettim. Tahmin edebildiğimin çok çok üstünde buldum. (Baş tarafını ben olsam şöyle yazardım.) gibi teferruatın önemi yok. Eser tam bir şiir. Sürrealist teknik de tadında bırakılmış. Sağ olun Bunların dışında, BİR YÜREK SATILDI için genellikle üzerinde düşünülmesi gereken bir oyun! dediler. Bu görüş beni duygulandırdı. Buna sevindiğimi söyleyebilirim. - Necip Fazıl, bir eserinin senaryo haline getirilip filme alınmasından sonra rejisöre eserimi eseriniz olarak seyrettim diye tarizde bulunmuş. Siz, BİR YÜREK SATILDI isimli eserinizi ekranda seyrettikten sonra reji ve rejisör hakkında bir şey söyleyecek misiniz? - Çekimden önce, eserin sayfa sayfa yorumunu yaparak rejisöre verdim. Rejisör, bir iki nokta dışında esere bağlı kalmış. Çekim çok iyi olmuş. Oyuncular rollerini büyük bir başarıyla oynadılar. Teşekkür borçluyum. - Rejisörün değişiklik yaptığı o bir iki noktayı sorabilir miyim? - Eser ekranlara gelmeden önce, TRT Kurumu, İstanbul da bir basın toplantısı düzenledi. Oyun önce gazetecilere gösterildi. Rejisör basın toplantısında dedi ki: Yazar toplumu yargılamak istemiş. Aydınları ve halkı eleştirmiş. Ben oyunda bir sınıf üzerinde durdum ve zenginleri ele aldım. Zengin sınıfı eleştirdim. Gerçekten de ben konuya bir sınıf açısından bakmamıştım. Ben aydınlar demiştim. Rejisör, aydınlar yerine zenginler demiş. Balıkçılar sahnesinde, balıkçıları yargıladığım bir sahneyi kaldırmış ve oyunun ilk sahnesinde, aydınlar sınıfının yüzüne kocaman benler koymuş. Bu bakımdan mezat salonundaki bana göre aydınlar, rejisöre göre zenginlerinde yüzlerinde birer ben vardır. - Bizim de dikkatimizi çekti. O benlerin hikmeti nedir acaba? - Rejisör, bu zenginler, benli insanlardır demek istemiş galiba. 70

Türk Edebiyatında Kadın Romancılar ve Emine Işınsu Dr. Alemdar YALÇIN Türk Edebiyatı nda kadın sanatçıların bir bütün halinde tahlil ve tenkidi üzerinde bugüne kadar nedense fazla durulmamıştır. Birçoğu magazin dergilerinde kalan ve hep modernliğin göstergesi olarak değerlendirilen kadının; şiir, hikâye ve roman yazması olayı üzülerek belirte-yim ki, yalnızca bir gösteriş çizgisinde kalmıştır. Romancılığımızın son on beş yılı içinde, adını; bakış açısı ve üsluptaki orijinalitesiyle duyuran kadın romancılarımızdan biri de, Emine Işınsu dur. Sanatçıyı tam manasıyla değerlendirebilmemiz için, Tanzimat tan bu yana edebiyatımızdaki kadın romancılarımızı kısaca gözden geçirmemiz gerekecektir. Romanın edebiyatımıza girişi, bilindiği gibi Batı aile ve sosyal münasebetlerinin memleketimize gelmesiyle beraber olmuştur. Batılılaşma hareketi, kadınlarımızın Avrupa dan gelen bazı san atlara ilgisini artırmıştır. Bu ilgi, dış hayata açılma bakımından, kadınlara göre daha şanslı olan erkeklerde sağlıklı değildir. Üzülerek belirtelim ki bu sağlıksız gelişme, kadınlara da sirayet etmiştir. Çünkü bir durum değerlendirmesine dayalı, serinkanlı düşünmenin ürünü olmayan bu hareket, gittikçe daha da hummalı bir şekilde özenti ve taklit halini almıştır. Bu sebeple Batıda, bilhassa Fransa da yetişen kadın sanatçıların şahsiyeti, insana bakış açısı ve çevresini değerlendirme anlayışı hesaba katılmadan «Bizde de olsun.» kaygısı, yapmacık birtakım eserlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bütün bu mes elelerin tahlilini yapmadan, bir romancı olarak Emine Işınsu yu değerlendirmek eksik olacaktır. Çünkü kadın sanatçılarımızın önce neyi yapıp neyi yapmadıklarının ortaya çıkmasından sonra, yazarın özellikle kadın sanatçı olarak yeri de kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Tanzimat tan sonra, sanatçılarımızın roman ve hikâyeye bakış açılarının yanlış olduğunu söylemiştik. Bu yanlışlığın en büyük sebeplerinden biri, birbirinden farklı iki şeyden birini diğerine benzetme çabasıdır. Yani, Fransız kadın sanatçısı gibi yazmaya ve davranmaya çalışmak bu yanlışın başlangıcıdır. Fransa da kadın romancılar nasıl yetişmiştir? Çevrelerini ve insanları tanıtırken bu kadar başarılı olabilmelerinin sebebi nedir? Rönesans la birlikte Haçlı Seferleri sırasında sarsıları Avrupa nın sosyal hayatında bir şehirleşme başlamıştır. Eskiden parmakla gösterilen asillerin yerini Fransız İhtilali nin hemen öncesinde sayısız şehirli zenginler almaya başlamıştır. Ticari ve ekonomik gelişmeyi ellerinde tutan bu zümre, Paris te gece hayatını da yavaş yavaş asillerin elinden almışlardır. Çoğu banker ve borsacı olan bu zenginlerin çevrelerinde; san atçı, düşünür ve devlet adamları toplanmakta adeta yarış etmişlerdir. Böylece, Paris in gece hayatında san at ve edebiyat önemli bir yer almıştır. Düzenlenen gecelerde bir şâirin, bir tiyatro sanatçısının, bir romancının bulunması artık bir adet halini almıştır. 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar yazılan bütün romanlarda bu sosyal hayat bütün canlılığı ile kendisini gösterir. İşte bu toplantılarda kadınların erkeklerle bir arada bulunuşu, hatta bazı toplantıları kendilerinin düzenlemesi, tabii olarak Paris in sosyal hayatıyla beraber, sanat hayatını da tesir altına almıştır. Madame de Stad in felsefeyle karışık san at fikirlerinin olgunlaşmasında evinde düzenlediği bu toplantıların tesiri inkâr edilemez. (1) Sohbet ve tartışmaların bir san at ve edebiyat muhiti meydana getirdiği gerçektir. Üstelik bu alabildiğine serbest bir kadın erkek münasebeti çerçevesinde olunca kadının kadınlığının da ötesinde bir tecrübe kazanmasına sebep olmuştur. Ünlü yazar George Sand ın özel hayatındaki dengesizlik buna örnektir. Yine ünlü yazar, Mme La Fayette nin hatta yine Mme de Stael in özel hayatlarındaki uyumsuzluklar bu toplantıların sonucudur. (2) Özellikle 17. yüzyılda kadınların sanata ve düşünceye merakları Moliere tarafından alay edilecek ölçülere Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.74 71

varmıştır. Ama bütün bunlar hem sosyal münasebetler bakımından, hem de sanat kültürü ve sanat hevesi kazanmak bakımından önemlidir. Paris te 17. yüzyılın ortalarında yapılan bu toplantıların hamisi durumunda olan kadınların bulunması dikkat çekicidir. Bunlar içinde La Bruyere nin ünlü romanının yazılmasında payı tartışılmayan Markiz de Rombuyye dir. Rambuyye nin evi Racine, Moliere ve daha birçok yazarın okulu olmuştur.(3) Bu okuldaki ünlü yazarlar ve kadınların sanat ve edebiyat sohbetinde bulunmaları, kadınların gece hayatının entrikalarında oynadıkları aktif rol, kadın romancıların yetişmesine önemli oranda tesir etmiştir. O kadar ki, böyle toplantıların sadece meraklısı olan Mme de Sevigne nin kızına yazdığı mektuplar zamanımıza gelecek kadar değer kazanmıştır. (4) Michelet nin Fransız İhtilâli Tarihi nde ihtilâli hazırlayan sebepler için de, bu gece hayatında kadınların rolünün uzun uzun anlatılışı, sanırız görüşümüzü kuvvetlendirecektir.(5) İhtilalden sonra bohem hayatının artık Hıristiyan ahlâkını da yıkarak yaygınlaşması ise, bizim konumuzun dışındadır. Yukarda kısaca özetlemeye çalıştığımız Fransız sosyal hayatını artık günü gününe takib eden, Paris te çıkan moda ve magazin mecmualarını adeta kapışan erkek ve kadınlarımızın da bu hayatı İstanbul da yaşamaya çalışmaları, o gün için normaldi. Tabii bu yaşayış, Paris ten haberler, Avrupa muaşeret kaidelerinin günü gününe alınması yarışmasına dönünce, kadın sanatçı yetiştirme fikri de ölü doğmuştur. Çünkü tahlil ve tenkide dayalı bir sanat estetiğinin münakaşası yapılamamıştır. Nasıl yapılsın ki, Fransa ya öğrenime giden gençlerimiz bile, ancak üçüncü sınıf felsefecilerin görüşlerine sarılmışlar, o dönemin gerçekten büyük felsefecilerini anlayamamışlardır. (6) Durum böyle olunca, Türk sosyal hayatında trajik unsurlar olmadığı için romanın da geç başladığı fikrini savunanlara hak verdirecek bir takım değersiz malzemeler ortaya çıkmıştır. Kadın sanatçılarımız içinde, eğer gerçekten sanat ve edebiyat estetiği verilse, trajik birçok unsuru romanlaştırıp üstelik bunu klasikleştirecek romancılar çıkabilirdi. Zifaf gecesi eşinin kolundaki nohut yakısı sürülmüş yarayı temizlemek zorunda kalan ve bu yüzden bir hafta sonra da boşanan Leyla Hanım ın hayatındaki trajik unsurlar Prenses Cleves deki iffet-yasak aşk çatışmasından daha az ilgi çekici değildir. Kaldı ki bu Leyla Hanım «dostlarının kendisini ayıplamasına önem vermeyecek» kadar rahat ve cesurdur. (7) Fransızcayı çok iyi bilen ve hatıralarını yazan Leyla Saz ın da dikkatinin hikayeye çekilmemiş olması bir şanssızlık olsa gerek.. (8) Çünkü bunlardan sonra gelen hanımlarımızın denemeleri seviye olarak çok düşüktür. Edebiyat bir gelenek halinde, hep iyi şeylerin üst üste konulmasıyla olgunlaşır. Üzülerek belirtmek gerekir ki II. Meşrutiyet in ilanına kadar böyle bir gayret olmamıştır. Şiir ise, her zaman olduğu gibi, roman ve hikâyeden daha çok ilgi toplar. İstanbul da Recaizade Ekrem le başlayan ve hemen hemen birçok konağa yayılan, sanat edebiyat toplantılarında Fransız sosyal hayatının ve sanatının bütün hareketleri adeta günü gününe takip edilir. Ama bu takip ne romantiklerin ruh ve hayal dünyasındaki çatışma, ne de realistlerin çevreyi araştıran, karşılaştıran ve yazan gözü olarak edebiyatımıza yansımıştır. Hem kadın sanatçılarımız, hem de erkek sanatçılarımız için sosyal hayatımızda yeteri kadar trajik unsur vardı. Hatta klasizmin ve romantizmin malzemesi olan büyük tarihi olaylar ve şahsiyetler sayılamayacak kadar çoktu. Bir yandan günden güne çürüyen ve yıkılan bir devlet; bu devletin yürütmesini olan kusurlarıyla, ihtiraslarıyla, devlet adamları; öte yandan azınlıklar, geri kalmışlık ve sayılamayacak kadar problem. Bu problemli çevrede İnsanın mutlu ve huzurlu olması da tabii ki düşünülemezdi. Bu kadar çok malzemesi olan sanatçımızın dikkati bu malzemeye çekilememiştir. Gazete ve dergilere hasta yatağından yazılar gönderen Makbule Leman Hanım, (9) devrini geçirdiği hastalıkların ruhundaki izlerini romanlaştıramaz mıydı? Şüphesiz yapabilirdi. Ve üstelik kadın sanatçılarımız için, hiç bir zaman yazdıkları şeyleri yayınlayamama endişesi yoktu. Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok diyerek içindeki fırtınaları ve sanatçı ızdırâbını haykıran kadın sanatçımız eğer ilgi duysaydı, başarılı romanlar yazması işten bile değildi. (10) Üstelik bu mısraların sahibi evini edebiyat sohbetlerine açacak ve edebi münakaşalarda bulunacak kadar hem kendi edebiyatımızı, hem de Fransız edebiyatını biliyordu. II. Meşrutiyet ten sonra ise, İstanbul da önce erkeklerin başlattığı feminizm hareketi, birçok kadın ve magazin dergisi yayınlanması, kadın romancı yetiştirebilmemiz için iyi bir ortam hazırlamıştır. Hatta kadınlar için konferanslar ve özel kadın matineleri düzenlenerek, kadınların sosyal hayata katılması teşvik edilmiştir. Ancak, gazetelerin fasiküller halinde dağıttıkları roman ilaveleri ve yayınların hemen tamamı, aşk, kadın-erkek ilişkileri, moda ve magazinle alakalı olduğu için yetişen yeni nesillere olumsuz etki yapmıştır. 72

Aşk ve özellikle flörtün asırlardır yasak sayıldığı bir toplumda, bunun, yayın yoluyla meşruiyet kazanması gençler arasına bu tür yayınlara alâkayı artırmış, ciddi sanat eserlerinin ikinci planda kalmasına sebep olmuştur. Bu devrede yetişen kadın sanatçıların hemen tamamına yakın kısmı, sıradan aşk romanları yazmışlardır. Fransa da sepet ve cep kitabı olarak değerlendirilen; yolda, işe giderken, dinlenirken veya uykudan önce okunan romanların aynen tercüme ve adapte edilmeleri II. Meşrutiyet in en büyük kusurlarındandır. 1908 yılından sonra başlayan o zamana kadar gençlerimizin henüz tanımadıkları evlilik öncesi ilişkilerin romanlaştırılması, Cumhuriyet ten sonra da sürüp gelmiştir. Önceleri erkek romancıların tekelinde bulunan bu tarz roman yazarlığı, yavaş yavaş kadınlarda da görülmüştür. Yakup Kadri, Reşat Nuri, Peyami Safa gibi ünlü romancılarımızın da gazetelerde bu tarz hikaye ve roman tefrika ettirdiklerinii biliyoruz, Sanatçıların büyük çoğunluğunun sırf çok satmak, bir kitapla ünlü olmak merakı, akıl almaz ve gerçek dışı serüvenlerle dolu ucuz piyasa romanları yazılmasına sebep olmuştur. II. Meşrutiyet in kadın romancılarından Şükûfe Nihal, Güzide Sabri, Suat Derviş, Fehime Nüzhet, Afife Kemal, Mesâdet Bedirhan kadın erkek ilişkisini de tam manasıyla bilemedikleri için, sevgilileri birbiriyle son derece komik diyaloglarla konuştururlar. Bunlardan Fehime Nüzhet in 1.Dünya Savaşı sırasında orduya yardım kampanyalarına katılmış olması sebebiyle, bazı sosyal konulara temas ettiğini görüyoruz. Ancak ele alınan konularda hem romanların kuruluşu, hem de olayların gelişmesi bakımından mantık hataları görülür. Mesela, romanın bir yerinde öğrenci olan genç, hemen sonra teğmen olur, daha hiç zaman geçmeden bir başka sayfada da yüzbaşıdır. Önceleri bu tarz aşk romanları yazan Halide Edib in ülkemizin geçirdiği sosyal ve siyasi değişikliklere bağlı olarak yazdığı romanları bir kenara bırakırsak, edebi kıymet taşıyan bir kadın romancı yetiştiremediğimizi görürüz. Bunun en önemli sebebi, yukarda da söylediğimiz gibi gelişen sosyal düşüncelere değil de moda ve aktüaliteye önem vermemizdir. Üzülerek söyleyelim ki, bu önem veriş yaygınlaşarak, günümüze kadar gelmiştir. Bütün bu değerlendirmelerden sonra, Emine Işınsu yu başlıca iki yönden ele alabiliriz! Bunlardan birincisi, edebiyat tarihimiz içindeki yeridir. Diğeri ise, 1970 yılını bir dönüm noktası alırsak --ki kadın sanatçılar açısından gerçek bir dönüm noktasıdır.- sanatçımızın son on üç yılda eser veren kadın romancılarımız içindeki yeridir. Yukarıda anlattığımız, batılılaşmayı tam manasıyla anlayamamış olan aydının te sir sahasına aldığı kadın sanatçıları, kendi hatasının içine sürüklediğini görüyoruz. Cumhuriyet e kadar eser veren kadın romancıların sanat, üslup ve roman tekniği bakımından Emine Işınsu ile mukayesesi mümkün değildir. Bugün, Türk kadınının -geçmişe nazaran bir tecrübe kazandığı için- kaliteli eser verdiği ileri sürülebilir. Emine Işınsu nun kültür seviyesi olarak, roman klasiklerini okuma imkânına sahip olduğu da söylenilebilir. Ancak, Tanzimat la birlikte birçok Avrupa klasiklerinin ünlü romanları o zaman dilimize çevrilmişti; yani, kadınlarımız bu örnekleri o zaman da okuyabilirlerdi. Türk kadını o güne göre bugün daha sosyaldir, denilirse; bu görüş bir romancı için doğru olabilir. Ancak, kaliteli roman yazmak için büyük bir avantaj olarak değerlendirilmemelidir. Işınsu nun piyes olarak yazdığı «Bir Yürek Satıldı» isimli eserinde, insan psikolojisini ve ruh dünyasını kavrayışı şüphesiz san atçı yeteneğinin ürünüdür. Bu piyesini çevre, insan ve olay açısından ele aldığımız zaman, II. Meşrutiyet te yazılmış romanların çevre, insan ve olaylarına benzediğini görürüz. Oysa yazar, bu üç unsuru başarılı bir üslup çatısı altına alarak, seyirciye sunma başarısını göstermiştir. Cumhuriyet e kadar eser veren kadın romancılarımızla, Emine Işınsu arasındaki farklardan biri de sosyal muhtevalı eserlerdir. Eserlerinde sosyal konulara temas eden kadın sanatçılar, İstanbul içinden dışarıya taşmamışlardır. Devrin yaygın siyasi tavrının te sirinde kalarak, adeta moda roman mantığını kullanmışlardır. Emine Işınsu, sosyal muhtevası olan romanlarında iki ayrı coğrafya takip eder: Bunlardan birincisi Türkiye dışıdır. Yazar, bir zamanlar bizim olan Rumeli de bıraktığımız ve «evlâd-ı fâtihan» dediğimiz insanların acılarını dile getirir. Önce bir olay hayal ederek, buna sebep ve sonuç aramaz. Bir gerçekten yola çıkarak önce insanı açıdan, sonra da san atçı hassasiyetine göre yorum yapar. Gerçek, bir zamanların verimli topraklarındaki insanımızdır. Bu insanın insanca yaşayabilmesini istemek, san atçının vazifesidir, Dikkati çeken diğer bir husus, yazarın bu insanlarla arasındaki kültürel ve milli bağlılıktır. Önceki yazarlardan önemli farklarından biri de müşahedeye dayanmasıdır. Bu müşahede, yer yer etnoğrafik hususiyetler olarak romanında yer alır. Işınsu nun eserlerindeki ikinci coğrafi mekân ise, doğrudan doğruya Türkiye dir. 1970 li yıllardan başlayarak, eser veren veya ismini duyuran kadın sanatçılar arasında Emine Işınsu nun yeri, çok değişiktir. 73

Çok yönlü bir varlık olan insanı tanımak ve sanatçı gibi işlemekle, insanın sansasyonel :bir davranışını ele alarak istismar edip, şöhret yolu aramak arasında büyük fark vardır. Birincisi ne kadar yüce ise, ikincisi de o kadar süfli bir davranıştır. Üzülerek belirtmek gerekir ki, kadın yazarlarımızdan bir kısmı, ikinci yolu seçmiştir. Yani, kimsenin yapamadığını yaparak, okuyucuyu şaşırtmak. Bu kadın sanatçılarımız, gelişmiş ülkelerdeki bu tarz sansasyonel bazı romanları örnek aldılar. Oysa, her san atçı bilir ki, sansasyonel roman başka, edebi roman başkadır. Edebi roman, basıldığı zaman belki hiç satmayabilir. Lanetlenir, protesto edilir ama, o her zaman bir san at eseridir. Batı yı Tanzimat ta ve II. Meşrutiyet ten sonra nasıl takip etmişsek, bugün de aynı şekilde takib ediyoruz. Amerikalı yazar Erica Yong ın birbiri peşi sıra çıkan kitabı, bu kadın romancılarımız tarafından taklit edildi. Onlar özel hayatlarının en gizli yönlerini, hatta biraz da normal insanda pek bulunmayan kısımları romanlaştırdılar. Böylece şöhrete ulaşacaklarını sanıyorlardı. Füsun Erbulak ın daha ilkokuldan başlayan seksüel davranış bozukluklarını anlatması, Sevgi Soysal ın «Yürümek» isimli romanında aynı şekilde isteklerinin selinde akan tipleri, diğer yazarlara da örnek oldu. Tabii olarak her davranış, kendisini haklı göstermeye yarayacak mantık örgüsünü de beraberinde getirir. Bu kadın sanatçılarımız da «kadınlara özgürlük» istediklerini söyleyerek, kendilerini savundular. En adi ilişkileri konu olarak alan Pınar Kür, kadınların «özgür» olamamalarına Müslümanlık ın sebep olduğunu söyledi.(11) «Ölmeye Yatmak»ta zavallı Aysel, dilediği gibi sevişemediği için «özgürlük»ten mahrum ve dolayısıyla mutsuzdur.(12) Bir başka kadın yazarımız da, toplumda o kadar çok esir muamelesi görür ki şaşarsınız. İstanbul un en güzel semtlerinde oturur. Uludağ da tatil yapar. Kendisi gibi sosyalist arkadaşı Josep ile istediği zaman yatar; buna rağmen gene de mutlu değildir! 1970 li yıllarda meşhur olan Fürûzan a göreyse, toplum evlilik gibi manasız şeyleri serbest bırakmış ve meşru saymıştır. Aşk gibi güzel duyguları da yasaklamıştır. (14) Emine Işınsu nun bunlardan birinci ve en önemli farkı, kadın olarak erkek karşısında bir aşağılık kompleksine kapılmamasıdır. Çünkü kendisine bu levanten zihniyetli hanımların sandığı gibi, ikinci sınıf insan muamelesi yapılmamaktadır. Hiç bir romancı, önce kadınların hür olmadığı fikrini peşin olarak benimseyip, onu isbat etmeğe çalışmamalıdır. Fürûzan dışındaki diğer yazarlar böyledir. Emine Işınsu ise, romanlarının hemen tamamında ele aldığı mes elelere bir kadın veya erkek gibi değil; bir insan gibi bakmaktadır. Zaten belirli bir san at ve fikir seviyesi kazanan sanatçının böyle bir kaygısı da kompleksi de olamaz. 1970 li yıllardan sonra «köy romanı» yazamayan bu bayan yazarlar, hem sol fikre yardımcı olma, hem de yaşadıkları çevreden konu bulma endişesiyle yola çıktılar. Biraz kültürlüleri olan Sevgi Soysal, «Yenişehirde Bir Öğle Vakti»nde, kendince şehirli küçük burjuvaziyi ele almağa çalıştı. Diğerleri ise, aşk, ölüm ve cinsellik gibi konuları işlemeye başladılar. Çünkü ülkelerinin insanını tanımayı düşünemediler. Bu kadın san atçılar içinde, edebiyat tecrübesi ve emeği en fazla olan, Adalet Ağaoğlu dur. O da, «Ölmeye Yatmak»la Sevgi Soysal ın peşinden, fakat ondan biraz daha başarılı bir roman yazmıştır. «Bir Düğün Gecesi» isimli romanını, ünlü İngiliz yazar Huxley den aldığı iddialarının ciddiyeti de Ağaoğlu nun san atçılığına gölge düşürmüştür. (15) Emine Işınsu nun ise, aydın kelimesinin taşıdığı gerçek mana ile, memleketine ve İnsanına karşı bir sorumluluk duyduğunu görüyoruz. «Ak Topraklar» ve «Azap Toprakları»ndan sonra yazdığı «Sancı», bir toplumun belkemiğini teşkil eden gençliğin acılarını işlemesi ve meselenin çözüm yolları üzerinde düşündürmesi bakımından önemlidir. Yazar, halkına ve halkının problemlerine açıktır. Ülkemizde yıllardır tekrarlanan bir takım beylik sözlerin etkisinde değildir. Bu özellikleriyle değerlendirildiği zaman, Tanzimat tan bugüne yetiştirdiğimiz kadın romancılar içinde, insanım tanıyarak., duyarak ve yaşayarak anlatan, ona yabancılaşmayan, bu sebeple de sevilen ve okunan bir san atçı olduğunu görürüz. (1) Suut Kemal Yetkin, Edebi Meslekler Tarihi, DTCF yayınları, Ankara, 1941. (2) Atilla İlhan, Hangi Seks, Bilgi Yayınları, İstanbul 1974. (3) Racine, Bütün Eserleri, Dün ve Yarın Külliyatı, İstanbul, 1934. (4) A.G.E., (5) Michelet, Fransız İhtilali Tarihi 2, Devlet Kitapları, istanbul 1957. (6) Dr. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, Türkiye İş. Bankası Yayınları, Ankara, 1964. (7) Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Sayfa 881. (8) A.G.E., Sayfa; 887. (9) A.G.E., Sayfa; 9{)9. (10) A.G.E., Sayfa; 1197. (ll) Yankı Dergisi, 7,13 Nisan 1981l. (12) A.G.Y. (13) Leyla Erbil, Bir Tuhaf Kadın, Cem Yayınları, İstanbul, 198Ü. (14) Yankı Dergisi, 7-13 Nisan 198(1. (15) Tartışmanın Böylesi, Burhan Günel, Türkiye Yazıları, Ekim 1981, Sayı 55, Ankara. 74

TUTSAK Yetik OZAN Emine Işınsu ya Uzanıp boşluğa döndüm: Silkinip kuşluğa döndüm: Doğrulup taşlığa döndüm. Yeniden boşluğa döndüm. Korku burcunda yücenin Yaşlı gözlerim üşüyor, Tavanından mor gecenin Pembe böcekler düşüyor Mor dağılır, al açılır; Gün anahtar, gece kilit, Gerinir dal dal açılır Köse ahlat, kambur pelit Bir zincir paslı sesiyle Dur dedi, senden öndeyim! Belli, dağılmaz sisiyle Hep o ertesiz gündeyim 75

TÜRK ROMANI VE IŞINSU Ahmet Bican ERCİLASUN Bugünkü edebiyatımızda bir Işınsu vakıası vardır. Günümüzdeki Türk romanını onun ismini anmadan değerlendirmek mümkün değildir. Bugünden yarına kalacak birkaç isimden biri de şüphesiz Emine Işınsu dur. Nâmık Kemal ve Ahmed Midhat Efendi, batı tarzındaki Türk romanının ilk isimleridir. Roman tarihimizdeki yerlerini, daha çok ilk olmalarına borçludurlar. Roman tekniğinde zayıf kalmış olmalarına karşılık, bu iki edibimizin, bilhassa Ahmed Midhat ın, eserlerinde eski Türk tahkiyeciliğinin unsurlarını kullanmış olmaları müsbet bir husustur. Bu çizgi, ancak Hüseyin Rahmi ile devam edebilmiş, ondan sonra maalesef arkası gelmemiştir. Batı tarzındaki romanın ilk örnekleri üzerinden daha otuz yıl geçmeden ilk şaheserler ortaya çıkar: Mâi ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Eylül. Hâlit Ziya ve Mehmet Rauf un eserleri o kadar güçlüdür ki Türk romanı onların çizgisinden bir türlü dışarı çıkamaz. Yakup Kadri, Halide Edip ve Reşat Nuri aynı çizginin büyük isimleridir. Cemiyetimizin geçirmekte olduğu derin sosyal değişme, doğu-batı çatışması, Halide Edip ve Yakup Kadri nin romanlarında sosyal zemin olarak yer alır. Bu, onların Servet-i Fünunculara göre üstün taraflarını teşkil eder. Yakup Kadri nin bir üslupçu olarak da romanımızda önemli yeri vardır. Ömer Seyfeddin, Reşat Nuri ve Refik Halit ise bugünkü sade Türk nesrinin (uydurmacılık bir yana) yol açıcılarıdır, Roman tekniği, üslup, sosyal muhteva ve psikolojik derinlik.. Bütün unsurları birleştiren deha, Peyami Safa dır. Belki bir yazarımızın bir eseri, onun herhangi bir eserini aşmış olabilir. Fakat bir bütün olarak Peyami Safa nın romancılığı, edebiyatımızda henüz aşılmamış bir sıradağ silsilesi olarak durmaktadır. Safiye Erol un Ciğerdelen i, Tanpınar ın Abdullah Efendinin Rüyaları romanı (hikâyesi) ve Atsız ın Ruh Adam ı, edebiyatımızdaki tek tek zirvelerdir. Ciğerdelen ve Ruh Adam tarihle bugünü birleştiren, zaman kavramını âdeta silen yapılarıyla romanımızda çok ayrı bir yer tutarlar. Abdullah Efendinin Rüyaları ise doğrudan doğruya bir rûhun macerasıdır ki böyle bir maceranın bir daha kaleme alınabileceğini Töre Dergisi, S.139, s.58 76 sanmıyorum. Yukarıda belirttiğim gelişme çizgisi içinde sosyal realistler veya köy romancıları -birkaç istisna olmakla beraber-, tam bir gerileme teşkil ederler. Ya hepten iyi, ya hepten kötü tipleriyle, içine düştükleri basmakalıpçılıkla bu romanlar 1870li yılların çizgisindedir. Sırtlarından bu ağır yükü atabilen yeni neslin sosyalist yazarları, romanımızın gelişme çizgisini yakalamış görünüyorlar. Bugünkü Türk romanında üç isim var: Tarık Buğra, Emine Işınsu ve Sevinç Çokum. Diğer iki romancımızı başka değerlendirmelere bırakarak konumuz olan Işınsu ya gelebiliriz. Küçük Dünya dan itibaren devamlı bir gelişme gösteren Işınsu, bilhassa roman tekniği ve tipleştirme açılarından günümüz romanında ilk isim sayılmak gerekir. Roman tekniği, belki bir başka ifadeyle kompozisyon, Işınsu da mükemmeldir. Olaylar kusursuz bir şekilde sıralanır ve sonuca ulaştırılır. Işınsu bir gerilim romancısıdır ve okuyucunun merak duygusunu elinde tutar. Kronolojinin dışına çıkış, bilhassa Canbaz da tatbik edilen geriye dönüş tekniği gerilimi aksatmaz, bilakis daha canlı hale getirir. Işınsu nun tipleri, roman yapraklarında sayfa sayfa canlanır. Roman ilerledikçe; ruh yapılan, davranışları ve konuşmalarıyla adeta öteden beri tanıdığınız canlı insanlarla kendinizi yan yana bulursunuz. Yalnız bu tiplerin fizik portreleri biraz siliktir. İlay, Kemal Efendi. Ali ve Sevim Abla böyle canlı, yaşayan tiplerdir. Işınsu nun bir de idealize edilmiş kahramanları vardır: Tutsak da Tarık, Çiçekler Büyür de Arif, Canbaz da Mehmet. Bu tipler yazarın çok değişik bir yönünü, belki de biraz fanteziye düşkün tarafını ifşa ederler. Onlar; yerde yürüyen, oturan, kalkan, konuşan kahramanların adeta başlarının üzerinde yer alan daha yukarıdaki bir tabakaya aittirler. Yaşayan kahramanların zihinlerindeki, ruhlarındaki ideal çizginin insanları. Fakat Arif böyle olmasına rağmen ne kadar canlıdır! O ölünce sanki bir ideal ölür. Sevgili Işınsu, o romanda Bulgaristan daki Türkleri değil de bugünkü halimizi mi gördün yoksa?.; -Tamamen sübjektif olarak

söylüyorum- bu ikinci tabakanın kahramanları, beni daha çok cezbetmektedir. O esrarlı kahramanlarda büyülü ülkülerin büyülü güzelliklerini yaşarım. Işınsu nun romanında üçüncü güçlü taraf sosyal zemindir. Tutsak, Sancı ve Canbaz; her biri bir askeri müdahale ile sonuçlanan üç devri çok canlı olarak verir. Tutsak, zannedildiği veya takdim edildiği gibi Kerkük Türklerinin romanı değil, 1960 öncesi Türkiyesinin romanıdır. Kerkük teki katliam, ikinci bir tabaka olarak ve uzaktan uzağa eserde yer alır. Doğrudan doğruya dış Türkleri konu edinen romanlar, sadece Azap Toprakları ve Çiçekler Büyürdür. Bu iki romanıyla da Işınsu, edebiyatımızda hususi bir yer tutar. Bizden olan, bizim parçamız olan Rumeli Türklüğünü, bütün dramıyla bu eserlerde yaşarız (1). Işınsu nun çok canlı ve açık bir üslubu vardır. Bu üslup, belki de san atkârâne olmadığı için tenkit edilebilir. Fakat bence romanda artistik nesir ancak yer yer bulunabilir; böyle parçaların fazla uzatılması, roman için «kullanılışlı» değildir. Bundan sonraki romanlarında Işınsu nun artistik nesre zaman zaman yer vermesinin faydalı olacağı düşüncesindeyim. Bunu bilhassa tasvirlerde yapmalıdır. Zaten bana göre Işınsu romanının eksik sayılabilecek taraflarından biri dış tasvirlerdir. Tabiat, eşya ve insanın dış görünüşü, roman için şöyle bir dokunulup geçilecek kadar önemsiz olmasa gerektir. Bir de, Işınsu nun bir romancımızda «mâlûmatfüruşluk» olarak nitelediği hususun roman için bir ölçüde lüzumlu olduğunu eklemeliyim. Bilgili ve kültürlü kahramanlar, ölçülü ve biraz «mâlûmatfüruşluk» acaba Işınsu nun en mükemmel taraflarından biri olan gerilimciliğini aksatır mı? Emine Işınsu, yukarıda saydığım özellikleriyle, Türk romanının gelişme çizgisini başarıyla devam ettirenlerden ve bugünkü Türk romanının zirvelerinden biridir. (1) Çiçekler Büyür, sosyalist rejimin yaşanmış olaylara dayanan mükemmel bir tenkidi olarak; Azap Toprakları, Batı Trakya daki Türklere karşı Yunan zulmünü gösteren canlı olaylarıyla, hariciyemiz veya devletin ilgili kuruluşları tarafından batı dillerine mutlaka tercüme edilmelidir. Desen: Kenan Eroğlu 77

KÜÇÜK DÜNYA Mehmet Şeref ÖNAL Vaka: Nur, annesinin baskısı ile çocukluk basamağından geçmeden, büyük adam muamelesine tabi olan bir genç kızdır. Annesi, O nun iyi yetişmesini, ilimle uğraşmasını istemektedir. Üniversitenin bitmesine kadar kesinlikle annesinin programından ayrılmayan Nur, içinde bulunduğu şartları değiştirme azmi ile önce annesini karıştırmadan evlenmeğe karar verir. Talebelik günlerinin arkadaşı Ferit ile evlenir. Bu hareket, annesine göre, yıllardır üzerinde çalışılan bir «san at eseri» nin, sonun da malzeme kötülüğünden dolayı, «heba» olmasından başka, bir şey değildir. İstanbul dan Urfa ya çıkan tayin ile «KÜÇÜK DÜNYA»sının inşasına devam eden Nur, orada Gariplere -Urfa nın dışından gelerek, oraya yerleşen yabancılara- dahil olur. Canan adlı bir arkadaş bularak, Urfa nın tabii zenginlikleri ve sosyetenin taşradaki gidişatı hakkında, fikir edinir. Nur kendisinden başlamak üzere, insanları ayaküstü tahlil etmek, mutluluğu, mutsuzlukla karşılaştırmak ve Ferit ten şikâyet ederek, günlerini geçirmektedir. Bu yalnızlık, Ferit in en iyi arkadaşı Murat gelince biraz azalır. Bir ara, Urfa daki tarihi eserleri inceleme gezisinde, Nur, daha evvel hayat hikâyesini dinlediği Murat a, kendisini «çok yakın» hisseder, Bu duygudan başlamak üzere, Ferit hesabına «vicdan azabı» duymak gibi, dcğişik bir ruh halini yaşar. Urfa nın sosyal hayâtı ile ilgilenirken, tesadüfen bir dînî âyîne misâfir olması, Nur un hayatını daha derin ruhi girdaplara sürükler, değiştirir. Nur, Ferit in Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.110 78

trafik kazası geçirmesini, hamile oluşunu, eskisinden daha makul bir boyun eğişle, kabul eder. Ferit yine kendisini anlamayacaktır. Hususi olarak yaklaştığı Murat, sadece, Ferit in arkadaşıdır! Nur! «KÜÇÜK DÜNYA»sını, büyük dünya içinde eriterek. Ferit ile yaşamaya devam eder. İşlenen Tezler: Ana karakter Nur un şahsında,«mutluluk» teorileri değerlendirilir. Zamanımızda, cem iyetin topyekün mutluluğa gitmesi için uğraşan bir takım sistemler en fazla toplumun yapı taşı olan «aile» ye kadar inerler! Veya o birime kadar bile yaygınlaşamazlar. Şahıslardan, çok az bahsederler. Şahısları da içine alan bir tasnif söz konusu olsa bile, bu tür bir planlama «fert başına düşen yıllık gelir» veya «fert başına uygulanan asgari ücret» gibi, ana başlıkları bir türlü geçemez. Şahıslara tatbik ettirilmeye çalışılan unsur formalitelerdir! İdare-i maslahattır! Tabii olarak, bu uygulamanın neticesi, fert-fert, aile-aile dolayısıyla, topyekün mutsuzluğun tezahür ettiği dertlerin bilançosudur. Oysa şahısların şuurunda olarak mutluluğa gidecekleri yol inanmaktır, iman etmektir! Bu neticenin gerçek olduğundan habersiz olan «KÜÇÜK DÜNYA» daki karakterler, teferruatlarla uğraşmaktadırlar. Nur annesinin elinde şekil bulmaya çalışan, fakat o suni mutlakıyete karşı çıkamayan, isyan serzenişlerinin içinde yaşamaktadırlar. Okuyucu, Nur un, bu sun i merkeziyetçiliğe karşı çıkmasını, bu duruma müdahale etmesini beklemektedir. Bu bekleyişi zamanında kavramamızı sağlayan yazar, ilerki sayfalarda, randevunun sevincini, okuyucu ile birlikte yaşar. Nur, evlenmeye karar verirken, mutlu olmak için gidilen yollardan birinin kenarında zorluyor gibidir. Aslında, verdiği kararın «şuurunda» değildir!... Nur, oyun bahçesinde, bir erkek arkadaş görmek istemiştir. Belki «Ben çocuk değilim!» derken, büyükleri azarlayan bir çocuk gibi, şahsiyetini bulmaya çalışır. O na göre, bu bulmacanın galibi, mutludur! Nur, çocukluğunu yaşamamıştır!.. Akranları bahçenin yemyeşil yapraklarından bebeklerine elbise yaparlarken, o, felsefe teorilerini, oyun haline getirememenin, üzüntüsü içindedir. Okuyucu Nur un doğacak çocuğunu bir «plastik bebek», kocası Ferit i ise «Doktor Amca» gibi görmeğe, artık alışmıştır. 56. sayfada başlayan evlilik serüveni, mutluluk getirmemiştir. Yaşlı ve yalnız kendisinde gerçekleştiremediği çizgileri, çocuğunda şekillendirmek için çalışan bir annenin ithamları altında kaybolan Nur, dine ters düşen bir mutluluk anlayışı ile yetiştirilmiştir!... Hâlbuki şahıslar. «KÜÇÜK DÜNYA»larını, büyük dünyaya açarlarken, kararlı bir irade ile; o iradeyi özümleyen sevgi-nefret, korku-cesaret, üzüntü-sevinç, vs. duyguları, «İMAN» ederek dengeye getirmelidirler. «Zemzem Bacı, Gariplere iş yaptığı için yerlilerce aforozlanmış. ilk geldiğim günlerde Zemzem Hanım, derdim. Pek bozulurmuş! Nihayet dayanamadı: -Bana Bacı de... Garipler «hizmetçilere» hanım, derler, ben hizmetçi değilim...» (s: 11) Eserde Zemzem Bacı, yozlaşmaya karşı milli benliklerini muhafaza edenlerin öğüdünü, değişen yerine, tekrarlamak vazifesini yüklenmiştir. Bu küçük diyalogu «kültür yozlaşması» ifadesi içerisinde inceleyebiliriz: Ak alınla, şimşek çakan gözlerle; «Ağır Bar» a duran, Erzurum da ve bir kısım şark vilayetlerimizde, 12 yaşına basan her erkek çocuğa, şahsiyetinin oturmasını sağlamak ve Hz. Peygamberin Hadis-ı Şerif lerinde buyurduğu emri, yerine getirmek üzere «Efendi» derler! Kara yağız yiğitler «Ahmet Efendi, Selçuk Efendi» nidalarını duyunca «Seniha Hanımların, Gülsen Hanımların» şahıslarındaki gururu idrak ederler. Efendilik, Hanımlık, bize, Orta-Asya daki Atsız tabirini hatırlatır. Orta-Asya da herkes doğuştan atsız olduğu gibi, şarkta da herkes doğuştan «Efendi»dir, «Hanım» dır. Ferit eserdeki aşık Nur u, annesinden daha değişik sevebilen; yetişmesinden meydana gelen arızayı ve hassas karakterini kapatmaya çalışarak, hiç olmazsa, düğüne kadar sabretmesini bilen bir erkek olarak işlenir Ferit, hesap yapmaktadır. Nur ile beraberken nerde susulacağını, nerde konuşulacağını artık öğrenmiştir!.. Nur da da annesine isyan etmenin hesapları vardır. Aşkın «gönül işi» olduğunu, her ikisi de bilememektedir. Evliliği gerçekleştirdikten sonra, daha da az düşünmeyi seven Ferit, her şeye boş vermiştir; mutluluğun pergeli, şahıs ile münhasır daireler çizer! Fakat Ferit, iğneyi midesine koymaktadır. Merkez orasıdır! Nur biraz düşünür. Olayları muhakeme etmeye çalışır. Ama bu işi şuursuz yaptığı için, daha doğrusu hissi davrandığı için, o da «dairesinin merkezi» ni tesbit edemez. Ferit te bulamadığı mutluluğu Murat ta araması, Avrupai evliliklerinin Anadolu da yaşayan bir numunesini «KÜÇÜK DÜNYA» yoluyla, gözler önüne serer: İhanet mubahlaşmıştır. Kutsal müessse «Kadınerkek ilişkilerinin yozlaşmasıyla» yıkılmıştır. Bu hassas tez in işlenmesi, okuyucuya yıkılan değerleri göstererek rehberlik eden san at eserlerinin «en güzel örneğini» teşkil eder. 79

AZAP TOPRAKLARI Reşat GÜLER «Söyleyin be, siz de gavur mu oldunuz, söyleyin?.. Muhsine min mezarcağızı kazıldı bu toprakta, söyleyin Mahmut ağa, bu ev yerceğizi için öldü. Oğlum bu ev yerceğizi için aklını kaçırdı, kızım bu ev yerceğizi için öldü. Uğursuz toprak, kara toprak benimdir,» Diyor bir dertli ana, Yunan ın kilise yapmak istediği bir karış toprağı için! «AZAP TOPRAKLAR!», işte bu Batı Trakya nın dinmeyen acısını yaşatıyor bizlere... Kulaklarımda bir deliçay uğulduyor, okudukça! Bekir in, Ak Hoca nın, Aydın öğretmen in. Selim in, Muhsine nin ve Nazlı Bacılarımın, bize ulaşabilen dertleri bunlar. Ya onlar, beni duyabiliyorlar mı? Gözyaşlarımı görebiliyorlar mı? Ben de, onlardan fazla.. bir de yardım edemememin «acısı» var! Kendi kendime yetemiyorum! Elim oraya, nasıl ulaşsın?.. Yunan a «kardeşlik şarkısı» sıralayan zihniyeti silememiştim daha!... Orada «camiler» buldozerlerle yıkılırken, ben «Tahta At»ı onarmakla meşgulüm. Ben nüfus planlaması ile eritilmek istenirken; «A be susak ağızlı. O nasıl söz! Doğur inadına, doğur da, «çoğalıyor» diye ödleri kopsun, gavurların, uykuları kaçsın!» Diyen Fatma Bacı yı, nasıl tanırdım. Okudukça yüz güçlü «Milliyetçi Türkiye» özlemi, büyüdükçe, büyüyor milyonluk gönlümde. İçim içime sığmıyor hırsımdan. Gümülcine ye uçmak istiyorum. Fakat yürümekten acizim. Bekir nasıl gelsin «meclisin» önüne, derdini anlatmak için... «Ha desen, al bayrağı alıp, çıkacak damın üstüne... Köylüler kalkar mı ayağa, kalkar! Vallah sabaha dek, uyku girmez gözlerine, öyle seyrederler al bayrağı mutlak... Cumartesi günleri, Cumhuriyet Bayramı nda filan, sırf «o nun» altından geçmek için gitmiyorlar mı Konsoloshane nin önüne... Yeter mi seyretmek! yeter mi bir altından geçmek ve sonra, bunun için hesap vermek Yunan polisi ne: yetmez! Ölünür o «al bayrak» için be, ölünür!» Diyen Bekir e, ne öğüt vereyim; «Haydi be; Bekir! Kırk kişi ile Çin Sarayı nı basan Kürşad ın soyundansın ha Yunan, kaldır isyan bayrağını». Diye mırıldandım. Sonu ne olacaktı bunun? Eğilmeyen bir ulu çınar daha kırılıp, kuruyacaktı. Ben o nu düşünmekten bile uzağım be! Fırladım dışarıya, durulmak için. Kar yağıyordu. «Kahvede yedi adam vardı. Yedi açık yara gibi... Kan içlerine akıyordu ve kar aktığından utanmadan yağıyordu!» Satırlarındaki harfler, buz gibi taneler olmuş, doluşuyordu kulaklarıma. Kar aşağıdan mı, yukarıdan mı yağıyor. belli değil. Sıkıntım, daha da arttı. Önüme gelen ilk sinemaya girdim. Leyla ile Mecnun filmini seyredemedim. Çıktım. Yine, Gümülcine deydim! Bu da aşk mıydı? «Bu yaz, bir şeyler getirecek mi bize, toprağı benim diye saracak mıyız, sen ondan haber ver... Nâzlı kızı unuttuk biz...» Derken, yüreği kan ağlayan Bekir i, düşündüm! Yine gözlerim mi dolacaktı ne? Herkes, yabancı geldi birden, yapayalnızdım Başkentte. Koşarak yurdun yolunu tuttum. Akşam ezanı okunuyordu. Acaba, oralarda da «tekbir» sesleri, duyuluyor mu? Yoksa; «Bir çocuğa, Türk lüğümü belletsem yeter. Burada kalacağım!» Diyen, Ak Hoca ların yerini; «Türk lük neymiş, zaten Türkiye kâfir oldu» Diyen, Kazım Hoca lar mı almıştı hepten? Şu şemsiyenin altındaki «sarı saçlı, kırmızı kurdelalı, minimini etekli kız» Muhsine ciğe ne kadar uzak... Kar hafifçe yağıyordu. Ben hala, koşuyordum. Görenler, ıslanmamak için koşuyor zannedecek. Bir şeyden mi kaçıyordum; yoksa bir hedefe mi ulaşmak istiyorum. Bilmiyorum! Birden aklıma gelmişti. Site yurdundaki Kerkük lü arkadaşlarla dertleşmek. Ha Gümülcine li, ha Kerkük lü, özümüzü yoğuran aynı dert değil mi? Biraz konuşup ferahlamalıyım. Boğulacağım! Kar hala yağıyordu. Düştüğü yerin, kirliliğine aldırmadan. Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 s.105 80

AZAP TOPRAKLARI Hüseyin MÜMTAZ Emine IŞINSU, NOBEL alamaz... Ben de NOBEL in yahut uluslararası herhangi bir yarışmanın jüri üyesi olsam, Emine IŞlNSU ya tek oyumu bile vermem. Emine IŞINSU, romancı mı, romancı; dilini çok iyi kullanıyor mu, kullanıyor, çağının tanığı mı, (!) elhâk.. O hâlde?... Ha kadınlığı derseniz, hiç alâkası yok bu düşüncemle.. Kadın romancı olmaz mı, o da olur. Hem romancının kadın olması, ille her olaya kadınca bir yorum getirmesini de gerektirmez ki; dudak bükelim. Yâni, romanın kapağında kadın ismi görünce, ya yalnız kadınları ilgilendiren olayları yazdığı yahut bütün olayları kadınların gözüyle yazdığı gibi bir ön hüküm mü takılıyor aklımıza?.. Hayır.. Mesele bunların hiç biri değil. Meselâ bir kış günü, akşam vakti, günün bütün yorgunluğuyla, dışarının soğuğundan, kirinden, kalabalığından evinizin sakin, huzur dolu havasına girince, meselâ yemeğinizi yiyebiliyor, sonra pijamalarınızı giyip, meselâ çocuklarımızla alt alta üst üste şen şakrak kahkahalar atıp, oynayabiliyor ve meselâ sonra şöyle ayağınızı uzatıp televizyonda istediğiniz programı seyredip veya gazetelerinize dalabiliyor musunuz? Ve meselâ bunları yaparken tatlı bir rehavetle kestirebiliyor musunuz? Ama Emine Işınsu bunları yazmıyor. Emine lşınsu; insanlığın ortak(!) değerleri olan barış, özgürlük, kardeşlik yahut insan hakları, emeğin en yüce değer olduğu yahut ne bileyim, bütün dünya halklarının kardeş olduğu ve bu düşünceden hareketle Rus ağabeyin Afganlı ya da Polonyalı kardeşini neden öpmesi gerektiğini de yazmıyor. Emine Işınsu; meselâ bir Batı Trakya Türkü nün, neden akşam evine gidemediğini bir Kerkük Türkü nün akşam evinin neden ısınamadığını, Bulgaristan daki Türk çocuklarının akşam evde babalarıyla gülerek oynamayı neden unuttuklarını, hattâ 70 li yıllarda Türkiye de Türk milliyetçilerinin çektiklerini yazıyor. Emine Işınsu bildiğim kadarıyla hep nobrium, librium vb... kullanır, her sorduğumda da başı ağrımaktadır. Ben de ne zaman onun romanlarını okumaya başlasam, midem ağrıyor. Midemin ortasına bir sol kroşe yemiş gibi olurum romanın ortalarında, sonra bu ağrı yükselir, boğazıma gelir oturur kalır. Kapatırım kitabı, yarım kalır günlerce.. Cesaret edemem devam etmeye. Azap Toprakları nda da böyle oldu (Batı Trakya), Tutsak da da böyle oldu (Kerkük), Çiçekler Biiyür de de (Bulgaristan) ve Sancı da da böyle (Türkiye) Fikret Kürşat, Emine Işınsu yu Kıbrıs a davet etmiş, Kıbrıs Türk mücadelesini yazsın diye Artık acı çekmeye tahammülüm kalmadı diye cevap verdiğini söyledi bana. Doğrudur. Ve Emine Işınsu Nobel alamaz, vermezler. Çünkü Emine Işınsu Türk ü, Türk ün çilesini yazmaktadır. Emine Işınsu bunalıp, bir takım baskılardan çekinip, İsveç e, Almanya ya, Fransa ya veya meselâ Arabistan a da çekip gidemez. Çünkü Türklerin ikinci vatanı olmaz... Vatan burasıdır. Oralara gidip, dışarıdan Türkiye, Türkiyeli halkların kurtuluşu üzerine ahkâm kesmez. O Türkiye de kalıp, Türk ü yazmaya, acı çekmeye, Nobel alamayacağını bile bile Türk ün çilesini yazmaya mecburdur. Türk le beraber gülünceye kadar... 81

TUTSAK Dr. Hüseyin YENİÇERİ Tutsak (1) Işınsu nun Ötüken Yayınları arasında çıkan yeni romanı. Küçük Dünya (2) adlı romanı ile bu türde ilk eserini veren yazar, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı nın Sanat Armağanı nı kazanmıştır. İkinci romanı üç yılda üç baskı yapan Azap Toprakları (3) adlı, dış Türkleri konu edinmiş güçlü bir eser. Bu romanda Işınsu kendine özgü üslûbu ve başarılı bir anlatımla, Batı Trakya Türkleri nin kendi kaderlerine terk edilmişliklerini; acı, ıstırap, ölüm dolu hayatlarını hikâye etmiştir. Milli Türk romanının ustalarından olan yazarın Ak Topraklar (4) adlı tarihî romanında, Dede Korkut üslûbuna yakın bir anlatımla Türklerin Anadolu yu yurt edinişleri anlatılmıştır. Sanatçının dördüncü romanı Tutsak ise Irak Türklerini ele almış. Birçok millî meselemize de parmak basılan eserde, içimizdeki tutsaklar da anlatılmış, hangi hasletlerini kayıp ettiklerinden bu durumlara düştükleri verilmeğe çalışılmıştır. Bizce Tutsak önemini, ele aldığı konudan almaktadır. Konunun derinliğine ve gerçekçi bir tutumla işlenişini de eserin önemini arttıran diğer unsurlar olarak kabul edebiliriz. Romanda Türk Milliyetçiliği ülküsü ile dopdolu bir idealist olarak tanıtılan Târık, tüm Kerkük lü soydaşlarımızı temsil eden bir semboldür. Târık, yüzyıllarca hür ve bağımsız yaşamış milletine, büyük bir imanla bağlıdır. Milletinin tutsaklığı, sömürülüşü, horlanması O nu yeyip bitirmektedir. Milletinin yüceliğine olan inancı, O nu yarına umutla bağlanmağa yöneltiyor. Bu kurtuluş umudunun «Anavatan»dan uzatılacak kardeş ellerle gerçekleşeceğini sanarak, Türkiye ye gelmiştir. «27 Mayıs»tan 1 yıl öncesine tesadüf eden o günlerde Türkiye için için kaynamaktadır. Derdini çoklarına söylemiş, sadece ülkücüler dinlemişler O nu. Târık bu guruba ve liderlerine içtenlikle inanıyor. Fakat onların da yapacakları bir şeyleri yoktur. Sonunda Kerkük e dönüyor Târık. 14 Temmuzda bütün Türkleri yok etmeği amaçlayan komünistlerin tertipledikleri katliamda O da, diğer soydaşlarının içinde şehâdet şerbetini içiyor. Tutsak gerek Türkiye sınırları içindeki Türkleri, gerekse dış Türkleri; her çeşit tutsaklıktan kurtaracak ülkücü lideri de müjdeliyor. Dil bakımından başarılı bir Türkçe nin uygulandığı eser, tahlil etmeğe çalıştığı devrin panoraması durumundadır. Eserin birçok yerine serpiştirilen Kerkük Horyatlarının, onu, birçok yönden millî çizgilerin yoğun olduğu bir tablo durumuna ulaştırmada büyük katkıları olduğunu görüyoruz. Bo horyatları ile kendi acılarını dile getiren söyleyişlerden başka, bu vefalı ve mustarip soydaşlarımız, bizim dertlerimizle de yakından ilgililer. Emine Işınsu nun dış Türkler meselesine Azap Toprakları ndan sonra eğilen bu yeni romanının ülkümüze büyük katkıları olacağını sanıyoruz. Sanatçı bu fikrî eserinde, gerçekçi bir yol izleyerek meselelerimizi tahlile çalışmıştır. Türk Milliyetçiliği ülküsüne gönül verenlere, bu eserin birçok yararlar sağlıyacağına inanıyoruz. DİPNOTLAR (1)TUTSAK, Emine Işınsu, Ötüken Yayınevi, 1973 - İst. (2)KÜÇÜK DÜNYA, Emine Işınsu, Yağmur Yayınları, 1966 İst. (3)AZAP TOPRAKLARI, Emine Işınsu, Ötüken Yay.1969 İst. (4)AK TOPRAKLAR, Emine Işınsu, ÖtükenYayınevi, 1971 İst. Desen: Üzeyir Çaycı Hacettepe Üniversitesi Öğr. Üyesi (Bozkurt Dergisi, 1973, Ankara) 82

SANCI YI BUGÜNDEN OKUMAK Ahmet ŞAFAK* Cemil Meriç, Ruskin kitapları ikiye ayırır der. Geçici olanlar, kalıcı olanlar.. Geçici olanlar faydalı veya tatlı birer konuşma: Seyahatnameler, hatıralar.. Kalıcı kitap sohbet değil yazıdır. Bir kaç sayfaya sıkıştırılmak istenen bütün bir hayat! Kitabı hayatla ifadeleyen bu açıklama bir yazarın fantazyası değil elbette. Ömrü acı, tatlı olayların ortasında geçmiş ve içinde yaşadığı toplumun macerasına bigane kalmamış insanlar için kalıcı kitapların yeri harp yoldaşlığı mesabesindedir. Harp yoldaşlığı unutulmaz! Sancı romanını okuduğumda yıl her halde 1979 du. Bu tarih, şimdi zaman şuurunu yitirdiğimiz bu vakitte, o kadar uzak ve o kadar yakın ki kitabın bir çırpıda içtiğim sayfalarında bazen geriye dönük okumalar yapıyor ve Şişli nin kıyıcığındaki okulumuzun marksistlerine Leyla,Turgut, Adnan, Seyhan gözüyle bakıyordum. Beni üç sahne çok etkilemişti. Arkadaşlarını takas yoluyla kurtarmak amacıyla kaçırdıkları solcu gençleri esire bakmak Türkün töresindendir gerekçesiyle yedirmek için ceplerindeki paranın hepsini harcayan ağabeyler ve Önkuzu nun suret değiştiren şehadeti.. Peki üçüncüsü?!! O, hala hatıra boyutunda yaşayan bir sahipsizlik sendromu: Coşkun Karakaya nın suçsuzluğunu ispat için şehit Süleyman ın son nefesini feda etmesi.. Bu üçüncü sahne, bir mübarek şehidin timsaliyetinde, Türk milliyetçilerinin doktriner anlamda sosyal alana çıktığı zamandan itibaren yaşadığı yalnızlık ve kimsesizlik halinin ölümcül ve trajik bir numunesidir. Yalnız ve yaralı yüreklerin pür kahramanlık ve beklentisiz adanmışlık ikliminde cehtettikleri masumiyet çabası, bütün devirlerde boğaza takılan cehennem halkası gibidir. Hayatın hesap kitap denkleminde hesapsız ve umarsız bir alturizm, adaletsizliğin en acıtıcı hallerini yaşatır insana. Bu ülkenin dirliği ve Türk milletinin varlığı davasını önüne koyan genç yüreklerin sistem ve devletlûlar nezdinde cüzzamlı muamelesi gördüğüne yaşayarak tanık olan bir neslin içinden geliyoruz? Sistemin içinde nefes alıp sistemin dışında tutulan diğergam fedailer, türlü çile ile anlatılacak bir zamandan şahaser bir yalnızlık hikayesi çıkarmayı bildiler. Ülkücülerin bu yalnızlığı Osmanlı sarayına ve Cumhuriyet köşküne sarmaşık gibi yapışan dilaver oğlanı devşirme güruhu tarafından estirilen yabancılaşmanın gölgesinde gerçekleşti? Bir yanda dilaverler sistemi diğer yanda bu sistemi yıkacağım diye köşkü ele geçirmeye çalışan haşhaşin tayfası..bu hain denklemin arasında kalan ülkücüler.. Devran şimdi de aynı teknikle dönmüyor mu? Bu devranda Dündar Bey aksini söylese de ölüm ve sorumluluk hep gölgede, zemheride, koridorda, meydanın ortasında kalakalan fedailere düşüyor. Buruk bir sahne.. Leyla, devrimci arkadaşları tarafından hırpalanmıştır, suçu ülkücülere, Dursun a atar. Ali büyük bir hayalkırıklığı ve öfkeyle Devlet dergisine gelir ve ona gerçekleri, ablası Leyla ya gönül koymasın diye törpüleyerek anlatmak iftira mağduru tarafa düşer? Batıcı algıyla mazoşizm tadındaki bu duruş aslında Türk Milliyetçiliğinin bir karakter ideololojisi olduğunun da altını çizmeye muktedirdir. Bu süreci ülkücüler yaşadı. Romanın bu derece iç burkmasının bir sebebi de kahramanların nefes alıp verişleridir. Şimdi o iklimin uzağındayız, itiraf edelim. Şehit Süleyman ın son nefesi hâlâ sesimizin arkasında yedekte bekleyen bir can simidi gibi. Ve biz bu helâl nefesi unuttuğumuzda kendi hikâyemizin ötelerine savruluyoruz. Hayal dünyamız geçmişi de içinde barındıran şimdi coğrafyası. Bir yaşanmışlıklar odası..sadece bizim değil, bizim adımıza bir yerlerde yaşayanın da bizim dejavumuza girdiği anlar iklimi.. Çiçekler *Sanatçı, Yazar 83

Büyür, Küçük Dünya, Azap Toprakları, Tutsak, Canbaz, Nisan Yağmuru.. Hepsi bizden bir parça,hepsi maveramızın bölümleri, hisseleri. Bugünkü günde, küresel terziler tarihi atlasımızı paramparça ederek en büyük parçasını da Yeni-Osmanlıcı kompartıman şeklinde ayırmadan önce kitap kitap Türkün ruh iklimine dokunan eserler bunlar.. Hepsi parçamız ama Sancı doğrudan doğruya biziz. Ertuğrul Dursun Önkuzu nun Zile de doğan ve Ankara da fani anlamda sona eren hayatı bu hikayede sadece bir ayna; bakıyorsun kendi hikâyeni görüyorsun. Leyla nın sesini duyduğunda bağ evine sırtüstü uzandığında yeni yetme serçeciklerin kanat seslerini işiten aslında biziz. Ziya Gökalp in Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak eserindeki Şehirli sınıfından çıkmış Saadettin tiplemesi ancak sevimli, şımarık ve gayri milli sınıfına gayri milli bir başka ideolojiye kapılarak yabancılaşacak bir Leyla yetiştirebilirdi. Ve bu sınıfın içinde bataklıktaki çiçek gibi sınıfının günahlarını temizleyecek bir saflıkta Ali... Dursun un yabancı olduğu bu çevre aslında hepimizin yabancı olduğu ama geniş kalabalıklara galebe çalan imtiyazlı bir çevre değil mi? Ve Dursun un, Ali vasıtasıyla kimse hükmen kötü olamaz ve biz insanları sınıf sınıf değil milli kültürün içinde,dışında ya da duyarsız şeklinde değerlendiririz diyerek elini uzattığı bu kast bugünde altın tepsi içinde küresel güçlere teslim olmuyor mu? Minicik Dursun un bir garip bir yoksul bir derin arkadaşlık kurduğu Hemşire Nurten in yıllar sonra mahvolup gitmesine seyirci kalmamak için yapayalnız nasıl çırpındığı da ancak ülkücüye has bir insancıllıkla açıklanabilir. Teoriden yoksun derin ve öznesiz..ve Sadettin ler yine konjöktüre göre kapıların ardında kim var diyerek cümlelerini binbir maskeye boyayarak kurmuyorlar mı? Yaşamı tapi olmak söylemiyle faydaya tekabül eden zihniyet yürütme gücünü,siyasi güce, ekonomik güce ve son tahlilde küresel güce devşiren haşhaşinler karşısında elindekini korumak için memleketi ateşe atarak teslim olmuyor mu? Ve şimdi Nişantaşı gecelerinde ilahili, fasıllı ikbal toplantıları düzenleyip okyanus ötesine övgüler düzülmüyor mu? Devlet dergisinin yazıhanesinden içeri giren saçları toplu genç kadın Dursun un hikayesini içselleştirerek Saadettin in nemelazımcılığını, Turgut un küçük burjuva şalına bürünmüş sahte haysiyetini, hemşire Nurten ın tutunamayanlar köyünden çıkardığı ruh kadavrasını ideolojik bir hınçla edebiyat tarihine armağan etmiş değildir. Bugün Devlet Baba nosyonuna bi hakkın dikkat eden dünün Demirel inin pragmatik hezeyanı bizim için oldukça öğreticidir artık. Biz İti ite kırdırıyoruz aforizması içindeki yerimizi çoktan unuttuk. Bozkurt edasıyla gezindiğimiz tarihin içinde yaramızdan hala kanlar akıyor ve biz nöbeti devretmedik. Zaman aslında bizde yaşıyor. Kitaplar, bir kuantum tılsım gibi, okunduklarında yeniden yazılırlar. Hele hele kalıcı kitaplar hiç ölmezler ve yeni yazılmış gibi tazedirler. Sancı kitap değil adeta bir eşik. Benim eşiğim, bizim eşiğimiz. Romantizmini kaybetmeyen bir ruh eşiği. Postmodern zamanların öğütücülüğünde ileriye atacağımız uzun adımın arkamızda duran kuvvet noktası. Öyle demiyor mu Henry Bergon toplumlar çağı kaçırdıklarında bir yaratıcı hamleye muhtaç bulunurlar. Bunun için geri geri gitmek ve hızlanarak ileriye atılmak şarttır.. İşte geride duran hız eşiği Sancı dır. Sancı yı okuyunca kabuk değişimlerin dışında toplumun değişmediğini gözlemlemek çok mu anakronik olacaktır. Süleyman Özmen şehit düştüğünde kalabalık içinde yürürken halkına o sizin için öldü, izin umurunuzda değil diyerek içlenen Dursun, bugün yaşasaydı açılıma ve sekiz bine yakın Mehmetçiğin aziz naaşına rağmen oyunun yarısını iktidar partisine veren seçmen iradesine nasıl hitap ederdi? Bu al kınalı koçlar sizin için şehit oldu ama siz dizi filmlerden, Acun Ilıcalı imzalı gösterilerden, evlilik, yemek, magazin programlarından kendinizi alamıyorsunuz, bu tiyatronun müsebbiplerini destekleyerek zulme ortak oluyorsunuz demez miydi? Sancı bize çok şey öğretiyor. Sancı kalıcı bir kitap olarak zamanı aşıyor ve bizi kendi metoforumuzu yaratmaya sevkediyor. Dursun Sancı da yaşıyor; sadece Zile de ki gençlere değil bugün bu fetret ortamında fikri koordinatlarından habersiz olanlara da rafine bir dille söylenmesi gerekenleri söylüyor: Eğer milletin fertlerinde milliyetine, töresine, dinine bağlılık kalmamışsa o millet benliğini kaybeder kendisi olmaktan çıkar. Sokaktan okula kahveden fabrikaya koşmalıyız. Kendi sanayimizi kendimiz kurmalıyız. İmkanlarımız bol bu imkanları büyük ve güçlü Türkiyeyi kurmak için kullanmalıyız. Biz toplumcu ekonomik görüşe sahip olduğumuz için milliyetçi değiliz, biz milliyetçi olduğumu için toplumcu ekonomik görüşe sahibiz.. Bu sözler, ülkücü hareketi solun karşısına yerleştirerek reaktif bir statikoda tutmak isteyenlere zamanın üzerinden hitap ediyor. Bugün, ülkücü hareketten sol bittiği için kendisini feshetmesini bekliyorlar. Büyük milliyetçi Türkiye yi kurmak değil, solu tasfiye etmek şeklinde sınırlandırılmış bir lokal hareketi düşleyenler aslında çekilen bunca sancının hatrına küresel zihniyetin yerli işbirlikçiliğine soyunuyorlar. Sancı da ki ülkücü, sosyal, kendinden emin, inançlı ve doktriner.. Sancı da ki ülkücü kitabi, 84

Çalışma: İsmail Kandemir mücadeleci ve şovalyeleri kıskandıracak bir tarihsel kimlik tadında.töresine düşkün,çizgisine bağlı, tartışmacı ve bilgi eksenli. Sancı da ki ülkücü Türkçü, müslüman ve çağdaş.. Sancı direnenlerin öyküsünü içeriyor. Bu direncin çok kalesi var artık. Çünkü çok sancı çekildi. Sadece çekilen sancıyı unutanlar var. Bir de unutmayanlar ve daima hatırlayanlar. Aslında bize bir Dokuz Işık Yürüyüşü daha gerek. Köslerin vurulduğu, Mehterin çalındığı. Öğrencilerin, esnafın, işçinin, memurun saf tuttuğu, düzenli birlikler halinde Tandoğan ı şölen havasına döndüren yürüyüş.. Önde Dursun, mavi renkli Göktürk bayrağını taşıyor... Tanrı Türkü korusun! nidaları çınlıyor dört bir yanda. Altı sosyal dilim ve milliyetçi Büyük Türkiye nin fedaileri balkonlardan atılan çiçeklerle adım atıyorlar geleceğe.. Küresel kaosun efendileri bu sosyal ülkücülüğün, bu içtimai mefkureciliğin karşısında afallıyorlar. Bu hayal mi? Bize bir Devlet daha gerek. Osman ın Ali ye çay demlemeyi öğrettiği, Mehmet in geciken yazıları toplamak için ceht ettiği, Dündar Bey in boy boylayıp soy soyladığı bir devlet. Zayıf uzun siyah saçlarını arkasına gelişigüzel toplayıvermiş, siyah bir pantolon ve kazak giymiş, yorgun yüzlü bir genç kadın yazısını bizzat getirdiği ve Ali nin yanağını okşayarak sen de kimsin dediği, ülkücü fikrin köşelerini, sistemini, tarihini, ekonomik görüşlerini anlatan bir Devlet. Büyük dava adamları zaman içinde zamanı yaşayanlardır. Zemin, zaman, mekan farkı gözetmeksizin iyi olan, güzel olan ne varsa yaşayan ve yaşatanlardır. Türkiye o günlerde değil artık değişti diyenlere söyleyecek çok sözümüz var. Değişimin kirli yüzünü renklere boğarak idraklerden kaçırmaya çalışanları deşifre etmek artık çok kolay. Çünkü bütün stereotipler karşımızda, sahnede yerlerini almış durumda. Saadettin de yaşıyor leyla da.. Sabiha da yaşıyor Turgut ta.. Bakın tombul elli, kel kafalı iti ite kırdıran da hamdolsun yaşıyor. Ülkücü sözüymüş sizin komünistlerden ne farkınız var diyen fakültenin kaytan bıyıklı öğrenci birliği başkanı şimdi Saadettinlerle kol kola vererek iktidara oturdu. Hala yaşıyor. Dursun mu ölecek! Erenler ölmez efendim suret değiştirirler! 85

Çiçekler Büyür Hakkında Galip ERDEM*... Efendim ben, Çiçekler Büyür romanı üzerindeki düşüncelerimden çok, yirmi yıldır yakını olduğum ve eserlerini yazarken umumiyetle yakınında bulunduğum romancımızın kendisinin de sözünü ettiği hususiyetlerden konuşmak istiyorum. Bu hususiyetler, şüphesiz bana göre, gerçek bir sanat eseri ortaya koyabilmenin de bir manada şartlarıdır. Efendim, Emine Hanım, bir roman yazacağı zaman, iki yönlü bir hazırlık yapıyor. Birisi işin emekçiliği, bilgi... İlk romanından son romanına kadar, bu emekçiliği gerçekten imrenilecek bir dikkatle, hassasiyetle yaptı. Şahidiyim hadisenin. Ak Topraklar ı yazarken; ciddi Selçuklu Tarihi okudu; hem de bu konuda yazılmış bir kaç tarih kitabını birbirleriyle karşılaştırarak. Osman Turan Bey ne diyor, efendim Altan Köymen ne diyor, Kafesoğlu ne diyor... Şu isim nasıl yazılır, doğrusu nedir? Alparslan ın hanımından, anasından hepsini... Peçenekler, onların tarihimizdeki yeri nedir... Velhasıl Ak Topraklar, böyle yazıldı. Sonra Tutsak, Kerkük Türkleri... Buradaki Kerküklülerle görüşmeler, Kerküklü Türklerin durumuyla ilgili kitaplar okundu; bu hususta bilgisi olanlara müracaat edildi; 1956 nın meşhur katliamı ile ilgili, her türlü imkân zorlandı ve bilgi istendi. Azap Toprakları, Batı Trakya da şehirlerde ne var ne yok; hepsini araştırdı. Çok geniş bilgi taraması yapıldı. Batı Trakyalı çocuklar arandı, bulundu. Böylece Azap Toprakları yazıldı. Sancı yazılırken, yollara düşüldü. Zile ye gidildi, rahmetli şehidimiz Dursun Önkuzu nun ailesi, oturduğu ev, Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 86 babası ve kardeşlerinin yanında bir kaç gün kalındı. Zile gezildi. Ailenin tarihi ve konu ile ilgili her şey öğrenildi. Buradaki Ülkücü gençlerle ki, zaten kendileri de onların ablası durumundaydılar. Mücadelelerin bir daha macerasını ve destanını dinledi. Çiçekler Büyür de de aynı şey yapıldı, diyelim Mahmut Necmettin, Altan Deliorman Bey vasıtasıyla dinlendi. Bulgaristan daki arkadaşlar, Batı Trakya dakiler gibi değildiler, biraz daha fazladırlar içimizde, pek çok tanıdık dost vardır aralarında. Mesela Ahmet Cebeci ile günlerce konuşuldu, hangi kelime nasıl söylenir, komünizmin Bulgaristan daki uygulama ve istikrar inceliklerine kadar araştırıldı. Şimdi kitabı okuyanlarınız biraz da, istihbarat bilirlerse; şunu anlayacaklardır; Karanfilof la Mehmet Ali nin konuşmalarında iyice istihbarat bilgileri vardır. İstihbarat yöntemleri vardır yani. O işler, araştırılmadan, o konuşmalar yazılamaz. Bu romanın emek isteyen hazırlığı... Ve bir de ruh hazırlığı; roman tasarlandığı vakit, hemen kahramanlarla -hele- önde gelen kahramanlarla ahbaplık ve duygu alışverişi başlıyor. Kötülere kızılıyor ama öyle sıradan değil, bu kızgınlık yaşanıyor, iyiler seviliyor... Benimle çok münakaşası olmuştur, onun sevdiği bir şeyi ben az sevmişimdir. Kavgasını yaşamıştır, yani adeta o kişilerin kahramanlarının halini yaşıyor. Bu kendisinden çok şey vermeyi gerektiren bir hazırlık. İlay ın dertli anını yazıyor, bakıyorsunuz dertlenmiş. Mesela birinin sinirli anını yazıyor, asabi! Mesela biz babanın (Kemal Efendi) durumu ko-

nusunda anlaşamamışızdır, baba aslında; hep büyük babanın baskısı altında kalmış, büyük babayı aşamamanın ezikliğini duyuyor. Ama bu bana, bir yerde de, sonradan anlaşılıyor ki minareye bayrağı çekendir! Ben dedim ki; baba baskısının tesiri ile, Hani sen o kadar mı yaptın, ben daha iyisini yapayım da gör psikolojisini kale almaz hani bu aslında büyük bir iş değil, çünkü bir itilişle yapılmıştır demez; Bayrağı kim çektiyse kahraman odur, der. Yani Kemal Eminofa, kahramandır: Işınsu ise, bunu aksini iddia eder; Kemal i bu işi sırf varlığını isbat etmek için insiyaki olarak yaptığını söyler. Neyse, bizim aramızda bir anlaşmazlık söz konusudur. Ama yazarken Işınsu, her şahısla iç içedir. Kendini yer, bitirir! Uyumaz, başı ağrır ve gerçekten adeta hissetmez, yaşar. Işınsu nun sözlerinin doğru olduğunu ben bütün samimiyetimle tasdik ediyorum. Evet, ben tekrar sözümün başına dönmek istiyorum; arkadaşlar, ben ilk toplantıda da söyledim, çok konuştuğuma bakıp sakın iddialı biri olduğumu sanmayın, bu işlerden fazla anlamam. Yalnız iyi bir okuyucuyum. Büyük sayılan eserlerin de hani pek çoğunu okumuş olduğumu söylersem mübalağa ettiğimi sanmayın. İşte ben, öyle eserlerin ancak böyle yazılabileceğine inanıyorum. Şöyle bir şey duymuşsunuzdur; gel şunun romanını yazayım, şiirini yazayım. Bana göre, böyle şey olmaz! O duymadan öte bir şey hissetmek yahut işte romancımızın ifa-de ettiği gibi yaşamak!... Bana hak verdin, teşekkür ederim. Ancak benim itiraz ettiğim husus yanlış anlaşılmış. Efendim, ben demiyorum ki, niçin baba öyle gösterildi, romancı isterse babayı daha da kötü yapabilirdi. Her baba iyi midir, ne berbat babalar vardır!. İtirazım, o baba tipinde, bayrak asma davranışı olmayacağı üzerineydi.... Usül hakkında bir şey söylemek istiyorum. Arkadaşlar lütfen tenkitlerini yaparken, elbette tenkit hakkı mukaddestir de, tenkitlerini yaparken iyi bilmedikleri bazı hallere dikkat etsinler. Efe nin diğer söylediklerinin hepsini geçiyorum. Efendim, Arif, Bulgar la içki içer mi? Arif gizli teşkilatın adamıdır. Bulgar la aklınıza gelen her şeyi yapar, başka türlü de gizli teşkilat üyesi olmak mümkün değildir. Yani gizli teşkilat mefhumunu, biraz biliyorsanız, mesela: bu söz söylenmez, Arif, hareketin lideri; Arif komünisti de tavlayacak, Arif, icap ederse rakı da içecek! Müslümanlıkla, casus, gizli teşkilat vs, böyle şeyler yok mu, Bahaddin Özkişi, Köse Kadı ya neler yaptırmaz, ve yapar da Köse Kadı, niye yapamasın ki! Yapmaya mecburdur. Vatan hizmeti, din hizmeti, millet hizmetidir. Yani böyle detaylara, girilmese iyi olur. Nabi Avcı arkadaşımız romanda «burjuva Türkiye si» deyiminin kullanılmasını Marksizm in ilkeleri ile bağdaştıramamış. Böyle bir hatanın yapılmasını romancının bilgisizliğine veriyor. Eee arkadaşımızda nükte kabiliyeti mevcut! Marksizm e ait on altı sayfalık bir broşür okuyan kişi, böyle bir yanlışa düşmezmiş efendim!.. Peki, şimdi ben diyeyim, herkes kendini her konuda konuşmaya mecbur hissetmese, anlamadığı işlere karışmasa daha iyi olmaz mı? Nasıl laf bu?. Burjuva Türkiye si sözünü romancının kendisi veya fikirlerini paylaşan bir kahraman kullanmış değil ki, Bulgarlar böyle diyor kardeşim Bulgarlar! Hem Bulgaristan daki Türklere hem de Türkiye ye yönelik propagandalarında böyle diyorlar. Ancak Bay Avcı, Bulgar Komünist propagandasında böyle bir deyimin kullanılmadığını, Emine Işınsu nun sırf ideolojik bir karalama gayreti içinde, Bulgarlara haksızlık ettiğini söylemek istiyorsa, çok rica edeceğim, biraz bir şeyler öğrensin, tavsiye ettiği on altı sayfalık broşürü önce kendisi okusun. Ben Ruscuk da üstelik Marks, Lenin ve Dimitrof un fotoğrafları ile süslenmiş müftülük odasında; yarısı Bulgarca, yarısı Türkçe basılmış Yeni Işık Gazetesi gördüm, okudum. En sık karşılaştığımda bir «Burjuva Türkiye si» idi. Uzağa gitmeğe ne hacet, arkadaşımız Türkiye de yaşıyorsa, aydan falan yeni gelmemişse, Türkiyeli Komünistlerin çıkardığı dergilere, duvar yazılarına lütfedip bir baksın, burjuva Türkiye si deyimi var mı yok mu?,, Deminden beri konuşmaları dinliyorum, hepsi iyi niyetli. Yalnız bu arkadaşın konuşmalarını hariç tutuyorum. Şunun için söylüyorum, ben içimden geçenleri aynen, biraz da ihtiyarlığımın verdiği avantajla aynen söylemeyi tercih ederim. Şimdi efendim, İlay ın ailesi yapaydır. O kelimelerin kullanılması bir yana bu hükme aile öyle olmamalıdır o ayrı- böyle bir aile İlay ın ailesi yapaydır, dedi avcı. Valla bu, Türkiye de hiç aile tanımamak gibi bir şeydir. Erkek çocuğu olmadığı için hafakanlar basan, evini terk eden, karısını boşayan erkeklerimizi hiç duymamış, görmemiş olmaktır. Yine Kemal iyi adam, karısını boşamadı. Bu Türkiye ailesidir. Türk ailesidir. Ama mücerrette bir aile varsa, onu bilmiyorum. Onun için «yapay» olmaz da, olsa olsa hoşunuza gitmeyen bir gerçek olur. Bunları ben neyse başka bir kelime söylemeyeyim. Bunun ötesi şu galiba, nasıl görmek istiyorsak, öyle görüyoruz. Ve herhalde münekkit dediğimiz adamı, bizler gibi değersiz lafçılardan ayıran da, bu. Nasıl görmek istiyorsa, öyle gören adam değil de münekkit, olduğu gibi gören adam. O neticeyi çıkardım. 87

Çiçekler Büyür Hakkında Umay GÜNAY*...Ben de burada konuşan bütün arkadaşların romana bakışları üzerinde duracağım. Işınsu kendisini ve eserlerini tanıtırken, hayatından ayrı olmadığını söyledi. Yani eserleri kendisidir ve çevresidir. Bir yerde, yaşadığımız gerçek hayattır. Bunu ben de, aynen kabul ediyorum; Işınsu, yaşanılan hayatı, yaşanılan duygulan eserlerinde aksettiriyor. Bunu böyle kabul ettikten sonra, arkadaşların itirazları bir yerde romandaki tiplere veyahut esere olmuyor da, hayatın gerçeğine oluyor. Ben, böyle kabul ettim. Neden bütün itirazlarda şunu görüyorum ki, neden acaba roman kahramanları bize birer destan kahramanı olarak, verilmedi? Neden biz bunları birer destan kahramanı olarak, göremedik? Eh, biz de destan devrini geçeli çok asırlar oldu. Destan devrini geçtikten sonra pek çok devletler kurduk, Osmanlı yı da yıktık, Türkiye Cumhuriyeti ni kurduk. Onu da devam ettirecek miyiz, yıktıracak mıyız?. Onun sancısındayız bugün Bu bakımdan, eserleri değerlendirirken «insan gerçeği»ne karşı çıkmayı, doğru bulmadığımı söylemek istiyorum. Hiç birimiz kusursuz değiliz. Kusursuz olamadık, Tanrı hepimizi, bir takım iyilikler ve bir takım kusurlarla yaratmıştır. Belli yaşlarda, mesela yirmi yaş civarlarında insanlar çok daha idealist oluyorlar. Güzel bir şey idealist olmak. Ve idealist olarak, benimsediği fikirleri gerçekleştirme çabasını verebilmek de güzel bir şey. Ama hayatın gerçeklerini reddetmek de, insanı, zannediyorum doğru bir sonuca ulaştıramaz, Yani gerçekleri, çirkinlikleri veyahut eksiklikleri tanıyarak, bunlara acaba nasıl karşı çıkabiliriz, bunları nasıl yok edebiliriz sorusu, sorulsa ve bir cevap aransa, daha doğru olur. Bazı arkadaşlar, bu İlay ailesine itiraz ettiler. Hepimiz isteriz, hepimiz düşünürüz; ilk Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 88 mektep kitaplarındaki gibi anne baba, büyükanne, dedelerin bulunduğu, çocukların çok sevildiği ve herkesin birbirine sevgiyle saygıyla baktığı ve evlerine girdikleri zaman sıcak yemek buldukları yani manevi ve maddi ihtiyaçların tam olarak karşılandığı ailelerin, cemiyetin bütününü teşkil etmesini. Ama hepimiz biliyoruz ki, bugün pek az aile bu ideal durumu gerçekleştirebilmektedir. Bu bakımdan hani burada romancıyı, karşımıza alıp, onu nasıl yazdın, bunu nasıl böyle söyledin demek, doğru bir şey değil. Yani biz burada romanın dışına çıkıp, hayatın, gerçeklerin münakaşasını yapıyoruz. Arkadaşların konuşmalarından bunu anladım. Sonra yine insani zaaflarda, zaaf mı demek lazım veya Tanrı nın verdiği duygulardan diyelim; İlay ın aşkına itiraz edenler pek çok oldu. Nasıl olur, nasıl yapar diye. Acaba hepimiz, hayatımızın bütün anlarında ve her konuda her zaman, irademizle mi hareket ediyoruz Duygularımızın tümünü birden söndürebiliyor muyuz? Sözlerimi şöyle toparlayacağım; gerçek hayata itiraz etmek yerine, bu gördüğümüz eksiklikleri nasıl tamamlayabiliriz, sualine cevap aramaya çalışsak. Bu yolda bir gayret sarf etsek, çok daha faydalı olur kanaatindeyim. Ayrıca burada şunu da belirtmek isterim ki, bir çok sanatçı gerek şair, gerek romancı insan olarak pek çok sanatçı tanıdım. Bu arada Işınsu, bu sanatçıların içinde çok mütevazı ve gerçekten mükemmel bir insandır, bunu da söylemeden geçemedim. Bu da bir gerçek, yaratma zor bir şeydir, zor olduğu için de, çoğunlukla sanatçılar -sadece bizim için değil, herhalde bütün dünya için: böyle söz konusudur. son derece kaprisli insanlardır. Son olarak ben, eseri, kusursuz bulduğumu söyleyeceğim. Işınsu yu burada tekrar kutluyorum.

Çiçekler Büyür Hakkında Yahya AKENGİN* Evet, ben şöyle bir genel değerlendirme yapmak istiyorum. Bir romana önce, inandırıcılık açısından bakarım. Şimdi bu roman konusu itibarıyla, gerçekten yüzde yüz yaşanmış, verilmiş. Öyle ki ayni konularda, aşağı yukarı okuduğumuz işte «Mao nun Zindanları» Arthur London un Hatıraları, itirafı; Arthur Köstler vs, diğer yazarlar. Bunları da göz önünde bulundurduğumuz zaman, gerçekten konu incelenmiş, rejimin gaddarlığı, hiç bir engel tanımazlığı, insan dışı hali.. Bunun yanı sıra romanın güçlü bir tarafı, imajlarda, mesela o baştaki «akçabardaklar» ve «İlay».. Bunun gibi birçok yerde güçlü imajlar var. Ki, bu romanın çok önemli yönlerinden birisi de bu. Ruh halleri de, konuşmalar da gerçekten iyi verilmiş. Bir de benim üzerinde durduğum, romanın önemli bir özelliği, okuyucu olarak, beklenenler ve sürprizler! Bazı sürprizlerle karşılaşıyoruz. İşte İlay ın babasının bayrak asması, hiç beklenmezken! Beklenen de ne? Daha hareketlilik bekliyor insan bu romanda, daha canlı faaliyetler bekliyor. Fakat netice, birden sürpriz olarak karşımıza çıkıyor. Bu bir boşluk mudur, yoksa yazarımızın roman anlayışı mıdır, o da ayrıca bir konu. Roman boyunca, karakterler olarak çok dikkatimi çeken husus; Mehmet Ali ile İlay ın arasındaki ilişki. İlay a sempati duyuyoruz, zaaflarıyla, güçleriyle her bakımdan benimsiyoruz. Fakat bunun Mehmet Ali gibi bir tipe, sonuna kadar bağlı kalmasını, ben şahsen yadırgadım. Şimdi bu kadar antipatik, her karşıma çıkmada bu isim, ben okuyucu olanak antipati duyuyorum. İlay ın ise, ahları vahları! Burada bir şey çıkıyor ortaya, yani okuyucuyu sinirlendirme gibi bir durumla karşılaşıyoruz (...) Bir de bu romandaki muhtevanın daha az bir hacimde verilmesi mümkün olamaz mıydı?.. Şimdi ben burada açıklama olarak da şunu getirmek istiyorum, tabii ki kendi görüşümü, biraz da romanda yazarın; zaman zaman devreye girmesi, arzulanan bir şeydir. Bazı şeyleri yazar, kendi tekelinde tutarak konuşmaları, senaryoları fazla uzatmadan, yani bu da işin ekonomik yönü diyelim, yine ayni şeye ulaşamaz mıydı diyorum? Bu 446 sayfaya, ben şimdi Sayın İskender Öksüz Bey e de editörünüz olarak takılacağım, bu puntolardan da şikâyetçiyim, Bu başka puntolarla 600 sayfa olabilirdi. Yani ben bu romanı 600 sayfa olarak görüyorum. O bakımdan diyorum bu muhteva, daha az hacimle verilemez miydi? (...) Bir de yazarın bir sesine, üslubuna okuyucu, yani roman hep kahramanları yönetmenin dışında bir de yazarın sesine, üslubuna zaman zaman ihtiyaç hissediyor okuyucu romanda Işınsu bunu yapabilirdi, diyorum.(...) En küçük ayrıntılar bile hep kahramanların konuşmaları, davranışları şeklinde verilmiş, hep böyle değil de zaman zaman yazar devreye girse, özellikle bazı tahliller mesela, işte aradığım şeyler... Teşekkür ederim. Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 89

Çiçekler Büyür Hakkında Emine IŞINSU* Efendim, iki haftadır burada konuşulanları büyük bir dikkat ve biraz da hayretle takip ettim. Şunu itiraf etmek mecburiyetindeyim, bir roman yazarı olarak, benim o tür düşüncelerim, endişelerim hiç olmadı. Cemiyetimizde bir roman geleneği var mıdır? Türk- İslam romanı nasıl, ne şekilde olmalıdır yahut roman yazılmalı mıdır, batı ne yapmıştır. Batının bize etkisi.. gibi fikir veya hükümleri, bana tesir etmedi. Hatta bu meseleler aklımdan dahi geçmedi. Bunlar edebiyatla uğraşanların, münekkitlerin görevidir. Benim edebiyat tahsilim yok, ayrıca edebiyat bilgisine hususi bir merak da duymadım. Ben sadece roman yazıyorum ve diyorum ki, yazdıklarımı benden soyutlamak benden ayrı düşünmek mümkün değildir. Onun için sizlere daha ziyade kendimden bahsedeceğim. Şu dünyada, 938 de doğmuş ve 79 da hala hayatını sürdüren bir Emine Işınsu vakıası vardır. Herkes gibi ben de gerek doğuştan getirdiğim mizacımla, gerek ailemden ve çevremden aldığım tesirlerle, fiziki ve biyolojik varlığımla bir canlı ahenk bütünü teşkil ediyorum. Bu bütünün, çok samimi bir inancını hemen söyleyelim. Yüce Allah beni bir Müslüman kul olma ile şereflendirirken, şu dünyadaki hayatımda bana roman yazma vazifesi verilmiştir. Böylece roman yazmayı, içtenlikle, var oluş sebeplerinden biri olarak görüyorum. Bu yolda çile çekiyorum ve bu yolda belirli bir olgunluğa ve derinliğe ulaşmaya çalışıyorum. Bende, karşımdaki insanla çok çabuk özdeşleşme yeteneği vardır. Mesela biri, kolunun ağrıdığından şikâyet etse, samimiyetle sızlansa, biraz sonra benim de kolum ağrır. O ağrıyı yaşarım. Mizacım gereği, daha ziyade hüznü ve hüzünlü olayları yaşamaya meylim var. Yine mizacım gereği sanıyorum, «Tutsaklık» ve «Hürriyet» kavramları beni son derece ilgilendiriyor, düşündürüyor. Çeşitli esaretleri yaşıyor ve hepsinde bir çözüm yolu aramayı, hürriyete nasıl erişilebileceğinin cevabını bulmaya çalışıyorum. O halde diyebilirim ki, yazdığım olaylar ve ruh halleri başımdan geçmiş olsun veya olmasın, ben hep yaşadıklarımı, yaşayabildiklerimi yazdım. Hissettiklerimi demiyorum, çünkü bu yaşama hali, hissetmekten çok daha öteye bir şey. Romanlarımdaki bütün başkarakterler, mizaçları ve davranışlarıyla ister benzesinler bana, ister benzemesinler; hepsi için «benimdir» diyebilirim. İkinci, üçüncü derecedeki tipler, şudur budur, bazen hayalidir. Bazen, tanıdık biridir, Mesela «Küçük Dünya»daki valinin hanımı Emel Hanım, annemdir. Çiçekler Büyür deki dede; biraz benim babamdır, biraz eşimin dedesidir. Çiçekler Büyür deki Mahmut Necmettin, şu anda Boğaziçi Yayınlarının sahibi Altan Deliorman Bey in pederidir. Romanlarımda fazla rolü olmayan bu ikinci üçüncü derecedeki tipleri zaman zaman kendi isimleriyle geçiriyorum. Bilhassa «Sancı» da bunu yaptım. Bu yüzden bazı tenkitler aldım, mesela Ergun Göze Bey, bunun hiç doğru olmadığını söylemişti. Fakat o romanda yazdıklarımı ben, o kişilerle beraber, o kadar iç içe yaşadım ki; bir Sadi Somuncuoğlu na, bir Galip Erdem e, bir İbrahim Metin e, bir Muhittin e başka isimler vermek, bana son derece ters geldi. Bahsettiğim dergi yazıhanesinin kendine has havasını, onların varlıkları oluşturuyordu. Ayrıca şunu ilave edeyim, romanımdaki karakterler kendi isimleriyle doğarlar, o isimlerle gelişirler. Çiçekler Büyür de dedenin adı Hasan dı. Arif inde başka bir şeydi, iki karakter de isimlerini yadırgadı. Romanı yazıyorum fakat onlar belirsizlikten bir türlü kurtulamıyorlar; nihayet benim Bulgaristanlı de- Töre Dergisi Aralık 1982 S.139 90

demin ismi Hüseyin ve Arif Nihat Hocamdan Arif adı, içime doğdu ve çok şükür kahramanlar bu adlarla şahsiyet kazandılar. Kitapta bir yerde Hüseyin Pehlivan ın ismi Hasan olarak kalmış, düzeltirken gözden kaçmış... Yine aynı romanda, halklarına ihanet içinde bulunan Türkleri, kendi adları ile geçirdim. Bilalof, Süleyman Gavazor, Tatarlief falan şu anda Bulgaristan da yaşamaktalar. Rodoplardaki katliamın baş sorumlularından biri gerçekten Karanfilof tur, Nazım Hikmet in aydınlatma gezisi bir gerçek. Zaten Çiçekler Büyür de ve dahi bütün romanlarında, hayalden çok daha fazla gerçek olaylara dayandım. Yazacağım konular hakkında araştırma yapıyor, bir kaç defter dolduruyorum. Elde ettiğim yeni bilgiler karşısında, karakterlerin alacakları tavrı, söyleyecekleri sözleri de, bazen o notun yanına kaydederim. Böylece bilgilerle yan yana roman da, yavaş yavaş gelişir. Sancı da Dündar Taşer Bey geçer. Vefat ettiği zaman, onun hayatını romanlaştırmaya söz vermiştim. Ancak Taşer merhumun kafa kapasitesi beni aştığı ve psikolojik karmaşıklığı çok derin olduğu için, onunla özdeşleşme mümkün olmadı. E söz konusu kuru bir biyografik eser değil, romandı. Yazmaktan vaz geçtim. Galip Erdem Bey e de yirmi yıla dayanan bir arkadaşlığımız vardır. Kendisi aslında bir romanda çok ilgi çekici bir baş karakter olabilir, fakat yine aynı sebeplerle onu bir kahraman olarak alamadım, ikinci hatta üçüncü tiplerde kaldı! Yani, beni aşanı yazamıyorum. 33 yaşındayken, 40 yaşında Yunus u yazabileceğimi düşündüm ve eşe dosta da ilan ettim, sanıyordum ki 40 yaşında artık o denli bir manevi derinliğe ve olgunluğa kavuşacağım ki, Yunus a ermem mümkün olacak. «Bir ben vardır, benden içerü» derken, bu mısrayı hissetmekten öte, içerdeki «Ben»i yaşayacağım. Fakat 40 yaşlarında ancak «Çiçekler Büyür» ü yazabildim. Biraz önce dedim ki roman yazma yolunda çile çekiyorum ve belirli bir olgunluğa kavuşuyorum, fakat bu çok ağır ve sancılı oluyor. Beklediğim 40 yaş beni Yunus a kavuşturmadı, Şimdi 50 diyorum, tabii Allah bilir belki çok daha önce yazarım, belki hiç yazamam. Evet, önce karakterler beliriyor, karakterler güçleniyor ve benim hayatım siliniyor; onların ki ön plana geçiyor. Kahramanlarımı, rüyada görmeye başladıktan sonra, tamam artık bu roman oluyor, hükmüne varırım. Kitap bittikten sonra, daha bir süre, karakterler bana hâkim olmaya devam ederler. Çiçekler Büyür ü Ağustos ta bitirdim. İlay ancak şu günlerde bıraktı beni. Hoş bir şey; Küçük Dünya mükâfat kazandı, hadiseye benimle birlikte sevinecek herkese haber verdim. Fakat içimde bir boşluk, asıl duyurulması lazım gelene haber vermemişim gibi bir his, tedirginim. Nihayet yakaladım; Nur un haberi yok! Nur, Küçük Dünya daki kahramanım. Yeni bir kitap, mutlak kaşlarımın arasında veya alnımda yeni bir çizgi demektir. Şu şundandır, bu bundandır diye gösterilebilirim size. İnsanlar bilhassa hanımlar, yüzlerinin kırışmasından hoşlanmazlar, fakat ben romanlarımın çizdiği çizgileri seviyorum, Çiçekler Büyür de İlay, annesinin işten çirkinleşmiş ellerinden rahatsız olmaktadır. Ancak tek başına çalıştığı tarlayı temizledikten sonra, kendi ellerinin nasır bağlamasından zevk duyar. Tıpkı öyle.. Sizin olan bir eser meydana gelmiştir ve taşıdığınız o eserin çok canlı bir izidir Son olarak şunu söylemek isterim; romanlarım benim dışımda değildir, benim için birer vasıta değildir. Romanlarım Emine Işınsu nun ta kendisidir. 91

BAHAR ÜÇLEMESİ Halide Nusret ZORLUTUNA GİT BAHAR Çekil, bu gölgeli yolda gezinme, Bahar, bakışların yine pek sarhoş! Yanılıp gönlüme misafir inme: Kapısı kilitli, mihrabı bomboş! Ma beddir orası, meyhâne değil!.. GEL BAHAR Gel bahar, erit bu yolun karını, Geçen seneleri anmayalım hiç. Dinle bülbüllerin şarkılarını, Güllerin kıpkızıl şarabını iç. Bu dünya bir büyük meyhânedir gel!.. Ziyalar, kokular, sesler çiçekler.., Ömrünün her günü bir başka düğün Bülbüller koynunda aşkı çiçekler. Güller dökülürler göğsüne bütün!.. Sâhiden güzelsin... Efsâne değil! Saçında baygın bir gül kokusu var, Dudakların kızıl karanfil gibi. Gözlerinde gülsün mine ışıklar, Seninle büyüle çarpan her kalbi. Bu hayat zaten bir efsanedir gel! Altınlı başında papatya niçin? Sarı saçlarına pembe gül takın Git, bahar! Gönlümde ibâdet için Diz çeken kızları korkutma sakın! Gönlüme girme o, kâşâne değil... Ben mi çıldırmışım, sen mi delirdin? Yalvaran sesimden bu kaçış neye? Git, dediğim zaman koşar gelirdin; Gel şimdi de inan bu efsâneye. Şimdi günler birer peymânedir gel! Git bahar, git bahar uzaklarda gül; Denize renginden bırak hediye. Ufuklarda gezin. semâya süzül... Sokulma kalbime Peymâne diye: Gördüklerin kandil, peymâne değil!.. (1920, Üçüncü Kitap) Gel bahar, gel bahar yakınlarda gül! Denize renginden armağan bırak: Ufuklarda gezin, semâya süzül, Sonra yavaş yavaş in. içime ak! Gönlüm hasretinle divânedir gel! (1936, Yayla Türküsü) 92

BAHAR GELDİ Yıllardır kaybettim o tatlı sesi, Bir türlü içimde ötmez o bülbül. Bin ömre bedeldi bir tek nağmesi, Hem ötmez, hem içten gitmez o bülbül. Kalbim sükûtuna kâşâne oldu. Dediler ki: Gelir, sen bekle biraz, Saçlarında Sünbül, yüzünde gül var; Dilinde nağmeler, bakışında naz, Bütün haşmetiyle gelecek bahar! Bu müjde dillerde efsane oldu. Hasret dedikleri zorlu ateştir: Bekledim, bağrımı dağladı gül gül. Artık gelse de bir, gelmese de bir, Dermanı yanmada bulan bu gönül Vahdet şarabına meyhane oldu. Yürekten, derinden fışkırdı bir âh, Erişti imdada rahmeti Rahman Işıklara doldu can, Elhamdülillah! Gönülde göründü en büyük Sultan, Bezminde kandiller peymane oldu Desen: Kenan Eroğlu Nusret bu aşk ile divâne oldu. 1940 Ankara 93