EĞİTİM VE BİLİM OSMANLI EĞİTİM VE BİLİM MÜESSESELERİ OSMANLI BİLİMİ LİTERATÜRÜ. Ekmeleddin İhsanoğlu. Ekmeleddin İhsanoğlu

Benzer belgeler
OSMANLI MEDRESELERİ. Tapu ve evkaf kayıtlarına göre orta ve yüksek öğretim yapan medrese sayısı binden fazlaydı.

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...9 GİRİŞ...11

Tefsir, Kıraat (İlahiyat ve İslâmî ilimler fakülteleri)

TOKAT IN YETİŞTİRDİĞİ İLİM VE FİKİR ÖNDERLERİNDEN ŞEYHÜLİSLAM MOLLA HÜSREV. (Panel Tanıtımı)

I. OSMANLı EGİTİM ve BİLİM MÜESSESELERİ. (Ekmeleddinİhsanoğlu)

AYP 2017 ÜÇÜNCÜ DÖNEM ALIMLARI

İslâmî Eğitim Kurumları

OSMANLILAR Yrd. Doç. Dr. Ali Gurbetoğlu. İstanbul Ticaret Üniversitesi

II. BÖLÜM LK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLER

ĐSTANBUL KÜLLĐYELERĐ (FATĐH / SULTAN SELĐM / ŞEHZADE MEHMET) TEKNĐK GEZĐSĐ RAPORU

ARTUKLU DÖNEMİ ESERLERİ Anadolu da ilk köprüleri yaptılar.

OSMANLI YAPILARINDA. Kaynak: Sitare Turan Bakır, İznik

İktisat Tarihi I Ekim II. Hafta

Ermenek Mevlevihanesi/ Karamanoğlu Halil Bey Tekkesi

İSLAMİYETİN KABÜLÜNDEN SONRAKİ EĞİTİMİN TEMEL ÖZELLİKLERİ İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ / FIRAT ÜNİVERSİTESİ / ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ SEFA SEZER / İNGİLİZCE

OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİ İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ / FIRAT ÜNİVERSİTESİ / ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ SEFA SEZER / İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ

Ilgın Sahip Ata Vakıf Hamamı. Lala Mustafa Paşa Külliyesi ve Cami. Ilgın Kaplıcaları. Buhar Banyosu

MARMARA ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK EĞİTİM FAKÜLTESİ EĞİTİM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ PDR ANA BİLİM DALI 2018 BAHAR YARIYILI TÜRK EĞİTİM TARİHİ DERSİ İZLENCESİ

SULTAN IZZETTIN KEYKAVUS TÜRBESİ, 1217, SİVAS

İslamî bilimler : Kur'an-ı Kerim'in ve İslam dininin doğru biçimde anlaşılması için yapılan çalışmalar sonucunda İslami bilimler doğdu.

Eğitim. Resul KESENCELİ EĞİTİMDE

Kuruluş Dönemi Osmanlı Kültür ve Uygarlığı Flash Anlatım Perşembe, 12 Kasım :53 - Son Güncelleme Çarşamba, 25 Kasım :14

İçindekiler. Giriş Konu ve Kaynaklar 13 I. Konu 15 II. Kaynaklar 19

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ZİRAAT FAKÜLTESİ PEYZAJ MİMARLIĞI BÖLÜMÜ. Konu:14.YÜZYIL BEYLİKLER DÖNEMİ MİMARİSİ

Türk Eğitim Tarihi. Program İçeriği Dr. Ali Gurbetoğlu İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Eğitim Fakültesi

Sonuç. Beylikler dönemi, Anadolu'da Türk kültür ve medeniyetinin gelişmesi

Bin Yıllık Vakıf Medeniyeti ve Vakıfların Eğitimdeki Yeri Sempozyumu

1 KAFKASYA TARİHİNE GİRİŞ...

BOSNA-HERSEK TEKİ KÜLTÜR, BİLİM VE EĞİTİM ÜZERİNDEKİ OSMANLI ETKİSİ: MEVCUT DURUM

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ZİRAAT FAKÜLTESİ PEYZAJ MİMARLIĞI BÖLÜMÜ ANADOLU SELÇUKLU DÖNEMİ BAHÇELERİ

görülen sanat görülmektedir? dallarını belirtiniz.

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Ünite 1. Celâleyn Tefsiri. İlahiyat Lisans Tamamlama Programı TEFSİR METİNLERİ -I. Doç. Dr. Recep DEMİR

YILDIRIM BEYAZIT ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH BÖLÜMÜ LİSANSÜSTÜ PROGRAMLARI

TIP BAYRAMI DR. YAHYA R. LALELİ

Beylikler ve Anadolu Selçuklu Dönemi Mimari Eserleri. Konya Sahip Ata Cami Erzurum Ulu cami Saltuklar

ADI SOYADI: SINIFI: NUMARASI: PUANI:

DR. NURŞAT BİÇER İN TÜRKÇE ÖĞRETĠMĠ TARĠHĠ ADLI ESERĠ ÜZERİNE

Tel: / e-posta:

İÇİNDEKİLER BİRİNCİ BÖLÜM GENEL TARİH VE GENEL TÜRK TARİHİ I. TARİH BİLİMİNE GİRİŞ...3

TÜRK EĞİTİM TARİHİ 3. Dr. Öğr. Ü. M. İsmail Bağdatlı.

T.C. BİLECİK ŞEYH EDEBALİ ÜNİVERSİTESİ İSLAMİ İLİMLER FAKÜLTESİ İSLAMİ İLİMLER BÖLÜMÜ EĞİTİM-ÖĞRETİM PROGRAMI

İktisat Tarihi I Ekim II. Hafta

İN'ÂMÂT DEFTERİ ÇERÇEVESİNDE II. BAYEZİD DÖNEMİ İSTANBUL MEDRESELERİNE BAKIŞ

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...7

Osmanlı Bilim Mirası: Giriş, I. cilt: Mirasın Oluşumu, Gelişimi ve Meseleleri; II. cilt: Önemli Âlimler ve Eserler

BĠR MESLEK OLARAK ÖĞRETMENLĠK

DURAKLAMA DEVRİ. KPSS YE HAZIRLIK ARİF ÖZBEYLİ Youtube Kanalı: tariheglencesi

TÜRKİYE DİYANET VAKFI YAYINLARI

İktisat Tarihi I

İSLAM DÜŞÜNCE TARİHİ DERSLERİ

Beylikler,14.yy. başı BEYLİKLER DÖNEMİ

SOSYAL BİLGİLER 7 ESKİ VE YENİ MÜFREDAT KARŞILAŞTIRMASI (ÜNİTE YERLERİ DEĞİŞTİRİLMEDEN)

Ülkemizde Tıp Fakültelerinin tarihi

PROF. DR. MESERRET DĐRĐÖZ

Kazak Hanlığı nın kuruluşunun 550. yılı dolayısıyla Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümümüzce düzenlenen Kazak

9. HAFTA. Ulusal sağlık politikaları: Osmanlı İmparatorluğu ve sağlık hizmetleri

1-MERKEZ TEŞKİLATI. A- Hükümdar B- Saray

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI... ORTAOKULU SOSYAL BİLGİLER DERSİ 7. SINIF ÜNİTELENDİRİLMİŞ YILLIK DERS PLANI

ETKİNLİKLER/KONFERSANS

2.SINIF (2013 Müfredatlar) 3. YARIYIL 4. YARIYIL

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ZİRAAT FAKÜLTESİ. Selçuklu Dönemi Yapıları ile Bahçe ve Peyzaj Sanatı

Kalem İşleri 60. Ağaç İşleri 61. Hünkar Kasrı 65. Medrese (Darülhadis Medresesi) 66. Sıbyan Mektebi 67. Sultan I. Ahmet Türbesi 69.

SOSYOLOJİSİ (İLH2008)

Osmanlı Döneminde Hisabu s-sittinî

İSLAM UYGARLIĞI ÇEVRESINDE GELIŞEN TÜRK EDEBIYATI. XIII - XIV yy. Olay Çevresinde Gelişen Metinler

Anadolu'da kurulan ilk Türk beylikleri

İLK TÜRK İSLAM DEVLETLERİ

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Yayın No. 756 İSAM Yayınları 202 İlmî Araştırmalar Dizisi 90 Her hakkı mahfuzdur.

AMASYA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ

10. SINIF TARİH DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ

RESTORASYON ÇALIŞMALARI

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI... ORTAOKULU SOSYAL BİLGİLER DERSİ 7. SINIF ÜNİTELENDİRİLMİŞ YILLIK DERS PLANI

Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı. Yayın Kataloğu

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

TOKAT IN YETİŞTİRDİĞİ İLİM VE FİKİR ÖNDERLERİNDEN HAYREDDİN TOKÂDÎ NİN DÜŞÜNCE DÜNYASI. (Panel Tanıtımı)

ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Eğitim Öğretim Yılı 1.ve 2.Öğretim (2010 ve Sonrası) Eğitim Planları HAZIRLIK SINIFI (YILLIK)

T.C. KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ İlâhiyat Fakültesi Dekanlığı. REKTÖRLÜK MAKAMINA (Öğrenci İşleri Daire Başkanlığı)

İçindekiler. xi Şema, Harita, Tablo ve Resimler xiü Açıklamalar xv Teşekkür xvü Önsöz

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 10. SINIF TARİH DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ

İslam ın Serüveni. İslam ın Klasik Çağı BİRİNCİ CİLT MARSHALL G. S. HODGSON

AKADEMİK YILI

Yrd. Doç. Dr. Sezai SEVİM YAYIN LİSTESİ

Roma ve Bizans Dönemi Tarihi Eserleri. Ahmet Usal - Edirne Vergi Dairesi Başkanlığı

Bacıyân-ı Rum. (Dünyanın İlk Kadın Teşkilatı: Anadolu Bacıları)

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

YAHYA SOFÎ NİN İSTANBUL FATİH CAMİİ PENCERE ALINLIKLARINDAKİ FATİHA SÛRESİ

İktisat Tarihi I. 18 Ekim 2017

ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Eğitim-Öğretim Yılı 1.ve 2. Öğretim Eğitim Planları

MEDYA. Uluslararası Arapça Yarışmaları BASIN RAPORU

50 MİMARİ I TAHİR AĞA TEKKESİ TAHİR AĞA TEKKESİ. Yazı ve Fotoğraf: İsmail Büyükseçgin /

T.C. SİNOP ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLGİLER ENSTİTÜSÜ TARİH TEZLİ YÜKSEK LİSANS PROGRAMI

OSMANLI BEYLİK DÖNEMİ ANADOLU'SUNDA DÜŞÜNCE VE İLİM HAYATI

Ebû Dâvûd un Sünen i (Kaynakları ve Tasnif Metodu) Mehmet Dinçoğlu

Edirne Camileri - Eski Cami. Ahmet Usal - Edirne Vergi Dairesi Başkanlığı

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 9 (2016), ss

T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Sosyal Bilimler Enstitüsü

Transkript:

EĞİTİM VE BİLİM OSMANLI EĞİTİM VE BİLİM MÜESSESELERİ OSMANLI BİLİMİ LİTERATÜRÜ Ekmeleddin İhsanoğlu Ekmeleddin İhsanoğlu 221

I. OSMANLI EĞİTİM ve BİLİM MÜESSESELERİ (Ekmeleddin İhsanoğlu) Osmanlı eğitimi ve bilimi terimi Osmanlı dönemi boyunca imparatorluğun yayıldığı coğrafya üzerinde gelişen İlmî ve eğitim faaliyetlerini kapsar. Osmanlı İmparatorluğu küçük bir beylik olarak XIII. yüzyıl sonunda kurulmuş, Bizans İmparatorluğu'nun Anadolu ve Balkanlar'daki topraklan üzerinde yayıldıktan sonra 1517'den itibaren Arap dünyasını da idaresi altına almış, Orta Avrapa'dan Hint Okyanusu'na kadar uzanan büyük bir sahaya hâkim olmuş ve kısa zamanda İslâm dünyasının en güçlü devleti haline gelmiş, Avrupa ile güç dengelerini koruyarak varlığını sürdürüp I. Dünya Savaşı'ndaki mağlubiyetinden sonra 1923 yılında son bulmuştur. Osmanlı eğitim müesseselerinin kurulması ve bilim ile ilgili faaliyetlerin teşekkülü ve gelişmesi, Osmanlı öncesi Selçuklu döneminde Anadolu şehirlerindeki eski ilim müesseselerinin yerleşik gelenekleri ile dönemin en mühim ilim ve kültür merkezleri sayılan Mısır, Suriye, İran ve Türkistan'dan gelen âlimlerin sayesinde gerçekleşmiştir. Osmanlılar İslâm dünyasının kültürel ve İlmî hayatına yeni bir dinamizm ve zenginlik katmışlardır. Böylece İslâm bilim geleneği XVI. yüzyılda zirveye ulaşmıştır. İslâm medeniyetinin eski merkezlerinin yanında Bursa, Edime, İstanbul, Üsküp, Saraybosna gibi yeni kültür ve bilim merkezleri kumlmuştur. Bu dönemde oluşan kültürel ve İlmî miras bugün Türkiye'nin yanında birçok Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Balkan ülkesinin kültürel kimliğini ve ilmî mirasını oluşturmaktadır. Burada, Osmanlı biliminin Anadolu'daki teşekkül ve ilk gelişme safhaları ile, daha sonra imparatorluğun merkezi olan İstanbul etrafında yayılarak devam eden bilim faaliyetlerinin ana hatları üzerinde durulacaktır. Osmanlılar, karşılaştıkları entellektüel ve pratik problemlerin çözümünü hep İslâm kültür ve biliminde ararken, ihtiyaç duydukları bazı teknolojik gelişmeleri de Avrupa'dan almışlardır. Ancak XVIII. asırdan itibaren Avrupa'da bilim ve sanayide meydana gelen hızlı gelişmeler neticesinde, Osmanlılar ile Avrupalılar arasındaki güç dengesi Osmanlılar'ın aleyhine bozulmuştur. Bunun üzerine Osmanlılar, Batı biliminden selektif olarak bazı aktarmalar yapmaya başlamışlardır. Böydece zamanla bilimde ve eğitim kuramlarında, İslâm geleneğinden Batı geleneğine doğra bir geçiş yaşanmıştır. Bu sebeple Osmanlı bilimi ve eğitimi, birincisi İslâm geleneği (klasik dönem), İkincisi Batı geleneği 223

(modernleşme dönemi) olmak üzere iki başlık altında ıncelenmelidır. Geçiş döneminde iki geleneği birbirinden kesin çizgiler ile ayırmak kolay olmamakla beraber, Batı bilimi ile temaslar ve Avrupa dillerinden aktarmalar arttıkça iki dönemin ayrılması daha belirgin hale gelmiştir. Osmanlı Devleti nde Eğitim ve Bilim adını taşıyan bu çalışmada konu, Eğitim ve Bilim Kurumlan ve Bilim Literatürü şeklinde iki bölüm halinde ele alınmıştır. Çalışmanın ana konusuna girilmeden önce, dayandığı temel kavram olan ve yukarıda anlatılan Osmanlı eğitimi ve bilimi ibaresinin tarifi verilmiş, akabinde Osmanlı mn arka planını oluşturması bakımından Anadolu Selçukluları ve Beylikler dönemi eğitim ve bilim açısından kısaca incelenmiş; böylece bu dönem ile Osmanlı dönemi arasında varolan organik bağ ve süreklilik gösterilmeye çalışılmıştır. Birinci bölüm, Osmanlı Devleti nin temel tarihi gelişme safhalarını oluşturan klasik, yenileşme, Tanzimat ve Islahat dönemleri dikkkate alınarak dokuz kısımda ele alınmıştır. Birinci kısım olan klasik dönemde eğitim, sıbyan mektebleri ve Osmanlı eğitiminin ana müesseseleri olan medreseler yanında Enderun mektebi, dergâhlar ve serbest kurumlar başlıkları altında incelenmiştir. İkinci kısımda klasik dönemdeki bilim kurumlan olarak Hekimbaşılık, Şifahaneler, Süleymaniye Tıb Medresesi, Müneccimbaşılık, Muvakkithaneler ve İstanbul Rasathanesi tanıtılmıştır. Üçüncü kısım olan yenileşme döneminde, coğrafya, haritacılık ve tıp sahalarında Batı ile girilen ilk temaslar incelendikten sonra askerî ve sivil alanda kurulan eğitim kurumlan ele alınmıştır. Ayrıca bu kısımda Osmanlı eğitim ve bilim anlayışının doğudan batıya yöneldiğinin en açık ifadesi olan Avrupa ya tahsil için talebe gönderilmesi konusu gözden geçirilmiştir. Dördüncü kısımda, bir önceki kısımla bağlantılı olarak yenileşme döneminin eğitim ve bilim anlayışı, Tanzimat öncesi ve Tanzimat dönemi ele alınarak tartışılmıştır. Bu tartışmada Osmanlı Devleti nin eğitim politikalarında ortaya çıkan değişiklikler, devletin yem sistemdeki öncelikleri ve beklentileri, ayrıca yeni eğitim politikalarım düzenleyen ve yürüten devlet kuramlarının yapısı incelenmeye çalışılmıştır. Beşinci kısımda Tanzimat dönemi eğitim kurumlan ilk ve orta mektepler başlığıyla ele alınmış, ayrıca yeni kurulan bu mekteplere öğretmen yetiştirmek için kurulan Dârii'l- Müallimin ve Dârü'l-Müallimat müsesseseleri tanıtılmıştır. Altıncı kısımda Islahat Fermanı, Osmanlı eğitimine getirdiği yenilikler açısından incelenmiş ve bu dönemde düzenlenen 1869 Maârif-i Umûmîye Nizâmnâmesi ile kurulan yeni eğitim müesseseleri ele alınmıştır. Modem yüksek eğitim ve meslek mekteplerinin incelendiği yedinci kısımda Osmanlı Devleti nde kurulan Dârü'l-Fünun ve bu 224

konudaki teşebbüsler, ayrıca baytarlık, ziraat, sanayi, orman, maden, hukuk ve sanat sahalarında kurulan askerî ve sivil meslek mektepleri tanıtılmıştır. Sekizinci kısımda Osmanlı Devleti coğrafyasında, İlmî ve meslekî sahalarda ortaya çıkan cemiyetleşme hareketleri ve kurulan İlmî ve meslekî cemiyetler ele alınmıştır. Dokuzuncu kısımda, Osmanlı Devleti nde gayri müslimlerin eğitim konusu tartışılmıştır. Bu çerçevede Osmanlı topraklarında klasik dönemden itibaren faaliyet gösteren Avrupa kaynaklı misyoner okulları; devletin sınırları içerisinde yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarının eğitimi ve kurdukları okullar incelenmiştir. Ayrıca devletin, gayri müslim cemaatlerin ve ecnebî misyoner mekteblerinin faaliyetleri ile ilgili çıkardığı nizâmnâmeler ele alınmıştır. Çalışmanın ikinci bölümünü oluşturan Osmanlı bilim literatürü, bir giriş ve üç kısım halinde incelenmiştir. Girişte, Osmanlı bilim literatürü yazımının hangi esaslara göre düzenlendiği belirtilmiştir. Birinci kısımda Fâtih Sultan Mehmed'e kadar olan kuruluş dönemi bilim literatürü, ikinci kısım olan gelişme döneminde Fâtih devri ve Fâtih sonrası XVI. yüzyılın sonuna kadar olan devirdeki bilim literatürü, üçüncü kısımda ise İslâm bilim geleneğinden Batı bilim geleneğine tedrici şekilde girme yani modernleşme dönemi, XVII, XVIII ve XIX-XX. yüzyıl olmak üzere üç dönemdeki bilim literatürü ele alınmıştır. A. ANADOLU SELÇUKLULARI DÖNEMİNDEKİ İLMÎ FAALİYETLER HAKKINDA BAZI TESPİTLER Oğuz Türkleri'nin Selçuklular'ın öncülüğünde Mâverâünnehir ve Horasan bölgesinden Batı'ya göç etmeleri ve Anadolu'ya yerleşmeleri V./XI. yüzyılın en önemli hadiselerindendir. Bu Oğuz göçleri, Anadolu'da yeni bir Türk yurdu oluşmasına ve İslâm dünyası coğrafyasının kesin olarak genişlemesine yol açmıştır. Doğudan batıya doğru hızlı bir şekilde oluşan ve Anadolu'nun karakterini Türk geleneklerine göre değiştiren bu göçler, onların bu topraklar üzerindeki hâkimiyetini ve bu hicretlerinin neticesinde Anadolu'nun Avrupalılar tarafından VI./XII. yüzyıldan itibaren Türkiye adı ile anılmasını doğurmuştur. V./XI. yüzyılda başlayan bu tarihî süreç Selçuklu döneminden sonra da devam etmiş ve Selçuklular'ın temelleri üzerinde tarihin zaman ve mekân boyutları içerisinde yaşayan en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti doğmuştur. Selçuklu döneminin kültür ve bilim hayatı hakkıyla incelenmediği gibi, bu devir, bazıları tarafından yanlış ve haksız bir şekilde, İslâm dünyasında bilim, edebiyat, sanat ve felsefe konularında bir duraklama ve gerileme dönemi sayılmıştır. 225

Selçuklular'ın ve genel olarak Türkler in İslâm âleminde hâkim unsur oldukları dönemle ilgili bu yanlış kanaat, herhangi bir ciddi ve kapsamlı araştırma ve incelemeye dayanmamaktadır. Ancak bu peşin hüküm, İslâm tarihinin daha sonraki devirleri ve özellikle Osmanlı dönemi için de genel olarak kabul görmüş bir kanaat şeklinde devam edegelmiştir. Şüphesiz ki bu dönemde İslâm düşüncesinde ve fikir hayatında bazı gerilemeler görülmektedir, ancak bu konuda entellektüel, sosyal ve ekonomik şartların değişmesiyle İslâm toplumunda ortaya çıkan yeni durumu ve İslâm dünyasının dışından vuku bulan tesirleri gözardı etmemek lazım gelir. Bu faktörleri iyi analiz etmeden, ayrıca bu dönemi ve daha sonraki dönemleri iyice araştırmadan, onlar hakkında suçlayıcı kanaatler ileri sürmek daha önceki dönem için kullanılan "Altın Çağ" imajının karşısında genelleştirmeye gidilerek yakın zamana kadar sürecek bu dönemlerin tamamiyle gerileme, çöküş ve karanlık çağ olarak vasıflandırılmasına yol açabileceğinden doğru değildir. Gerçekten de Türkler'in ve Selçuklular'ın hükümranlığı döneminde İslâm kültürü ve biliminin en parlak zekalarından birçok ismin eserleri, inşa edilen sanat ve medeniyet abidelerinin örneklerinin pek çoğu günümüze kadar bütün ihtişamı ve canlılığı ile devam etmektedir. İslâm dünyasının iki önemli bilim kurumu olan medreseler ve hastahaneler Selçuklular zamanında yaygınlaşmıştır. Bağdad, Merv, Isfahan, Nişapur, Musul, Dımaşk, Kahire, Haleb, Amid, Konya, Kayseri ve Malatya gibi şehirler Selçuklular ve onların kolları devrinde buralarda kurulan birtakım medrese, hastahane ve kütüphanelerle mamur birer ilim merkezi haline gelmiştir. Selçukluların ortaya çıkışıyla İslâm dünyasında dayanıklı taş yapı mimarîsi yaygınlık kazanmış, önemli mimarî eserlerde tuğla ve kerpiç bırakılarak taş ve mermer kullanılmıştır. Bu sebeple, Selçuklular ve kollarından, önceki yüzyıllara göre daha çok mimarî eser günümüze ulaşmıştır. Selçuklular devrinde ilmin ve edebiyatın gerilemeyip gelişmesine devam ettiğinin delillerinden biri bu yüzyılda pek çok önemli İslâm âliminin yetişmesidir. Bunlar arasında el-cuveynî, Ebû İshak el-şîrâzî, Ömer el-hayyam, el-bedi' el-usturlabî, Ebü'l-Berekat Hibetullah b. Malka el-bağdâdî, Samav'el el-mağribî, Şerefeddin el-tûsî, Kemaleddin b. Yûnus, Şehâbeddin Yahyâ b. Habeş el-suhreverdî, Fahreddin el-râzî, İbn el-razzaz el-cezerî, İbn el-esir, Seyfeddin el-amidî gibi İslâm bilimi ve kültürünü temsil eden önemli kişileri sayabiliriz. Bu devirde Selçuklu Hükümdarı I. Melikşah tarafından İsfahan'da bir rasathane kurulmuş, Ömer el-hayyam ve arkadaşları bu rasathanede gözlemler yaparak Zîc-i Melikşâhî ve Takvîm-i Celâlî'yi hazırlamışlardır. Yine bu devirde el-bedi' el- 226

Usturlabı el- Zîcü'l-Mahmûdîyi, Ebû Mansur el-hazînî ise el-zîcü'l-sencerîy\ telif etmişlerdir. Gerek Büyük Selçuklu sultanlarının Bağdad, İsfahan ve Merv'dekı sarayları; ve gerekse Harezmşahlar, Anadolu Selçukluları, Artuklular. Zengîler ve Eyyûbîler'in sarayları âlim ve ediblerle doluydu. Bunlar eserlerini Arapça ya da Farsça yazıyorlardı. Sâmânîlerle başlayan İslâm Fars edebiyatı, Türk hânedanlarmdan Gazneliler, Karahanlılar ve Selçuklular'la dünya çapında bir edebiyat haline gelmiştir. Bu edebiyatın zirvesini temsil eden Hâkânî, Senâyî, Nizâmî, Attar, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Sa'dî, Selçuklu hükümdarlarının himayesinde yaşamışlar, onlara eserler ithaf etmişlerdir. Selçuklu veya Selçuklu kollarının hâkimiyetinde bulunan ülkelerde yukarıda kısaca işaret edildiği gibi medreselerin yaygınlaşması okur-yazarlığı artırmış; değişik isimler altında kurulan hastahanelerin çoğalması ise sağlık hizmetlerini daha önce ona ulaşma imkânına sahip olmayan kitlelere ulaştırmıştır. Bu yaygın eğitim ve sağlık hizmetlerinin artmasıyla refah ve bayındırlık seviyesinin yükseldiği, dolayısıyla edebiyat, sanat ve bilim faaliyetlerinin artmış olduğu müşahede edilmektedir. VIII./XIV. yüzyıldan önceki döneme ait en fazla sayıda medrese Anadolu'dadır ve Selçuklu devrine aittir. Bu dönemde Mısır, Filistin ve Suriye gibi İslâm medeniyetinin eski merkezlerinde birkaç büyük şehirde odaklaşmış olan medreselerin aksine Anadolu medreseleri daha geniş bir sahaya yayılmıştır. Günümüze kadar ulaşabilen Anadolu medreseleri, otuz dokuz şehir, kasaba ve köyde bulunmaktadır. Kaynaklar bu rakama bir düzine kadar yerleşim yeri daha ilave etmektedir. Tabiatiyle bu yaygınlık büyük şehirlerde kendini daha fazla göstermiştir. Bunlardan, Selçuklular ın başşehri Konya'da kurulduğu bilinen yirmi dört medreseden yedisi; Artuklular ın merkezi Mardin'de inşa edilmiş olan on üç medresenin on biri; Kayseri de ise bilinen on bir medreseden dokuzu halen mevcuttur. Dönemin bu üç büyük şehri dışında Sivrihisar, Akşehir, Tire, Aksaray, Erzurum, Diyarbakır ve Karaman gibi merkezlerin herbirinde dört ile altı arasında değişen sayıda medrese inşa edilmiş olduğu bilinmektedir. Ayrıca yedi farklı yerleşim biriminde de sayıları iki ile üç arası değişen medrese bulunduğu kaynaklarda zikredilmektedir1. Aslında Anadolu Selçuklu medreselerinin sayıları hakkında kesin bir fikir verilememekteyse de Cacaoğlu ve Karatay medreselerinin R. Hillenbrand, "Madrasa... s. 1144-1145. 227

vakfiyelerine göre mesela VII./XIII. yüzyılda sadece Selçuklular'ın üç büyük şehrinden biri olan Sivas'ta on üç medrese olduğu anlaşılmaktadır2. Tekke ve zâviyeler de eğitim ve öğretim bakımından önemli hizmetler yapmışlardır. Anadolu Selçukluları döneminde sağlanan asayiş, artan refah, sultanların ilim adamlarına gösterdiği itibar ve himaye, Moğol istilasının Anadolu'ya sürüklediği âlim, şair ve mutavassıtların faaliyetleri Anadolu'nun yeni bir İslâm kültür merkezi olmasına ve medreselerin şöhret kazanmasına yol açmıştır3. Selçuklu dönemi ilim hayatının geniş ve itinalı bir şekilde incelenmemiş olması bu dönemin yazılı eserleri hakkında sağlıklı genellemeler yapılmasına imkân vermemektedir. Ancak şimdiye kadar yapılan çalışmalar ve elde edilen bilgiler ışığında bu devirde önemli eserler yazıldığını biliyoruz4. Müstakil olarak veya câmi, hastahane, medrese ve diğer kuramların bünyelerinde bulunan kütüphanelerin de kültür hayatında önemli bir yeri vardı. Altun-Aba Medresesi vakfiyesinde "hâzinü'l-kütüb"ün belli bir para karşılığında dışarıya kitap verebileceği ve kitabın iadesinden sonra bu paranın iade edileceğine dair hükümler, kütüphanecilikte varılan ileri anlayışı gösterir5. Anadolu Selçukluları, medreselerden başka ayrıca hastahaneler, kaplıcalar ve sosyal yardım kuramları da inşa ettiler. Ortaçağ a ait olan bu müesseseler Avrapa'dakilere nazaran daha müstakil bir yapıya sahip ve daha eskidir. Aynı yüzyılda I. Alâeddin Keykûbad (616-634/1219-1237) devrinde Anadolu mamur bir ülke oldu. Bu devre ait hastahanelerın hepsi muhtemel hücumlardan korunmak için surlar içinde inşa edilmiştir. Sivas Dârü'ş-Şifâsı'mn 617/1220 tarihli vakfiyesi, Selçuklu döneminde Anadolu'daki hastahanelerin evkafı, çalışanları ve idare tarzı hakkında bilgi vermektedir6. Anadolu Selçukluları ve Beylikleri devrinde, Anadolu'daki Türk hükümdarları ve devlet adamları ilmi ve İlmî faaliyetleri teşvik etmiş, aynca aralarında bizzat ilimle uğraşanlar olmuştur. V/XI. yüzyıl sonları ile VI./XII. yüzyılın ilk yarısı Anadolu'nun fetih devri olduğu için İlmî kuramlar Anadolu'da yeterince O. Turan, "Selçuklu Devri Vakfiyeleri III: Celaleddin Karatay Vakıfları ve Vakfiyeleri",... O. Çetin, Anadolu 'da İslamiyetın Yayılışı,..., s. 215; M. F. Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, (1926), s. 246-247. O. Çetin, a.g.e. s. 215; I. H. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve..., s. 129-131. O. Çetin, a.g.e., s. 216; O. Turan, "Selçuklu Devri Vakfiyeleri I: Şemseddin Alton- Aba, Vakfıyyesi ve Hayatı",..., s. 202. S. Onver, Selçuk Tababeti (XI.-XIV. Asırlar),..., s. 47, 5 1. 228

gelişmemiştir. VI./XII. yüzyılın ikinci yarısında Sultan II. Kılıç Arslan devrinde devletin müesseseleri yerine oturmuş ve İlmî müesseseler yaygın hale gelmeye başlamıştır. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra Anadolu'da ortaya çıkan beyliklerdeki ilim ve kültür hareketleri de aslında Anadolu Selçuklu Devleti'ndeki ilim ve kültür hareketlerinin ne derece teşvik ve himaye gördüğünü bize göstermektedir. Bir taraftan ilim adamlarım getirterek onların İlmî ve fikrî çalışma ve tartışmalarına değer veren Anadolu hükümdarları diğer taraftan da onların ilmî birikimlerinden istifade edecek talebeler yetiştirmeleri için, bugün de bazı örneklerini gördüğümüz, medrese, kütüphane, imaret ve misafirhaneler kurmuşlardır. İşte bundan dolayı VIII./XIV. yüzyılda Anadolu'da her hükümdarın yanında, himayesinde bulunan kıymetli ilim adamlarma rastlanmaktadır. Hatta bunların arasında hükümdara gücenip başka bir hükümdarın yanma giderek büyük hürmetlere mazhar olanları ve kendi hükümdarının ricaları üzerine naz ve istiğnayı âdet edinenleri bile vardır. Bundan dolayı VIII./XIV. yüzyılda Anadolu'nun muhtelif şehirlerinde edebiyat, tarih ve tasavvufa dair eserlerin yanında başta tıp olmak üzere astronomi ve matematiğe dair eserlerin yazıldığına tesadüf edilmektedir. Anadolu Selçuklu ve bu devletin mirasçısı Beylikler döneminde, Anadolu da tesis edilen medreseler, hastahaneler ve sosyal yardım kurumlan yanında, bilim ve kültür hareketleri de teşvik ve himaye görmüştür. Böylece, Osmanlı öncesi Anadolu hem müessese hem de entelektüel ortam açısından çift yönlü bir hazırlık safhası geçirmiş, bu safhada oluşturulan birikim Osmanlı Devleti tarafından miras alınmış ve aslî fonksiyonları muhafaza edilerek devam ettirilmiştir. B. OSMANLI EĞ İTİM MÜESSESELERİ Osmanlı dünyasında eğitim, yüzyıllarca resmî ve gayrı resmî müesseseler yolu ile yürütülmüştür. Bu farklı müesseseler arasında en önemlisi ve ilim ile ilgili faaliyetlerin başta gelen kaynağı hiç şüphesiz kuruluşundan yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar varlığını sürdüren medreselerdir. Değişik etnik menşe'lerden gelen Müslüman halklar mozayiğinin eğitim ve kültür birliğini ve aynı dünya görüşüne sahip oluşunu sağlayan medreseler aynı zamanda fertler arasında eğitim eşitliği ile toplumdaki değişik tabakalar arasında hareketliliği (dikey ve yatay) sağlayan sosyal bir fonksiyona sahipti. Medreseler 229

aynı fikrî temele oturan kamu hayatının bir parçası olarak zihniyet bakımından dinî müessesenin güdümünde, yapısı açısından vakıf sisteminin içinde, malî yönden ise muhtar bir kuruluş olup hizmetini devletin denetiminde yüzyıllar boyu sürdürmüştür. Osmanlı sosyal bünyesinin içinde bulunan ve siyasî iktidar ile bağlantılı olan medreselerin durumu ve gelişmesi devletin gücü ve toplumun düzeni ile yakından çok bağlantılıdır. Klasik Osmanlı dönemine damgasını vuran medresenin yanında, Enderun Mektebi ikinci bir eğitim sistemi olarak ortaya çıkmıştır. Daha dar bir çerçevede oluşan bu sistem fikrî yönden medrese ile aynı temele oturmakla beraber hedefi ve teşkilatlanması ve yetiştirdiği insan gücü ile devlet ve toplumda icra ettiği fonksiyonu bakımından farklı bir durumdaydı. Mülkî ve askerî teşkilatlara ve özellikle saraya adam yetiştiren bu mektep daha çok siyasî müessesenin tesiri altında gelişmiştir. Böylece genel olarak Tanzimat öncesi Osmanlı eğitim hayatı aynı dünya görüşünü paylaşan saray içi, saray dışı; devlete bağlı olan ve bağlı olmayan iki ayrı sistem halinde mütalaa edilebilir. Bu iki sistemin arasındaki münasebetler ve karşılıklı tesirler bulunması tabiîdir. Resmî eğitimin başka bir türü ise bürokrasi içinde değişik kalemlerde çalışacak personeli yetiştirmek üzere düzenlenen "hizmet içi" eğitim olup, devletin son yıllarına kadar başarı ile yürütülmüştür. Osmanlı eğitiminin bu resmî şekilleri dışında medrese eğitimine benzer bir eğitim de câmi ve kütüphanelerde, aynı zamanda zengin devlet adamları ve ülemâmn konaklarında yürütülmüştür. Edebiyat ve sanat ile zenginleştirilmiş bu paralel serbest eğitim ve kültürel faaliyetler son döneme kadar sürdürülmüştür. Medrese eğitiminden farklı olarak daha çok halk kitlelerinin eğitimini ve mensuplarının nefs terbiyesini hedef alan tekke ve zâviye gibi dergâhlarda yaşanarak sürdürülen eğitimin Osmanlı eğitim, din, tasavvuf ve kültür hayatında önemli bir yeri bulunmaktadır. Osmanlı eğitim hayatının bu değişik müesseseleri konusunda şimdiye kadar medrese ve Enderun Mektebi hakkında, yeterli olmamakla beraber, bazı araştırmalar yapılmış olmasına rağmen diğer konular üzerinde az çalışılmıştır. (Bakınız, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, c. I, Merkez Teşkilatı bölümü). 230

1. Sıbyan M ektepleri Osmanlı Devleti nde ilk eğitim ve öğretimin yapıldığı yer Sıbyan Mektebi (ilk mektep) idi. Çoçukların eğitimi için teşkil edilen bu mektepler klasik İslâm medeniyetindeki küttâb adlı okulların devamı mahiyetindedir. Bu okullara ayrıca dârü t-ta'lim, dârü l-huffaz, taş mekteb veya sadece mekteb de denilmiştir. Genellikle devlet ileri gelenleri ve padişahlar tarafından külliyelerin içerisinde, câmilerin bitişiğinde veya müstakil bir yapı halinde kumlan sıbyan mektepleri malî ve mekân açısından fazla bir külfet gerektirmediğinden her köyde, her mahallede ve her semtte açılmıştır. Ayrıca bu mektepler vakfiyelerinde belirtildiği üzere karma veya kız ve erkekler için farklı binalarda olabilirdi. Vakıf sistemiyle kumlan ve yürütülen bu mekteblerin çahşma prensibleri vakfiyede belirlenmesine rağmen eğitimin pek çok ortak yönleri mevcuttu. Beş yaşına ulaşmış çoçuklar âmin alayı ve bed -i besmele adı verilen canlı ve hareketli bir törenle bu mekteplerde derse başlarlardı. Bilebildiğimiz kadarıyla okula kayıt-kabul gibi herhangi bir işlem söz konusu değildi. Müslüman olan her ailenin çoçuğu bu mekteblere gidebilirdi. Öğretmenler ise medrese eğitimi görmüş veya okuma yazma bilen imam, müezzin, kayyum vb. kişiler arasından seçilirdi. Bunun yanında vakfiyede belirtilmişse yazı dersleri için meşk hocaları görev alırlardı7. Karma veya kız mekteblerinde ise belirli bir yaşa ulaşmış, bilgili, tecrübeli ve hâfiz olan kadın öğretmenler ders verirlerdi. Sıbyan mekteplerinin resmen belirlenmiş bir eğitim programının varlığı bilinmemektedir. Ancak dersler hakkında vakfiyelerdeki şartlardan ve zaman zaman çıkartılmış hükümlerden hareketle bazı bilgiler vermek mümkündür8. Bu okulların genel amacı bir çocuğa okuma yazma öğretmek, İslâm dininin kaidelerini ve Kur'ân-ı Kerim i belletmektir. Bundan dolayı mekteblerde elifba, Kur'ân-ı Kerim talimi, bazı surelerin ezberletilmesi, temel ilmihal bilgileri, tecvid, yazı yazma ve kara cümle denilen dört temel aritmetik işlem öğrencilere öğretilmeye çalışılırdı. Bunların yanında Sübha-i Sıbyan lar ve Tuhfe-i Vehbî gibi XVIII. yüzyıl için klasikleşmiş bazı manzum lügatler okutulurdu. Sıbyan mekteblerinin eğitim dili konusunda farklı görüşler olmakla beraber, genel olarak eğitim dilinin Türkçe olduğu kabul edilmektedir. Mekteblerden mezuniyet yaşının belirtilmemiş F.R.Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış.... s. 6-7. B. Kodaman, AbdülhamidDevri Eğitim Sistemi...., s. 58-60. 231

olmasına rağmen mezun olabilmek için en az bir defa Kur'ân-ı Kerim'i hatmetme mecburiyeti vardır9. 2. Medreseler Kuruluş tarihi bakımından medrese sisteminin yapısı, fıkıh (hukuk) ilmi uzmanlan tarafından tanımlanan, yonımlanan ve konman hukukî bir temele dayanıyordu. Teşkilat bakımından medreselerde yürütülen tahsilde fıkıh ve ona yardımcı olan bütün sahalara öncelik tanınmış, buna karşılık aklî ilimlere dayanan çalışmalar müfredat programının dışında tutulmuştur10. Medreselerin kuruluş esası "fıkıh ilmini" öğretmektir. XI. yüzyılda Nizâmiye medreseleri münhasıran "fakih" yetiştirmek üzere kurulmuştur. Bu medreseler arasında sünnî dört mezhep için ayrı ayrı medrese ve müderris olduğu gibi bir kaç mezhebin ve bazen de dört mezhebin bir arada okutulduğu medrese örneklerine de rastlanmaktadır. İlk Nizâmiye medreselerinde fikıh dersleri ile sarf ve nahiv gibi Arapça dil eğitimi dışında, özellikle "ulûm-ı akliye"uden ders okutulduğuna dair bilgi yoktur. Daha sonraları XIII. yüzyılda Mısır ve Şam'da fikıh medreslerinden başka müstakilen "Medârisü'l-Hadis", Medârisü'l-Tefsir ve "Medârisü'l-Nahiv" gibi medreseler açılmıştır.12 Medrese sistemi ve teşkilatı, İslâm dünyasındaki câmi, hastahane, imaret, kervansaray, han ve hamam gibi bütün sosyal hizmet ve yardım amaçlı müesseseler gibi vakıf temeli üzerine kurulmuştur. Bu müesseselerin dinî veçhesi bulunduğundan, vakıflarının da "Şer'-i Şerife" uygun olması gerekmektedir. Anadolu Selçuklu medreselerindeki eğitim şekli ile okutulan dersler ve konuları hakkında geniş bilgimiz olmamasına rağmen klasik İslâm medrese eğitimine paralel olarak fıkıh, dinî ilimler ve onlara yardımcı olan edebî ilimlerin okutulduğu aşikârdır. Metinleri bulunabilen medrese vakfiyelerinden eğitimin salı ve cuma günleri hariç hafta boyunca yürütüldüğü ve eğitim süresinin azamî beş yıl ile Sıbyan mektepleri içinbk. B. Kodaman, a. e., s. 58-66; 1. Bozdemir, Osmanlı Sıbyan Mekteplerinde Eğitim ve Öğretim,... Bu konunun kapsamlı ve detaylı tartışması için bk. G. Makdisi, The Rise o f Colleges, Institutions o f Learning in İslam and the West,...; R. Hillenbrand, a.g.m., s. 1123-1154. Ulûm-ı akliye: aklî ilimler, ayrıca bu ilimlere, ulûm-ı dâhile: dışarıdan gelen ilimler, ulûm-ı şâire: diğer ilimler veya ulûm-ı evâil: ilklerin ilimleri denmektedir. Bu ilimler klasik ilim sınıflandırmalarında riyazi ve tabiî ilimleri ihtiva etmektedir. R. Hillenbrand, a.g.m., s. 1129-1130. 232

sınırlandırıldığı anlaşılmaktadır. Fakih denilen medrese öğrencilerine başlangıçta "mübtedî" daha sonra "mutavassıt" en sonunda da kendi kendine istidlal yaparak hüküm çıkarabilecek duruma gelince "müstedil" denilmektedir. Anadolu'da bulunan zengin ve yaygın Selçuklu bilim ve eğitim birikimi Osmanlılar'ın bu sahadaki gelişmelerinde gerekli zemini hazırlamıştır13. Selçuklular döneminde Anadolu'da kurulan medreselerden Konya'daki Altun-Aba Medresesi (593/1196-1197'den önce) vakfiyesinde, bir müderris ve bir muidden başka otuz sekiz talebe bulunmaktadır14. Mübârizeddin Halifet Gâzî'nin Amasya'da 606/1209-1210 senesinde kurduğu medresesinin vakfiyesinde bir müderris, iki muid ve on iki fakih (talebe) bulunacak, müderris yıllık bin iki yüz halis gümüş dirhem maaş karşılığında Hanefî fıkhını okutacaktır15. 621/1224 tarihinde Mübârizeddin Er-Tokuş'un Antalya'da kurduğu medresesinin vakfiyesinde, müderris ve fakihlcrdcn bahsedilirken, buradaki eğitim hakkında birşey zikredilmemiştir16. Aynı şekilde. XIII. yüzyılın sonlarına doğru, Sivas Gök Medrese'nin kurucusu Sahib Ata Fahreddin Ali'nin 694/1295 tarihli medrese vakfiyesinde "mezkur medreseyi fakih, mütefakkıha, âlim ve talebelere vakfedip fikıh ve bunu tamamlayıcı şerl ilimlerin ve dinî hükümlerin tahsili için onlara mesken kıldı" denilmektedir17. Vezir Celâleddin Karatay tarafından 649/1251-1252'de Konya da yaptırılan Karatay Medresesi'nin vakfiyesinde de müderrisin, şeriat, hadis, tefsir, usûl, furû' ve hilaf ilimlerinde ehliyet ve liyakat sahibi bir kimse olması şartı koşulmaktadır.18 Herhangi resmî bir derecelendirmeye tabi tutulmadığı görülen Osmanlı öncesi medreseler, müderrislerinin İlmî kabiliyetlerine göre şöhret bulmuştur. Temel eğitimini tamamladıktan sonra, herhangi bir ilimde ihtisas yapmak isteyen talebeler, o bilim dalındaki tanınmış hocalara gidip onlardan ders görürler ve icazet alırlardı. İcâzetnâmelerde müderris esastı, ve eğitim görülen medresenin adı değil okutulan derslerin tanımı ve icazeti veren müderrisin hocalarının silsilelsi gösterilirdi. Buna mukabil XII. yüzyılda Avrupa'da kurulan üniversitelerde verilen Osmanlı öncesi Anadolu Medreseleri için bk.( A Kuran, Anadolu Medreseleri-1,...; M. Sözen, Anadolu Medreseleri, Selçuklu ve Beylikler Devri, C. II, s. 19, 83. O. Turan, "Selçuklu Devri Vakfiyeleri-I: Şemseddin Altun-Aba, Vakfiyesi ve Hayatı",..., s. 197-235. R. Yinanç, "Selçuklu Medreselerinden Amasya Halifet Gazi Medresesi ve Vakıfları",... s. 5-22. O. Turan, "Selçuklu Devri Vakfiyeleri-II, Mübârizeddin Er-Tokuş ve Vakfiyesi",...s. 415-429. S. Bayram- A Karabacak, "Sahib Ata Fahruddin Ali'nin Konya İmaret ve Sivas Gökmedrese Vakıfları",... O. Turan, "Selçuklu Devri Vakfiyeleri-III, Celâleddin Karatay Vakıfları ve Vakfiyeleri",..., s. 79.

137 Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Sahn-ı Seman medreselerinin Akddeniz ciheti, günümüzdeki hâli 138 Ali Kuşçu kitabı el-fethiye'yi Fatih Sultan Mehmed'e takdimi (Terciime-i Şakayıkil n- Numaniye, TSMK Haz. nr. 1263, vr. 113b). 139 Ali Kuşçu, Mir at-ı Alem, çeviren Miralay Seyyid Ali Bev, İstanbul 1239. 140 Zembilli Ali Efendi (Mevlana Alaaddin Ali el- Müfti), ( Tercilme-i Şakayıkil n- Numaniye, TSMK Haz. nr. 1263, vr. 159b).

141 Molla Zeyrek (Abdulvahid b. 142 Kara Yakup (Mevlana Yakub Muhammed) (Tercüme-i Şakayıkil 'n- el- Esved) (Tercüme-i Şakayıktı n-numaniye, Numaniye, TSMK Haz. nr. 1263, vr. 37a). TSMK Haz. nr. 1263, vr. 50a). 143 Mevlana Hayreddin (Tercüme-i Şakayıktt'n-Numaniye, TSMK Haz. nr. 1263, vr. 86b). 144 Hocazade, (Muslihiddin Mustafa) (Tercüme-i Şakayıkil'n-Numaniye, TSMK Haz. nr. 1263, vr. 90b).

145 Piri Reis'in 1513'te hazırlayıp, 1517'de Sultan I. Selim'e takdim ettiği "Dünya Haritasının hir bölümü.

146 Piri Reis'in 1526'da tamamladığı ikinci "Dünya Haritası"

147 16. asırda Kahire Şehri Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, İÜMK, TY. nr. 6605.

148 Takiyüddin el-rasıd tarafından kurulan İstanbul Rasathanesi, Şehinşahname, İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi, nr. F. 1404, vr.57a iö*sii?ei8s * 8i

mezuniyet diplomaları o üniversitenin adına verilmekteydi. Diğer bir ifadeyle, medresede müderris, üniversitede ise müessese daha ön plana çıkmıştır. Bu şekilde medreselerde çok sayıda talebe eğitim görmüş ve büyük âlimlerin tedrisatı ile İslâm dünyasında yeni bir ilim muhiti teşekkül etmiştir. Osmanlı Devleti'nde ilmi faaliyetler inkişaf ederken, Anadolu'daki diğer Türk devletlerinde de paralel faaliyetlerin devam ettiği görülmektedir. Mesela Karamanoğulları idaresi altında bulunan Konya-Aksaray'da, Cemâleddin el-aksarayî'nin Zincirli Medrese'deki tedrisatı çok şöhret bulmuştu. Yine Molla Şemseddin el-fenârî'nin, Yıldırım Bayezid ile arası bozulunca gittiği Karamanoğlu nezdinde kendisine büyük ölçüde iltifat edilmesi ve Yıldırım Bayezid'in, el-fenârî ye Bursa ya geri dönmesi için ısrar etmesi dikkate şayandır19. Anadolu'ya başka ülkelerden âlim celbedilmesi veya Anadolu'dan başka yerlere tahsile gitme geleneği Osmanlılar zamanında da devam etmiştir. Bu İlmî seyahatler kültürel dinamizmin de bir göstergesidir. Mesela, Bayburt'ta doğan Ekmeleddin el- Babertî (ö. 786/1384-1385), önce Haleb'e daha sonra Kahire'ye giderek Seyfeddin el- İsfahânî'den ders okumuş ve Kahire'deki meşhur Ezher külliyesinde müderrisliğe yükselip birçok talebe yetiştirmiştir. Bu talebeler arasında Hacı Paşa (ö. 816/1413 veya 820/1417), Şeyh Bedreddin (ö. 823/1420) ve Molla Fenârî (ö. 834/1430-1431) gibi meşhur Osmanlı âlimleri bulunmaktadır20. Ekmeleddin el- Babertî'nin talebelerinden Molla Yegan (ö. 840/1436)'m, II. Murad zamanında Mısır'da görüşerek beraberinde getirip Padişah'a takdim ettiği Molla Gürânî, Padişah'ın çok büyük iltifatına mazhar olmuş ve Manisa valiliği sırasında Şehzâde Mehmed (Fâtih)'in hocalığına tayin edilmiştir a. Kuruluş Döneminde Osmanlılar da Medrese Eğitimi İlk dönem Osmanlı medreseleri, Osmanlı öncesi Amasya, Konya, Kayseri. Karaman ve Aksaray gibi Anadolu şehirlerinde gelenekleri yerleşen eğitim faaliyetlerinin bir devamı olarak telakki edilebilir. Anadolu'daki bu faaliyetler, o dönemin en mühim ilim ve kültür merkezleri sayılan Mısır, Suriye, İran ve Türkistan'dan gelen âlimlerin sayesinde mümkün olmuştur- Selçuklu Türkleri'nden miras kalan medrese sistemi Osmanlılar'ın yeni unsurlar katmasıyla devam etmiştir. Osmanlı fetih politikasına göre fethedilen yerlerde ilk M. C. Baysun, "Osmanlı Devri Medreseleri",... İbn-i Hacer, el-dürer el-kâmine, fi Ayân el-mâ 'e el-sâmine, C. IV, s. 250. 234

136 Cerrahiyetül Haııiye den bir resim, b k., Şerafeddin Sabuncuoğlu, Cerrahiyetül Halliye, c. II, varak. 24a. Alaaddin el-esved, (Tercilme-i Şakayıkil'n-Numaniye, TSMK Haz. nr. 1263, vr. 13a). 135

t 149 Takiyüddin el-rasıd tarafından kurulan İstanbul Rasathanesinde bulunan "Zâtu'l-Halak", Şehinşahname, İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi, nr. F. 1404, vr.57a

önce câmi ve yanında medrese açılması bir gelenek hâlini almıştır. Bu gelenek topluma ve devlete gerekli din, ilim ve eğitim hizmetleri yanında devlet idaresinde ihtiyaç duyulan idari ve adlî personelin yetiştirilmesine yönelikti. Böylece Osmanlılar devlet işlerinde bilgili ve aynı zamanda yapılan işlerin "şer-i şerife" ve "örfe" yani kanunlara uygun olması hususlarına riayet eden yetişkin insan gücüne sahip olmuşlardır. Bu da merkezî idarenin sağlam ve güçlü olmasını sağlamıştır. İlk Osmanlı medresesini İznik'te Orhan Gâzî kurmuştur. Bu hükümdar, İznık'i fethettikten hemen sonra, (731/1330-1331) burada yeni bir medrese binası inşa ettirmiştir21. Orhan Bey, medreseye masraflarını karşılayabilecek kadar vakıfları bağladıktan sonra müderrisliğine ve mütevelliliğine de tahsilini Mısır'da tamamlayan Mevlânâ Dâvûd el- Kayseri (ö. 750/1350-135 l)'yi tayin etmiştir. Gerek Dâvûd el-kayserî ve gerekse onun halefleri, Tâceddin el-kürdî ve Alâeddin Esved (ö. 796/1393) gibi devrin büyük âlimleri bu medresede ders vermişlerdir22. Bizzat Osmanlı medreselerinde yetişenlerin müderris olarak işbaşına geçmelerine kadar, ilk Osmanlı medreselerinde görev alan müderrisler menşe itibariyle ya Anadolu'da doğup yetişenler, ya Anadolu'da doğmuş olup tahsillerini Mısır, İran ve Türkistan gibi eski İslâm ilim merkezlerinde tamamlayarak geri dönenler, ya da Anadolu dışında doğup, oralarda yetişen ve sonradan Osmanlı ülkesine gelenlerden oluşmaktadır. XIV-XVI. yüzyıllar arasında ilim tahsil etmek maksadıyla Anadolu'dan diğer İslâm ülkelerine gittiği tespit edilmiş olan 115 âlimin, yetiştikleri memleketlere göre nispetleri şöyledir: %43.3 ile İran ilk sırada yer almaktadır; ikinci sırada %23.4 ile Mısır, %14.7 ile Anadolu, % 8.6 ile Mâverâünnehir, %7.8 ile Suriye ve %1.7 ile Irak gelmektedir. Aynı yüzyıllarda Osmanlı medreselerinde muhtelif konularda okutulan otuz üç ders kitabının müelliflerinin yetiştikleri ülkelere bakıldığında, değişik İslâm bilim merkezlerinin Osmanlı iliminin gelişmesine kaynaklık ettiği görülür. Bu konuda yapılan istatistikî bir araştırmaya göre %39.3 ile İran yine ilk sıradadır. İkinci olarak %30.3 ile Mısır gelmektedir. Mâverâünnehir, Irak, Harezm ve Fergana'nm herbıri %6.06 nispetinde; Anadolu ve Horasan'ın ise %3.03 nispetinde olduğu görülmektedir23. Aşıkpaşazâde, Tevârîh-i Al-i Osman'dan. Aşıkpaşazâde Târihi,..., s. 42. XVI. yüzyılda İznik Medresesi 'ellili medreseler' arasında sayılmaktadır. Bk. M. Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri,..., s. 64. M. H. Lekesiz, Osmanlı İlmî Zihniyetinde Değişme (Teşekkül-Gelişme-Çözülme XV-XVII. Yüzyıllar),..., s. 27-28, 65. 235

İlk Osmanlı medreselerinde eğitim, geleneğe dayalı olarak tamamen vâkıfların (vakfı kuranların) koymuş oldukları şartlar çerçevesinde tayin olunan müderrislerin inisiyatiflerine bırakılmış görülmektedir. Mesela, İznik Orhan Bey Medresesi'nin vakfiyesinde, Müderris Dâvûd el-kayserî'nin "medresede tâlib-i ilme hergün ders okutacağı" şartı dışında bağlayıcı bir ifade bulunmamaktadır24. Yine 1348'de kurulan Bursa Lala Şâhin Paşa Medresesi vakfiyesinde "müderrisi âlim ve ifâdeye kâdir bir kimse olması ve tatil günleri dışında şer'î bir özrü olmadığı takdirde dersleri katiyyen terk etmemesi" ifadesi yer almıştır. II. Murad'ın Edirne'de inşa ettirdiği Dârü'l-Hadis Medresesi'nde hangi derslerin okutulacağı belirlenirken müderrisin ders günlerinde hadis ilmi ve onunla ilgili diğer ilimleri öğreteceği ancak özellikle felsefî ilimlerle iştigal etmeyeceği kaydı konmuştur25. 1415 senesinde Karamanoğlu Ali Bey'in Niğde'de kurduğu Akmedrese'mn vakfiyesinde "bu medreseyi ulûm-ı şer'iyye tedrisiyle meşgul fiıkahâ ve mütefekkıhaya ve ulûm-ı dinîye'nin muhtaç olduğu ulûm-ı edebiyye tahsili ile müteveggil evli, bekâr, leylî ve neharî talebe ile Hanefî ve Şâfıî mezhebine göre olan müderris ve muide vakfetti. Müderris, her gün fıkıh ve usûl-ı fıkıh ve sair umûr-ı şeri'yye ve âlîyeyi takrir etmesini, muidin ise fukahânm her gün müzâkere ile dersleri tekrar etmesi,..."26 denilmektedir. Bu ibareler Fâtih'in kurduğu Sahn-ı Seman medreseleri öncesinde geleneğe dayalı medrese sisteminin temel özelliklerini açıklaması bakımından önemlidir. Yukarıdaki örneklerden açıkça görüldüğüne göre Selçuklu ve Fâtih öncesi Osmanlı medreselerinde eğitim, Nizâmiye medreselerinin geleneği üzerine devam etmekte olup esas hedefini dinî ilimlerin okutulması ve özellikle fıkıh tahsilini yaygınlaştırmasıdır. Ancak bazı Selçuklu medreselerinin Şifahaneler'in yanında kurulmuş olması, bazı medreselerde de rasat kuyularının bulunması bu medreselerde tıp ve astronomi bilimleriyle de ilgilenildiği konusunda bir takım ıp uçları vermektedir. Selçuklu ve Fâtih öncesi Osmanlı döneminde dinî ilimlerin tarifine girmeyen felsefî, riyazî ve tabiî ilimlerin tahsili ise medrese dışı ilim adamlarının evinde veya şifâhanelerde eskiden beri devam eden geleneğe uygun olarak yürütüldüğü söylenebilir. XIV. yüzyılın başından Fâtih Sultan Mehmed'in saltanatının başlangıcına kadar büyük şehirlerden Bursa'da yirmi beş, Edirne'de on üç ve İznik'te dört olmak üzere M. Bilge, a.g.e., s. 297-298. a.e., 229-233, 303-304. İ. H. Uzunçarşılı, "Niğde Karamanoğlu Ali Bey Vakfiyesi"...s. 59-60. 236

toplam kırk iki medresenin kurulmuş olduğunu, aynı dönemde daha küçük şehirlerde ise kırk medresenin bulunduğunu görmekteyiz27. Kısaca 1331-1451 yılları arasında, Osmanlı Devleti'nin ilim çevreleri henüz kuruluş döneminde iken toplam seksen iki medresenin tesis edilmiş olması, Osmanlılar'da eğitim ve bilim ortamının çok hızlı bir şekilde geliştiğini göstermektedir. Bu durum her üç senede en az iki medresenin kurulmasına tekabül eder. Aynı şehirlerde medrese sayısının artmasıyla medreseler arasında bir derecelendirme ihtiyacı doğmuştur. II. Mehmed (Fâtih)'ten önceki dönemde medreslerin statüsüne göre bir derecelendirilmeye gidilmesi, medreseler arasında bir fark ortaya çıkarmıştır. b. Medreselerin Dereceleri Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul u fethettikten sonra, şehre yeni bir şahsiyet kazandırmak için imar faaliyetine başlamış, etrafındakileri de bu hamleye katılmak için teşvik etmiştir. Bu faaliyetler neticesinde yüzden fazla Bizans binası mescid, medrese ve hânikâha dönüştürülmüştür. Fâtih, yeni başşehrini dârü'l-ilm (ilim merkezi) haline getirmek için, İstanbul un bir tepesi üzerinde, daha sonra kendi adı ile anılacak bir külliye inşa ettirmiş ve bu külliyenin içinde, Fâtih in merkeziyetçi tavrının ve politikasının bilim ve eğitim hayatındaki ifadesi olarak düşünülebilecek medreseler kurulmuştur. Fâtih Külliyesi medreseleri için hazırlanan vakfiyeye göre, Semâniye medreseleri, Fâtih Câmii nin etrafında yüksek sekiz medrese ve bu medreselerin arkasında Tetimme adıyla bilinen sekiz küçük medreseden oluşmaktaydı. Böylece câmiiıı iki tarafında toplam onaltı medrese olup bunların dışında, batı kapısına bakan tarafta, bir Dârü't-Tâlim yani sıbyan mektebi de kurulmuştur. Ayrıca Vakfıye den bu külliyenin mütekamil bir eğitim merkezi olarak düzenlendiği, bunun için yeme, içme, barınma ve tedavi ihtiyaçlarının görüleceği imaret, dârü ş- Şifa ve kütüphane gibi müesseselerin de kurulduğunu görüyoruz28. Yakın zamanlara kadar bazı modem çalışmalarda, Fâtih in emri üzerine, kendisinin inşa ettirdiği Semâniye medreseleri Avrupa üniversitelerine benzetilerek Ali Kuşçu, Vezir Mahmud Paşa ve Molla Hüsrev tarafından bir ders programı düzenlendiği iddia edilmektedir. Ancak son araştırmalar Fâtih medreseleri ile modem üniversite kavramı arasında kumlan benzerlikler ve sözde ders programı gibi iddialara dayalı M. Bilge, a.g.e., s. 65-207; C. Baltacı, XV.-XVI. Asırlar Osmanlı Medreseleri,...,s. 20-21. E. İhsanoğlu, Büyük Cihad'dan Frenk Fodulluğuna,... 237

olarak Fâtih medreseleri hakkında oluşturulan yanlış imajı düzeltmeye çalışmıştır.29 Fâtih medreselerinin kurulmasıyla, Osmanlı eğitim hayatında yeni bir dönem başlamış ve medreselerin hiyerarşik yapısı yeniden düzenlenmiştir. Nitekim medrese tarihi ile ilgili yapılan çalışmalarda medreselerin akademik seviyelerinin onların başında bulunan müderrise ödenen ücretlere ve o medresede okutulması gereken temel ders kitabına göre Fâtih döneminde düzenlendiği hususu Âlî'nin verdiği bilgiye dayanarak Uzunçarşılı'dan beri kabul görmüştür30. Âlî nin verdiği bilgiden Yıldırım Bayezid döneminden itibaren eğitim hayatını düzenleyen bazı kaide ve usûllerin (genellikle bunlara Kanun denilmektedir) bulunduğu ve bazılarının Fâtih dönemine kadar uygulandığı ancak onun döneminde bunların bir araya getirilip bir bütün olarak derlendiği anlaşılmaktadır.31 Fâtih öncesi Osmanlı medreseleri vakfiyelerine baktığımızda genellikle dinî ilimlerin eğitiminin işaret edildiğini görüyoruz. Halbuki Fâtih medreseleri vakfiyesinde ilk defa karşımıza medreselere tayin edilecek müderrislerin hem dinî (naklî) hem de mantık, felsefe ve matematiği kapsayan "aklî" ilimleri bilenler olmaları şart koşulmuştur. Yine vakfiyeye göre bu medreselerin temelinin hikmet kaidelerine dayandığı ve kuruluşunun geometrik kaideler içinde olduğu edebî bir üslupla belirtirken, onların daha öncekilerden farkları ortaya konulmuş oluyor. Kanaatimize göre Ali Kuşçu'nun tesirini burada aramak gerekir. Semerkand'da Uluğ Bey'in çevresinde bulunan ve matematik-astronomi ağırlıklı ilim muhitinden gelen Ali Kuşçu'nun tesirini bu medreselerin çerçevesini çizen vakfiyede aklî ilimleri dinî ilimlerin yanında okutulması şsrtını sağlamış olmasında aramak lazım gelir. Bu tesirin Fâtih'ten sonra Süleymaniye Medreseleri'ne kadar uzandığını görmek mümkündür. Fâtih Teşkilat Kanunnâmesi nde müderrislerin tayini konusunda, medreselerin payeleri müderrislerin aldığı yevmiyeye göre yirmi akçeliden başlayan ve beşer akçe artışla yirmibeş, otuz, otuz beş, kırk, kırk beş ve ellili akçeye ulaşan bir hiyararşiye bağlanmıştır. Ellili medreseler "Dâhil", "Hâriç" ve "Sahn" olarak üç ayrı isimle anılmışlardır. Sahn medreselerin yani Fâtih Külliyesindeki üst seviyeli sekiz medresenin müderrisleri de ülemânm en ileri gelenleri kabul edilmiş ve resmi Bu konuda ileri sürülen iddiaların eleştirisi için bk. E. İhsanoğlu, a.e..s. 21-38 İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti nin İlmiyye Teşkilatı, 2.bs.,..., s. 11-12. Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü'l-Ahbâr, İstanbul Üniversitesi ktp., TY, nr. 5959, yk. 85b-86b, Süleymaniye (Esad Efendi) ktp. nr. 2162, yk. 116b-118a. 238

teşrifatta sancak beylerinin önüne yerleştirilmişlerdir.32 Bu eğitim hiyararşisinin kuruluşu, oluşumu ve yüzyıllar boyu geçirdiği gelişmeler çok iyi bir şekilde incelenmediğinden, konunun vuzuha kavuşması, daha detaylı ve çok yönlü incelemelere ihtiyaç duymaktadır. Osmanlı medreslerinin tertibine bakıldığında ilk üç medresenin, Hâşiye-i Tecrid, M iftah ve Telvih şeklinde isimlendirildiği görülmektedir. Bu adlar medreselerde okutulan ana ders kitaplarının isimlerinden hareketle konmuştur. Hâşiye-i Tecrid medresesi, Nasîreddin el-tûsî (ö. 672/1273-1274) nin Tecrîdü'l-Kelam adlı eserine Şemseddin Mahmud b. Ebi'l-Kâsım el-isfahânî (ö. 746/1345-1346)'nin yazdığı şerh üzerine Seyyid Şerîf el-gürgânî (ö. 816/1413-1414) nin kaleme aldığı hâşiyenin bu medresede ana ders kitabı olmasından dolayı bu ismi almıştır33. M iftah ise Sirâceddîn Yûsuf el-sekkâkî (ö. 626/1228-1229) nin sarf, mahv ve belağat sahasındaki eseridir. Bu eserin ve buna Seyyid Şerîf el-gürgânî ve Sâdeddin el-taftâzânî (ö. 791/1388-1389)'nin yazdıkları şerhlerin okutuldukları medreselere M iftâh medreseleri adı verilmiştir34. Telvih ise Sadrüşşeria Ubeydullah el-buhârî (ö. 747/1346-1347) nin Tenkîhü'l-Usûl adlı usûl-ı fıkha ait eseri üzerine yine kendisinin yazdığı Tavzîhü't-Tenkih isimli şerhe el-taftazânî'nın kaleme aldığı şerhin adıdır. Bu şerh, Telvih medreselerinde ders kitabı olarak okutulurdu35. Alî ye göre Fâtih medreselerinin kuruluşundan sonra Osmanlı medreseleri için öngörülen tertip şu şekilde ifade edilebilir: I- Müderrisi 20-25 akçe alan "Hâşiye-i Tecrid" Medreseleri II- Müderrisi 30 akçe alan "Miftah" medreseleri III- Müderrisi 40 akçe alan "Telvih" medreseleri IV- Müderrisi 50 akçe alan "Hâriç" medreseleri V- Müderrisi 50 akçe alan "Dâhil" medreseleri; Tetimme veya Musıla-ı Salın ve Sahn medreseleri Kırklı yani kırk akçe yevmiyeli ve elli akçe yevmiyeli Hariç medreseler Osmanlılar dan evvelki Anadolu Selçukluları'nın, Anadolu beylikleri hükümdarlarının ve onların ailelerinin, vezir, sancak beyleri ve ümerânın A. Özcan, Fatih in Teşkilat Kanunnamesi ve s. 39. Tecrîd in şerh ve haşiyeleri içi bk., Kâtib Çelebi, K eşf üz Zünûn... C. I, s. 346. Miftah ın şerh ve haşiyeleri için bk. a.e., C. II, s. 1762-1768. Tenkîh in şerh ve haşiyeleri için bk., a.e. C. I, s. 496-499; İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin İlmiye Teşkilatı, s. 26-28. 239

yaptırdıkları medreselerdir. Dâhil medreseleri Osmanlı padişahlarıyla, şehzâde valideleri, şehzadeler ve padişah kızlarının yaptırmış oldukları medreselerdir. Bundan sonra en yüksek tahsil seviyesi olan Sahn-ı Semân'a gelirdi. Tetimme medreselerine Dâhil medreseleri derecesinde olup Sahn medreselerine talebe yetiştirdiği için Musıla-ı Sahn (Sahna ulaştıran) denilmiştir. Sultan II. Murad ın, Edirne de kurduğu yüz akçe yevmiyeli Üç Şerefelı Medresenin yeni hiyerarşiye uydurulması için Fâtih, yanında bir medrese daha yaptırtmış ve yüz akçeyi iki müderrise paylaştırmıştır; böylece üç şerefeli medrese, kendi kurduğu Sahn medreseleri seviyesiyle eşitlenmiştir.36 Fakat Ayasofya medresesi, Fâtih devrinde tek altmışlı medrese olarak kalmıştır.37 II. Bayezid döneminde Fâtih'in kurduğu medrese sistemi aym şekilde devam etmiştir. Ancak Bursa'daki Murâdiye medresesine Tokatlı Molla Lutfî nin altmış akçe ile tayin edilmesiyle bu medrese de altmışlı olmuştur.38 İstanbul'un kurulu olduğu yedi tepeden İkincisine de Kanunî Sultan Süleyman Osmanlı kültür, bilim ve eğitim tarihinin zirvesini teşkil edecek olan külliyesini kurmuştur. Kanunî devrinin ihtişamını ve Sermimar Sinan'ın dehasını aksettiren bu külliyenin inşası (1550-1557) Osmanlı eğitiminde önemli gelişme ve yeniliklerin olduğu bir merhaleyi teşkil etmiştir. Ekli planda görüldüğü gibi camiin etrafında eğitimin değişik seviyede ve ihtisaslarda yürütüldüğü mektep ve medreseler inşa edilmiştir. Külliyede bir sıbyan mektebi ile Sahn medreseleri adıyla da bilinen dört medrese kurulmuştur. Bunlar sırasıyla; Birinci "evvel" medrese veya medrese-i ûlâ, ikinci "sânî" medrese veya "medrese-i sâniye", üçüncü "sâlis" medrese veya "medrese-i sâlise", dördüncü "râbî" medrese veya "medrese-i râbia" denilmektedir. Ayrıca ihtisas medreseleri olarak da "Dârü'l- Hadis" ile "Dârü't-Tıb" adıyla da anılan Tıp medresesi yer almıştır. Bîmarhane, İmaret veya Dârü'z-Ziyâfe, Tabhane ile Tıp medresesinin yanında kurulan Dârü'l- Edviye (eczahane) bu külliyenin İnsanî, dinî, sosyal ve kültürel hizmetlerin bir bütün olarak yürütüldüğü Osmanlı külliyelerinin Fâtih Külliyesi'nden sonra tekâmül etmiş örneğini teşkil etmektedir. İ.H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 3; C. Baltacı, a.g.e., s. 450-458. Âli, 86a; C. Baltacı, a.g.e., s. 47. C. Baltacı, a.g.e., s. 47, 48; 163-165, 480. 240

Vakfiyeye göre yevmiye olarak dört medresenin başındaki müderrislerden her birine altmış, Dârü'l-Hadis müderrisine elli, Dârii't-Tıb müderrisine yirmi akçe tayin edilmiştir. Böylece bu medreseler Fâtih in Sahn medreselerinin üstüne geçmiştir. Her ne kadar külliyenin inşası esnasında hazırlanan vakfiyede, Dârü'l- Hadis müderrisine verilen yevmiyenin mikdarı diğer dört medresenin altında olsa da, Dârü'l-Hadis in ilk müderrisine tayininden itibaren yüz akçe verilmiştir. Bu sebeple, bu medrese o dönemden itibaren Osmanlı medreselerin en yükseği sayılırdı. Dârü'l-Hadis müderrisi de en yüksek müderris kabul edilir ve buranın müderrisi arzu ettiği takdirde mahreç mevleviyetleri denilen kadılıklardan birine tayin olunurdu.39 Dârü'l-Hadis ve dört medresede eğitim gören onbeşer talebe ile Dârü't-Tıbb'a devam eden sekiz talebenin her birine ikişer akçe, muidlere de beşer akçe yevmiye tayin edilmiştir. Medreselerin odalarında ikamet eden talebeler haftada dört gün hocalarından ders görecekler ve imaretler günde iki öğün yemek ihtiyaçlarını karşılayacaklardır. Süleymaniye medreseleri, medrese hiyerarşisindeki üstün yerini daha sonraki dönemlerde de koruyagelmiştir. Ancak ileriki dönemlerde medrese payelerinde değişiklikler olduğu görülmektedir. XVIII. yüzyılın ilk yarısında payeler şu sıraya göre düzenlenmiştir40: İbtidâ-i hâriç (birinci hâriç), ikinci hâriç, ibtidâ-i dâhil (birinci dâhil), ikinci dâhil, musıla-ı Sahn, Sahn, ibtidâ-i altmışlı, ikinci altmışlı, musıla-ı Süleymaniye ve Süleymaniye. Dârü'l-Hadis ile birlikte on bir payeli bu sisteme, musıla-i Süleymaniye ile Süleymaniye medreseleri arasında havâmis-i Süleymaniye adı altında yeni bir paye daha ilave edilmiştir. On iki payeli bu sistem İkinci Meşnıtiyet'e kadar sürmüştür. Bu dönemlerde medreselerin ıslahı gayretleri içinde Şeyhülislam ve Evkaf Nâzın Mustafa Hayri Efendi'nin zamanında çıkarılan Islâh-ı Medâris Nizâmnâmesi (10 Zilkâde 1332/29 Eylül 1914) ile İstanbul'da bulunan bütün medreseler "Dârü'l- Hilâfeti'l-Aliyye Medresesi" adı altında birleştirilmiş ve tâli kısm-ı evvel, tâli kısm I.H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 36-38; C. Baltacı a.g.e., 601-606. Bu sıra, Abdulgani en-nablusî (ö. 1143/173 l)'nin Vesâ'ilu't-Tahkîk adlı eserinin Süleymaniye (Esad Efendi) Ktp. nr. 1445'deki nüshasının zahrında bulunan kayıt ilekevâkib-i Seb'a adı ile Fransız Hükümeti'nin talebi üzerine 1155/1741 de yazılan Osmanlı eğitim sistemini izah eden resmî cevapta aynen tekrarlanmaktadır, bk. C. tzgi, Osmanlı Medreselerinde Riyazi ve Tabii İlimlerin E ğ i t i m i, s. 5, 44. 241

ı sâni ve âlî kısım adı altında her biri dört yıllık üç seviyede düzenlenmiştir. Taşralardaki medreselerde ise eğitim süreleri beş sene olarak ayarlanmıştır. Dârü'l-Hilâfeti'l-Aliyye Medreseleri üstünde "Medresetü'l-Mütehassısin" adı altında bir ihtisas medresesi kurulmuştur. Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi'nin döneminde, 1916'da çıkarılan nizâmnâme ile bu medreselerin eğitim süreleri yeniden düzenlenmiş ve klasik dönemde olduğu gibi ibtidâ-i hâriç, ibtidâ-i dâhil, Sahn ve Süleymaniye isimleriyle anılmaya başlanmıştır. 1845'de kadı yetiştirmek için Süleymaniye'de kurulan Muallimhâne-i Nüvvab medresesi 1908'de Mekteb-i Nüvvab, 1909'da ise Medresetü'l-Kuzat adı ile faaliyetini sürdürmüştür. İkinci Meşrutiyet döneminde imam hatip ile vâiz yetiştirmek için Medresetü'l-Eimme ve'l-hutabâ ile Medresetü'l-İrşad ayrıca 1914'de hat ve onunla ilgili klasik sanatları okutmak üzere Medresetü'l-Hattâtin kurulmuştur. Modem üniversite yapısı içinde dinî ilimlerin eğitimi için 1900'de tesis edilen Dârü'l-Fünûn-ı Şâhâne'ye bağlı olarak kumlan Ulûm-i Âlîye-i Dînîye (İlahiyat) Şubesi, 1914'de çıkarılan Islâh-ı Medâris Nizâmnâmesi ile Dârü'l-Hilâfe'nin âlî kısmına devredilmiştir. Medrese eğitiminde uzun zaman tartışılıp yapılması istenilen bu köklü düzenlemelerden beklenen semereler tam olarak ortaya konmadan 430 savı ve 3 Mart 1340/1924 tarihli Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile Osmanlı medreseleri tarihe karışmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlı bir "İmam Hatip Mektebi" ile İstanbul Dârü'l-Fünûnu'nun bünyesinde bir "İlahiyat Fakültesi" açılıp kısa süre soma kapatılması, çok partili demokratik hayatın gelmesiyle yeniden açılmaya başlanan İmam Hatip okulları ile İlahiyat Fakülteleri, İkinci Meşmtiyet'in bu müesseselerini isimleriyle günümüze taşımaktadır. c. Osmanlı Medreselerinin Sayıca Gelişiminin İstatistikî Analizi Osmanlı Bilim ve eğitim hayatının gelişmesini daha iyi anlayabilmek için VIII./XIV. ile X./XVI. yüzyıllar arasında inşa edilmiş Osmanlı Medreseleri konusunda telif edilen ve ihtiva ettikleri dönemler içinde ulaşabildikleri bilgileri bir araya getiren Bilge ve Baltacı nın eserleri istatistikî bir analize tabi tutulmuş ve elde edilen bilgiler aşağıda cedveller halinde düzenlenmiştir. 242

İlk üç cedvel genel olarak incelendiğinde göze çarpan ilk önemli noktanın Osmanlılarda medrese inşa faaliyetinin Osmanlı Devleti nin siyasî ve İktisadî yükselişine paralel olarak geliştiği ve X./XVI. yüzyılda gelişmesinin en üst noktasına vardığıdır. Bu gelişme XVI. yüzyıla kadar geometrik bir dizi şeklinde olmuş, böylece her yüzyıldaki medrese sayısı bir önceki yüzyıla göre ikiye katlanmıştır. XIX. yüzyılda (1869 yılı öncesinde) yeni tarz eğitim kuramlarının da yaygınlaşmaya başladığı bu dönemde İstanbul'da 166 adet faal medrese ve bu medreselerde toplam 5369 "talebe-i ulûm" ders görmekteydi41. Dördüncü cedvel ise Bilge ve Baltacı mn Rumeli de bulunan Osmanlı medreseleri konusunda verdikleri bilgilerden ve Ekrem Hakkı Ayverdi nin Avrupa 'da Osmanlı Mimari Eserleri adlı dört ciltlik çalışmasından istifade ile hazırlanmıştır. Ancak incelemede bütün medreselerin inşa tarihlerinin tespit edilememiş olması VUI./XIV.-XIV./XX. yüzyıllar arası dönemi dikkate almayı mecburi kılmıştır. Cedvelin incelenmesi Osmanlı Devleti nin tarihi ömrü içerisinde Rumeli bölgesinde medrese yapımına verdiği önemi göstermektedir42. Cedvel: 1 Önemli Merkez ve Bölgelere Göre Osmanlı Medreseleri VIII/XIV IX/XV X/XVI Dönemi Belirsiz Olan Medreseler Toplanı İznik 4 4 Bursa 19 11 6 36 Edirne 1 (Dârü'ş-Şifa) 20 10 31 İstanbul 23 113 6 142 Anadolu 12 31 32 13 88 Balkanlar 4 12 18 5 39 Suriye 3 3 Hicaz 6 6 Yemen 1 1 Toplam 40 97 189 24 350 M. Kütükoğlu, 1869 da Faal İstanbul Medreseleri... E. H. Ay verdi, Avrupa da Osmanlı Mimari Eserleri,.... 243

Cedvel: 2 M edreselerin Padişah Dönemlerine Göre Dağılımı Orhan Gazi (1326-1359) 10 I. Murad (1359-1389) 7 I. Bayezid (1389-1402) 23 Celebi Mehmed (1402-1421) 7 II. Murad (1421-1451) 38 II. Mehmed (1451-1481) 30 II. Bayezid (1481-1512) 33 I. Selim (1512-1520) 8 I. Süleyman (1520-1566) 106 II. Selim (1566-1574) 17 III. Murad (1574-1595) 42 III. Mehmed (1595-1603) 5 Dönemi Belirsiz Olan Medreseler 24 Toplam 350 Cedvel: 3 Yüzyıllara Göre M edreselerin T ürleri VIII/XIV IX/XV X/XVI Dönemi Belli Olmayan Medreseler Medrese 37 90 168 24 Dârü'l-Hadis 2 2 13 Dârii'l-Kurra - 3 11 Dârü'ş-Şifa 1 2 2 Toplam 40 97 189 24 350 244

Cedvel: 4 Osm anlı Dönemi Rumeli M edreseleri Bölge Medrese Yunanistan 189 Bulgaristan 144 Arnavutluk 28 Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Karadağ 105 Kosova-Makedonya-Sırbistan, Slovenya ve Voyvodina 134 Romanya 9 M acaristan 56 Toplam 665 d.osmanlı Medreseleri Ders Programları Osmanlı medreselerinin ders programlarını bugünkü çalışmalar ışığında açık ve ayrıntılı şekilde tesbit etmek mümkün olmamakla beraber, bazı müderris ve âlimlerin hal tercümeleri, icâzetnâmeleri ile vakfiye ve kanunnâmelerden istifade ile kısmen de olsa nelerin nasıl okutulduğu ana çizgileri ile belirlenebilir. Bir Osmanlı talebesinin medrese tahsilinin başlangıcından sonuna kadar genel olarak değişik bilim dallarında çok sayıda kitap okuyarak ders görmesi gerekmektedir. Talebenin sırasıyla hangi medresede hangi dersi gördüğü II. Meşrutiyetle Dârü l-hilâfeti'l-aliyye Medreseleri nin kuruluşuna kadar yüzyıllara göre bazı değişiklikler göstermiştir. Bu durumu, XVI. yüzyılda Taşköprîzâde Ahmed b. İsâmeddin in tahsili ve tahsil sonrası hoca olarak okuttuğu dersleri ve XVII. yüzyılda Kâtib Çelebi nin tahsilini inceleyerek takip etmemiz mümkündür. Ayrıca bu konu bu güne kadar pek bilinmeyen ve XVIII. yüzyılda Fransa nın İstanbul Elçisi Marquis de Villeneuve nin isteği üzerine yazılmış (1155/1742) olan ve medrese eğitimini konu alan Kevâkib-i Seb'ct=Yedi Yıldız adlı bir eserden gayet detaylı bir şekilde öğrenilmektedir. Yine bu yüzyılda İtalyan Rahip Abbe Toderini in De la Litterature des Turcs adlı eserinden medrese eğitimini ve tedrisat usûlunü takip etmemiz mümkün görünmektedir. XIX. yüzyılda ise Ahmed Cevdet Paşa nm otobiyografisinden bu yüzyıldaki medrese eğitimini açıkça görmek ve incelemek mümkün olmaktadır. 245

Medrese tedrisatında okutulan ders kitapları, öncelikle, her Müslüman şahsın din ve dünya işleri için gerekli olan bilgileri elde etmesine imkân sağlayacak şekilde tertip edilmiş görülmektedir. Medrese eğitim sisteminde asıl hedefinin, Müslüman bir şahsın bilgili ve düzgün ahlaklı olarak yetişmesini sağlamak olduğunu söyleyebiliriz. i Kanunî döneminde eğitim hayatını düzenleyen kanunnâmede: "Menât-ı nizâm-ı âlem ve kadr-ı salâh-ı ahvâl-ı ben-i âdem bileki, bâ'is-i imlâ-i nüshâ-yı halâyık ve da i-i inşâ-i devlet ve hakayık tahsîl ma'ârifet-ı cenâb-ı Rabi'l-âlemîn ve tekmîl-i 'ulûm-ı enbîyâ ve mürselîndir" diye başlayan ve insanların bir cemiyet halinde yaşamalarının ve devlet kurmalarının sebebini açıklayan bu metinden, Osmanlı idarecilerinin ilim hakkındaki görüşleri ortaya çıkmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla eğitimin amacı önce, bilim ve hikmet, sonra sırasıyla, fazilet ve marifet, din ve şeriatın açıklanması ve İnsanî meleke ve kaabiliyetlerinin geliştirilmesine matuftur. Bunların sağlanmasından padişah kendisini mesul tutmaktadır43. Bir öğrenci ilim tahsili esnasında, okumuş olduğu kitapların tertibinde ilk üç sıradaki sarf-nahiv-mantık ile son iki sıradaki hadis ve tefsirin sırasını gözetir. Bu ilk üç ilim ile son iki ilim arasında daha çok âdâb-ı bahs, vaz, belâgat. kelam, hikmet, fıkıh, ferâiz, akâid ve usûl-i fıkıh gibi ilimler vardır. Bunların okunmasında bazı takdim ve tehirler olabilmektedir. Kevâkib-i Seb 'a adlı eser, öğrencilerin derslerine nasıl çalıştıkları konusunda da son derece değerli bilgiler vermektedir. Kaynak, öğrencilerin, haftada beş ders okuduklarını, her dersin birkaç satırdan ibaret olduğunu, her derse bir gün önceden sekiz-dokuz saat baktıklarını, ertesi gün hoca huzurunda nöbetle bir öğrencinin ibâre okuduğunu, hoca anlam verdikten sonra etraftan herkesin görüşünü hocaya söyleyerek dört-beş saat tartıştıklarını, o dersi iyice mceleyip araştırdıktan sonra herkesin hücresine varıp ertesi gün okuyacağı derse hoca huzuruna varıncaya dek yine çalıştıklarını bildirmektedir. Kevâkib-i Seb 'a sahibi, eskilerin ilimleri, iktisâr, iktisâd ve istiksâ olmak üzere üç mertebede okuduklarım, her mertebenin de ayrıca kendi içinde üç mertebesi bulunduğunu bildirmekte ve şunları söylemektedir: Başka bir deyişle hiç delil zikrolunmayan metne iktisâr, meseleyi oldukça bazı delillerle ispat ederse iktisâd. 944/1538 tarihli bu belgenin sureti ve transkripsiyonu için bk. C. Baltacı, a.g.e., s. 623-627. 246

meseleyi bütün yönleriyle ele alıp, tahkik ederek delil getirmek sûretıyle muhâlifleri red ve tenkid ederse istiksâ derler. Her fende olan kitapların biri birine nispetle iktisâr, iktisâd ve istiksâsı vardır. Ama pek çoğa gittiğinden hemen her fende üç rütbe itibar olunarak iktisâra yakın olan istiksâda, iktisâda yakın olanı iktisâda geri kalanını istiksâya dere ile yukarı ve aşağı rütbeleri irad olunarak açıklanır. Bu mukaddimeyi zikirden maksat, her ilimde kitapların sonu yoktur. Ama öğrenciye kolaylık olsun diye zikrolunan üç rütbeden her fende üç rütbe kitap ayırıp okuturlar. O üç rütbe ile öğrenciye o fende isti dâd hâsıl olur. Zira öğrenci pek zeki ise yukarı rütbe ile yetinmek mümkündür. Daha aşağı ise ikinci rütbe, oradan da aşağı ise üçüncü rütbe ile yetinilir. İlimlerde fenler çok, insanların ömrü ise az olduğundan mümkün mertebe her fenden kısa kitaplar ürendülenüp (seçilip) tertible okunur. Bundan sonra olgunluk kazanmak için vakit vakit uzun kitaplar da incelenir. Küllî kâideleri tahsilden önce, uzun kitaplara bakmak, zihni dağıtır. Bundan dolayı her fende zikr olunan üç rütbeye belki her rütbede aşağı, orta ve yukarı olmak üzere dokuz rütbe olur. Bazı kerre dokuzuna, bazı kerre de dokuzun bir kısmına riâyet ederek maddeleri tamamlar (tekmil-i mevâdd eder). Elimizdeki bilgilere göre Osmanlı medreselerinde aritmetik, geometri, cebir ve astronomi gibi riyazi ilimler ile tabiî ilimlerden klasik fizik okutulmaktadır. Otobiyografilerin birçoğunda bu ilimlerin hikmetten sonra, matlab-ı âlâ (en yüce konu) olan tefsirden önce okutulduğu ifade edilmektedir. Kevâkib-i Seh'a'da ise bu derslerin kelam dersinde Şerhti l-m evâkıf ve el-m akâsıd gibi kitaplar müzakere edilirken daha az fonnal bir şekilde ele alındığını söyler: Şerh-i Mevâkıf ve Şerhü'l-Makâsıd hemekadar kelâm ilmiyse de âlet ilimlerinin cümlesini, hikmet, hey et, hendese ve hisâbı zikreder. Hendese ve hisâb mahsûsât kabilinden olup çok fikre muhtâc olmadığından onu müstakillen ders edip okumazlar. Hemân zikrolunan ilimler arasında müzâkere ederler. İktisâr rütbesinde hendese ilminde Eşkâl-i Te sis adlı bir kitap vardır; onu okurlar. Ondan sonra istiksâ rütbesinde delilleriyle Öklidis kitabını okurlar. Hisabda dahi iktisâr rütbesinde Bahâiyye vardır; onu okurlar. Üzerine Ramazan Efendi ve Ç u llî si dahi takrir olunup iktisâdın yukarı rütbesine yakın olur. Hey et ilmî hayâlden ve faraziyyâttan ibaret olup hendeseye nisbetle güççe olduğundan onu sonraya alıkoyup müstakillen ders ederler. Tertibinde zikrolunur. Mâlûm ola ki âlimler öğrencilerin tabiatlarına melâl gelmeyip dâimâ ilme teşvik etmek için sah ve cuma günlerini tâtil etmişlerdir. Bu iki günde öğrenciler bazı malzemelerini hazırlar, yaz günü ise mesire yerlerine gezmeğe giderler. Orada da yine pek boş durmayıp hisâb, hendese ilmi, usturlab, rub, misâha, Hind, Kıbt ve Zenc hisâbı, parmak hisâbı, ağırlıkları kaldırma ilmî (=mekanik) ve bunlar gibi müstakillen derse ihtiyaç duyulmayan ilimleri müzâkere 247

ederler. Kış günü ise, geceleri sohbet edip, muamma, bilmece, mukâdarat, tarih, şiir, aruz ve dîvan müzâkere ederler. Bazıları gaib ilimlerle uğraşır. Ama meşgul edici olduğundan hocalar izin vermezler. 44. Ekim 1781-Mayıs 1786 tarihleri arasında İstanbul da bulunan Toderini, D e la Litterature des Turcs, adlı eserinde geometriyi medreselerde genç çocuklara öğreten müderrisler bulunduğunu, matematiğin bu kısmı için belâgatla felsefe arasındaki zamanın tahsis edildiğini, Vâlide Medresesi nde iki defa bulunduğunu bu sırada öğrencilerin geometri dersini dinlemek için toplandıklarını ve Öklides in Arapça ya tercümesini kullandıklarını söylemektedir. e. Osmanlı Medreselerinin Gelişmesi ve Gerilemesi Osmanlılar da eğitim ve bilim müessesesi olan medreselerin ve genel alanda ilim ve kültür hayatının gelişmesinde özellikle Fâtih Sultan Mehmed in saltanatında kuvvetlenen merkezî otoritenin tesiri, siyasî istikrar ve İktisadî refahın sonucu olarak İslâm dünyasındaki seçkin ilim adamları ve sanatkârların imparatorluğun başşehrinde toplanmasının aynı zamanda zengin vakıfların kurulmasının çok büyük tesiri olmuştur. XVI. yüzyılın sonlarında ve XVII. yüzyılda medreselerde, devletin diğer müesseselerinde olduğu gibi tedricî bir bozulmanın varlığından bahseden bazı Osmanlı müellifleri, medreselerin XVI. yüzyılın sonlarına doğru müderrislik kanununa aykırı davranışlar yüzünden yavaş yavaş eski seviyesini kaybetmeye başladığı ve bu bozulmanın hem müderris, hem tedrisat, hem de talebelere tesir ettiği konusunda birleşmektedirler. Bunlardan, Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi (1541-1599) medreselerin bozulma sebeplerini, ilme rağbetin azalmasına, mevâlîzâdelerin zuhuru ve kısa zamanda yükselmelerine, iltimasla ilmiye yoluna girilmesine, kadılık ve müderrisliğin rüşvetle verilmesine ve âlimlerle cahillerin tefrik edilmemesiyle telif eserlerin azalmasına bağlamaktadır.45 XVII. yüzyılda yaşayan Kâtib Çelebi (1609-165 7) nin ise gerilemeyi medrese tedrisatından aklî ve riyâzî ilimlerin kaldırılmasına bağladığı görülmektedir.46 Ayrıca, birçok Osmanlı düşünürü, medrese sisteminin bozukluğunu, talebe sayısının çokluğu, C. Izgi, a.g.e., s. 38-48, faksimile metin, s. 749-761. İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin İlmiye Teşkilatı, 2.bs.,..., s. 67-71. Kâtib Çelebi nin medreselerin gerilemesi konusundaki fikirleri için bk. Kâtib Çelebi, Mîzânü'l-Hakk fı İhtiyâri l-ehakk <En Doğruyu Seçmek İçin Hak Terazisi>...\ C. Baltacı, a.g.e., s. 61-71; Ş. Tekindağ, Medrese Dönemi,..., s. 20-21. 248

başkaldırmaları ve müderrislik payelerinin verilmesinde görülen usûlsüzlükler gibi sebeplerden kaynaklandığına inanmıştır. İçten gelen bu tenkitlerin daha iyi değerlendirilmesi ve Osmanlı medreselerinin gelişmesinin daha sağlıklı şekilde anlaşılması için dışardan gelen ve çağdaşı olan takdirlerle beraber ele alınması gerekmektedir. Osmanlı bilim ve eğitim hayatı konusunda bazı müşahedelerini ortaya koyan Avrupalılar, Osmanlı ile çağdaşı Avrupa daki bilim ve eğitim hayatı hakkında kısmen mukayeseler yapmışlardır. Bu da bize Osmanlı eğitimini daha iyi değerlendirme imkânı vermektedir. 1679-1680 senelerinde on bir ay İstanbul da kalmış İtalyan asilzâdesı Comte de Marsigli: Türkler de eğitim ve öğretim genel olarak uygulama ve egzersize dayalı bir şekilde cereyan eder. Bunun için Hıristiyanlar'ın birçoklarının güya Türkler'in okumasını bilmediklerini ve Kur'ân ı anlamadıklarını söylemeleri asıl ve esası olmayan isnatlardan ibaret şeylerdir. Bu gibi asılsız fikirlerin bizde husule gelmesine sebep bizim şark lisanlarını bilmememizdir. Bizim üniversitelerimizde şark lisanlarının incelenmesi ve okutulmasına aramızda fenlerin yayılma ve genişlemesinden sonra başlanmıştır. Fakat bu eğitim ecdadımızın istekleri dairesinde devam etmedi. İşte bundan dolayı yalan ve hakikate tamamıyla aykırı bir takım şeylere inanmaktayız ki bu hâl ilim ve malumatımızı lekelemektedir. Okuyucularımızı, yanlış fikirlerden korumak için, İstanbul da ve Osmanlı İmparatorluğu nun diğer şehirlerinde ve keza İranlılar ve Araplar arasında ulûm ve fünûna müntesip adamlar arasında üç dil (Türkçe, Arapça, Farsça) bilmeyen hemen hiç bir kimse olmadığını belirtmektedir.47 Bazı hususlarda Türkler i tenkid etmekten geri durmayan Comte de Marsigli nin ilim ve eğitim hayatındaki, Avrupa ile olan farklılıklara dikkat çekerken, ayrıca eğitim hakkındaki müşchadelerinı aktarmıştır. Ona göre Türkler mekteplerinde ilk sıralarda dinî eğitim görürler. Burada akaid vesaire tedris edilerek iyi bir muhakeme kudreti tahsil olunur. Zihin ve fikirleri süsleyen daha yüksek malumatı alarak ilerlemek isteyenler, neşren ve nazmen yazı yazmayı öğrenmeye koyulurlar. Bundan sonra da kendi tarihlerini büyük bir zekâ ve akıl dairesinde doğru ve hatadan salim bir şekilde yazarlar. Ayrıca onlar mantık ilmine ve eski felsefenin bütün kısımlarına ve tıbbî ilimlere çok ehemmiyet vererek çalışırlar.48 L. F. Marsigli, Stato Miiitare dell Imperio Ottomano - L'Etat Müitaire de VEmpire Ottoman,..., I, Bölüm, s. 39; eserin özet ve tercümesi için bk. aynı yazar, Osmanlı İmparatorluğu nun Zuhur ve Terakkisinden İnhitatı Zamanına Kadar Askerî Vazıyeti... aynı yazar, Stato Miiitare dell'inıperio Ottomano..., I. Bölüm, s. 40. 249

Medreseleri yakından tanıma imkânı bulan ve 1781-1786 seneleri arasında İstanbul da bulunan İtalyan Papaz Toderini nin Osmanlı eğitim müesseseleri hakkında Comte de Marsigli ile aynı takdirkâr düşüncelere sahip olduğunu görüyoruz. Her ikisi de yukarıda zikrettiğimiz Osmanlı düşünürlerinden daha sonraları yaşamış ve İmparatorluğa gelerek bazı müşahedelerde bulunmuşlardır. Toderini nin, Osmanlı âlimlerini bilgi sahibi ve itimada şayan yapan şey onların arasında az gelişmiş hiç bir fikrî faaliyete rastlanmaması ve hepsinin Arapça ve Farsça bilmesidir şeklindeki Osmanlı ülemâsmı takdir eden sözlerini kaydetmek gerekir. Osmanh'nm her türlü İlmî faaliyetlerini incelemeye çalışan Toderıni, akademi dediği medreseler ve burada okutulan dersler hakkında da dikkate değer birçok tesbitlerde bulunmuştur. Medreselerin ve vakıflarının idaresini inceleyen Toderini, fikrini, onlar İlmî özerklik ve diğer vasıfları bakımından bütün Avrupa ülkelerinden daha ileridirler şeklinde açıklamaktadır.49 Kendi yaşadıkları toplumun müesseselerinde görülen aksaklıkların farkına varan Osmanlı düşünürleri sistemi eleştirirken bir yandan da çözümler aramaktadır. Diğer taraftan yukarıda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi, dıştan bakan ecnebiler Osmanlı müesseselerini takdir ederken onlara hayranlık duymaktadırlar. Bu iki yaklaşım mukayesesi Osmanlı müesseselerinin aksaklıklarının değerlendirilmesinde önemli bir faktör olmalıdır. Osmanlılar da ilmin gelişmesine müsait şartların XVII. yüzyıldan itibaren tedricî olarak aksi yönde tezahür etmesi, diğer bir ifadeyle merkezî otoritenin zayıflaması, siyasî istikrarın bozulması, fetihlerin azalması, devamlı toprak kaybı ve Amerika gümüşünün Avrupa ya bol miktarda akması ve bunun Osmanlı İktisadî ve sosyal hayatta tesirleri, imparatorluğun gelirlerinin azalması, İktisadî ve sosyal sıkıntının başgöstermesi dolayısıyla İktisadî ve İçtimaî çözülmenin ilmî faaliyet üzerindeki tesiri de müspet olmamıştır. İlim adamlarının daha önceki dönemlerde ilmî çalışmalara teşvik eden unsurların yavaş yavaş ortadan kalkması yerini geçim endişesine bırakmıştır. İlmiye sınıfının ve medreselerin eskisi gibi muntazam işlememesinin, Osmanlı devlet teşkilatı ve müesseselerinde ortaya çıkan bozulmayla aynı döneme rastlaması, imparatorluğun çözülmesine bu durumun vesile olduğu şeklinde yorumlanmaya çalışılmıştır. Ancak yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi, devletin diğer müesseseleriyle birlikte ilmiye sınıfının da bozulması, siyasî, İktisadî ve sosyal sebeplere dayanmaktadır. A.Toderini, De la Litterature des Turcs..., C. II, s. 1-2. 250

3.E n d e ru n M ek teb i Enderun mektebi imparatorluğun İdarî mekanizmasını yürütecek seçkin elemanların yetiştirildiği saray teşkilatı içerisinde yer alan bir eğitim müessesesidir. Dolayısıyla bu özellikleriyle Enderun mektebi Osmanlı Devleti'nde medrese dışında ikinci köklü eğitim kurumu olmuştur. Osmanlı Devleti nde Hıristiyan ailelerden devşirilen küçük çocuklar önce Müslüman Türk ailelerinin yanında yetişir, sonra acemi oğlanlar saray ve kışlalarında eğitim görürlerdi. Buradaki eğitimden sonra çıkma adı verilen dağıtıma tabi tutularak çeşitli askerî zümreler içerisine gönderilirlerdi. Bu zümrelerde kabiliyet ve üstün yeteneklerini gösterenler daha yüksek seviyede eğitilmek üzere Enderun a alınırdı. Medreselerde okutulan naklî ve aklî ilimlerden Kur'ân-ı Kerim, hadis, kelam, hat. Arapça yanında, Farsça, belâgat, şiir, felsefe, tarih, riyâziye, çoğrafya gibi dersler Enderun mektebinde de okutulmaktadır. Enderun un eğitiminde diğer okullardaki eğitimden asıl farklılık, talebelerin askerî ve İdarî konularda görmüş oldukları uygulamaların yoğunlaşmış olmasıdır50. Bu açıdan Enderun eğitiminin çeşitli becerilerin,sanatların, İdarî ve siyasî bilgilerin uygulamalı olarak öğretildiği ve neticede kabiliyetlerin tespit edildiği bir eğitim olduğu söylenebilir. Bu eğitim Topkapı Sarayı nın Bâbü's-Saâde den sonra gelen üçüncü avlusunda bulunan çeşitli koğuşlarda yapılmaktaydı. Belirli bir program dahilinde yapılan eğitimde bir üst mertebeye geçmek için başarılı olmak şarttı. Başarısız olanlar veya disiplin cezası alanlar çıkma adıyla taşradaki çeşitli görevlere gönderilirlerdi. Enderun mektebi, bu düzeniyle imparatorluğun sonuna kadar devletin İdarî kadrolarım işgal eden elit tabakanın büyük bir kısmını yetiştirmiştir. XIX. yüzyıl başlarına kadar köklü bir değişikliğe uğramadan devam eden bu fonksiyonunu bu tarihten sonra Batı tarzında açılan mekteblere bırakmıştır51. 4.Teknik Eğitim Osmanlı medreselerinde riyâzî ve tabiî bilimlerin okutulduğuna dair bilgiler, bu medreselerden bazılarının, son dönemlerde iddia edildiği gibi, Fen veya l.h.uzunçarçtlı, Osmanlı Devleti'nin Saray Teşkilatı,..., 1945, s. 297-357; Ü. Akkutay, Enderun Mektebi,..., s. 124, 157 vd; A Terzioğlu, Saray-ı Hümâyûn'da Teknik Eğitim,... Geniş bilgi için bk. O. Akkutay, a.g.e.. 251

Mühendislik medreseleri olduğunu gösterecek durumda değildildir. Klasik dönemde aklî ve naklî ilimlerin bir bütün olarak tahsil edildiği medreseler arasında eğitiminin tabiî ilimlerden tıpta yoğunlaşması açısından tek istisnası Süleymaniye Tıp Medresesi'dir. Klasik dönemde askerî ve sivil teknik eleman ihtiyacını karşılayacak insan gücünün yetiştirilmesi, sivil ve askerî meslek zümrelerinin içinde usta-çırak geleneğine bağlı olarak, yenileşme döneminde görüleceği gibi, Avrupa'dan mülhem yeni müesseselerin kurulmasına kadar devam etmiştir. Tophane'de topçular ve top dökücüler bu usûl ile yetiştirilir, imtihana tabı tutularak memleketin değişik yerlerindeki dökümhanelere ve kalelere gönderilirler. Tersane ile Humbaracı Ocağı'nda da bu türden meslek içi eğitimin sürdüğü muhakkaktır. Bu ocaklara eğitilmek üzere alınan adaylar arasında gemi ve silah yapımında maharet sahibi olup temayüz edenler olmuştur. Osmanlı Devleti nde esas itibariyle iki çeşit mimar vardı. Bunlar hassa mimarları ve şehir mimarları idi. Hassa mimarları devlete ait olan inşaatları yapmakla mükellefti. Şehir mimarları ise, her şehirdeki benna, neccar, taşçı, horasancı, keresteci ve sair inşaat ile ilgili işleri yapan ehl-i hiref esnafına nezaret eden kimselerdi. Osmanlı İmparatorluğu nun büyük mimarî eserlerini yapan mimarların yetiştiği Saray'ın Bîrun teşkilatı içinde bulunan Hassa Mimarları Ocağı için ise devrinin bir mühendislik ve mimarlık okulu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Küçük bir ulûfe ile okula girenler, mimarbaşıların ve kıdemli halîfelerin nezaretinde yetişir ve kademeleri katederek Sermimarân-ı Hassa lığa kadar yükselirlerdi. Ocak mensuplarının yetişmeleri için tatbikatın yanında nazarî bilgilere de önem veriliyordu. Bu ocak, Osmanlı ve dünya mimarlık tarihine büyük eserler veren Mimar Sinan, Dâvûd Ağa ve Sedefkâr Mehmed Ağa, gibi büyük mimarların formasyonlarını aldıkları bir mimarlık ekolü idi. Buna paralel olarak saray mimarlarının dışında kalan diğer mimarların ve yapı sanatı ile ilgili ustaların yetişme düzeninin tamamiyle usta çırak ilişkisi içinde olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Bu sebeple Hassa Mimarlar Ocağı ndan yetişen mimarların bir takım teorik dersler görmeleri bakımından bunlardan ayrılan noktaları vardır. Ayrıca şehir mimarları tarafından yapılan inşaatların plan ve malzeme kalitesinin kontrol yetkisinin Hassa mimarlarına verilmiş olması bunların hem eğitim safhasında hem de daha sonra şehir mimarlarından üstün tutulduklarını göstermektedir. Osmanlı Devleti nde mühendishanelerin kuruluşuna kadar teknik eğitim bu şekilde devam etmiştir. 252

5. Tekke ve Zaviye Gibi Dergâhlarda Sürdürülen Eğitim Faaliyetleri Osmanlılar a daha önceki İslâm devletlerinden miras kalan bir diğer eğitim müessesesi tekke ve zâviyelerdir. Tekkeler herşeyden önce dinî-tasavvufı eğitim, öğretim ve bunu bilfiil yaşama yeri olarak kabul edilmelidir. Diğer bir ifadeyle tekkeler öncelikle kendi tarikat mensuplarına, daha sonra çevreden kendilerine müracaat eden kişilere, kabiliyet ve istidatlarına göre "şeriat, tarikat ve hakikat" konularında ders verilen ve "âdâb-ı İslâmiye ve insâniyenin" talim ve telkin edildiği dinî mahiyette birer eğitim kurumlandır. Tekkelerdeki dinî ve tasavvuf! eğitim, halkın kültür hayatında büyük etkilere sahiptir. Özellikle Anadolu Selçuklular döneminde geniş halk kitlelerinin İslâmiyet'i daha iyi anlaması ve İslâmiyet'in yayılmasında bu tekkelerde yetişmiş mutasavvuflar büyük roller oynamışlardır. Bunlar arasında Mevlânâ Celâleddîn-ı Rûmî gibi elit tabaka için Farsça yazdığı M esnevî'si ile halk edebiyatından eserler veren dervişler arasında Yûnus Emre, Hacı Bayram Velî ve Hacı Bektaş Velî gibi halk şiirinde Anadolu daki en büyük eserleri ortaya koyan şairleri zikredebiliriz. Özellikle dinî ilimleri, Arapça'yı ve Farsça'yı bilen bu şahıslar halkın anlayabileceği bir dille eserler hazırlamışlardır. Halk için yazmak düşüncesi onların çok sevilip sayılmalarına sebep olmuştur. Bilhassa ilhamlarının kendilerine Allah tarafından verildiğine inanılması sebebiyle, üzerlerine kııdsiyet izafe edilmiş ve halk onlara sahip çıkarak mezarlarını ve türbelerini ziyaret mahalli haline getirmişlerdir. Bu mahaller günümüzde hâlâ aynı maksadlarla ziyaret edilmektedir. Her tekke eğitimini kendi mensup olduğu tasavvuf sistemine göre ele almaktaydı ve bilhassa medreselerin ulaşamadığı uzak yerlerde dinî-tasavvufî eğitimi sağlamıştır. Bu dunım aynı zamanda devletin halkı arasında din ve kültür birliğinin tesisinde yardımcı olmuştur. Tarîkat törelerinin uygulandığı ilim, sanat ve tasavvuf sahalarında eğitim veren tekkeler kuruluşundan yıkılışına kadar kendi bütünlüğü içerisinde, çok geniş bir sahaya yayılan Osmanlı İmparatorluğu hudutları dahilinde, yüzyıllar boyu dinîtasavvufî bir eğitim müessesesi olma keyfiyetini sürdürmüştür52. XX. yüzyılın başlarından itibaren yeniden teşkilatlanmaya çalışan tekkelerin akıbeti 1925 A. Y. Ocak, Selçuklu ve Osmanlı Dönemi Tekkelerinde Dinî-Tasavvufî Eğitime Genel Bir Bakış,... 253

yılında çıkan "Tekke ve Zâviyeleri Kapatma Kanunuyla" faaliyetlerine resmen son verilmiştir.53 6. Serbest Eğitim ve Kültür Kurumlan (Konaklar, Meclisler) Osmanlı toplumunda medrese ve sair eğitim kurumlarında yapılan resmî tahsil yanında umumiyetle câmiler, tekkeler, kütüphaneler, zengin vezir ve âlimlerin konakları gibi eğitim ve kültür merkezleri de bulunmaktadır. Bu merkezler bir yönüyle resmî medrese tahsilinin tamamlayıcısı niteliğindedir. XIX. yüzyılda hâli vakti müsait ve İlmî kutrete sahip ülemâ, durumuna ve ihtisasına göre hiç bir karşılık beklemeden ders verip talebe yetiştirdiği gibi, bazı zengin konaklarının âdeta bir eğitim ve kültür merkezi fonksiyonuna sahip olduğu görülmektedir. XIX. yüzyılın başlarında kendisi de medrese eğitimi yanında bu tür konak ve meclislerde ders takip ederek yetişmiş, devrin mühim âlimlerinden Kethüdâzâde Mehmed Arif Efendi kendi konağında isteyen talebeye ders vererek bu tarz eğitim geleneğini sürdürmüştür. Midhat Paşa, Fuad Paşa, Kabûlî Mehmed Efendi, şair Fehım Efendi, Emin Efendi, matematikçi Tevhid Efendi, Nusret Paşa, Murad Molla şeyhi, Müneccimbaşı İsmail Edhem Efendi, Sadrazam Yûsuf Kâmil Paşa gibi XIX. yüzyılın bir çok devlet ve bilim adamı, şair ve edibini yetiştirdiğini bildiğimiz bu mümtaz şahsiyet, kendi konağında isteyen talebeye ders vermiştir. Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi'nin de dahil olduğu, Beşiktaş semtimde oturan bir grup yüksek rütbeli bilim adamının oluşturduğu serbest ve ileri görüşlü entellektüel bir muhitin varlığını görmekteyiz. Daha sonraki nesiller tarafından "Beşiktaş Cemiyeti İlmiyesi" olarak tanınan bu ülemâ grubu, Beşiktaş'taki konaklarında bir araya gelerek hem İlmî sohbetlerde bulunur hem de talebeye ders verirlerdi. Bu gibi ülemâ meclisleri, konaklarda sürdürülen eğitim ve öğretim faaliyetlerinin bir başka tezahürü olarak yirminci yüzyılda da varlıklarını devam ettirmiştir54. C. KLASİK DÖNEMDE OSMANLI DEVLET TEŞKİLATINDA BİLİM İLE İLGİLİ M ÜESSESELER Osmanlı Devleti, sosyal ve kültürel açıdan olduğu gibi bilim kurumlan itibariyle de İslâm medeniyetinin temel özelliklerini muhafaza etmiştir. Osmanlı Devletı'nde bilim kurumlan olarak ele alınan altı müessesenin üçü astronomi, üçü de tıp N. Gözaydm, Tekke... Resmî olmayan eğitim faaliyeti ile ilgili olarak bk. E. Ihsanoğlu, 19. Asrın Başlarında -Tanzimat Öncesi- Kültür ve Eğitim Hayatı ve Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi Olarak Bilinen Ulema Grubunun Buradaki Y eri",... 254

sahasmdadır. Devlet teşkilatı içinde bilime dayalı faaliyette bulunan bu kurumlar, devlet idaresi gibi işlerden ziyade teorik ve pratik bilim faaliyetlerinin devlet eliyle idamesi ve bu sahalarda yapılan çalışmaların merkezî hükümet tarafından denetlenmesi için kurulmuşlardır. Osmanlı Devlet teşkilatındaki bilim kurumlarından olan tıp müesseseleri hekimbaşılık, dârü'ş-şifâlar ve Süleymaniye Tıp Medresesi olarak üçe ayrılmaktadır. Bu kuramların üçü de farklı zamanlarda ortaya çıkmıştır. Halkın sağlığı ile ilgilenen kuram olan dârü'ş-şifâlar en erken kurulan müesseselerdir. Selçuklular dan kalanlar ve yeni yapılanlar ile birlikte mevcut dârü'ş-şifâ sayısının artması ve saray tabipleri ile dârü'ş-şifâlardaki tabiplerin İdarî açıdan yönetilmesi ve denetlenmesi için sarayda "Hekimbaşılık" makamı ihdas edilmiştir. Eldeki mevcut bilgilere göre hekimbaşılık bir müessese olarak II. Bayezid döneminde ortaya çıkmıştır. Süleymaniye Tıp Medresesi de tabip yetiştirmek için daha sonra açılan ve hekimbaşınm idaresine verilen bir tıp müessesesi olmuştur. Daha önceki İslâm devletlerinde bulunmasına rağmen bu müesseselerin Osmanlılar da tesisi oldukça geç sayılabilecek devirlerde gerçekleşmiş olması, Osmanlılar ın bu gibi yeni müesseseleri ihdas ederken ihtiyaca göre haraket etmesinden kaynaklanmaktadır. Astronomi sahasında inceleyeceğimiz bilim kuramları ise müneccimbaşılık, Muvakkithaneler ve İstanbul Rasathancsi'dir. Osmanlılar da astronomi ve astroloji ile ilgili telif ve tercüme eserler erken dönemden itibaren mevcut olmasına rağmen ilk takvim çalışmaları Sultan II. Murad döneminde başlamıştır. Astronomi sahasındaki bu telif, tercüme çalışmaları ve takvim hazırlama Fâtih Sultan Mehmed döneminde artmış ve II. Bayezid döneminde yaygınlaşmıştır. Müneccimlerin çalışabilecekleri temel müessese olan rasathanelerin Osmanlı Devleti'nde olmamasından dolayı müneccimler sadece muvakkithanelerde ve kendi evlerinde çalışma yapabilmekteydiler. Osmanlı Devleti'nde, özellikle İstanbul'un fethinden sonra artan muvakkithanelerin idaresi ve saraydaki astronomi-astrolojı faaliyetlerini yürütmek üzere ortaya çıkan müneccimbaşılığın bir müessese olarak kuruluşu II. Bayezid dönemine irca edilebilir. Muvakkithanelerin yanında daha sonra kurulan kısa ömürlü İstanbul Rasathanesi de müneccimbaşının idaresine verilmiştir. Daha önceki İslâm devletlerindeki sultan müneccimlerinden farklı olarak müneccimbaşılık, teşkilatlı bir kuram olarak belli faaliyetler yapmak üzere Osmanlı Devlet teşkilatı içinde son dönemlere kadar oldukça geniş kadrolar ve görevlerle varlığını sürdürmüştür. 255

1. Hekimbaşılık Türk ve İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlılar da da başta padişah olmak üzere saray personelinin sağlık işleri ile ilgilenen ve devletin sağlık kurumlarını idare eden bir hekimbaşı bulunmaktaydı. Osmanlılar da hekimbaşılık makamının kuruluşu ve ilk hekimbaşmın kim olduğu mevzuu tartışmalıdır. Orhan Gâzî'den Sultan II. Bayezid'e kadar padişahların nezdinde kendilerinin ve ailelerinin sağlığı ile ilgilenen hususî hekimleri bulunmaktaydı. Mesela II. Murad döneminde Sinan Şeyhî, Fâtih Sultan Mehmed döneminde Kutbeddin Efendi ve Yâkub Çelebi'ler hekimbaşı değil padişahın hususî hekimleri idiler. Genel mânâda ülkenin sağlık hizmetlerinin idaresini de üstlenen ilk hekimbaşı II. Bayezid dönemi hekimbaşısı İzmitli Mehmed Muhyiddin Efendi'dir (ö. 910/1504-1505). Sarayın bîrun ricalinden olan hekimbaşılar resmî kayıtlarda reîsü'l-etibbâ, padişah ve hânedanın sağlığından sorumlu olmaları sebebiyle ser etibbâ-yı sultânî, ser etibbâ-i hassa ve halk arasında hekimbaşı efendi gibi isimlerle anılırdı. Osmanlı bürokrasisindeki elkâbı ise şu şekildeydi. "İftihârü'l-hükemâi'l-hâzikîn muhtarü'l-etibbâı'r-râsıhîn Bukratü'l-evân Câlinüsü's-zamân el-muhtas bi mezid-i inâyeti'l-meliki'l-mennân Südde-i Saâdetim'de reîsü'l-etibbâ olan... dâmet hazakatühû...". Hekimbaşılar ilmiye sınıfından olan, çok iyi yetişmiş, tıp ilmine vâkıf ehliyetli kişiler arasından seçilirlerdi. 1836 senesinden sonra ise ilmiye sınıfı haricinden de tabipler bu makama getirilmeye başlanmıştır. Bu makama tayin edilen kişiye merasimle samur kürk giydirilirdi. Hil'at giyme merasimi ilk dönemlerde sadrazam ve sonra dârü's-saâde ağası, XVIII. yüzyıl sonlarında da padişah huzurunda yapılır ve vazifesi ilan edilirdi. Göreve tayin edilen hekimbaşılar daha sonra ruûs defterine kaydedilirdi. Hekimbaşılar protokolde son sırada yer alırlardı. İlk dönemlerden itibaren padişahın eceli ile ölmesi durumunda hekimbaşmın ihmali veya hatası olduğu düşüncesiyle hekimbaşılar da görevlerinden azledilirlerdi Ancak padişahın halledilmesi veya başka sebeblerle tahtan ayrılması durumunda hekimbaşı görevine devam ederdi. Müderrislik ve kadılık gibi görevlerde bulunan hekimbaşılar Anadolu ve Rumeli Kazaskerliklerine kadar yükselebilmekteydiler. XIX. yüzyıla kadar Topkapı Sarayın'ın Baş Lala Kulesi denilen ve hekimbaşı dairesi ve eczahanesi olarak kullanılan yerde oturan hekimbaşılar, has odalılardan olan başlalaya tâbi olup silahdar ağanın maiyyetinden idiler. Padişah ve yakınlarının ilaçları buradaki eczahaneden hekimbaşmın tarifine göre ve onun, başlala kullukçusu ve zülüflü 256

baltacının nezaretinde eczacıbaşı tarafından hazırlanırdı. Yapılan ilaçlar kâse, hokka veya kutulara konup sarıldıktan sonra üzerine kullanma tarifhâmesi yazılarak başlala ve hekimbaşı tarafından mühürlenirdi. Hekimbaşmın XVI. yüzyılda yevmiyesi 80 akça, aylığı 2360 akça olarak Hazîne-ı Amire'den verilmekteydi. Maaşları son devirlerde 6500 akçaya kadar artmış ve 1837'den sonra Mansûre Hazînesi'nden ödenmeye başlanmıştır. Ruûsları piyade kalemi tarafından yazılan hekimbaşı ve etibbâ-i hassa ulûfelerini aylık olarak alırlardı. Hekimbaşılarm ayrıca Hazîne-i Amire'den aldıkları "kışlık ve bahâriye avâidi" (kışlık ve yazlık elbise bahası) bulunurdu. Hekimbaşılar zaman zaman padişahın emriyle hasta devlet adamlarının tedavisine gider, onlardan ücret ve çeşitli hediyeler alırlardı. Hekimbaşılarm hizmetinde muhzırları, hünkâr kapıcısı, yeniçeri çuhadarı, baltacıları ve yüz adet iç hademesi bulunmaktaydı. Hekimbaşmın sarayın içinde ve dışında çeşitli görevleri vardı. Onun dahildeki aslî vazifesi padişah ve hânedan mensuplarının sağlığı ile ilgilenmekti. Özellikle hünkârın sıhhatinin korunmasına ve hasta olmamasına itina gösterirler ve yemeklerde dahi yanından ayrılmazlardı. Padişah her nereye giderse beraberinde giderler, sefere gitmesi halinde sefere katılır ve bu vesileyle menzil tayinatı alırlardı. Hekimbaşılar aynı zamanda padişaha sağlık konularında danışmanlık yaparlardı. Padişahların hastalığında ilaç hazırlamanın yanında onlara kuvvet verici ve iştah açıcı çeşitli terkiplerin hazırlanması, hekimbaşılarm vazifesiydi. Diğer taraftan sarayın mumları, sabunları, esansları, nisan suyu, buhur suyu ve öd gecesinde helvahanede hazırlanan macunlar da hekimbaşı tarafından hazırlanırdı. Hekimbaşılar her sene nevruzda (21 Mart), nevrûziye adında anber, afyon hülasası ve bir çok kokulu bitkiden yapılan kırmızı renkli kokulu bir macunu, porselen kaplar içinde ve değerli kumaşlara sarılı bir halde başta padişah olmak üzere tüm şehzâde ve sultanlara, kadın efendilere, sadrazama ve sarayın diğer ileri gelen devlet adamlarına bir merasimle takdim ederlerdi. Kehhalbaşı, cerrahbaşı ve müneccimbaşının da bulunduğu bu merasimde müneccimbaşı yeni senenin takvimini takdim eder ve karşılığında hepsine kürk giydirilir ve çeşitli atiyyeler verilirdi. Saraydaki eczahaneleri ve beş hastahaneyi idare eden hekimbaşı, 21 kişiden oluşan etibbâ-i hassa ile cerrâhîn-i hassa, kehhâlîn-i hassa ve münecımlerin başı idi. Hekimbaşı bu kişilerin seçimini yapar, onları denetler, tayin ve azlederlerdi. Müneccimbaşıların tayin ve azilleri de hekimbaşmın inhası ile yapılırdı. Saray dışında memleketin her yerindeki sağlık işlerini de hekimbaşı yönetirdi. Osmanlı 257

Devleti sınırları içindeki sağlık müesseseleri hckimbaşıya bağlı olduğundan bütün hastahane, dârü'ş-şifa, bîmarhanelerin tabiplerinin, cerrahlarının, kehhallerinin ve eczacılarının tayini, ayrıca ordu tabiplerinin belirlenmesi hekimbaşı tarafından yapılırdı. Tıp medresesi, Mekteb-i Tıbbiye veya dârü'ş-şifalarda eğitim görmüş icâzetli tabipler mezun olduktan sonra hekimbaşmın defterine kaydedilir ve tayinlerini beklerlerdi. Hekimbaşı da yeni tabipleri boş yerlere tayin eder ve terfi edecek tabiplerin terfilerini tasdik ederdi. Ayrıca tabiplerin ve cerrahların özellikle İstanbul'da özel muayenehane açmaları hekimbaşmın iznine bağlıydı. Hekimbaşı saray içinde ve dışındaki tıp eğitim ve öğretimi ile de doğrudan ilgiliydi. Zaman zaman İstanbul'daki müslim ve gayri müslim tabip, cerrah, kehhal ve attarları cerrahbaşı ve kehhalbaşı ile birlikte teftiş ve imtihan eder, icâzeti olmayan, ehliyetsiz ve yetersiz olanların dükkanlarını kapattırır ve meslekten men ederdi. Ehil olanlara da hekimbaşmın mührünü taşıyan bir çalışma izin belgesi verirdi. Hekimbaşılar arasında da tıp sahasında önemli eserler veren tabipler bulunmaktadır. Mısır'da tıp tahsili gören ve Kahire Kalavun Hastahanesi nde uzun süre baştabiplik yapan IV. Murad'ın ünlü hekimbaşısı Emir Çelebi'nin (ö. 1048/1638-1639) Enmuzecii't-Tıb adlı eseri Osmanlı tabipleri arasında uzun süre müracaat kitabı olarak kullanılmıştır. Hekimbaşı Sâlih b. Nasrullah (ö. 1081/1670-1671) uzun süre hekimbaşılıkda bulunmuş, telif ve tercüme birçok tıp eseri kaleme almıştır. Özellikle Gâyetü'l-Beyanfî Tedbîri Bedeni'l-İnsan adlı eseri ile tıbb-ı cedid akımının başlamasına sebeb olan Paracclsus'un eserlerinin tercümeleri, onun tıp alanında önemli bir yer edinmesini sağlamıştır. Hekimbaşı Hayâtîzâde Mustafa Feyzi Efendi'nin (ö. 1103/1692-1691) beş risaleden meydana gelen er-resâilü'l-müşfiye J î l Emrâzi'l-Müşkile adlı eseri Türkçe olarak kaleme alman ve bu dönemde büyük etkiler meydana getiren bir tıp kitabıdır. Hekimbaşı Subhizâde Abdülaziz Efendi (ö. 1151/1782) de XVIII. yüzyılda yetişen önemli hekimlerden birisi olup HollandalI Herman Boerhaave'nin (ö. 1738-1739) Aforizmalan'nı Kıtâat-i Nekâve f i Tercüme-i Kelimât-ı Boerhave adı ile Türkçe'ye tercüme ederek bu eserlerin Osmanlı tıp literatürüne kazandırılmasını sağlamıştır. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi (ö. 1147/1734-1735) ise tıp sahasında yazdığı birkaç küçük fakat önemli risalesinin yanında yeni Tıbbiye'nin açılmasına önderlik etmesi ile tanınmaktadır. Çiçek Aşısı Risâlesi ve Risâle-i İllet-i Efrenç en önemli eserleridir55. Osmanlı tıp literatürü için bk. bu makaledeki ilgili kısımlar. 258

Hekimbaşılık makamı, Tanzimat'la başlıyan Batılılaşma çabaları içerisinde, devletin bütün sağlık işlerinden sorumlu olma fonksiyonunu yavaş yavaş kaybetmiş ve saraya hasredilmiştir. 1837 de Bâb-ı Seraskeri/Harbiye Nezâretı nde Sıhhiye Dairesi'nin kurulması ile askerî yetkileri, 1850'de Mekteb-ı Tıbbıye-i Şâhâne ve Umûr-ı Tıbbiye-i Mülkiye Nezâreti nin kurulması ve sağlıkla ilgili kanun, tüzük ve yönetmeliklerin çıkarılmasıyla sivil teşkilat üzerindeki gözetimi kalkmış ve sadece saray tabibi olmuştur. Hekimbaşmın ismi de 1844'te "Ser-tabîbi şehriyârî" olarak değiştirilmiştir. Son ser-etibbâ-i şehriyârî Dr. Reşad Paşa'dır. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde ise sağlık işleri Dâhiliye Nâzırı'nm emrinde bir genel müdürlükle idare edilmiştir. Bu makam 1923 yılında saltanatın kaldırılması ile birlikte lağvedilmiştir. Cumhuriyet devrinde ise Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kurulmuş ve en son olarak Sağlık Bakanlığı adıyla günümüze kadar gelmiştir. Şimdiye kadar elde edilen bilgilere göre 1484 yılından 1844 yılına kadar geçen süre içerisinde 44 hekim hekimbaşılık görevini yürütmüş, bunların bazıları iki veya üç kere hekimbaşı olmuştur56. 2. Şifâhaneler Bugünkü hastahanelerle aynı fonksiyonları ifa eden dârü'ş-şifâlar bir vakıf müessesesi olarak, her tabakadan halkın sağlığı ile ilgilenmekte ve bunun yanında usta-çırak geleneğine göre tıp eğitimi vermekteydi. Emevi ler devrinde kurulmaya başlanan ve daha çok "bîmaristan" tabiri ile ifade edilen bu hastahanelerin ilk parlak devri Abbâsî halîfeleri dönemine rastlar. Birçok ünlü bîmaristan bu dönemde kurulmuştur. Fakat Selçuklular döneminden önceye ait herhangi bir İslâm hastahanesi harabe halinde bile bugüne ulaşmamıştır. Selçuklular döneminde yapılan birçok hastahane binası Osmanlılar döneminde fonksiyonuna, vakfiyesindeki kaideleri dahi değişmeden devam ettirmiştir. Bu açıdan Selçuklu hastahane ve tıp geleneği Osmanlılar'a büyük ölçüde tesir etmiştir. İslâm dünyasında inşa edildiği bilinen ilk İslâm hastahanesi, 88/706-707 senesinde Şam'da Emevî halîfesi Velid b. Abdülmelik tarafından yaptırılan bîmaristandır. Hekimbaşılarm tayini için bk. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. E.668; Başbakanlık Arşivi. M. Cevdet Tasnifleri, Sıhhiye, nr. 8; nr. 135, Saray, nr. 408; nr. 7072; Mehmet Süreyya, Sicilli Osmânî. C. IV, s. 721; Ali Şeydi Bey, Teşrifat ve Teşkilat-ı Kadimemiz..., s. 119-123; C. Ceyhun, "Hekimbaşılar",...; M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. I, s. 795-796; F.N. Uzluk. Hekimbaşı Mustafa B eh çet,... s. 26; İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin Saray Teşkilatı,..., s. 366-367. 259

Abbâsî halîfeleri devrinde, X. yüzyılın başında, özellikle Bağdad'da birçok İslâm hastahanesi ve bîmaristanı yapılmıştır. Bugüne kadar tesbit gelebilen en eski İslâm-Türk hastahanesi ise Atabeg Nûreddin Zengî'nin Şam'da 549/1154-1155 yılında kurduğu kendi adıyla anılan bîmarıstan'dır. Bundan başka Suriye Selçuklularından Emir Âlemüddin Sencer Kerek'te, Tutuş (ö. 488/1095)'un oğlu Dukak Şam'da dârü'ş-şifâlar kurmuşlardır57. Selçuklular'ın kurdukları ilk hastahane Alparslan'ın (1063-1072) veziri Nizâmülmülk tarafından Nişâpur'da kurulmuştur. Bu hastahaneyi Selçuklular'ın 447/1055-1056'dan itibaren Bağdad, Şiraz, Berdesir. Kaşan, Ebher, Zencan, Gence, Harran ve Mardin'de kurdukları bîmaristanlar takip etmiştir. Hepsi ortadan kalkmış olan bu bîmaristanların yanında bugüne kadar ulaşanları ise şunlardır: Şam'daki Nûreddin Hastahanesi, Kayseri'de Gevher Nesibe Dârü'ş-Şifâsı ve Gıyâseddin Keyhusrev Medresesi (602/1205-1206). Sivas'ta I. İzzeddin Keykâvus Dârü'ş-Şifâsı (614/1217-1218), Konya'da I. Alâeddin Keykubâd Hastahanesi (617-635/1220-1237), Konya Kemâleddin Karatay Dârü'ş-Şifâsı (653/1255), Divriği'de Mengüciklerden Behramşah'ın kızı Turan Melek'in yaptırdığı dârü'ş-şifâ (625/1228), Çankırı'da Atabeg Ferruh Dârü'ş-Şifâsı (633/1235-1236), Amasya Dârü'ş-şifâsı (708/1308), Amasya Torumtay Dârü'ş-Şifâsı (664/1265-1266), Tokat'ta Muîneddin Pervâne Dârü'ş-Şifâsı (674/1275-1276), Kastamonu'da Pervaneoğlu Ali Dârü'ş-Şifâsı (670/1271-1272). Bunlardan başka Anadolu'da çeşitli devletler tarafından inşa edilen diğer hastahaneler şunlardır: Akşehir'de hastahane (VII./XIII. yüzyıl), Erzincan Dârü'ş-Şifâsı (inşa tarihi belli değildir), Erzurum Dârü'ş-Şifâsı (542/1147), Amasya'da İlhanlı hükümdarı Olcaytu (708/1308) tarafından yaptırılan dârü'ş-şifâ, Sökmenler'den Nâsınıddevle tarafından Diyarbakır'ın Meyyafârkîn (Silvan) şehrinde yaptırılan Bîmaristân-ı Fârukî, Artuklular dan Necmeddin İlgâzî (502-516/1108-1122)'nin kardeşi Emîneddin'in Mardin'de yaptırdığı dârü'ş-şifâ, isimleri ve bânileri bilinen, bazıları Osmanlılar döneminde de hastahane olarak faaliyet göstermiş olan meşhur hastahanelerdir. Bazı dârü'ş-şifâlar, hastahane olarak kurulmasına ve vakfiyesinin de buna göre yazılmasına rağmen, Osmanlı Devletinin son dönemlerinde çalışacak tabip bulanamadığmdan medreseye dönüştürülmüşlerdir58. A. Terzioğlu, "tik Budist, Hıristiyan, İslâm Hastahaneleri ve Birbirleriyle olan İlişkileri",... aynı yazar. "Ortaçağ İslâm-Türk Hastahaneleri ve Avrupa Tesirleri",...; aynı yazar, "Bimaristan"... A Ataseven, "Tarihimizde Vakfedilmiş Sağlık Müesseseleri Daruşşifalar,...; A Afetinan, "Kayseri'ııin 749 Yıllık Şifaiye Tıp Medresesi,...; M. Cunbur, "Kadınların Kurdukları Şitâhâneler",..., s. 342; Cî. Cantay. "Amasya Dâruşşifâsı"...; aynı yazar, "Le Medrese de Medicine et son Höpital â T okat",... 260

Osmanlı literatüründe sağlık işlerinin yürütüldüğü binalara dârü'ş-şifa ile birlikte dârü's-sıhha, şifâhane, bîmaristan, bîmarhane ve tımarhane kelimelerini de kullanmışlardır. XIX. yüzyıl başlarından itibaren yeni açılan Avrupa tarzındaki sağlık müesseselerinin tesiri ile de hastahane tabiri kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlılar'da bütün hastahanelerin idaresi, sarayın ve devletin sağlık işlerine bakan hekimbaşı tarafından yapılmaktaydı. Hekimbaşılar, resmî tabiplerin isimlerini ve durumlarını belirten bir defter tutarlar ve herhangi bir yerde bir tabip ihtiyacı olursa sırası gelen, yani kıdemli ve ehil olanı arz yoluyla tayin ederlerdi. Osmanlı Devleti'nde bütün hastahanelerin bir tertip sırası vardı. En yüksek hastahane Süleymaniye Dârü'ş-Şifâsı'ydı59. Osmanlı Devleti döneminde Anadolu'da ilk dârü'ş-şifâyı Yıldırım Bavezid. Bursa'da inşa ettirmiştir. 28 Ramazan 802/12 Mayıs 1400 yılında, şehrin doğusunda ve Uludağ'ın eteğinde, câmiinin hemen yanındaki bu dârü ş-şifa bugün mevcut değildir. Vakfiyesi, 28 Ramazan 802/12 Mayıs 1400 tarihinde Bursa Kadısı Molla Fenârî Mehmed b. Hamza tarafından yazılmıştır. Başlangıçta akıl hastaları için sadece bir bölüm bulunmakta iken, daha sonraları sadece akıl hastalarına tahsis edilmiştir. XIX. yüzyıl sonlarına kadar faaliyetine devam etmiştir. Osmanlılar devrinde özellikle İstanbul'da çok sayıda hastahane kurulmuş olup bunların ilki Fâtih Külliyesi'ndeki dârü'ş-şifa'dır (1470). 70 hücresi ve 80 kubbesi olan dârii ş-şifâda, kadınlar ve gayri müslim hastalar için ayrı bölümler bulunmaktaydı. Burada hastaların bakımı ve tedavisi çok mükemmel bir tarzda yapılmaktaydı. Akıl hastalarının tedavisinde mûsikî yöntemi tatbik olunuyordu. 1824 yılına kadar faaliyetinde devam eden dârü ş-şifâdan bugün fazla iz kalmamıştır. Sultan II. Bayezid tarafından Edirne'de 1488'de yaptırılan Bayezid Dârü'ş-Şifâsı, göz hastalıkları ve akıl hastalıkları tedavisinde önemli bir yer tutmaktaydı. Mimarî âbide mahiyetindeki bu bina, yapı itibariyle Türk dârü'ş-şifaları arasında da dikkat çekmektedir. Çok güzel bir üslupta yapılan bu binanın yapısı, Avrupa hastahane binalarının planına da tesir etmiştir. Evliyâ Çelebi, akıl hastalarına musikî ile tedavi yöntemi uygulandığını Seyahat-nâmesi'nde bahsetmektedir. Burasının sadece akıl hastalarına mahsus olduğu söylenmekte ise de, bu iddiayı A. Terzioğlu, "Ortaçağ Islâm-Türk Hastahaneleri ve Avrupa Tesirleri... s. 308; A. S. Ünver, "Büyük Selçuklu İmparatorluğu Zamanında Vakıf Hastahanelerin Bir Kısmına D air",....s. 18. 261

destekleyecek bir delil vakfiyesinde olmadığı gibi daha sonra yazılan eserlerde de bulunmamaktadır. Muhtemelen kaynaklarda akıl hastalarının tedavisinde uygulanan metodun özellikle vurgulanması bu yanlış intibaı uyandırmıştır. Dârü'ş-şifâ avlusuna, bir geçit ile bağlı bulunan medrese bazı kimselerin burasını tıp medresesi olduğunu söylemelerine sebep olmuşsa da burada tıp eğitimi olduğuna dair vakfiyesinde ve diğer kaynaklarda herhangi bir delil bulunmamaktadır fakat, Evliyâ Çelebi burada bir tıp medresesi olduğundan bahseder. Medrese-i Etibbâ adını verdiği bu medresenin odalarında tıp talebelerinin bulunduğunu ve bunların tıp ilminden bir şubeye ıntisab ile birçok kıymetli eserler okuduklarını belirtir. Ancak Medrese-i Etibbâ'da ikamet eden tıp şâkirdlerinin eğitim programları hakkında bilgi vermemektedir00. Başlangıçta muhtelif hastalar için bina edilmiş olan bu dârü ş-şifâ, daha sonraları, akıl hastalarına tahsis edilmiş ve 1912-1913 yıllarında Balkan Savaşı sebebiyle terkedilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman'ın vâlidesi, Yavuz Sultan Selim'in eşi Ayşe Hafsa Sultan tarafından Manisa'da inşa edilen bîmaristan (1522), küçük bir hastahane olmasına rağmen uzun müddet, XIX. yüzyıl sonuna kadar akıl hastalarını barındırmıştır. Akıl hastalarının mûsikî ile tedavi edildiği hastahanelerden birisidir. Daha sonraları terk edilen bu bina bugün müze olarak kullanılmaktadır ve 1523 tarihli bir vakfiyesi vardır. Süleymaniye Külliyesi nin batı köşesinde yer alan dârü'ş-şifâ (1550) için vakfiyesinde mâristan tabiri geçmektedir. İki avlulu, 30 odalı büyük bir yapıya sahip olan dârü ş-şifâ, Osmanlı hastahanelerınin tertip sırasına göre en yüksek mevkide idi. Tıp medresesinde okuyan talebeler haftada dört gün teorik ders alırlar, uygulamalı derslerini ve stajlarını da dârü'ş-şifâda yaparlardı. Akıl hastalan için ayrı bir bölüm bulunan dârü'ş-şifâda, her türlü hasta tedavi edilmekteydi. Ancak daha sonraları akıl hastalarına tahsis edilerek, hastahanenın terkedildiği 1861 yılına kadar bîmarhane olarak kullanılmıştır. Kanunî'nin eşi Haseki Hürrem Sultan tarafından, İstanbul'da 1550 yılında, tam teşekküllü bir hastahane olarak inşa edilmiş olan Haseki Dârü'ş-Şifâsı. daha sonraları sadece kadınlara tahsis edilmiştir. 1884 yılında ise erkek akıl hastalarına tahsis edilmiş ve 1916 yılma kadar bu şekilde çalışmıştır. Bulunduğu semte adını Evliyâ Çelebi, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, c. III,... s. 468. 262

veren bu dârü'ş-şifa halen Haseki Hastahanesi adıyla faaliyetlerine devam etmektedir. III. Murad'm validesi, II. Selim'in eşi Nur Bânû Sultan (ö. 991/1583) tarafından, 1583'te, Üsküdar'da, her türlü hastalığın tedavi edildiği bir hastahane olarak Mimar Sinan'a inşa ettirilen Vâlide-i Atik Dârü'ş-Şifâsı, 1858'den 1927 yılına kadar akıl hastalarının tedavisine tahsis edilmiştir. Sultan Ahmed Dârü'ş-Şifâsı 1617 yılında inşa edilmiştir. İstanbul'da inşa edilen son külliyenin bir bölümünü teşkil eden dârü'ş-şifâ, kızlarağasımn idaresinde olduğu için müstesna bir idareye mazhar idi. Bilhassa akıl hastalarının tedavi edildiği bina bugün mevcut değildir61. Topkapı Sarayı'nda bulunan ve Câriyeler Hastahanesi olarak bilinen hastahane de Selçuklu Saray Hastahaneleri geleneğinin bir devamıdır. Saray mensupları için inşa edilen bu hastahane de hekimbaşı tarafından idare olunmaktaydı. Osmanlı Devleti'nde Batılılaşma hareketlerinin başlaması ile birlikte yeni tıp hastahaneler de tesis edilmeye başlanmıştır. Avrupa tarzında ilk hastahane 1805'te Kasımpaşa'daki Tersâne-i Amire'de açılmıştır.burada ayrıca hekim ve cerrah yetiştirmek için bir de Tıbbiye açılmıştır. 1806'da faaliyete geçen Tersane Tıbbiye'si fazla uzun ömürlü olmamıştır. Buna karşılık hastahane 1822 yılına kadar faaliyetlerine devam etmiştir. Bu tarihte çıkan bir yangında binası harab olmuştur. Bunun ardından 1839 yılında Galatasaray'da Mekteb-i Tıbbiye-i Adlıyei Şâhâne modem tıp eğitimi içinde eğitim hastahanesi ile birlikte tesis edilerek işletmeye açılmıştır. Tanzimat'tan sonra Osmanlı devlet teşkilatı ve cemiyet hayatında oluşan moderleşme zihniyeti çerçevesinde, vakıf müessesesine dayalı dârü'ş-şifâlar fonksiyonlarını, devlet bütçesine bağlı olan ve modem anlayışa göre kurulan hastahanelere bırakmıştır. 3. Süleymaniye Tıp Medresesi İlk Osmanlı dârü'ş-şifâsı olan Bursa Yıldırım Bayezid Dârü'ş-Şifâsı'nda hekimbaşı olarak Mısır'dan tabip istenmesi bu işi yapabilecek tabiplerin o devir Osmanlı 61 O.Ş.[Uludağ], Be.? Buçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, (1991)..., s. 91-93; B. N. Şehsuvaroğlu, Türk Tıp Tarihi,..., s. 26; Gâlib Atâ, Tıb Fakültesi İstanbul Darülfünunu,..., s. 74; A. S. Onver, Fatih Daruşşifası, 875-1470... 263

şehirlerinde fazla bulunmadığını göstermektedir. Mevcut tabipler ise Selçuklular'dan veya diğer devletlerden gelmekteydiler. Zira hem devlet yeni kurulmuş ve hem de tabip yetiştirecek bir müessese ve hekimler bulunmuyordu. Daha sonraki yıllarda da ilk devirlerde olduğu gibi dışarıdan getirilmiş hekimlere rastlamaktayız. Mesela Fâtih Sultan Mehmed, İran'lı Kutbeddin'i ve muhtedî Yâkub Paşa'yı özel hekimi yapmıştır. Yine Kanunî, göz hekimi olan Mûsevî Mûsâ b. Hâmun'u özel hekimi olarak sarayda çalıştırmıştır. Bunun gibi saray tabipleri arasında birçok Yahudi hekim bulunmakta idi. Daha sonraki yıllarda da saray hekimbaşılığına getirilen muhtedî veya dışarıdan gelmiş bazı tabiplerin bulunması Osmanlı müesseselerinde ve özellikle Süleymaniye Dârü't-Tıbbı'nm kurulmasına kadar olan devrede yeterli ve iyi tabip yetiştirilmediği kanaatim hasıl etmektedir. Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılan, Süleymaniye külliyesinin bir bölümünü oluşturan ve vakfıvesince "İlm-i tıbb için binâ olunan medrese-i tayyibe" olarak tarif edilen Dârü't-Tıb, Osmanlı Türkleri tarafından inşa edilen ilk tıp medresesidir (1555). Daha önceki bazı İslâm devletlerinde rastladığımız tıp medreselerine benzeyen bu tıp medresesi onlardan farklı olarak bir külliye dahilinde ve daha düzenli olarak üç yüz yıla yakın eğitim vermiştir. Tıp medresesi mütehassıs hekim yetiştirmek maksadıyla kurulmuş olup Osmanlı tıp eğitimi sahasında tıbbî ihtisaslaşma açısından çok önemli bir noktada yer almaktadır. Zira daha önce dârü'ş-şifâlarda yapılan tıp öğretimi, bu medrese ile müstakil bir yapıya kavuşmuştur. Dârü'ş-Şifâ nm karşısında bulunan ve günümüze sadece güneydoğu kanadı ile gelen tıp medresesinin girişi Tiryakiler Çarşısı na açılmaktadır. Yapının kuzey-doğu kanadı, çarşının kemerleri ve dükkânları üzerinde yer almaktadır. Süleymaniye külliyesine ait vakfiyeye62 göre 11 kişilik kadrosu bulunan medresede; günlük 20 akçe alan bir müderris (yıllık 7300), 2'şer akçe alan 8 dânişmend (yıllık 5840) ve diğer personel bulunmaktaydı. Yüksek öğrenime hazırlık devresinde bulunan sûhtelerin müderrisi ise, 15 akçe günlük maaş almaktaydı63. Süleymaniye Dârü't-Tıbbı'nın ilk müderrisi günlük 60 akçe alan Ahmed Çelebi idi64. Süleymaniye Tıp Medresesi'nde takip edilen eğitim sistemi ve dersler hakkında kesin ve teferruatlı bilgi henüz yoktur. Süheyl Ünver'e göre burada anatomi Süleymaniye Dârüt-Tıbbı'na ait vakfiye için bk., Süleymaniye Vakfiyesi,..., s. 32-33. Süleymaniye Dârüt-Tıbbı'nda suhte eğitimi olduğuna dair bildiğimiz tek kayıt, vakfiyenin 1585/1586 yılı bilanço defterinde geçmektedir. Ö.L.Barkan, "Süleymaniye Camii ve İmareti Tesislerine Ait Yıllık Bir Muhasebe Bilançosu, 993/994 (1585/1586)",... C.Baltacı, a.g.e., s. 615. 264

eğitiminin de yapıldığı belirtilmektedir65. Bunun yanında İbn Sînâ'nın Kânun'u gibi temel tıp kitaplarının okutulduğu tahmin edilmektedir. Buradaki eğitim uygulamalı olduğundan diğer medreselerden farklılık arzetmektedir. Buna göre buradaki tıp eğitiminin teorik kısmı medresede, pratik kısmı ise dârü ş-şifada olmak üzere birlikte yürütülmüştür. Süleymaniye Tıp Medresesi'nde okumak isteyen bir öğrenci önce ibtidâ-ı hâriç ve dâhil medreselerinde okurdu. Daha sonra, tıp öğrenmek üzere Süleymaniye tetimmelerine gelirdi. Burasım tamamlayan talebeler mülâzım ünvanını alırlardı. Burada haftada dört gün eğitim yapılmaktaydı. Muhtemelen eğitim olmadığı diğer günlerin birisi tatil için, diğer ikisi ise dârü'ş-şifada staj mahiyetinde geçmekteydi. Eğitimleri süresince yapmaları gereken uygulamaların tamamını dârü'ş-şifada yaparlardı. Dârü'ş-şifâdaki uygulamalı stajı bitirenlere diploma yerine geçmek üzere mühürlü bir belge "Memhûr temessük" verilirdi. Talebeler okuduğu derslere ve eserlere göre icâzetini alır ve mezun olduğu en son rütbe ile müderris veya kadı olabilirdi. Süleymaniye Dârü t-tıbbı na müderris olan kişi burada uygulanmakta olan terfi sistemine göre yükselebilirdi. Süleymaniye müderrislerine adet olarak birer sene müddetle mahreç mevleviyetlerinden birisi verilmekteydi. Bunlar bir senenin sonunda bu görevden ayrılırlardı. Bu görevi alanlardan dört kişiye her sene bir yıllığına olmak üzere Mısır, Şam. Bursa, Edime pâyeleri ve birine İstanbul kadılığı verilirdi. Eski İstanbul kadısına da Anadolu Sadâreti (kazaskerliği) verilmesi âdet haline geldiğinden buradan mezun olan tabiplerin bir çoğunun devletin siyasî mevkilerine, şeyhülislâmlığa, hatta sadâret makamına kadar yükseldikleri bilinmektedir. Süleymaniye Dârü t-tıbbı'ndan yetişen veya orada müderrislik yapan kimseler ayrıca hekimbaşı olarak sarayda veyahut diğer tıp müesseselerinde vazife alabiliyorlardı. Netice olarak, Süleymaniye Dârü't- Tıbbı'nm açılması ile daha sistemli bir tıp eğitimi başlamış oldu. Teorik tıp pratik tıptan müessese olarak ayrıldı66. Süleymaniye Dârü t-tıbbfnın bulunduğu bina halen mevcud olup doğumevi olarak kullanılmaktadır. Burası, muhtemelen XIX. yüzyılın ortalarına kadar, yani tıbbiyenin açılışından bir müddet sonraya kadar talebe yetiştirmeye devam etmiştir. Süheyl Onver, "herhangi bir yere tayin olunacak cerrahlarımızdan bazılarının kıymetlerini arttırmak için anatomiyi de burada öğrendiklerine dair tasrihlerde bulunulmuştur" diyerek buranın öneminden bahsetmekte ve fakat kaynak belirtmemektedir. S. Ünver, Tıp Tarihi,..., s. 168. 66 O.Ş.[Uludağ), a.g.e., s. 114, 118-119. 265

4. Müneccimbaşılık Osmanlı Devleti'nde astronomi ve astroloji gibi konularla ilgili devlete ait işleri yürüten kuruma Müneccimbaşılık adı verilmiştir. Arapça necm kelimesinden gelen müneccim, ilm-i nücum ile uğraşan kişi manasına kullanılmaktaydı. Osmanlılar'da da ilm-i nücum ile uğraşan kişilerin başı olarak görev yapan kişiye müneccimbaşı denilmekteydi. XV. yüzyılın sonları ve XVI. yüzyılın başlarında ortaya çıktığı bilinen bu müesseseye daha önceki İslâm Türk devletlerinde rastlanılmamaktadır. Abbâsî halîfelerinin saraylarında ve Selçuklu sultanlarının nezdınde bulunan müneccimler sadece takvim yapmakta ve astrolojiye ait işlerde danışmanlık yapmaktaydılar. Osmanlılar'da ise bir kurum olarak ortaya çıkan bu müessese, belirtilen bu işlerin yanında ülkedeki muvakkithanelerin idaresi ile de meşgul olmaktaydılar. İstanbul Rasathanesi XVI. yüzyıl ile XIX. yüzyılda müneccim ve muvakkit yetiştirmek üzere açılan Mekteb-i Fenn-i Nücum da bu müesseseye bağlı birer kurum idi. Osmanlı sarayında bîrun erkânından olan müneccimbaşılar. aslen ilmiye sınıfına mensup, astronomi tahsili görmüş medrese mezunu müneccimler arasından seçilmekteydi. Müneccimbaşıların maiyetinde müneccim-i sânî ve dörtbeş kişilik "kâtip" denilen müneccimler bulunurdu. Bu müneccimler kabiliyet ve çalışmalarına göre müneccim-i sânî ve müneccimbaşı olabilmekteydiler. Ülemâ sınıfına mensup saray memurlarından olan müneccimbaşılar, silahdar ağaya bağlı olan hekimbaşmın maiyyetinde bulunduklarından tayin ve azilleri de onun tarafından yürütülürdü. Tayinlerde padişahın yanında şeyhülislâm ve sadrazamın da imza ve buyrulduları bulunmaktaydı. Müneccimbaşıların tayinleri ruûs defterlerine kaydedilirdi. Müneccimbaşılar, XVI. yüzyılda saraya takvim takdim etmelerinden dolayı 2000 akçe, müneccimler ise 1000 akçe ücret almaktaydılar. Ayrıca günlük olarak müneccimbaşılar 15 akçe, müneccimler ise 10 akçe ulûfe alırlardı. Müneccimbaşılar XVII. yüzyılda yaptıkları takvimlerden dolayı 1000 akçe, XVII. yüzyılda ise altı bin akçe almaktaydılar. Müneccimbaşı Hüseyin Hüsni Efendi (ö. 1256/1840) ise bu rakamın 7500 akçeyi çıkartılmasını rica ederek takvim ücretini arttırtmıştır. Müneccimbaşıların ve personelinin ulûfeleri, üç ayda bir ödenen diğer askeri sınıflardan farklı olarak her ay ödenmekteydi. Müneccimbaşıların en önemli vazifesi takvim hazırlamaktı. Takvimler 1800 yılına kadar Uluğ Bey Zîci'ne göre, bu tarihten sonra da Jctcques Cassini Zici ne göre hazırlanmıştır. Ayrıca her ramazan ayından önce imsâkiye düzenleme ve zâyiçe 266

hazırlamak da müneccimbaşılarm vazifeleri arasında bulunmaktaydı. Başta cülus olmak üzere savaş, doğum, düğün ve denize gemi indirilmesi gibi birçok önemli önemsiz konularda müneccimbaşdar ve bazen müneccim-i sânîler uğurlu saat tesbit ederlerdi. Başta padişahlar olmak üzere birçok devlet adamı müneccimbaşıları zâyiçelerıne göre değerlendirmiş ve zâyiçelerinin isabetli çıkması üzerine onlara birçok ihsanlarda bulunmuşlardır. Diğer taraftan Sultan I. Abdülhamid ve III. Selim gibi uğurlu saate ve zâyiçeye itimad etmeyen padişahlar da bulunmaktaydı. Ancak uğurlu saat uygulaması âdet haline geldiği için bu padişahlar inanmadıkları bu işin önüne geçememişlerdir. Diğer taraftan kuyruklu yıldızların geçişi, zelzele, yangın, güneş ve ay tutulmaları gibi önemli astronomi olayları ile fevkalade olayları müneccimbaşılar takip eder ve yorumlan ile birlikte saraya bildirirdi. Muvakkithanelerin idaresi de müneccimbaşılara ait idi. Bunun yanında Takiyüddin el-râsıd İstanbul Rasathanesinin (1577-1583), Müneccimbaşı Hüseyin Hüsni ve Müneccimbaşı Sâdullah Efendi Mekteb-ı Fenn-ı Nücum (1839-1845) adlı kurumlarm idaresi ile meşgul olmuşlardır. Osmanlı Devleti'nde otuz yedi kişi müneccimbaşılık yapmıştır. Bunların arasında Takiyüddin el-râsıd (ö. 993/1585) İstanbul'da kurduğu rasathane ile Müneccimbaşı Derviş Ahmed Dede (ö. 30 Ramazan 1113/28 Şubat 1702) Arapça olarak kaleme aldığı tarih kitabı Câmî'ü'd-Düvel ile tanınmıştır. Müneccimbaşı Hüseyin Efendi (ö. 1060/1650) ise zâyiçelerinin isabetiyle meşhur olmuştur. Müneccimbaşılar ilmiye mensubu olduklarından dolayı müderrislik ve kadılık gibi birçok vazifelerde de bulunmuşlardır. Son Müneccimbaşı Hüseyin Hilmi Efendi'ye kadar devam eden bu müessese, onun 1924 yılında vefatıyla yerine tekrar müneccimbaşı tayin edilmeyerek lağvedilmiş ve yerine 1927 senesinde baş muvakkitlik makamı tesis edilmiştir67. 5. Muvakkithaneler İslâm medeniyetinde vakit tayini ile uğraşan kişilere muvakkit adı verilmiştir. Özellikle dinî ibadet vakitlerinin belirlenmesi için inşa edilen odalara da muvakkithane adı verilmiştir. Emevîler döneminde (661-750) Şam'daki Emevîye Câmii'nde kurulan ilk muvakkithaneden Osmanlılar'a kadar gelişerek gelen muvakkithaneler, Osmanlılar'da son şeklini bulmuştur. Osmanlılar'da İstanbul'un S.Aydüz, Osmanlı D evleti'nde M üneccimbaşılık ve M üneccimbaşılar,... ; l.h.uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin Saray Teşkilatı, 3bs., s. 371-372. 267

fethine kadar inşa edilen câmilerde muvakkithanelere rastlanılmamaktadır. İstanbul'un fethinden sonra başta İstanbul olmak üzere ülkenin birçok yerinde câmilerin yanında veya ayrı binalar halinde muvakkithaneler inşa edilmiştir. Osmanlı medeniyetinde muvakkithaneler hemen her şehir ve kasabada câmi veya mescitlerin bahçesinde bir-iki oda halinde bulunmaktaydı. Muvakkithaneler bulunduğu külliyenin vakfi tarafından idare edilirdi. İstanbul'da ilk inşa edilen muvakkithane 1470 tarihli Fâtih Câmii Muvakkithanesi'dır. Osmanlılar İstanbul'da birçok muvakkithane kurmuşlardır. Bunlardan en meşhuru, XVI. yüzyılda kurulan Bayezid Câmii Muvakkithanesi idi. Evliyâ Çelebi bu ünün, muvakkithane saatlerinin çok dakik olmasından ileri geldiğini söylemektedir. Yavuz Selim, Fâtih, Şehzâdebaşı ve Eminönü câmilerınde bulunan muvakkithaneler İstanbul'un diğer meşhur muvakkithaneleri idi. Özellikle namaz vakitlerini belirlemek için kurulmuş olan muvakkithanelerde bu iş güneş saatleri ile yapılırdı. Ayrıca muvakkitler, isteyenlere basit astronomi dersleri de verirlerdi. Bazı muvakkitler senelik takvim ile ramazan ayı için imsâkiye hazırlarlardı. Hemen hemen tamamı basit astronomi aletlerini kullanmayı bildikleri gibi içlerinde bu sahada eser verecek seviyede bilgi sahibi olanlar da vardı. Muvakkithaneler, muvakkitlerinin bilgisine göre hem bir astronomi eğitimi yeri ve hem de basit bir gözlemevi idi. Bu yüzden İstanbul'daki bazı muvakkithanelerin. müneccimbaşıların yetişmelerinde önemli bir yeri bulunmaktaydı. Bir kısım muvakkitler, muvakkithanelerdeki başarılı çalışmaları ve faaliyetleri sebebiyle müneccimbaşılığa kadar yükselmişlerdir. Bu kurumlarm idaresi ve görevlilerin maaşı, bağlı bulundukları vakıf tarafından karşılandığı halde tayinleri müneccimbaşı tarafından yapılırdı. Vefat eden muvakkitin yerine oğlu tayin edilir, eğer muvakkitin evladı yoksa isteklilerden imtihanla biri tayin edilirdi. Muvakkit olacak kişilerin ehliyetli olmasına dikkat edilirdi. Bu husus vakfiyelerde de belirtilirdi. Muvakkithaneler, XIX. yüzyılda mekanik saatlerin yaygınlaşmasına rağmen Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Cumhuriyetin ilanı ile başmuvakkitlik (1927) adı altında kurulan yeni bir müesseseye devredilen muvakkithaneler 20 Eylül 1952'de kapatılmıştır. Bugün bazı muvakkithanelerin 268

binalan halen mevcut olmakla beraber, çoğu metruk ya da başka amaçlarla kullanılmaktadır68. 6. İstanbul Rasathanesi Osmanlılar'da ilk rasathane İstanbul'da, Sultan III. Murad döneminde (1574-1595) Takiyüddin el-râsıd tarafından kurulmuştur. Şam'da 4 Ramazan 932/14 Haziran 1526 yılında doğan Takiyüddin, Şam ve Mısır'da eğitimini tamamladıktan sonra bir müddet kadılık ve müderrislik yapmıştır. Bu arada astronomi ve matematik alanında önemli çalışmalarda bulunmuştur. 1570'de Mısır'dan İstanbul'a gelen Takiyüddin, bir sene sonra (979/1571-1572) vefat eden Müneccimbaşı Mustafa b. Ali yerine müneccimbaşılığa tayin edilmiştir. İstanbul'da başta Hoca Sâdeddin Efendi olmak üzere meşhur ülemâ ve önemli devlet adamları ile yakınlık sağlıyan Takiyüddin, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa vasıtasıyla da Sultan III. Murad a takdim edilmiştir. Takiyüddin astronomi ve astrolojiye meraklı olan Sultan III. Murad'a İslâm müneccimleri tarafından kullanılmakta olan Uluğ Bey Zîc'inde bazı gözlem hataları olduğunu ve bunun yapılan hesapların yanlış çıkmasına sebep olduğunu belirtir. Yapılacak yeni gözlemlerle bu hataların düzeltilebileceğinden bahseden Takiyüddin bu iş için de Sultan'a İstanbul'da bir rasathane kurulmasını teklif eder. Sultan Murad ilk defa kendisine nasip olacak bu işi memnuniyetle karşılayarak hemen inşa edilmesini ister ve ayrıca gerekli olan maddî desteği de verir. Bu arada çalışmalarına Galata Kulesi'nden devam eden Takiyüddin, gözlemlerine 1577'de de kısmen tamamlanan Dârü'r-Rasadü'l-Cedid adındaki yeni rasathanede devam eder. Biri büyük biri küçük iki ayrı binadan müteşekkil olan rasathane Tophane sırtlarında bir yerde inşa edilmiştir. Takiyüddin eski İslâm rasathanelerinde kullanılmış olan aletleri büyük bir titizlikle imal etmiştir. Bununla birlikte bazı yeni aletler de icad etmiş ve gözlemlerde ilk defa kullanmıştır. Rasathanede çoğunluğu astronomi ve matematik kitaplarından oluşan bir kütüphane de kurulmuştur. Rasathanenin sekizi râsıt, dördü kâtip ve diğer dördü de yardımcı olarak vazife yapan onaltı kişilik bir kadrosu bulunmaktaydı. Rasathanede bulunan aletler ise şunlardır: Zâtü'l-halak (armillary zodiak), kadran (mural quadrant), zâtü's-semt ve'l-irtifa (azimuthal semicircle), zâtü'ş-şubeteyn A. S.Ünver, "Osmanlı Türkleri İlim Tarihinde Muvakkıthâneler",..., s. 34; 1. Parmaksızoğlu, "M uvakkithâne",... 269

(triquetrum), rub'u mıstar (rub'u dcffe), zâtü's-sukbeteyn (dipotra), zâtü'l-evtar, elmüşebbehe bi'l-menatik (sextant). Şam ve Semerkand astronomi ekollerini şahsında birleştiren Takiyüddin rasathanede ilk olarak Uluğ Bey Zîci'nin tashihi işine başlamıştır. Bununla birlikte Güneş ve Ay tutulmaları ile ilgili olarak çeşitli gözlemler yapmıştır. Eylül 1578'de İstanbul'dan bir ay süreyle gözlenen Kuyruklu Yıldız'ı da rasathanede gece gündüz uyumadan gözlemiş ve gözlemlerinin neticelerini padişaha sunmuştur. Takiyüddin yeni geliştirdiği yöntemler ve aletler vasıtasıyla gözlemlerinde yeni uygulamalar ve astronomi problemlerine orijinal çözümler getirmiştir. İlk defa mekanik saat kullanarak çok dakik gözlemler yapmıştır. Diğer taraftan da astronomi hesaplarında altmış tabanlı sayı sistemi yerine on tabanlı sayı sistemim kullanmakla ve ondalık kesirlere göre trigonometri cetvelleri hazırlamakla dikkat çekmiştir. Ekliptik ile Ekvator arasındaki 23 27 lik açıyı 1 dakika 40 saniye farkla 23 28 40 bularak ilk defa gerçeğe en yakın doğru dereceyi hesaplamıştır. Güneş parametreleri hesabında da yeni bir yöntem uygulamıştır. Sabit yıldızların boylamlarının tesbitinde ise Ay yerine Venüs'ü kullanarak daha dakik neticeler elde etmeyi planlamıştır. Takiyüddin OsmanlIlarda el-turukü s-seniyye adıyla otomatik makinalar üzerine ilk eseri yazan kişidir. Rasathane, çok kısa sayılabilecek bir zamanda oldukça önemli faaliyetlere sahne olmuştur. Yapılan gözlemler Sidrâtii M ım tehe l-ejkar f i M elekûti l-feleki'l- Devvar adlı eserde bir araya toplanmıştır. Ancak Takiyüddin'in rasathanede yaptığı gözlemlerle Güneş ile ilgili cetvellerini tamamlayabilmiş ise de Ay ile ilgili cetvelleri tamamlayamamıştır. Takiyüddin'in kendisi ile aynı zamanda yaşamış ve rasathane kurmuş olan DanimarkalI astronom Tycho Brahe (1546-1601) ile karşılaştırıldığında daha net ve dakik rasatlar yaptığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca onun rasathanesinde bulunan bazı aletler Tycho Brahe'nin aletlerinden daha üstündü. Rasathane bazı siyasî çekişmeler sebebiyle dinî mülahazalar ileri sürülerek 4 Zilhicce 987/22 Ocak 1580 tarihinde şeyhülislâmın fetvası ve padişah'm emriyle Kaptan-ı Deryâ Kılıç Ali Paşa tarafından yıkılmıştır69. A.Sayılı, The Observatory in Islâm,..., s. 289-305, aynı yazar "Alauddin Mansur'un İstanbul Rasathanesi Hakkındaki Şiirleri",..., s. 425, I.Miroğlu, "İstanbul Rasathânesine Ait Belgeler",..., s. 77; S.Tekeli, "Takiyüddin",... ; t.h. Mordtmann, Das Observatorium des Taqi ed-din zu Pera", s. 82-96; Atâyî, Hadâyıku'l-Hakâyıkfi Tekmileti'ş-Şakâyık..., C. I, s. 286. 270

D- YENİLEŞME DÖNEMİ EĞİTİM ve BİLİM MÜESSESELERİ 1. Batı İle İlk Temaslar Osmanlılar hem-hudut oldukları Avrupa devletleri ile yakın temasları sayesinde Avrupa'da ortaya çıkan yeniliklerden haberdar olmuşlardır. Altıyüz yıllık tarihi boyunca Osmanlılar kendi imparatorlukları dışında kalan gelişmelere ve özellikle Avrupa devletlerindeki teknolojik yeniliklere ilgi duymuştur. Osmanlı'mn Hıristiyan Avrupa devletleri ile olan bu yakın ilişkileri, Batı biliminin kendi kültür muhiti dışında yayılması, "merkez-çevre" ve sömürgeci-sömürülen" teorilerine uymamaktadır. Osmanlılar'ın Batı bilim ve teknolojisi karşısındaki tutumları için "güçlü bir imparatorluğun kendi dünyası ve nüfuz alanının dışındaki gelişmeler karşısında takındığı tavır" şeklinde yeni bir teori ileri sürülebilir70. Kuruluşundan itibaren Osmanlı Devleti'nin Avrupa ile siyasî ve askerî çekişmeler içerisinde gelişen münasebetlerinde görülen bariz vasıflarından birisi, Osmanlılar'ın kendilerini her bakımdan Avrupalılar'dan üstün kabul etmeleridir. Bu üstünlük hem maddî hem de manevî faktörlere irca edilerek ele alınabilir. Osmanlılar askerî ve ekonomik yönden Avrupa devletlerinden ve diğer Müslüman devletlerden daha güçlü durumdaydı. Zengin maden yataklarını ellerinde bulundurmaları, ticaret yollarını kontrol etmeleri ve giriştikleri bütün muharebelerden galip çıkmaları Osmanlılar ın hem ekonomik yönden hem de kendilerini Avrupa'ya karşı üstünlük şuuru içerisinde görmelerine vesile olmuştur. Osmanlılar mensub oldukları İslâmiyet'in, dinlerin en son ve en doğrusu olduğu inancı içerisinde ve vârisi oldukları parlak Ortaçağ İslâm medeniyeti tesiriyle, manevî yönden de kendilerini Avrupa'ya karşı üstün görmekteydiler. İşte bu sebepler Osmanlılar'ın Rönesans dönemi ve sonrası Batı Avrupa'da ortaya çıkan yeni entellektüel anlayışı ferketmelerine, ona bağlı gelişmelerin Avrupa toplumlarının terakkisinde icra edeceği tesirleri ve bütün bunların kendilerine karşı potansiyel tehlike olabileceğini takdir etmelerine mâni olmuştur. Osmanlılar Avrupa dışındaki güçlü diğer bazı devletler gibi Avrupa nın ilerlemesini ve aradaki mesafenin kolay aşılamayacağını, Sanâyi devriminin yarattığı yayılmacı politikalar ile askerî ve İktisadî gücün ezici üstünlüğünü görünce farkettiler Avrupa nın bu üstünlüğünü ilk farkeden ve aşmaya çalışan Osmanlılar bu gücün coğrafî yakınlığı ve kuşatıcılığından dolayı bir hayli bocaladılar. Ancak şurası çok G. Bassala ve L. Pyenson tarafından Batı biliminin Avrupa dışında yayılmasıyla ilgili olarak ileri sürülen teorilerin Osmanlı dünyası açısından tenkidi için bk, E. thsanoğlu, "Ottomans and European Science",... ; Türkçesi için bk. "Osmanlılar ve Batı Bilim i",..., s. 3-11. 271