ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İÇİNDEKİLER. Prof. Dr. Kemal Arı Yüz Kızartıcı Sahne...4



Benzer belgeler
Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

ESAM [Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi] I. Dünya Savaşı nın 100. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu

(22 Aralık 2012, Cumartesi) GRUP A Türkçe Ortak Sınavı Lise Hazırlık Sınıfı

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç

ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÖMER TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ TÜRKÇE SINAVI

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir?

DÜZEY B1 Avrupa Konseyi Ortak Dil Ölçütleri Çerçevesinde BÖLÜM 4 SINAV GÖREVLİSİNİN KİTAPÇIĞI. Dönem Kasım 2009 DİKKAT

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

Vanlı futbolcu kızlar Bodrum da kamp yapıyor

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

OKUL MÜDÜRÜMÜZLE RÖPORTAJ

Türkiye nin köklü şirketlerinden PET HOLDİNG 40 yaşında

HÜRRİYET İLKOKULU EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMA PROGRAMI

Dört öğrenci sabahleyin uyanamamışlar ve matematik finalini kaçırmışlar, ertesi gün hocalarına gitmişler, zar zor ikna etmişler. Arabaya bindik yolda

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu!

Eğitim Öğretim Yılı OKUL ÖNCESİ ŞEKERLİK EĞİTİM SETİ YARIM GÜNLÜK PLAN ÇİZELGESİ

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

AHMET ÖNERBAY GÖRELE'DE

I. Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. ÖNEMLİ BİR DERS

Adı-Soyadı: Deniz kampa kimlerle birlikte gitmiş? 2- Kamp malzemelerini nerede taşımışlar? 3- Çadırı kim kurmuş?

PİNOKYO EĞİTİM KURUMLARI MART AYI AYLIK EĞİTİM PROGRAMI 1. HAFTA

TÜRKÇE PAMUK DEDE soruları yukarıdaki metne göre cevaplayınız. 1) Aşağıdakilerden hangisi Pamuk dede nin yaptığı işlerden birisi değildir?

A1 DÜZEYİ B KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: OKUL NO:

TATÍLDE. Biz, Ísveç`in Stockholm kentinde oturuyoruz. Yılın bir ayını Türkiye`de izin yaparak geçiririz.

ANKET SONUÇLARI. Anket -1 Lise Öğrencileri anketi.

:48 FİLİZ ESEN-BİROL BAŞARAN

KİTAP GÜNCESİ VIII. GELENEKSEL KİTAP GÜNLERİ SAYI:3

CHP Yalıkavak Temsilciliğinin düzenlediği Kahvaltıda Birlik ve Beraberlik Mesajı

DÜNYA İNSANLIK AİLESİNİN YÜZAKI YAZARLARINDAN!... Ekmel Ali OKUR; Hemşerimiz, Adanalı, Adam gibi adam! İnşaat Mühendisi,

Soðaným da kar gibi Elma gibi, nar gibi Kim demiþ acý diye, Cücüðü var bal gibi

Başbakan Yıldırım, 39. TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği ne gelen çocukları kabul etti

SIFATLAR. 1.NİTELEME SIFATLARI:Varlıkların durumunu, biçimini, özelliklerini, renklerini belirten sözcüklerdir.



3 YAŞ AYIN TEMASI. Cinsiyetim, adım, özelliklerim, görünümümdeki değişiklikler nelerdir?

Vakıfların toplumsal yaşamımızdaki hizmetlerini şöyle sıralayabiliriz. 1. Dini hizmetler. 2. Sağlık hizmetleri. 3. Eğitim ve öğretim hizmetleri

ÖZEL GÜNLER. Doğum günü/kadınlar günü/anneler günü/babalar günü/sevgililer günü/ Öğretmenler günü

A1 DÜZEYİ A KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: OKUL NO:

Dünyayı Değiştiren İnsanlar

2.8 milyon TL harcanarak 8 ayda tamamlanan Alucra Turan Bulutçu Meslek Yüksek Okulu (MYO) binasının açılışı Kültür Bakanı Ertuğrul GÜNAY yaptı.

Hafta Sonu Ev Çalışması HAYAL VE GERÇEK

KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU

Anne Ben Yapabilirim Resimleyen: Reha Barış

Rukia Nantale Benjamin Mitchley Nahide Büşra Ertekin Turkish Level 5

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat


OKUMA ANLAMA ANLATMA. 1 Her yerden daha güzel olan yer neresiymiş? 2 Okulda neler varmış? 3 Siz okulda kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

ÇALIŞKAN ARILAR EKİM AYI EĞİTİM PROGRAMI 1.HAFTA NELER ÖĞRENECEĞİZ HAFTANIN KONUSU:OKULUMUZ

ΣΔΛΙΚΔ ΔΝΙΑΙΔ ΓΡΑΠΣΔ ΔΞΔΣΑΔΙ. ΔΙΑΡΚΕΙΑ: 2 ώρες ΗΜΕΡΟΜΗΝΙΑ: 24 Μαΐοσ 2011 ΣΟ ΔΞΔΣΑΣΙΚΟ ΓΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΣΔΛΔΙΣΑΙ ΑΠΟ 6 (ΔΞΙ) ΔΛΙΓΔ. Τπογραφή καθηγητή:

ΤΠΟΤΡΓΔΙΟ ΠΑΙΓΔΙΑ ΚΑΙ ΠΟΛΙΣΙΜΟΤ ΙΓΡΤΜΑ ΓΙΑΥΔΙΡΙΗ ΑΠΟΓΔΤΜΑΣΙΝΩΝ ΚΑΙ ΒΡΑΓΙΝΩΝ ΔΠΙΜΟΡΦΩΣΙΚΩΝ ΠΡΟΓΡΑΜΜΑΣΩΝ ΚΡΑΣΙΚΑ ΙΝΣΙΣΟΤΣΑ ΔΠΙΜΟΡΦΩΗ

MUTLU HAFTALAR. Emrah&Elvan PEKŞEN

MUTLU HAFTALAR. Emrah&Elvan PEKŞEN

&[1 CİN ALİ'NİN HİKAYE KİTAPLAR! SERIS.INDEN BAZILARI. l O - Cin Ali Kır Gezisinde. Öğ. Rasim KAYGUSUZ

olduğunu fark etti. Takdir ettiği öğretmenleri gibi hatta onlardan bile iyi bir öğretmen olacaktı.

YIL DEDE'NİN DÖRT KIZI

.com. Faydalı Olması Dileklerimizle... Emrah&Elvan PEKŞEN

ABDULLAH ALİYE CAN ANAOKULU ÇİÇEKLER SINIFI. Nİsan AYI BÜLTENİ. Sevgİ Kİlİmlerİmİz

Benzetme ilgisiyle ismi nitelerse sıfat öbeği, fiili nitelerse zarf öbeği kurar.

Arapgirli Haşim Koç. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

AHMETLER İLKOKULU. Okul Binası

Bir başka ifadeyle sadece Allah ın(cc) rızasına uygun düşmek için savaşmış ve fedayı can yiğitlerin harman olduğu yerin ismidir Çanakkale!..

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ ΤΟ ΕΞΕΤΑΣΤΙΚΟ ΔΟΚΙΜΙΟ ΑΠΟΤΕΛΕΙΤΑΙ ΑΠΟ ΕΞΙ ( 6 ) ΣΕΛΙΔΕΣ

SORU-- Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Defne Öztürk: Atatürk ün herkes mutlu ve özgür olsun diye hediye ettiği bayramdır.

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

Başbakan Yıldırım, Piri Reis Ortaokulu nda karne dağıtım törenine katıldı

5 YAŞ VE HAZIRLIK SINIFI EKİM BÜLTENİ

Pirinç. Erkan. Pirinç (Garson taklidi yaparak) Sütlükahve söyleyen siz değil miydiniz? Erkan

Bir sözcüğün zihinde uyandırdığı ilk anlama gerçek anlam denir. Kelimelerin sözlükteki ilk anlamıdır. Bu yüzden sözlük anlamı da denir.

2. SINIF İŞİTME ENGELLİ ÖĞRENCİLERİ İÇİN TEST ÇALIŞMASI. Hazırlayan Engin GÜNEY İşitme Engelliler sınıf Öğretmeni

TED İN AYDINLIK MEŞALESİNİ 50 YILDIR BÜYÜK BİR GURURLA TAŞIYAN OKULLARIMIZDA EĞİTİM ÖĞRETİM YILI BAŞLADI

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

Özel Gebze Eğitim Kurumları Öz-Ge Gündüz Bakımevi ARILAR GRUBU

SAGALASSOS TA BİR GÜN

Anneye En Güzel Hediye Olarak Ne Alınması Gerekir?

Turkiye' ye dönmeden önce üniversiteyi kazandığımı öğrenmistim. Hayatımın en mutlu haberini de orada almıştım.

Köy Enstitülerinin yerine açılan İmam Hatip okullarından elli yıldır bir tek yazar, şair çıkmadı.

14. ÇALIŞMA EKONOMİSİ VE ENDÜSTRİ İLİŞKİLERİ KONGRESİ

Paragraftaki açıklamaya uygun düşen atasözü aşağıdakilerden hangisidir?

İsim İsim İsimlerin Tamamlanmış Hali

Özel Gebze Eğitim Kurumları Öz-Ge Gündüz Bakımevi

SİTEMİZE EKLENEN METİN KİTABIM-1 VE METİN KİTABIM-2 ADLI DÖKÜMANLARI OKURSAK HEM OKUMA HIZIMIZ ARTACAK HEM DE OKUDUKLARIMIZI ANLAYACAĞIZ.

6 Çocukla Ahır'da Yaşam Mücadelesi

Giovanni dışında bütün örenciler çok çalışıyor. O hiç çalışmıyor ama sınıfın en başarılı öğrencisi. Çok iyi Türkçe konuşuyor.

Ben gid-iyor-muş-um git-mi-yor-muş-um. Sen gid-iyor-muş-sun git-mi-yor-muş-sun. O gid-iyor-muş git-mi-yor-muş. Biz gid-iyor-muş-uz git-mi-yor-muş-uz

Geç Kalmış Bir Yazı. Yazar Şehriban Çetin

Asker hemen komutanı süzerek cevap vermiş; 1,78! Komutan şaşırmış;

66 Fotoğrafçı Etkinlik Listesi. 52 Haftalık Fotoğrafçılık Yetenek Sergisi

MEVSİM İLKBAHAR SAĞLIKLI YAŞAM. İlkbahar mevsiminin özelliklerini öğreniyoruz.

Hazırlayan: Saide Nur Dikmen

2. Sınıf Kazanım Değerlendirme Testi -1

T.C. M.E.B ÖZEL MANİSA İNCİ TANEM ANAOKULU DENİZ İNCİLERİ SINIFI

Ramazan Alkış. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

İnsan Okur. Resimleyen: Reha Barış MERAKLI KİTAPLAR

5. SINIF TÜRKÇE NOKTALAMA İŞARETLERİ TESTİ

--- ZEKÂ SORULARI ---

yeni kelimeler otuzsekizinci ders oluyor gezi genellikle hoş geldin mevsim hoş bulduk ilkbahar gecikti ilkbahar mevsiminde geciktiniz kış mevsiminde

HAYAT BİLGİSİ A TEMASI: OKUL HEYECANIM. Gözümüzün rengi Saçımızın rengi Okula gitmemiz Yukarıdakilerden hangisi fiziksel özelliğimiz değildir?

Transkript:

İÇİNDEKİLER Prof. Dr. Cahit Kavcar Bir Sempozyumun Ardından...2 Prof. Dr. Kemal Arı Yüz Kızartıcı Sahne...4 Bekir Özgen Aklıma Düşte de...9 Prof. Dr. Ayhan Çıkın Madımak Ateşi...11 Ali Kaya Yanmak mı Acı? Yoksa Unutulmak mı?...12 Faik Ay Ağaç Yaş İken...13 Abdullah Taşçıoğlu Eğitim Çıkmazı...14 Av. Hüseyin Özbek Bir Kayışın Tesirinden Bir Kğuşun Tesirine...15 Osman Gökçe Bütün hayallerimi sana havale ediyorum çocuk...18 Emin Ugunlu Şimdiki Zaman Tutanağı...18 Emine Şimşek Emiral Kehribal...19 Ahmet Cengiz Bir Kentin Yağmalanması...19 Tahsin Şimşek Hektor...20 Mehmet Genç Kadınlarımız Öldürülmesin Ne Olur...21 Bahtiyar Takkalı Geceler...22 Prof. Dr. Kemal Kocabaş Öğretmen Liselerinin Kapatılmasına İtirazım Var...26 Şadiye Dönümcü Anadolu Öğretmen Liseleri Kapatılmasın...28 Etem Oruç Ege den...30 Nabide Kılınç Şiir Yağmur Gibiydi, Muğla da...31 Eyüp Yılmaz Bunları biliyor musunuz?...32 M. Cevat Turan Madencim Gitti...33 Prof. Dr. Kemal Kocabaş Soma da Yürek Yangını...34 Ömer Değirmenci Bir Hazin Durum: Soma-Elmadere Köyü...36 Mehmet Halil Arık Şam Babası...38 Muammer Özler Kitap Kitap Kitap...40 Rahmi Gür Emeğin Türküsü...41 Azmi Ermiş Kör Dünya...42 Zekeriya Yavuz Yaşlı Marangoz...44 Mehmet KARABACAKLAR En Erdemlisi...46 Hüseyin Yaşar Eğitimde İçerik...47 Ahmet M. Egemen F Klavye...48 Müjgan Tutan Katlan Dileklerim...49 Çetin Arı Utanç...50 Osman Öğe Batı Trakya Gezisi...52 Yeliz Sert Bir Evlenme Öyküsü ve Salça...56 Mehmet Ali Tıraş Orhan Hoca...57 Muharrem Karataş Sen Bene, Ben Sene...58 Süleyman Akçay 15 Mart 2014 Adabelen Buluşması...59 Haberler...60 GÜNÜMÜZDE BÖYLE GELECEKTE BÖYLE OLUR MU DERSİNİZ? -1-

Ortaklar Köy Enstitüsü 70 yaşında ADABELEN BİR SEMPOZYUMUN ARDINDAN Prof. Dr. Cahit KAVCAR 19 Nisan 2014 günü İzmir'de üç kurum ve kuruluşun işbirliği ile önemli ve görkemli bir sempozyum düzenlendi. Ortaklar Köy Enstitüsü 70 Yaşında adını taşıyan bu sempozyum, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (YKKED), Ortaklar Öğretmen Okullular (Adabelenliler) Derneği ve İzmir Konak Belediyesinin işbirliği ile gerçekleşti. Bu düzenleme hazırlıklarının bir yıl kadar önce başladığını biliyoruz. YKKED Başkanı Sayın Prof. Dr. Kemal Kocabaş ile Adabelenliler Derneği Başkanı Sayın Mustafa Özmen, sempozyumu ve yakın çevreyi de kapsayan çok yönlü, çok boyutlu programların ve hazırlıkların içine bir yıla yakın zaman önce giriştiler. İşte bu yoğun çalışmaların sonucunda böylesine başarılı bir sempozyum ve aynı adı taşıyan çok değerli bir kitap ortaya çıktı. Bu nedenle iki başkanımızı ve çalışma arkadaşlarını, emeği geçen herkesi gönülden kutlamak gerekir. Bilindiği gibi Adabelen, Ortaklar Köy Enstitüsünün kurulduğu bölgedeki tepenin adıdır. 1944 yılı Ağustos ayından beri Ortaklar'da okuyan Köy Enstitülü, öğretmen okullu, öğretmen liseli tüm öğrenciler okullarını belirtirken, 70 yıllık anılarla dolu bu tepenin adıyla anarlar. Genellikle okullarının adını Adabelen ve kendilerini de Adabelenli olarak tanımlarlar. İşte bu sempozyum,böylesine ulu bir çınar, Cumhuriyet çınarı olanadabelen'i çeşitli yönleriyle, tarihi ve özellikleriyle inceledi, irdeledi. Sempozyum beş oturumdan oluşuyordu. Oturumlara, Adabelen tarihinde önemli yerleri olan ünlü eğitimcilerimizin adları verilmiş (Hasan Âli Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Hayri Çakaloz, Mualla Eyüboğlu, Mehmet Kahvecioğlu oturumları). Çok hoş bir uygulama oldu bu, çok iyi düşünülmüş. Sempozyumda sunulan bildiriler ve Adabelenlilerin yazdıkları yazılardan oluşan Ortaklar Köy Enstitüsü 70 Yaşında adlı çok önemli bir kitap Prof. Kocabaş tarafından daha önceden hazırlandı, YKKED yayını olarak basıldı ve Sempozyum sabahı katılımcılara sunuldu. Bunun da takdire değer bir çalışma, saygıdeğer bir emek olduğunu belirtmek gerekir. Eğitim ve kültür dünyamıza sunulan, yer yer belgesel özellikler de taşıyan 446 sayfalık anıtsal bir eser bu. Sayın Kocabaş'ı ve çalışma arkadaşlarını içtenlikle kutluyorum. Örneği çok seyrek görülen çağdaş bir uygulamadır bu. 1944 Ağustos ayında başlayan on yıllık Ortaklar Köy Enstitüsü imecesi, 1954-1974 yılları arasındaki yirmi yıllık Ortaklar İlköğretmen Okulu süreci ve 1974 sonrasından günümüze aktarılan Ortaklar Öğretmen Lisesi, Anadolu Öğretmen Lisesi dönemleri, Adabelenli yazarlar, akademisyenler ve araştırmacılar tarafından sempozyumda gündeme alındı. Oturumlar çok düzenli ve düzeyli geçti. Hem Köy Enstitüsü, hem öğretmen okulu, hem de öğretmen lisesi dönemlerinden sempozyuma katılan çok sayıda Adabelenli vardı. Farklı dönemlerden ve farklı kuşaklardan katılımcılar arasında çok hoş, çok sıcak kaynaşmalar oldu. Bu arada küçük bir eleştirim var. İzleyici olarak katılımın daha çok olmasını, o güzel salonun tıklım tıklım dolmasını beklerdim ben. Nedense olmadı bu. Çeşitli yemeklere, eğlencelere vb. katılmak elbette önemli. Ama böylesine dolgun, okul tarihi için, çeşitli özellikleri ve güzellikleri için büyük önem taşıyan sempozyumun daha çok ilgi görmesi gerekmez mi? Acaba konular mı önemsiz? Konuşmacılar mı yetersiz? Gece gündüz demeden yoğun olarak çalışan, koşturan düzenleyici arkadaşların emeklerine saygı duymak iyi olmaz mı? Başka bir neden mi var? Bunların iyice düşünülmesi, eleştiri ve özeleştiri yapılması, sağlıklı bir değerlendirme yoluna gidilmesi çok uygun olur bence. Örneğin Aydın'dan 8-10 kişilik bir grup geldi... Sabah açılış konuşmaları ve mini konserden sonra sempozyum oturumlarına geçildi. Birinci oturumun ana konusu Ortaklar Köy Enstitüsü Kurulurken, ikinci oturumun ana konusu Belgelerdeki, Araştırmalardaki Ortaklar Köy Enstitüsü, üçüncü oturumun ana konusu Ortaklar Köy Enstitüsünden Ortaklar İlköğretmen Okuluna, dördüncü oturumun ana konusu Tüm Boyutlarıyla -2-

Adabelen, beşinci ve son oturumun ana konusu Ortaklar Köy Enstitüsünden Ortaklar İlköğretmen Okuluna idi. Bütün konuşmacılar katıldı, hiç eksik yoktu. Konuşmacıların bildirileri sabah katılımcılara sunulan anıtsal kitapta yer alıyor. Ayrıca bu kitapta, 1945-1974 Ortaklar mezunları listesi ile Adabelen'den Yüksek Öğretmen Okullarına giden öğrenciler listesi (1959-1973) de yer almaktadır. Bildiğimiz kadarıyla bu listeler ilk kez yayımlanıyor ve kitabın değeri daha da artıyor. Şimdi, sempozyumda doğrudan ya da dolaylı olarak vurgulanan kimi önemli noktaları belirtelim: Hepimizin Adabelen'e gönül borcumuz var. İşte bu gönül borcunun ve okula bağlılığın göstergeleri olarak her yıl 16 Mart Öğretmen Okulları Günü dolayısıyla Adabelen'de toplanıyor, kuru fasulye pilav yiyoruz. Yine her yıl belli bir yerde, Adabelenliler gecesi düzenliyoruz. Çeşitli sınıf toplantıları düzenleniyor. Ortaklar Öğretmen Okullular (Adabelenliler) Derneği miz var, yıllık toplantıları, çeşitli etkinlikleri dernek düzenliyor. Yine derneğimizce düzenli olarak çıkarılan Adabelen adlı çok hoş bir eğitim ve kültür dergimiz var. Ve derneğimizce 2003 yılında çıkarılan Adabelen Çiçekleri Adabelen'den Yetişenler adlı bir kitapçığımız da var. Meğer Adabelen ne kadar gür ve güçlü bir kaynakmış. Meğer ne çiçekler, ne yetenekler, ne değerler yetiştirmiş. Kaldı ki o kitapçıkta yer almayan, alamayan, ulaşılamayan daha nice Adabelenli var. Bütün bu etkinlikler, toplantılar, buluşmalar kendiliğinden oluşuyor. Hiçbir zorlama, hiçbir zorlayan olmadan gerçekleşiyor. Eşlerle, çocuklarla, torunlarla geliyor Adabelenliler. Büyük bir canlılık, kaynaşma ve hareketlilik oluyor. İşte bu durum ayrıca gurur veriyor bize, onur veriyor. İnanılmaz güzellikler, doyulmaz anılar yaşanıyor. Gerçi çok doğal olarak hepimiz her etkinliğe katılamıyoruz, ama Adabelen ruhu yaşıyor, yaşatılıyor.asıl önemli olan da bu değil mi? İşte böylesine gür, verimli bir kaynak olan Adabelen için, tam bir Adabelen çocuğu olan Prof. Kemal Kocabaş'ın hazırladığı ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneğince yayımlanan çok değerli üç de kitap var: Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (2007). Ortaklar Köy Enstitüsünden Ortaklar İlköğretmen Okulu'na Adabelen Işığı (Hazırlayan Prof. Dr. Kemal Kocabaş), İzmir. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (2007). Köy Enstitülerinden İlköğretmen Okullarına Geçişte Eğitime Adanmış Bir Yaşam: Mehmet Kahvecioğlu (Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Kemal Kocabaş), İzmir. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (2014). Ortaklar Köy Enstitüsü 70 Yaşında (Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Kemal Kocabaş), İzmir. YKKED tarafından yayımlanan bu üç kitapla, Adabelenliler Derneğince yayımlanan ve yukarıda belirtilen Adabelen Çiçekleri Adabelen'den Yetişenler kitapçığı, belgesel değer taşıyan çok önemli, değerli ve doyurucu yayınlardır. Bu eserler Adabelen'in değerini, önemini, özelliklerini ve güzelliklerini çarpıcı bir biçimde sergilemektedir. Ve bu dört kitap, benzeri okullar için örneği pek görülmeyen büyük bir zenginliktir Adabelen adına. Adabelen Okulu, yalnızca nitelikli ve çok yönlü binlerce öğretmen değil, güzel sanatların, özellikle edebiyatın ve bilim dünyasının çeşitli dallarında, kamu yönetiminde ve politikada isim yapmış, ün kazanmış pek çok sanatçı, yönetici ve bilim insanı da yetiştirmiştir. Nice şair, yazar, ressam, müzisyen, akademisyen ve yönetici yetiştirdi Adabelen. Bu konuda sadece isimleri ve eserleri saysak bile kocaman bir kitap eder. Ve nice Cumhuriyet aydını, aydınlanmacı, çağdaş öğretmen, Atatürk öğretmeni yetiştirdi. Genel olarak Ortaklar'da çok iyi öğretmenler görev yaptı. Hemen hepsi seçilerek geldi. Bu arada Adabelen 100 öğrencisini seçerek yüksek öğretmen okullarına gönderdi (1959-1973). Bunların içinden çok başarılı lise öğretmenleri, çok sayıda dershane sahibi ve öğretmeni, üniversite öğretim üyesi, öğretim elemanı, bilim insanı, işadamı, siyasetçi, bürokrat, yönetici çıktı. Hepsi de kendilerini her yerde kabul ettirdiler, benimsettiler, kanıtladılar. İşte 19 Nisan Sempozyumunda, Adabelen'in çeşitli yönleri, değinilen özellikleri ve güzellikleri, zenginlikleri, nice anılar dile getirildi, incelendi, irdelendi. Çok başarılı bir şölen oldu. Bundan dolayı, iki dernek başkanımızı (Kocabaş, Özmen) ve çalışma arkadaşlarını, emeği geçen herkesi tekrar içtenlikle kutluyor, Konak Belediyesine de gönülden teşekkürler sunuyoruz. -3-

Bir 30 Ağustos'a daha ulaştık Kutlu olsun! O günleri anımsayalım. YÜZ KIZARTICI SAHNE: ANCAK, YA ANADOLU'NUN SUÇU NEYDİ? (-Keşke, Ah Keşke!.. Her Yerde Barış Rüzgârları Esseydi!..) Prof. Dr. Kemal ARI *DEÜ Öğretim Üyesi 30 Ağustos 1922 günü, Yunan Ordusu'nun belkemiği Dumlupınar'da kırılmış On binlerce düşman askeri ölmüş; Mehmetçik şehit düşmüş; ortalık kan gölü Mustafa Kemal Atatürk, yanında İsmet, Fevzi ve Asım Paşalarla savaş meydanında ilerliyor. Ancak o denli yoğun insan kaybı var ki; yerlerde göllenip kurumuş kanlar; parçalanmış cesetler, sağa sola savrulmuş kollar bacaklar; barut kokusu, ölümün bedenlere çökmüş ağırlığı; yanmış kül haline gelmiş araç gereçler; hala can çekişen bedenlere düşmüş ölüm soğukluğu Ortalıkta kan, duman, kor, barut ve ölüm kokusu Bir gün önce, türlü bağırış çağırışların; top ve bataryalardan fırlayan güllelerin çıkardığı kulak zarı yırtan gümbürtülerin yerini almış olan derin sessizlik Anadolu bozkırı, güneşin altında sanki insanlığın ortak bir acısını, dayanılmaz trajedisini sergiliyor; sağa sola koşturan gölgeler, ölmeyip kalanları, ölülerin arasından seçip bir sahra hastanesine yetiştirme telaşı içinde Yer yer, Mehmetçik güvenlik noktaları oluşturmuş; bir yandan da sürekli sahra telgraflarının tıkırtılarıyla paşaya ulaştırılan cephelere ilişkin raporlar Süvariler soluk soluğa dağları vadileri geçiyormuş; piyade, ayakkabıları parçalanmış, yüzü gözü toz bere içinde düşman kovalıyormuş; nereden hangi kıta ileriye atılarak harekete geçmiş; kim ne türlü bir emir bekliyormuş; bir bir bunu paşalara koşturan yaverler Ve bozkır; derin bir sessizliğe gömülmüş Arada bir esen rüzgâr, bozkırın tozunu yerde yatan insan bedenlerinin üzerine doğru savururken, kan ve barut kokusuna taze çiçeklerin kokusunu taşıyor... Zafer; evet zafer; ancak binlerce, on binlerce genç insanın yaşamına mal olmuş, ölümlerin, acıların, yetim kalmış çocukların, dul kalmış gelinlerin, çocuğunu yitirmiş acılı anaların bağırları üzerinde yükselen bir barış Evet, gerçekten de savaş, zorunlu olmadıkça, bir ulusun onur ve saygınlığını hedef alan tehlikeleri bertaraf etmemek için yapıldığında bir cinayettir Her beden, bir can; bir can da bir cihan olduğuna göre; yitip giden her canla bir dünya yıkılmış; genç insanların üzerine ölümün soğukluğu çöreklenmiş; can çıkan nefeslere kan kokusu karışmış. Bu sonuç; uzakta, çok uzaklarda, bu senaryoları kurgulayanların hiç de umurunda değil Onlar sanki can pazarında tezgâhlarını kurmuşlar; kıran ve kırılan kendileri olmadıktan sonra; ölen her bir can, onlar için kumarda yitirilen basit bir taş parçasından başka bir şey değil Onların derdi; ölümlerin, kırımların üzerinden kendilerine somut çıkarlar taşıyacak kazançları YaAnadolu? O, binlerce yıllık Anadolu'nun ağıtlarıyla beden bulmuş o kutsal topraklar; onun günahı neydi ki? Beldeler yıkılmış; on binlerce kadının, kızın ırzına geçilmiş; on binlerce insan kıyılmış durmuş; evler yakılmış, adalet ayaklar altına alınmış; bir milletin onuruyla oynanmış; bunlara tanıklık eden o kutsal ana; o bu acıları kendi göğsünde hissetmemiş olabilir mi? Anadolu, onun tarihsel kutsallığına bakıldığında elbette bu ölümlerden, yıkımlardan mutluluk duyamazdı. Sonuçta ölen insansa; o ya da bu olsun; onun kutsallığına ancak, ölen insan için ağıtlar yakmak düşerdi. Ve Anadolu'nun her bir -4-

anası, sinesini döverek yitirdiklerine, başına sarılan belalara Ah sebep, sebep neydi?.. diyerek ağlar bir haldeydi. Şu sessizlik, arada sırada bozkırda beliren toz yığınları; derken tozlu yüzlere çarpan rüzgârın bıraktığı tatlı serinlik; bir matemin mi, bir coşkunun mu belirtisiydi? * Mustafa Kemal Paşa, ölü yığınları arasında ilerlemekte zorluk çekiyordu. Kimi zaman ölüler öyle yumak haline gelmişti ki; Gazi, insan bedenlerinin üzerine basarak ilerlemek zorunda kalmıştı. Bir süre sonra kırık bir kağnı arabasına çıktı. Hemen yanına çevik bir hareketle, İsmet Paşa da beliriverdi. İki yurtsever komutan, şimdi kutsal yurt topraklarının hazin haline bakarak durumu tam olarak kavramaya, ellerinde dürbün, uzakları gözeterek bir durum tespiti yapmaya çalışıyorlardı. Kağnı arabasının hemen kıyısında, Fevzi Paşa ve Asım Paşa yer alıyordu. Kağnının üzerinde içi dolu birkaç çuval vardı. İki paşa; bu çuvalların üzerine oturdu: Elleriyle çuvallara dokunduğunda Gazi Mustafa Kemal Paşa, çuvallarda kuru üzüm olduğunu fark etti. Bir avuç alıp, yarısını İsmet Paşa'ya uzattı. Yüzlerindeki hüzün o denli belirgindi ki; bir parça üzümün tadı, bu gerginliği hafifletebilirdi. Gazi'nin uzattığı üzümün bir kısmını alan İsmet Paşa ile aynı anda, ağızlarına ikişer üçer üzüm atarak yemeye başladılar. Bir anda Mustafa Kemal'in yüzü yumuşadı ve İsmet Paşa'nın kulağına eğilerek: - Üzüm çalan farelere döndük İsmet! dedi Gülümsediler; hatta bir ara, üzerlerindeki gerilimin etkisiyle bu gülüşler kontrolsüz bir kahkaha atışına bile dönmüştü. Evet, gülüyorlardı, ama bu gülüş, neşeden çok; içleri yanan iki insanın kontrolsüz reflekslerinden başka bir şey değildi. İşte önlerinde ölen insanlardan oluşan sanki bir koca deniz! Kanlar içinde yerlerde kıvrılıp yatan gencecik bedenler Bir açıdan bakınca; Türk, Yunan; ne fark eder; ölüm her yerde ölüm olduktan sonra! Başka bir açıdan bakınca da; yurdu yakılıp yıkılan Türkler'in günahı neydi? Onca cinayetlerin, ölümlerin, yıkımların nedeni; Anadolu'ya canavarca saldırmış insan sürülerinin eseri değil miydi? Ancak, ya vicdan? Vicdan, yine de bu durum karşısında rahat olamıyordu. Ve Gazi, ayağa kalktı. Ardından İsmet Paşa da Ve ayağa kalkmış olan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yüzünde yeniden bir hüzün ve acı belirmişti. Sesi titrer bir durumda; şu sözleri mırıldandığı duyuldu: - Bu görünen manzara, insanlık adına yüz kızartıcı bir sahnedir. Ama bizi buna mecbur ettiler Evet; zorunlu durumda kalınca, insan kendi yurdunu savunmak için ölümü göze alır. Bilir ki, yurdunu savunmak, her yurtsever için bir onur ve namus görevidir Ancak bir yandan da bütün bu olup bitenlere bakınca; insan şöyle mırıldanmaktan da geri kalamaz: - Keşke, keşke bunların hiç birisi yaşanmasaydı! Keşke, yitirilen bu canlar, daha bu yaşlarında ölümü tatmasalardı! Keşke barış, bu cinnet anına üstün gelebilseydi Ancak, ah keşke insanlık bunu bir anlayabilse? Ah bir anlayabilse? Öyle ya: Şimdi soralım: Suriye'de tam 6.000 Müslüman kadının ırzına geçilmiş Kim bunun suçluları, kim? Kim bunu vicdanlarına yakıştırabilenler, kim? Bir, ah bir sorabilse bu soruları insanlık ve buna neden olanlardan daha güçlü bir irade ortaya koyabilse Umarız, dünya felaketlerden örnek alır da barış için az daha çaba gösterse Keşke Ah keşke -5-

BİLİYOR MUSUNUZ? ADABELEN ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ'NİN HİKÂYESİ! Yıl 1925.Birinci Dünya Savaşı'nın arkasından İstiklal Mücadelesini vermiş bir ülke; Türkiye. Bozkırın ortasında bir başkent; Ankara... Oysa Atatürk yeşili o kadar seviyor ki, Afet İnan'ın anlatımıyla; Köşk için Çankaya'yı seçmesinde etken, birkaç büyük karakavak ve söğüt ağaçlarının bulunması. Karakavak ve söğütler yetmiyor ona. O istiyor ki, İstiklal mücadelesini yürütülmesine ev sahipliği yapmış bu mağrur kent yemyeşil olsun. Halkın rahatlıkla gezebileceği, nefes alacağı bir cennet yaratılsın. Ülkenin tanınmış tarımcılarını köşke çağırıyor. Amaç; Ankara civarında kurmak istediği cennet için uygun arazinin seçilmesi. Tarımcılara Ankara civarında modern bir çiftlik kurmak istediğini ve buna uygun arazi bulunması gerektiğini söylüyor. Oysa onlar çiftlik yeri için uzun boylu araştırmalar yapmaya gerek görmüyor çünkü Ankara o devirde 'Bozkırın ortasında bir ortaçağ şehri'. Bu kanaatlerini Atatürk'e bildirdikleri zaman ise o eliyle bu günkü Atatürk Orman Çiftliği'nin arazisini gösteriyor ve 'burayı gezdiniz mi?' diye soruyor. Tarımcılar şaşırıyorlar. Gösterilen arazi bataklık, çorak, fakir... Bir çiftlik kurulması için gereken hiçbir özelliği taşımıyor. Atatürk'ün cevabı basit oluyor; "İşte istediğim yer böyle olmalıdır. Burayı biz ıslah etmezsek kim gelip ıslah edecek? Çağırılan tarım uzmanları şaşkınlıkla Atatürk'ün onları aslında en iyi değil en kötü toprak raporunu alabilmek için çağırdığını fark ediyorlar. Şaşıranlar sadece onlar olmuyor. Yer belirlendikten sonra arazinin verim durumu hakkında görüş istenen diğer yerli ve yabancı uzmanlar da bu topraklar üzerinde herhangi bir tarım faaliyetinin yapılamayacağını iddia ediyorlar. Hatta Tarım Bakanlığı uzmanlarından Schmit hazırladığı raporda, "Bu öyle bir teşebbüstür ki, elverişsiz toprak ve iklim koşulları altında burada ya sabır tükenir, yahut ta para" yorumunu yapıyor. Verilen olumsuz raporlar ve yapılan yorumlar onu fikrinden vazgeçirmeye yetmiyor ve Gazi Orman Çiftliği'ni kurmak üzere derhal çalışmalara başlanılması emrini veriyor. ARAZİYİ KENDİ PARASIYLAALDI İlk iş olarak da tarım uzmanlarına eliyle işaret ederek gösterdiği batak arazi, çiftlik idare merkezi, parklar ve sebze bahçelerinin üzerine inşa edilmesi için, Merhum Abidin Paşa'nın eşi Faika Hanım'dan yüksek bir fiyatla satın alınıyor. Gerekli para da Atatürk'ün kendi aylığından taksitlerle temin ediliyor. Atatürk'ün ödediği bu yüksek fiyat diğer arazi sahiplerini de teşvik ediyor. Bu şekilde Etimesgut, Balgat, Çakırlar, Güvercinlik, Macun, Tahar ve Yağmur Baba çiftlikleri de satın alınıyor. Hemen çalışmalara başlanıyor. Çiftliğin kurulmasındaki her aşamada Atatürk'ün kendisi de bizzat çalışıyor. Terini toprağa akıtıyor. Çalışmalar normalden çok daha kısa bir süre içinde bitiyor. Atatürk, Bozkırın ortasındaki bir ortaçağ şehrinden modern bir başkent; bataklık, çorak, ot bile yetişmez denilen bir araziden ise insan elinden çıkma bir cennet yaratıyor. Son olarak da diğer çiftlikleri ile birlikte Atatürk Orman Çiftliği'ni çok sevdiği milletine hediye ediyor. Çünkü o milletini çok seviyor ve bu bağış için endişe edilecek herhangi bir konu kalmadığını düşünüyor. O günlerden bir görüntü Günümüzden de bir görüntü -6-

Tarihçi Sinan Meydan ın Araştırması ından Nüfusun % 80'i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil göçebe. 40 bin köyün 37 bininde ne okul var, ne postahane, ne de dükkân. 40 bin köyde yaklaşık 11 milyon insan yaşıyor. Bu insanların ancak % 2'si okur-yazar. 37.000 köyde okul yok. 1922 istatistiklerine göre 1950 köyde sığır vebası var. Düşmanların tümüyle yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor. Dört mevsim kullanılabilir karayolu yok denecek kadar az. Kışın batağa dönüştüğü için geçilmesi çok zor. 4.000 km kadar demiryolu var Anadolu'da. Bir metresi bile bizim değil. Tamamen emperyalistlere hizmet ediyor. Üstelik yetersiz bir demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak için ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamak lazım. Denizciliğimiz acınacak durumda. Donanma, II. Abdülhamit döneminde Haliç'te çürütülmüş. Köylü topraksız. Sabanı ve öküzü bile yok. Doğu'da, Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni var. Her yerde tefeciler, spekülatörler, savaş zenginleri halkı eziyor. Çok az tarım mühendisi var. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor. Tüm Türkiye'de sadece 337 doktor var. 150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30.000 kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az şehirde eczane var. Türkiye'deki toplam eczacı sayısı 60. ADABELEN Bağımsızlığımız ve cumhuriyetimiz neden değerli ve önemli? Osmanlı, Osmanlı dedikleri İşte Türkiye Cumhuriyeti'ne 1923 yılı itibariyle Osmanlı'dan kalan miras: Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60'ı geçiyor. Ebe sayısı çok az. 40 bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136. Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema sadece büyük kentler de var Ekonomik hayatımız da içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar, dış borçlar ve Duyun-u Umumiye belimizi bükmüş, tarım ilkel yöntemlerle yapıldığı için ve topraklar bilinçsiz kullanıldığı için üretim çok az. Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremiti bile ithal etmek durumundayız. Avrupa'nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz. Toplam sanayi kuruluşumuz 282. Ağırlığı gıda, dokuma ve deri sanayi oluşturuyor. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece % 15'i Türklerin. Geri kalanlar yabancı ve azınlıkların. Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların elinde. Osmanlı'dan bize kalan sadece dört önemli fabrika var: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikaları... Sanayi gelişmemiş, iktisatçımız da çok az. Çoğu bilip okuduğu kavramların dışına çıkamıyor. Mühendisimiz olmadığı gibi ara elemanımız da yok. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir'in bazı kentlerde var. Yunanistan'dan gelen göçmen sayısı 400.000'i geçmiş. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyor. -7-

Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin % 7'si, kadınların %04'ü okuma yazma biliyor. Kürtler arasında okuma yazma oranı %01 bile değil. Tüm ülkede 337.618 ilkokul öğrencisi var. Bu zorunlu öğrenim görmesi gereken çocuğun sadece dörtte biri. Ülkede toplam 4.770 ilkokul bulunuyor. Tüm ülkede sadece 153 ortaokul ve lise var. Ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci okuyor. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemiş. Bizim okullarımızın azlığına ve niteliksizliğine karşın yabancıların çok sayıda nitelikli okulu var. Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası durumunda. Hurafeleri din diye öğreten ve öğrencilere salavatı tefriciye çektiren bir anlayış egemen. Medreselerde Türkçe yasak. Ülkede sadece bir üniversite var. O da yüksek Medrese düzeyinde eğitim veriyor. Çağın gelişmelerine kapalı. Akıl ve bilim çoktandır unutulmuş. Halk kitap okumuyor. 1729'dan 1830 yılına kadar 100 yıl içinde Osmanlı'da basılan toplam kitap sayısı sadece 180. Aynı sürede Batı'da basılan kitap sayısı ise 90.000. Basının toplam tirajı 100.000'i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler, sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor. Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, Medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda. Halk müziğe, heykele, tiyatroya, sinemaya, baloya, sanata, spora çok uzak. Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince peygamberlerin ve padişahların hayat öyküleri anlaşılıyor. Bir çok tarihi eserler yurt dışına kaçırılmış.antik tarihten vearkeolojiden anlayan insan sayısı bir elin parmakları kadar. Türkçe ihmal edilmiş, sözcükler unutulmuş. Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için dilin adına Osmanlıca denilmiş. 600 yıldan fazla bir zaman içindeki özensizlik nedeniyle Arapça-Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Dahası eklemeli ve sesli harf sayısı çok fazla bir dil olan Türkçe, Türkçeye hiç uymayan çekimli ve sesli harf sayısı çok az bir dil olan Arapçanın alfabesiyle yazılmaya çalışılıyor. Arapça, Farsça ve Fransızca almış başını gitmiş, Türkçe unutulmaya terk edilmiş. Kadınlar ikinci sınıf, medeni, sosyal ve siyasal haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği yok. Bir gün kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olacakları, avukatlık, hakimlik, pilotluk, profesörlük, milletvekilliği, atletizm yapabileceklerini hayal bile etmek mümkün değil. Bir çok tarikat hayata yöne vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları hat safhada. Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın. 600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme devşirmelere bırakılmış. Türkler, devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve asker olabilmiş. Bu nedenle de kimliğini, kişiliğini ve kendine güvenini kaybetmiş. Hukuk sistemi, yargı sistemi, anayasal düzen, hatta takvim, saat, ölçüler bile çağa uymayan bir durumda. Kılık kıyafet, ne milli ne beynelmilel, gülünç durumda Biat kültürü hakim, 600 yıldan fazla devam eden saltanat sistemi içinde halkın kaderi hep padişahın iki dudağı arasında olmuş. Padişah rai (çoban) mantığıyla reaya (sürü) diye gördüğü halkı gütmüş. Saray, devlet adamları, din adamları, gayrimüslim zenginler ayrıcalıklı havas yani üstün sınıf, Müslüman Türk halkı ise alt tabaka, yani avam olarak görülmüş. Sinan MEYDAN Kaynak:http://sinanmeydan.com.tr/ (İnternetten) -8-

6 Temmuz Aziz Nesin in ölüm yıldönümü. Onu özlemle anıyoruz ADABELEN AKLIMA DÜŞTÜ DE Bekir ÖZGEN bekirozgen@hotmail.com Düşüncelerimiz acılar içinde yaşama eşlik ederken, anılar öne çıkar mı? Çıkarsa ne olur?" diye dalmış gitmiştim ki, onun, "Al yalnızlığını gel. Sıkılmayız," sözü geldi oturdu belleğime. Sonra da ona ilişkin unutulmaz yaşanmışlıklarım... Toplumsal belediyeciliğin yaygınlık gösterdiği yıllardaydı. Paneller, açık oturumlar, konferanslar, söyleşiler bir birini izliyordu. Bu tür etkinliklerin gözbebeklerinden biri de Aziz Nesin'di. Hemen her yerel yönetim, ya da sivil toplum kuruluşu peşine düşüyor, çağrı yapıyor, onu, yakın çevresinin aydınlık yüzlü insanlarıyla buluşturmak istiyordu. Yaygın bir söylentiye göre, Aziz Bey nereye gitse, ufak tefek sorunlar çıkıyordu. Kendisini konuk edenlerle istenmeyen pürüzler yaşanıyordu. Onun, "hoşnut edilmesi güç biri" olduğu üzerinde, yaygın bir düşünce oluşmuştu her nasılsa... Bulunduğum ilçenin belediye başkanı da aynı endişeyi duymuş olmalı ki, hazırlıklarını yapmakta oldukları festivale davet ettikten sonra, onu kırıp gücendirmeyecek bir yol izlemeye karar vermiş. Dilinden anlayacak, onu rahat ettirebilecek birini aramaya koyulmuş. Benim adım öne çıkınca da, iki gün için bu görevi üstlenip üstlenemeyeceğimi sordular. "Bundan onur duyarım ancak bir de kendisine sorun, o ne düşünüyor, öğrenin," dedim. Aldıkları yanıtta, "Biz tanışız. Ne iyi olur!" demiş. Aslında tanışıklığımız öyle yüz yüze olmamıştı. Eşimle birlikte, ilkokulun her beş sınıfı için ayrı yazdığımız test kitaplarımızdan üçer set yapmış, Nesin Vakfı'ndaki öğrencilere armağan olarak göndermiştik. Aziz Bey de karşılık olarak bir teşekkür notuyla birlikte, yazdığı son üç kitaptan ikişer tanesini imzalayıp adresime yollamıştı. Bu kadardı hepsi. Festivalimizin başlamasıyla gözümüz Aziz Bey'in yoluna dikildi. Uçağı gecikmeli geldiği için söyleşisine zor yetişti. Konuşmasının bir yerinde, "Şu anda, basılmış bini aşkın öyküm bulunuyor. Bir o kadarı da ham bir biçimde üzerlerinde çalışmamı bekliyor," deyince aradığım ipucunu yakalamıştım. Söyleşisi bitene kadar şu hesabı yaptım: Yıl, üç yüz altmış beş gün olduğuna göre, bin öykü demek üç yıl demek. Bu adam, bundan sonra da her gün bir öykü yazsa, en az üç yıl daha gerekecek. Demek ki onun sorunu "zaman". Sözlerinin arasına niyetini sıkıştırıp "Beni fazla oyalamayın. Yazacaklarımla baş başa kalayım," demeye getiriyor. Anlamıştım düğümün nereye atılması gerektiğini. Söyleşisi bitince yanına vardım. Herkesin duyacağı bir biçimde, "Yol yorgunu olduğunuzu biliyorum. Biraz ateşiniz de çıkmış. Sizi otelinize götüreyim. İlçemizin konuksever insanları bu durumu anlayışla karşılayacaklardır. Buyurun, gidelim," dedim. Yüzüme baktı. Gözlerinin içi gülüyordu. "Beni benden daha iyi anlayacağınızı biliyordum," diyebildi yumuşak bir sesle. Yol boyunca şakaların bini bir para oldu. "Askerliğinizi yaptığınız nasıl da belli oluyor. Adam kaçırmayı iyi öğrenmişsiniz," diye takıldı. Ben de: "Evet, doğru söylüyorsunuz. Yedek subay okulundayken Keşif İstihbarat Takımındaydım. İz sürmesini iyi öğrettiler," dedim. Çok geçmeden de, oteldeki odasına yerleştirdim onu. Sonra da, "Bak, ağabey!" diye dikildim önüne. "Konuşmanızın satır aralarındaki, 'Ne olur beni bana bırakın. Zamanımı çalmayın,' iletisini aldım. Otelde kaldığınız sürece her türlü gereksinmeniz karşılanacaktır. Benlik bir iş çıkarsa lütfen telefon edin. Ayrıca, bu akşam, otelinizin çatı katındaki lokantada toplu bir yemek verilecek. Sizin de orada olmanız bekleniyor. Saat sekize on kala hazır olabilirseniz, oraya birlikte çıkacağız." Keyfi yerine geldi. "Bir de melekleri öte dünyada arıyor aptallar. Seni getirip koymuşlar ya buraya... Yetmiyor mu bu?" diye gönlümü aldı. Lokantaya vardığımızda her yer tıklım tıklım -9-

doluydu. Bize ayrılan masada karşı karşıya oturduk onunla. Yemek öncesinin açış konuşmasını belediye başkanımız yaptı. Konuklara, "Hoş geldiniz. Bizleri onurlandırdınız. Yarasın," dedi. Bu güzel dileğin yerine getirilmesi de uzun sürmedi. Yendi, içildi. Kafalar tütsülendi. Tütsülendikçe ağızlar açıldı. Açıldıkça da baş konuğumuza sitemler yağmaya başladı. "Vay biz buraya Aziz Bey için geldik de..." "Vay bize zaman ayırmıyor da." "Vay bir halk adamının halktan kopukluğu olur mu da." Daha neler, neler... Baktım ki suratı asılıyor Aziz Bey'in, dayanamadım. " Arkadaşlar! " diye söz aldım. " Varı yoğu insan olan biri, sizlere nasıl sırt çevirebilir? Üstelik de yazdıklarının hepsinin öznesi sizlerken... Ancaaak! Her gününe bir öykü sıkıştırmak durumunda olan bir yazarın da, kendine zaman ayırması gerekmez mi? Başka türlü, beğenerek okuduğumuz o güzel mizah öykülerini, yazabilir mi hiç? Kalıbımı basarım ki, şu anda burada kalıp, söyleşiyi sürdürmeyi o bizlerden daha çok istiyordur, " deyip sustum. Garip garip gözlerimin içine bakarken, " Doğru mu Aziz Ağabey? " diye sordum. " Doğru," dedi. Hepimizin sağlığına kadeh kaldırdık. Yine de İkircikli görünüyordu Aziz Bey. Bir ayağı gitmek isterken, öteki ayağı geri çekiyordu onu besbelli. Bir jest yapmalıydım. " Arkadaşlar!" diye yükselttim sesimi. Şaka yollu, 'VayAziz Nesin şöyle büyük yazar, vay Aziz Bey böyle bulunmaz bir mizah ustası... ' diye sıra sıra övgü dağları dikip duruyoruz önüne. Onun da ayağı yerden kesiliyor haliyle. Evet, ünü ülke sınırlarını aşıp dünyayı tuttu tutmasına da, o kadar da şımartmayalım onu. Sonuçta o da bizden biri. Gitsin, başka bir ülkede yaşasın, bugünkü Aziz Nesin olabilsin de, görelim bakalım... Onun bütün sermayesi bizleriz. Biz olmasak, bizim akıllara durgunluk veren yaşam çelişkilerimiz olmasa, suyu çekilmiş değirmene döner. Başka ülkelerin niçin bir Aziz Nesi'ni yok, düşündünüz mü hiç?" deyince bir ok gibi yerinden fırladı. Doğru yanıma seğirdi. Ve bir anda gözler ikimize çevrildi. Ben daha, "Pirzola vezir, rakı padişah..." demeye kalmadan, onun beni haşlayıp doğduğuma pişman edeceğini bekliyordu herkes. Ama öyle olmadı: "Arkadaşım yerden göğe haklı. Türkiye'de her üç insandan dördü mizahçı, beşi fıkracıdır. Onlardan biri de benim. Öte yandan -ne olursak olalım- hepimizin içinde küçük bir çocuk var. Ve o ne ölüyor, ne de yerinde duruyor. Zaman zaman da olsa, naz yapmak, şımartılmak gereksinmesi duyuyor. Hatta daha ileri gidip soğuk fırından sıcak ekmek umduğu bile oluyor. O zaman da onu tutup bağlayacak bir uyarıcı aranıyor. Tıpkı şu anda beni kendime getiren can dostum gibi. O nedenle önce onu kucaklayıp öpeceğim. Sonra da, karar verdim, bütün bir gece sizlerle birlikte olacağım," dedi. Kulakları alkış sesleri doldurdu. İkinci günün akşamına doğru Aziz Ağabey'i yolcu etmek için Havaalanına götürecektim. "Ben taksiyle gitmem," diye tutturdu. Öyleyse Havaş Otobüsünün kalktığı yere kadar taksiyle gidelim," dedim. Ona da, " Olmaz, " dedi. Oraya giden bir dolmuşa atladık. Dur kalk, itiş kakış vardık oraya. Aşağı inip THY bilet satış yerine doğru seğirtmiştik ki, "Eyvah! Çantamı dolmuşta unuttum," demesin mi... Donduk kaldık. Elimiz ayağımıza dolandı. Hele ki, yolculardan biri bizi tanımış. Çantayı kaptığı gibi kaşla göz arasında getirdi bize. İşte o zaman takılmadan edemedim: " Bir yaşam boyu yenik düşen insanların ellerini yukarı kaldırıp şampiyon ilan edersen, onların diyet borçlarını ödemeleri de böyle olur işte." -10-

Kendi tümcesi de olsa, gözlerini yaşarttı koca ustanın. *** Yıllar sonraydı. Aramızdan ayrılalı çok olmuştu o. Bir pazar günü, Çorlu'dan İstanbul'a gidiyorduk. Kızım arabasının gazını kesip " Baba, " dedi. " Yolumuzun üstündeki Nesin Vakfı yerleşkesine uğramaya ne dersin? Hakkında çok olumlu şeyler işittim de..." "İyi olur," dedim. Ana kapıdan girdiğimizde bizi temiz giyimli gençten biri karşıladı. Arabanın pencere camını açtım. " Kızım, bugün ziyarete kapalı olduğunuzu biliyorum. Vakfınızı görmeyi çok arzu ettik. Umarız, şöyle bir göz ucuyla çevreye göz atmamızda sakınca yoktur," dedim. Dikkatlice gözüme baktı: "Buyurun. Gezdireyim sizi," dedi. Arabamızdan indik. Ve şu konuşma geçti aramızda: Bağışlayın beni ama, bir dinlence gününde bile, önünüze çıkan herkesi gezdiriyor musunuz burayı?" " Siz sıradan biri değilsiniz?" "Neyim ya?" Bizi aldı, Aziz Bey'den kalan bütün eşyaların ve kitapların olduğu özel odaya götürdü. Orada, daha dün basılmış gibi korunaklı duran ilkokul test kitaplarımı çıkardı. "Bizler bunlarla yetiştik. Katkılarınızı nasıl unuturuz. Dedemiz sizi nasıl severdi bilemezsiniz," deyince benden çok kızımın gözleri doldu. İçimde akan zaman değişmişti sanki. Kendimi özel hissetmemi sağlayan bu gün yüzlü, maviş gözlü kızı sarılıp öptüm. Ve o, boyu küçük, beyni büyük adamı, Pamuk Dede'yi, andık gözlerimiz yaşlı. Acıklı bir romanı bitirmiş gibi içli içli yola düşmüştük ki, kızım, " Baba!" dedi. " Biliyor musun? Bütün bu yaşananlar, masal gibi ama masaldan gerçek." Yakıcı bir acı kapladı içimi. Dayanamadım. Ağıtsı, ağıtsı, "Ah Aziz Ağabey, ah!" diye dertlendim. " Bugünlerde ne denli özlendiğini bir bilsen, yokluğundan utanırdın." 2 Temmuz 1993 Sivas katliamını unutmayacağız! 37 canı özlemle anıyoruz. MADIMAK ATEŞİ T. Ayhan ÇIKIN t.ayhan46@gmail.com Madımak, yangına dönüşen bir aş mıdır? Arıtılmış şarkılardan süzülürken duygular Donmuş gözlerde kirlenmiş bir tarih saklı Irmaklaşan karanlıklar dökülürken yollara Meydanlarda çalınırken Pir Sultan sazları Akan sularda yıkanırken evrimin kuralları Kalleş yalanlarla insan insanı yakar mı? Argın madımaklarda barınmaz insanın kini Türküleşmez yakan insanın dünü, bugünü Eski bir anıda kaybolurken Sivas'ın öyküsü Şarkılar söyler Akarsu'lar geçmişten yarına İsyanların yangınında Yıldız Dağı türküsü -11-

Sivas Katliamının Yıldönümünde ADABELEN YANMAK MI ACI? YOKSA UNUTULMAK MI?.. Ali KAYA alikayadikili@yahoo.com Ateşin yalazında kıvranan benliklerimiz, Kavrulan bedenlerimiz, tutuşan saçlarımız, Unutulmanın acısından Daha çok acı çektirmedi bizlere Bizler kara topraklar altında kıvranan, Acı çeken ak ölüler Bizi yakanların karanlıkları yetmedi. Düşüncelerimizdeki, Umutlarımızdaki özgürlük güneşini Karartmaya yetmedi... Ama unutulmuşluk Unutulup gitmek!? Belleğini yitiren toplum, Belleğini yitiren sizler, Belleğini yitiren tarih!.. Eğer unutursanız bizleri, İşte o gün bütün güneşler kararacaktır. Neden yaktılar bizi? Bizi yakanlar neredeler? Siz neredesiniz? 2 Temmuzun isine bulaşan, Kömürleşmiş ellerimiz Boşlukta salınıyor yapayalnız İnsanların öldürülmediği, Özgür, sömürüsüz ve mutlu günlere ulaşmak için Kömürleşmiş ellerimiz, ellerinizi Gözlerimiz, gözlerinizi arıyor Elleriniz nerede, gözleriniz nerede, Siz neredesiniz?.. Bizler, kara topraklar altında kıvranan, Acı çeken ak ölüler... Unutmamalısınız bizi! * Bizim umutlarımız vardı Düşlerimiz, gökkuşaklarımız Sizin unutkanlığınız Belleksizleştiren toplumunuz ve tarihiniz. 20. yüzyılda insanların yakılışını!.. Sizler, televizyonlarınızdan naklen izlediniz Belki öfkelendiniz, belki ağladınız, Yanık et kokusu geldi burunlarınıza. Bir çığlığın utancı yankılandı kulaklarınızda. Ya da kanal değiştirdiniz Ve şimdi de unuttunuz her şeyi Bu kadar mı unutkan oldunuz? Çocuklarınızın, dostlarınızın, Sevgililerinizin, arkadaşlarınızın yüzlerine bakarken, -12- Aynadaki kendi yüzünüze bakarken Görmez misiniz ateşler arasında Yakılan yüzlerimizi, gözlerimizi, Kavrulan bedenlerimizi Bizler neden yakıldık ey insanlar? Neden yaktılar bizi? Bizler, kara topraklar altında kıvranan, Acı çeken ak ölüler Sizler, yakılışımızı naklen izleyenler Unutmamalısınız bizleri!.. Neden yakıldığımızı ve neden kurtarılmadığımızı, unutmamalısınız!.. İnsanların yakılmasının utancını Tarihe bırakamazsınız. Bizleri unutmamalısınız! Yanmış, kömürleşmiş gözlerimiz, yüzlerimiz, Ellerimizle, düşlerimizle, umutlarımızla aranızdayız. Bizleri görmelisiniz Bizleri unutmamalısınız * Kara topraklar altında kıvranan, acı çeken, Unutulmak istemeyen ak ölüler Bizi yakan ateş, Aydınlığı olsun geleceğimizin, geleceğinizin VE BU ACI ÇIĞLIK YANKI BULUYOR İsimleriniz her anıldığında, İçimizi çekmekten, Yüreklerimizi ve gözlerimizi kısıp Iraklara dalıp gitmekten Hani bazen de bir iki sitemli ve öfkeli Laf etmekten Alamadık kendimizi, hepsi bu... Sonra unuttuk gittik, Ta ki 2 Temmuz'a kadar Sizler, onurunuzla bir kez, Yakanlar bin kez öldüler Seyretme şanssızlığını yaşayanlar Kaç bin kez ölüp ölüp dirildiler! Ama sizi yakarak katleden koşullar Devam ediyor hâlâ. Gericilik, artık çuvala sığmaz bir mızrak gibi, Sokakları, canlarımızı, devlet yapımızı Ve Laik Cumhuriyetimizi Tehdit ediyor hâlâ

İnadına Eğitim AĞAÇ YAŞ İKEN!... Faik AY Eğitim, belli bir konuda(bilgi ve bilim dalında)yetiştirme, geliştirme işi. Öz olarak TERBİYE. Bu eğitim ve öğretimde olduğu gibi yaşamın bütün dalları içinde geçerlidir. Konuşmaya alıştırılan bir muhabbet kuşu, piyanonun tuşuna basmayı beceren sirk fili içinde aynı şey söylenebilir. Eğitimin amacı bireyin akla uygun tensel ve tinsel (ruhsal ve bedensel ) gelişmesi üzerine etki ederek, davranış bilgi ve görgüsünü saptanmış amaçlara uygun gelişmesini sağlamak yani terbiye etmektir. Eğitim ne zaman başlamalı? Bilim adamlarına göre eğitime anne karnında başlanır. Çocuk ana rahmine düştükten sonra annenin ruhsal ve bedensel durumu doğrudan etkilidir. Sinirlenen bir annenin gerilen karın kasları çocuğun anne karnındaki yaşam alanını daraltacağından sinirlilik hali oluşur. Alınan gıdalar edinilmiş kötü alışkanlıklar( alkol, sigara, asitli içecekler, tıka basa yemeler vs ) çocuk gelişimini olumsuz etkiler. Şimdiki Ürdün Kralı Hasan doğduğunda eğitimi için İngiltere'den (annesi İngiliz) mürebbiye getirtilir. Mürebbiye bakıcılara sorar. Majesteleri doğalı ne kadar oldu? Derler ki efendim 1 hafta oldu. Mürebbiye de '' Kusura bakmayın, çok geç kaldınız. Ben bunu eğitemem.) Çünkü ben onu önce çocuk Hasan olarak, konumunu anlamaya başladığı zaman da Kral Hasan olarak eğiteceğim. Bakanlığımızın adı Milli Eğitim Bakanlığıdır. Eğitim öğrencilerin davranış biçimi olarak topluma yansımasıdır. Söz gelimi derste öğrencilere yola tükürmenin zararlarını öğretiyorsunuz, tükürüğün çeşitli hastalıkların mikroplarını taşıdığını, bunları ağız yoluyla topluma bulaştırdığını veya tükürük kuruduğu zaman mikropların havada uçuştuğunu ve solunum yoluyla hastalıkları yaydığını öğretiyoruz. Ertesi gün yazılı veya sözlü sınavda soru olarak yönelttiğimizde cevapları eksiksiz ve doğru olarak alıyorsunuz. Herkes 10 numara. Ama aynı öğrenciler, öğretmenler, sporcular sokağa çıkar çıkmaz ağız dolusu tükürüğü sokağa boşaltırlar. Bütün emeğiniz boşa gitmiştir. Çünkü eğitemediniz. Eğitimli insan sokağı kirletmez. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum? Doğadaki pisliklerin tamamı insanlara aittir. İçtiği sigaranın izmaritini, yediği çikolatanın kağıdını, içtiği suyun şişesini, çitlediği çekirdeğin kabuğunu, kullandığı naylon torbayı hiç düşünmeden yola atar. Kül tablasını rahatlıkla sokağa boca eder. Arabası temizlendi ya, bu insanlar kedi ve köpeklerden hiç ders almazlar mı? Onlar kendi pisliklerini görülmeyecek şekilde gömerler. Eğitim toplum düzeninin bozulmasına izin vermez. Örneğin dünyanın gelişmiş ülkelerinde kalmış olanlar. Oralarda vatandaşın gürültü etme, çocuğunu dövme, yola tükürme, çöp atma, başkalarını rahatsız etme gibi hakları yoktur. Bu tür davranışlarda bulunanları hemen ilgililere duyururlar. Bu asla onlar için ispiyonculuk değildir. Kişisel haklara saygıya davettir. Diyelim ki yatılı bir okulda yatma saati 22.00 dir. 22.30 da yatakhanelerden gürültü gelmektedir. Görevli öğretmen olarak gürültü edeni sorduğunuzda cevap alamadığınız gibi uyuyormuşçasına battaniyeyi kafalarına çekerler. Ailesi Avrupa'da çalışan bir öğrencimiz gürültü edeni kendi istirahat hakkına tecavüz edenleri söylediğinde ispiyoncu kabul edilir ve toplumdan dışlanır. Hani '' doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar'' atasözümüz eğitilmemiş toplumalar için cuk oturuyor. Eğitim öğretimin yaptırımıdır. Yaptırımı yoksa eğitim için tüketilen enerji boşuna çabadır. Örneğin trafik kurallarına uymama. Aşağı yukarı herkes kırmızı ışıkta geçilmeyeceğini bilir, ama en küçük fırsatta geçmeye çalışır. Yasak yerlerden geçenler, yaya geçidini kullananlardan fazladır. Bunun yaptırımı mutlaka olmalıdır. Yoksa bedeli çok ağır olur. Oluyor da. Yurt savunmasının ve geleceğin yapılandırmasının en ucuz en güvenli yolu eğitimden geçer. Eğitim uzun solukludur. Meyvesini geç toplarsınız. Buğday ekersiniz, aynı yıl hasadını yaparsınız. Sebze dikseniz 3 ay içinde ürün alırsınız. Eğittiğimiz insandan ise 20 yıl sonra verim alabilirsiniz. Eğitim, yeryüzündeki canlı cansız varlıklardan yararlanmayı kapsar. Yönlendirilme biçimine göre sonuçlar doğurur. -13-

Yeni de Eğitim EĞİTİM ÇIKMAZI Abdullah TAŞÇIOĞLU İlkokul öğrencisiyken mutluydum. Anam, babam da mutluydu. İlkokul dönemimde onlara hiç Lacoste, Nike, Adidas giyeceğim demedim. Arkadaşlarım da ana babalarından benzer isteklerde bulunmadılar. Bize siyah önlük ile beyaz bir yaka yetiyordu. Farklı farklı kalem ve silgilerimiz olmadığı gibi, çeşit çeşit yiyeceklerimiz de yoktu. Her yıl kutladığımız yerli malı haftasında da ana babalarımızın kavurdukları mısır ile bahçelerimizde yetişen meyveler yetiyordu. Bir gün geldi emperyalizmin kapıkulları ve işbirlikçileri bu mutluluğumuzu çok gördüler. Bazılarımız farklı farklı giyinmeye, çeşit çeşit kalem, silgi kullanmaya başladı. Ben de farklı farklı giyinmek, çeşit çeşit kalem silgi kullanmak istedim. Ama olmadı. Akranlarımla aynı nitelikteki okullara da gidemez olduk. Bazılarımız özel okullarda 15-20 kişilik sınıflarda, biz ise 50-60 kişilik sınıflarda eğitime başladık. Özel okula gidemediğim gibi benzer isteklerimi karşılayamadıkları için anam babamı da üzmeye başlamıştım. Okumayı çok istiyordum ama aşmam gereken birçok engel vardı. Özel kurslar açılmıştı. Bu kurslara katılan, özel ders alan akranlarımla yarışacaktım. Ne özel bir dershaneye kaydımı yaptırabildim ne de özel ders alabildim. Ülkemde farklı nitelikte okullar da açılmaya başlandı. Bu okullara gidebilmek için de sınava girmek gerekliydi. Yetkililer, eğitimin ücretsiz olduğunu söylüyorlardı ama sınava girebilmek için dahi para talep ediliyordu. Ana ve babamı yine üzmüştüm. Emperyalizmin kapıkulları tüm yolları tutmuştu adeta. Üniversitede okumak ise başlı başına bir sorundu. Okul harcı yanında başka bir şehirde yaşamak gerekiyordu. Özel okul ve özel üniversiteleri az da olsa biliyordum. Bütçelerinin önemli bir bölümü devlet tarafından karşılanan vakıf üniversiteleri de açıldığını da öğrenmiştim. Fakirden alıp zengine vermek bu olsa gerekti. Son yıllarda vakıf üniversitelerinin kurulma hızı ve coğrafi yaygınlığı öyle arttı ki, vakıf üniversitelerinin sayısı 70'i geçti. Devlet okulları yanında vakıf üniversiteleri, özel okullar, dershaneler eğitim ve öğretim ticareti yapmaya başlamışlardı. Binaları kullanıyorlar, işletiyorlardı. Eğitim öğretim dernekleri de az değildi artık. Dini eğitim verdiği iddia edilen kurslar ile vakıf ve derneklerinin sayısı da her geçen gün artıyordu. Okullardaki öğrenci kooperatiflerinin de yerini emperyalizmin kapıkulları aldı. Artık okul müdürleri ve/veya yetkilileri de kantin, temizlik işleri, güvenlik işleri gibi okul gelir ve giderlerini yönetmeye başladılar. Eğitim sektörü ekonominin doğrudan içine girdi, İlk ve orta dereceli okullar, üniversiteler ve hatta Kuran kursları iktisadi işletmeler haline dönüştü. Eğitim, artık zengin olmanın bir sahası haline geldi. Parası olan çok iyi okullarda okuyabiliyordu. Bizim çocukluğumuzdaki o mutluluk nasıl yakalanabilir ki? 1950'den önce eğitim tamamen devlet eliyle yürütülüyordu. Köye, köylüye dönük Köy Enstitülerimiz vardı. Emperyalizmin kapıkulları tarafından kapatıldı. Eğitim özelleştirildi. Ortaya çıkan bu paraya dayalı anlayış, eğitim sistemini her türlü kötü kullanıma açık hale getirdi. Siyasi iktidarlar ve özellikle 1980 darbesini yapanlar eğitimi fakirden alıp zengine veren bir düzen haline getirdiler. AKP iktidarı da bu düzeni istediği doğrultuda geliştirdi. Sağlık sektörü gibi eğitim sektörü de emperyalistler ile işbirlikçilerine havale edildi. Yaşanan hızlı değişime uyum sağlayabilmek ve ülke kalkınmasına destek verebilmek için eğitim yeniden yapılandırılmalıdır. Eğitim üretim için yapılmalıdır. Eğitimin üretim için yapılması halinde sadece eğitim değil, ekonomik ve sosyal sorunlarımızın da çözümleneceğine emin olun. İnsan olma onurunun, üretmekle, sanatla, sporla kazanıldığı Köy Enstitülerinin kuruluşunun 74'üncü yılını dün (17 Nisan) kutladık. Kurucularından Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç başta olmak üzere, yapılarına bir kürek çamur koyan, bir damla ter akıtan, aydınlanma ışığı taşıyanların önünde saygıyla eğiliyorum. http://www.fethiyehaberi.com/index.html -14-

BİR KAYIŞIN TESİRİNDEN BİR KOĞUŞUN TESİRİNE Av. Hüseyin ÖZBEK* ozbekhuseyin2003@yahoo.com Bir Kayışın Tesiri Ömer Seyfettin'in Türk'ün aidiyet duygusunun kaybına ilişkin çarpıcı hikâyesinin adıdır. Osmanlı İmparatorluğunun en uzun yüzyılının kısa ömürlü büyük yazarı ( 1886 1920 ) çöküş döneminin toplumsal buhranlarını, siyasal çekişmeleri, aymazlıkları kaleme alır. Usta işi kısa hikâyeleri dağılma döneminin ibretlik panoraması gibidir. Yüz yıl sonra yeniden çöküş ve dağılma psikolojisinin toplumsal bilinci tutsak ettiği bir süreçte Ömer Seyfettin'e kulak vermenin zamanıdır. Sözü fazla uzatmadan belden başlayıp beyini kelepçeleyen kayışın hikâyesine geçelim; Bir subay arkadaşıyla Eminönü'nde Valide Kıraathanesi'nde oturan yazar, komşu masada kalpaklı, bıyıklı dev gibi bir adamın çetin bir Çerkez şivesiyle karşısındakilere bir şeyler anlattığını görünce dikkat kesilir. Arkadaşına kalpaklının Kafkasya'dan yeni gelmiş bir Çerkez olabileceğini söyler. Zabit gülmeye başlar, yazara tahmininin doğru olmadığını, kalpaklının Çerkez taklidi yaptığını söyler. Yazarımız sandalyeye ata biner gibi oturan, elindeki gümüş savatlı kamçısıyla çizmesinin konçlarına vurarak hiç Türkçe bilmez bir Çerkez fesahatiyle takur tukur konuşan adama bu kez dikkatle bakar. İkna olmamıştır. Arkadaşının alay ettiğini düşünmektedir. Zabit yeminle kalpaklının Harbiye'den sınıf arkadaşı olduğunu, Cuma günleri Çerkez gibi giyindiğini anlatır. Yazarın kalpaklının Çerkez değilse bile Gürcü, Çeçen, Lezgi olup olmadığı sorularının hepsine hayır yanıtı veren dostu; taklitçinin ana tarafından Germiyanzade, baba tarafından mirliva olduğu halde hala dilini düzeltememiş bir Kastamonulu olduğunu söyler. Gerisini hikâyeden alıntılayalım; O halde bu Türk niçin herkese kendisini Çerkez zannettirmek istiyor? diye sordum. Arkadaşım tekrar bir kahkaha attı; Bak sana anlatayım niçin dedi. Bu sahte Çerkez'in adı Mahmut Bey'dir. İdadi ikinci sınıfa kadar hiçbir milliyet iddiası yoktu. O sene ramazan tatilinde bir arkadaşı kendisine Karamürsel'den gayet zarif bir Çerkez kayışı getirdi. Bu kayışı hepimiz gördük. Hakikaten nefisti. Gümüş savatlı tokaları ağır, kayışı siyaha yakın koyu lacivertti. Gümüşten üç büyük sarkıntısı vardı. Mahmut Bey bu kayışı beline taktı. O günden itibaren Türklerle konuşmamağa, hep Çerkezlerle düşüp kalkmağa başladı. Ertesi sene hiç tanıdığı olmadığı halde sahte tezkere getirterek Karamürsel'den sılaya gitti. Harbiye'ye geçtiğimiz zaman Mahmut Bey Türk şivesini kaybetti. Büyük fedakârlıklar yaparak piyadeden süvariliğe becayiş etti. Zabit çıktığımız zaman Türkçe'yi unutmuştu. Ama Çerkezce de öğrenemedi. Öğrendiği mükemmel bir Çerkez şivesiydi. Adını alay için Çerkez Mahmut takmıştık. O buna kızmaz, hatta iftihar ederdi. Zabit, Çerkez Mahmut Bey'in meşhur bir Çerkez paşaya intisap ettikten sonra onunla Kafkasya'ya kaçtığını, milliyetiyle ilgisi olmayan yerleri öz vatanıymış gibi gezdiğini, 2. Meşrutiyetten sonra İstanbul'a döndüğünü, bütün mesaisini Çerkezlik için çalışmaya verdiğini, garip bir şive ile Adige propagandası yapmaya başladığını, babasından kalan serveti Çerkez Tarihi yazacak muhabire adadığını anlatır. Sözün burasında yine hikâye metnine dönelim; Acaba akrabaları içinde Çerkez filan yok mu? Arkadaşım: Yok be yahu! diye elini taş masaya vurdu, Halis muhlis Türk diyorum! Hala bir kelime Çerkezce bilmez. Karamürsel' den getirdiği Çerkez kayışında sanki bir tılsım vardı. O andan itibaren Çerkezlik sevdasına düştü. Arkadaşı bir süre daha yazara cesaret abidesi görünümlü kalpaklının geçmişinden gülünç anılar nakleder. O'nun ömründe hiç muharebeye girmediğini, seferberlik zamanını tanıdıklarının -15-

iltimasıyla hep cephe gerisinde geçirdiğini anlatır. Son bölümden alıntıyla bitirelim hikâyeyi: Biz konuşurken Çerkez Mahmut Bey gülerek, yanındakilerle Çerkezce şakalar ederek kalktı. Büfenin önünde durdu. Para veriyordu. Çantasını pantolonunun cebinden çıkarırken gördüm. Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel'den hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek millettaş celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olamadığını düşündüm. Yüz yıl öncesinin Türklerinin aidiyet duygusunu yok eden kayışları bırakıp, günümüzdekilerin bilincini buharlaştıran koğuşlara gelelim. Hikâyenin güncelinden açalım sözü: Antalya'daki Gezi Parkı protestoları sürecinde Kırmızı Fularlı Kız olarak ünlenen Ayşe Deniz Karacagil, 2 Ekim 2013' te tutuklandı. 4 ay 6 günü Alanya Mahmutlar L Tipi Kapalı Cezaevinde PKK' lıların koğuşunda geçen tutukluluğun ardından 6 Şubat 2014' te tahliye edildi. Ezilenlerin Sosyalist Partisi ( ESP) üyesi olmakla suçlanan kırmızı fularlının tahliye edilir edilmez PKK' ya katılıp Rojova' ya ( Kuzey Suriye ) geçtiğine bakılırsa, 4 ay 6 günlük hızlandırılmış koğuş eğitiminden geçirildiği anlaşılıyor! Yurtdışında yayınlanan Yeniden Özgür Politika gazetesinden, Kürt özgürlük mücadelesi ne katılmaya cezaevinde iken karar veren kırmızı fularlının dağdaki adının Destan Yörük olduğunu öğreniyoruz. Özgürlük savaşçılığı narkozuyla tutsaklık tetikçisine dönüştürülen Yörük kızının nasıl bir atmosferde Kürtçüleştiğinin şifreleri koğuş arkadaşlığında gizli. At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur demiş Dede Korkut. Biz Türk olarak girdiği mahpus damından Kürtleşerek çıkan Destan Yörük'ün hikâyesini anne, baba ve avukatının ağzından özetleyelim: Nuray Erçağan kızının PKK'yı tercihinde Alanya Cezaevi'ndeki ilk gününde yaşadığı bir olayın etkili olduğunu söylüyor: Alanya Cezaevi o kadar soğuk ki, üşüyor. Sürgün gittiği için üzerinde 150 lirası yok ve kantinden battaniye alamıyor. PKK'lı koğuş arkadaşı Serhildan battaniyesini kesiyor ve onunla paylaşıyor. Deniz'in en son okuduğu kitap Diyarbakır Zindanları. Oradaki halkın işkence gördüğünü okudu. Hadi bu kitaba inanmadı. Deniz 4 ay 6 gün boyunca 13 Kürt kızıyla cezaevinde yattı. Onların hikâyelerini dinledi ve kendisini onların yerine koydu. Onların savaşına göre kendi savaşımını, bizim Türk soyunun, sosyalistlerin yaşandığı savaşı daha basit gördü. Deniz neden bu kararı aldı. Deniz, Ben özgürlük savaşçısı olacağım. dedi. İşin romantizm boyutunu, sevda faslını yine anneden dinleyelim: Yine bir Kürt arkadaşına aşık olduğunu söyledi. Ben kendimi Deniz'in yerine koyuyorum. Eğer Küba'da olsaydım Che' ye aşık olurdum. Gençle tanışmadım. İsmi Memin diye biliyorum. Bir gece ' Aşık olduğum adam, sevdiğim adam diye bahsetti. O gerillaya katıldı mı bilmiyorum. Ama Deniz'in PKK'ya katılması ' O giderse ben de giderim gibi küçük bir şey değil. Deniz aşk için gitmedi. Baba Ömer Faruk Karacagil' e dönelim: Hapishane onu iki yönlü etkiledi. Antalya'da tutmadılar kızımı götürdüler. 130 kilometre mesafedeki Alanya hapishanesine tıktılar. Orada da PKK'lı 13 kadın arkadaşla tanışmışlar. Kendisi mecburen orada o güzel insanları tanımış. Benimsemiş herhalde düşüncelerini. Bize açmadı ama benimsemiş olmalı ki böyle bir şey yaşandı. Son söz savunmanın deyip Av. Hakan Evcin' le bitirelim hikâyeyi; Ayşe Antalya'da DHKP-C li bir kişiyle aynı koğuşta kalırken, hiçbir disiplin cezası almaksızın Alanya'ya sürüldü. Alanya'da da tamamı PKK'lılardan oluşan bir koğuşa gönderildi. Biz cezaevi yönetimine itirazda bulunduk, ancak kabul edilmedi. Deniz bu esnada koğuşta Kürtçe öğrendi. Onlarla dertleşti ve en sonunda da isyan etti. Böyle olacağı belliydi. Buraya kadar özetlediğimiz utanç destanını bırakıp biraz geriye gidelim tekrar günümüze dönmek üzere. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde de Yörükler dağa çıkmıştı. Çukurova' ya Fransız, Ege' ye Yunan gâvuru girince Yörük Ali Efe' ler, Demirci Mehmet Efe' ler, Sarı Zeybek' ler mavzeri omuzlayıp Torosları, Aydın Dağlarını mesken tutmuşlardı. Gâvuru denize dökünceye kadar da inmemişlerdi. Çukurova' yı, Ege'yi işgalcilere dar -16-

eden Koca Yörüklere gün gelip kimi torunlarının, uğruna kan döküp can verdikleri Cumhuriyet'e silah çekeceklerini söyleselerdi inanırlar mıydı dersiniz? Tekelci sermayenin tekelci medyasının Kandil güzellemelerinin, PKK' lıların gitar çalan romantik çocuklar olarak modelleştirilmesinin kimi gençler üzerinde geçen yüzyılın Çerkez kayışından daha etkili olduğu anlaşılmaktadır. Vatansız sermayenin dolma kalemlerinin, emeğin yanında, mazlumun safında olması gereken solun ulus devlete düşmanlaştırılmasındaki rolü gözden kaçırılmamalıdır. Emek safından koparılıp sömürge soluna dönüştürülen, vatansızlaşan, bayraksızlaşan bir ideolojik iklim, aidiyet bilinci yok edilen Yörükleri terör örgütüne devşiren istasyon görevini yapmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti' nin kuruluş kodlarının karikatürleştirildiği, ülkenin kurucu liderinin model olmaktan çıkarıldığı bir sürecin sonucunu tahmin etmek çok zor değildir. Geçen yüzyıl başlarının zehirli Mütareke atmosferinin toplumu yeniden esir aldığı bir ortamda sivil direniş sanısıyla emperyalizmin Fıratsız, Diclesiz, GAP'sız Türkiye projesinin en son halkası olma görevi verilen Yörük kızı ne yazık ki son örnek olmayacaktır. (29 Haziran 2014) ---------------------- *İstanbul Barosu Genel Sekreteri Bu yıl LYS'ye (Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı) 1 milyon 423 bin 127 aday genç girdi. Ne sonuç aldılar? Şimdi bu sonuçları görelim: 725 bin aday, seçtikleri geometri sınavında 30 sorudan 5.47' sine doğru yanıt verebildi. Fizikte 30 sorudan 5.28 doğru yanıt, Tarihte 44 sorudan 12.78 doğru yanıt, İngilizce 80 sorudan 21.48 doğru yanıt. Bu sonuçlar, bir önceki sınavda seçilmiş öğrencilerin durumunu gösteriyor. Liseyi bitirmiş öğrencilerimizin durumu hiç de iyi değil. Matematiksel düşünme, matematik kurallarının ezberlenmesi değildir. Bu rasyonel düşünce demektir ki, akılla düşünmek, neden-sonuç ilişkisi kurabilmek, safsatalara kapılmamak, özgür akıl, özgür irade ile yaşamını biçimlendirmek demektir. Bunu yapabilmek de matematiksel düşünme, fen bilgisiyle akıl yürütme, tarih bilinci dünyayı kavrama, coğrafya ile de olan Erdal ATABEK'ten* biteni anlama yetisi gerektirir. Böyle yetişenler kendilerine söylenenleri ölçebilir, kimlerin söylediğini kavrayabilir, duygularını yönetebilir, kendi geleceklerini de biçimlendirirler. Böyle yetişenler erişkin oldukları zaman da gerek kişisel, gerekse genel seçimlerini özgür akıl, özgür irade ile yapabilirler. Böyle olmadığı zaman, ülkenin çocukları kolay yolları seçer, hep sırtlarını dayayacakları destekler arar, genç olduklarında çaba harcamak yerine önüne çıkanlarla yetinir, seçimlerini de güvenmek istedikleri kişilerin yönlendirmelerine bırakırlar. Böylece emanete verilmiş akıllar ile ipotek altındaki iradeler topluma egemen olur, kararları da onlar verdikleri için, her toplum layık olduğu yönetime kavuşur. Durum böyle olunca buna teslim olmak mı gerekir? * (7Temmuz2014 tarihli Cumhuriyet Gazetesinden) -17-

Bütün hayallerimi sana havale ediyorum çocuk Osman GÖKÇE osman.gokce@ege.edu.tr ŞİMDİKİ ZAMAN TUTANAĞI Emin UGUNLU emin.ugunlu@gmail.com Bütün hayallerimi sana havale ediyorum çocuk Çocuk dürüstlüğüne Ve de çocuk dayatmacılığına Düğün kuracaktım doğmamış yetimlere Kınalı keklik gibi sevgililerle Yaşanmamış yaşlarında Yetim kalan Başkalarının kirli savaşlarında Temiz yürekleri ve hilesiz inançlarıyla Babaları can veren Babasızlara Baba kimdir bilmeyenlere Baba nedir görmeyenlere Çifte davullar dövdürtecektim Savaşı silecektim sözlükten Ülkemin bütün yetimlerini kucaklayacaktım Onları yüreğimde saklayacaktım Dokunamayacaklardı teline kan emicileri Yüreğim büyürdü onları düşündükçe Değil göğsüme gökyüzüne bile sığmazdı Heyecanlanırdım Sonra ağlardım hırsımdan çaresizce Gücüm yetmedi Ömrüm yetmedi Onlara düğün kuramadım Yaslarını tuttum yalnızca Denizler gibiyim dalgası dinmiş Gökyüzü gibiyim yağıp yorulmuş Kuru yaprak gibi fırtınalarda Düşüp kalkıp bir kenara savrulmuş Büyü çocuk Yetiş çocuk Sıra sende Umut sende Pembe gülüşlü bir çocuk Gölgesinin saçlarıyla oynuyor Işığın aynasında Hüznün ıssızlığında yıkanmış bir yağmur Yağıyor Yalnızlık haritasının ortasında Kız bilerek açmıyor şarkılarının şemsiyesini Düşlerini duruluyor Yağmurun kara sevdasında Unutkanlığı kırgın bir kuş Yumurtasının sancısına basıyor Kimsesizliğe ağlayan yuvasında Karanlık Gölgenin ağırlığıyla dalga geçiyor İnsafsızlığın kucağında Gül yaprağının kıpkızıl yaşlarına Ölmüş masalların düşleri Düşüyor Benim de İliklerim üşüyor Sensizliğin ardında -18-

Eleştiri ADABELEN Ozanımızın ilk kitabı: KEHRİBAL Emine Şimşek EMİRAL Şair: Ahmet Cengiz Basım yılı: 2013 Kanyılmaz Matbaacılık, Çamdibi/ İzmir Şair Ahmet Cengiz lise yıllarından beri şiir yazdığını, resim yaptığını belirtiyor özgeçmişinde. Okuduğum şiirleri yıllanmış, ballanmış, hatta süzüle demlene kehribarca değerlenmiş. Kehribal ilk şiir kitabı. Şiirler okuyanı hemen sarıyor. Yüz on iki sayfalık kitabın adı, içeriğine uygun, hele koyu mavi kapağın üstündeki resimde kehribar tonların çok katmanlı güzelliği kitabın içeriğine uygun bir seçim. Şair; doğumundan başlamış öykülemeye buram buram Anadolu kokuyor dizeleri, sevgi, aşk, doğa, mevsimler can buluyor öz Türkçe sözcüklerde. İnsanın doğaya, insana acımasızlığı dile geliyor bazı şiirlerinde. Boyacı çocuk için ver sen boya sandığını çocuk/ git kendine dondurma çikolata al/ sonra otur/ elmalı şeker boya/ gülhatmi günebakan/ bir de narçiçeği dizeleri (çalışmak zorunda kalan çocuklar için) ne kadar anlamlı. Dünü, bu günüyle İzmir bu şehir de can buluyor. hoş gelir sefa getirir de doğduğu yer hacılar'a bahar güzellemesi, marifet şiirinde; vapurlar, martılar, kadın, kordon can bulmuş dizelerinde. mayısı yakıştırırım sana, ve daha pek çok şiiri yaşadığı kent İzmir üstüneahmet Cengiz'in. Yine erkekler önce ölür, girabolulu aşk, git desem aşk şiirleri. çiğ cahil ve çakal, mezopotamya ciğerlerini tükürüyor savaşa karşı, tüm masallar ölüyor, ve dayanır direnirim tutsaklık, direniş şiirleri kitaptan sadece bir kaçı. Yaşadığı zorlu yılları mayıs mart eylül/12x12 yargı sürgü işsizlik hapis diyerek birkaç sözcüğe sığdırıveriyor ustalıkla. Şiirlerinde antikçağın mitleri, zenginlikleri gibi günümüz kentleri de yer alıyor. Törelere kurban hoyrat ellerde yok edilmiş kadınların yanında, ben böyle gürültüyle bakan göz görmedim dedirtecek bakışlarıyla incitenleri de var, ağzımla yol açayım sana/ toroslardan akdenize/ istersen erciyesten kar getireyim/öfkeni soğutsun diye/ korkuyorum gözlerinden dizelerini çok sevdim. Yazılıyorum şiiri ile şiir severlere bir örnek verip sözü okuyucusuna bırakmak istiyorum. şiirini/ çiçekleriyle yazılıyor olmalı/ doğa/ mesela gelinciğin boynu/ gülün yanağıyla/ seni gözlerindeki şelale/ yarılan nar gibi/ gülen ağzınla/ bense/ sana bakıp/ sana/ yazılıyorum / (s.110) Şair Ahmet Cengiz'i bu güzel şiirleri; şiir kitabı Kehribal'ı kutlar, yeni şiirlerinde buluşmak üzere Yolun açık olsun! derken tüm şiir severlere kitabını öneriyorum. (13.04.2014) Not: İlk yazdıklarım kitaptaki, ikincisi bildiğim sözcükler. - kişmiş- kişniş s.92 -çever (?) s.63 -girabolu gilaburu (Anadolu'da yetişen beyaz çiçekli, küçük kırmızı meyveleri olan bir bitki mi yoksa bir yer adı mı anlayamadım.) -eminen emilen s.59 bir kentin yağmalanması Ahmet CENGİZ ahmetcengiz1950@yahoo.com.tr mitolojinin sınırlarını aşmış sulara atlayıp gelmiş belli ki onu önce yahya kemal görmü ulaklarla haber salmş bana körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin yolculuk göründüğünde bana bir akşamüstü gittim baktım yel yepelek gözleri gözlerime ilişti alevler sarmıştı her yanı yangından ilk kurtarılacak yazıyordu boynunda tuttum kendimi boynuna astım suya sabuna dokunmamıştım o güne kadar zaten anforalara yaklaşmamıştım param pulum olmamıştı hiç tadına bakmamıştım şarabın hortum tutmamıştım böyle bir yangının ağzına boşluğa uzanıyordu alevden kolları hani var ya tutsa tüm mavilikleri tutuşturacak önce söndürdüm ateşini sonra yağmaladım upuzun bir kenti körfezinden başlayarak -19 -

HEKTOR Tahsin ŞİMŞEK tahsin.simsek@mynet.com Homer'den öğrendik Anadolu'nun onurlu çocuğu Hektor'u. Hektor'dan öğrendik Yurt savunması için Bütün Aşil'lerle Ve gerektiğinde Savaşmayı tanrılarla Anımsayın Yağmalanan ve yakılan Troya'yı Kaçırılan bir eşin Yıkılan bir ailenin onuru İçin değildi o savaş Her türlü maldan kadına Sömürünün Azgın çılgınlığıydı sadece Hektor, Sağduyusunun sesidir Anadoluca Anımsa Paris'e söylediklerini: Seni ırz düşmanı seni! Hiç doğmaz olsaydın keşke Evet, Cinayettir savaş Kaçınılmaz olmadıkça Söz konusu olduğunda Yurdu savunmak O Koca Seyit'i düşün önce Çanakkale'de Bir de Hektor'u. Sonra da şu dizeleri oku Homer'den: Hektor yakaladı bir taşı kopardı / / Bugün zor kaldırır o taşı iki yiğit delikanlı Ama Hektor tek başına kaldırdı Bütün umarsızlıklara karşın O görevdir Her yurtsevere düşen Bütün gücüyle direnmek, Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni Diyen de ilk Hektor olmalı / / -20- Ne demişti Hektor, O savaş söylevinde Troyalılara Ya ölün bu savaşta, ya kalın Yoksa Mustafa Kemal miydi konuşan Ya istiklal, ya ölüm Hektor'un ölüsünün Geri alınmasıyla Ve ona yakılan Ağıtlarla biter İlyada. Çünkü Hektor gibi Bir yiğidin ölümünden sonra Tahta atla oynamak Yakışmazdı elbet Homer'e Evet, Ölüme yakılır sadece ağıt Andromak'ın da yaptığı Oydu sevgili eşine Erkeğim benim, Göçüp gittin genç yaşında Gittin Evimizde dul bıraktın beni Herkes şunu bilmeli önce Anadolu Hektor'dur Hektor Anadolu İmeceyle taşıdık Onun ateşine odunu Ve unutmadık mezarının üstüne Dolu bir testi koymayı Çanakkale içinde bir dolu testi Analar babalar umudu kesti Bir gün eğer Buluşursa İlyada'yla Kuvayı Milliye Destanı Bilin ki işte o gün Gerçek vatan olacaktır Bu topraklar Hepimize. Mayıs 2014