ANDRÉ GIDE ISABELLE 1947 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ ROMAN < > Çeviri: AYSEL BORA 2. BASKI
2
ANDRÉ GIDE ISABELLE 3
Isabelle, André Gide 1911, Éditions Gallimard, Paris 2011, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti. Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. 1. basım: 2011 2. basım: Nisan 2014, İstanbul Bu kitabın 2. baskısı 1 000 adet yapılmıştır. Yayına hazırlayan: Ayça Sezen Ka pak ta sarımı: Ayşe Çelem Design Ka pak baskı: Azra Matbaası Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi D Blok 3. Kat No: 3-2 Topkapı-Zeytinburnu, İstanbul Sertifika No: 27857 İç baskı ve cilt: Özal Matbaası Davutpaşa Cad. Emintaş Kâzım Dinçol San. Sit. No: 81/39, Topkapı, İstanbul Sertifika No: 26699 ISBN 978-975-07-1368-2 CAN SANAT YAYINLARI YA PIM VE DA ĞI TIM TİCA RET VE SA NAYİ LTD. ŞTİ. Hay ri ye Cad de si No: 2, 34430 Ga la ta sa ray, İstan bul Te le fon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33 w w w. c a n y a y i n l a r i. c o m y a y i n e v i @ c a n y a y i n l a r i. c o m Sertifika No: 10758 4
ANDRÉ GIDE ISABELLE ROMAN 1947 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ Fransızca aslından çeviren Aysel Bora < > 5
André Gide in Can Yayınları ndaki diğer kitapları: Kalpazanlar, 1989 Vatikan ın Zindanları, 1989 Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler, 1989 Ayrı Yol, 2009 Chopin Üzerine Notlar, 2010 Tohum Ölmezse, 2010 Kadınlar Okulu, 2011 Theseus, 2012 6
ANDRÉ GIDE, 1869 da Paris te doğdu. Yazı hayatına 1891 de yayımladığı Les Cahiers d André Walter ve Le Traité de Narcisse ile başladı. Bunları 1894 te Batak, Dünya Nimetleri, 1902 de Ayrı Yol izledi. André Gide, Birinci Dünya Savaşı ndan sonra tanındı. Gide in yazarlıktaki ustalığı, üslubundaki açıklık ve duruluk, bir yandan kitaplarında ortaya koyduğu kaygılarıyla, öte yandan düşünceleri nin karmaşıklığıyla tam bir çelişki içindeydi. 1919 da yazdığı Pastoral Senfoni son derece duygulu ve insancıl bir romandı. Gide in en iyi eseri sayılan Kalpazanlar 1925 te yayımlandı. Bu tarihten sonra en ağır konuları işlemekten çekinmedi, her türlü önyargıdan uzaklaşıp yerleşik inanç ve düşüncelere körü körüne bağlanmaktan kaçındı. 1947 de Nobel Edebiyat Ödülü nü aldı. 1951 de öldü. AYSEL BORA, İstanbul da doğdu. İstanbul Üniversitesi Ede bi yat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü nü bitirdikten sonra Meydan Larousse un çevirmen kadrosunda görev aldı. Bugüne değin, aralarında Jean-Paul Sartre, Georges Simenon, Amin Maa louf, Nathalie Sarraute, David Boratav, Mathias Enard, Milan Kundera, Yasmine Ghata, Gamal Gitani, Doris Dorrie, Christian Jacq gibi pek çok yazarın yapıt ı n ı d i l i m i z ek a z a n d ı r d ı. 7
8
9 André Ruyters e
10
1890 larda bir ağustos ayında, evinde bir araya geldiğimiz Gérard Lacase, Francis Jammes 1 ile beni yakında yıkıntılarından başka bir şey kalmayacak olan Quartfourche Şatosu yla, harika bir yazın serüvenlere açıldığı terk edilmiş geniş parkını ziyarete götürdü. Girişi koruyacak hiçbir şey kalmamıştı: Hendek yarısına kadar dolmuş, çitler yıkılmıştı; kilidi kopan parmaklıklı kapı daha ilk omuzda kendini bıraktı. Yollar hepten silinmişti: Her yeri saran çimlerin üzerinde, alabildiğine bollaşmış yabani otlarda birkaç inek özgürce otluyordu; birkaç inek de kesilip seyreltilmiş ağaç kümelerinin gölgesinde serinlemekteydi; bazı köşelerde daha adi türler tarafından neredeyse boğulmuş, eski bahçenin çilekeş kalıntısı birkaç çiçek ya da tuhaf birkaç yaprak, yabani yeşilliklerin istilası altında zorlukla fark ediliyordu. Parkın, mevsimin, zamanın güzelliği karşısında göğsümüz sıkışmış bir halde sessizce Gérard ı takip ediyorduk; çünkü bu aşırı taşkınlığın içinde saklı olabilecek terk edilmişlik ve kedere dair her şeyi biz de hissediyorduk. Şatonun önündeki, alt basamaklarını otlar bürümüş, üst basamakları birbirinden ayrılmış sekiye geldik; ama salo- 1. Fransız şair. (Ç.N.) 11
nun camlı kapılarındaki dayanıklı kepenkler bizi durdurdu. Tıpkı hırsızlar gibi mahzen penceresinden aşağı kayarak içeri girdik; bir merdiven mutfağa çıkıyordu, içerideki kapıların hiçbiri kapalı değildi... Odadan odaya dikkatle ilerliyorduk, çünkü zemin yer yer göçmüştü ve çökecek gibi duruyordu; orada bizi duyacak birisinin olabileceğinden değil ama, bu boş evin derin sessizliğinde kendi gürültümüzün hoyratça yankılanıp bizi adeta korkutması yüzünden adımlarımızı sessizce atıyorduk. Zemin katının pencerelerinde pek çok cam eksikti; kepenk tahtalarının arasından, yemek salonun loşluğunda, upuzun ve cansız beyaz saplarıyla bir acemborusu boy atmıştı. Gérard bizden ayrılmıştı; sahiplerini tanıdığı bu yerleri tek başına görmeyi tercih ettiğini düşündük ve evi dolaşmaya onsuz devam ettik. Çıplak odaların hüznü arasından bizden önce birinci kata çıkmış olmalıydı: Odalardan birinin duvarında, rengi solmuş bir kurdeleyle kanca gibi bir şeye tutturulmuş bir şimşir dalı asılıydı; bana sanki bağının ucunda hafifçe sallanıyormuş gibi geldi ve kendimi, Gérard ın oradan geçerken şimşirden ince bir dal kopardığına inandırdım. Onu ikinci katta, bir koridorun camları kırılmış penceresinin yanında bulduk, dışarıda aşağı sarkan bir ip pencereden içeri alınmıştı; bu bir çanın ipiydi, tam ipi hafifçe çekiyordum ki Gérard ın kolumu tuttuğunu hissettim; bu hareketi elimi durduracağına daha da hızlandırdı; birden kulağımızın dibinde öylesine sert, öylesine boğuk bir çan sesi yankılandı ki, kasvetle ürperdik; sonra sessizlik geri gelmiş gibiyken aralıklı olarak, şimdiden uzaklaşan iki nota daha yükseldi. Gérard a döndüm, dudaklarının titrediğini gördüm. Gidelim buradan, dedi. Başka bir hava solumaya ihtiyacım var. Dışarı çıkar çıkmaz bize eşlik edemeyeceği için özür 12
diledi; civarda tanıdığı biri varmış, onu yoklamak istiyormuş. Jammes ve ben, sesinin tonundan onunla gitmenin saygısızlık olacağını anlayarak La R.ye tek başımıza döndük; akşam, Gérard da bize katıldı. Aziz dostum, dedi Jammes ona hemen, şunu bilin ki, siz, kalbinizde hâlâ yeri olan şu hikâyeyi ortaya dökmedikçe size en küçük bir hikâye bile anlatmamaya kararlıyım. Oysa Jammes in hikâyeleri uzun gecelerimizin en zevkli saatleriydi. Sahnesi o gördüğünüz ev olan romanı size seve seve anlatırdım, diye başladı söze Gérard, ama onu ancak kısmen keşfetmiş ya da yeniden kurgulamış olmam bir yana, hikâyeme çeki düzen vermek isterken onu o sıralar merak duygularımın her olayı büründürdüğü gizemli çekicilikten soyutlamaktan korkarım... İstediğiniz gibi eğip bükün hikâyenizi, diye devam etti Jammes. Neden olayları tarih sırasına göre yeniden kurgulamalı ki, dedim, neden bize onları keşfettiğiniz gibi sunmuyorsunuz? O zaman, izninizle, kendimden çok bahsetmeme izin vereceksiniz, dedi Gérard. Hepimizin yaptığı da farklı bir şey değil zaten! diye karşılık verdi Jammes. İşte Gérard ın anlattığı hikâye. 13
I O günlerde beni hayata atılmaya iten sabırsızlığı bu gün anlamakta neredeyse zorlanıyorum. Yirmi beş yaşındaydım ve ne biliyorsam neredeyse hepsini kitaplardan öğrenmiştim; herhalde bu yüzden kendimi romancı sanıyordum; çünkü olayların bize daha ilginç görünebilecek yanlarının gözümüzden nasıl bir hınzırlıkla kaçtığını ve zorlamasını bilmeyene tutunacak ne kadar az şey sunduğunu henüz bilmiyordum. O sıralarda doktoram için Bossuet nin 1 vaazlarının kronolojisi üzerine bir tez hazırlıyordum; aslında kürsü hi tabeti o kadar da ilgimi çekmiyordu: Bu konuyu, önemli eseri Vie de Bossuet (Bossuet nin Hayatı) tam da o günlerde yayımlanan yaşlı hocam Albert Desnos a olan saygımdan dolayı seçmiştim. Mösyö Desnos, araştırma projemin konusunu öğrenir öğrenmez, kaynaklara ulaşmamda yardımcı olmayı teklif etti. Yazıtlar ve edebiyat akademisinin muhabir üyesi olan kadim dostu Benjamin Floche un elinde işime yarayacağından emin olduğu çeşitli belgeler varmış; en önemlisi de, bizzat Bos suet nin elinden çıkma notlarla kaplı bir İncil. Mösyö Floche, 1. Jacques-Bénigne Bossuet (1627-1704). Papalık otoritesine karşı Fransız kilisesinin haklarını etkili bir dille savunan piskopos ve yazar. (Ç.N.) 14
Quartfourche a çekileli aşağı yukarı on beş yıl olmuştu, halk arasında Pont-L Évêque olarak bilinen bu yerden hiç ayrılmıyordu; beni orada kabul etmekten, elindeki belgeleri, kütüphanesini ve Mösyö Desnos un umman gibi dediği bilgisini hizmetime sunmaktan memnun olacaktı. Mösyö Desnos ile Mösyö Floche arasında mektuplar gitti geldi. Belgelerin sayısının, hocamın beni umutlandırdığının çok üstünde olduğu anlaşıldı; çok geçmeden bu iş artık basit bir ziyaret olmaktan çıktı: Mösyö Desnos un tavsiyesi üzerine Mösyö Floche büyük bir nezaketle bana Quartfourche Şatosu nda bir süre kalmayı teklif etti. Çocukları olmamasına rağmen, Mösyö ve Madam Floche şatoda yalnız değillerdi: Mösyö Desnos un öylesine söylediği birkaç sözü kapan hayal gücüm, orada, on yedinci yüzyılın tozlu sayfalarından çok daha fazla ilgimi çekmeye başlayan hoş insanlarla karşılaşacağım ümidine kapıldı; tezim daha şimdiden bir bahane durumuna düşmüştü; ben o şatoya artık bir öğrenci olarak değil, bir Nejdanof 1, bir Valmont 2 olarak girecektim; şatoyu daha şimdiden maceralarla doldurmuştum. Quartfourche! Bu gizemli ismi durmadan tekrarlıyordum: İşte burası, diyordum, Herakles in tereddüt ettiği yer... Erdemin yollarında onu neyin beklediğini biliyorum zaten, peki ya öteki yolda?.. Öteki yol... Eylülün ortalarına doğru mütevazı gardırobumdaki en iyi kıyafetlerimi topladım, kravatlarımı yeniledim ve yola çıktım. Pont-L Évêque ile Lisieux arasındaki Breuil-Blangy istasyonuna vardığımda neredeyse gece oluyordu. Tren- 1. Rus yazarı Turgenyev in Ham Toprak adlı eserinin kahramanı. (Ç.N.) 2. Fransız yazarı Choderlos de Laclos un Tehlikeli İlişkiler adlı eserinin kahramanı. (Ç.N.) 15
den inen tek yolcu bendim. Uşak üniformalı, köylü görünüşlü biri beni karşıladı; valizimi aldı ve beni garın öteki tarafında bekleyen arabaya götürdü. At ile arabanın hali hayal gücümün coşkusunu anında söndürdü, daha zavallısını hayal bile edemezdiniz. Köylü arabacı geri dönerek bagaja kaydettirdiğim sandığımı alıp getirdi; arabanın yayları bu ağırlığın altında çöktü. Arabanın içinde insanın nefesini daraltan bir kümes kokusu vardı... Kapının camını indirmek istedim ama deri tokmak elimde kaldı. Gündüz yağmur yağmış, yol ağırlaşmıştı; ilk yokuşun başında koşum takımının bir parçası koptu. Arabacı oturduğu yerin altından bir ip çıkardı ve koşum kayışını üstünkörü onarmaya girişti. Aşağı indim ve yaktığı feneri tutmayı teklif ettim; zavallı adamcağızın üniformasının da tıpkı koşum takımı gibi ilk kez yama görmediğini fark ettim. Kayış biraz eskimiş, diye laf attım. Bana sanki küfür etmişim gibi bakıp neredeyse kaba bir şekilde, Baksanıza, gene de sizi karşılamaya gelen olduğu için şanslısınız, diye cevap verdi. Şato buradan uzak mı? diye sordum en tatlı sesimle. Doğrudan cevap vermedi ama: Bu yolu her gün gidip gelmediğimiz kesin! Sonra bir an düşünüp: Belki altı ay var ki araba hiç çıkmadı... Aaa öyle mi! Efendileriniz çok sık gezmezler mi? diye devam ettim, adamı konuşturmak için umutsuzca bir çabayla. Ne demezsiniz! Sanki yapacak başka işleri yok! Arıza giderilmişti; bir el hareketiyle beni arabaya binmeye davet etti, tekrar hareket ettik. At yokuş çıkarken zorlanıyor, inerken tökezliyor, düz yerde ayakları korkunç bir şekilde birbirine dolaşıyordu; zaman zaman da beklenmedik bir anda, ansızın 16
duruyordu. Bu hızla, diyordum içimden, biz Carrefour a 1 varıncaya kadar ev sahipleri yemekten çoktan kalkmış olur; hatta (at bir kere daha durmuştu) yatmış bile olabilirler. Karnım çok acıkmış, keyfim kaçmaya başlamıştı. Manzarayı seyretmeye çalıştım: Ben farkına varmadan araba geniş yoldan ayrılmış, daha dar, çok daha bakımsız bir yola girmişti; fenerler sadece sağlı sollu kesintisiz, eğri büğrü ve yüksek bir çiti aydınlatmaktaydı; bu çit bizi kuşatır gibiydi, yolumuzu tıkıyor, biz geçerken önümüzde açılıyor, arkamızdan tekrar kapanıyordu. Daha dik bir yokuşun aşağısında araba gene durdu. Arabacı gelip kapıyı açtı, sonra teklifsizce: Mösyö bir inseler. Yokuş at için biraz fazla dik. Ve sütçü beygirinin yularından tutarak kendisi de yokuşu çıkmaya başladı. Yokuşun yarısında, arkadan gelen bana dönüp: Birazdan oradayız, dedi yumuşamış bir ses tonuyla. Bakın: İşte park. Karşımızda, açık gökyüzünü kaplayan karanlık bir ağaç kütlesi fark ettim. Yüksek kayınlarla çevrili geniş bir yoldu bu, sonunda ağaçların altındaki bu yola girdik ve orada daha önce ayrıldığımız ilk yolla birleştik. Arabacı beni arabaya binmeye davet etti, çok geçmeden demir parmaklı kapıya geldik; bahçeye girdik. Etraf, şatonun cephesindeki hiçbir şeyi seçemeyeceğim kadar karanlıktı; araba beni üç basamaklı bir sekinin önünde bıraktı, basamakları çıktım; yaşı belirsiz, sevimlilikten uzak, gürbüz ve vasat giyimli bir kadının elinde tuttuğu ve ışığını bana doğrulttuğu şamdan gözümü al- 1. (Fr.) Kavşak. O yörede Quartfourche Şatosu na verilen bir ad. (Ç.N.) 17
mıştı. Beni biraz soğuk bir edayla selamladı. Emin olamadığım için önünde eğildim... Madam Floche olmalısınız?.. Sadece Matmazel Verdure. Mösyö ve Madam Floche yattılar. Burada olup sizi karşılayamadıkları için özür dilediler; ama bu evde akşam yemeği çok erken yenir. Ben sizi de geç saate bırakmış olmalıyım. Yoo, ben alışkınım, dedi arkasına dönmeden. Benim önümden içeri geçti. Belki bir şeyler yemek istersiniz? Doğrusu, itiraf edeyim, akşam yemeği yemedim. Beni, mükellef bir gece yarısı sofrasının hazır beklediği geniş yemek odasına soktu. Bu saatte fırın sönmüş olur; kırsalda ne bulursanız onunla yetineceksiniz. Ama bunların hepsi harika, dedim masadaki bir tabak soğuk etin önüne otururken. Kapının yanındaki sandalyeye yanlamasına ilişti ve ben yemek yediğim sürece bilinçli olarak yerini belli eder vaziyette, gözleri yerde, elleri dizlerinin üstünde kenetlenmiş olarak bekledi. O kasvetli sohbet sarktıkça onu uykusuz bıraktığım için birçok defa özür diledim; ama o, sofrayı toplamak için benim yemeğimi bitirmemi bekleyeceğini ima etti. Peki o zaman, tek başınıza odanızı nasıl bulacaksınız?.. Aceleyle yiyor ve lokmaları ağzıma ikişer ikişer atıyordum ki, holün kapısı açıldı: Sert ama hoş yüzlü, kır saçlı bir Papaz girdi içeri. Elini uzatarak yanıma geldi. Misafirimize hoş geldin deme zevkini yarına bırakmak istemedim. Daha önce inmedim, çünkü Matmazel Olympe Verdure le sohbet ettiğinizi biliyordum, dedi, hın zırca da sayılabilecek bir gülümsemeyle ona doğru dönerek. Bu arada Matmazel dudaklarını büzmüştü, yüzün- 18
de hiçbir ifade yoktu. Şimdi yemeğinizi bitirdiğinize göre, diye devam etti ben masadan kalkarken, Matmazel i buraları toplaması için yalnız bırakacağız; Mösyö Lacase ı odasına götürme işini bir erkeğe bırakıp burada gö revinden feragat etmeyi sanırım o da münasip bulacaktır. Matmazel Verdure ün önünde abartılı bir şekilde eğil di, kadınsa onu kısaca selamlamakla yetindi. Oh! Feragat ediyorum; feragat ediyorum... Papaz Efendi, bilirsiniz sizin karşınızda ben daima feragat ederim... Sonra aniden bana dönerek, Mösyö Lacase a, ilk kahvaltısında ne alacağını sormayı unutturuyordunuz az daha. Şey, siz bilirsiniz Matmazel... Burada genelde ne içilir? Hepsinden... Hanımlar için çay, Mösyö Floche için kahve, Papaz Efendi için sebze çorbası ve Mösyö Casimir için racahout 1 hazırlanır. Ya siz Matmazel, siz hiçbir şey içmiyor musunuz? Oh! Ben yalnız sütlü kahve içerim. İzin verirseniz, ben de sütlü kahve alayım. Ha! Ha! Ha! Dikkatli olun bakalım Matmazel Verdure, dedi Papaz kolumdan tutarak, Mösyö Lacase size kur yapıyor gibime geldi de! Kadın omuzlarını silkti, sonra beni aceleyle selamladı, bu arada Papaz da beni çekiştirmekteydi. Odam birinci katta, koridorun neredeyse sonundaydı. Burası, dedi Papaz, kocaman bir ateşin aydınlattığı ferah bir odanın kapısını açarak. Tanrı beni affetsin! Si- 1. Süte katılan pirinç unu, ararot, pudraşeker ve kakaodan (ya da rendelenmiş çikolata) oluşan, vanilyayla tatlandırılmış, kaynatılarak hazırlanan bir içecek türü. (Y.N.) 19
zin için ocak yakmışlar!.. Belki ihtiyaç duymazsınız buna... Burada gecelerin rutubetli olduğu, bu yıl mevsimin anormal derecede yağışlı olduğu da bir gerçek... Ocağa yaklaşıp geniş avuçlarını ateşe doğru uzattı, yüzünü ise günaha çağrıyı reddeden bir dindar gibi geride tutuyordu. Uyumam için beni bırakmaktan ziyade, sohbete hazırlanır gibi bir hali vardı. Evet, diye başladı söze, sandığımla seyahat çantama bakarak, Gratien eşyalarınızı çıkarmış. Gratien beni getiren arabacı mı? diye sordum. Aynı zamanda bahçıvandır; çünkü arabacılık görevi artık vaktini doldurmuyor. Arabanın pek sık çıkarılmadığını aslında bana söyledi. Her çıkışı tarihi bir olaydır. Zaten Mösyö de Saint- Auréol un uzun zamandan beri ahırı yok; bu akşamki gibi önemli durumlarda çiftçinin atını ödünç alıyorlar. Mösyö de Saint-Auréol mü? diye tekrarladım şaşkınlıkla. Evet, dedi, sizin Mösyö Floche u görmeye geldiğinizi biliyorum; ama Quartfourche, eşinin kızkardeşinin kocasına aittir. Yarın, Mösyö ve Madam de Saint- Auréol le takdim edilme onuruna erişeceksiniz. Peki ya Mösyö Casimir kim? Hakkında sabahları racahout içtiğinden başka şey bilmiyorum. Onların torunu, benim de öğrencim. Tanrı nın izniyle, onu üç yıldır eğitiyorum. Bu sözleri söylerken, sanki gerçek bir prensten bahsediyormuş gibi alçakgönüllü bir ciddiyetle gözlerini kapamıştı. Çocuğun ebeveyni burada yoklar mı? diye sordum. Seyahatteler. Dudaklarını sımsıkı kıstı, sonra hemen devam etti. Sizi buraya hangi asil ve kutsal çalışmaların getirdiğini biliyorum, Mösyö... Oh! Kutsallıklarını abartmayın, diye gülerek sözü- 20
nü kestim, bu çalışmalar beni sadece bir tarihçi olarak ilgilendiriyor. Ne önemi var, dedi, her türlü nahoş düşünceyi eliyle uzaklaştırarak; tarihin de hakları var. Mösyö Floche un kişiliğinde rehberlerin en naziğini ve en güvenilirini bulacaksınız. Hocam Mösyö Desnos da böyle söylüyor zaten. Aa! Siz Albert Desnos un öğrencisi misiniz? Tekrar dudaklarını sıktı. Patavatsızlık edip sordum: Siz onun derslerini izlediniz mi hiç? Hayır, dedi sert bir ifadeyle. Hakkında bildiklerim beni ondan uzak tuttu... O bir düşünce maceracısı. İnsan sizin yaşınızdayken sıradışı her şey karşısında büyüleniyor... Ben cevap vermeyince, Kuramları bir süre gençler arasında çok tutuldu; ama çoktan tavsamış galiba, bana öyle dediler. Tartışmaktan çok uyumak istiyordum. Benden karşılık alamadığını görünce, Mösyö Floche sizin için daha sakin bir yol gösterici olur, diye devam etti; sonra, hiç saklamadığım bir esneme karşında: Bayağı geç oldu. İzin verirseniz, yarın bu görüşmeye devam etmek için zaman buluruz. Bu yolculuk sizi yormuş olmalı. İtiraf edeyim, Papaz Efendi, uykudan devrileceğim. O, odadan çıkar çıkmaz ocaktaki kütükleri kaldırdım, tahta kepenkleri iterek pencereyi açtım. Nemli, karanlık ve sert bir esinti gelip mumun alevini eğdi, ben de geceyi seyre dalmak için mumu söndür düm. Odam parka bakıyordu, ama kuşkusuz daha geniş bir manzaradan yararlanan büyük koridordaki pencereler gibi evin ön tarafında değildi; ağaçlar manzaramı kesti; ağaçların üstünde gökyüzüne azıcık bir yer kalmıştı, bir hilal belirmiş ama neredeyse ânında bulutlarla örtülmüştü. Gene yağmur yağmıştı; dallardan hâlâ sular damlıyordu... 21
Hiç de şenlik havası yok, dedim pencereyi ve kepenkleri kapatarak. Bu bir dakikalık seyir içimi ürpertmişti, hem de tenimden çok ruhumu; odunları karıştırıp yaydım, ateşi canlandırdım ve yatağımda, kuşkusuz her şeyi düşünen Matmazel Verdure ün koyduğu bir kap sıcak su bulduğum için çok mutlu oldum. Bir dakika geçmemişti ki, ayakkabılarımı kapının önüne koymayı unuttuğum aklıma geldi. Yataktan kalktım ve bir an için koridora çıktım; evin öteki ucundan Matmazel Verdure ün geçtiğini gördüm. Hemen arkasından tavanı sarsmaya başlayan ağır adımlarından anlaşıldığı gibi, odası benimkinin üstündeydi. Sonra derin bir sessizlik çöktü, ben uykuya dalarken, ev de gece yolculuğu için demir aldı. 22
23
André Gide, yalnız çağdaş Fransız edebiyatının kurucularından bir yazar değil, aynı zamanda Fransız modernizminin önde gelen entelektüellerinden biri. Catherine Gide arşivinden / Gallimard XIX. yüzyılın sonlarına doğru, Gérard Lacase, Francis Jammes ile André Gide i yakında yıkıntılarından başka bir şey kalmayacak olan Quartfourche Şatosu nu ziyarete götürür. Orada, onlara başından geçen kısa ve yoğun aşk hikâyesini anlatmaya koyulur. Gérard, kütüphanesinde Bossuet üzerine araştırmalar yapmak üzere davet edildiği Quartfourche ta, Casimir adlı küçük bir çocukla tanışmıştır. Çocuk; kalın bir sır perdesiyle örtülü geçmişe açılan kapının anahtarıdır. Gérard, çocuğun sadece resmini gördüğü annesine, önleyemediği bir tutkuyla bağlanır. Ne var ki, Isabelle gerçekte tam bir femme fatale dir. En azından Gérard öyle olduğunu düşünür. André Gide, büyük bir ailenin parçalanmasını, ahlaki bir yıkılışı, bir şatonun çöküşünde simgeleştirirken, estetiğin sunduğu görünüm ile gerçeklik arasındaki uçuruma işaret ederek bu alçakgönüllü öyküye büyük bir derinlik kazandırıyor. Isabelle, büyük bir ailenin çöküşünü, bir şatonun çöküşüyle simgeleştiriyor. Kapak resmi: GIOVANNI BOLDINI ISBN 978-975-07-1368-2 11 TL KDV DAHİL