Muhammed Hüseyin FADLULLAH. Tefsir Dersleri, Cilt:2



Benzer belgeler
TAKVA AYI RAMAZAN TAKVA AYI RAMAZAN. Rahman ve Rahim Allah ın Adıyla

Orucun Manevi Hayatımıza Katkıları

Allah a Allah (ilah,en mükemmel, en üstün,en yüce varlık) olduğu için ibadet etmek

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 12. SINIF DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ


1. İnanç, 2. İbadet, 3. Ahlak, 4. Kıssalar

İnsanı Diğer Canlılardan Ayıran Özellikler

AİLEYE MUTLULUK YAKIŞIR! HAYAT SEVİNCE VE SEVİLİNCE GÜZEL

KUR'ANDAN DUALAR. "Ey Rabbimiz, Bize dünyada bir iyilik, ahrette bir iyilik ver. Bizi ateş azabından koru." ( Bakara- 201 )

ICERIK. Salih amel nedir? Salih amelin önemi Zekat nedir? Zekat kimlere farzdır? Zekat kimlere verilir? Sonuc Kaynaklar

Buyruldu ki; Aklın kemali Allah u Teâlâ nın rızasına tabi olmak ve gazabından sakınmakladır.

İLİ : GENEL TARİH : Hazırlayan: Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü

3. Farz Dışında Yaptığı İbadetler

dinkulturuahlakbilgisi.com amaz dinkulturuahlakbilgisi.com Memduh ÇELMELİ dinkulturuahlakbilgisi.com

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 7. SINIF DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERSİ DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ

Kültürümüzden Dua Örnekleri. Güzel İş ve Davranış: Salih Amel. İbadetler Davranışlarımızı Güzelleştirir. Rabbena Duaları ve Anlamları BÖLÜM: 3 URL:

7- Peygamberimizin aile hayatı ve çocuklarla olan ilişkilerini araştırınız

HÜCCETİN İKAMESİ VE ANLAŞILMASI

KURAN I KERİMİN İÇ DÜZENİ


EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 10. SINIF DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ

Dua ve Sûre Kitapçığı

Güzel Ahlâkı Kazanmak

ÖNCESİNDE BİZ SORDUK Editör Yayınevi LGS Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Yeni Tarz Sorular Nasıl Çözülür? s. 55

dinkulturuahlakbilgisi.com Konu Anlatımı MELEKLER Hazırlayan Memduh ÇELMELİ dinkulturuahlakbilgisi.com

Question. Masumların (Allah ın selamı üzerlerine olsun) velayet hakkına sahip olduklarının delili Nedir?

ALLAH TEÂLÂ'NIN ARŞA İSTİVÂ ETMESİ

İBRAHİM (a.s) MAKAMINI NAMAZ YERİ EDİNMEK Salı, 02 Şubat :47

TİN SURESİ. Rahman ve Rahim Olan Allah ın Adıyla TİN SURESİ TİN SURESİ TİN SURESİ TİN SURESİ TİN SURESİ TİN SURESİ. 3 Bu güvenli belde şahittir;

Arap diliyle tesis edilen İslam a dair hakikatler diğer dillere tercüme edilirken zaman ve zeminin de etkisiyle gerçek anlamından koparılabiliyor.

Allah Kuran-ı Kerim'de bildirmiştir ki, O kadın ve erkeği eşit varlıklar olarak yaratmıştır.

5. SINIF DİN KÜLTÜRÜ ve AHLAK BİLGİSİ

EFENDİ BABASI BÜTÜN MÜRİDLERİNDEN HABERDAR İMİŞ!

Nasrettin Hoca ya sormuşlar: - Kimsin? - Hiç demiş Hoca, Hiç kimseyim. Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca: - Sen kimsin?

5 Kimin ümmetisin? Hazreti Muhammed Mustafa nın (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetiyim. 6 Müslüman mısın? Elhamdülillah, Müslümanım.

İnönü Üniversitesi Fırat Üniversitesi Siirt Üniversitesi Ardahan Üniversitesi - Milli Eğitim Bakanlığı ‘Değerler Eğitimi’ Milli ve Manevi Değerlerimiz by İngilizce Öğretmeni Sefa Sezer

EHL-İ SÜNNET'İN ÜSTÜNLÜĞÜ.

1 Ahlâk nedir? Ahlâk; insanın ruhuna ve kişiliğine yerleşen alışkanlıklardır. İki kısma ayrılır:

Recep in İlk Üç Orucunun Fazileti

Eğitim Programları ANA HATLARIYLA İSLAM DİNİ

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS. Tefsir II ILH

ÖLÇME, DEĞERLENDİRME VE SINAV HİZMETLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ


Hz. Adem den Hz. Muhammed (s.a.v.)e güzel ahlakı insanda tesis etmek için gönderilen dinin adı İslam dır.

dinkulturuahlakbilgisi.com

BEYANAT. Ahmed el Hasan (a.s)

KURAN YOLU- DERS 3. (Prof.Dr. Mehmet OKUYAN ın Envarul Kuran isimli 3 no lu dersinin ilk 50 dakikasının özeti)

Efendim, öğrendiklerimin ikincisi; çok kimseyi, nefsin şehvetleri peşinde koşuyor gördüm. Şu âyet-i kerimenin mealini düşündüm:

Gerçek şudur ki bu konu doğru dürüst anlaşılmamıştır; hakkında hiç derin derin düşünülmemiştir. Ali-İmran suresinde Allah (c.c.) şöyle buyurur; [3]

...Bir kitap,bir mesaj!

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

SPOR HUKUKU 1.Ders. Yrd.Doç.Dr. Uğur ÖZER

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI 8. SINIF DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERSİ KONU VE KAZANIMLARININ ÇALIŞMA TAKVİMİNE GÖRE DAĞILIM ÇİZELGESİ

Kur an-ı Kerim i Diğer Kutsal Kitaplardan Ayıran Başlıca Özellikleri

İmanda Mürakebe Bilinci - Akaid - Dr. Mehmet Sürmeli'nin kişisel web sitesine hoşgeldiniz.

Ali imran 139. Gevşemeyin, hüzünlenmeyin! Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz, üstün olan sizlersiniz.

MİSYON, VİZYON VE DEĞERLER

Değerli büyüğümüz Merhum Fatma ÖZTÜRK ün ruhunun şad olması duygu ve dileklerimizle Lisans Yayıncılık

Kur ân da Dua Ayetleri

O, hiçbir sözü kendi arzularına göre söylememektedir. Aksine onun bütün dedikleri Allah ın vahyine dayanmaktadır.

Muhammed Aleyhisselam ın Dilinden Dualar

Gençlik Eğitim Programları KULLUK VE SORUMLULUK BİLİNCİ

Gıybet (Hadis, Tirmizi, Birr 23)

Sabah akşam tevâzu içinde yalvararak, ürpererek ve sesini yükseltmeden Rabbini an. Sakın gâfillerden olma! (A râf sûresi,7/205)

Hafta Konu Ön Hazırlık Öğretme Metodu

İsra ve Miraç olayının, Mekke de artık çok yorulmuş olan Resulüllah için bir teselli ve ümitlendirme olduğunda da şüphe yoktur.

HATAY BOZGUNCULUĞA VE AYRIMCILIĞA İZİN VEREMEZ!!!

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI 8. SINIF DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERSİ KONU VE KAZANIMLARININ ÇALIŞMA TAKVİMİNE GÖRE DAĞILIM ÇİZELGESİ

ALEMLERİN EFENDİSİ NİN (SAV) DİLİYLE KUR AN

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI 8. SINIF DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERSİ KONU VE KAZANIMLARININ ÇALIŞMA TAKVİMİNE GÖRE DAĞILIM ÇİZELGESİ

NİÇİN EVLENMEDEN ÖNCE İNSANIN KENDİNİ TANIMASI ÇOK ÖNEMLİDİR? YA DA KENDİNİ TANIMAK NEDİR?

Muhammed Salih el-muneccid

Kavramlar. 1.Mü min. 2. Kafirler. 3.Münafiklar. 1.1 Kur anda Mü min ile ilgili Ayetler 1.2 Kur anda Mü min görevleri ve özellikleri

1.4.Etik Sistemleri Etik ilkelerin geliştirilmesinde temel alınan yaklaşımlar hakkaniyet ilkesi, insan hakları, faydacılık ve bireysellik

Selam vermekle karşımızdaki kimseye neyi ifade etmiş oluruz?

Arkadaşınız UNITE OGRENCI RAPORLARI VE YANIT KAĞITLARI. ICI P.K. 33 Bakırköy / İstanbul

Nesrin: Ahmet! Ne oturması! Daha gezecek birçok mağaza var, sen oturmaktan bahsediyorsun.

Yaratanlar arasında şerefli bir yere sahip olan insanın yaşam hakkı da, Allah tarafından lutfedilmiş bir temel haktır.

Gençlik Eğitim Programları DAVET

Rahmân ve Rahîm Ne Demektir?

7.SINIF SEÇMELİ KUR AN-I KERİM DERSİ ETKİNLİK (ÇALIŞMA) KÂĞITLARI (1.ÜNİTE)

URL: Hazırlayan: Mehmet Fatih Bütün. Teravih Namazı. Namazı Bozan Durumlar. Namazın İnsana Kazandırdıkları. Kunut Duaları ve Anlamları BÖLÜM: 3

Kur an ın varlık mertebelerini beyan eder misiniz ve ilahi vahiyde lafızların yerinin ne olduğunu

Ahlâk ve Etikle İlgili Temel Kavramlar

İbadetin Manası ve Çeşitleri

Duanın psikolojik faydaları, sıkıntılı zamanlarda olduğu kadar günlük hayatta da çoktur.

ŞİRK VE ÇEŞİTLERİ EBU SEYF

EDİRNE İL MÜFTÜLÜĞÜ 2015 MERKEZ 4. DÖNEM VAAZ (EKİM, KASIM, ARALIK) VE İRŞAT PROGRAMI

M. Sinan Adalı. Eski zamanlarda yaşamış peygamberlerin ve ümmetlerinin başlarından geçen ibretli öyküler, hikmetli meseller

IÇERIK ÖNSÖZ. Giriş. Birinci Bölüm ALLAH A İMAN

Hz.Resulüllah (SAV) den Dualar

T.C. 8. SINIF I. DÖNEM. ORTAK SINAVI 26 KASIM 2014 Saat: 11.20

Dua edelim: I.Korintliler 1:30, Efesliler 2:10

Vatan istilacılarına isyan edenlerin kırık utangaç hali, benim için, ibadetle olanların sert ve dik tavırlarından iyidir.

Mirza Tahir Ahmed Hazretleri Cuma Hutbesinde, duanın aşağıdaki bahsedilen durumda şartsız olarak kabul edileceğini söyledi;

AİLE: HAYATA AÇILAN PENCERE

Kur an ın Bazı Hikmetleri

Söylemek istemediğimiz birçok şey, söylemek istediğimiz zaman dinleyici bulamaz.

Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesin olarak inanırlar. Bakara suresi, 4. ayet.

URL: Hazırlayan: Mehmet Fatih Bütün. Dua. Dua İbadetin Özüdür. Niçin ve Nasıl Dua Edilir? Kur'an'dan ve Hz. Peygamber'den Dua Örnekleri BÖLÜM: 2

Transkript:

MİN VAHYİ'L KUR'AN Muhammed Hüseyin FADLULLAH Tefsir Dersleri, Cilt:2 Tarama & Tashih : Muhammed ÇİÇEK ekitap: Muhammed H.İPEK Dualarınızı bekliyoruz... Önemli: Sitemize üye olarak bizi destekleyin. Unutmayın ki, her yeni üye, kütüphaneye yeni kitapların eklenmesi demektir... Akademi Yayınları 8 Özgün Adı: Min Vahyi'l Kur'an Dizgi Baskı: Başaran Matbaası Cilt: Çiftçi Mücellithanesi Kapak: Aycan Grafik Kapak Baskısı: Orhan Ofset

Tashih: Akademi Fevzipaşa Cad. No. 57 Kat 4 Tel: 5212021 Fatih/İSTANBUL Çeviri: Mehmet Yolcu İstanbul - 1989 ONBİRİNCİ DERS BAKARA SURESİ 40-44. AYETLER TARİHLERİ VE BUGÜNKÜ HALLERİYLE YAHUDİLER KUR'AN TERAZİSİNDE Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla «Ey İsrailoğulları, size bağışlamış olduğum nimetleri hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Ve sadece benden korkun. Elinizdeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğum Kur'an'a inanın; O'nu inkâr edenlerin ilki olmayın, Ayetlerimi birkaç para karşılığında satmayın; yalnız benden çekinin. Bile bile batılı Hakk'ın üzerine örtüp Hakk'ı bakışlardan gizlemeyin. Namazı kılın, zekâtı verin ve rukuya varanlarla birlikte siz de rukuya varın. Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara (başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?» (Bakara; 40-44) Bu, surenin yeni bölümlerinden biridir. Yüce Allah bu ifadelerle; Peygamberimize ve Peygamberlikmisyonuna karşı çıkan, Müslümanların akidelerini sarsmak, kanatlarını altüst etmek için kervanı engellemeye çalışan, şeklini bozmaya, Müslüman ın zihniyetinde kuşkulara, endişelere yol açmaya imkân arayan İsrailoğullarına (Yahudilere) hitap etmekte-

dir... İşte bu atmosferde Kur'an-ı Kerim ehl-i kitabın bir kesimini oluşturan ve İslam'ın ortaya çıktığı bölgede büyük etkinliğe sahip olan Yahudilerle fikir mücadelesine girişmektedir... İslam'ın Yahudilerle diyaloga önem vermesinin başlıca iki önemli amacı vardı: Birincisi: İslam dini ile diğer dinlerin ortak ilkelerini belirlemek. İslam, herkes tarafından kabul edilen ortak kurallar, ilkeler ve misaller aracılığı ile Yahudilerin ellerinde bulunan delilleri çürütmeyi ve bu vesile ile sahayı genişletmeyi, diyalogu apaçık, net ve pratik değeri olan ilkelere dayandırmayı, böylece diyalogu geliştirmenin uygun zeminlerine yol açmayı hedef alıyordu. Bu, madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun ikinci yüzü ise, Allah'ın vahyi ve mesajı tarafından gönderilmeyen ve aslında Kitap'ta olmadığı halde Yahudiler tarafından Kitab'a sokulan asılsız saptırmaları düzeltmeyi amaçlıyordu. İkincisi: Yahudilerin içinde yaşadığı gerçek ortamı net olarak ortaya koymak, yaşamlarından egemen olan pratiklerini gözler önüne sermek. Onların kusurlarını, ayıplarını, rezilliklerini söz konusu etmek tavır ve hareketlerinde izledikleri kaypak yöntemleri açıklamak, insanları çağırdıkları çizgiye kendilerinin bile gelmediklerini, ondan saptıklarını ve sahip oldukları ahlakta, tutum ve hareketlerinde bu çizgiye uymadıklarını açıklamak ve neticede onları saf dışı etmektir. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Özellikle Yahudiler ve İsrailoğulları üzerinde durulmasının hikmeti nedir? Kur'an-ı Kerim diğer dinlerle diyalogdan söz ederken neden her zaman İsrailoğullarından işe başlamaktadır? Ehli Kitabın diğer bir kesimini oluşturan Hıristiyanlara neden bu ölçüde yer vermemektedir? Cevap daha önce işaret ettiğimiz olgu ile yakından ilgilidir... Yani İslam'ın Medine'de insanların hayatında bir güç olarak ortaya çıktığı günden itibaren Müslümanların karşısında yer alan Yahudilerin büyük kitleleri harekete geçiren dini bir gücü temsil etmeleri, özellikle onlara yönelmeyi gerektiriyordu. Ehl-i Kitabın diğer kesimlerini oluşturan Hıristiyanlara gelince; bunlar vakıa olarak İslam'ı cephe alma konusunda o kadar önemli ve etkili bir fonksiyona sahip değillerdi. Hatta İslam'ın ilk dönemlerinde Hıristiyanların, olumlu yönden, İslam'ın lehine aktif bir etkinlikleri olduğu bile söylenebilir. Çünkü ilk Müslümanlar, zor durumda kaldıklarında Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Habeşistan'ın Hıristiyan Kralı onları bağrına basmış ve korumuştu. Oraya hicret eden Müslümanların Hz. İsa ve annesi Meryem e ilişkin Kur'an ayetlerini okumalarına sevinmiş ve onlarla hem fikir olduğunu belirtmişti. Dolayısıyla aralarındaki sorunlar asgariye inmişti. Artık aralarındaki mesele, düşünceye ilişkin bir problemdi. Yani geriye sadece Hz. İsa'nın şahsiyeti ve Allah ile ilişkisi meselelerinin nasıl anlaşılacağı konuları kalmıştı. Buna bağlı olarak onlarla gerçekleştirilen ve oluşturulan diyalog bu düzeyde kaldı. Yani konunun bütün önemi düşünceye ilişkin bir konuda düğümleniyordu. Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken önemli noktalardan biri de, İslam'ın Yahudilerle diyalogu ile Müşriklerle diyalogu arasında tabiat ve önem farkının söz konusu olduğudur. Yahudilerle detaylarına kadar irdelenen konuların hiçbiri, Müşriklerle söz konusu edilen konularla benzerlik arz etmez. Ve onlara paralel konulardan oluşmaz. Belki de buradaki önemli farklardan biri, İslam dininin, Müşrikleri dini bir kuvvet olarak kabul etmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Çünkü şirk, dini bir düşünce değildi. Aksine şirk dini, Tevhid yolunun tam karşı tarafında yer alıyordu. Bu nedenle İslam dini ile şirk dini arasında evren, hayat, ilahi Peygamberlik misyonlarından kaynaklanan tarihsel değerler, bu

çağda hayattaki değer yargıları veya bireysel ve toplumsal hayata ilişkin yasalar ve hukuki değerler gibi genel konularda ortak bir nokta yoktu. Beraber sahiplendikleri müşterek değerleri yoktu. Bu nedenle İslam onlarla ortak bir mesele bulamıyordu ki detaylara yönelik bir diyaloga girsin. Son çare olarak şirki, düşünce yönünden ele almayı esas almıştı. Onları, akıllarını kullanmaya ve düşünmeye davet etmişti. Allah'ın kendilerine bağışladığı bütün imkânları bunun için seferber etmelerini istemişti. Düşüncenin ana maddesini oluşturan vasıtaları, yeni bir fikrin oluşturulmasında kullanılacak düşünme vasıtalarının tümünü en güzel şekilde harekete geçirmeyi hedef almıştı. Bunun ardından Kur'an onları karşısına alıyor; onlarla düşünce, hareket ve metot konularını, problemlerini tartışıyordu. Onlarla bu problemleri çözmenin yollarını arıyordu. Yahudiler'e gelince, bunlar Müşrikler gibi değildi. Ortada hem İslam'ın hem de Yahudiliğin doğru kabul ettiği ve iman ilkelerinden saydığı ilahi peygamberlik olgusu (risalet) vardı ve her iki taraf ortak bir tarihe sahipti. Bu da söz konusu tarihin çeşitli merhaleleri çevresinde birtakım tartışmalara girmeyi zorunlu kılıyordu. Doğru ile doğrudan sapmış, yanlış yola girmiş düşüncenin detaylarına inmeyi gerektiriyordu. Ortak bir zeminde kalabilmek ve birleştirici, teke indirgeyici bir hareket mantığına sahip olabilmek için akide, metot, yasama, (hukuk) ve şahsiyetler konusundaki ayrılıkların, farklılıkların kaldırılması, ortak bir noktaya gelinmesi zorunlu oluyordu. İşte bu konular iki grup arasında birtakım sürtüşmelere ve açmazlara yol açıyordu. Bir ölçüde hassas ve esnek olmayı icap ettiriyordu. Onlarla diyaloga geçerken buluşma zeminlerinde onlara ulaşabilmek için gerekli titizliği esas almayı ve ehl-i kitaba açık olmayı zorunlu kılan şartlar söz konusuydu. Kur'an-ı Kerim bu bölümde Yahudilerden, onların hayatlarından, sosyal etkinliklerinden, işi düzeltmeye çalışan Peygamberlere ve diğer insanlara karşı nasıl bir tavır ve tutum içine girdiklerinden ve siyasal konumlarından söz etmektedir... Bu bölümde yer alan ayetler, yüzden fazladır. Çünkü bu sure Medine'de indirilen bir suredir ve bununla Müslümanların sistemi oturtulmak istenmiştir. Medine'deki Müslümanların yaşam tarzları, düşüncede izleyecekleri yöntem ve metot, mücadelede esas alacakları ilkeler ve strateji burada belirtilmiştir. İşte bu ilkeler, metotlar, yöntemler böylece her yerde ve her zamanda geçerli olan canlı birer örnek konumuna geçmiş ve örnek alınacak problemler, meseleler düzeyine yükselmiştir. Burada ayrıca Kur'an'ın üslup üstünlüğüne de dikkat çekmemiz gerekir. Kur'an burada insanı en temel boyutları ile ele almakta, ruhi (manevi) ve fikri yapısını göz önünde bulundurmaktadır. Kur'an insanın hasmına karşı olan düşmanlık noktasını baz alarak saldırıya geçmemektedir. Ona karşı sert biçimde tavır koymamaktadır. Peygamberlik misyonuna (risalet) ve Peygamberlere karşı tarih boyunca izledikleri yola dikkat çekmemektedir. Meseleyi, onların bu konularda ortaya koydukları kaypak tavırları esas alarak çözmeye çalışmamaktadır. Hareket noktası olarak değişmez İslami ilkeyi temel almaktadır. Bu İslami ilke, düşmanın pratiklerini ve düşmanca tavırlarını, tarihi süreci gözler önüne sererek ortaya çıkarmayı ve düşmanını bu süreç içinde yargılamayı esas almaktadır. Bu noktada onların kökleri, insanoğlunun var olduğundan bu yana yer alan İlahi risaletlerin başlangıcına kadar uzanmaktadır. Bu aşamada yüce Allah büyük bir fazilet ve önemli bir nitelik olarak onlardan Nebiler Resuller gönderdiğini belirtmektedir. Fakat onlar bu sağlam ve dosdoğru çizginin değerini takdir edememiş ve kıymetini bilememişlerdir. Bu nimete karşı Allah'a şükretmemiş ve bu doğrultuda yol almamışlardır. Tam tersine karşı koymuş, bu çizgiden sapmış ve Peygamberlerini haksız yere öldürmüşlerdir. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmışlardır. Allah'ın kendilerine bahşettiği bu imtiyazların, bu avantajların kendi öz değerlerinden kaynaklandığını, bunlarla diğer uluslardan farklılık arz ettiklerini zannetmişlerdir. Kendilerini Allah'a en yakın ulus, Allah katında seçilmiş ulus olarak

görmüşlerdir... Kur'an bu tarihi yapıyı gözler önüne serdikten sonra hemen muhatap aldığı Yahudilere yönelmektedir. Onların hatalarını, suçlarını cinayetlerini anlatmaktadır. İslam çağrısına karşı geniş kapsamlı bir cephe açmalarını ve O'na düşmanlık etmelerini eleştirmektedir. Biz bu uzun muhakemede gerçekten toleranslı bir ruhun varlığını görüyoruz. Bu müsamaha ruhu ile onlara yaklaşılmakta ve onlar gerçeğe davet edilmektedir. Bütün bir şefkat ile kendilerine bir çağrı yöneltilmektedir. Bu yanlış hareketlerinden, tavırlarından vazgeçmeleri aşılanmaya çalışılmaktadır. Daha sağlıklı, daha doğru bir tutum izlemeye dönüş yapmaları telkin edilmektedir. Bütün bir yapıcılıkla, bütün bir şefkatle ve realiteye dayalı bir anlayışla Allah'tan korkmaları, kalplerini bu korkuya açmaları talep edilmektedir. Böylece anlatılmak istenmektedir ki, insan ne kadar Allah'tan uzaklaşsa da, O'nun doğru çizgisinden sapsa da Yüce Allah onu ihmal etmez, kendi arzu ve istekleriyle yüzüstü bırakmaz. Tam tersine sürekli onu korumaya devam eder. Onu kendisine çağırır ki, kalbi Hakka, ruhu Allah'a açılsın. Biz burada bu ayetleri incelemeye çalışırken İsrailoğullarının fonksiyonlarını, değişik boyutlara varan hareketlerini, tutum ve davranışlarını, kaypak olan yöntemlerini, dönekliklerini ve derin psikolojikkomplekslerini araştırmaya çalışacağız... Sonra, saldırılarla, zorluklarla dolu olan yaşama karşı, Peygamberin sabrı; Peygamberlik misyonunun gücü, derin anlayışı ve kavrayışı ile bu zorluklara nasıl karşı koyduğunu, bu kadri yüce Peygamberin onlara karşı nasıl bir siyaset izlediğini göreceğiz. Böylece, hayatımızda izlediğimiz Allah yoluna davette bu örnekten ilham almaya, ondan istifade etmeye yöneleceğiz. Allah'ı Hatırlayın ve O'na Verdiğiniz Sözde Durun (Ey İsrailoğulları, size bağışlamış olduğum nimetleri hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim ve sadece benden korkun» (Bakara, 40) Cenab-ı Allah onlara nimetlerini bu şekilde hatırlatmak istiyor. Onların bu nimetleri hatırlamalarını ve bu nimetlere karşı sorumluluklarının bilincine varmalarını talep ediyor. Onlar realite ve pratik eylem sahasında, Allah'a bağlılık göstermek suretiyle, nimete şükrettiklerinin ispatlamalıdırlar. İlahi Peygamberlik misyonunu; kabul etme, destekleme ve bağlılık gösterme ile karşılamalıdırlar... «Nimetlerimi hatırlayın» Ki, Peygamber Muhammed'e (salât ve selam üzerine olsun) karşı takındığınız inatçı tavrın şükredenlerin tutumu değil, nimete nankörlük edenlerin (kâfirlerin) tutumu olduğunu öğrenesiniz. Çünkü siz O'nun gerçekten Allah'ın elçisi olduğunu biliyorsunuz... Allah'ın İsrailoğullarına bahşettiği bu nimetler nelerdir, sorusuna gelince Bakara suresinin daha ilerideki ayetlerinde bu soruya cevap verilmektedir... «Bana verdiğiniz sözü tutun,» Ayetin bu cümlesi, Allah ile onlar arasında; kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları, insan için belirlediği çizgide uyum ve ahenk içinde hareket etmeleri, Peygamberlerini doğrulayıp desteklemeleri konusunda bir antlaşma olduğunu ortaya koymaktadır... Yalnız bu antlaşma Allah ile İsrailoğulları arasında onları diğer insanlardan farklı bir konuma getiren söz konusu özellikleriyle uyum sağlayacak biçimde özel bir antlaşma mıydı? Yoksa herkesle

yapılan bir antlaşma mıydı? Bu konu açıklık kazanmamıştır. Açıkça anlaşıldığına göre mesele bundan geniş boyutlarda seyretmektedir. Biz İsrailoğulları ile özel bir antlaşma yapıldığına dair herhangi bir ipucuna rastlamıyoruz. Burada söz konusu olan antlaşma, Yüce Allah'ın her yer ve zamandaki kullarından aldığı sözdür. İnsanları Allah'a ibadet etmeye çağıran fıtratları ve Peygamberlerin risaletleri vasıtasıyla onlardan söz almıştır. Bunlara iman etmek, içerik olarak Allah'ın huzurunda eğilmeyi ve O'na bağlanmayı zorunlu kılar... Ayrıca Yüce Allah kendisi ile kulları arasında gerçekleşen bu söz almaya ve kesin antlaşmaya, yüzden fazla ayette yer vermiştir. Burada özellikle İsrailoğullarından söz alınmasının ele alınma nedeni, kıssanın içerik olarak onlardan söz etmesi ve onların tarihlerini yönlendirmeye çalışmasıdır. «Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim.» Yüce Allah, kullarına hayatın yollarını kolaylaştırmaya, hayattaki nimetleri ve güçleri (enerjileri) onların emrine vermeye, onları takva sahibi kullara söz verilen Adn Cennetlerine göndermeye söz vermiştir. Biz ayetin bu cümlesinden kesin bir düşünce ilkesi çıkarıyoruz... Eğer Yüce Allah kullarına Ahirette Cenneti, dünyada desteği, yardımı, korumayı, kollamayı ve bütün önemli, büyük işleri söz veriyorsa, bu, insanların O'na verdikleri söz karşılığındadır. Bu söz onlarla yaptığı antlaşmanın ilkelerine bağlılıkla sınırlıdır. Yani onların İman çizgisiyle ahenk ve uyum sağlamalarına, iyi işler (amel-i salih) yapmalarına bağlıdır. Bu sözü yerine getirmeden, antlaşmaya bağlı kalmadan, bunların gereği olan tavır ve hareket pratiğe aktarılmadan onların böyle bir hak iddia etmeleri söz konusu olamaz... Bu bağlamda bir noktaya değinmek gerekiyor: İnsanlar Allah'a karşı hiçbir hak iddia edemezler. Çünkü onlar, Allah'ın yarattığı varlıklar ve O'nun malı, mülkü niteliğindedirler. Onlar sadece Allah'ın vaadi, lütfu ve rahmetiyle bunca mükâfatlara müstahak olurlar. Öyleyse bu, Allah'ın vaadinden kaynaklanan bir hak olmaktadır ve bunun fazileti de bütünü ile O'na aittir. «Ve sadece benden korkun.» Eğer siz Allah'tan korktuğunuz halde insanların korkusu ve onlardan duyduğunuz endişe ile mal, şehvet (arzu, istek) ve nüfuz gibi elde etmiş olduğunuz imtiyazların elinizden kaçacağı korkusu eli sağlıklı olan çizgiden yan çiziyorsunuz, biliniz ki Allah'ın izni olmadan hiç kimse size zarar vermez. Öyleyse hem dünya işlerinde hem de ahiret işlerinde yalnız Allah tan korkun. Çünkü dünyanın da, ahiretin de sahibi Allah'tır. Demek ki, otoritesinden ve cezasından korkulacak olan yalnızca O'dur. Burada cümlenin yüklemi, özel bir anlam ifade etmesi için öne alınmıştır. Nitekim: «Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz»(fatiha 4)...Ayetinin metninde de yüklem, bu amaçla öne alınmıştır... «Sizin yanınızdaki (Tevrat'ı) doğrulayan bu Kuran 'a da iman ediniz» Muhammed'e, risaletinde ve Kur'an'ında yer alan ve sizin yanınızdaki Tevrat'ı doğrulayan vahye, iman ediniz. Çünkü Peygamberler öncekilerini yalanlamak için değil, onları doğrulamak, tasdik etmek, hayatın ilerlemesi, gelişmesi, yeni şeylere ihtiyaç duyması nedeniyle eksik kalan taraflarını tamamlamak için gelirler.. «O'nu inkâr edenlerin ilki olmayın»

Çünkü O'nu inkâr etmek, O"nun davasının ve risaletinin doğru olduğunu belgeleyen elinizin altındaki sağlam delillerle, sarsılmaz kanıtlarla asla bağdaşmaz. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Kureyş Müşrikleri onlardan daha önce küfür ve inkara kalkıştıkları halde ve Yahudiler ve inkar edenlerin ilki olmadıkları halde Yüce Allah neden «O'nu inkar edenlerin ilki olmayın» demektedir? Cevap: Bu ifade tarzının mübalağa (abartma sanatı) türünden bir açıklama olması mümkündür. Yani burada onların herkesten önce O'na iman etmelerinin gerektiği pekiştirilmek istenmiş olabilir. Herhalde burada esas alınan nokta, Müşriklerin bu sırada İslam'a davetin pratik sahasında Ehl-i kitabın düzeyinde kuvvetli, etkili bir düşüncelerinin bulunmadığıdır. Yani bu konuda Müşriklerden daha çok, ehl-i kitap söz ve yetki sahibiydi. Nüfuz onların elindeydi. İşte bu nedenle onların tutum ve tavırları diğerlerine oranla daha önemli ve etkili kabul edilmiştir. O'nun içindir ki, kendilerinden öncekilerin inkâr etmeleri fazla önemli olmadığından yok mesabesinde gösterilmiştir... «Ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayın.» Ayetin metninde geçen ve satın alma anlamına da gelen «şira» kavramı burada satmak anlamındadır. «İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce, insanları Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için (masal, hikâye gibi) eğlence (türünden boş) sözleri alırlar» (Lokman 6) ayetinde geçen«şira» kavramı da satın alma anlamındadır. Burada denmek isteniyor ki, maddi ya da manevi imtiyazlar, menfaatler karşılığında Allah'ın gerçek ayetlerinden yüz çevirmeyiniz, başkalarından elde ettiğiniz menfaatler karşılığında Allah'ın gerçek ayetlerinden yüz çevirmeyiniz, başkalarından elde ettiğiniz menfaatler karşılığında onları terk etmeyiniz. Çünkü İslam'a karşı savaşmak için aldığınız bu para, Allah'ın ayetlerine ve yasalarına bağlılıkla elde edeceğiniz dünyevi ve uhrevi kazançların yanında bir hiç niteliğindedir... «Yalnız benden çekinin.» Yani benden başkasından korkmayın. Çünkü onlar size ne bir zarar ne de bir menfaat sağlama gücüne sahip değillerdir. Öyleyse yaptıklarınızda ve yapmadıklarınızda benden korkmayı ölçü olarak alınız. Çünkü dünya ve ahirette insanın seyrini, yaşamını yönlendirme gücüne sahip olan yalnızca benim kuvvetimdir... Takva kavramı, insanın iç duygularında yaşadığı geçici herhangi bir korku değildir. Gerçek takva; insanın vicdanında ve kalbinde yer eden, onu Allah'ın emirlerine eksiksiz bir şekilde bağlayan, yasaklarından sakınmasına doğru yönlendiren bir iç dinamizmin adıdır. Bu durumda takva sahibi insanın önünde yasağı çiğneme kapısı açılsa da oraya girmeye yanaşmaz. Bunun tersine Allah'a bağlılık kapıları açılmışsa gerçek bir samimiyet ve tam bir İmanla oraya girer. «Bile bile batılı hakkın üzerine örtüp, Hakkı bakışlardan gizlemeyin» İsrailoğulları, Aldatma ve Hakkı Gizleme Arasında Yahudiler iki yöntemle İslam'a karşı koyuyorlardı: Birincisi, aldatma ve kaypaklıkla meseleyi saptırma yöntemidir. Bu yönteme göre onlar batılı hak ile karıştırıyor, Hakk'ın gerçek çehresini gizlemeye, şüpheler yaymaya, iman ve yasama konularında birtakım kuşkular üretmeye çalışıyorlardı. Bu yöntemle, insanların gerçeği açık olarak görmelerine engel oluyorlar ve onların hak ve batıl arasında şaşırıp kalmalarını sağlamaya, ikisini birbirinden ayırmalarını önlemeye çalışıyorlardı. Bugün yaşadığımız hayat şartlarında

da birçok kimseler bu yöntemi kullanmaktadır. İslam düşüncesine ve tabiatına bir takım tezgâhlarla, oyunlarla kuşkular yerleştirmeye gayret etmektedirler. İslam'ın başarıya ve hayatta en büyük hedefine ulaşma imkânlarının yetersizliğini yaymaya çalışmaktadırlar. Özellikle Yahudiler bu yöntemi tarih boyunca kullandıkları gibi, bugün de geliştirilmiş metotlarla uygulamayı sürdürmektedirler... İkincisi yöntem, gerçeği, hakikati gizleme, saklama yöntemidir. Yahudiler bu sırada, Peygamberimizin ilahi mesajında gerçekten doğruluk bulunduğunu bildikleri, O'nu, gerçek Peygamberlerden biri olarak tanıdıkları, birçok bilgilerin ve eldeki verilerin de O'nun doğruluğunu pekiştirdiği halde bu bilgileri ve belgeleri insanlardan gizliyorlardı. Kıskançlıklarından ve hiçbir temele dayanmayan azgınlıklarından dolayı İslam'ın hayatta ilahi bir risalet olarak güçlenmesini, toplumda gerçek konumuna oturmasını istemiyorlardı... Bu yöntem bugün Kâfirlerin ve ateistlerin bize karşı kullandığı bir savaş taktiğidir. Onlar, İslam'ın reddedilen hiçbir ilkesinin, bir delile dayandırılarak bilinçli bir şekilde reddedilmediği imajını kırmak için, bildikleri tüm gerçek delilleri, gerçeğe aydınlık getiren belgeleri tümden reddetmektedirler. Ayetin anlamını açıklamak için burada iki önemli noktaya işaret etmek gerekir: Birinci nokta: Hakkı gizlemek ile hakkı batıla karıştırmak arasındaki fark şudur: Öyle meseleler vardır ki, onların düşünce ve eylem alanındaki anlamlarını maskelemek, onlarla oynamak mümkün değildir. Çünkü bu meseleler bu tür şeyleri kaldırmaz. İşte Yahudiler buna benzer konularda insanlardan gerçeği gizleme taktiğine başvurmuşlardır. Böylece insanlar gerçeğin yüzünü tanıyamayacak ve ona bağlanamayacaklardır... Ayrıca bazı meseleler vardır ki ince noktalarına ve detaylarına inilmesine rağmen birtakım kapılılıkları ve gizli yönleri kalabilmektedir. Buna benzer durumlarda ise Yahudiler, Hakk'ın yanında kendilerinden uydurdukları birtakım ilaveleri söz konusu ederek insanların dinlerini karmaşık hale getiriyor ve bu vesile ile istedikleri şekilde hak ve batılı karma bir biçimde onlara kabul ettiriyorlardı. İkinci nokta: Kur'an-ı Kerim'in hakkı gizleme veya hak ile batılı karma hale getirme noktasında İslam Ümmetine değilde özellikle ehl-i kitaba hitap ettiğini söyleyebiliriz... Bunun yanında yine anlaşılıyor ki, İslam Ümmeti Tevrat ı okumak ve orada yer alan hükümleri düşünmekle hakkı tanımak batıldan kurtulmak durumundaydı. Ümmetin, böyle bir eylemi gerçekleştirmesi isteniyordu... Fakat açıkça söylenebilecek odur ki bu sırada insanlar Tevrat'ı öğrenebilme, onu görüp hükümlerini inceleyebilme imkânlarına sahip değillerdi. Çünkü din adamları onu kendi tekellerinde bulunduruyor, kitlelerden gizliyor. Kendilerinin açıklamayı istedikleri dışında hiçbir şeyi onlara, göstermiyorlardı. Ayrıca Tevrat elde edilse bile Arapçaya çevrilmiş değildi ki insanlar yararlanabilsin. Öyleyse Tevrat'ı öğrenmenin, O'nu anlamanın biricik yolu onu ehl-i kitap bilginlerinden öğrenmekti. Bu nedenle görüyoruz ki Kur'an-ı Kerim özellikle bu bilginlere yöneliyor ve Tevrat'ı insanlara göstermeleri, oradaki gerçekleri açığa çıkarmaları için kendilerine meydan okuyor. «De ki eğer doğru söylüyorsanız Tevrat'ı getirin ve O'nu okuyun.» Burada önemli bir nokta daha vardır: Zekât vasıtasıyla insanlara fedakârlık ve bağış ruhu kazandırılınca insan cimriliğin, bencilliğin veya mal sevgisinin neden olduğu nefsanî arzulara karşı başarı elde edebilir. Bu duyguları bastırabilir. Çünkü bu gibi duygular pek çok imani hakikatleri inkâra, onları ciddiye almamaya götürür. Böylece zekât, insan için, biri bireysel (Psikolojik diğeri sosyal olmak üzere iki yararlı eylemi gerçekleştirmiş olur. Zekât vasıtasıyla insan, toplumdaki fakirlik problemlerinin çözümünde bir pay sahibi olduğundan mala aşırı derecede bağlılık ve düşkünlük göstermez. Mala kul olmaktan kurtulur. Böylece o,

mülkiyet sahibi olmakla sosyal bir görevi yerine getirmenin mutluluğunu ta dar. İnsan bu aşamaya geldiğinde, onu hakkı inkâra batılla menfaat elde etmek amacıyla beraber yürümeye çağıran malın başkasından kurtularak özgür hareket etme imkânı elde eder. Dolayısıyla fikri ve eylem planında hak ile beraber olmaya, onunla uyum sağlamaya engel olan büyük bir sorundan kurtulmuş olur. «Namazı kılın, zekâtı verin ve rukuya varanlarla birlikte siz de rukuya varın.» Yani hiçbir karışıklığa, hiçbir sapıklığa ve hiçbir zaafa yer vermeyen açık ve güçlü bir duyguyla iman ediniz. Yani imanınız, sizi pasifliklerden uzaklaştıran ve aktif davranışlara yaklaştıran bir eyleme dönüşsün... Namazı, Allah'a açılma, O'nunla diyaloga girme, sağlıklı bir ilişki kurma şeklinde algılayıp ikame ediniz. Böylece Allah'a bağlanın. Çünkü siz namazda her rükuya varışınızda, kendisini hatırladığınız her zikirde O'nunla sürekli bir bağ içinde oluyorsunuz... Zekâtı da Allah'ın mal dağıtımı çağrısına bir karşılık, bu bağış ruhunun İslam çağrısı ile ahenginin bir delili olarak veriniz... Böylece Mü'min insan, namazındaki imanıyla ruhsal bir harekete girmiş olur. Manevi anlamlarla iç içe bir halde bulunan maddi yardımıyla insanın insanla ilgisini kurar. İnsanları birbirine bağlar. Böylece insan ne sırf manevi değeri ne de maddi değeri temel almayan tam tersine mana ve maddeyi mükemmel bir biçimde kaynaştırarak almaya çalışan İslam düşüncesine kavuşmuş olur. Bu düşünce aynı zamanda Allah'ın kudretinden, lütfundan ve rahmetinden kaynaklanan ve insanın yapısında da mevcut olan sıfatlarla tam bir ahenk içine girer. Sonra Ayet-i Kerime onların rukuya varanlarla birlikte rukuya varmalarını istemektedir. Çünkü rükû, tam manasıyla Allah'a boyun eğişin somut bir şeklidir. Allah tarafından yaratılan bütün canlı varlıklar aslında her durumda ve her zaman rükû halini yaşamak zorundadırlar. Ancak, böylece hayatın tamamı Allah'ın hizmetine ve iradesinin emrine girmiş olur. Buna bağlı olarak her insanın Allah'a rükû edenlerle beraber rükû etmesi gerekmektedir. Kendisi bir tarafta, Allah'la beraber yürüyenler öbür tarafta, yer almamalıdır. Siz İnsanlara İyiliği Emredip, Kendinizi unutuyor musunuz? «Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünmüyor musunuz?» Bu ayet, Yahudilerin İslam'ın ortaya çıkışı sırasındaki pratiklerini ve dinin esasından sapmış olan tutumlarını irdelemektedir. Onlar bu sırada kendilerini kitabın ve şeriatın koruyucuları, hakk üzeride dürüst yürümenin davetçileri, insanlar iyiliğe çağıranların öncüleri olarak görüyorlardı. Bu, onların kendilerine biçmiş oldukları roldü. Görevlerini kendileri belirlemişlerdi... Ne var ki onlar bir yandan da ortaya koydukları davranışlarla bu görevlerine ihanet ediyorlardı. Sorumluluk konusunda kendilerini unutanların konumuna düşüyorlardı. Dünya ve ahiretin geleceği konusunda bir problemleri yoktu. Kaybetme endişelerini gönüllerinde taşımıyor, hayatlarında yaşamıyorlardı. Bunun yanı sıra insanların dünya ve ahiret konusunda sürekli bir uyanıklık içinde olmaları gerektiğini vurguluyor ve bunu gündemde tutuyorlardı... İşte bu, insanın hareket mantalitesini kaybettiği, arzu ve isteklerinin tutarsızlığına teslim olduğu, hayatında bu direktiflere göre kendisine yön vermeye başladığı tutarsız bir yaklaşım, sahte bir yoldur. Zira akıllı olan insan eğer, insanların kendilerini kurtarmaları için çaba sarf

ediyor ve onları uyarmaya çalışıyorsa bu arada kendi kurtuluşunu da düşünmek zorundadır. Aklın değeri, pratikte iyiyi ve kötüyü belirleyen farkları güzelce kavramada ve bu kavrayışa göre hayatını iyiye doğru yönlendirmede ortaya çıkar. «Siz kitabı okuduğunuz halde» cümlesinin onların kitapla olan ilgilerini belirtmek ve kitap sahibi olduklarını tasvir etmek için araya sıkıştırılan soyut bir cümlecik olduğunu sanmıyoruz. Burada onlara bir şeyler dokundurulmak istenmektedir. Yani siz, daha derinden anlamak, daha güzel kavramak ve daha güzel bir ahlakla hayatınızı yönlendirmek için Allah'ın ayetlerini okuyorsunuz. Onları tetkik için var gücünüzü kullanıyorsunuz. Burada kalpleri hakkın haykırışı ve uyanıklığıyla en derinden sarsan, onları gafletten uyandıran vahiyle içli dışlı oldukları halde kendi içlerinde derin bir gaflete dalmaları, bu ayetlerden habersizmiş gibi davranmaları eleştirilmekte ve tenkit edilmektedir. «Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?» cümleciğinden anlaşıldığına göre, ayet onların bilinçlerini ve duygularını harekete geçirmek istemektedir. Yani bunların problemi bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir mesele değildir ki onları ilmin yollarını gösteren öğütlerde bulunulsun. Burada mesele, insanın yöneldiği şeyde aklını dondurmasıdır. İyiyi ve kötüyü pratik hayatta birbirinden ayırabilecek yeteneğini bilinçli biçimde kullanmaya yanaşmamasıdır. İyiyi ve kötüyü pratik hayatta birbirinden ayırabilecek yeteneğini bilinçli biçimde kullanmaya yanaşmamasıdır. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Biz bu ayetten şunu mu anlıyoruz; pratik hayatın çeşitli yönlerinde, ilkelere bağlı bir hayata boyun eğecek kadar güçlü bir iradeye sahip olmayan insanın iyiliği yaygınlaştırmaması, kötülüğü engellememesi gerekir ki insanlara iyiliği emrettiği halde kendisini unutanların sınıfına girmesin. Yani bu farzı, Allah'ın tüm emirlerini yerine getiren ve bütün yasaklarından sakınan, bu konuda kendisini koruyabilenler ancak yerine getirebilir, bu görev sadece onlara farzdır. Cevap: Buradaki ayet bu konuya ilişkin olarak inmemiştir. Özellikle söz konusu edilen şudur; Allah'a davet yolunda çalışan bütün insanların gönlünden bu çifte standartlı uygulamayı söküp atma bilincini sert ve uyarıcı bir üslupla ifade etmektir. Yani Mü'minin konumu ile davetçinin konunu arasında fark olmamalıdır ki söz ve hareket birliğine gidilebilsin. Çünkü böyle bir uygulama bir taraftan davetçinin, sözleri ve eylemleriyle insanlara öğüt vermesi halinde çağrısının başarıya ulaşmasını vesile olabilir, bir yandan da düşünce ve imanın hedefe yönelişi sağlıklı bir konuma geldiğinde davetçinin şahsiyetini de kabul ettirecektir. İyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü engelleme meselesine gelince: Bu insanın yaygınlaştırmaya çalıştığı veya engellemeye uğraştığı şey ile bağı olmayan başka bir görevdir. Yani davette bulunmanın vücubiyeti diğer şartların varlığına bağlı değildir. Dolayısıyla bu, sadece pratik olarak kendisini koruyan suçsuz kimselere farzdır, demek doğru değildir. Dolayısıyla bu, sadece pratik olarak kendisini koruyan suçsuz kimselere farzdır, demek doğru değildir. Çünkü insanın görevi, iman ve sapıklık savaşında iki yönlü bir mücadeleye girişmesidir. Bu mücadelenin biri içe yöneliktir. Davetin merhalelerinde ondan sapmamak için, istikameti takip etmek için verilen mücadelenin adı budur. Diğer mücadele alanı ise dışa yöneliktir. Diğer mücadele başkalarının hayatındaki sapıklıkla savaşmak esastır. Bu yaklaşım ışığında, Cihad-ı Ekber (büyük cihad) nefis ile yapılan cihad, Cihad-ı Asgar (küçük cihad) ise akide düşmanlarına karşı savaşla ortaya konan

cihaddır. Bu her iki cihad da birer şer'i (hukuki) farz olarak yan yana ve paralel giderler. Çünkü silahıyla kâfirlere karşı cihad eden Müslümanlar bir taraftan da davetleriyle küfre karşı cihad ettikleri halde masum (günahsız) değillerdir. Bazı durumlarda Allah'a isyan anlamındaki günahı işliyor ve doğru yoldan ayrılıyorlardı. Yalnız onlar uyandıkları ve hatırladıkları anda önceki doğru yollarına dönüş yapıyorlardı... Düşünceyi özetlersek, Ayet-i Kerime, eylem konusundaki pasiflikle beraber davet alanındaki aktifliğin yan yana olmasını doğru görmeme konusuyla ilgili değildir. O zaman ki realiteyi eleştirmek ve mahkûm etmek amacını gütmektedir. Taki böylece sosyal hayattaki ahlak düzeldiği gibi insanın pratik hayatı da doğru bir istikamete yönelsin. Davetçi, davayı bilinçli bir şekilde anladığı gibi onu sağlıklı bir şekilde uygulayabilsin ki diğeri de davetçinin sapmasını paravana olarak kullanıp sapmaları için bir mazeret biçiminde ileri sürmesinler ve bu vesileyle davete karşı savaşmaya yol bulamasınlar. Hamd Âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. ONİKİNCİ DERS BAKARA SURESİ 45-46. AYETLER KUR'AN İSRAİLOĞULLARINA ÖGÜT VERİYOR VE ONLARA ALLAH'I HATIRLATIYOR Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla «Sabrederek ve namaz kılarak Allah 'tan yardım dileyin. Hiç şüphesiz bu, Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.» (Bakara, 45) «Onlar ki, Rableri ile buluşacaklarını, kesinlikle O'nun huzuruna döneceklerini bilirler.»(bakara,46) İnsan, yaşamı boyunca bazen şehevi duyguların baskısıyla karşılaşır. İçten bir duygu ve ateşe benzer bir hareketle nefsanî arzuların çağrısına boyun eğmesi ve Allah'ın mesajını kulak ardı etmesi özellikle istenir. Yanı sıra insan bazı durumlarda mal mülk sevgisinin egemenliği altına girer ve bu sevgi, mal veya makam elde etmek amacıyla kişinin imanını ve iman ilkelerini terk etmesini öngörür. Onu olumsuz yönde etkilemeye çalışan duyguların etki alanına girer... Ayrıca dış baskılar da insanın varlığını ve hayatını tehdit eder. Allah'ın çizgisinden uzak düşen saptırıcı etkenlere teslim olmaya zorlar... Tüm bunların hepsine insan hangi güçle ve nasıl karşı koyacaktır?

Bu iki Ayet-i Kerime insanın Allah'a imanını imanın eylemleri vasıtasıyla harekete geçirmektedir. İnsanın, tehlike arz eden hayatın badirelerine karşı hakkın çizgisinden sapmamasını garanti altına almak istenmektedir. Bu çizgiyi korumanın teminatı sabır ve namazdır... Sabır, iradesinden ve imanından hareketle kişinin kendisine hâkim olmasını, zaaf1ara kapılmayan bir konuma gelmesini sağlayan bir eylemdir. Bu aynı zamanda İslam ahlakının aktif karakterlerinden birisidir. İnsanın psikolojik açıdan güçlü ve dayanıklı olmasını sağlar, bedenin psikolojik ve harici zaafların etkisi altında ezilmesini ve yılgınlığa düşmesini önler. İnsan sabır ile imanın ve sorumluluklarının bütün gereklerine bağlılık gösterir. Çünkü genellikle sapma, kişinin kendi öz iradesine dayalı gücünü yitirmesinden kaynaklanır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle deniyor: «İman açısından sabır, insanın, bedenindeki baş konumdadır. Nasıl ki başı olmayan bir bedenden hayır beklenemezse sabrın eşlik etmediği bir imanda da hayır yoktur.» Namaz Mü'minin Miracıdır. Namaz, Mü'minin ruhu ile vicdanı ile kalbi ile ve fikri ile Rabbine yükselişidir. Dua ve niyazıyla bütün duygularıyla Allah'a açılması, O'nunla buluşmasıdır. Allah'ın rahmetiyle uzanıp gelen büyük manevi desteklerle teması geçmesi, kontak kurmasıdır. İnsanın kalbi Allah'a bağlanınca, ruhu da Allah'ın yüce ahlakına açılır. Zaten insan dünya hayatında Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmakla görevlendirilmiştir. Ne zaman ki insan, Allah'a açılmayı gerçekleştirir, bu geniş atmosferde yaşamaya başlarsa, küçük meseleler onun gözünde önemini yitirir. İnsanların vicdanlarını ve hayatlarını normal şartlarda etkileyen hiçbir şey onun hayatı üzerinde etkili olamaz artık. Bu yaklaşımın ışığı altında Ayet-i Kerimenin doğru çizgiden sapan Yahudilere ve başkalarına yönelik perspektifini görebilir, atmosferini tespit edebiliriz. Ayet-i Kerime onlara diyor ki: Sizin probleminiz iki ana temelde odaklaşmakta, iki zaaf noktasında düğümlenmektedir. Bir kere siz Allah'ı unutuyorsunuz. Duyguların, şehevi arzuların, dünyevi, şeytani ve nefsanî, aldatıcı direktiflerin baskısı karşısında zaafa düşüyorsunuz. Güçsüz kalıyorsunuz... Allah'ı unuttuğunuzda doğrudan şeytana teslim oluyorsunuz. Manevi atmosferi yitiriyor, hayatta büyük meselelerle uğraşmaya çağıran hayırları ve Allah'a açılmayı elinizden kaçırıyorsunuz. Bu durunda elinizdeki hayat sınırlı, küçük arzu ve isteklere dönüşmektedir. Bu küçük arzu ve istekler arka arkaya sıralanmakta, kin ve düşmanlığı körüklemekte, sürtüşme ve tartışmaya yol açmaktadır. İçe ve dışa yönelik baskı ve aldatıcı telkinler karşısında güçsüz düştüğünüzde değerlerinize sırtınızı" dönüyorsunuz... Öyleyse şeytanın oyunları, hileleri, aldatmaları, tezgâhları ve telkinleri ile karşılaştığınızda, onların hücumuna uğradığınızda, sabırdan destek alınız. Sabrın yardımıyla iradenizin güçlenmesini sağlamaya çalışınız. İradenin güçlenmesiyle ayaklarınız yere sağlam basar. Bütün problemleriniz, ilkeleriniz ve ahlakınız iman çizgisinde bir istikamet alır, her şey düzelir... Allah'ı unuttuğunuz zaman ise namazdan destek alınız. Bu destek ile ruhlarınızı Allah'a doğru yükseltirseniz Rahmet atmosferinde yaşarsınız. Allah'ın lütufları ve nimetleri içinde yüzersiniz. «Hiç şüphesiz bu, Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.» Herhalde bundan amaç: Allah'a bağlanmanın özünü kavrayamamış, Allah'ın Ulûhiyeti ve Rububiyeti karşısında tam teslimiyet gösterememiş, bunu hayatlarından yaşayamamış insanlara namazın ağır geleceğidir. Zira bu durumda onların namazları ağır bir yük olmaya dönüşür. Manasını kavrayamazlar. Onun ufuklarına yükselemezler. Şayet namazı yerine getirseler de donuk bir görev, boyunlarına vurulmuş bor borç gibi yüzeysel olarak eda edebilirler. Kalpleri Allah'ı anmakla yumuşayan, Allah'ı anmaktan zevk alan ve Allah'ın zikri ile huzura kavuşan huşu sahiplerine gelince, bunlar kalplerindeki bütün bir sevgi, gönül

huzuru ve tam bir açıklıkla namaza yönelirler. İçlerinde yer alan bütün ruhsal duygularla, dünyada ve ahirette kendilerini Allah'a doğru yönlendiren maneviyatla, düşüncelerinde ve yaptıkları işlerde, hareketlerde, davranışlarda, Allah'a karşı sorumluluk duygusunu harekete geçiren bir bilinçle, bütün bir vicdan ile namaza dururlar. İnsanların böyle bir eylemi gerçekleştirebilmeleri için elbette ki akide planında ahiret gününe imanı derin duygularla yaşamaları, hayatın akışını imanın parlak ve üstün parlaklığıyla yönlendirmeleri gerekmektedir. İşte bu akide ve iman ile insan, pratikte hayatını gereği gibi yönlendirir. Bu inanç sistemiyle hayatını bütünleştirir. «Rableri ile buluşacaklarını, kesinlikle O'nun huzuruna döneceklerini bilirler.» Burada şöyle bir soru sorulabilir: Acaba burada sözün gelişi ve akışına daha uygun düşen ve aynı zamanda insanın daha net olarak meseleyi görmesini sağlayan, takvasını arttıran «yakin» (kesin inanç) kavramı neden «zan» kavramıyla değiştirildi? Cevap: Burada şöyle bir imaj verilmek istenmiş olabilir: Ahirete hazırlık yapmak, bu konuda bir zanna sahip olmak yeterlidir. Kesin bir inanca ihtiyaç yoktur bu konuda. Zira insan ihtimal halinde bile olsa bir zararı önlemek, zanla bile olsa geleceği kestirilen bir tehlikenin önüne geçmek için tabii olarak harekete geçer. Bu konuda dünya işleri ile ahiret işleri arasında fark yoktur. Herhalde Ayet-i Kerime, eşyada var olan koruyucu tabiatı insanın hayatında harekete geçirmeye çalışıyor. ihtimal dâhilindeki şeylere karşı önlem alma duygusunu geliştiriyor. Bu ihtimaller karşısında vurdumduymaz, aldırmaz bir tutum içine girmemesini, sırf günübirlik, hazır şeylere yönelmemesini, gelecekle ilgilenmesini, ihtimalleri göz önünde bulundurmasını, sorumluluk hissine sahip olmasını aşılamaya çalışıyor... Ehl-i Beyt'in bir takım zındık adamlarla giriştiği diyaloglarda da bu temayı görmek mümkündür: Eğer, olaylar sizin dediğiniz gibi değil de, bizim dediğimiz gibi gelişirse biz kazançlı çıkarız, siz ise hüsrana uğrarsınız. Yok, eğer bizim dediğimiz gibi değil de, sizin dediğiniz gibi gelişirse, bizim herhangi bir kaybımız olmaz... Şair Ebu'l-Ala el-maarri bu gerçeği şu şekilde dile getirmiştir: Müneccimler ve doktorlar birlikte diyorlar ki: «Bedenler tekrar dirilmeyecektir» Onlara diyorum ki: «Eğer sözünüz doğru ise ben ziyanda değilim. Ya sözüm doğru ise! O zaman vay halinize!» Kur'an-ı Kerim bu yöntemi pek çok ayette kullanmıştır. Mesela Mü'minlerden söz ederken onların Rableriyle karşılaşmayı umduklarını ifade etmiştir: «Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.» (Kehf, 110) Tabiidir ki bu metot meseleyi ihtimal çerçevesinde bırakmakla sınırlı değildir. Yani bu ihtimali göz önünde bulundurarak pratik eyleme yönelmekten ibaret sayılmaz. Bu metoda bağlı olarak hareket edildiğinde insan bu ihtimal noktasından kalkarak yakine (kesin inanca) doğru yol alır. Çünkü kalkış noktasından itibaren insan vurdumduymazlıktan kurtulur. Düşünce ve eylem planında kendisine düşen sorumluluğu üstlenmeye doğru yol alır. Pasif bir atmosferden aktif bir düzeye çıkar.

Bu iki Ayet Pratiğimizi ne Ölçüde Etkileyebilir? Bu her iki ayete tefsir açısından buna benzer yaklaşımlarda bulunabiliriz? Peki, çağdaş İslami çalışmalarda realitemizi bu ayetlere nasıl uydurabiliriz? Yaşadığımız hayatı, ne şekilde bu ayetlere paralel düşen bir konuma sokabiliriz? Her iki ayetten şu iki önemli noktayı tespit etmek mümkündür: Birinci nokta: Birinci ayette ibadete değişik açılardan dikkat çekildiğini, hem namaz ve oruç gibi ibadetlerin hem de sabır benzeri ahlaki disiplinlerin, psikolojik unsurların özellikle pekiştirildiğini görüyoruz. İbadet ve ahlak, Müslüman insanın şahsiyetinin oluşturulmasında kaçınılmaz iki ana unsurdur. Bunlar olmadan insani düşünce ve eylem planında sapıklıktan, sapmanın atmosferlerinden kurtulmak mümkün olmaz. Çünkü ibadet ve ahlaka dayalı bir İslami şahsiyet oluşmadan pratik eylem sahasında insanın kendisini savunabilecek bir güç elde etmesi ve doğru yolda sürekli olarak yürümesine destek olacak bir dayanağa sahip olması beklenemez... Tebliğe yönelik çalışmalarımızda, eğitimle ilgili faaliyetlerimizde bu noktaya özellikle önem vermek zorundayız. Sırf soyut düşünce kalıplarıyla yetinmemeliyiz. Düşünce planındaki çalışmalar çoğu zaman insanı teorik tartışma alanlarına çeker, fakat pratik eylem sahasında asla harekete geçirmez. Bizimle aynı inancı ve iman ilkelerini paylaşmayan insanlara karşı böyle teorik tartışma bazen yararlı olabilir... Çizgiden sapan fakat henüz imandan sapmayan Mü'minlere gelince bunların eylem planında pratik olarak eğitimleri gerekir. Bu eğitim yolu ile onlar imanlarını kuvvetlendirebilir; yanlışlıklarını, hatalarını, zaaflarını, disiplin altına alabilirler. Bu konuda fıtri imanlarının gereğini yaşayan geleneksel Mü'minler ile imanlarına geçici birtakım saptırıcı unsurlar karışan Mü'minler arasında herhangi bir fark yoktur. Bunlara karşı izlenecek en güzel yöntem onları pratik (uygulamalı) bir eğitim sürecine sokmaktır. Bu yöntemle kendilerini Allah'a bağlayan sabır ve Huşu melekelerini (alışkanlıklarını) geliştirmek ve derinleştirmek mümkün olacaktır. Bunlara imanın düşünce yönünü geliştirmeyi ve derinleştirmeyi amaçlayan düşünce konularını aşılamak, yani teorik yöntemi kullanmak ise çoğu zaman ters etki yapar. Böyle bir yöntemi izlemek kişinin imanında hesapta olmayan yeni problemlerin doğmasına yol açacağı gibi ters etki de yapar. Böyle bir yöntemi izlemek kişinin imanında hesapta olmayan yeni problemlerin doğmasına, yeni meselelerin ortaya çıkmasına neden olur. Bu nedenle kişinin Allah'la irtibatını Allah'a bağlılığı sağlamlaşıncaya kadar beslemek lazımdır. Bu insanları herhangi bir şüphe ve düşünce sorunu ile karşılaştırmamak, çizgisini sarsmamak gerekir... İkinci nokta: İkinci Ayet-i Kerimeden anlıyoruz ki, uygulama konularına ilişkin meselelerde Ahireti hatırlatma temeline dayanan bir vaaz, bir öğüt yöntemine özellikle dikkat çekilmektedir. İnsanın Allah'a döneceği hatırlatılıyor. Çünkü insanda soyut düşünceyle hiçbir ilgisi olmayan fakat duygularla ve tepkilerle sıkı ilişkisi bulunan bir bilinç (şuur) bölgesi vardır. İste bu bilinç, İslam'ın hayatın bütün problemlerini çözdüğünü söylemekle, İslam'ın bunların üstesinden geldiğini açıklamakla yetinmeyebilir. Bütün evrenin değişik alanlarını, yönlerini kapsayan felsefenin, düşüncenin yapısını açıklamak meseleyi halletmeyebilir. Bu bilinci, özellikle insanın Allah karşısındaki konumunun açıklanması, Kıyamet Günü'nde bütün hayatı boyunca işlediği iyi ve kötü hareketlerden, eylemlerden kapsamlı ve detaylarına varıncaya kadar her şeyden hesaba çekileceğinin tasvir edilmesi gerekebilir... İşte bu böyle bir bilinç insanın nefsini manevi (ruhsal) yönden Allah'ın önünde eğilmeye sevk eder. Allah'a

manevi yönden boyun eğmek ise, insanın dünya hayatında Yüce Allah'a yönelmesine ve O'na samimi biçimde bağlanmasına vesile olur. Kur'an'ın davet alanında kullandığı yöntemleri geniş ve bilinçli bir şekilde incelemek, Kur'an'ın bu Yönteme ne ölçüde ağırlık verdiğini ve bu konuda ne kadar yoğunlaştığını görmemize vesile olacaktır. Kur'an'ın davet yöntemi o kadar mükemmeldir ki, öğüt verme gerektiğinde Kur'an bu derin, etkili yöntemi kullanmış, hem düşünce ve hem de duygu alanındaki her çeşit unsuru en güzel şekilde harekete geçirmiş ve yönlendirmiştir. Kur'an bu iki kanatlı yöntemi o kadar sık kullanmaktadır ki, O'nu Allah'a davet yolunun değişmez bir özelliği olarak görmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Düşünce ve duygulara hitap, İslam'a davet yolunun en belirgin kalıcı vasfıdır. Hatırlatma ve Uyarı «Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetleri ve sizi diğer canlı cansız varlıklara üstün kıldığımı hatırlayın.» «Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse bir başkasının yerine bir şey ödeyemez, hiç kimseden aracılık kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz, başkalarından yardım görmez.»(bakara,47-48) Bu Ayet-i Kerimeler şefkat ve merhamet coşan bir atmosfer ile başlamaktadır. Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetlerini hatırlamaya davet etmektedir. Allah'ın kendilerine verdiği büyük İlahi mesajları (risaletler), hayat boyunca evrende geçerli olan bir düşünceyi, insanların duygularına, isteklerine ve acılarına karşı açık olan bir ruh ile tüm insanlara önder konumuna getirilmelerini hatırlatmaktadır. Onlar insanların bütün ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak mükemmel bir şefkatle onları kucaklayarak tatlı bir şekilde bağrına basacaklardır. Onların kalplerini Allah'a bağlayacaklar, hayatın ağır yükünü ve zorluklarını hafifletecekler, onları temiz bir hava ile hareketli ve şefkat ile dolu bir atmosfere doğru harekete geçireceklerdir. Allah ile buluşma anındaki güzelliği, hayrı ve hakikati her zaman esas almalarını sağlayacaklardır. İşte bu, önderliğin ve liderliğin düşünce, sorumluluk ve örneklik olarak hayatında yaşadığı bir realitedir. Böylece önderliği ellerinde bulunduran Ümmet; faaliyet, hareket ve iman dolu bir hayat örneğini diğer insanların hayatına sunmak ve pratik olarak bunu onlara göstermek konumunda olduğunun bilincine varmaktır. İşte bu Ümmetin içinden seçilen Peygamberler aynı zamanda insanların önderleri ve hidayet rehberleriydi. Elbette ki Allah'ın nimetleri sadece bununla sınırlı değildi. Onların hayatlarının hepsini kuşatıyor ve dolduruyordu. Bu nimetler sayesinde hayatları hayır, bereket ve gönül huzuruyla doluyordu. Firavunlardan ve azgınlardan oluşan zalimlerin hilelerinden, tuzaklarından kurtuluyorlardı. Bu yaklaşımın ışığında anlıyoruz ki, onların diğer insanlardan üstün kılınmaları sınıfsal bir üstünlük değildi. Onlara ayrıca kişisel bir değer kazandırmıyordu. İnsanlara karşı üstünlük taslamalarına veya bu zehaba kapılmalarına neden olsun diye verilmemişti. Bu üstünlük onların nimet yönünden üstün kılınmalarıydı. Yüce Allah onlara lütuflarını ve feyizlerini göndermiş, onları bu nimetlere boğmuştu. Dolayısıyla onların daha fazla şükretmeleri, daha çok itaat edip bağlılık göstermeleri ve herkesten daha çok takva sahibi olmaları gerekiyordu. Herhalde bu nedenle Kur'an-ı Kerim birinci ayette Allah'ın onlara bahşettiği nimetleri hatırlamalarını, Allah'ın bu faziletini güzelce idrak etmelerini istemiş,

ardından ikici ayette onları takvaya ve Ahiret Günü'nden korkmaya çağırmıştır. Her insanın kendi eylemi ve sorumluluğundan hesaba çekileceği, sınıfsal ve ailevi imtiyazlardan tamamen uzak olarak kendi varacağı yerle yüz yüze geleceği, sorumluluktan kurtulmak için her çeşit fidyenin ortadan kaldırılacağı hesap verme gününden korkmalarını istemektedir... İşte bu noktada insan kendi insanlığının bilincine varır, maddi ve manevi olarak insan olduğunun farkına varır. Allah ile karşılaşacağı günü düşünmekle biricik kurtuluş yolunun ruhi ve ameli olarak bilinci yaşamak olduğunu daha güzel anlar. Ayrıca bu ayette Peygamberimiz (Salât ve Selam O na ve pak soyuna olsun) zamanında yaşadıkları halde risaletin karşısında yer alan Yahudilere de söz dokundurulmak istenmektedir... Buradaki direktiflere göre, Peygamberin çağdaşı olan Yahudiler, takvanın ve Allah'a bağlılığın biricik temsilcisi olması ve risaletlerin çizgisinde Allah'ın son ve gerçek iradesini esas alması nedeniyle yeni davetin çizgisiyle tam bir ahenk ve uyum sağlamalıdırlar. Bu çizgiden uzak düşmemeli ve onun karşısında yer almamalıdırlar. Ahirette Şefaat Var mıdır? «Hiç kimseden aracılık kabul edilmez.» Bu ayetin «Hiç kimseden aracılık kabul edilmez.»cümlesi duraklamamıza neden olabilir. Çünkü bu ayet kıyamet gününde şefaatin varlığını ve etkisini kabul etmemektedir. Bu ise belli birtakım şartlar çerçevesinde şefaatin olabileceğini ifade eden diğer bazı ayetlerle, sabit ve herkesçe bilinen İslam düşüncesi ile bağdaşmamakta ve onunla uyum sağlamamaktadır. Nitekim şefaatin varlığına şu ayetler delil olmaktadırlar: «Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler.» (Enbiya 28) «O gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez»(taha 109) Şefaatin varlığını ortaya koyan hadisler de vardır. İslam Ümmet'inin, Peygamberden geldiğini kabul ettiği bir hadiste Peygamberimiz: «Ben şefaatimi Ümmetinden büyük günah işleyenlere sakladım» demektedir. Bizim ashabımızın -Allah onlardan razı olsun- Peygamberimizden (Salât ve Selam O na ve pak soyuna olsun) aktardıkları rivayetlere göre o şöyle buyurmuştur: «Kıyamet Günü benden şefaat etmem talep edilir, ben de şefaat ederim. Ali'den şefaat istenir, o da şefaat eder. Ehl-i Beyt'imden şefaat talep edilir, onlar da şefaat ederler. Mü'minlerin en az şefaat edeni, Cehennemi hak etmiş kırk kardeşine şefaat eder.» (Mecmaul- Beyan Fi Tefsiril Kur'an, I, 104. (Sayfa Baskısı) Yalnız biz ayetin bu cümlesini tahlil ederken meseleyi şöyle anlıyoruz: Bu ayet şefaat meselesini ilke olarak ele almamaktadır. Burada söz konusu edilen şefaat, dünyadaki beşeri zihniyetin iptal edilmesi, kaldırılmasıdır. Yani dünyadaki zihniyet ve yaklaşıma göre insan tamamen sorumluluktan kurtulmak için bireysel bağlar ve kişisel umutlarla ahiretteki hayatını garanti altına almaya çalışmaktadır. Ahiret işlerini dünya işlerine benzetmektedir. Burada birisinin problemi olduğunda bir başkası onu halledebilmekte ve ya araya vasıta koymakta. Veyahut da mali veya mali olmayan bir bedel karşılığında işini başkasına gördürmektedir.

Bunlar genel bir kurala dayanmayan, kişisel seviyelerin durumlarına göre değişebilen çözüm yollarıdır. Bu tür hareketler ve girişimler kanun dışına çıkmaya neden olabilir. Eğer şefaat edecek olan kişiler şan, şöhret, makam ve mevki sahibi kimselerden oluşuyorsa orada kanun işlemez. İşte ayet, ahirette böyle bir şefaat anlayışını reddetmektedir. İlke olarak şefaat meselesine gelince; bu şefaatin söz konusu atmosferle hiçbir ilgisi yoktur. Onun gerçekleştiği ortam bambaşkadır. Kur'an ve Sünnet'te yer alan pek çok ana ilke, şefaatin varlığını göstermekte ve sağlam bir zemine oturtmaktadır. Konuyu bireylerin, makamların ve problemlerin tabiatı açısından çok farklı bir bağlamda ele almaktadır. Pek çok cahil insanın anladığı gibi, mesele, bireysel sevgiden kaynaklanan kişisel ilişkilerle hiç de ilgili değildir. Genellikle cahil insanlar bu yanlış anlayışlarından dolayı Peygamberlere ve velilere kişisel birtakım üstünlükler vererek adaklar, sadakalar ve benzeri şeylerle onlara yaklaşmaya çalışırlar. İnsanlar aynı mantıkla liderlere ve şöhret ve makam sahibi kimselere hediyelerle ve yaltaklanmalarla yaklaşmaya çalışırlar ve onların şefaatlerini elde etmeye uğraşırlar. Peygamberlere ve velilere yakınlaşma ile liderlere ve makam sahiplerine yakınlaşma arasındaki tek fark, velilere ve Peygamberlere karşı beslenen bu duygunun kutsallık bilinciyle beraber olmasıdır. Fakat bu demek değildir ki, insanlar velilerden ve Peygamberlerden şefaat bekleyemezler ve kendilerine bu makamları veren, Onları kendisine yakınlaştıran ve insanlara onların bu kendine yakınlığını açıklayan Allah'tan bunları kendilerine şefaatçi kılması için istekte bulunamazlar... Aynı şekilde bu yaklaşım Allah ile kullan arasına bir vasıta koyan düşünce ve anlayışla çakışmaz. Şu düşünce esasına paralel düşmez: «Biz Allah'la dorudan irtibat kuramayız. O'na yakın olma ye O'nun kutsiyetine yaklaşma sahasından uzak olduğumuzdan dolayı bu vasıtaları araya koyuyoruz ki, onlar, doğrudan ulaşamadığımız Allah'a bizi işin sonunda ulaştırsınlar» demek değildir. Biz bu düşünceyi sahiplenirken insanlara doğrudan hitap eden Kur'an'ın metodunu esas alıyoruz. Herhangi bir vasıta kullanmadan, Allah'la irtibat kurmalarına çağrıda bulunulmasını düşüncemizin esası olarak kabul ediyoruz. Bizce Yüce Allah'ın insanlara yakın olduğunu onlara şah damarından daha yakın bulunduğunu ifade eden ayetlerle şefaat anlayışı ve ayetleri birbirleriyle çelişmez. Allah'ın insanı doğrudan muhatap aldığını ve ona şah damarından daha yakın bulunduğunu ifade eden ayetleri bu vesileyle aktaralım: «Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.»(bakara, 186) «Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Çünkü) biz ona şah damarından daha yakınız.» (Kaf, 16) Peygamberlerin veya Peygamberlerin varislerinin Allah ile kulları arasında vasıta olduğundan söz eden hadislere gelince; açık olan sağlıklı görüş odur ki, bu vasıta ve aracı olmadan amaç, onların Peygamberliği getirmeleri ve Allah'tan aldıkları emirleri insanlara bildirmeleridir. O'nunla doğrudan ilişki kurmaları değildir. Şefaat Dileme ile Şirk Arasında Bir İlişki Var mıdır?

Öyle sanıyorum ki şefaat meselesi ve şefaat dileme, bazı İslam âlimlerinin düşünce planında birtakımspekülasyonlara varacak ölçüde tartışmalara girmelerine neden olabilecek bir mesele değildir. Bu âlimler şefaat konusunu Tevhit Akidesi'nin netliğine gölge düşüren bir mesele olarak değerlendirmiş ve bu anlayışı müşriklerin putlarıyla ilgilerine benzetmeye çalışmışlardır. Bu âlimlere göre müşrikler de putlarıyla ilişkilerini temize çıkarmaya çalışmışlardı. Nitekim Yüce Allah onlardan söz ederken şöyle buyuruyor: «Biz bunlara, sırf bizi Allah 'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.» (Zümer, 3) Bununla ilgili yorumumuza gelince; burada mesele Peygamberlere veya velilere yöneltilen bir ibadet meselesi değildir. Allah'ın onlara verdiği üstün derecenin bir atlama tahtası olarak kullanılmasıdır. Allah onlara birtakım yüksek dereceler vermiş ve onların bu yakınlığını onlara bahşettiği hakkı ile açıklamıştır. Elbette ki onların bu şefaatleri, Allah'ın razı olduğunu bildikleri konularla sınırlı olacaktır. Buna göre şefaat meselesi tamamen onların Allah'ın güzel isimleri gibi tevessül konusuna dönmektedir. Yani onların şefaat dilemesi Yüce Allah'tan bu şefaatin kendilerine ulaştığı kimselerden olmalarını dilemeleridir. Onların bereketi ile günahlarının bağışlanmasını dilemelerini, bu konudaki Allah'ın iradesi esasına bağlı olarak istemeleridir. Nitekim Yüce Allah da bazı eylemler veya bazı tavırlar ve psikolojik hallerden bizi bağışlamayı bir yasa olarak belirlemiştir. Bizim kendisine çağırdığımız görüş, Tevhide Kur'an'ın tevhidi kavramlarının esasına göre bağlanmamız gerektiğidir. Tevhidin bu ilkesini, Allah'ın bizden istediği ve şirk ile Tevhidi birbirinden ayıran çizgiler üzerinde bu atmosferin berraklığını muhafaza etmeye çalışmamızdır. Şeriatın sınırlarından ve hükümlerinden uzak bir biçimde, bu konuya ilişkin red ve kabullerimizde, felsefi derinliğe dalmamaya sığınmamamızdır. (İnşaallah ileride şefaatle ilgili ayetler geldiğinde bu konuya tekrar döneceğiz ve orada konunun felsefi boyutlarını ortaya koymaya çalışacağız. Ayetin ana temasından anlaşıldığına göre mesele şudur: İnsan bu hayatında düşünmelidir ki kendisinin kurtuluşu bugünkü insanların uyguladığı değişik oyunlar, hileler, tezgâhlar, yaltaklanmalar, güzel görünmeler ve araya vasıtalar koymakla gerçekleşemez. İnsanın kurtuluşu dünya hayatındaki bu tür eylemlerle gerçekleşemez. İnsanın kurtuluşunun, ortaya koyduğu hareketlerle, uygulamaya dayalı çizgiyle yakın ilgisi vardır. İnsanın pratik olarak sorumluluk bilincine varması; kıyamet günündeki çetin hesabı düşünmesi ve ona göre bir hazırlık yapmasıyla alakalıdır. Öyleyse insanı kurtaracak olan unsur amelidir, Allah'ın rahmetiyle beraber, yalnız ameli. Bu da yaşadığımız pratik hayatla, sağlıklı, dürüst bir yol izlememizi ve bu istikametin esasına bağlı kalmamızı gerektirir. Samimi bir şekilde Allah'a dönmemizi, akidenin berraklığı ve hareketliliği içinde Allah'a kesin bir şekilde bağlanmamızı sağlar. ONÜÇÜNCÜ DERS

BAKARA SURESİ 49-54. AYETLER PEŞPEŞE GELEN NİMETLER... VE TARİHE YÖN VEREN LÜTUFLAR Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla «Hani oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı bırakmak suretiyle size çok ağır bir işkence çektiren Firavun hanedanından sizleri kurtarmıştık. Bu, sizin için Rabbinizden çok büyük bir imtihandı.»(bakara, 49) Bu da Yüce Allah'ın İsrailoğullarına bahşettiği nimetlerinden biriydi. Onlar Firavun'un dikta ve zorba rejimi altında ezilmiş, yorgun ve bitkin düşmüşlerdi. Rejim, İsrailoğullarının erkeklerini vahşi ve barbarca da olsa her çeşit vasıta ile yıldırmış ve ürkütmüştü. İleride Firavun'un rejimine karşı bir güç oluşturmamaları ve karşı koymamaları için onların çocukları boğazlanarak öldürülmüşlerdi. Kız çocukları ise, kendilerine ve ulusuna hizmet ederler, ayak işlerini görürler diye dokunulmamış ve sağ bırakılmışlardı... Ayet-i Kerimenin metninde geçen «Yestahyune» kavramının iki anlamı vardır: Birincisi: Bu kavram «hayat» sözcüğünden alınmıştır. Yani Firavun'un rejimi kadınların sağ kalmalarını istemişti. İkincisi: Bu kavram «hayâ» ve «istihya» (harekete geçirme) sözcüğünden alınmıştır. Yani mecaz yönünden hayâları onları sağ bırakmalarına neden olmuştu. Zira utanma duygusu normalde insanın utanılacak bir şeyi yapmasına engel olur. Bu konuya ilişkin bir dizi hadis de vardır. Yalnız bu rivayetlere güvenmemiz doğru olmaz. Çünkü bu rivayetlerin bir kısmının, Kur'an kıssalarının detaylarını açıklamaya çalışan Yahudi kültürünün nakilcilerine dayanmış olma ihtimali vardır. Biz bu tür rivayetleri «İsrailiyat» (Yahudi Mitolojisi) diye adlandırıyoruz....yalnız bu tür rivayetlerin bazı durumlarda gerçeğe dayanmış olmaları veya ondan bir parçaya ışık tutmuş olmaları da mümkündür... Her ne olursa olsun bu tür mitolojik bilgiler, Kur'an ayetlerinin kendisinden söz ettiği temiz havaya gölge düşürebilirler... Bizim için önemli olan kıssanın ana temasıdır, özüdür. Kur'an kıssalarının asıl verimli tarafı burasıdır. Biz, tarihi olayların detaylarından söz etmiyoruz. Buna ihtiyacımız da yok. Bizim için önemli olan, bu tarihi olayların canlı ve hareketli olan ibret yönüdür. Bizi ilgilendiren, kıssanın bu yönleridir. Bu nedenle biz Kur'an ayetlerinin değindiği tarihi olaylara bu mitoloji ile ışık tutmak, onları aydınlatmak ve aktarılan hikâyelere teslim olmak istemeyiz. Tam tersine biz bu olayları; Kur'an'ın ele aldığı, açıkladığı kadarını baz alarak değerlendirmek, onların bu temiz havasını teneffüs etmek ve onları kendi konumlarında değerlendirmek zorundayız. Bu hadislerin aktardığını kısaca şöyle özetleyebiliriz: Firavun, İsrailoğullarından birinin eliyle öldürüleceğini rüyasında görmüştü. Kendi mantığına göre, gelecekteki bu olayı durdurmak istemişti. Dolayısıyla onların tüm erkeklerini yok etmeyi düşünmüş ve tüm erkek çocuklarının öldürülmesine karar vermişti. Erkek çocuklarının öldürülmesi Firavun'un taraftarlarınca da tepkiyle karşılanınca kararını erkek çocuklarını bir sene öldürmek, bir sene

öldürmemek şeklinde değiştirmek zorunda kalmıştı. Çünkü İsrailoğulları bu toplumun işçi sınıfını oluşturuyorlardı. İsrailoğullarının tüm erkeklerinin öldürülmesi onların işçilerini, kölelerini yitirmeleri ve kendilerinin çalışmak zorunda kalmaları anlamına geliyordu... Hz. Musa'nın doğuşu ve annesinin O'nu denize bırakması da kıssanın bu detaylarının bir ölçüde doğru olduğunu gösterebilir. Bu Ayet-i Kerime, İsrailoğullarının Peygamberimizin (Salât ve Selam O na ve temiz soyuna olsun) zamanına kadar yaşayanlarına şunları hatırlatmak için gelmişti: Yüce Allah, Hz. Musa'nın ve Risaletinin sayesinde tepenizde duran bu büyük felaketi, musibeti kaldırdı. Size kötülük ve sapıklık önderlerinin, azgınların, zalimlerin ve zorbaların öldürücü, yok edici dikta rejimlerinden tamamen uzak ve özgür bir hayat nimetini bağışladı. Öyleyse neden Allah'ın bu nimetlerine karşı şükretmiyorsunuz? İsrailoğullarının bu durumlarını ve onlara verilen bu nimeti, zalimlerin egemen sultası altında baskı, dikta ve zulümle idare edilen masum nesilleri, öldürülen, gelirleri ve ürünleri sömürülen, özgürlükleri kısıtlanan hatta ellerinden alınan, güçleri ve enerjileri etkinlik ve hareketten alıkonan her millet için söz konusu edebiliriz... Bu durumdaki ulusları Allah, kendi eliyle hazırladığı dâhili ve harici sebepler, şartlar, vasıtalar ve gelişmelerle bu ağır kâbusun etkisinden kurtardığında, özgürlüğe kavuşmalarını kolaylaştırdığında onların, Allah'ın bu nimeti karşısında bilinçli Mü'minlerin tutumlarını sergilemeleri gerekir. Allah'ın lütuflarına ve nimetlerine derinlemesine nüfuz etmeleri Allah'ın bütün bu işleri nasıl doğrudan müdahalesiyle kolayca gerçekleştirdiğini görmeye çalışmaları lazımdır. Bundan böyle hayata yalnız zahiri (dış) sebepler açısından değil, Yüce Allah'ın eşyadaki köklü, engin iradesine göre bakmalıdırlar. Çünkü onları derin bir bilinç ve geniş bir anlayışla sürekli olarak Allah'a bağlayacak olan bakış açısı budur. Bu anlayış ve kavrayış ile onlar her neyi düşünürlerse Allah'ı onunla beraber görürler. Her neye yönelirlerse arka planında Allah'ı bulurlar. «Hani önünüze çıkan denizi yararak sizi boğulmaktan kurtarmış ve gözlerinizin önünde Firavun ailesini boğmuştu.»(bakara, 50) Bu, Allah'ın onlara verdiği nimetlerin ikincisidir. Birinci nimetin veriliş şekli mucize biçimde gerçekleşmiştir. Hz. Musa, göçlerine izin vermesi için eldeki vasıtaların hepsini kullanıp bunların hiçbir fayda sağlamadığını gördükten sonda İsrailoğullarını bu zillet hayatından kurtarmak için göç etmeye karar vermiştir. Firavun kendi iradesine ve izin vermemesine rağmen İsrailoğullarının göç ettiklerini duyduğunda ordusuyla harekete geçerek onları takip etti ve göçlerine engel olmak istedi. Böyle bir hareketin kendisine hiçbir zorluk çıkarmayacağını, denizin onları ilerlemekten alıkoyacağını zanneden Firavun'un hesaba katmadığı bir güç daha vardı... İşte bu ortamda, birden İlahi otorite devreye girdi. Bir mucize ile İsrailoğullarını kurtardığı gibi Firavun'un buradaki tutumunu, üstünlüğünü, büyüklük taslayışını yerle bir etti. Nitekim daha önce de Asa mucizesiyle onun kibrini ayaklar altına almıştı... İşte burada Yüce Allah Hz. Musa'ya ve kavmine denizi yardı, orada kendilerine kupkuru bir yol açtı... Ve denizin karşı tarafına geçtiler, Kur'an-ı Kerim, ilerdeki ayetlerinde bu konuya değinecektir... İsrailoğullarını izlemekte olan Firavun, onların denizde açılan bu kuru yoldan geçtiği gibi kendisinin de geçebileceğini zannetti. Atları denizdeki bu yola girince birden yolu iki taraftan kapatan suların altında kaldılar... İsrailoğulları bu manzarayı tatlı bir şaşkınlık ve hayretle seyrettiler. Bu olay ile Firavun ve taraftarları bir kez daha zillete düştüler. Risalet ve Resulün yolundan giden mustaz'af1ar ise bir daha onlar kazandılar. Burada meselenin ve vaziyetin mucize yolu ile halledilmesi, normal vasıtaların etkisiz hale gelmeleri ve onların bu konuda yetersiz kalmalarından dolayıdır. Risaletin durumunu, taraftarlarının vaziyetini mucize dışında hiçbir yolla kurtarma imkânının kalmamış