KILIC 1 Altan Berdan Kılıç 21400276 Türkçe 101- Şube 18 Ali Turan Görgü 16.11.2015 DOKUNMAK GEREK Kötü olmak, iyiymiş gibi davranan bir sahtekar olmaktan daha kötü değil. Yüzleş kendinle Müzeyyen. (Kopan 76) diyen kahramanımız, Ömrüm boyunca, ikinci el eşya satan bir dükkanın vitrinine bakar gibi baktım hayatıma. (Kopan 54) diyerek hem kendisiyle hem de çevresiyle bir iç hesaplaşma yaşıyor. Saatçi Nejat Bey le ev Hanımı Meral Hanım ın kızı, Çiğdem in ablasıdır Müzeyyen. Altı yaşlarındayken bir kardeşi olacağı haberiyle sarsılır. Kıskanıyordum. Bu yeterli değil miydi, sevgisizliğimi anlatmak için? (Kopan 71) der. Sonra da hep nefret eder kardeşinden. Yaşamın merkezine kendisini koyan kahramanımız aslında tüm çocuklar böyledir, çocuk ancak başkalarının düşüncesiyle temasa geçtiği zaman mantıklı olmaya başlar - öylesine içe kapanıktır ki yetişkin biri olduğunda arkadaşı Özlem le izlediği filmde, Açıklamam yasak olmasaydı eğer Yaşadığım zindanın sırlarını, Öyle şeyler anlatırdım ki sana, Tek kelimesi aklını başından alır, Kaynayan kanını donduruverirdi.
KILIC 2 Hamlet in dizelerinde dile gelen gerçeklikle, başkalarının da acıları olduğu gerçeğiyle, belki de ilk kez ciddi anlamda yüzleşir ve kendisini sorgulamaya başlar. Uzun zaman ayrı kaldıkları Çiğdem le babaları ölmek üzereyken tekrar karşılaşır Müzeyyen. Onun çektiği acıları dinledikçe yumuşamaya başlar kardeşine kapalı kalbi. Ve şöyle der içinden: Başaramamıştık hayatı. Sonunda dönüp dolaşıp birbirimize sığınmıştık işte. Anılarımıza. Çocukluğumuza. (Kopan 123) En uzak mesafe birbirini anlamayan iki kafa arasındadır. der Can Yücel. Düşünüyorum da ne kadar uzağız en yakınımızdakilere. Ailemize, aynı apartmanı paylaştığımız komşularımıza, okulumuzda sıra, işyerimizde mesai arkadaşlarımıza. Kan donduran paylaşımlar olmuyor aramızda. Charles Bukovski de: Afrika ya ilaç göndermeye karar vermiştik, fakat hepsinin üzerinde tok karınla alın yazıyordu. diyor. Uzağı yakın etmek de yetmiyor demek ki. Paylaşmak, ama neyi? Sanırım her şeyden önce, duyguları. Duygudaşlıktır belki de Müzeyyen in acılarını dindirecek olan. Tabii, bizimkini de. Yoksulluk, Marquez e göre: Elini cebine attığında cebin boş olması değil; çıkardığında o eli tutacak kimse olmamasıdır. Müzeyyen in dramı Marguez in yoksulluk tanımına tıpa tıp uyuyor bence. Tutunacak bir dal arıyor kahramanımız. Bulamıyor. Metropollerde, birey olmayı başarabilenler, belki de bu nedenle insanlardan daha çok kitaplarla dost. Onları kitaplara çeken kan donduran
KILIC 3 paylaşımlar mı dersiniz? İyi de kitaplardaki kan donduran paylaşımlar insana ait değil mi? Tutunacak bir dal ararken Müzeyyen, nerede o insanlar, nerede? Ne zaman öğreneceğiz birbirimizin yaralarını sarmayı, ne zaman? Kitaplarla yetinmeyeceğim artık. Dokunmak istiyorum insanlara, aklımı başımdan alacak öykülerini dinlemek için. Evet, dokunmak, anahtar kavram bu olmalı. Müzeyyen in dramı dokunamamak olabilir mi? Belki benimki de. Bunu dert edinen herkesinki de. Ya kalabalıklar içinde yalnız olacağız ya da sürünün bir parçası. Hayır, üçüncü bir yol olmalı, yoksa da yaratmalıyız. Kim bilir belki de üçüncü yolu ararken dokunuruz birbirimize. Doğayla barışıktır Müzeyyen. Aslında kendisini doğanın bir parçası olarak gören, doğayla bütünleşmiş insanlarla da yoktur sorunu. Onun derdi doğanın egemeni haline gelen insan(lık)ladır. Şöyle der yağmur altında yürüyüşe çıktığı bir gün: İnsan olmaktan utanmadığın tek andır, ağaçlar gibi, çiçekler gibi, köpekler, kuşlar, kediler, bildiğin-bilmediğin bütün hayvanlar gibi ıslandığın an. Doğanın bir parçası olduğunu hissedersin. Manzaraya dışarıdan bakan kibirli insanlardan uzakta, o manzaranın bir parçası olursun. Irkının kendini beğenmişliğini unutur, bir böcek kadar özgür, sunarsın kendini doğaya (Kopan 74) Kitapta beni en çok etkileyen bölümdü Müzeyyen in bu sözleri. İnsanın kendine yabancılaşması da böyle başladı sanırım, doğaya müdahalesiyle. Avcılık-toplayıcılık aşamasından tarım toplumuna geçerken daha mutlu olacağını sanıyordu insan(lık). Evcilleştirirken bitki ve hayvanları, kendi özgürlüğünü de yok ettiğinin farkında
KILIC 4 değildi. Tüketemeyeceğinden fazlasını üretti. Üretimin tüketilemeyen kısmına birileri el koydu. Böyle başladı sınıflı toplumlar ve kölelik. Geçenlerde ülkemizi ziyaret eden Mujica: Düşündüğün gibi yaşa yoksa yaşadığın gibi düşünürsün. dedi. İnsanlık da yaşadığı gibi düşünmeye başladı. Yemek ve uyku dışındaki tüm zamanını çalışarak geçiren insanlar, doğayla birlikte, giderek kendilerine de yabancılaştılar. Her anımızı daha çok kazanmak için geçirir olduk. Büyük bir açgözlülükle her şeye saldırmaya başladık. Bizim dışımızdaki canlı- cansız varlıkların yaşam alanlarını daralttıkça türler yok olmaya başladı. Derelerin akışını durdurduk, derelerde yaşayan türleri de yok ederek. Köstebek yuvasına çevirdik toprağı. Dünyayı doğanın diğer bileşenleriyle paylaşmayınca, birbirimizle paylaşmayı da unuttuk. Onları yaşatmak için çaba göstermeyince, dayanışma duygumuz da yok oldu giderek. Kim bilir, belki de, ailemizden tutun arkadaşlarımıza kadar tüm ilişkilerimiz sorgulanmaya muhtaç bu nedenle. Yok ettiğimiz sadece doğa değildi. Onunla birlikte kendi sonumuzu da hazırlamaya başladık. Türler yok oldukça kendi besin kaynaklarımızı da yok ettik. Beslenebilmek için daha çok üretmek gerekiyordu, genleriyle oynadık türlerin. GDO böyle girdi hayatımıza, yol açtığı hastalıklarla birlikte. İlişkilerimiz de GDO lu artık. Onun için, İnsan değil bizim adımız, yalancı, katil, ikiyüzlü, rezil (Kopan 74) diyor ya Müzeyyen. İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin kuyunun dibindeki taş gibi
fakat öbür tarafın öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına sen ürpermelisin içerde dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa der, Nazım. Yalnızlığımızı giderecek reçete bu olmalı. Kırk günlük yolda kıpırdayan yaprağa duyarlılık. Daha çok duyarlılık. Böceğe de çiçeğe de. Dereye de denize de. Yalnızca bireysel değil, toplumsal duyarlılık aynı zamanda. İlle de insana duyarlılık. KAYNAKÇA Kopan, Yekta. Aile Çay Bahçesi. İstanbul: Can Yayınları, 2013. Baskı.