DAVRANIŞ BİLİMLERİNE GİRİŞ

Ebat: px
Şu sayfadan göstermeyi başlat:

Download "DAVRANIŞ BİLİMLERİNE GİRİŞ"

Transkript

1 T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2535 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1506 DAVRANIŞ BİLİMLERİNE GİRİŞ Yazarlar Yrd.Doç.Dr. Filiz GÖKTUNA YAYLACI (Ünite 1, 2, 4) Arş.Gör. Mine KARAKUŞ (Ünite 3) Yrd.Doç.Dr. Bahtiyar Eraslan ÇAPAN (Ünite 5, 7, 8) Arş.Gör.Dr. Yıldız KURTYILMAZ (Ünite 6) Editör Prof.Dr. Bilhan KARTAL ANADOLU ÜNİVERSİTESİ i

2 Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir. Uzaktan Öğretim tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır. İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz. Copyright 2012 by Anadolu University All rights reserved No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic tape or otherwise, without permission in writing from the University. UZAKTAN ÖĞRETİM TASARIM BİRİMİ Genel Koordinatör Doç.Dr. Müjgan Bozkaya Genel Koordinatör Yardımcısı Doç.Dr. Hasan Çalışkan Öğretim Tasarımcıları Yrd.Doç.Dr. Seçil Banar Öğr.Gör.Dr. Mediha Tezcan Grafik Tasarım Yönetmenleri Prof. Tevfik Fikret Uçar Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız Öğr.Gör. Nilgün Salur Kitap Koordinasyon Birimi Uzm. Nermin Özgür Kapak Düzeni Prof. Tevfik Fikret Uçar Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız Grafiker Gülşah Yılmaz Dizgi Açıköğretim Fakültesi Dizgi Ekibi Davranış Bilimlerine Giriş ISBN Baskı Bu kitap ANADOLU ÜNİVERSİTESİ Web-Ofset Tesislerinde adet basılmıştır. ESKİŞEHİR, Ocak 2013 ii

3 İçindekiler Önsöz... iv 1. Sosyolojiye Giriş, Gelişim Süreci ve Kuramsal Yaklaşımlar Kültür, Toplumsal Değişme ve Tabakalaşma Aile Ekonomi, Teknoloji ve Çevre Psikolojiye Giriş Duyum ve Algı Güdüler ve Duygular Öğrenme iii

4 Önsöz Açıköğretim Fakültesinin Davranış Bilimlerine Giriş başlıklı kitabında, kişi ya da grup davranışlarının nedenleri, sonuçları ve onları bu davranışa yönelten etkenler ele alınmaktadır. Kitabın amacı, programa katılanlara davranış bilimleri bağlamında sosyoloji ve psikoloji alanlarına ilişkin kavramlar, kuramlar ile temel bilgileri aktarmak; öğrenenlerin söz konusu alanların başat konularını algılamalarını ve irdeleyebilmelerini sağlamaktır. Sosyoloji ile psikoloji, davranış bilimlerini oluşturan farklı bilim dalları arasında yer alan temel disiplinlerdendir. Bu bağlamda kitabın ilk dört ünitesi bireylerin veya birlik, grup ya da kurum üyelerinin bir toplum içinde neden ve nasıl düzenli yaşadıklarına yönelik konuların irdelendiği sosyolojiye ayrılmıştır. Kitabın ilk ünitesi olan Sosyolojiye Giriş, Gelişim Süreci ve Kuramsal Yaklaşımlar da sosyal ilişkileri, sosyal değişme ile davranış süreçlerini analiz eden ve bu süreçlerin sonuçlarına ilişkin öngörüde bulunan; sosyal organizasyon ya da gruplar arasındaki farklılıkları ortaya koyan sosyoloji bilim dalının ortaya çıkma sürecine ve sosyoloji kuramlarının gelişim evrelerine ilişkin kavramlar ile kuramsal yaklaşımları değerlendirebileceksiniz. Kültür, Toplumsal Değişme ve Tabakalaşma başlıklı ikinci ünitede ise bir toplumda yaşayanların yaşam biçimi ve yaşamlarına yön veren ilkeler bütünü olan kültür ve kültürün temel öğelerini oluşturan düşünme biçimleri, düşünceleri yerine getirmenin toplumca kabul edilmiş yolları ile kültür ürünlerini kullanma kalıpları hakkında bilgi edineceksiniz. Bunun yanı sıra çok boyutlu etkenlerin söz konusu olduğu toplumsal değişme olgusunu açıklamaya çalışan yaklaşımlar ile toplumsal tabakalaşma sistemlerini ve toplumsal tabakalaşmaya ilişkin yaklaşımlarını kavrayabileceksiniz. Aile olgusunu irdeleyen üçüncü ünitede, aile-toplum ilişkisini açıklamaya yönelik kuramların dışında temel feminist yaklaşımları değerlendirebilecek, cinsiyete dayalı roller ile günümüzde önemli bir toplumsal sorun olmaya devam eden aile içi kadına ve çocuğa yönelik şiddet konusunu tartışabileceksiniz. Ekonomi, Teknoloji ve Çevre başlıklı dördüncü ünitede ise temel bir toplumsal kurum olarak toplumların yaşamında önemli bir yer tutan ekonomi olgusu ve farklı ekonomik modeller hakkında bilgi edinecek; çağımızın başat sorunlarının arasında yer alan çevre konusunu teknoloji ve toplum ilişkisi bağlamında irdeleyebilecek ayrıca çevreye ilişkin sosyolojik yaklaşımları değerlendirebileceksiniz. İnsanların kişilik yapısı üzerinde durarak, kişilerin düşünce ve duygularının çevre etkisi altında nasıl ve niçin değiştiğini; davranışlar arasındaki benzerlik ve farklılıkların nedenlerini araştıran psikoloji, davranış bilimlerini oluşturan başat bilim dallarındandır. Yaşamın her döneminde bilgilerine gereksinim duyduğumuz psikoloji, davranışı ve davranışın altında yatan süreçleri bilimsel olarak inceleyen bir çalışma alanıdır; insanın bir canlı olarak çevresine uyum sağlama ve kendi içinde de dengeli bir gelişme gösterme sürecinde yardımcı olmayı hedefler. Davranış Bilimlerine Giriş kitabının son dört ünitesini, psikoloji alanının önemli konuları arasında yer alan duyum, algı, güdüler, duygular ve öğrenme konuları oluşturmaktadır. Bu kapsamda beşinci ünite olan Psikolojiye Giriş te psikolojinin gelişme süreci, alt alanları ve objektif bilgilere ulaşmak için kullanılan bilimsel araştırma yöntemleri hakkında bilgi sahibi olacaksınız. Altıncı ünite Duyum ve Algı da ise her biri insanın yaşam mücadelesinde farklı görevler üstlenen duyu organlarını değerlendirebilecek, algı ile duyum arasındaki farkı ayrıca bireylerin kendi algılarını nasıl oluşturduklarını kavrayabileceksiniz. Kitabın yedinci ünitesi olan Güdüler ve Duygular da edineceğiniz bilgi doğrultusunda hayatımızın birçok alanında iç içe geçen güdüler ile duyguları ayırt edebileceksiniz. Bunun yanı sıra dış dünya hakkında bilgiler sağlayarak davranışlarımıza yön veren yedi temel duyguya ilişkin bilgi edinecek; güdüyü ve duyguları açıklayan genel yaklaşımları tartışabileceksiniz. İnsanların nasıl öğrendiği, psikolojinin ilgilendiği temel konulardan biridir. Psikolojinin her alanında farklı irdelenen Öğrenme kitabın son ünitesini oluşturmaktadır. Bu ünitede öğrenmeye ilişkin kapsamlı olarak ele alınan temel psikolojik yaklaşımlarını değerlendirebileceksiniz. Ünitelerin sonunda Özet, Sıra Sizde, Kendimizi Sınayalım ve Yaşamın İçinden ve Okuma Parçası bölümleri yer almaktadır. Söz konusu bölümler, ele alınan konuları daha iyi pekiştirmenize yardımcı olacak; güncel gelişmeler ve yaşanan olaylar üzerinden irdeleyici bir bakış açısı kazanmanızı sağlayacaktır. Editör Prof.Dr. Bilhan Kartal iv

5

6 1 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Sosyolojik düşüncenin kökenlerini açıklayabilecek, Sosyal bilim olarak sosyolojiyi tanımlayabilecek, Sosyolojik kuramların gelişim dönemlerini açıklayabilecek, Çağdaş sosyolojik yönelimlerin farkında olabilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz. Anahtar Kavramlar Sosyolojik İmgelem Çatışma Kuramı Etkileşimcilik İşlevselcilik İçindekiler Giriş Sosyolojik Düşüncenin Kökenleri Sosyolojinin Ortaya Çıkışı Bir Sosyal Bilim Olarak Sosyoloji Sosyolojik Çözümleme Sosyolojinin Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 2

7 Sosyolojiye Giriş, Gelişim Süreci ve Kuramsal Yaklaşımlar GİRİŞ İnsanlar toplumlar halinde yaşarlar. Bireylerin davranışları ve toplumsal koşullar arasında güçlü bir etkileşim söz konusudur. Bireyin toplumsal bağlam içindeki yerini kavrayabilmesi, davranışlarını ve toplumsal olguları anlayabilmesi için sosyolojik anlayışa gereksinim vardır. Giddens ın (2008: 38) vurguladığı gibi, yirmibirinci yüzyılın başlarında; günümüzde gelecek hakkında yoğun kaygı duyulmasına rağmen olağanüstü umutlarla dolu bir dünyada yaşamaktayız. Bu dünyanın ve toplumsal yaşamın nasıl ortaya çıktığı, anne-babalarımızın ya da dedelerimizin yaşam koşullarının neden çok farklı olduğu, gelecekte yaşantımız ne yönde değişecek gibi sorular hepimiz için büyük önem taşımaktadır. Sosyoloji bu sorulara yanıt vermek üzere gelişmiş bir sosyal bilimdir. Bu ünitede sosyolojik düşüncenin doğuşundan başlayarak, toplumsal gerçekliği anlamak üzere geliştirilmiş olan temel sosyolojik yaklaşımları ele alacağız. SOSYOLOJİK DÜŞÜNCENİN KÖKENLERİ Sosyolojinin temel konusunu toplum içinde yaşayan insan davranışlarının incelenmesi oluşturur. Sosyologların insanlara ilişkin konularda yaptıkları çalışmalarda ulaştıkları temel sonuç ise bütün insan davranışlarının toplumsal bir bağlamda ortaya çıktığı gerçeğidir. Bireyleri çevreleyen kurumlar ve kültürün oluşturduğu bağlam, onların düşüncelerini ve davranışlarını biçimlendirmektedir. Toplumsal yapı, değişimler ve bireylerin davranışlarındaki etkileşim farklı biçim ve nitelikte olsa da tarih boyunca düşünürlerin ilgisini çekmiştir. Daha Antik Yunan döneminde Platon ve Aristo gibi antik çağ filozoflarından bu yana birçok düşünür yaşadıkları toplumların sorunlarıyla ilgilenmişlerdir. Aristo ve Platon toplumu bütüncül bir yaklaşımla, parçaların bütüne zorunlu bir biçimde bağlı olduğu bir organizma olarak görmüşlerdir. Platon toplumu işbölümü ve eşitsizlik temelinde yapılanmış olarak görürken Aristo bütün toplumsal gruplardan oluştuğunu ileri sürer. İnsan doğası gereği toplumsal ve siyasal nitelikler taşımaktadır (Andersen ve Taylor, 2010: 4; Bozkurt, 2006: 23-24). Toplum üzerine mevcut araştırmaların ya da düşüncelerin tarihi 18.yüzyıldan çok öncelere dayanmaktadır. Ancak bu çabalar sosyoloji adı altında değil, siyasal felsefe, sosyal felsefe ve ideoloji adı altında yürütülmüştür (Doğan, 2004: 17). Sosyolojiyi modern Batı dünyasına ait bir olgu olarak görme konusunda güçlü bir eğilim olmasına karşın, uzun zaman önce dünyanın başka bölgelerinde İbn Haldun gibi düşünürlerin sosyolojik nitelikte düşünce ve kuramlar geliştirdikleri bilinmektedir. İbn Haldun toplumların yapısı ve toplumsal değişme konularında düşünceler üreten ve sosyolojinin önemli tarihsel öncüllerdendir (Ritzer ve Goodman, 2004: 6). İbn Haldun un 19.yüzyılda Avrupa da tercüme edilen Mukaddime adlı kitabı bazı otoriteler tarafından sosyolojinin konularına ilişkin önemli bir öncül olarak vurgulansa da Batıda göz ardı edilmiştir (Meriç, 1993: 68-69) de eğitimli bir ailenin çocuğu olarak Tunus ta doğan İbn Haldun, Kur an, matematik ve tarih eğitimi almıştır. Tunus, Fas, İspanya ve Cezayir de, elçilik, bakanlık, bilginler konseyi üyeliği gibi çeşitli görevlerde bulunan İbn Haldun sosyolojik düşünce ile tarihsel gözlem arasındaki bağı vurgulamış, çağdaş sosyoloji ile ortak yönler içeren birçok düşünce geliştirmiştir. Toplumun bilimsel olarak incelenmesine, deneysel araştırmaya ve toplumsal olguların nedenlerinin araştırılmasına önem vermiştir. Politika ve ekonomi gibi toplumsal kurumlar ve ilişkileri üzerinde dururken ilkel ve modern toplumların karşılaştırılması gibi konularla da ilgilenmiştir (Ritzer ve Goodman, 2004: 6). 3

8 Resim 1.1: İbn Haldun ( ) Sosyolojinin öncülerinden birisi olarak kabul edilen Arap düşünür. Medeniyetlerin bulunduğu iklim ve coğrafya ile etkileşimi, toplulukların ortaya çıkmasına yol açan asabiyet duygusu gibi konularda önemli düşünceler geliştirmiştir. Kaynak: ( ) Sosyolojik düşüncenin önemli öncüllerinden birisi olarak kabul edilen İbn Haldun un Mukaddime adlı kitabındaki topluma ilişkin önemli saptamaları okuyabilirsiniz. İbn Haldun un sosyolojik açıdan büyük önem taşıyan ve görüşlerini etrafında geliştirdiği temel kavram asabiyettir. Grup duygusunu ifade eden asabiyet, toplumun bireyleri arasında yardımlaşma ve dayanışma sağlayan ya da direnme ve atılım yapmayı mümkün kılan toplumsal bağlılığı ifade etmektedir (Bozkurt, 2006: 17). Topluluk halinde yaşamın ve medeniyetlerin ortaya çıkışında etkili olan asabiyet birlik ruhuna dayalı kuvveti ifade eder. Dayanışma ve güçlü olmayı kapsar. Her dönem ve toplumda farklı biçimlerde ortaya çıkan asabiyetin ilk kaynağı akrabalık ve soydur (Doğan, 2004: 23). temel katkısı nedir? Sosyolojik düşüncenin öncülerinden İbn-i Haldun un sosyolojiye Modern anlamda sosyolojinin Avrupa daki öncülerinden olan Montesquieu ise iklim, coğrafya, nüfus ve dinin toplumsal yaşama etkileri üzerinde durmuştur (Bozkurt, 2006: 25-26). Toplumsal olanı bilimsel olarak tanıma çabası, toplumsal olayların ardındaki derin nedenleri araştırma düşüncesi Montesquieu nun öncü bir sosyolog olarak görülmesini sağlamıştır (Aron, 1994: 22-23). Resim 1.2: Montesquieu ( ) Fransız düşünür. Toplum, hukuk ve yönetim biçimleri üzerinde durmuştur. Kaynak: ( ) 4

9 SOSYOLOJİNİN ORTAYA ÇIKIŞI Toplumu konu edinen ve dünyanın farklı bölgelerinde geliştirilen çeşitli düşüncelerin varlığına karşın modern anlamda bir bilim dalı olarak sosyoloji, 19. yüzyılda Avrupa daki özgün koşulların ürünü olarak ortaya çıkmıştır. On dokuzuncu yüzyılda endüstri devriminin ortaya çıkması ve siyasal, toplumsal çalkantıların yoğunlaşmasına kadar toplumu doğrudan bir inceleme nesnesi olarak görmek yaygınlaşmamıştır. Bilim olarak sosyolojinin kökenleri Aydınlanma ve Devrimler Çağı na dayanmaktadır. 17. yüzyıldaki bilimsel keşiflerin ardından toplumsal yapıda hızlı değişimler yaşanmaya başlamıştır. 18. yüzyılda ABD, İngiltere ve Fransa da yaşanan devrimler toplumsal yapıyı köklü biçimde dönüşüme uğratmıştır. Artık eski Yunan ya da Roma düşünürlerinin görüşleri yaşanan yeni toplumsal dönüşümlere ve toplumların geleceğine ilişkin sorulara yanıt veremez hale gelmiştir. Bilimsel yöntemle yeni yanıtların aranması süreci sosyolojiyi ortaya çıkarmıştır. Söz konusu devrimlerin neden olduğu altüst edici değişmelerle geleneksel yaşam biçimlerinin çözülmesi, düşünürleri doğal ve toplumsal yaşama ilişkin yeni anlayışlar geliştirmeye yöneltmiştir. Aydınlanma çağının bilimsel yönteme verdiği öneme paralel olarak bilimsel yöntemlerle toplumsal olguların da incelenebileceği düşüncesi ağırlık kazanmaya başlamıştır (Marshall, 1999: 681; Kornblum, 2008: 7; Giddens, 2008: 44). Sosyoloji, yükselen endüstri devrimi ile sarsılan toplumsal düzenin var olduğu, yönetimlere karşı, Amerikan ve Fransız Devrimi, şiddetli isyanlar gibi toplumsal hareketlerin yaşandığı bir kargaşa döneminde ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda coğrafi keşifler yoluyla ötekilerin farklı yaşamları da keşfedilmiştir. Kilise otoritesinin zayıfladığı bu süreçte, sanayiciler, iş adamları gibi aristokratlara meydan okuyan yeni toplumsal sınıflar ortaya çıkmıştır. Toplumsal yapının dramatik biçimde değiştiği, köklü dönüşümlerin yaşandığı bu kargaşa döneminde meydana gelen değişimleri anlayabilmek ve baş edebilmek için yeni arayışlar söz konusu olmuş, toplumun sistematik analizi ile bilimsel yöntemin kabulü sosyoloji biliminin doğuşuna yol açmıştır. Henri Saint-Simon ( ) ve Auguste Comte ( ) sosyoloji biliminin öncüleri olmuşlardır (Tischler, 2007: 12). Sosyoloji kavramı ilk olarak Auguste Comte tarafından 1838 yılında kullanılmıştır (Jenkins, 2010: 14). Saint-Simon sosyolojiden insanın bilimi ve sosyal fizik diye bahsederken, Comte, Saint-Simon un sosyal fizik olarak adlandırdığı bu alana sosyoloji adını vermiştir (Meriç, 1993: 20-21). Sosyoloji Latince üye, arkadaş, dost anlamındaki socius ile Yunanca bilim anlamındaki logy sözcüklerinden türetilmiştir (Marshall, 1999: 680). Societe (toplum) kelimesi 12. yüzyılda Fransızca ya girmiş, bu sözcük ilerleyen dönemde İngilizceye Fransızcadan alınmış ancak 16. Yüzyılda social (toplumsal) anlamını taşıyan bir olgudan söz edilebilmiştir (Doğan, 2004). BİR SOSYAL BİLİM OLARAK SOSYOLOJİ Bilim, genel yasaların işleyişini gösteren sistemli bir biçimde düzenlenmiş bilgi bütünüdür. Sosyal bilimler ise toplumu ve insan ilişkilerini inceler. Bunun yanısıra insan davranışını konu edinen çalışmalarda bilimsel yöntemleri uygulayan bütün disiplinleri kapsar. Doğa bilimlerinin ardından 19.yüzyılda gelişen ve her biri özgün alanına sahip olan sosyal bilimler arasında ekonomi, antropoloji, siyasal bilimler, sosyoloji vb. sayılabilir (Tischler, 2007: 9; Andersen ve Taylor, 2010: 4; Marshall, 1999: 675). Genel olarak sosyoloji, toplumu inceleyen bilim dalı olarak tanımlansa da bu tanım birçok açıdan yetersiz kalmaktadır. Bütün tanımlama girişimlerinin ortak noktaları göz önüne alınarak sosyoloji; toplumu, grupları, toplumsal ilişkileri ve kurumları sistematik olarak inceleyen bilim dalı olarak tanımlanabilir (Giddens, 1996 aktaran Bozkurt, 2006: 2). Bir disiplin olarak sosyoloji, disiplin edilmiş bir toplum anlayışı ve onu yeniden üreten ve değiştiren toplumsal süreçleri ifade eder. Sosyoloji, toplum ve toplumun bireyler ile gruplara olan etkileri üzerine bilimsel düşünme yöntemidir, geliştirilmiş olan kuramsal çalışmalarla birlikte, gözlem, anlamlandırma ve mantığa dayalı analizler kullanılır aynı zamanda doğal bilimlerin genel yöntemleri ile araştırmalar yapılır. Gözlem, deney, genelleme ve doğrulama ile inşa edilen bilimsel bilgi bütününün ortaya çıkarıldığı bu süreçte bilimsel yöntem toplumsal olguların anlaşılmasında kullanılır (Tischler, 2007: 8; Andersen ve Taylor, 2010:4; Bilton vd. 2008: 440). Sosyoloji konusu ve problem alanından dolayı sosyal bilimler kategorisinde yer alan bir bilim dalıdır. Sosyolojinin ana konusu olan toplumun ve toplumsal olguların çok boyutlu olması ve diğer sosyal 5

10 bilimlerin de ilgi alanına girmesi nedeniyle diğer sosyal bilimlerin sosyoloji ile ilişkilerinin bilinmesi bir sosyal bilim olarak sosyolojinin yerinin daha iyi kavranmasını sağlayacaktır (Doğan, 2004: 15; Tischler, 2007: 9-10); Ekonomi: Ekonomi aynı zamanda toplumun bir parçasıdır. Ekonomi; fiyatlar, arz ve talep, enflasyon oranı ile işsizlik ile çalışma gibi konulara sosyoloji ise ekonomik davranışa yol açan toplumsal etkenlere odaklanır. Tarih: Tarih bilimi, zaman içinde neyin, ne zaman ve neden olduğunu anlamaya yöneliktir. Sosyoloji de tarihi olayları toplumsal bağlamları içinde inceler ve nedenlerini ortaya çıkarmayı ve daha önemlisi toplumsal açıdan önemini belirlemeyi amaçlar. Tarihçiler, Fransız devrimi ya da kölelik gibi tekil olaylarla ilgilenirken sosyologlar devrimler ve kölelik süreçlerinde yer alan etkenler gibi konulara odaklanırlar. Siyasal Bilimler: Politik kuramlar, yönetimlerin işleyişi ve politik davranışı inceler; sosyoloji ile örtüşen konular üzerinde çalışır. Sosyolojinin farkı, öncelikle politik sistemlerin kurumlara olan etkilerine odaklanmasıdır. İki disiplin de oy verme davranışı, siyasal hareketlere katılım gibi ortak konulara odaklanır. Sosyal Hizmet: Bu alandaki birçok kuram ve araştırma yöntemi sosyolojiden ve psikoloji temellidir ancak sosyal hizmet daha geniş düzeyde uygulamaya ve sorun çözmeye dönüktür. Sosyoloji ve sosyal hizmet sıklıkla karıştırılan iki alandır. Kültürel Antropoloji: Sosyoloji ile en yakın ilişkisi olan sosyal bilim kültürel antropolojidir. Söz konusu alanlarda ortak birçok kuram ve kavram yer alır. Kültürel antropolojide, araştırmacının içine girerek uzun süre gözlemde bulunabildiği küçük ve endüstri öncesi toplumlarla onların kültürlerinin içeriği, sosyolojide ise modern ve endüstriyel toplumların kültürü, bu kültürlerdeki kurum ve gruplar ile işlevleri önem taşır. Psikoloji: Bireysel davranış ve zihinsel süreçler psikolojinin konularındandır. Psikoloji, güdüleri algılama, biliş, yaratıcılık, zihinsel bozukluklar ve kişilik gibi olguları inceler, diğer sosyal bilimlerden daha yoğun biçimde laboratuar deneyleri kullanılır. Psikoloji ve sosyoloji bir alt alanda örtüşür, bu alan, insan davranışlarının çeşitli toplumsal bağlamlardan nasıl etkilendiğini ve biçimlendirildiğini inceleyen sosyal psikolojidir. İlk dönem sosyologlarından Durkheim sosyoloji ile psikoloji alanlarına giren olguların arasında kesin bir farklılık olduğunu düşünürken günümüzde sosyal bilimciler sosyoloji ile psikoloji arasındaki ayrıma farklı yaklaşmaktadırlar. Sosyoloji ve psikoloji arasındaki temel farklılaşma odak noktalarının farklı oluşu yönündedir. Sosyoloji ile psikoloji arasında yer alan sosyal psikoloji ise toplum içindeki bireyi konu edinir (Bozkurt, 2006: 19). SOSYOLOJİK ÇÖZÜMLEME Sosyoloji öz olarak toplumsal etkileşimin ve insan topluluklarının bilimsel olarak araştırılmasını ifade eder. Sosyolojide temel amaç toplumsal kurumları anlamak ve toplumdaki tekrarlayan özellikleri incelemektir. Sosyoloji, diğer sosyal bilimlerden farklı bir perspektifle çeşitli toplumsal olguları konu edinerek toplumu kendine özgü çözümlemelerle ele alır. Toplumsal varoluşun her bir detayı sosyolojik düşüncenin besin kaynağıdır ve sosyolojik analizin ilgi alanına girer (Tischler, 2007: 4-6). Sosyolojinin ana konusu olarak görülen toplum da günümüzde aileden uluslararası örgütlere uzanan bir perspektif ile geniş bir bağlamda kullanılmaktadır (Bozkurt, 2006: 9). Toplumsal yaşam bir bulmaca gibidir ve sosyologlar toplumu anlamak için çalışırlar. Gerçekte herkes bir toplumda yaşamaktadır ve toplumsal yaşamı, başkalarıyla ilişki kurmayı başarmaktadır. Toplumsal etkileşimi nasıl gerçekleştireceğini herkes bilir ve uygular ancak bu durum sosyolojiye olan gereksinimi geçersiz kılmaz. Çünkü sosyoloji sadece akademik bilgi üretmekle sınırlı değildir. Toplumsal değişimi anlamak ve çözümleyebilmek kuşkusuz daha iyi bir toplum kurmayı da mümkün kılacaktır. Sosyolojik perspektif için gerekli temel kavramsallaştırmalar aşağıdaki gibi sıralanabilir (Bilton vd.,2008: 5; Andersen ve Taylor, 2010: 19); 6

11 Toplumsal yapı: Birlikte toplumu oluşturan toplumsal kurumlar ve toplumsal ilişkiler bütünü. Toplumsal kurumlar: Aile, din, ekonomi, evlilik, yönetim gibi belirli ve kabul edilmiş amaçlara dönük kurulu ve organize toplumsal davranış sistemleri. Toplumsal değişme: Toplumsal yapıda, kurumlarda ve ilişkilerde yaşanan dönüşümler. Toplumsal etkileşim: İki ya da daha fazla insan arasındaki anlam atfedilen davranışlarla ortaya çıkan süreç. Sosyolojinin diğer bir önemli kavramı ise toplumsal davranış ya da toplumsal eylemdir. Toplumsal eylem başkalarının davranışları dikkate alınarak gerçekleştirilen davranışlardır. Weber, sosyolojiyi toplumsal eylemi yorumlayarak anlamaya çalışan bir bilim olarak tanımlamıştır (Bozkurt, 2006: 9). Tarihteki toplumsal güçler; savaş, ekonomik bunalım, nüfus artışı, üretim ve tüketim değişiklikleri vb. bireylerin yeni biçimlerde davranmalarına yol açar. Bu etkiye karşılık bireylerin yeni yaşam biçimleri ve davranışları da toplumsal güçlere dönüşür ve tarihi biçimlendirir (Kornblum, 2008: 3). Sosyolojinin konusu toplumsal olandır. Weber e göre iki bisikletlinin birbirine çarpması olağan bir olay iken çarpmamak için birbirlerine yol verme girişimleri ya da çarpmanın ardından kavga, uzlaşma gibi davranışları birer toplumsal davranıştır (Bozkurt, 2006: 10). Sosyolojinin temel amacı, bireylere toplumsal yaşama nasıl katılacakları aynı zamanda bir adım geri çekilerek ne olup bittiğine ilişkin nasıl çözümleme yapacakları konusunda yardım etmektir. Bu yetenek sosyolojik imgelemdir. Sosyolojik imgelem kavramını ortaya atan C.Wright Mills e göre bireyler yaşadıkları olayları kişisel başarı ya da başarısızlıklarıyla açıklamaya eğilimlidirler, bireysel biyografileri ile insanlık tarihi arasındaki bağlantıyı göz ardı ederler. Ancak bireylerin yaşamları ve toplumun tarihi birbirlerine olan etkileri dikkate alınmadan anlaşılamaz (Kornblum, 2008: 3). Mills (1959), toplumsal olayların algılanması ve yorumlanmasına ilişkin farklı düzeyler tanımlamış, sosyolojik imajinasyon kavramını kullanmıştır. Sosyolojik imajinasyon, bireysel deneyimlerle, davranışları biçimlendiren daha geniş toplumdaki güçler arasındaki ilişkiye atıfta bulunur. Sosyolojik imajinasyon, insan davranışlarının tamamındaki unsurlara, aralarındaki görünmeyen bağlantılara ve bireyler arasındaki ilişkilere odaklanır. Araba yarışları ya da futbol maçlarındaki kalabalıkların davranışları, popüler müzik ve giyim tarzlarındaki değişimler, evliliğin değişen özellikleri, değişik yaşam tarzlarının ortaya çıkışı ve zamanla kaybolması, siyasal hareketler, dini gruplar, gelir dağılımı, kaynaklara ve hizmetlere ulaşma vb. incelenen konulardandır (Tischler, 2007: 6). Sosyolojik imgelem olgulara gündelik yaşamın sıradanlığından uzak farklı bir bakışla düşünmeyi gerektirir. Örneğin sıradan bir kahve içme olayını ele alacak olursak, sosyolojik açıdan olayın sadece kahve içmek olmadığını söylemek gerekecektir. Kahve toplumsal etkinliklerimizin bir parçası olarak simgesel anlamlar taşır, kahve içmenin törensel yönü kahvenin kendisinden daha önemlidir. Bir Batılı için kahve içmek güne başlamak anlamına gelmektedir. Gün içinde başkalarıyla bir araya gelinerek kahve içilir, kahve içmekten çok bir araya gelmek ve sohbet etmek önem kazanır (Giddens, 2008: 38-39). Bizim kültürümüzde sık kullanılan gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül muhabbet ister kahve bahane deyimi ise olayın toplumsal ve simgesel boyutunu ifade etmektedir. Sosyolojik analizin makro, mezzo ve mikro olmak üzere üç düzeyi olduğu söylenebilir. Bu düzeyleri ve bu düzeylerde konu edinilen davranışlar ile araştırma soruları Şekil 1 deki gibi ifade edilebilir (Kornblum, 2008: 6); 7

12 Çözümleme Düzeyi Makro Mezzo Mikro Üzerinde Çalışılan Toplumsal Davranışlar Devrimler, Kıtalararası Göç, Yeni Kurumların Ortaya Çıkışı Bürokrasideki ilişkiler, toplumsal hareketler, topluluklardaki katılım, örgütler, cemaatler Küçük gruplardaki etkileşimler, kendilik algısı, roller Araştırma Soruları Bütün olarak toplumlar ve kurumlar nasıl değişir? Bürokrasi kişiliği nasıl etkiler, toplumsal hareketler aynı aşamalardan mı geçer? Gruplardaki roller nasıl ortaya çıkarlar ve üstlenilirler? Grupların yapısı nasıl inşa edilir? Resim 1.3: C.Wright Mills ( ) Kaynak: ( ) C.Wright Mills ( ), sosyolojik perspektiften ilk söz eden kişidir. Klasik kitabı Sosyolojik İmajinasyon da sosyolojinin görevinin bireyler ve yaşadıkları toplum arasındaki ilişkiyi anlamak olduğunu ifade etmiştir. Sosyolojik imgelemi, grupların üyesi olan bireyleri olduğu kadar bireyleri etkileyen toplumsal unsurları da görebilme becerisi biçiminde tanımlamıştır (Andersen ve Taylor, 2010:5). Sosyolojik bakış açısı toplumsal hayat hakkında eleştirel düşünebilmeyi sağlarken toplumsal ilişkiler hakkındaki farkındalığı da artırır (Bozkurt, 2006: 17). Sosyolojik imgelem ise bireyin geniş tarih sahnesini kendi içsel yaşamı açısından anlamasını sağlar. Sosyolojik imgelem, tarih ve biyografi ile ikisi arasında bulunan toplumsal bağlamdaki ilişkileri kavrayabilmeyi sağlar. Bu onun görevi ve vaadidir. Bu görevi tanımlamak ve bu vaat klasik toplumsal analizcilerin ayırt edici özelliğidir; Herbert Spencer ın abartılı, kapsamlı, fazla cümlelere boğulmuş karakteridir, Comte ve Durkheim ın karmaşık ve incelikli, Marx ın entelektüel mükemmelliği ve Max Weber deki derinlik ve berraklıktır. Sosyolojinin bilimsel olarak inceleme alanına giren konuları ya da başka bir ifade ile sosyolojik çözümlemenin alanlarını şöyle sıralayabiliriz; Toplumsal örgütler: Kurumlar, toplumsal gruplar, tabakalaşma, toplumsal hareketlilik, bürokrasi, etnik gruplar ve ilişkileri vb, eğitim, din, politika, ekonomi. Sosyal psikoloji: Grup yaşamının ürünü olarak insan doğasının araştırılması, toplumsal tutumlar, kolektif davranış, kişilik. Toplumsal değişme ve düzensizlikler. Ekoloji. Nüfus ve demografi. Toplumsal teori ve grup teorisi. 8

13 Sosyolojinin alt dalları ise şöyle sıralanabilir; Ahlâk Sosyolojisi, Beden Sosyolojisi, Bilgi Sosyolojisi, Çalışma Sosyolojisi, Çevre Sosyolojisi, Din Sosyolojisi, Eğitim Sosyolojisi, Göç Sosyolojisi, Kent Sosyolojisi, Kurumlar Sosyolojisi, Sağlık Sosyolojisi, Siyaset Sosyolojisi, Tarih Sosyolojisi, Uluslararası İlişkiler Sosyolojisi. Uygulamalı Sosyoloji ise günlük yaşamın sorunlarına sosyolojik araştırma bulgularının kullanılmasını ifade eder, kriminoloji, sosyal çalışma, eğitim, endüstriyel ilişkiler, etnik ilişkiler, aile danışmanlığı bu kapsamda yer alır. nedir? Sosyolojinin diğer sosyal bilimlerle ilişkisinin temelinde yer alan olgu SOSYOLOJİNİN GELİŞİMİ VE KURAMSAL YAKLAŞIMLAR Sosyolojinin tarihsel olarak gelişimini ve sürmekte olan dönüşümünü, modern dünyayı yaratan değişimleri inceleyerek anlayabiliriz. Sosyoloji bir sosyal bilimdir ve odaklandığı temel alan geçtiğimiz iki-üç yüzyılda endüstri devrimine dayalı dönüşümlerin ürünü olan toplumsal kurumlardır. Sosyolojinin gelişiminde rol oynayan büyük dönüşümler arasında Fransız devrimi gibi siyasal devrimler, endüstri devrimi ve kapitalizmin yükselişi, sosyalizmin yükselişi, kentleşme, bilimin gelişimi sayılabilir (Ritzer ve Goodman, 2004:3; Giddens, 2010: 10-11). Bütün bu dönüşümler sosyolojiyi biçimlendirmiştir. Genel anlamda üç temel sosyolojik perspektif söz konusudur (Marshall, 1999: ); Birey ya da grupların üzerinde etkili olan ve bağımsız bir varlığa sahip olan toplumsal ilişki örüntülerinin yani toplumsal yapıyı savunan yaklaşım. Örneğin çekirdek ailede ki anne, baba, çocuk vb. konumlar, bireylerden bağımsız olarak vardır ve kuşaktan kuşağa varlığını sürdürür. Bu yaklaşımın iki önemli versiyonu Marksizm ve Parsoncu yapısal-işlevseciliktir. İkinci perspektifte sosyolojinin asıl nesnesi olarak Durkheim la birlikte kolektif temsiller görülür. Paradigma dilin kendisidir. Modern yapısalcı ve postmodernist çalışmaların büyük kısmı bu perspektiften kaynaklanmaktadır. Üçüncü perspektif, sosyolojik ilginin asıl nesnesinin, Weber in tasarladığı çerçevede anlamlı toplumsal eylem olduğunu savunmuştur. Toplum diye bir şey yoktur fakat birbirleri ile sosyal ilişkiler kuran bireyler ve gruplar vardır. Sosyoloji alanında geliştirilen farklı kuramsal yaklaşımlar toplumun doğasına ilişkin farklı varsayımlar ve bakış açıları sağlamaktadır. Bu yaklaşımlar çeşitli açılardan farklı biçimlerde sınıflandırılabilir. Topluma ve toplumsal konulara bakış açılarına göre sınıflandırma yapıldığında makro ve mikro sosyolojik yaklaşımlardan söz edilebilir. Makrososyoloji alanındaki yaklaşımlar toplumu bir bütün olarak anlamaya çalışırken yüz yüze toplumsal etkileşime odaklanan yaklaşımlar ise mikrososyoloji alanında yer alır. Sosyolojideki farklı kuramsal yaklaşımların kaynaklandığı üç büyük gelenekten söz edilebilir; işlevselcilik, çatışma kuramı ve sembolik etkileşim. Tarihsel bir gelişim çizgisi temelinde düşünüldüğünde ise sosyoloji kuramları, klasik sosyoloji kuramı, modern sosyoloji kuramı, yakın zamandaki bütünleştirici yaklaşımlar, modernden postmoderne sosyoloji kuramı olarak sınıflandırılabilir (Andersen ve Taylor, 2010: 18; Ritzer ve Goodman, 2004: 3). Bu bölümde sosyolojik yaklaşımları sosyoloji biliminin gelişim sürecine paralel olarak ilk dönemler, klasik kuramlar, modern sosyoloji kuramları ve çağdaş sosyoloji biçiminde sınıflandırılarak ele alacağız. İlk Dönemler İlk dönem sosyologları makro sosyolojik kavramlarla ve yaklaşımlarla düşünme eğiliminde olmuşlardır. Bir bütün olarak toplumu ele almışlar ve bireylerin davranışlarını etkileyen toplumsal nitelikleri incelemişlerdir. İlk dönem sosyologlarının sosyoloji alanına günümüzde de geçerli olan önemli etkileri söz konusudur (Kornblum, 2008: 8). İlk dönemin önemli isimlerinden Saint-Simon ( ) endüstri toplumu kavramını ilk ortaya atan düşünürdür. Sosyolojinin kurucusu olarak görülen Saint-Simon, aristokrat bir aileden gelmiş ancak Fransız İhtilalinden sonra bütün varlığını kaybederek farklı sosyal sınıfları deneyimlemek zorunda kalmıştır (Bozkurt, 2006: 29). 9

14 Resim 1.4: Saint-Simon ( ), Cemil Meriç in ilk sosyolog olarak tanımladığı Fransız düşünür. Kaynak: ( ) Saint-Simon ve Comte dönemlerindeki sosyal felsefe alanında deneyselciliğin olmayışını eleştirerek reddetmişlerdir (Tischler, 2007: 12). Bilimsel yöntemin yeni bir insan toplumuna ilişkin bir bilimin inşasında kullanılması gerektiği düşüncesi Auguste Comte ile birlikte yaşama geçirilmiştir (Kornblum, 2008: 7). Comte, Saint-Simon un öğrencisi ve çalışma arkadaşıdır. Ekonomik sorunlar, akademik çevrelerden dışlanması, evlilikle ve sağlıkla ilgili sorunları Comte u inzivaya yöneltmiştir. Bu dönemde temel eseri olan Pozitif Felsefe Kursları nı yazmıştır. Comte temel olarak bütün toplumların endüstrileşmiş Avrupa örneğinde olduğu gibi belirli gelişme aşamalarından geçerek mükemmelleşmeye doğru ilerlediğini savunmuştur (Tischler, 2007: 12). Resim 1.5: Auguste Comte ( ) Sosyolojinin isim babası sayılan Fransız düşünür. Kaynak: ( ) Comte a göre toplumlar için üç hal yasası söz konusudur. Üç hal yasasına göre insanlık birbirini izleyen üç evreden geçer; teolojik, metafizik ve pozitivist çağ. İlkinde insan düşüncesi olguları kendisiyle kıyaslayabileceği çeşitli varlık ya da güçlere mal ederek açıklar, ikinci evrede doğa gibi soyut nesnelere başvurur, üçüncü çağda ise olguları gözlemleyerek ilişkileri belirleyen nedenlerden çok onları yöneten yasaları bulmaya çalışır (Aron, 1994: 62). Comte, sosyolojiyi iki bölümde ele almıştır. Sosyal statik, toplumdaki görece istikrarlı ilişkiler ile sosyal yapıya odaklanırken; sosyal dinamik ise toplumdaki değişmeye odaklanır. Comte un üç hal yasası da toplumdaki değişmeye odaklanmaktadır (Bozkurt, 2006: 30). Comte, sosyoloji için pozitif bir bilimsel anlayışı benimsemişti. Toplumun incelenmesinde fiziksel dünyanın incelemesinde kullanılan aynı kesin bilimsel yöntemin kullanılması gerektiğine inanıyordu (Giddens, 2008: 45). Günümüzde Comte un pozitivizme dayalı görüşleri sosyologlar tarafından fazla 10

15 kabul görmese de Türkiye deki akademik ve yönetici elit tarafından güçlü bir biçimde benimsenen temel düşünce niteliğindedir (Bozkurt, 2006: 32). Comte, sosyologların toplum hakkında bilimsel bilgi geliştirebileceklerine ve toplumun barışçı ve düzenli bir biçimde, iyi yönde evrilmesine rehberlik edebileceklerine inanmıştır. İngiltere de bilinen ilk kadın sosyolog Harriet Martineau ( ), Comte un düşüncelerini paylaşmış ve görüşlerini ülkesine aktarmıştır (Thio, 2007: 9). Sosyolojinin gelişimine erken dönemlerde önemli katkılar sağlayan Martineau aynı zamanda Comte un en önemli eserini İngilizceye çevirmiştir. Sosyolojik çalışmalarda sadece gözlemlerin sunulmasının değil, araştırmaların toplumsal reform sağlamaya dönük olmasının gerekli olduğunu savunmuştur de yayınlanan kitabı Amerika da Toplum; Uygulama ve Kuramı adlı eserinde ABD deki adetleri ve yaşam tarzını hastaneler, hapishaneler, fabrikalar ve ailelerin evlerinde gözlemler yaparak çözümlemiştir. Göç, aile konuları, politika, din gibi konuların yanı sıra Avrupa ve ABD deki toplumsal tabakalaşmayı karşılaştırmıştır (Tischler, 2007: 12-13). Resim 1.6: Harriet Martineau ( ) evlilik, eviçi yaşam, ırk ilişkileri gibi konuları sosyolojik açıdan inceleyen ilk düşünürdür. Kaynak: ( ) İlk dönemin diğer bir özgün düşünürü ise ilk sosyoloji ders kitabı olan Sosyolojinin İlkelerini yazan Herbert Spencer dır. Comte tan farklı olarak Spencer sosyolojinin konusunu daha açık tanımlamıştır (Tischler, 2007: 14). Spencer a göre toplum yaşayan bir organizmaya benzer, parçalarının hepsi birbirine bağlı olan toplumun unsurları, aynı organlar gibi kendi işlevlerini yerine getirir, bütünün varlığını sürdürmesi için özel katkı yapar. Spencer, Darwin in evrim görüşünü toplumsal bağlama uyarlamayı öneren düşünür ve sosyal Darwnizmin savunucusudur. Bu düşünce ırklar arasında farklılıklar bulunduğu düşüncesini güçlendirirken özellikle beyazlar tarafından ırk ayrımcılığını ve ırkçılığı meşru kılmak için kullanmıştır. Spencer in sosyal Darwinizmle olan bağlantısı birçok otorite tarafından sosyolojiye olan katkısının göz ardı edilmesine yol açmıştır (Tischler, 2007: 14). Resim 1.7: Herbert Spencer ( ). Bütün sosyal bilimlerin sentezini geliştirmeye çalışan İngiliz düşünür ve biyoloğu. Darwin den daha önce evrim düşüncesini savunmuş ve insan topluluklarına uyarlamıştır. Kaynak: ( ) 11

16 Toplumu yaşayan bir organizmaya benzeten Spencer a göre aile, din, devlet ve endüstri yaşayan bir organizma olan toplumun organları gibidir. Toplum doğal olarak sağlıklı ve istikrarlı olmaya doğru yönelir bu nedenle kendi başına bırakılırsa problemlerini kendisi çözecektir. Toplumsal sorunlar doğal seçim yoluyla çözülür; zengin, başarılı, güçlü insanlar doğa tarafından seçilmişlerdir, zayıf, başarısız, fakir insanlar da doğa nedeniyle bu haldedirler. Devletlerin yapması gereken ise sorunlara müdahale etmek değil doğal haline bırakmaktır (Thio, 2007: 10). Resim 1.8: Sosyolojinin ABD e gelişimi bağlamında W.E.B. DuBois ( ) önemli bir yere sahiptir. Harvard da doktora unvanı alan ilk Afrikalı-Amerikalı olan Du Bois özellikle Afrikalı-Amerikalıların tarihi ve sosyolojisi üzerine çalışmalar yapmıştır (Tischler, 2007:20). Kaynak: ( ) Klasik Dönem Sosyoloji, alanı 19.yüzyıl boyunca tutarlı bir disiplin olması için biçimlendiren üç önemli otoritenin, Karl Marx, Emile Durkheim ve Max Weber in etkisi altında hızlı bir gelişme göstermiştir (Tischler, 2007: 14). Bu düşünürler klasik düşünürler olarak adlandırılırlar çünkü yaklaşık yüz elli yıl önce sundukları analizler sadece sosyolojide değil başka alanlarda da toplumun anlaşılmasına katkı sağlamaya devam etmektedir (Andersen ve Taylor, 2010: 14). EMILE DURKHEIM: İlk sosyoloji profesörü olan Emile Durkheim gerçek ve bütüncül anlamdaki ilk sosyolojik çalışmayı üretmiştir. Durkheim, bireylerin yaşadıkları sosyal çevrenin ürünü olduklarını ve toplumun, bireyleri mümkün olan her yolla biçimlendirdiğini öne sürmüştür. Durkheim e göre sosyal olaylar bağlamında birey psikolojisini aşan, bireyin dışında olan ve ona baskı yapan olaylar söz konusudur. Toplumsal çevrede var olan farklılıklar toplumsal davranışta da farklılıkların oluşmasına yol açmaktadır. İntihar, işbölümü, dinsel yaşam gibi konularda çalışmalar yapan Durkheim toplumu bir arada tutan güçlere ve bu bağlamda toplumsal yapıların işlevlerine odaklanmıştır. Bu yaklaşım işlevselci yaklaşım olarak adlandırılmakta ve modern toplum araştırmalarında egemen yaklaşım olarak etkisini sürdürmektedir (Meriç, 1993: 123; Tischler, 2007: 15-17). Durkheim ın insan davranışlarını etkileyen toplumsal yapıya ilişkin görüşleri özellikle intihar konusundaki sosyolojik analizi ile dikkat çekmiştir. Durkheim daha önce dikkat çekilmeyen boyutları vurgulamış ve intiharın toplumsal nedenlerine odaklanmıştır. Durkheim a göre üç tür intihar vardır. Bencil intiharlar, bireyin üyesi olduğu tolumsal yapı tarafından korunmamasından kaynaklanır. Özgeci intihar, toplumdan kopma sonucu değil toplumla aşırı özdeşleşme sonucu ortaya çıkar. Anomik intihar ise toplumsal dönüşümler sonucunda bireylerin yaşam biçimleri ve değerlerinin altüst olması ile ortaya çıkar. Durkheim ın intihara ilişkin analizi, yaşanan olayların toplumsal boyutlarına atıfta bulunması nedeniyle sosyolojik düşüncede önemli bir aşama niteliğindedir. Durkheim sosyolojide kullanılan birçok önemli kavram geliştirmiştir. Büyük dönüşümlerin ve alt üst oluşların yaşandığı bir dönemde yazan Durkheim, bireylerin ve grupların arzularının toplumsal dokuyu parçalamasını engelleyen olguyu açıklamak ve toplumların hangi biçimlerde bütünleştiğini incelemek amacıyla toplumsal dayanışma kavramını kullanmıştır. Dayanışma mekanik ve organik olmak üzere iki biçimde var olur. Mekanik dayanışma bireylerin birbirine benzer hayatlar yaşadıkları ve özdeşlik kurdukları geleneksel ya da modern öncesi dönemlerdeki toplumlarda görülmektedir. Kabile, klan ya da 12

17 küçük köylü topluluklarının bir arada kalma nedenleri, hemen hemen herkesin aynı şekilde yaşaması ve çalışmasından kaynaklanmaktadır. Modern toplumlarda ise organik dayanışma ortaya çıkmıştır. Birbirinden çok farklı olan ve farklı işlevleri yerine getiren bireylerin karşılıklı bağımlılıkları ve farklılığa dayalı özdeşleşme söz konusudur. Örneğin bankerler, öğretmenler, mühendisler, tesisatçılar gibi farklı işlerde çalışan birçok insan farklı inanç, değerler ve geleneklere sahip olsa da organik dayanışma içinde olur ((Bilton vd.,2008: 5-6; Thio, 2007: 14-15). Durkheim ın geliştirdiği bir diğer önemli kavram ise anomidir. Normsuzluk durumunu tanımlayan anominin, kolektif kimliğin ve ortak çıkarlar ile değerlere ilişkin algının gerilediği, gelişmiş ve işbölümüne dayalı toplumlarda bireyciliğin artmasıyla birlikte ortaya çıkma olasılığı daha yüksektir (Bilton vd.,2008: 6). Resim 1.9: Emile Durkheim,( ), Fransız sosyolog. Kaynak: ( ). Modern sosyolojinin babası olarak görülmektedir, ilk sosyoloji profesörüdür. Sistemli bilimsel yöntemleri sosyolojiye ilk olarak uygulayan Durkheim olmuştur. İntihar konusundaki görüşlerini planlı bir araştırma yöntemi ile sistemli gözlemin yanı sıra bütün Avrupa dan derlediği istatistikî verilere dayandırarak formüle etmiştir. Sosyologların toplumsal olgulara şeyler olarak bakması gerektiğini, subjektif deneyimlerin sosyolojinin ilgi alanında yeri olmadığını savunmuştur (Thio, 2007: 11). KARL MARX: Sosyolojiye büyük etkisi olan ikinci klasik sosyolog Karl Marx tır. Toplumsal değişmeye ilişkin kuramında ekonomiye öncelik vermiştir. Marx a göre üretim araçları ve üretim ilişkilerinin oluşturduğu alt yapı; kültür, dil, din devlet, örf gibi unsurlardan oluşan üst yapıyı belirlemektedir. Başka bir deyişle bireylerin bilinçlerini maddi yaşamları belirlemektedir (Bozkurt, 2006: 37) Üretim biçimi kavramını geliştiren Marx, görüşlerinin merkezine sınıf analizini koymuştur. Güç toplumdaki sınıflar arasında eşitsiz biçimde dağılmaktadır ve ekonomik güç diğer güçlerin de temelidir. Marx ın geliştirdiği diğer bir önemli kavram ise yabancılaşmadır. İşçilerin, emeklerinin ürünlerinden, birbirlerinden ve diğer sınıflardan uzaklaştırılmasını ifade eder. Sosyologlar yabancılaşmayı ekonomik bağlamın ötesinde daha geniş bir kapsamda kullanmışlardır (Bilton vd.,2008: 10). Marx toplumsal değişme kuramını, bütün toplumların onları ileriye doğru sevk eden temel çıkar çatışmasına sahip olduğu düşüncesine dayandırmıştır. Ona göre sınıf çatışmaları var olan toplumsal ilişkilerin devrimsel dönüşümü ile çözülebilecektir. Endüstri Devrimini sınıf çatışmaları biçimlendirmiştir; kapitalist toplumlar, sınıflar arasındaki derin bölünmeler nedeniyle daha çok ve büyüyen çatışmalar üretir (Giddens ve Sutton, 2010: 17; Tischler, 2007: 14). Marx a göre bütün insanlık tarihi sınıf çatışmalarının tarihinden ibarettir. Çatışma temel olarak, üretim araçlarına sahip olan ve kontrol eden burjuva-kapitalistler ile işçi kitlelerinden oluşan proletarya arasındadır, ezilen ile ezen arasında. Kapitalistler, zenginliğin, gücün ve düşüncelerin toplumda dağılımını belirler ve kontrol ederler. Zengin, kapitalist, gücünü sadece ekonomiyi kontrol etmekten değil aynı zamanda siyasi, eğitim ve dini kurumların kontrolünden de alır. Böylece üretilen ortak inanışlar işçilerin bulundukları konumları kabullenmelerine yol açar. Marx zamanla kapitalist toplumda iki geniş sınıfa ayrılacağını öngörmüştür; kapitalistler ve artan düzeyde fakirleşen işçiler. Günümüzde birçok kapitalist toplumda bu öngörünün aksine işçi sınıfının kapitalist sistemden yararlanmasını sağlayan mekanizmalar geliştirilmiştir (Tischler, 2007: 15). 13

18 Resim 1.10: Karl Marx , Alman sosyolog, düşünür. Bütün insanlık tarihinin sınıf çatışmaları tarihinden ibaret olduğunu savunmuştur. Ona göre yapılması gereken, filozoflar gibi dünyayı anlamaya çalışmak değil dünyayı değiştirmeye çalışmaktır. Kaynak: ( ) Farklı bir evrim anlayışına sahip olan Marx a göre, toplumsal evrimci Spencer ın ileri sürdüğü istikrarlı ve karşılıklı bağımlı parçaların bütünü niteliğindeki toplum bir mittir. Esas olan çatışma ve rekabettir. Güçlü ile zayıf arasındaki farklılık doğal seçim değil ekonomik sistem tarafından üretilmektedir. İnsanlar toplumu evrilmeye terk etmemeli, onu değiştirmeye çalışmadır. Marx ve Spencer, Comte gibi toplum konusunda bilimin değerini kabul etmiş ancak bilimsel yöntemlerle çalışmamışlardır (Thio, 2007: 10-11). MAX WEBER: Üçüncü klasik sosyolog Max Weber in sosyoloji alanındaki etkisi farklı biçimlerde günümüzde de devam etmektedir. Weber in en önemli katkısı, modern öncesinden modern toplumlara geçiş sürecine ilişkin açıklamalarıdır. O na göre, bu süreçte rasyonel düşünce ve örgütlenme biçimleri daha çok belirginleşmiştir. Weber toplumsal eylemin öznel boyutunu, toplumsal aktörlerin motivasyonlarının önemini vurgulamıştır (Bilton vd., 2008: 12). Weber e göre Rasyonalite, amaçları başarmak için en etkili biçimde kullanılacak araçları hesaplama meşguliyetidir ve modernizmin vebası olan azgın rasyonelleşmenin çaresi yoktur. Rasyonalizasyonun sadece Batı da ortaya çıkmasının nedeni ise diğer kültürlerdeki dini öğretiler ve entelektüel yönelimlerdir (Bilton vd., 2008: ). Weber e göre toplumsal davranış türleri de rasyonelite ile yakından ilişkilidir. Toplumsal davranış türleri dört sınıfta ifade edilebilir (Bozkurt, 2006: 10-11); Amaçla ilişkili rasyonel davranış: Bireyin belirlediği amaca ulaşmak için dış dünyadaki nesnelerin ve insanların davranışlarını, beklentilerini araç olarak kullanması, koşulları değerlendirmesi. Değerle ilişkili rasyonel davranış: Bireyin, ahlaki, estetik ya da dini açıdan değer taşıdığını düşündüğü için bir davranışta bulunması. Duygusal davranış: Anlık duygusal tutumlar ve heyecanlar ile sergilenen davranışlar. Geleneksel davranış: Bireyin davranışlarını yerleşik alışkanlıklara göre düzenlemesi. Weber in sosyolojiye yaptığı önemli katkılardan biri de egemenlik türleri sınıflandırmasıdır. Weber e göre, akılcı, geleneksel ve karizmatik olmak üzere üç egemenlik türü söz konusudur (Aron, 1994: 385); Vergi memuruna itaat konusunda olduğu gibi, akılcı egemenlik uygular (Bu itaat bireylere değil meşru emirlere, yorumcularına ve uygulayıcılarınadır. Geleneksel egemenlik ise modern toplumlarda çok az görülmektedir. Geleneksel egemenlik sahibi olan bir kralın meşruluğu uzun bir geçmişe dayanır. Günümüzdeki krallıklar daha çok semboliktir. Karizmatik liderlikte ise, Lenin, Hitler ya da De Gaulle örneklerinde olduğu gibi, önder olağanüstüdür, onlara gösterilen bağlılık da öyledir. 14

19 Resim 1.11: Karl Emil Maximilian "Max" Weber ( ), Kaynak: ( ) Alman sosyolog. Modern sosyolojinin kurucularından. Metodolojik antipozitivizm, sosyolojiyi deneysel olmayan bir alan olarak görmüştür. Weber, sosyologların insanların ne yaptığının, gözlemlenebilenin ötesine gitmesi gerektiğini savunmuş, ayrıca insanların davranışları hakkında ne düşündüklerinin, ne hissettiklerinin de keşfedilmesi gerektiğini öne sürmüştür. O na göre, sosyolog kendisini zihinsel olarak araştırdığı, gözlemlediği insanların yerine koymalı, yorumlayıcı bir anlayış geliştirmelidir (Thio, 2007:10-11). Weber in çalışmalarında Marx ın görüşlerinin eleştirisi yoğunlukla yer almıştır. Marx, entelektüellerin insanlara ne yapmaları gerektiğini de söylemeleri gerektiğini düşünürken Weber, yapılması gerekenin gerçeğin araştırılması ve açıklanması olduğuna inanmıştır. Marx, üretim araçlarının kontrolünün zenginlik, güç ve düşüncelerin kontrolünü getirdiğini varsayarken Weber ekonomik kontrolün her zaman saygınlık ve güç gerektirmediğini öne sürmüştür. Buna göre, çevreyi kirleten kimyasal ürünleri üreten bir fabrikanın sahibi toplumda çok az saygınlık görecektir. Marx üretimin kontrolünün kaçınılmaz olarak ideolojilerin kontrolünü getireceğini savunurken Weber ideolojilerin de ekonomik sistemleri etkileyebileceğini savunmuştur. Marx, dini halkların afyonu olarak adlandırırken ideoloji yaratma ve bunun kitlelerin sömürüsü için kullanılabilme potansiyeline de göndermede bulunan Weber aynı zamanda dinin bir inanç sistemi olarak yeni ekonomik koşullar ve kurumlar ortaya çıkarabileceğini göstermiş, Protestan ahlakı olarak adlandırdığı olgunun rasyonel, disiplinli ve çok çalışma yoluyla ekonomik başarıya yol açması sürecini vurgulamıştır. Marx kapitalizmi yabancılaşma, sömürü ve kontrolün kaynağı; sosyalizm ile komünizmi ise sömürüyü sonlandıracak bir yapı olarak görürken Weber bürokrasinin sosyalist ya da kapitalist toplumların hepsini karakterize edebileceğini savunmuştur (Tischler, 2007: 18). Bu üç klasik sosyoloji kuramcısında görüldüğü üzere Avrupa da sosyolojinin ilk gelişim sürecinde geniş ölçekli, kapsamlı kuramlar geliştirilirken ABD de daha pragmatik bir yol izlenmiş, sınırlı ve belirli sorunlara odaklanarak çözümler geliştirmeye çalışılmıştır. ABD de sosyolojinin kurucularından olan Jane Addams ( ), Chicago da toplumsal problemlere çözümler üretmek üzere kurduğu bir merkezde bilimsel yöntemlerle araştırmalar yapmış ve üretilen çözümlerle kamuoyu oluşturmaya çalışmıştır. Çabaları hükümetler üzerinde de etkili olan ve birçok sorunun çözümünde önemli rol oynayan Addams 1931 de Nobel ödülü almıştır Nobel ödülü alan tek sosyolog unvanını taşımaktadır (Thio, 2007: 12). 15

20 Resim 1.12: Jane Addams, Nobel ödülü kazanan tek sosyolog, ABD de sosyolojinin kurucularından birisi olarak kabul edilmektedir. Kaynak: ( ) Resim 1.13: Prens Sabahattin ( ), ( ) Türkiye de sosyolojik düşüncenin geçmişi Tanzimat Dönemi ne kadar gitmektedir. Ali Suavi, Münif Paşa, Şinasi, Ahmet Cevdet Paşa ve Prens Sabahattin gibi Osmanlı aydınları yaşanılan sorunların kaynağını toplumsal kurumlardaki bozulmalarla ilişkili olarak değerlendirmiştir. Batıdaki örnekleri takip eden bu aydınlar, Durkheim dan önemli ölçüde etkilenmiş, Ahmet Cevdet Paşa İbn Haldun un görüşlerini temel almıştır. Türkiye de sosyoloji denilince ilk akla gelen isim Ziya Gökalp tir. Durkheim cı geleneğin etkisinde olan Ziya Gökalp Türkçülük akımının da düşünsel temellerini geliştirmiştir (Doğan, 2004: 38-39). adresinde Türk sosyologları ile ilgili daha geniş bilgi bulabilirsiniz. Modern Sosyoloji İlk dönem sosyologlarının sosyolojinin kurucuları olarak atmış oldukları kuramsal temeller üzerinde modern sosyoloji kuramları geliştirilmiştir. İşlevselcilik-Yapısalcılık, Çatışma Kuramı ve Etkileşimcilik modern sosyoloji kuramları olarak günümüze kadar etkisini sürdürmüştür. Sosyolojideki kuramsal yaklaşımlar İşlevselcilik, Çatışma Kuramı ve Sembolik Etkileşim kuramından ibaret değildir ancak toplum önemli bir zaman diliminde söz konusu kuramlar esas alınarak açıklanmaya çalışılmıştır (Andersen ve Taylor, 2010: 21). Comte, Spencer ve Durkheim ın görüşlerine dayanan Yapısal-İşlevselci Kuram, toplumsal yapıya odaklanır ve toplumu bir bütün olarak ele alır. Buna karşın Marx ın görüşlerine dayanan Çatışma Kuramı, toplumsal davranışın birbiriyle yarışan gruplar arasındaki gerilim ve çatışmalar 16

21 bağlamında anlaşılabileceğini savunur. C.H.Cooley, W.I.Thomas ve G. H. Mead tarafından geliştirilen Sembolik Etkileşimcilik ise bireyler arasındaki etkileşime odaklanır (Bozkurt, 2006: 41-48). İşlevselcilik: İşlevselcilik Yaklaşımının kökenleri Durkheim ın çalışmalarına dayanmaktadır. Yapısal işlevselcilik olarak da adlandırılan bu yaklaşım Durkheim ın yanı sıra Spencer, Parsons ve Merton gibi otoritelerin görüşleri çerçevesinde geliştirilmiştir. Bu yaklaşıma göre, toplum tıpkı biyolojik bir organizma gibi normal koşullarda denge konumunda ve istikrar içinde bulunur. Toplumun çoğu üyesi değerler sistemini paylaşır. Toplum, bütünün işleyişine katkı sağlayan farklı parçalardan oluşur. İşlevselcilik, toplumun her bir parçasını, bütünün istikrar içinde olmasına yaptığı katkı ile yorumlar. Durkheim toplumu, onu bir araya getiren unsurların toplamından daha fazlası biçiminde kavramsallaştırır. Toplumu oluşturan her bir parça toplum için işlevseldir ve birbirine bağımlıdır. Her bir parça farklı gereksinimleri karşılamak üzere organize olur ve toplumun biçimlendirilmesinde belirli etkileri söz konusudur (Andersen ve Taylor, 2010: 18-19; Tischler, 2007: 21). Yaklaşıma göre aile, okul, devlet, ekonomi, birbirine bağımlıdır. Aile çocukların eğitimi için okula, okul eğitimin finansmanı için aile ve devlete, devlet ise aile ve okula, uyumlu yurttaşlar yetiştirmesi için bağımlıdır (Thio, 2007: 14). İşlevselcilik toplumsal istikrar ve paylaşılan değerlere odaklanarak toplumdaki uzlaşma ile düzeni vurgular. Bu bakış açısına göre sapma davranışı gibi sistemdeki düzensizlikler toplumsal değişmeye yol açar. Çünkü toplumsal unsurlar istikrarı sağlamak için dengelenmek, ayarlanmak zorundadır. Toplumu bir arada tutan şeyin toplumsal uzlaşma olduğu savunulur. Uzlaşma, toplumun üyelerinin çoğunun herkes için neyin iyi olduğu konusunda görüş birliğinde olmasını ifade eder (Andersen ve Taylor, 2010: 19). İşlevselcilik uzun yıllar boyunca sosyolojide egemen kuramsal perspektif olmuştur. Önde gelen temsilcilerinden biri de Talcott Parsons tır ( ). Parsons a göre toplumsal sistemin bütün parçaları birbiri ile ilişkilidir ve toplumun farklı unsurlarının farklı işlevleri vardır. ABD de yapısal işlevselciliğin gelişmesine öncülük eden Parsons, toplumu ilişkili parçalardan oluşan, iyi düzenlenmiş istikrarlı bir sistem olarak tanımlamıştır. İşlevselci kurama önemli katkı yapan diğer bir otorite ise Merton dur. İşlevselcilik Robert Merton ( ) tarafından daha da geliştirilmiştir. Ona göre toplumsal uygulamalar ile olayların çeşitli sonuçları vardır ancak bunlar hemen görünür olmaz. Merton un sosyolojiye yaptığı en önemli katkı toplumsal işlevlerin iki farklı biçimini tanımlaması olmuştur; açık işlevler toplumsal süreçlerin tanımlanmış, amaçlanmış, gizli işlevler amaçlanmamış, kolaylıkla tanımlanmamış sonuçları ifade etmektedir. Üniversiteye gitmenin açık işlevi eğitim almaktır ancak aynı zamanda müstakbel eşle tanışmak gibi gizli işlevleri de vardır; (Tischler, 2007: 20-21;Andersen ve Taylor, 2010: 19; Thio, 2007: 15). Resim 1.14: Talcott Parsons ( ), Toplumsal Sistem adlı klasik eserin yazarı, toplumsal düzen, bütünleşme ve denge sorunları üzerine çalışmış Amerikalı sosyolog. Kaynak: ( ) 17

22 Reism 1.15: Robert K. Merton ( ), amaçlanmamış sonuçlar, referans grup, rol gerilimi gibi kavramları üreten, işlevselci yaklaşımı geliştiren Amerikalı sosyolog. Kaynak: ( ) İşlevselci yaklaşım, sadece toplumun olumlu işlevlerine odaklanarak olumsuzları göz ardı ettiği ve muhafazakâr tutumu nedeniyle statükoyu koruduğu gerekçesiyle eleştirilmektedir (Thio, 2007: 15). Çatışmacı Kuram: Çatışmacı Kuram, Marx ın görüşlerine ve 19.yüzyıldaki diğer toplumsal eleştirel yaklaşımlara dayanır. Kuram Marx ın yanı sıra Simmel in görüşlerinden de etkilenmiştir Mills, Coser ve Dahrendorf kuramın gelişmesinde etkili olan diğer önemli düşünürlerdir. Yaklaşıma göre toplum, toplumsal eşitsizlik ve toplumsal çatışma nedeniyle sürekli değişim geçirir. Toplumsal değişmeye toplumsal çatışma neden olur. Toplumsal düzen, egemen güçlerin alt grupların kontrolü ile ortaya çıkar. Yaklaşım toplumsal çatışmalara aşırı ilgi gösterirken toplumda istikrarı sağlayan süreçleri göz ardı ettiği, ideolojik temelli olduğu ve nesnel istatistiki veriler ile araştırma yöntemlerini yeterince kullanmadığı için eleştirilmiştir (Tischler, 2007: 22). Çatışma kuramları da işlevselciler gibi toplumsal yapıları vurgular ancak toplumsal bütünleşmeyi değil bölünmeleri öne çıkarır. Toplum hepsi kendi çıkarını gözeten ayrı gruplardan oluşmuş olarak görülür ve bu gruplar arasındaki gerilim ve çatışmalara odaklanılır (Giddens, 2008: 56-57). Bu bağlamda kuramın fahişelik olgusuna yaklaşımı örnek olarak verilebilir. Fahişelik erkekler ve kadınlar arasındaki çatışmanın ürünüdür. Egemen ve güçlü olan erkekler zayıf olan kadınların sömürüsünden yarar sağlarlar. Bütün cinsiyetlere eşit davranılırsa kadınlardan bu şekilde yararlanılması mümkün olmayacaktır. Fahişelik erkek egemenliğini güçlendirir (Thio, 2007: 17). Etkileşimcilik: Bireylerin toplumsal dünyayı nasıl anlamlandırdıkları ve yorumladıkları üzerine odaklanan bu yaklaşıma göre eğitim sistemi, aile, siyasi sistem ve bütün toplumsal kurumlar insanların birbiri ile etkileşimleri sonucunda oluşturulur, yaşatılır ve değiştirilir. Yaklaşım Mead, Garfinkel, Goffman vd. tarafından geliştirilmiştir (Tischler, 2007: 23). Simgesel etkileşimcilik dil ve anlama yönelik ilgiden kaynaklanmıştır. Yaklaşımdaki temel kavram simgedir. Simge başka bir şeyi dile getiren bir şeydir. Örnek olarak sözcükler verilebilir. Kaşık sözcüğü çorba içerken kullandığımız bir mutfak aletini tanımlamak için kullandığımız bir sözcüktür. Birine el sallamak da simgesel bir anlam taşır, insanların birbirleriyle olan etkileşimleri paylaşılan simge ve anlayışlara dayanmaktadır (Giddens, 2008: 58). Sembolik etkileşimcilik yaklaşımına göre, insanlar birbirlerinin davranışlarına anlamlar yüklerler. Birisinin davranışına gösterilen karşılık o kişinin eylemi ile değil bizlerin kendi subjektif yorumlarımız tarafından belirlenir (Thio, 2007: 18). 18

23 Resim 1.16: George Herbert Mead ( ) Sosyal Psikolojinin kurucusu olarak kabul edilen Amerikalı sosyolog. Topluma bütün olarak yaklaşan Avrupa kaynaklı kuramların aksine Mead bireye ve insan zihnine odaklanan mikro bir yaklaşım geliştirmiştir. Kaynak: george_herbert_mead, ( ) George Herbert Mead ( ) tarafından geliştirilen sembolik etkileşimcilik insanların kendilerinin ve başkalarının davranışlarına yükledikleri anlamlara odaklanmaktadır. İnsanlar otomatik olarak davranışta bulunmaz ya da tepki göstermezler, etraflarında olup biteni gözetirler, prova yaparlar, başkalarını hesaba katarlar, davranışlarını başkalarının beklentileri ve tepkileri güçlü bir biçimde etkiler. Toplumsal davranışlar da yüksek düzeyde sembolik anlamlara sahiptir örneğin bir ülkenin bayrağı göndere çekildiğinde insanlar ayağa kalkarlar çünkü bayrağı ülkelerinin temsilcisi olarak görürler (Tischler, 2007: 23). Erving Goffman, sembolik etkileşimciliğin en önde gelen isimlerindendir. Goffman a göre canlılar arasında sadece insanların yorumlama ve çevresindeki dünyaya anlam atfetme yeteneği vardır. İnsan olmak topluluk halinde yaşamaktan dolayı kişilerin birbirlerinin eylemlerine anlam atfetmeyi içerir. Giyim, tutum, yüz ifadesi vb. yanı sıra en önemli simgesel anlam kaynağı dildir. Sosyal karşılaşmalarda açığa vurulan herşey başkaları tarafından kimlikle ilgili fikir edinmek için kullanılabilir. Bu nedenle insanlar kısa sürede başkalarının kendisi hakkındaki yorumlarını anlamlandırmayı, ona göre davranmayı ve yaşam sahnesinde aktör olmayı öğrenirler (Bilton vd., 2008:500). Etkileşimcilik yaklaşımında toplumsal düzen ve toplumsal değişmenin, bireyler ve gruplar arasında tekrar eden geniş çeşitlilikteki etkileşimlerden kaynaklandığı kabul edilir. Bu yaklaşım, toplumsal yaşamın çözümlenmesinin bireylerarası ilişkiler düzeyinde yapılmasına yol açar (Kornblum, 2008: 13). Modern Sosyoloji Kuramlarının Değerlendirilmesi Kuramlara genel olarak bakıldığında temel bir farklılık olarak odak noktaları göze çarpmaktadır. Özellikle pozitivist gelenekteki sosyologlar daha çok toplumun birey üzerindeki etkisine yoğunlaşmışlardır. Ancak sembolik etkileşimciler gibi toplumdan daha çok bireye ve küçük gruplara odaklanan yaklaşımlar da söz konusudur. Pozitivizmden yoğun biçimde etkilenen İşlevselci ve Çatışmacı yaklaşım makro bir kuram olarak topluma yönelirken, etkileşimcilik daha çok birey ve topluluklara odaklanır. Günümüzde makro kuramlara yönelik eleştiriler sembolik etkileşimciliği giderek daha çok ilgi odağı haline getirmektedir (Bozkurt, 2006: 12,45). İşlevselcilik ve Çatışma Kuramlarının ikisi de tanımlayıcı ve öngörüye dayalıdır; zayıf ve güçlü yönleri vardır, toplumsal yaşamın farklı yönlerine odaklanır. Etkileşimcilik kuramı da daha farklı boyutlara odaklanır. Üç temel kuram da özgün görüşler içermesine karşın, mükemmel değildir ancak toplumsal gerçekliğin farklı boyutlarda açıklanmasına katkı sağlar. İşlevselcilik toplumsal düzen ve dayanışmaya özel önem verirken çatışma kuramı toplumdaki eşitsizliklere ve güç mücadelelerine ağırlık vermektedir (Tischler, 2007: 22; Andersen ve Taylor, 2010: 21). İşlevselcilik birey ve toplum arasındaki ilişkide belirli rollerin varlığını, Çatışmacı Kuram bireyin topluma bağımlı oluşunu, etkileşimcilik ise birey ve toplum arasında karşılıklı bağımlılık olduğunu savunur. İşlevselciler toplumsal eşitsizliklere ilişkin eşitsizliğin kaçınılmaz oluşuna, Çatışma Kuramını geliştirenler eşitsizliğe yol açan sınıf mücadelelerine, etkileşimciler ise eşitsizliğin sembolik ifadelerine 19

24 dayalı açıklamalar getirmişlerdir. İşlevselciler, toplumsal düzenin uzlaşma ile sağlanacağını düşünürken çatışmacılar güç ve zor ile düzenin sağlandığını vurgularlar. Etkileşimciler ise toplumsal etkileşimle düzenin sürdürüldüğünü savunmaktadırlar. İşlevselcilere göre toplumsal değişme düzensizlik ve sapma ortaya çıktığında toplumsal dengenin sağlanması gereksinimi ile sağlanır. Çatışmacılar ise toplumsal değişmenin sınıfsal çatışma ve mücadelenin sonucunda ortaya çıktığını savunmaktadırlar. Etkileşimciler yine diğer yaklaşımlardan farklı olarak toplumsal değişmenin kaynağını da bireyler arasındaki ilişki ve zihinsel anlamlandırma süreçlerindeki değişimlerle açıklamaktadırlar. Üç kuramsal yaklaşıma yöneltilen en temel eleştirilere bakıldığında göz ardı edilen boyutların varlığı dikkat çekmektedir. İşlevselciler tutucu bakış açılarıyla güç farklılıklarını göz ardı etmekte, çatışmacılar toplumsal dayanışma ve istikrara yeterince önem vermemekte, etkileşimciler ise eşitsizliğe yeterince eğilmezken toplumsal düzenin özne temellerine aşırı odaklanmaktadırlar (Andersen ve Taylor, 2010:21). Üç Temel Sosyolojik Yaklaşım Temel Sorunlar İşlevselcilik Çatışma Kuramı Sembolik Etkileşim Bireyler belirli Bireyler ve toplum Bireyler topluma Bireylerle Toplum toplumsal rollerde karşılıklı olarak birbirine bağımlıdırlar. Arasındaki İlişki bulunurlar. bağımlıdır. Eşitsizlik Toplumsal Düzenin Sağlanması Toplumsal Değişimin Kaynağı Temel Eleştiriler Eşitsizlik kaçınılmazdır ve toplumsal olarak işlevseldir. Toplumsal düzen uzlaşma ve kamu değerlerinden kaynaklanır. Toplumsal düzensizlik oluştuğunda toplum dengelenmeye gereksinim duyar. Topluma ilişkin muhafazakâr bir bakış açısıdır ve gruplar arasındaki güç farklılıklarını göz ardı eder. Eşitsizlik sınırlı kaynaklar üzerindeki mücadelenin ürünüdür. Toplumsal düzen güç ve zor ile sürdürülür. Kaynaklar için mücadele eden bireylerin hareketliliği ile değişim oluşur. Kuram toplumdaki istikrar ve dayanışmayı hafife almaktadır. Eşitsizlik sembollerin önemi ile sergilenir. Toplumsal düzen, toplumsal normlara bağlılık toplumsal etkileşim yoluyla sürdürülür. Değişmekte olan toplumsal ilişkiler setinden ve yeni anlam sistemlerinin yaratımından değişim evrilir. Eşitsizliğe ilişkin analizler sınırlıdır, toplumun öznel-hayali temellerini abartmaktadır. Şekil 1.1: Modern Sosyoloji Kuramlarının Karşılaştırılması Thio (2007: 18), Elliot Liebow dan naklettiği bir hikaye ile sosyolojide temel kuramların hangisinin doğru olduğu sorusuna cevap vermiştir. Bu öykü Türk kültüründeki Nasrettin Hoca hikâyesine çok benzemektedir. Nasrettin Hoca versiyonu ile ifade edilecek olursa; İki kişi Nasrettin Hoca ya gelerek birbirlerini şikâyet ederler. Birinci adamı dinleyen Hoca Sen haklısın der, daha sonra ikinci adamı dinler ve ona da Sen haklısın der. Bunları duyan Nasrettin Hoca nın eşi Olur mu Hoca ikisi birden haklı olur mu? deyince Nasrettin Hoca eşine şöyle der; Sen de haklısın. Sonuç olarak kuramların hepsi toplumsal olguları kendi bakış açıları doğrultusunda açıklamaya çalışır. Sosyoloji kuramlarını gelişim dönemlerine göre nasıl sınıflandırabiliriz? 20

25 Çağdaş Sosyoloji Son dönemlerde sosyologlar iki nedenle klasik yaklaşımların yetersiz olduğunu düşünmektedirler; ilki modernite çalışmalarından kaynaklanan klasik kuramların, çağdaş toplumsal yaşamdaki sorunları anlamakta yetersiz kaldığı, ikincisi de postmodernite olarak adlandırılan ve moderniteden çok farkı bir toplum biçiminin egemen olduğudur (Bilton vd.,2008: 514). Her ne kadar klasik ya da çağdaş sosyoloji kuramlarının ayrımı çok belirgin değilse de 1930 lardan başlamak üzere sosyolojik kuramlarda bir dönüşüm yaşandığı söylenebilir. Özellikle 1960 lardan sonra tarihsel koşullar önemli biçimde değişmiştir. Bu dönüşümler çağdaş olarak adlandırılan sosyolojik yaklaşımların da biçimlenmesine yol açmıştır. Büyük Bunalım, faşist yönetimler, komünist Doğu ve kapitalist Batı arasındaki soğuk savaş gibi süreçler sosyolojik yaklaşımları etkilemiştir. Büyük Bunalımı yaşamamış ve hemen hepsi İkinci Dünya Savaşından sonra, 1960 larda dünyaya gelmiş olan sosyoloji otoriteleri toplumsal değişme ve değişime direnme, bireysel ya da gruplar arası farklılıklar, toplumsal eşitsizlik, dışlama ve sömürme süreçleri gibi konulara ilgi göstermişlerdir (Calhoun vd., 2007: 3-4). Sosyoloji alanında modern kuramlar ağırlıkla yer almaktadır ancak kimi otoriteler sosyolojinin bilim olarak içinde doğmuş olduğu modern çağın yerini postmodern dönemin aldığını savunmaktadırlar (Bozkurt, 2006: 56). Sosyoloji kuramları bir anlamda bir geçiş sürecindedirler. Tıpkı sosyolojinin ortaya çıkış döneminde olduğu gibi yaşanan toplumsal dönüşümler sosyolojik yaklaşımları da biçimlendirmekte ve dönüştürmektedir. Üç temel yaklaşımın yanı sıra farklı ve daha yeni yaklaşımlar da geliştirilmiştir. Çağdaş sosyoloji kuramları olarak adlandırılan bu kuramlar feminist kuramdan ve post-modernizmden güçlü biçimde etkilenmiştir (Andersen ve Taylor, 2010: 21). Çağdaş sosyolojide, modern sosyoloji kuramları bütünüyle etkilerini yitirmiş değildir ancak İşlevselci Yaklaşım ya da Çatışma Kuramı günümüzde orijinal halleriyle varlıklarını sürdürmemektedir. Çatışmacı Kuramı Mills, Dahrendorf, Collins ve Coser gibi otoriteler çağdaş topluma uyarlamışlardır. Mills ve Dahrendorf çatışmayı sınıflarla sınırlı olarak görmemekte, gruplar arasındaki kaçınılmaz gerilimlere uygulanabilir olduğunu düşünmektedirler. Aileler ve çocuklar, üretici ve tüketiciler, profesyoneller ve müşterileri, azınlıklar ve çoğunluklar gibi gruplardaki çatışma ve gerilimleri çözümlemişlerdir (Tischler, 2007: 23). Resim 1.17: Ralf Dahrendorf ( ). Alman-İngiliz Sosoyolog Kaynak: ( ) Sosyoloji günümüz dünyasındaki değişimlerden etkilenmektedir. Giddens ın (2008:152) vurguladığı gibi Doğu Avrupa da komünizmin çöküşü ile birlikte modern dünyayı anlamak bakımından Marx ın düşünceleri bazılarına daha az geçerli görünmeye başlamıştır. Eskiden Marxist olan kimi sosyologlar Marx ın görüşlerinin tamamen göz ardı edilmesi gerektiğini düşünmektedirler. Postmodernist olan bu düşünürlere göre, sosyologlar artık Marx ya da Weber in yaptığı gibi toplumsal değişmenin genel bir yorumunun yapıldığı kuramlar geliştirmekten vazgeçmelidirler. 21

26 Postmodernist düşünürler, klasik düşünürlerin benimsemiş olduğu, tarihin bir şekli olduğu ve ilerlemeye doğru gittiği düşüncelerinin artık geçersiz olduğuna inanmaktadırlar. Kapsayıcı büyük anlatılar artık mümkün değildir. Yaşamakta olduğumuz dünya, Marx ın söylediği gibi sosyalist aşamaya ulaşmış bir dünya değildir. Bunun aksine medyanın egemen olduğu ve bizi geçmişimizin dışına çıkaran bir dünya söz konusudur. Postmodernist yaklaşımı benimseyen Habermas, Beck, Castells ve Giddens gibi diğer çağdaş sosyologlar toplumsal dünyanın genel kuramlarının yine de geliştirilebileceğini savunmaktadırlar. Ancak postmodern durum güçlü biçimde varlığını sürdürmektedir. Postmodern dünya çoğulcu ve çeşitlidir. Sayısız film, video, tv programı ve internette imajlar dünya ölçeğinde dolaşmaktadır. Her şey akışkandır. Postmodern dünyanın en önemli yazarlarından olan Baudrillard elektronik medyanın insanların geçmişleri ile olan bağlarını yıkıma uğrattığını ve karmakarışık boş bir dünya yarattığını savunmaktadır. Toplumu ekonomik güçlerin etkilediğine ilişkin Marxist görüş tersine çevrilmiştir, toplumsal yaşamı simgeler ve imajlar etkilemektedir. Örnek olarak Prenses Diana nın ölümünü veren Baudrillard, bu olayın medya yoluyla bütün dünyaya duyurulduğunu ve böylece dünyanın her tarafında üzüntü yarattığını belirtmiştir. Ona göre bu ölüm gerçek hayatımızdan gerçek bir karakterin ölümünden çok bir dizi filmde meydana gelen bir olay gibidir (Giddens, 2008: ). Margaret M. Poloma nın Çağdaş Sosyoloji Kuramları adlı kitabında kuramlara ilişkin daha geniş bilgiye ulaşabilirsiniz. Resim 1.18: Jean Baudrillard ( ) Kaynak: ( ) Fransız düşünür. Simülasyon kuramını geliştirmiştir. Bütün düşünce akımlarını reddetmesi ile ve kendine özgü yaklaşımıyla tanınmaktadır. Sessiz Yığınların Gölgesinde adlı kitabında artık toplumsal ın var olmadığını öne sürmüştür. nelerdir? Günümüz dünyasında sosyolojiye etki eden temel dönüşümler 22

27 Özet Sosyolojinin bir bilim olarak kabul edilmesinden çok önceleri de, Aristo ve Platon dan bu yana toplumsal konularla ilgili düşünceler geliştirilmiştir. Bu bağlamda 14.yüzyılda yaşayan ve sosyolojinin öncüsü sayılabilecek yaklaşımlar geliştiren düşünür Ibn Haldun örnek olarak verilebilir. İnsanların toplumlar içinde yaşamaları ve toplumlardaki değişimler konusunda sosyolojik düşüncenin temellerini oluşturan İbn Haldun toplumun bilimsel olarak incelenmesi düşüncesini ortaya atmıştır. Toplumların ve medeniyetin ortaya çıkışı, iklim ve coğrafyanın toplumsal yaşama etkilerine ilişkin önemli katkılar sağlamıştır. İlerleyen süreçte, 17.yüzyıldada Montesquieu bir anlamda ilk sosyolog olarak görülmesine yol açan toplumsal görüşlerini geliştirmiş, iklim ve toplum ilişkisini, dinin toplumsal etkilerini incelemiştir. Doğa bilimlerinin gelişmesinin ardından toplumsal yaşamın çeşitli boyutlarını konu edinen sosyal bilimler ortaya çıkmıştır. Konusu gereği sosyoloji de toplumsal bilimlerin arasında yer alır. Toplumsal yaşamın bilimsel yaklaşımla incelenebileceği düşüncesi bu gelişmenin temelini oluşturmaktadır. Toplumsal yaşamın doğası gereği çok boyutlu ve bu boyutların birbiri ile yakından ilişkili olması sosyolojinin diğer sosyal bilimlerle yakın ilişki içinde olmasına yol açmıştır. Ekonomi, tarih, antropoloji, psikoloji gibi sosyal bilimlerle sosyolojinin birçok ortak konusu, yöntemi ve amacı vardır. Aynı zamanda sosyologlar bu bilimlerin verilerinden de yararlanarak sosyolojik analizi geliştirmektedirler. Sosyolojik kuramların gelişim evreleri, ilk dönem, klasik dönem, modern kuramlar ve çağdaş sosyoloji kuramları dönemi olmak üzere dört aşamada değerlendirilebilir. Sosyolojinin tarihsel gelişimiyle koşutluk gösteren bu sınıflama sosyolojinin bilim olarak ortaya çıktığı ilk dönemi, özgün bir disiplin olarak biçimlendiği ve temellerin atıldığı klasik dönemi, modern yaşamın sonucu ortaya çıkan sorunlara odaklanan modern kuramların geliştiği modern dönemi ve postmodernizmin yaşandığı dönemi yansıtmaktadır. Günümüzde artan bir hızla yaşanan toplumsal dönüşümlerin kaynağı olan küreselleşme ve modernizm sonrası düşünceler sosyolojiyi biçimlendirmektedir. Modern dönemin kapsayıcı büyük kuramları yerine yaşanılan sorunların çözümüne yönelik ve özellikle elektronik medya ile şekillenen toplumsal koşullar üzerine odaklanılmaktadır. 23

28 Kendimizi Sınayalım 1. Sosyolojinin temel konusu nedir? a. Kişilik b. Doğal çevre c. Tarih d. Toplum e. Medya 2. İbn Haldun un sosyolojik düşüncenin öncüsü kabul edilen eserinin adı nedir? a. Mukaddime b. Tarihler c. Politika d. Marifetname e. Manzume 3. Sosyolojinin isim babası hangi düşünürdür? a. İbn Haldun b. Montesquie c. Saint Simon d. Comte e. Marx 4. Sosyolojinin en yakın ilişkide olduğu sosyal bilim hangisidir? a. Kültürel antropoloji b. Ekonomi c. Siyasal Bilimler d. Tarih e. Psikoloji 5. Toplumu oluşturan toplumsal kurumlar ve toplumsal ilişkilerin organize unsurları aşağıdakilerden hangisidir? a. Normlar b. Kültür c. Toplumsal yapı d. Toplumsal çatışma e. Toplumsal ilişki 6. Sosyolojik imgelem kavramını kim geliştirmiştir? a. C. Wright Mills b. Weber c. Marx d. Saint Simon e. Martineau 7. Aşağıdakilerden hangisi ilk dönem sosyologlardan değildir? a. Spencer b. Comte c. Martineau d. Saint Simon e. Durkheim 8. Karl Marx, Emile Durkheim ve Max Weber hangi dönem kuramcılarıdır? a. İlk Dönemler b. Modern c. Çağdaş d. Klasik e. Öncü 9. İlk sosyoloji profesörü olan düşünür hangisidir? a. Weber b. Marx c. Durkheim d. Comte e. Montesquie 10. Sembolik etkileşimci kuram hangi düşünürün görüşlerine dayanmaktadır? a. Mead b. Marx c. Comte d. Mills e. Giddens 24

29 Yaşamın İçinden Belediye Çalışanlarına 'Sosyolojik' Eğitim Kayseri'nin Talas ilçe belediyesi, vatandaşa kaliteli hizmet sunulması ve diyaloğun sağlıklı kurulabilmesi amacıyla, personeline sosyolog eşliğinde eğitim aldırıyor. Kaynak: calisanlarina-sosyolojik-egitim haberi/,( ) Kayseri'nin Talas ilçe belediyesi, vatandaşa kaliteli hizmet sunulması ve diyaloğun sağlıklı kurulabilmesi amacıyla, personeline sosyolog eşliğinde eğitim aldırıyor. Belediye Başkanı Rifat Yıldırım, "Böylelikle personelimiz vatandaşla empati kurarak, iletişim sağlayacak" dedi. Talas Belediyesi, vatandaşla birebir iletişim kuran personele yönelik hizmet içi sosyolojik eğitim vermeye başladı. Sosyolog Bülent Yıldırım tarafından ilk etapta Temizlik İşleri Müdürlüğü'ne bağlı ekiplere verilen eğitim, daha sonra bütün birimlerdeki çalışanlarla devam edecek. Belediye Başkanı Rifat Yıldırım, amaçlarının vatandaşa daha kaliteli hizmet vermek olduğunu belirterek, "Belediyecilik sadece yol ve kaldırım yapmaktan ibaret değil. Aynı zamanda sosyal belediyecilik anlayışla hareket ediyoruz. Bu kapsamda vatandaşımızın kaliteli hizmet alabilmesi için gerek teknoloji gerekse sosyal bilimlerden yararlanıyoruz. Daha önce teknik ve beşeri konularda eğitim alan personelimiz bu eğitimlerle kendini vatandaşımızın yerine koyarak hizmet etmiş olacak. Böylelikle vatandaşın arzu, istek ve önerilerini daha iyi anlayarak, hizmetin gerçekleşme süresini azaltıp, kalitesini yükseltmiş olacak. Vatandaşlarımızla diyalog halindeki tüm birimlerdeki personelimiz sosyolojik eğitimi alarak hizmet edecek" diye konuştu. 25

30 Okuma Parçası Sosyolog Max Weber ve Sosyoloji ve_sosyoloji.asp,( ) Max Weber'e ( ) de Marx gibi sadece bir sosyolog olarak bakılamaz; çünkü Weber'in ilgilendiği konular ve çalışma yaptığı alanlar çok geniş bir yelpazeye yayılmış durumdadır. Weber, Almanya'da doğmuş ve akademik yaşantısının büyük bir bölümünü bu ülkede geçirmiştir. Weber'in yazıları; hukuktan felsefeye, ekonomiden tarihe ve nihayet sosyolojiye dair birçok alandaki farklı konuları içermektedir. Bu çalışmalarından birçoğu, çağcıl kapitalizmin gelişmesinin, yazının yazıldığı alana (sosyoloji, hukuk, felsefe vb.) bağlantısını içermektedir. Yani Weber'in ele aldığı en temel konularından birisi, çağcıl kapitalizmin gelişmesidir. Weber de toplumsal değişmeyi anlamaya çalışmış ve bu konuda Marx'tan çok etkilenmiş; buna rağmen Marx'ın kimi önemli görüşlerinin güçlü bir eleştiricisi olmuştur. Bu bağlamda Weber, tarihin materyalist kavrayışını reddetmiş ve sınıflar arası savaşa Marx'ın verdiğinden daha az önem vermiştir. Weber'e göre de ekonomik etkenler toplumsal değişmede önemlidir; ancak düşünce ve inançlar da toplumsal değişme üzerinde aynı derecede etkilidir. Bu açıdan bakılınca Weber'de bir "Durkheim-Marx Diyalektiği" görebilmek mümkündür. Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız yanlış ise Bir Sosyal Bilim Olarak Sosyoloji bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 2. a Yanıtınız yanlış ise Sosyolojik Düşüncenin Kökenleri bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 3. d Yanıtınız yanlış ise Sosyolojinin Ortaya Çıkışı bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 4. a Yanıtınız yanlış ise Bir Sosyal Bilim Olarak Sosyoloji bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 5. c Yanıtınız yanlış ise Sosyolojik Çözümleme bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise Sosyolojik Çözümleme bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 7. e Yanıtınız yanlış ise Sosyolojinin Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 8. d Yanıtınız yanlış ise Sosyolojinin Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise Sosyolojinin Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 10. a Yanıtınız yanlış ise Toplumsal Hareketlilik bölümünü yeniden gözden geçiriniz. Weber'in çağcıl toplumların yapısı ve batı yaşam biçimlerinin dünya üzerine yayılma nedenlerine ilişkin anlayışı Marx'ınkinden farklılık göstermektedir. Weber'e göre kapitalizm, - ekonomik girişimi örgütlemenin belirgin bir biçimi- toplumsal değişmeyi biçimlendiren birçok önemli etkenden yalnızca birisidir. Kapitalizmin dayandığı kimi bakımdan ondan daha temel olan şey, bilim ve bürokrasinin etkisidir. Bilim çağcıl teknolojiyi biçimlendirmiştir ve gelecekteki her toplumda da biçimlendirmeye devam edecektir. Bürokrasi çok sayıdaki insanın etkin bir biçimde örgütlenmesinin tek yoludur ve dolayısıyla da ekonomik ve siyasal gelişmeyle birlikte kaçınılmaz olarak artmakta, büyümektedir. Bilimin, çağcıl teknolojinin ve bürokrasinin gelişimi, Weber tarafından bir bütün olarak; "rasyonelleşme" -ekonomik yaşamla toplum yaşamının etkinlik ilkeleri ve teknik bilgiye dayanarak örgütlenmesi- diye adlandırılmaktadır. 26

31 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Toplumun bilimsel olarak incelenmesine, deneysel araştırmaya ve toplumsal olguların nedenlerinin araştırılmasına önem vermiştir. Sıra Sizde 2 Sosyolojinin ana konusu olan toplumun ve toplumsal olguların çok boyutlu olması ve diğer sosyal bilimlerin de ilgi alanına girmesi. Sıra Sizde 3 İbn Haldun, Montesquieu, Saint-Simon gibi düşünürlerin sosyolojiye öncülük eden yaklaşımları, Bilim olarak sosyolojinin ortaya çıktığı ilk dönemler, Durkheim, Marx ve Weber in klasik dönem, İşlevselci, Çatışmacı ve Etkileşimci yaklaşımların geliştiği modern dönem ve çağdaş sosyoloji dönemi. Sıra Sizde 4 Küreselleşme ve elektronik medya bütün toplumsal kurumları ve bireyler arasındaki etkileşimleri kökten bir biçimde dönüştürmektedir. Doğu Blok unun yıkılması gibi siyasi olayların da sosyolojik düşünceye önemli etkileri olmuştur. Yararlanılan Kaynaklar Andersen, M.L.; Taylor, H.F. (2010). Sociology: The Essentials. Belmont: Wadsworth Aron, R. (1994). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. Çev. K.Alemdar. Ankara: Bilgi Yayınevi. Bilton,T.;Bonnet,K.;Jones,P.;Lawson,T.;Skinner, D.;Stanworth,M.;Webster,A. (2008). Sosyoloji. Ankara: Siyasal Kitabevi Bozkurt, V. (2006). Değişen Dünyada Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurumlar. Bursa: Ekin Kitabevi. Browne, K. (2005). An Introduction to Sociology. Malden: Polity Press. Calhoun, C.J.;Gerteis, J.;Moody, J. (2007). Contemporary Sociological Theory. Doğan, İ. (2004). Sosyoloji: Kavramlar ve Sorunlar. Ankara: Pegem A Yayıncılık Giddens, A. (2010). The Scope of Sociology. Sociology: Introductory Readings. 3rd Edition (Ed. A.Giddens; P.W.Sutton) Cambridge: Polity Press. Giddens, A. (2008). Sosyoloji. Yay. Haz. C.Güzel, İstanbul: Kırmızı Yayınları Giddens, A.; Griffiths, S. (2006). Sociology. Cambridge: Polity Press Geertz, C. (1973). The Interpretation of Cultures: Selected Essays. New York: Basic Books Grusky, D.B. (2008). Social Stratification: Class, Race, and Gender in Sociological Perspective. Colorado:Westviews Press Haralambos, M.; Holborn, M. (1995). Sociology: Themes and Prspectives. Collins Educational. Jenkins, R. (2010). What is Sociology For? Sociology: Introductory Readings. 3rd Edition (Ed. A.Giddens; P.W.Sutton) Cambridge: Polity Press. Kornblum, W. (2008). Sociology in a Changing World. Thomson Wadsworth. Macionis, J.J. (2001). Sociology. New Jersey: Prentice Hall Marshall, G. (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Çev. O.Akınhay; D.Kömürcü. Ankara: Bilim ve Sanat Vakfı 27

32 Meriç, C. (1993). Sosyoloji Notları. İstanbul: İletişim Mills, C.W. (1959). The Sociological Imagination. Oswell, D. (2006). Culture and Society: An Introduction to Cultural Studies. London: Sage Publications Özkalp, E. (1998). Sosyolojiye Giriş. Eskişehir: Anadolu Üniveristesi. Ritzer, G; Goodman, D. J. (2004). Sociolojical Theory. 6th edition. New York: McGraw Thio, A. (2007). Society Myths and Realities: An Introduction to Sociology. Boston: Pearson Tischler,H. (2007). Introduction to Sociology. Ninth Edition. California: Thomson Wadsworth. Weber,M (1994). Sociological Writings. Edited by Wolf Heydebrand, published in 1994 by Continuum. Sections on foundations 28

33

34 2 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Temel kavramlarıyla kültürü açıklayabilecek, Kültürü oluşturan öğeleri ve kültürel çeşitliliği ifade edebilecek, Toplumsal değişmeye yol açan etkenleri sıralayabilecek, Toplumsal değişmeye ilişkin temel yaklaşımları açıklayabilecek, Toplumsal tabakalaşma sistemlerini tanımlayabilecek, Toplumsal tabakalaşmaya ilişkin temel yaklaşımları açıklayabilecek. bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz Anahtar Kavramlar Kültür Toplumsal Değişme Toplumsal Eşitsizlik Kültürel Çeşitlilik Toplumsal Hareketlilik Toplumsal Sınıflar İçindekiler Giriş Kültür Kavramı Kültüre İlişkin Temel Kavramlar Kültürün Öğeleri Kültür Konusundaki Yaklaşımlar Kültürel Çeşitlilik Toplumsal Değişme Kavramı Toplumsal Değişmenin Nedenleri Toplumsal Değişmeye İlişkin Yaklaşımlar Toplumsal Eşitsizlik ve Tabakalaşma Toplumsal Tabakalaşma Sistemleri Toplumsal Tabakalaşmaya İlişkin Yaklaşımlar Toplumsal Hareketlilik 30

35 Kültür, Toplumsal Değişme ve Tabakalaşma GİRİŞ Kültür ve değişim kavramları insanların yaşamlarında önemli bir yer tutmaktadır. Dünyada ve insanların yaşamlarında her şeyin artan bir hızla değiştiğine ve yaşanan değişime ayak uydurmanın zorunluluğuna ilişkin söylemler çok sık işitilmektedir. Bu değişimin nasıl gerçekleştiği ve değişimi oluşturan koşulların bilinmesi, içinde yaşadığımız toplumu ve bireysel yaşam serüvenimizi daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Bireyler ve toplumsal gruplar farklı özellikleri ile toplumsal yaşamda belirli konumları işgal etmektedirler. Gelişen teknoloji, eğitim olanakları ve ekonomik koşullarla birlikte bireylerin yaşadıkları çevreyi, grupları ve toplumsal konumları hızlı bir biçimde değiştirdikleri bir süreç yaşanmaktadır. Bu ünitede kültür, toplumsal değişme ve toplumsal tabakalaşma konularını ele alarak yaşanmakta olan toplumsal dönüşümü anlamaya çalışacağız. KÜLTÜR KAVRAMI Temel konusu topluluk halinde yaşayan insan olan sosyoloji açısından kültür oldukça önemli, temel bir kavramdır. İnsanları hayvanlardan farklı kılan temel olgu kültürdür. Gündelik konuşmalarımızda kültür genellikle edebiyat ve müzik gibi uğraşlarla ilgili olarak ya da çok okuyan, bilgili ve görgülü insanlar için kullanılmaktadır. Ancak bu biçim gerçekte kültürün ancak belirli bir parçasını ifade edebilmektedir. Kültürün kapsamı ve neyin kültürle ilişkili olduğu konusu bu noktada önem kazanmaktadır. Kluckhohn un dediği gibi sosyal bilimci için mütevazı bir pişirme kabı Beethoven ın sonatları kadar kültürel bir üründür (Kornblum, 2008: 45). Burada önemli olan ölçüt söz konusu edilen olguların bilinçli bir çabanın sonucu olarak insan ürünü oluşlarıdır. Bir anlamda kültür insan ürünü olan her şeyi kapsamaktadır denilebilir. Bir toplumun üyeleri, ortak bir bağ ve ilişki ile paylaşılmış kurallar ve inançlar yoluyla dünyayı benzer biçimlerde algılarlar, bu paylaşılmış kültürel bilgi aynı zamanda insanların bir toplumda bir arada yaşamalarını sağlar (Newman ve O Brien, 2006: 71). Toplumların üyeleri paylaşılan bir kültür olmaksızın birbirleriyle iletişim kuramaz ve işbirliğinde bulunamazlardı bu durumda ise kaçınılmaz olarak toplumda karmaşa ve düzensizlik ortaya çıkacaktı. Kültür olmadan insan toplumu var olamazdı (Haralambos ve Holborn,1995: 3). Bu durum kültürün sosyolojik açıdan önemini de ortaya koymaktadır. Kültür insanları topluluk haline getiren ve bir topluluk olarak bir arada tutan özellikleri ifade etmektedir. Bu yönüyle kültür sosyolojinin odak noktası niteliğindedir. Kültür insan yaşamının bütününü kapsamaktadır. Yeni doğmuş bir insanı düşünelim, bebek olarak bütünüyle yardıma muhtaçtır. Fiziki açıdan türünün yetişkinlerine bağımlı olduğu gibi toplumda yaşayabilmek için gerekli davranış kalıplarından da yoksundur. Öğrenecek çok şeyi vardır. Varlığını sürdürebilmek için çeşitli becerileri, bilgileri ve doğduğu toplumdaki kabul gören davranışları öğrenmek zorundadır. Yaşam biçimini, sosyolojik kavramlarla söyleyecek olursak, toplum kültürünü öğrenmesi gerekir. Kültürün bu bağlamda iki önemli özelliği ortaya çıkmaktadır; kültür öğrenilir ve paylaşılır (Haralambos ve Holborn, 1995:3). Kültür, bir toplumun üyesi olarak insanların gereksinim duyduğu objeler, değerler ve öteki niteliklerin oluşturduğu karmaşık yaşam için yapılmış tasarımdır. Sosyologlar kültür hakkında konuştuklarında genellikle yüksek kültür olarak adlandırılan opera, edebiyat ya da güzel sanatlara ilişkin karmaşık bilgiler 31

36 hakkında konuşmazlar, bu yüksek kültürle nüfusun çok az bir kısmı ilgili iken kültür bütün bir toplumun sahip olduğu şeydir. Kültür ve toplum aynı şey değildir, ancak birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Toplum aynı yerde yaşayan insanların etkileşimlerinden oluşur. Kültür ise toplumun doğasını yansıtan insan ürünü somut objeler ile insanları etkileyen düşünceler gibi soyut yapılardır (Thio, 2007:51). Resim 2.1: İngiliz antropolog Edward Tylor, 1871 de kültürü, bilgi, inanç, sanat, ahlak ve gelenek olarak öğrenilmiş yapı biçiminde tanımlamıştır. Kaynak: ( ) Bu aşamada kültür kavramına ilişkin tanımlamaların üzerinde durmak yararlı olacaktır. Latincede cultura kelimesi natura yani doğanın karşıtı olarak kullanılmıştır. Romalılar insanların yetiştirdikleri bitkileri kendiliğinden yetişen bitkilerden ayırmak ve tanımlamak üzere bu kavramı kullanmışlardır. (Sarı, 2005: 5). Kelimenin şimdiki anlamında kullanılmasına yönelik ilk girişimler 17. ve 18.yüzyılda olmuştur. Kültür (culture) kavramı başlangıçta bir sürecin adı olarak (cultivation) ekin yetiştirme, bu amaçla toprağı işleme, hayvanları yetiştirme ve terbiye etme anlamlarında kullanılmıştır. İlerleyen süreçte ise insan zihninin ürünü olarak kültür anlamında kullanılmaya başlanmıştır. 18.yüzyılın sonlarında özellikle Almanca ve İngilizcede, insanların yaşam biçimlerini şekillendiren ruhu tanımlayan bir kavrama dönüşmüştür. Kültür kavramı, dünyada farklı kültürlerin varlığını vurgulamak üzere 18.yüzyılda yaşamış olan ünlü Alman düşünür Herder ( ) tarafından ilk kez çoğul olarak kültürler biçiminde kullanılmıştır (Williams, 1981:10). T.S. Eliot (1948) ise kültürü belirli bir yerde bir arada yaşayan belirli insanların yaşam biçimleri olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda toplulukların sanatlarında, toplumsal düzenlerinde, inançlarında, alışkanlıklarında ve geleneklerinde görünür hale gelen kültür aynı zamanda bunların toplamından fazla bir şeydir (Oswell, 2006: 8). Kavramsal olarak kültürü, bir nesilden diğerine, dil, jest, mimik, yazı gibi iletişim yollarıyla aktarılan düşünce ve davranışın bütün biçimleri olarak tanımlayabiliriz. Sosyal bilimler açısından kültür ise, insan toplumunun biyolojik olarak değil ancak toplumsal araçlarla iletip aktardığı her şeyi ifade eder. Bazı hayvan türlerinin de kültürel yeteneklere sahip olduğuna ilişkin görüşler olsa da kültür sadece insan toplumunun sembolik ve öğrenilmiş yönlerini tanımlamaktadır (Kornblum, 2008: 45; Marshall, 1999: 442). Aynı zamanda kültür, bir insan grubunun üyelerini diğer grupların üyelerinden ayıran zihnin ortak bir programlanması niteliğindedir. Bu bağlamda kültür değerler sistemini kapsar (Bode, 2007: 7). Öz olarak kültür, bir toplum ya da grubun yaşam biçimini tanımlayan karmaşık davranış ve anlamlandırma sistemidir. İnançlar, değerler, bilgiler, sanat, ahlak, yasalar, alışkanlıklar, gelenekler, dil, giyim, kuşam vb. unsurları kapsar (Andersen ve Taylor, 2010: 27). Kültüre ilişkin tanımlardan yola çıkarak kültürün kavramsal özelliklerini aşağıdaki gibi sıralayabiliriz (Geertz, 1973: 4-5); İnsanların yaşam biçimleri Bireylerin gruplarından edindikleri toplumsal miras İnanma, hissetme ve düşünme biçimleri Bir gruptaki insanların davranma biçimlerine ilişkin kuram 32

37 Derlenen bütün öğrenilen şeylerin deposu Tekrarlayan sorunlara yönelik geliştirilen tek tip davranışlar Öğrenilmiş davranışlar Davranışların normatif olarak düzenlenmesi Bireylerin dış çevreye ve öteki insanlara göre kendisini ayarlama teknikleri Tarihin izleri Kültür tanımlarında vurgulanan ortak noktalar nelerdir? KÜLTÜRE İLİŞKİN TEMEL KAVRAMLAR Toplumsal yaşamın bütün yönlerini kapsayan kültür olgusunun daha iyi anlaşılabilmesi için kültürün çeşitli boyutlarının ve kültür olgusuna ilişkin çeşitli kavramların irdelenmesi gerekmektedir. Kültür türleri ya da kültürün boyutları, kültür değişmesi, kültürel gecikme, kültür şoku, uygarlık, kültürlenme gibi temel kavramlar kültür olgusunu bütüncül olarak anlamaya yardımcı olacaktır. Kültürün ne olduğunun tam olarak anlaşılabilmesi için kültür kapsamında yer alan özelliklerden öncelikle düşünceler ve somut objeler ile ilgili olanlar arasında bir ayrım yapılmalıdır (Macionis, 2001: 61). Bu ayrım aynı zamanda kültürün iki temel boyutunu ifade etmektedir. Kültürün temel olarak iki boyutu ya da türü olduğu söylenebilir; maddi ve manevi kültür. Belirli bir toplumda yaratılan mimari, sanat, araç-gereçler, oyuncaklar, yazılı-görsel medya gibi somut objeler maddi kültürü, normlar, yasalar, idealar, gelenekler ve inanışlar ise manevi kültürü oluşturmaktadır (Andersen ve Taylor, 2010: 27). Maddi kültürün unsurları arasında mızraktan sabana, pişirme kaplarından kompakt diske kadar insan ürünü fiziki objeler yer almaktadır. Bunlar üretildikleri toplumun doğasını yansıtır. Örneğin, arkeologlar eski bir topluma ait alanlarda yaptıkları kazılarda iyi yapılmış, işlenmiş silahlar bulurlarsa o toplumun kültüründe savaşın önemli olduğu sonucuna varırlar. Sosyologlar ise maddi olmayan kültürle daha çok ilgilenirler. Kültürün dokunulamayan, soyut boyutu sosyoloji açısından toplumsal yaşamdaki belirleyici rolü nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Manevi kültürü oluşturan bilgi, inançlar, normlar, değerler, semboller ve dil toplumsal yapının oluşmasında ve yaşatılmasında temel bir işleve sahiptir (Thio, 2007: 51). Bir toplumun yapısında kültürün maddi ve manevi unsurları uyumlu bir biçimde bir arada bulunur. Örneğin karasabana dayalı bir tarım yaşantısında çekirdek aile değil geniş aile biçimi yaygındır. Bu durumda toplumsal dayanışma hükümet kurumlarına değil akrabalık, komşuluk vb. arasındaki ilişkilere dayalıdır (Özkalp, 1999: 97). Kültür ürünü olduğu toplumsal grubun ya da çevrenin ötesinde etkilere sahip olacak biçimde gelişim göstererek karmaşık sistem haline gelebilir. Kültürün sistematik biçimde gelişmesi ve toplumsal sınırlarının ötesinde etkili olabilmesi sürecinde uygarlık (civilization) ortaya çıkmaktadır. Uygarlık, birçok kültürdeki ana ve belirleyici kültürel özellikler tarafından biçimlendirilmiş kültürel kompleks olarak tanımlanabilir. Uygarlığın belirgin özelliği, kaçınılmaz olarak kaynak sınırlarının ötesine yayılmasıdır. Uygarlıkların sınırlarının ötesine yayılması ve başka toplumlar üzerinde de etkili olması kültürlenme (acculturation), yutulma (asimilasyon) ve uyma (accommodation) gibi süreçler aracılığıyla gerçekleşir. Bir kültürden bir birey başka bir kültüre ait norm ve değerleri kendisininkine eklemlediğinde kültürlenme gerçekleşir. Geniş bir medeniyetin içinde yaşayan bir grubun egemen olan farklı kültürel özelliklere, farklı bir dile, farklı değerler ve normlara uyum sağlaması ve toplumsal kurumlar içinde eşit konum kazanması halinde yutulma, küçük ve görece zayıf bir grubun büyük bir medeniyetle temas halinde dahi öz kültürünü koruyabilmesi durumunda ise uyma söz konusudur (Kornblum, 2008: 69). Bir topluma ait kültür hiçbir zaman durağan değildir. Yaşam koşullarının değişmesi, üretilen bilgi ve teknolojideki değişimler ya da başka kültürlerle etkileşim toplumsal ve kültürel değişmeye yol açabilir. Ancak kültürdeki değişmeler her zaman kendi doğal süreci içinde gerçekleşmez. Kültürel değişim farklı biçim ve niteliklerde ortaya çıkabilir ve başka kültürel sistemlerin yerleşmesi de söz konusu olabilir. Kültürü oluşturan değişik unsurlar farklı biçim, nitelik ve hızda değişebilir. Kültürün bazı unsurları 33

38 diğerlerinden daha hızlı değişirken bazıları da daha geç değişebilmektedir. Kültürel gecikme, kültürün bazı unsurlarının daha hızlı değişerek, henüz değişmemiş olan geleneksel unsurlarla çatışması sürecini ifade etmektedir. Kültürel gecikme kavramını ortaya atan Ogburn (1964) teknoloji gibi maddi kültür unsurlarının manevi kültür unsurlarından daha hızlı değiştiğini vurgulamıştır (Tischler, 2007: 69). Kültürel değişim kültürün dinamikleri ile ilişkilidir. Malinowski kültür değişmesini bir toplumdaki maddi ve manevi kültür modelinin başka bir modele dönüşmesi süreci olarak tanımlamıştır. Kültürel değişim, farklı kültürlerle ilişki ve etkileşim sonucunda serbest bir biçimde gerçekleşebileceği gibi zorunlu kültür değişmesi biçiminde de gerçekleşebilir. Bu durumda bir toplumun başka bir toplum üzerinde baskısı ya da bir toplumdaki egemen güçlerin farklı bir modeli zorla kabul ettirmesi söz konusudur (Doğan, 2004: 295). Günümüzde küreselleşmenin sonuçlarından biri olarak belirli bir kültürün küresel ölçekte yayılması söz konusudur. Kültürel emperyalizm olarak da adlandırılan bu süreç Batılı değer sisteminin diğerlerinden üstün ve tercih edilebilir olduğu düşüncesine dayanan saldırganca bir tutumdur. Ancak yerel kültürler bu süreçte küresel kültürle etkileşim içine girerek bir şekilde varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Kültür emperyalizminin küresel bir homojen kültür ortaya çıkaramayacağını öne süren düşünürlere göre evrensel olacak olan bu kültür özgül köklere ve ortak tarihe sahip olmayacağından sadece teknik düzeyde kalacaktır (Bilton vd., 2008: 57). Her toplumsal grubun kendine özgü bir kültürü vardır, yaşamlarını kendi gelenek ve alışkanlıklarına göre düzenlerler. Dünyada birbirine benzer özellikler taşıyan kültürler olduğu gibi önemli farklılıklar taşıyan kültüler de vardır. Bireyler farklı ülkelere yolculuk yaptıklarında, farklı kültürlerle temas ettiklerinde kimi olumsuz deneyimler yaşayabilirler. Yemek yeme saatlerinden yemek türlerine kadar her şey alışılan öz kültürdekinden farklı olabilir ve yabancı bir kültürün içinde bulunanlar yerli grubun kendilerinden beklediği davranışlardan ve tepkilerden de habersizdir. Kültür şoku kavramı bireylerde endişe ve rahatsızlık yaratan bu durumu tanımlamak üzere kullanılmaktadır. Kültür şoku, farklı bir kültüre alışmaya çalışanların yaşadıkları zorluğu ifade etmektedir (Tischler,2007: 57). Bireyler üyesi oldukları toplumun kültürel değerlerini benimserler, yaşatırlar ve sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu durum daha önce vurgulandığı gibi, kültürün paylaşılan bir süreç oluşunu da ifade etmektedir. Bireyler üyesi oldukları toplumun kültürünü farklı düzeylerde benimseyerek özdeşlik kurabilirler. Bir bireyin kendi kültürünü diğer kültürlerden üstün görmesine etnosantrizm denir (Kornblum, 2008: 69). Birey düşüncelerinde ve yaşantısında kendi kültürünü merkeze koyar. Etnosantrizm bütün kültürler ve bütün bireyler için geçerlidir ancak bu tutumun düzeyi ve niteliği farklılık gösterebilmektedir. Kendi kültürünü üstün görmenin aşırı biçimlerinde başka kültürleri aşağılama, onlardan nefret etme ya da korku duyma gibi olumsuz özellikler görülebilir. Yabancı düşmanlığı, İslamofobi, ırkçılık ya da eşcinsel düşmanlığı bu bağlamda değerlendirilebilir. Etnosantrizm bütün toplumlarda belirli seviyelerde görülmektedir. Kuzey Amerika da yaşayanlar Batılı olmayan bazı geleneksel toplumlarda, çocukların ergenliğe kadar anne-babalarıyla birlikte aynı odada uyumalarını psikolojik açıdan sağlıksız olarak görürlerken, geleneksel toplumlarda yaşayanlar ise Kuzey Amerikalıların, Batılıların yaşlı anne-babalarını yalnız yaşamaya terk etmelerini acımasız bulmaktadırlar (Thio, 2007: 65). Herkesin belirli düzeyde etnosantrist bakış açısına sahip olması, farklı kültürleri araştıran sosyologlar için de önemli bir sorundur. Kültür konusunda çalışanlar, üzerinde çalıştıkları kültürlerle ilgili olarak yabancı ya da normal gibi kavram ve yargılamalardan kendilerini uzak tutmalıdır. Kültür, üyelerinin gözünden görülmelidir. Kültürün bir üyesi gibi bilinmeli ancak dışarıdaki birisi gibi anlaşılmalıdır (Andersen ve Taylor, 2010: 26). Bu bağlamda kültürel görelilik kavramı sosyologlar açısından önem kazanmaktadır. Kültürel görelilik, kültürlerin özgün kavramları ve koşulları ile anlaşılması, değerlendirilmesi gerektiğini ifade eder. Ancak başkalarının kültürlerine onların gözü ile bakabildiğimizde davranışlarının nedenlerini daha iyi anlayabiliriz (Thio, 2007: 66). Kültürel görelilik, toplumsal grupların ve kültürlerin ön yargılardan ve kültürler arası karşılaştırmalardan uzak bir biçimde, o grubun üyeleri gibi anlaşılıp incelenmesini ifade etmektedir (Tischler, 2007: 57). 34

39 KÜLTÜRÜN ÖĞELERİ Daha önce de ifade edildiği gibi, kültür toplumsal yaşamın bütün boyutlarını ve toplumsal yaşamda üretilen her şeyi kapsamaktadır. Bu nedenle kültürü oluşturan öğelerin sistematik bir sınıflandırmasının yapılması yararlı olacaktır. Kültürün kapsamına giren unsurlar, kültürü oluşturan temel öğelerin yer aldığı üç ana boyutta ifade edilebilir (Kornblum, 2008: 46); Bireylerin bilinç düzeyini düzenleyen düşünme biçimleri. Normlar ya da düşünceleri aktarmanın, uygulamanın kabul edilmiş yolları. Maddi kültür; kültür ürünlerini kullanma ve sahip olma kalıpları. Kültür öğelerini beş grupta sınıflandırabiliriz (Bozkurt,2006); Değerler İnançlar Semboller Dil Normlar Kültürü oluşturan bu öğelerin kapsamlarını aşağıdaki gibi ifade edebiliriz (Andersen ve Taylor, 2010:31; Kornblum, 2008: 69; Macionis, 2001: 64; Newman ve O Brien, 2006:71; Bozkurt, 2006: ); Değerler, bir topluluk ya da gruptaki ideal prensipleri tanımlayan öz standartlardır. Bu standartlar amaçlarımızı ve davranışlarımızı belirlerken bize neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösterir. Değerler iyi, kötü, güzel ya da çirkini belirlemede ölçütler sunar ve güçlü bir toplumsal kontrol aracı niteliğindedir. İnançlar, bir kültürde insanların birlikte sahip oldukları doğrunun, hakikatin ne olduğuna ilişkin paylaşılan idealler inançları oluşturur. İnançlar, sağduyuya, dine, bilime ya da bunların karışımına dayanabilir. Dini doktrinler birer inanç sistemidir, aynı zamanda siyasal ideolojiler de siyasal alanda ne olması gerektiği konusundaki inançlara dayanır. Semboller, kültürü oluşturan bütün unsurların temelinde yer alır. Bütün yaratıklar gibi insanlar da çevrelerindeki dünyayı duyumsarlar ancak diğerlerinden farklı anlamlar yüklerler. Semboller, kültürü paylaşan, tanınmış belirli anlamları aktaran her şeydir. Bir söz, bir duvar yazısı, yanıp sönen kırmızı bir ışık, sıkılmış bir yumruk hepsi birer semboldür. Sembollere yüklenen anlamlar da kültürden kültüre farklılık göstermektedir. Örneğin çoğu toplumda köpek dost ya da bekçi olarak görülürken Çin in kuzeyinde yaşayanlar için akşam yemeğini sembolize edebilir. Aynı biçimde aynı kültürün içinde de sembollere yüklenen anlamlar zamanla değişebilir. Bireylerin kıyafetlerinin, saç ya da sakallarının farklı sembolik anlamları vardır, yüzyıl önce işçilerin giydiği ucuz ve dayanıklı bir işçi pantolonu olan blucinin günümüzde gençliğin tercih ettiği bir statü sembolüne dönüşmesi bu değişime örnek olarak verilebilir. Dil, kültür dünyasının taşıyıcısı ve anahtarı konumundadır, bireylerin birbirleriyle iletişimde bulunmalarına imkân tanıyan bir semboller sistemi ve kurallar setidir. Kültürün öğrenilmesinde ve aktarılmasında dil büyük önem taşıyan bir araçtır. Dilbilim alanında görelilik hipotezine göre kültür ile dil arasında güçlü bir etkileşim söz konusudur aynı zamanda bir kültürün normları, değerleri ve inançları açısından olasılıkları ve potansiyelleri belirler. Normlar, kişisel alanı kullanma vb. bir durumda nasıl davranılacağına ilişkin belirli kültürel beklentilerdir. Sosyologlar paylaşılan kültürel beklentileri toplumsal normlar olarak görürler. Gündelik yaşamı düzenleyen mekanizmalar ve bütün toplumsal muhataplar açısından normlar kurallaşmış, standartlaşmıştır. Kişiler birbirlerinin beklentileri hakkında ancak paylaşılan normlar aracılığıyla bilgi sahibi olurlar. Normlar zorlandığında ise doğru ve yanlışı tanımlayan bu paylaşılmış kurallar toplumsal davranışın sınırlarını hatırlatır. Kültürü oluşturan öğeler nelerdir? 35

40 KÜLTÜR KONUSUNDAKİ YAKLAŞIMLAR Kültürün anlamı sosyolojik düşüncenin üç temel perspektifine göre aşağıdaki biçimde açıklanabilir (Thio, 2007: 69); İşlevselci perspektif, kültürün toplumsal düzeni sağlama işlevine vurgu yapar. Kültür insanların gereksinimlerini karşılamak üzere önemli işlevleri yerine getirir. Bu bakış açısına göre örneğin Hindistan da ineklerin kutsal olduğuna ilişkin var olan inanç, çiftlik işlerinde kullanılan ve birtakım ekonomik yararlar açısından önem taşıyan bu hayvanların korunması yoluyla toplumsal düzeni ve istikrarı sağlar, yaşatır. Çatışma perspektifi, kültürü, statükoyu korur, varsıl egemenlere yarar sağlar, toplumsal eşitsizliği destekler. Bu bakış açısına göre, örneğin rekabet kültürü işçilerin üreticiliğini uyararak işverenler için büyük yarar sağlar. Bu kültür aynı zamanda zenginlerin zekâları ve çok çalışmaları nedeniyle zenginliği hak ettikleri inancını ortaya çıkarır ve besler. Sembolik etkileşimci perspektif, kültürün insanlar arasındaki etkileşimin ürünü olarak geliştiğini savunur. Kültür toplumsal etkileşim açısından rehber görevi gören paylaşılmış anlayışlar bütününü yansıtır. Örneğin kültür insanlara markette nasıl alışveriş yapacaklarını gösterir ve daha sayısız birçok yönlendirme yapar. Kişilerin süpermarkette ürünleri kendilerinin seçmeleri, kendi kendilerine hizmet etmeleri gibi, yeni karşılaştıkları durumlarla baş etmek üzere geliştirdikleri yöntemlerle birlikte kültür de değişime uğrar. KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİK Kültür belirli bir toplumda kabul gören davranış biçimlerini tanımlar ve toplumdan topluma farklılıklar gösterir. Yeryüzünde birbirinden farklı sayısız kültür yapıları söz konusudur. Örneğin, Sioux Kızılderilileri arasında bir sorunun cevabını bilmeyenlerin bulunduğu bir ortamda doğru cevabı vermek yanlış bir davranış olarak kabul edilirken aynı davranış başka kültürlerde farklı yorumlanabilmektedir. Bütün farklılıklara rağmen kültürel evrensellikler de vardır. Çünkü kültürler her yerde bireylerin gereksinimlerini karşılama tarzlarını ifade etmektedir ve bu gereksinimler de evrenseldir. Dolayısıyla gerek maddi gerek manevi kültür açısından evrensellikten söz edilebilir. Dünyada ensestin tabu olması, mitler, folklor, tıp, yemek pişirme, dans, kutlama yapma gibi kültürel evrensellikler bu duruma örnek olarak verilebilir (Thio, 2007: 63). Bunların yanı sıra her kültürde aile, eğitim ve ekonomi ile siyaset kurumları gibi yapısal evrensellikler, hemen her toplumda değerler, inançlar, semboller, dil ve normlar gibi öğeler yer alır (Bozkurt, 2006: 93). Kişiler benzer durumlar karşısında farklı tepkiler verebilirler. Örneğin kız arkadaşına sataşılan ve rahatsız edilen bir ABD li genç diğerleriyle kavgaya girişebilir hatta bunun sonucunda bıçaklanarak öldürülebilirken sokak serserileri tarafından rahatsız edilen ve hakarete uğrayan bir Çinli genç Kung-Fu eğitimi almış olmasına ve muhataplarını rahatlıkla alt edebilecek durumda olmasına karşın cevap vermeden yürüyüp geçebilir ve Bir köpek size havlarsa siz de dört ayağınızın üstünde durup onlar gibi havlamazsınız anlayışı doğrultusunda diğerlerine hiçbir karşılık vermeyebilir. Birbirinden çok farklı olan bu iki gencin davranışları, onların iki farklı toplumda ve kültürde yetişmiş ve yaşamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Verilen örnekte de görüldüğü gibi, toplum ve kültür insanların yaşamını biçimlendirir (Thio, 2007: 34). Kimi durumlarda aynı toplum içinde farklı gruplar arasında da kültürel farklılıklar söz konusu olabilmektedir. Belirli bir kültürün içinde var olan farklılaşmaları açıklamak üzere çeşitli kavramlar geliştirilmiştir. Bu kavramlara değinmeden önce kültürün bütün olarak ideal kültür ve yaşanmakta olan kültür biçimindeki temel farklılaşmasından söz etmek yararlı olacaktır. Değerler ya da normlar gerçekleşmekte olan davranışları değil o davranışlara yön vermesi beklenen ilkeleri yani ideal kültürü tanımlar. Ancak gerçekte yaşanmakta olan kültür ideal kültürden her zaman farklılık gösterir. Toplumlarda evlilikte sadakatin önemi konusunda yaygın bir mutabakatın söz konusu olmasına karşın eşlerini aldatanların oranının azımsanmayacak ölçüde yüksek olması bu farklılığa örnek olarak verilebilir. Yüksek kültür ve popüler kültür ayrımı, kültürdeki farklılaşmaları açıklayan en önemli kavramlardandır. Kültürdeki farklılık ve çeşitliliğin kaynaklarından biri de toplumdaki elitlerle geniş halk tabakalarının norm ve değerler konusundaki ayrılıklardır. Özel bir yaşam biçimi, zevkleri, alışkanlıkları olan küçük elit bir grubun sahip olduğu kültüre yüksek kültür denir. Klasik müzik düşkünlüğü, resim ve 36

41 heykel sanatına ilgi yüksek kültürün özelliklerindendir. Televizyon seyretmek, maça gitmek, aile etkinliklerine katılmak, sokaktaki köfteciden köfte yemek gibi özellikler ise yaygın (popüler) kültürde görülür (Özkalp, 1999: ). Geniş kitlelere çekici gelen popüler kültür görece sofistike olmayan artistik ürünleri, sinema, TV şovları, müzik gösterileri gibi geniş kitleleri eğlendiren programları kapsar (Thio, 2007: 61). Popüler kültürde söz konusu olan halkın beğenisidir. Halkın sevmediği kişilerin ya da konuların popüler kültürde yeri yoktur (Doğan, 2004:299). Yüksek kültür, farklı ve seçkin elitlerin kültürel kalıplarını ifade ederken popüler kültür toplumun genelinde yaygın olan kültürel kalıpları anlatır. Ortak algı, yüksek kültürün popüler kültürden daha üstün olduğu yönündedir, elitler ile sıradan insanlar aynı zevkleri paylaşmazlar. Bu iki kategoride yer alanlar birçok nedenden ötürü birbirlerinden farklılaşırlar (Macionis, 2001: 74). Bu bağlamda popüler kültürün yanı sıra kitle kültüründen de bahsetmek yararlı olacaktır. Endüstri toplumlarının ürünü olan kitle kültürü kavramı belirli bir toplumsal grup tarafından halka yönelik geliştirilen ve kitle iletişim araçlarıyla üretilen kültürü ifade etmektedir (Sarı, 2006: 68). Yüksek kültür ve popüler kültürün dışında, daha çok endüstrileşmemiş geleneksel toplumların özelliklerini taşıyan, belirli bir halkın yaşam tarzı ve ürettiği kültüre folk ya da halk kültürü denilir. Halk kültürü zaman içerisinde özellikle günümüzde popüler kültürü ve yüksek kültürü de etkilemekte ve biçimlendirmektedir. Resim 2.2: Yüksek Kültür Kaynak: ( ) Resim 2.3: Popüler Kültür Kaynak: ( ) 37

42 Resim 2.4: Geleneksel Halk kültürü. Kaynak: ( ) Belirli bir toplumda kültürün karmaşık yapısını anlamakta yararlı olacak temel kavramlar egemen kültür, alt kültür ve karşı kültürdür (Andersen ve Taylor, 2010: 38). Toplumun temel kültürel değerlerini benimsemekle birlikte kendisini diğer gruplardan ayıran özgün değer, norm ve yaşam tarzları olan grupların kültürü alt kültür olarak tanımlanabilir. Gençliğin, ırkların, etnik grupların oluşturduğu alt kültürler vardır (Özkalp, 1999: 102). Toplumun bazı bölümlerininkinden ayrı yapılanan kültür kalıpları alt kültürleri ifade eder. Hip-hop müziği ile eğlenen gençler, Polonya kökenli Amerikalılar, çok sık uçuş yapan yöneticiler, cazcılar, kampçılar, bilgisayar düşkünleri hepsi birer alt kültür örneğidir. İnsanları alt kültürlere göre sınıflandırmak kolay ancak genellikle hatalıdır. Çünkü birçok insan çok sayıda alt kültüre çok fazla bağlılık söz konusu olmadan dâhil olabilir. Eski Yugoslavya örneğinde olduğu gibi, etnik ya da dini alt kültürlere üye olmak çeşitli çatışmalara yol açabilmektedir (Macionis, 2001: 74). Toplumun yaşam biçiminden farklılaşan bir grubun özgün bir kültürü kendi üyelerine benimsetmesi söz konusudur. Alt kültürün değerleri ve üyeleri için getirmiş olduğu diğer ölçütler toplumun hâlihazırdaki değerlerine ve diğer kültürel niteliklerine kesin bir tepki niteliği taşıdığında söz konusu olan kültür karşı kültür olarak adlandırılır. Alt kültürler toplumsal yapı açısından çeşitlilik işlevi görürken karşı kültürlerin toplumsal kültürle bütünleşmesi zor olabilir (Doğan, 2004: 298). Karşı kültürde norm ve yaşam biçimi açısından içinde yaşanılan topluma ve kültürüne ters düşme söz konusudur, toplumun kültürü reddedilir. ABD deki Hare Krişna hareketi ile 1960 lardaki hippi ler karşı kültüre bir örnektir (Özkalp, 1999: ). Resim 2.5: Bir karşı kültür örneği Hippiler. Kaynak: ( ) 38

43 TOPLUMSAL DEĞİŞME Kültürel çeşitliliğin örnekleri nelerdir? Değişimin toplumdan topluma farklı olduğu yönündeki görüşlerin yanı sıra toplumlar arasında değişimin farklılaşmadığını savunanlar da bulunmaktadır ancak toplumsal değişme bütün toplumlar için geçerli bir olgudur (Thio, 2007: 489). Günümüzde bütün toplumları dönüştüren ve köklü toplumsal değişmelere yol açan temel süreç küreselleşmedir. Küreselleşme kültürleri, toplumsal değişmenin niteliğini dönüştürmekte ve hızını belirlemekte; yeni toplumsal çatışmaların, yeni toplumsal sınıfların ve toplumsal hareketlerin oluşumuna yol açmaktadır. Bütün toplumlardaki kültürler değişime uğrar, sosyal bilimin temel çabası bu değişimleri anlayabilmek ve öngörebilmek üzerinedir (Kornblum, 2008: 53). Günümüzde toplumsal değişmeyi en yoğun ve köklü bir biçimde etkileyen süreç küreselleşmedir (Bozkurt, 2006: 337). Dünyanın küresel bir köye dönüştüğüne ilişkin söylem yaşanan dönüşümü ifade etmektedir. Küreselleşme kültürü çeşitli koşulların ortaya çıkması ile birlikte giderek daha yoğun biçimde yaşanmaktadır. Küreselleşmeyi ortaya çıkaran bu koşullar arasında dünya çapındaki uydu enformasyon ağının varlığı, küresel tüketim ve tüketim kalıplarının ortaya çıkması, kozmopolit yaşam tarzlarının gelişmesi, dünya çapındaki spor organizasyonlarının oluşması, ulus devletin gücünü giderek yitirmesi, dünya ölçeğinde bir siyasal sistem kurulması, bütün dünyaya yayılan sağlık sorunlarının varlığı ve dünyayı tek bir yer olarak kavrayan bir bilincin oluşmasını sayabiliriz (Marshall, 1999: 449). Toplumsal değişmeyi tanımlamak oldukça zordur. Her şey her zaman değişmektedir. Herakleitos un dediği gibi, aynı nehre iki defa girmek mümkün değildir, su sürekli aktığı için ikinci kez girildiğinde nehir artık aynı nehir değildir (Giddens, 2008: 77). Toplumsal değişme, bir toplumun kurumları ile kültürünün zaman içinde dönüşmesidir. Günümüzde toplumsal dönüşüm giderek daha hızlı gerçekleşmektedir, yeni bilgi ve iletişim teknolojileri alanındaki gelişme nedeniyle değişimin hızı giderek artmaktadır. Toplumsal değişme, toplumsal yapının ve onu oluşturan toplumsal ilişkiler ağının, bu ilişkileri belirleyen toplumsal kurumların ve kültürün değişmesini ifade eder. (Tezcan, 1985:211; Giddens, 2008: 103). Resim 2.6: Polis: Efendim aynı nehre iki defa girdiğinizi gördük. Adam: Hayır! Bunu kimse yapamaz ama! Kaynak: ( ) 39

44 Toplumsal değişmenin bütün toplumlar için geçerli olan belirli özellikleri vardır. Öncelikle toplumsal değişme kaçınılmazdır. Toplumsal değişme bazen amaçlıdır ancak genellikle plansız bir şekilde gerçekleşir. Değişmenin olumlu ve olumsuz sonuçları olabilir. Son olarak, gerçekleşen bazı değişimler diğerlerinden daha önem taşıyabilmektedir (Macionis, 2001: 624). Toplumlar dünya tarihi boyunca belirli değişimler geçirerek bugünkü durumlarına ulaşmıştır. Farklı topluluklar farklı değişim deneyimleri geçirmiş ve değişim hepsi için farklı hızda gerçekleşiyor olsa da genel olarak toplumların bazı değişim evreleri vardır. Bu evrelerde toplumlarda yaşama biçimi ve kültür bu değişimler doğrultusunda şekillenmiştir. Toplumsal ve kültürel evrim olarak adlandırabileceğimiz bu süreç boyunca kat edilen aşamaları ve bu aşamalardaki toplumsal özellikleri Şekil 1 deki gibi ifade edebiliriz (Thio, 2007:50-51); Tablo 2.1: Toplumsal Sosyokültürel Evrilmenin Değişik Aşamalarında Özellikleri Toplum Tipi Avcı- Toplayıcı Göçebe Çobanlık İlkel Tarım Toplumları Tarım Endüstriyel Postendüstriyel Ortaya Çıktığı Zaman ve Şimdiki Durumu İnsan yaşamı dünyada ortaya çıktığında görüldü. Çok az bir düzeyde Güney Afrika, Malezya ve Avustralya da varlığını sürdürmektedir. 10 bin yıl önce görüldü. Az sayıda örneği Kuzey ve Doğu Afrika çöllerinde ve platolarında, Orta Doğuda ve Moğolistan da varlığını sürdürmektedir. 10 bin yıl önce görüldü, az sayıda örneği Afrika, Asya, Güney Amerika ve Avustralya da tropik ormanlarda yaşamaktadır. 5 bin yıl önce görüldü, hala önemli sayıda örneği görece yoksul ülkelerde Afrika, Asya ile Orta ve Güney Amerika da varlığını sürdürmektedir. 250 yıl önce görüldü. Birçok örneği Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya daki zengin ülkelerde yaşamaktadır lerde ortaya çıktı. Hala oluşum sürecindedir. ABD, Kanada, Japonya ve öteki zengin ülkelerin öncülüğünde. Yiyecek-Üretim Teknolojisi Mızrak ve öteki basit av aletleri, bitkilerin elle toplanması için basit araçlar Hayvanların evcilleştirilmesi yoluyla Basit el araç-gereçleri Hayvanların kullanıldığı sabanlar vb. Makineler İleri teknoloji, biyoteknoloji, gen teknolojisi, hizmet endüstrileri Sosyokültürel Yaşam İşgücünün cinsiyet temelli bölüşümü, en eşitlikçi düzen. Şiddetli bağımsızlık, savaşçı, çobanlık ve basit tarım ile hayvanlarının değerlerini yansıtan dinler, büyük toplumsal eşitsizlik Savaşçı, yüksek düzeyde eşitsizlik, savaşçı asalet sıradan insanlara egemen, eşitsizlik değişken tanrılara tapınmada yansır. Çeşitli uğraşlar, meslekler ortaya çıkarır, şehirleri ortaya çıkarır, yöneticiler sıradan insanlar üzerinde tanrısal güçleri olduğuna inanılır, çok tanrıcılık, en eşitsiz düzen Büyük şehirleri ortaya çıkarır, önceki toplum tiplerinden daha güçlü biçimde eğitim ve ekonomi gibi kurumların etkili olması, dinin artık egemen olmaması, yaşam koşullarının iyileşmesi, görece daha az savaş, insan ilişkileri daha zayıf Hizmet, bilgi ve bilişim işleri ile fabrika üretiminin yer değiştirmesi, bireyler için daha çok güç ve özgürlük, cinsiyet eşitsizliğinin artması Kaynak: Thio, 2007:

45 Resim 2.7: Adam: Hey avcı olan benim senin toplayıcı olman gerekiyor! Kadın: Toplamak istediğim şeylerin üzerinde duruyordu. Kaynak: ( ) Toplumsal değişme çalışmalarının önemli bir kavramı endüstrileşmeden doğan toplumsal desenler ifade eden modernitedir (Macionis, 2001: 626). Bütün dünyayı farklı düzeylerde etkileyen bir toplumsal değişme biçimi olarak modernleşme tarım kültürüne sahip toplumların endüstri toplumlarına dönüşme süreçlerini ifade eder. Modernleşmenin geleneksel kültürleri yok ettiğine ilişkin yaygın kanıya rağmen Hindistan ve Japonya örneğinde olduğu gibi bir arada bulunduğu toplumlar da söz konusudur. Yakınsama (Convergence) kuramına göre, modernizasyon Batılı ve Batılı olmayan toplumları kültürel engelleri yıkarak bir araya getirmekte ve küresel bir toplum ortaya çıkarmaktadır. Iraksama (Divergence) kuramına göre ise özellikle birçok Asyalı ve Müslüman toplumlar Batı kültürünü reddetmekte, özgün kültürlerini sürdürmektedirler (Thio, 2007: ). Modernleşmenin temel özellikleri aynı zamanda geleneksel toplumlarda yaşanan toplumsal değişmenin hangi alanlarda gerçekleştiğini de yansıtmaktadır. Bu özellikleri şöyle ifade edebiliriz (Macionis, 2001: ), Küçük geleneksel toplulukların yok olması, Kişisel tercih alanının genişlemesi, Toplumsal çeşitliliğin artması, Gelecek yönelimlilik ve gelişen zaman bilinci. TOPLUMSAL DEĞİŞMENİN NEDENLERİ Toplumsal değişmeyi tek bir etkenle açıklamaya çalışmak mümkün değildir. İnsanın toplumsal gelişimi, avcı-toplayıcı toplumlardan kırsal toplumlara, geleneksel uygarlıklardan günümüzün son derece karmaşık toplum düzenlerine kadar olan çeşitliliği sınırlı yaklaşımlarla kavranamamaktadır (Giddens, 2008: 79). Toplumsal değişmenin çok çeşitli kaynakları vardır, bu kaynakları iç ve dış kaynaklar olarak sınıflandırabiliriz. İç kaynaklar; çevresel değişmeler, istila, kültürel temas, yayılma gibi etkenler iken dış kaynaklar, keşifler ve icatlar, nüfus hareketleri gibi etkenlerdir (Özkalp, 1999: 349 vd.). Farklı bir sınıflandırma ise fiziksel çevre, politik örgütsel ve kültürel etkenler biçiminde yapılabilir (Giddens, 2008: 79). Bu etkenler irdelendiğinde toplumsal değişmenin çok farklı kaynaklarının olduğu ve bu etkenlerin 41

46 farklı düzeylerde toplumsal değişmelere yol açtığı aynı zamanda farklı toplumlar için farklı etkenlerin daha önemli olduğu görülmektedir. Toplumsal değişmeye kaynaklık eden çeşitli etkenlerin bazı özellikleri aşağıda verilmiştir (Giddens, 2008: 103,79-80; Bozkurt,2006: ; Özkalp, 1999: 361); İklimlerin ve coğrafyanın insanların karakterlerini biçimlendirdiği ve bütün uygarlıkların uygun coğrafi koşullarda ortaya çıktığına ilişkin düşünceler çok eskilere dayanmaktadır. Ancak toplumsal değişmenin sadece fiziki çevreye indirgenmesi doğru olmasa da insanların yaşadıkları fiziki çevre toplumsal örgütlenmelerini etkilemektedir. Kutuplarda yaşayanlar tropikal bölgelerde yaşayanlara göre farklı alışkanlık ve pratikler geliştirirler, yine de çevrenin toplumsal değişme üzerinde doğrudan etkisinin çok büyük olmadığı söylenebilir. Nüfus yapısı da toplumları dönüştüren etkenlerdendir. Nüfusun yaşlanması önemli bir değişime yol açabilir. Değişim ve dönüşüme yol açan önemli nüfus hareketi ise göçtür. Kültür toplumsal değişmeyi etkiler fakat tek etken değildir. Weber kültürün ve kültürün önemli bir unsuru olan din olgusunun toplumlar üzerindeki etkisini açıklamıştır. Kültürde meydana gelen değişmeler bir biçimde toplumsal değişmeye neden olur. Toplumsal değişmeye yol açan kültürel etkenler arasında dinin etkileri, iletişim sistemleri, yazının bulunmasının etkileri, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Sezar, Newton vb. liderlerin etkileri sayılabilir. Kültürel değişmenin üç önemli kaynağı, icatlar, buluşlar ve yayılımdır. Buluşlar yeni objeleri yeni düşüncelere ve toplumsal desenlere kaynaklık eder larda başlayan roket araştırmalarının devamında uzay gemileri ortaya çıkmıştır, 21. yüzyılda ise insanların uzay seyahati yapabileceği öngörülmektedir. Tıbbi buluşlar insanın yaşam süresini uzatmıştır. Ürün, insan ve enformasyonun bir kültürden diğerine yayılması da toplumsal değişime yol açmıştır. Anadolu da bulunan paranın, Avrupa da bulunan saatin, Asya daki dokumacılığın, elbiselerin dünyaya yayılması örnek olarak verilebilir. Toplumsal yapıdaki çatışmalar da önemli bir toplumsal değişme faktörü olarak görülmektedir..toplumdaki çatışmalar var olan eşitsizliklerden kaynaklanmaktadır. Marx ın öne sürdüğü gibi, çatışmanın yol açtığı süreçlerin toplumsal değişme üzerinde önemli etkisi vardır. Örneğin Batılı devletlerin sömürgeci tutumları da birçok toplum açısından değişimin çoğu zaman zorlayıcı kaynağı olmuştur. Batıda Sanayi toplumlarının gelişimi dünyanın birçok bölgesinin sömürgeleştirilmesine yol açarken bu sömürgeleştirme süreci uzun süredir varlığını koruyan toplumsal düzenlerin ve kültürlerin kökten bir biçimde değişmesine yol açmıştır. Diğer bir önemli değişim kaynağı ise düşüncelerdir. Max Weber çatışmanın yanı sıra düşüncelerin de toplumsal değişme üzerindeki etkisini açıklamıştır. Karizmatik liderlerin toplumsal değişmeye yol açacak düşünceleri ve mesajları buna örnektir. Bu bağlamda dini düşüncelerin değişme üzerindeki etkisi de söz konusudur. Endüstriyel kapitalizm, Protestan iş ahlakının güçlü olduğu Batı Avrupa da gelişmiştir. Düşüncelerin aynı zamanda toplumsal hareketleri de yönlendirme özelliği vardır. Bir diğer önemli değişim kaynağı ise teknolojidir. Teknolojinin toplumsal değişme üzerindeki etkisi tartışılamaz. Kültürel ve ekonomik açıdan endüstri sonrası dönemi yaşayan ülkelerin gerisinde bulunan toplumlar teknoloji yoluyla söz konusu uygarlıkların değerlerinin bir anlamda işgaline uğramıştır. Çevremizde teknolojinin yarattığı değişimleri rahatlıkla gözlemleyebiliriz, özellikle kitle iletişim araçlarından biri olan televizyon insanların yaşam tarzlarını, düşünüşlerini, kültürlerini değişime uğratmıştır. Teknolojinin toplumsal değişme üzerindeki etkisi tek yönlü olmamaktadır. Örneğin TV ve internet her türlü bilgiyi ve her düzeyde programı herkese ulaştırmakta, bireyleri ve toplulukları üzerinde etkili olmakta ve biçimlendirmektedir. Teknoloji ve kitle iletişim araçları toplumsal yaşamda önemli değişimlere yol açmaktadır. Toplumsal değişmeye yol açan etkenler nelerdir? 42

47 TOPLUMSAL DEĞİŞMEYE İLİŞKİN YAKLAŞIMLAR Toplumsal değişmeyi tek bir unsurla açıklayan kuramlar üç grupta toplanabilir; teknolojiye önem verenler, ekonomiye önem verenler, ideolojiye önem verenler (Tezcan, 1985: 214). Toplumsal değişme kuramlarını, Evrimci Kuram, Çevrimsel Kuramlar, Çatışma Kuramları, İşlevselci Kuramlar ve Etkileşimci Kuramlar olarak sınıflayabiliriz. Evrimci Kuram: 19.yüzyılda çok sayıda düşünür toplumsal düzensizliği ve değişmeyi evrimsel gelişme temelinde açıklamıştır. Comte a göre toplumlar evrimleşerek daha iyiye ve doğruya ulaşacaktır. Toplumlar teolojik, metafizik ve pozitivist aşamalardan geçerek evrimleşir ve bu süreçte toplumsal değişme meydana gelir (Özkalp,1999: 356). Kurama göre toplumlar aşama aşama basitten karmaşığa doğru değişmektedir. İşlevselci Herbert Spencer kuramın ilk temsilcilerindendir. Ona göre bütün toplumlar tek biçimdeki evrimin doğal yasalarını izlemektedir. En güçlü olanın yaşamda kalması biçiminde özetlenebilecek bu yasalara göre bunu başaran toplumlar yaşamaya devam eder ve gelişmesi kaçınılmazdır, başaramayanlar ise yok olmaya mahkûmdur. Kuram, Batı kültürünü medeniyetin en üst düzeyi olarak sunan aşırı etnik merkezciliği nedeniyle eleştirilmiştir. Modern evrimciler basitten karmaşığa doğru gelişmeyi kabul etmekle birlikte bunun her zaman bir iyileşme anlamına gelmeyeceği görüşündedirler (Thio, 2007: ). İşlevselci Yaklaşım: En önemli temsilcisi Parsons a göre toplumsal değişmenin incelenebilmesi için öncelikle toplumsal yapı ele alınmalıdır. Değişmenin temeli toplumsal yapı, toplumsal sistemdir. Çeşitli toplumsal işlevler farklılaşma sürecinde yeni yapılara evrilir, toplumsallaşmanın aileden okula, üretimin bireysel işyerinden atölye ve fabrikalara kayması gibi. Farklılaşma ile işlevlerin bölünmesi yeni bir bütünleşmeyi gerektirir. Toplumsal değişme bir denge içinde oluşan bir evrim niteliğindedir (Tezcan, 1995: 24-27). Toplumun bütün parçaları bazı işlevleri yerine getirir ve birbirlerine bağımlıdır bu nedenle parçalardan birinde meydana gelen değişim diğer parçalarda dengeleyici değişimlere yol açar. Toplum yeniden dengeyi sağlamak için değişim geçirir. Kuram aşamalı değişimleri açıklama konusunda işlevsel kabul edilirken devrim hareketlerinin yarattığı değişimi açıklamakta yetersiz görülmüş, aynı zamanda toplumları olduğundan daha istikrarlı ve uyum içinde gösterdiği için eleştirilmiştir (Thio, 2007: ). Çevrimsel Kuram: Evrimci yaklaşım tek yönlü bir toplumsal değişimi var sayarken çevrimsel kuram toplumların sonsuz çevrim serileri boyunca ileri-geri ve yukarı-aşağı hareket ettiğini ileri sürer. Alman tarihçi Oswald Spengler kuramın ilk temsilcilerindendir. Toplumları ve medeniyetleri bir organizma gibi değerlendiren Spengler, doğum, gençlik, olgunluk, yaşlılık ve ölüm çevrimlerinin toplumlar için de geçerli olduğunu savunmuştur. Spengler in kuramı bilimsel olmaktan çok şiirsel olarak görülmüş ve eleştirilmiştir (Thio, 2007: 494). Sorokin de toplumların tek çizgi boyunca gelişimi düşüncesine karşı çıkar, ona göre tarihsel süreçte hiçbir toplum sadece gelişmez, yükselmelerin yanı sıra düşüşler de vardır (Tezcan, 1995: 17). Çatışma Kuramı: Diyalektik modeller bu kapsamda yer alır. Değişme toplumsal sınıfların çatışmasının ürünüdür. Toplum bu çatışmalarla çeşitli aşamalardan geçer. Sürecin sonunda sınıflar ortadan kalkacak ve toplum dengeye ulaşacaktır. Marx ın görüşüne göre bütün toplumsal yapının ve toplumsal değişmenin tek belirleyicisi ekonomik ilişkilerdir. Ancak toplumsal değişmeyi etkileyen hukuk, edebiyat, sanat, din gibi daha birçok etken de söz konusudur (Özkalp,1999: ). Yaklaşıma göre toplumlar karşıt iki keskin gücün mücadelesi sonucunda çabucak ve kökten bir biçimde değişebilir. Marx kapitalist toplum geliştikçe, işçilerin daha çok bir araya geleceklerini, yabancılaşma ve sınıf bilinci gibi etkenlerle işçi sınıfının kapitalist sınıfa karşı devrim gerçekleştireceğini var sayar. Bu öngörüler ilerleyen süreçte gerçekleşmemiştir. Marx ın, geniş orta sınıfın ortaya çıkışını ve yönetimlerin toplumsal çatışmalara, işçilerin koşullarını iyileştirerek karşılık verebileceğini öngöremediği söylenebilir. Kapitalist yönetimler bu görüşten yararlanarak işçilerin sorunlarına çözüm aramaya başlamıştır (Thio, 2007: 497). Geliştirilen üretim olanak ve araçları önceki üretim araçlarına göre kurulmuş olan üretim ilişkileri düzeni ile çatışarak yeni üretim biçimi, yeni bir sınıf ve yeni bir ideoloji ortaya çıkarır. Değişim, dışsal bir etkinin ürünü olarak değil, toplumun kendi içinden gelen bir kaynağa bağlı olarak düşünülür (Tezcan, 1995: 19). 43

48 Sembolik Etkileşimci Perspektif: Sembolik etkileşimciliğe göre insanlar etkin bir biçimde dünyayı yorumlar ve buna göre davranırlar. Toplum yeni bir toplumsal yaşam ortaya çıkarmak üzere değiştiğinde insanlar dünyayı geçmiştekinden daha farklı tanımayacaklardır. Bireyler genç ise yaşanmakta olan dünyaya alışkın olduklarından önceki toplumsal yaşama alışkın olan anne-babalarıyla yeni dünyayı yorumlayışlarında farklılıklar olacaktır. Toplumsal değişme bireylerin kendilik algılarını da başkalarıyla etkileşimlerini de dönüştürür (Thio, 2007: 498). Toplumsal değişmeye ilişkin temel yaklaşımlar nelerdir? TOPLUMSAL EŞİTSİZLİK VE TABAKALAŞMA Bir toplumda yaşayan herkes aynı ya da eşit koşullarda bulunmaz, bireyler yaşamlarının her aşamasında çeşitli farklılıklar ve eşitsizlikler deneyimlerler. Titanik in batması ile yaşamını kaybeden ya da kurtulan insanların özellikleri toplumsal eşitsizliklerin insanların yaşamlarını nasıl etkileyebileceğinin göstergesi niteliğindedir kişinin kaybedildiği kazada önce kadınlar ve çocuklar kurtarma botlarına bindirilmişti bu nedenle ölenlerin % 80 i erkekti. Birinci sınıf bilet taşıyanların %60 ından fazlası kurtarılanlar arasındaydı çünkü üst katlarda kaldıkları için kurtarma botlarına daha kolay ulaşabildiler. İkinci sınıftakilerin %36 sı, geminin en alt bölümünde kalan üçüncü sınıfların ise %24 ü kurtulabilmiştir. Titanik yolcuları arasındaki sınıf farklılığı kamara özelliği olmaktan öte ölüm kalım konusu olmuştur (Macionis, 2001: 247). Resim 2.9: Titanik Batarken 1912 Kaynak: ( ) Toplumsal ve ekonomik eşitsizlik analizi başlangıçtan bu yana sosyolojinin temel ilgi alanlarından biri olmuştur. Bunun en önemli nedeni, modernitenin yaratmış olduğu yeni toplumsal eşitsizliklerin anlaşılmasına duyulan gereksinimdir. Bu eşitsizlikler toplumsal değişme açısından olumlu olduğu kadar olumsuz sonuçlar da ortaya çıkarmaktadır. Bu iki durum da sosyolojinin çalışma konuları arasında yer almıştır. Sosyologlar eşitsizliğin bireyler tarafından deneyimlenmesiyle ve eşitsizliğin gerçekliğiyle ilgilenirler. Toplumsal eşitsizlik söz konusu mudur, hangi temelde vardır, insanlar buna nasıl karşılık vermektedirler, eşitsizliklerin önem derecesi farklı mıdır, farklı toplumlarda farklı eşitsizlik yapıları var mıdır gibi sorulara cevap aranır (Bilton vd. 2008:69). 44

49 Resim 2.10: Amerikalıların oturdukları yemek masaları toplumsal sınıflarının göstergesi niteliğindedir. %1 i oluşturan zirvedekiler öğünlerini lüks bir masada, orta sınıf mütevazı bir masada, en at sınıflar ise çöplüklerde yer Kaynak: ( ) İnsanlar ve gruplar arasında var olan eşitsizlikleri tanımlamak üzere sosyologlar tabakalaşmayı kullanırlar. Tabakalaşma, sosyologların ilgilerinin odak noktası konumundadır çünkü modern toplumlar geniş ölçekli eşitsizlikler içerir. Tabakalaşma (stratification) kelimesi katman kelimesinden gelmektedir (strata-layer), bu kavramla kaya tabakalarının birbirinin üstüne gelmesine atıf yapılmaktadır. Kadınerkek, zengin-fakir, siyah-beyaz ve sınıflar arasında eşitsizlikler vardır. Tabakalaşma cinsiyet, yaş, askeri konum ve dini sıfatlar nedeniyle de oluşabilir. Bireyler ve gruplar tabakalaşma şemasındaki konumlarına uygun olarak toplumsal ödüllere farklı düzeyde ulaşmanın çeşitliliğini deneyimlerler. Basit bir şekilde tabakalaşma, farklı insan gruplaşmaları arasındaki yapılaşmış-yapısal eşitsizlikler olarak tanımlanabilir. Toplumların daha çok tercih edilenin en üstte, daha az ayrıcalıklı olanın da en alta yakın olduğu bir hiyerarşi içinde tabakalar dan oluştuğu düşünülebilir (Browne, 2005: 11;Giddens ve Griffiths, 2006: ). Bütünüyle eşitliğe dayalı bir toplum hala bir düş olarak kalmaya devam etmektedir. En basitinden en karmaşığına bütün insan toplulukları bir çeşit toplumsal eşitsizlik gösterir. Güç, saygınlık ve zenginlik bütün toplumlarda bireyler ve toplumsal gruplar arasında eşit olmayan biçimde dağıtılmıştır. Toplumsal eşitsizlik toplumsal olarak üretilmiş eşitsizlikler anlamını taşır. Toplumsal tabakalaşma, toplumsal eşitsizliğin belirli bir biçimidir, saygınlık ve zenginlik gibi ölçütler açısından birbirlerinin altında ya da üstünde sıralanmış farklı toplumsal grupların varlığını ifade eder (Haralambos ve Holborn,1995: 21). Bireysel kazanımlara ve doğuma bağlı olan tabakalaşma, toplumlarda tarih boyunca değişim ve dönüşüm içinde var olmuştur. Avcılık ve toplayıcılığa dayanan ilk insan topluluklarında tabakalaşma, paylaşılacak kaynakların ve zenginliğin de azlığı nedeniyle çok az düzeyde gerçekleşmiş, tarımın gelişmesi daha çok zenginliğin üretilmesine yol açarak toplumsal tabakalaşmanın da artmasını sağlamıştır. Tarım toplumunun gereksinimleri kast sistemlerini oluşturmuştur. Bu toplumlarda tabakalaşma piramide benzemektedir. Geniş ölçekte insanlar alt tarafta iken az sayıda başarılı olanlar piramidin üstüne doğru tırmanırlar. İnsanların yeteneklerine bağlı olan endüstriyel üretim ise sınıf sistemini ortaya çıkarmıştır. Günümüz endüstri ve endüstri sonrası toplumları çok karmaşıktır ve gözyaşı damlasına benzemektedir. Geniş ölçekte insanlar orta ve alt-ortada sıralanırlar, daha az sayıda insan alt tarafta, çok az sayıda insan ise en üstte yer alır. (Macionis,2001:250). Sosyolojik açıdan insanların yaşamlarında aldıkları ödüller, karşılıklar üç grupta toplanabilir; zenginlik, güç ve saygınlık. Bunlar sırasıyla ekonomik, siyasal ve toplumsal ödüllerdir. Genellikle birlikte bulunurlar yani zenginler aynı zamanda politik güce ve saygınlığa da sahip olurlar. Ancak birisinin varlığı diğerlerini zorunlu kılmaz. Örneğin öğretmenlerle karşılaştırıldığında bazı yerleşim birimlerindeki temizlik işçilerinin daha fazla para kazanmalarına rağmen toplumda daha az saygın ve güç sahibidirler (Thio, 2007: 195; Giddens ve Griffiths, 2006: 296). 45

50 Tabakalaşmaya ilişkin önemli kavramlar aşağıdaki biçimde tanımlanabilir (Browne, 2005: 12); Ekonomik eşitsizlik: Zenginlik, gelir ve çalışma saatleri gibi bireylerin yaşamlarını etkileyen maddi ölçütlere ilişkin eşitsizlik. Yaşam Fırsatları: Toplumda istenilir şeylere sahip olma ve istenmeyen şeylerden kaçınmakorunmaya ilişkin fırsatlar. İyi bir ev, sağlık, tatil, iş güvenliği ve eğitimde başarı gibi istenilir ve hastalık, işsizlik gibi kaçınılacak şeyler. Statü: Bir grup ya da toplulukta, farklı konumlara öteki üyeler tarafından atfedilen saygı. Hıristiyan bir toplumda bir papaza yüklenen yüksek statü büyücülükle uğraşan cadılık atfedilenlere verilmez. Verili Rol: Bireye doğumuyla birlikte verilen ve genellikle yaş, cinsiyet, doğum yeri ve aile gibi değişmeyen roller. Kazanılmış Rol: Bireylerin kendi çabaları ile eğitim, yetenek, kariyer gibi kanallarla kazandıkları rol. Statü Sembolleri: Bireylerin statülerini başkalarına gösteren şeyler. Sahip olunan iş, para harcama tarzı, yaşanılan ev, kullanılan otomobil modeli vb. genel yaşam tarzı. Toplumsal hareketlilik: Toplumsal tabakalar arasında yukarı ya da aşağı doğru hareketlilik. Toplumsal tabakalaşma toplumsal grupların hiyerarşisi niteliğindedir. Bir tabakanın üyeleri ortak bir kimliğe, ortak çıkarlara, benzer yaşam tarzlarına sahiptirler (Haralambos ve Holborn,1995: 22). Toplumsal tabakalaşma dört temel ilke üzerine yapılanır (Macionis,2001: ); Toplumsal tabalaşma, toplumun bir özelliğidir, bireysel farklılıkların basit bir yansıması değildir. nesiller boyunca ısrarlı bir biçimde varlığını sürdürür. evrenseldir ancak farklı biçimleri vardır. sadece eşitsizlikleri değil inançları da kapsar. TOPLUMSAL TABAKLAŞMA SİSTEMLERİ Sosyologların tanımlamış olduğu temel tabakalaşma sistemlerini şöyle ifade edebiliriz; Eşitlikçi Sistem, Efendi-Köle Sistemi, Kast Sistemi, Feodal Zümreler Sistemi ve Sınıf Sistemi (Thio, 2007; Browne, 2005:13). Bu sistemler bazen aynı zamanda bir arada da bulunabilirler. Eski Yunan da ve ABD nin güneyinde 18.yüzyılın ikinci yarısındaki iç savaş öncesi sınıfların yanı sıra köleliğin de var olması gibi. Toplumsal tabakalaşma sistemlerinin üç ortak özelliği söz konusudur (Giddens ve Griffiths, 2006: 296); Tasnif, ortak nitelikleri taşıyan bireylerin toplumsal kategorilerine uygulanır. Bu bireylerin birbirleriyle etkileşim içinde olmaları koşul değildir. Kadınlar erkeklerden, fakirler zenginlerden farklı tasnif edilebilir. Bu bireylerin belirli bir kategoriden bireylerin sıralamalarını değiştiremeyecekleri anlamına gelmez. Kategori, birey başka bir kategoriye doğru hareket etse de yine var olmaya devam eder. İnsanların yaşam deneyimleri ve fırsatları güçlü biçimde bireylerin tasnif edildikleri toplumsal kategoriye bağlıdır. Farklı toplumsal kategorilere ait sıralamalar zaman içinde çok yavaş değişir. Örneğin, İngiliz toplumunda kadınlar daha yakın zamanlarda erkekler karşısında eşitlik kazanabilmişlerdir. Eşitlikçi Sistem: Tabakalaşmanın az olduğu toplumlar eşitsizliğin de en az düzeyde olduğu toplumlardır. Avcı-toplayıcı toplumlar bu bağlamda en eşitlikçi toplumlardır. Bunun yanı sıra erkekler kadınlardan, Şamanlar diğerlerinden ve iyi avcılar diğer üyelerden daha yüksek statüde yer alırlar (Thio, 2007: 200). Efendi Köle Sistemi: Bu sistemde bazı insanları hizmet etmeleri için başkaları sahiplenir. Eski Mısır, Roma ve Yunanda mevcut olan bu sistem yakın dönemlerde ABD de de görülmüştür. Köleler, 46

51 yoksullardan, etnik açıdan aşağı görülen gruplardan, fethedilen ülkelerden getirilen insanlardan oluşmuştu ve daha çok kol gücüne dayalı işlerde çalıştırılmışlardı. Günümüzde kölelik bütün toplumlarda yasal olarak yasaklanmasına karşın çeşitli biçimlerde varlığını sürdürmektedir (Thio, 2007: 200). Kast Sistemi: En belirgin örneğinin Hindistan da görüldüğü kast sistemi bireylere hayat boyu taşınan sosyal statülerin verilmiş olduğu toplumsal bir sistemdir. Farklı toplumsal katmanlar kapalıdır ve bireyler toplumsal katmanlarını doğumdan ölüme sürdürmek zorundadırlar. Toplumsal statüler bireylerin kişilik özellikleri ile yakından ilişkilidir, ırk ya da etnik köken ya da anne-babanın inancı kastı belirleyicidir. Tarım toplumlarında görülen bu tipik sistem Hindistan ın kırsal kesimlerinde varlığını sürdürmüştür. Bu sistem Avrupa da da farklı biçimlerde yer almış, Yahudilere belirli dönemlerde ayrı bir kast gibi davranılmış, şehirlerin belirli bir bölgesinde kendi içlerinde yaşamaya zorlanmışlardır. Günümüzde varlığını sürdürmekte olan az sayıdaki kast sistemi örneği ise küreselleşmenin engelleyici özelliğinden yoğun biçimde etkilenmektedir (Giddens ve Griffiths, 2006: ). Hindu kast sistemi iki bin yıllık geçmişi olan Hindu dini inancını yansıtmaktadır. Belirli meslek gruplarıyla yakından ilişkili dört temel kast vardır. Brahmanlar (bilgin ve ruhani liderler) tepede yer alırlar, onları Kşatriyalar ( askerler ve yöneticiler), Vaisyalar (çiftçiler ve tüccarlar) ve Sudralar (işçiler ve zanaatkârlar) izler. Bu dört kastın en altında Dalitler (dokunulmayanlar- ezilmiş insanlar) bulunur. İnsanların pisliklerini taşımak, çöplüklerden yiyecek aramak gibi özellikler bu gruba aittir de yasadışı ilan edilmesine karşın özellikle kırsal bölgelerde etkisini sürdürmektedir. Ancak modern Hindistan ın kapitalist ekonomisi ve küreselleşme farklı kastlardan insanları bir araya getirmekte ve kast sisteminin etkisini giderek zayıflatmaktadır. Bir diğer örnek ise 1992 de sonlanan Güney Afrika daki kast sistemidir. Apartheid olarak adlandırılan bu sistem bütünüyle ırksal özelliklere dayanmaktadır. Siyahiler, Hindular ve Asyalılar toplumsal düzen içinde Beyazlardan ayrı ve alt seviyede kastlar olarak kabul edilmiştir (Giddens ve Griffiths, 2006: 298). Resim 2.11: Hindu Kast Sistemi, piramidin en tepesinde Brahmanlar (bilgin ve ruhani liderler) vardır, onları Kşatriyalar (askerler ve yöneticiler), Vaisyalar (çiftçiler ve tüccarlar) ve Sudralar (işçiler ve zanaatkârlar) izlemektedir. Kastlar arasında geçişlilik söz konusu değildir. Kaynak: ( ) Kast sistemi tabakalaşma sistemleri arasında en katısı olarak bilinmektedir. Her bir tabaka kast olarak adlandırılır ve hiyerarşi açıkça tanımlanmıştır. Hindu inanışları doğrultusunda bireyler doğumla birlikte verilen toplumsal pozisyonlara sahip olurlar. Reenkarnasyon inancı doğrultusunda bireylerin içine doğdukları kastın önceki yaşamlarının sonucu olduğuna inanılır. Birey kastını bütünüyle kabullenerek bir 47

52 sonraki yaşamında bir üst kasta geçebilecektir (Browne, 2005: 13). Küreselleşme dünya çapındaki kast düzenlerinin sonunu Güney Afrika örneğinde olduğu gibi çeşitli yasal düzenlemelerle hızlandırmaktadır. Ancak Batı ya göç eden Hint ailelerinin kendi çocukları için kast evliliğini gözetmeleri örneğinde de görüldüğü gibi kast sisteminin kimi izleri sanayi sonrası toplumlarda hala yaşayabilmektedir (Giddens, 2008:345). Feodal Zümre Sistemi: Feodal zümreler sisteminde tabakalaşma sisteminin temelini toprak sahipliği oluşturur (Browne, 2005: 13). Zümreler, Avrupa feodalizminin ve diğer birçok geleneksel medeniyetin parçasıdır. Zümre sisteminde birbirine karşı sorumlulukları ve hakları olan değişik tabakalar söz konusudur. En üstte yer alan zümre aristokratlar ve eşraftır. Ruhban sınıfı diğer bir tabakadır. Aşağıda bir tabaka olmasına rağmen özgün bir takım ayrıcalıklara ve güce sahiptir. Üçüncü tabakayı ise halk tabakası, serfler, özgür köylüler, tüccarlar ve zanaatkârlar oluşturur. Zümreler arasında hareketlilik ve evlilikler belirli bir düzeyde hoş görülmektedir. Halk zümresinden gelenler şövalye olabilirler ya da tüccarlar krallara gerekli ödemeleri yaptıklarında kimi asil sıfatlar kazanabilirler. Bu sistemin kalıntıları Britanya da hala yaşatılmakta, işadamları, sanatçılar vb. hizmetleri karşılığında şövalyelikle onurlandırılmaktadırlar (Giddens ve Griffiths, 2006: 299). Resim 2.12: Kraliçe tarafından Sir unvanı ile onurlandırılan Beatles Grubu ndan Paul McCartney Kaynak: ( ) Feodal zümre sisteminin üç önemli özelliği bulunmaktadır (Bottomore, 1977 aktaran Doğan, 2004: 117); Zümreler, hukuki olarak ifade edilmiştir. Her bir zümrenin hak, yükümlülük ve ayrıcalıkları yasal olarak belirlenmiştir, geniş ölçekte yaygın bir iş bölümünü yansıtır, aynı zamanda siyasal grupları ifade eder. Feodal sistem, merkezi siyasal güçlerin çökmesinin ardından ortaya çıkan kaos ve güç mücadelesi ile birlikte görülmüştür (Thio, 2007: 201). Zümre düzeninde yasalar birbiriyle eşit olmayan zümreler oluşturarak onların varlığını güvence altına alır. Zümrelerin belirli görevleri vardır ve kraliyet ailesi, soylular, özgür yurttaşlar, serfler ve köleler biçiminde tabakalanır (Özkalp, 1999: 315). Sınıf Sistemi: Sınıf (class) kelimesi 14. ve 16. yüzyıllarda kullanılmıştır. Kategorileri ve sıralamayı ifade eden kelime bugünkü kavramsal içeriğini 18.yüzyıl ikinci yarısından itibaren kazanmıştır (Doğan, 2004: 118). Endüstrileşme ile birlikte dönüşüm geçiren toplumsal koşullarda ortaya çıkan sınıf sistemi birçok açıdan kölelik, kast ve zümreden (mülk sahipleri) farklıdır. Sınıf, yaşam biçimlerini etkileyen genel ekonomik kaynakları paylaşan büyük çaptaki insan öbeği olarak tanımlanabilir. Sınıf düzeninin diğer tabakalaşma biçimlerinden farklarını şöyle sıralayabiliriz (Giddens, 2008: 344); 48

53 Sınıflar arasındaki sınırlar keskin değildir. Sınıflar arası evlilikleri engelleyen yasal düzenlemeler yoktur. Birey sınıfını sadece doğumla elde etmez. Yukarı ve aşağı doğru hareketlilik diğer türlerden daha yaygındır. Sınıf düzenleri büyük çaplıdır, kişisel değildir. Resim 2.13: Toplumsal Sınıf Sisteminde tabakalaşma piramit biçiminde değil gözyaşı damlası modelinde ifade edilebilir. % 1 lik en üst kısımda kapitalistler, % 14 lük kısımda üst-orta sınıf, % 30 luk kısımda orta sınıf, % 20 lik kısımda işçi sınıfı, izleyen % 13 lük kısımda fakir işçiler ve en alttaki % 12 lik kısımda alt sınıf yer alır. Kaynak: ( ) Sınıf sistemi özellikle kast sisteminden farklı olarak daha açık bir tabakalaşma sistemidir ve bireylerin sistemdeki konumları kazanılabilir, eğitim ve becerilerdeki farklılaşma ile değişebilir niteliktedir (Thio, 2007:2001). Resim 2.14: Üst sınıfların yaşadığı Beverly Hills te Ben sadece bir orta sınıfım diyen bir dilenci. Kaynak: ( ) 49

54 Kast sisteminin geliştiği tarım toplumları ile karşılaştırıldığında endüstri toplumları daha çok meritokrasiye doğru gelişme göstermektedir. Toplumsal tabakalaşma kişisel yetenek ve liyakate göre yapılanır, çünkü endüstri toplumları çiftçiliğin ötesinde çok sayıda ve nitelikte yeteneklere gereksinim duyar. Tabakalaşma sadece tesadüfî doğumla değil yeteneklere göre şekillenir ancak kast sisteminin bazı nitelikleri sınıf sisteminde de görülmektedir. Kast sistemi insan potansiyelini boşa harcar ancak bunun yanında oldukça kurallı, düzenlidir. Endüstri toplumlarının sadece yeteneklere göre yapılanacak saf meritokrasiyi geliştirmeyip nesilden nesile zenginliğin aktarılması gibi kast sistemi ile benzer bazı özelliklere sahip olmasının gerekçesi de budur. Bütünüyle meritokrasi var olduğunda ailelerin ve toplumsal grupların önemi azalacaktır. Ekonomik başarı her şey değildir bu nedenle endüstri toplumları verimlilik ve etkililik için meritokrasiye doğru yönelir ancak toplumsal düzeni ve bütünlüğü korumak için kast sisteminin bazı özelliklerini de canlı tutar (Macionis, 2001: ). Toplumsal tabakalaşma sistemleri nelerdir? TOPLUMSAL TABAKALAŞMAYA İLİŞKİN YAKLAŞIMLAR En önde gelen tabakalaşma kuramları Karl Marx ve Max Weber in geliştirdikleri yaklaşımlardır. Günümüzdeki Neo-Marxist ve Neo-Weberian yaklaşımlar gibi modern tabakalaşma kuramlarının hepsi Marxist ve Weberian perspektiften kaynaklanmıştır. (Giddens, 2008:378; Haralambos ve Holborn,1995: 111). Bu yaklaşımların yanı sıra İşlevselci-Yapısalcı perspektife de değinmekte yarar vardır. Yaklaşımların her biri tabakalaşmanın oluşması ve yaşatılması konusunda farklı boyutlara ilişkin açıklamalar getirmiştir. Marx ın Yaklaşımı ve Çatışma Perspektifi: Marx ın tabakalaşmaya ilişkin görüşleri, kapitalist sistemin ortaya çıkardığı eşitsizliklerden güçlü bir biçimde etkilenmiştir. Geleneksel toplumlarda yaşam standartları bütün tabakalar için oldukça kıt ve yetersiz iken modern endüstrinin gelişimi ile birlikte zenginlik ve refah daha önce görülmemiş düzeyde üretilmiştir. Ancak çalışanlar, emeklerinin ürettiği zenginliğin çok az bir kısmına ulaşabilmişlerdir. Marx a göre işçi sınıfı fakirleştirilerek dilenci konumuna itilmiştir, eşitsizlik derinleşmiştir (Giddens ve Griffiths, 2006: 302). Marx, toplumsal sınıflarla ilişkili olarak toplumsal eşitsizliğin bütün biçimlerinin azaltılmasını, yok edilmesini önemli görmüş ve sınıfların sadece toplumdaki önemli toplumsal grupları biçimlendirdiğini varsaymıştır (Haralambos ve Holborn,1995: 39). Tabakalaşma, Marx ın yaklaşımı ve çatışma kuramında bütünleştirici olmaktan çok bölümlere ayırıcı, ayrıştırıcı olarak görülür ve işbirliğine yönelik olmaktan çok bazılarının bazılarını sömürdüğü bir mekanizma olarak tanımlanır. Toplumsal tabakalaşma sistemi, toplumsal grupların üretim araçlarıyla ilişkilerinden kaynaklanır. Marx, tabakalaşma sistemindeki ana tabakayı sınıf olarak adlandırır. Sınıf, üretim araçlarıyla aynı ilişkiye sahip olan üyeleri ifade etmektedir. Örneğin feodal dönemde, üretim araçlarının önemli unsuru olan toprak sahibi olmak sınıfları belirlemektedir. Toprak sahibi aristokratlar ve bu topraklarda çalışan topraksız serfler. Marx ın toplumsal sınıflara dayalı yaklaşımı, üretim araçlarına sahip olma ya da olmamanın belirlediği iki sınıfa dayalıdır. Burjuvazi ya da kapitalist sınıf üretim araçlarına sahiptir, proletarya ya da işçi sınıfı sadece emek gücüne sahiptir ve bunu burjuvaziye kiralar (Haralambos ve Holborn,1995: 32-33; Browne, 2005:13). Marx a göre burjuvazinin proletaryayı sömürüsü bu iki sınıf arasında çatışmaya yol açmaktadır. Marx, işçilerin zamanla isyan edeceklerini ve ekonomik eşitliğin olduğu sınıfsız bir toplum kuracaklarını öne sürmüş ancak bu varsayım gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmemiştir larda yazan Marx, işçi sömürüsünün sona erebileceğini, gelir düzeyi yüksek geniş ölçekte beyaz yakalı işçi sınıfının ortaya çıkabileceğini öngörememiştir ler ve 1960 lar boyunca burjuvalaşma süreci ile çok sayıda kol gücü ile çalışan işçi orta tabakaya girmiş, orta sınıfa dönüşmüştür (Thio, 2007:196; Haralambos ve Holborn,1995: 76). Toplumsal sınıflarda yaşanan dönüşümü açıklamak üzere Erik Olin Wright tarafından geliştirilen Neo-Marxist Sınıf Kuramına göre bazı işçiler özgün sınıflarından farklı olarak yönetici egemen sınıfın bazı özelliklerini taşırlar. Burjuvazi ve proletarya arasında bir konumda yöneticiler ve denetçiler gibi gruplar bulunur. Proletaryadan yarı özerk ücretliler ve burjuvaziden küçük işverenler ortaya çıkar ve bunlar da küçük burjuvayı oluştururlar (Haralambos ve Holborn,1995: ). Yine Marx ın görüşlerinden yola çıkan Dahrendorf ise 50

55 toplumsal çatışmanın kaynağının üretim araçlarına sahip olmadan değil otoritenin eşit olmayan dağılımından kaynaklandığını öne sürmüştür (Özkalp, 1999: 321). Marx ın düşüncelerinin kaynaklık ettiği toplumsal çatışma yaklaşımının tabakalaşmaya ilişkin varsayımlarını şöyle özetleyebiliriz (Macionis,2001: 261); Toplumsal tabakalaşma toplumsal çatışmanın ürünüdür. Toplumsal kaynaklardaki farklılıklar bazılarının çıkarına hizmet ederken bazılarının aleyhinedir. Toplumsal tabakalaşma toplumdaki yetenek ve becerilerin bütünüyle geliştirilemeyeceği anlamına gelir. Tabakalaşma sadece bazıları için yararlıdır. Tabakalaşma mutlaka var olması zorunlu bir olgu değildir. Değerler ve inançlar ideolojiktir, toplumdaki egemen güçlerin çıkarlarını yansıtır. Resim 2.15: İngiltere de kömür madenlerinde çalışanları ve maden sahiplerinin zenginliğini gösteren 1843 tarihli bir çizim. Kaynak: ( ) Max Weber in Yaklaşımı: Alman sosyolog Max Weber in yaklaşımı tabakalaşma alanındaki en önemli yaklaşımlardan biridir. Weber, tabakalaşmanın toplumdaki sınırlı kaynaklar için yapılan mücadeleden kaynaklandığına inanmıştır. Hem ekonomik kaynaklar için hem de saygınlık ve siyasal güç için mücadelenin varlığını dikkate almıştır. Marx gibi Weber de tabakalaşma analizinde sınıfları esas almış ancak toplumsal tabakalaşmanın çok daha karmaşık ve çeşitliliğe sahip yapısını ortaya çıkarmıştır. Piyasa ekonomisinde benzer konumları paylaşan bireyler sınıfları oluşturmaktadırlar ve mülk sahibi olmayan gruplar arasında da önemli farklılıklar söz konusudur. Weber, kapitalist toplumdaki sınıfları şöyle gruplandırmıştır; mülk sahibi varlıklı üst sınıf, mülksüz varlıklı olmayan beyaz yakalı çalışanlar, küçük burjuvalar ve kol gücü ile çalışan işçiler (Haralambos ve Holborn,1995: 36-39). Weber, toplumsal sınıfları, piyasa durumu, statü durumu, toplumsal kapanma, statü grupları, sınıfların bağlantılı olması ve partiler temelinde tanımlamıştır. Toplumsal saygınlığa ilişkin paylaşım statü durumunu ifade eder. Meslekler, etnik ve dini gruplar, yaşam tarzları, farklı düzeylerde saygınlık ve özgüven sağlar. Toplumsal kapanmanın (closure) en katı örneği kast sistemidir, bazı insanların bir grubun üyeliğinden dışlanmasını ifade eder. (Haralambos ve Holborn,1995:38). Weber, endüstri toplumlarındaki tabakalaşmanın açıkça tanımlanmış bir hiyerarşiden daha çok boyutlu yapısı olduğuna dikkat çekmiştir. Weber in yaklaşımı doğrultusunda toplumsal eşitsizliğin çeşitli boyutlarına dayalı sıralanma ya da bölümlenme bileşimi için sosyoekonomik statüler kavramı uygun düşmektedir. Weber toplumu Marx gibi ayrı sınıflar biçiminde düşünmemiş geniş toplumsal kategorileri vurgulamış, insanların sınıf, statü ve güç boyutlarında farklılaştıklarını ileri sürmüştür (Macionis,2001: 262). 51

56 Weber Marx ın savunduğu özel mülkiyetin yok edilmesi ile eşitliğin sağlanacağı görüşüne katılmamaktadır. Weber e göre bu durum ekonomik eşitsizliği hafifletirken aynı zamanda siyasal elitin elindeki iktidar gücünü artırarak ve devleti genişleterek farklı eşitsizliklere yol açmaktadır. Yakın dönemlerde Doğu Avrupa da ve eski Sovyetler Birliği nde görülen gelişmeler Weber in görüşlerini desteklemektedir (Macionis,2001: 262). Weber in tabakalaşma yaklaşımı Marx ın analizine dayalı olsa da bu analizi dönüştürmüş ve detaylandırmıştır. Marx gibi Weber de toplumu kaynaklar ve güç üzerindeki çatışmalarla karakterize etmiştir. Marx kutuplaşmış sınıf çatışmalarını ve ekonomik olguları bütün toplumsal çatışmaların merkezine koyarken Weber, daha kompleks ve çok boyutlu bir toplum anlayışı geliştirmiştir. Tabakalaşma sadece sınıf çatışmasının ürünü değildir ve statü ile parti boyutlarınca da şekillendirilir. Sınıf ayrımları sadece üretim araçlarının kontrolü ile ilgili değildir, yapılacak işi belirleyen yetenekler, yeterlikler, nitelikler de etkilidir (Giddens ve Griffiths, 2006: 302). Yapısal-İşlevselci Yaklaşım: Yapısal-işlevselci kurama göre, toplumsal eşitsizlik bir anlamda toplumun doğasından kaynaklanan ve toplumun işleyişinde belirli bir işleve sahip olan farklılaşmaların sonucunda ortaya çıkar. Toplumun belirli gereksinimleri ve işlevsel bazı önkoşulları vardır ve toplumsal tabakalaşma bu gereksinim ya da işlevlerin karşılanmasını sağlar. Tabakalaşma toplumun varlığını sürdürmesine ve sağlığına katkıda bulunur. Toplum üyelerinin işlevselliğe dayanan bir mekanizma çerçevesinde bir şekilde toplumsal pozisyonlara dağıtılması ve bu üyelerin bu pozisyonların yükümlülüklerini yerine getirmeye ikna edilmesi gereklidir (Grusky ve Moore, 2008; (Haralambos ve Holborn,1995: 24; (Kocacık,2003:141). İşlevselciliğin önde gelen temsilcilerinden Talcott Parsons, diğer işlevselciler gibi toplumdaki istikrar, işbirliği ve düzenin değerler üzerindeki uzlaşmaya, rızaya bağlı olduğunu düşünmektedir. Tabakalaşma bütün toplumlar için kaçınılmazdır. Tabakalaşma toplumdaki değerler sistemine uygun olarak şekillenir. Toplumun değerlerine uygun biçimde başarı gösterenler tabakalaşma sisteminde üst sıralarda yer alırlar. Örneğin Sioux Kızılderililerinde olduğu gibi cesaret ve cömertliğin yüksek bir değer olarak yer aldığı bir toplumda bu değerlere dayalı olarak başarı gösterenler tabakalaşma sisteminde üst sıralarda ye alırlar (Haralambos ve Holborn,1995: 24-25). Tabakalaşmanın yapısal-işlevselci yaklaşımla açıklanışına ilişkin temel noktaları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz (Macionis,2001: 261); Toplumsal tabakalaşma toplumun işlemesini sağlar. Ödülleri rollere, toplumsal konumlara dayandırır ve toplumun bundan yararlanmasını sağlar. Toplumsal tabakalaşma yetenek ve becerileri uygun mesleki pozisyonlarla eşleştirir. Toplumsal eşitsizliği meşrulaştıran değerler ve inançlar toplumda paylaşılır. Tabakalaşma toplumun bütünü için yararlıdır, kültürel değerler ve inançlarla desteklenir, Tabakalaşma istikrarlıdır, zaman içinde kalıcı olur. Toplumsal Hareketlilik Toplumsal tabakalaşmaya ilişkin temel yaklaşımlar nelerdir? Toplumsal hareketlilik, temel olarak tabakalaşma sisteminin katmanları arasında yukarı ya da aşağı doğru hareketi ifade eder. İşçi sınıfında yer alan bir aileden gelen biri orta sınıf bir meslek sahibi, bir doktor olabilir. Açık toplumlarda toplumsal hareketlilik mümkün, kapalı toplumlarda değildir (Browne, 2005: 12). Toplumsal hareketliliğin önemini şöyle ifade edebiliriz (Haralambos ve Holborn,1995: 98); Toplumsal hareketliliğin düzeyi sınıfların biçimlenmesinde önemli etkilere sahiptir. Toplumsal hareketlilik düzeyi düşükse üyelerinin çoğu o sınıfta kalmaya devam edecek ve bu durum ortak yaşam deneyimlerinin üretilmesine, sınıf dayanışmasına ve tutkunluğa yol açacaktır. Toplumsal hareketlilik çalışması, toplumun üyelerinin yaşam şanslarının belirlenmesini sağlayabilir. Aşağı doğru hareketlerin, memnuniyetsizliklerin toplumsal istikrara etkisi söz konusudur. Bu nedenle insanların toplumsal hareketliliğe verdikleri tepkilerin bilinmesi önem taşır. Toplumsal hareketlilik iki biçimde ortaya çıkabilir (Haralambos ve Holborn,1995: 98); 52

57 Bir Nesil Boyunca Gerçekleşen Hareketlilik. Tek bir nesil içinde oluşan toplumsal hareketlilik. Bir kişinin, iş hayatına kol gücüne dayalı niteliksiz bir işçi olarak başlayıp on yıl sonra muhasebeci olması tek nesil içindeki hareketliliğe örnektir. Nesiller Arası Hareketlilik. Çocukların anne babalarının meslekleri ve toplumsal konumları karşılaştırılarak ölçülebilir. Niteliksiz bir işçinin çocuğu bir muhasebeci olmuş ise bu durumda nesiller arası toplumsal hareketlilik söz konusudur. Bireylerin ve grupların, toplumsal yapı içindeki konumlarını değiştirmelerini toplumsal hareketlilik olarak tanımlayabiliriz. Bireyler bir grupta veya tabaka içindeki yerlerini değiştirebilirler. Küçük bir zanaatkârın bir işletme yöneticisi olması, bir memurun çalıştığı kuruma müdür olması, bir köylü çocuğunun eğitimin ardından subay, general, profesör olması vb. toplumsal hareketliliğin örnekleri olarak verilebilir (Ergün,1997). Toplumsal hareketliliğin iki temel şekli vardır (Celkan 1989; Ergün 1994;Tezcan 1984); Yatay toplumsal hareketlilik: Yatay toplumsal hareketlilikte bireyin ya da grubun statüsünde bir değişiklik olmaz. Nüfus artışının sebep olduğu çeşitli göçler, prestiji aynı bir meslekten öbürüne geçiş, köylerden kentlere göç, her türlü seyahat ve turizm etkinlikleri, iş bulmak için sürekli veya mevsimlik yer değiştirmeler yatay hareketlilik örnekleridir. Dikey toplumsal hareketlilik: Dikey hareketlilikte tabakalar veya sınıflar arasında yer değiştirme söz konusudur. Bireyin toplumsal tabakalaşma sistemindeki statüsünde bir yükselme veya düşme vardır. Dikey hareketlilik alttan yukarıya doğru olduğu gibi, yukarıdan aşağıya doğruda olabilir. Yapılan devrimlerle soylu bir ailenin elindeki bütün imtiyazların alınması, onların aşağı tabakalara doğru hareket etmesine neden olacaktır. Eğitimin etkili olduğu hareketlilik ise bireysel dikey hareketliliktir ve genellikle nesiller arası geçiş dönemlerinde ortaya çıkar. Eğitim yoluyla bireyler daha önceki konumlarından daha iyi bir yere yükselebilirler. 53

58 Özet Kültür topluluk halinde yaşayan insanların ürettikleri, var ettikleri her şeyi ifade etmektedir. Kültür bir toplumdaki insanların yaşam biçimi ve yaşamlarına yön veren ilkelerdir. Kültür öğrenilir ve sonraki kuşaklara aktarılır. Kültür maddi ve manevi olmak üzere iki boyutta düşünülebilir. İnsan ürünü olan mimari, sanat, araç-gereçler, oyuncaklar, yazılı-görsel medya gibi maddi objeler kültürün maddi boyutunu, normlar, yasalar, idealar, gelenekler ve inanışlar ise manevi boyutunu oluşturmaktadır. Sistemli bir şekilde gelişen ve karmaşıklaşan kültürler sınırlarının ötesine doğru yayılma göstererek uygarlık haline gelebilir. Aynı zamanda kültür durağan değildir, sürekli değişim halindedir. Bu değişim kültürün her öğesinde ya da boyutunda eş zamanlı olarak gerçekleşmez. Kültürel gecikmenin yaşandığı durumlarda kültürün bir boyutu diğerlerinden daha hızlı değişir ve değişmeyen öğelerle çatışma durumu ortaya çıkabilir. Bireyler kendi kültürlerinden başka bir kültüre geçtiklerinde bütünüyle yabancısı oldukları bir yaşam düzenin içine düşerler ve kültür şoku yaşarlar. Bireyler aynı zamanda kendi kültürleri ile gurur duyarlar, bu durum bazen aşırı bir düzeyde gerçekleşebilir ve birey kendi kültürü dışındaki kültürleri aşağı ve değersiz görerek etnosantrizme yönelebilir. Özellikle sosyologların kültürel ön yargılardan ve başka kültürleri aşağılayan tutumlardan uzak durması gerekmektedir. Bu noktada gereksinim duyulan şey kültürlerin kendi özgün kavramları ve koşulları bağlamında anlaşılması gerektiği inancı yani kültürel göreliliktir. Düşünme biçimleri, düşünceleri yerine getirmenin toplumca kabul edilmiş yolları ve kültür ürünlerini kullanma kalıpları kültürün temel öğelerini oluşturur. Kültürün öğeleri; değerler, inançlar, semboller, dil ve normlardır. Kültürü oluşturan bütün insan eseri şeyleri bu öğelerde gruplandırabiliriz. Değerler, ideal prensipleri tanımlayan standartlardır. Normlar ise nasıl davranılacağına ilişkin kültürel beklentileri ifade eder. Kültürün diğer bir öğesi olan inançlar ise bir kültürde insanların hakikatin ne olduğuna ilişkin idealleri anlamına gelmektedir. Belirli anlamları taşıyan her şey semboldür, dil ise bireylerin birbirleriyle iletişimde bulunmalarına imkân tanıyan semboller sistemidir. Kültürler gerek dünya ölçeğinde gerekse kendi içinde çok yönlü bir çeşitliliğe sahiptir. Hiçbir toplum için tek tip bir kültürden söz edilemez. Toplumun 54 genelinin sahip olduğu ve yaşattığı kültürün yanı sıra çeşitli grupların sahip olduğu özgün kültürler de söz konusudur. Bunlar alt kültürleri oluşturur. Alt kültürler toplumun genel kültürünü bütünüyle reddetme niteliği kazanırsa karşı kültür ortaya çıkar. Bir toplumdaki sınırlı bir elit kesimin sahip olduğu kültür yüksek kültürü oluştururken buna karşılık halkın genelinin beğendiği, ürettiği ve kullandığı kültür ise popüler kültürü ifade eder. Aynı zamanda her kültür için ideal olan ve yaşanmakta olan kültür ayrımı söz konusudur. Değerler ve normlar ideal kültürü ifade ederken insanların hali hazırda bu norm ve değerlere uyma tarzları ya da düzeyleri ise yaşanmakta olan gerçek kültürü tanımlar. Toplumsal değişme tek bir etkenle açıklanamaz. Fiziksel çevre, politik örgütsel ve kültürel etkenler olarak sınıflandırılabilecek çok boyutlu etkenler değişmeye yol açmaktadır. Çevresel değişmeler, işgaller, kültürel temaslar, keşifler, icatlar ve nüfus hareketleri gibi etkenler belirli düzeylerde toplumsal değişmeye yol açar. Bu bağlamda özellikle kültürel etkenler, toplumsal çatışmalar ve teknolojik ilerleme önemli toplumsal değişme etkenlerindendir. Toplumsal değişmeyi tek bir etkenle açıklamaya çalışan yaklaşımlar, teknolojiye ağırlık verenler, ekonomiye ağırlık verenler ve ideolojiye önem veren yaklaşımlardır. Genel olarak toplumsal değişmeyi açıklamaya çalışan kuramlar, doğrusal ve gelişmişliğe doğru ilerleyen değişimi savunan evrimci kuram, doğrusal değil döngüsel değişimleri vurgulayan çevrimsel kuram, toplumsal değişmenin kaynağını çıkar grupları ve sınıflar arasındaki çatışmaya bağlayan çatışma kuramları, toplumsal değişmeye toplumsal işlevler atfeden işlevselci kuram ve toplumsal değişmenin bireyler arası etkileşimi dönüştürmesine odaklanan etkileşimci kuram olarak özetlenebilir. Toplumsal tabakalaşma sistemleri beş grupta sınıflandırılabilir; Eşitlikçi sistem, Efendi-Köle Sistemi, Kast Sistemi, Feodal Zümreler Sistemi, Sınıf Sistemi. Eşitlikçi sistem avcı-toplayıcı toplumlarda görülmüştür, tabakalaşma bu toplumlarda çok az düzeydedir. Efendi-köle sisteminde ise bazı insanların diğerleri tarafından hizmetinden yararlanmak üzere sahiplenilmesi söz konusudur. Kast sisteminde katı bir biçimde tanımlanmış ve soya dayalı bir biçimde işleyen tabakalar söz konusudur. Kastlar arasında

59 geçişlilik yoktur. Feodal zümre sistemi toprak sahibi olma temelinde gelişmiştir. Hukuken hakları ve sorumlulukları tanımlanmış, toprak sahipleri ve serfler gibi tabakalar bulunmaktadır. Tabakalar arasında geçişlilik görece daha olasıdır. Sınıf sistemi ise endüstrileşme ile birlikte ortaya çıkmıştır. Sınıflar yeteneklere dayalı olarak belirginleşmektedir ve eğitim vb. yollarla sınıf değişimi olasıdır. Sınıf sistemi en açık tabakalaşma sistemidir. En etkili tabakalaşma yaklaşımları Karl Marx ve Max Weber in geliştirdikleri yaklaşımlardır. Marx, tabakalaşma ile ekonomik yapı ve toplumsal çatışma arasında güçlü bağ kurarken Weber bu etkileri kabul etmekle birlikte endüstri toplumlarında tabakalaşmanın çok daha fazla boyuta sahip karmaşık yapısını açıklamıştır. Weber e göre insanlar sınıf, statü ve güç boyutlarında birbirlerinden farklılaşarak tabakalar oluşturmaktadırlar. İşlevselci yaklaşım ise tabakalaşmanın toplumun belirli gereksinimlerinden ve işlevlerinden kaynaklandığını savunmaktadır. 55

60 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi kültürü tanımlarken söylenebilir? a. Kültür paylaşılır b. Kültür öğrenilen bir şey değildir c. Kültür sonraki nesile aktarılamaz d. Kültürün toplumsal işlevleri vardır e. Kültür tek tiptir 2. Aşağıdakilerden hangisi kültürün öğelerinden değildir? a. Semboller b. Dil c. Değerler d. Normlar e. Doğa yasaları 3. Katmanlar arasında geçişin mümkün olmadığı kapalı tabakalaşma sistemi hangisidir? a. Sınıf Sistemi b. Zümre Sistemi c. Kast Sistemi d. Eşitlikçi Sistem e. Feodal Sistem 4. Tabakalaşmayı bütünleştirici olmaktan çok bölümlere ayırıcı ve ayrıştırıcı olarak gören düşünür hangisidir? a. Marx b. Parsons c. Weber d. Durkheim e. Merton 5. İşlevselci yaklaşımın tabakalaşma görüşü açısından hangisi söylenebilir? a. Tabakalaşma üretim araçlarına sahip olmaya bağlıdır b. Tabakalaşma toplumun varlığını sürdürmesine katkıda bulunur c. Tabakalaşma ekonomik kaynakların paylaşımına dayalıdır d. Tabakalaşma toplumun sağlığına katkı yapar e. Tabakalar arasında geçiş mümkün değildir 6. Belirli bir durumda nasıl davranılacağına ilişkin kültürel beklentiler kültürün hangi öğesinin kapsamında yer alır? a. Semboller b. İnançlar c. Normlar d. Değerler e. Hukuk yasaları 7. Kutuplarda yaşayanların daha sıcak bölgelerde yaşayanlardan farklı alışkanlık ve pratikler geliştirmeleri hangi faktörün toplumsal değişmeye etkisine örnektir? a. Fiziki çevre b. Kültürel etkenler c. Din d. İletişim araçlarının gelişimi e. Siyasal etkenler 8. Batı kültürünü, uygarlığın doğrusal ilerlemesindeki en üst düzey olarak sunan yaklaşım hangisidir? a. İşlevselci b. Evrimci c. Etkileşimci d. Çatışma e. Çevrimsel 9. Toplumların değişim sürecinde sonsuz çevrim serileri boyunca ileri-geri ve yukarı-aşağı hareket edebildiğini savunan düşünür hangisidir? a. Marx b. Weber c. Parsons d. Comte e. Spengler 10. Bireylerin ve grupların, toplumsal yapı içindeki konumlarını değiştirmelerine ne denir? a. Toplumsal değişme b. Tabakalaşma c. Toplumsal hareketlilik d. Toplumsal hareket e. Kültürlenme 56

61 Yaşamın İçinden Kaynak: _india_caste.shtml, ( ) Hindistan anayasası kastlar arasında ayrımcılığı ortadan kaldırmayı amaçlasa da, tarih boyunca toplumun dokusuna nüksetmiş kast sistemi hala varlığını koruyor. Alt kastlardan gelenlere teoride bütün kapılar açık. Fakat pratikte, alt kastların maruz kaldığı bir yığın önyargı ve ayrımcılık var. Son yıllarda üniversite öğrencileri arasında meydana gelen intihar olayları, kast sisteminin trajik boyutlarını gündeme taşıdı. 2007'den bu yana alt kasttan gelen 18 gencin intiharı, ailelerinin anlattığına göre, üniversitede karşılaştıkları dışlanma ve aşağılanmaya bağlı. Örneğin, Hindistan'ın ücra bir köyünde doğup büyüdükten sonra, ülkenin en seçkin üniversitelerinden birine giren Balmukund adlı genç gibi. All India Institute of Medical Sciences adlı tıp fakültesinde okurken intihar eden Balmukund'un anne-babası, oğullarının ölümünden okulda karşılaştığı dışlanmayı sorumlu tutuyor. Hindistan yasalarına göre, öğrenci nüfusunun yaklaşık dörtte biri, alt kasttan gençlere ayrılmak zorunda. Bu gençler, üniversiteye daha düşük taban puanıyla girebiliyorlar. Fakat bu yüzden, bulundukları yeri hak etmedikleri inancının kendilerine devamlı hissettirildiğini söylüyorlar. Ajay Kumar Singh ve arkadaşları, ''Hocalar alt kasttan gelen öğrencileri tembel diye bellemiş. Sınıfta bırakmaya kararlılar.'' diye yakınıyor. Depresyon Ancak All India Institute of Medical Sciences öğretim görevlileri, ayrımcılık suçlamasını kabul etmiyor. Kampüste farklı kesimlerden herkesin birbiriyle kaynaştığı bir ortam yaratmaya çalıştıklarını söyleyen Dr. YP Gupta, Balmukund'un ölümü hakkında sorulan sorulara, ''Tıp fakültemize gelen öğrencilerden bazıları, depresyon hastası olabiliyor. Bahsettiğiniz olay da böyle bir vaka. Bu nedenle gerekli önlemleri alıyoruz. Yeni gelen öğrencilere, stresle başetmelerine yardımcı olacak rehberlik hizmetleri sunuyoruz.'' dedi. Ancak Balmukund'un intiharından üç yıl önce, hükümetin ön ayak olduğu bir soruşturmada, sözkonusu tıp fakültesinde alt kasttan öğrencilerin ayrımcılığa maruz kaldığı sonucuna varılmıştı. Hindistan'ın diğer elit üniversitelerinde de, alt kasttan öğrenciler arasında dikkat çeken intihar vakaları, ülkenin göz bebeği eğitim kurumlarında reform çağrılarını beraberinde getirdi. Oğlumu Aşağıladılar Baba Gulab Chand, Hindistan'ın ücra bir köyünden gelen oğlunun, başkent Delhi'deki tıp fakültesine girdikten sonra en başta profesörler tarafından alt kasttan olduğu için aşağılandığını anlattığını söylüyor. Bu tıp fakültesi, Hindistan'ın diğer devlet okulları gibi, alt kasttan öğrencilere kota ayırarak destek politikası izlese de, sınavlarda uygulanan pozitif ayrımcılık, okulun kapısından geçtikten sonra esas anlamıyla ayrımcılığa dönüşebiliyor. 57

62 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlış ise Kültür Kavramı bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 2. e Yanıtınız yanlış ise Kültürün Öğeleri bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 3. c Yanıtınız yanlış ise Tabakalaşma Sistemleri bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 4. a Yanıtınız yanlış ise Tabakalaşma Açıklayan Yaklaşımlar bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 5. b Yanıtınız yanlış ise Tabakalaşma Açıklayan Yaklaşımlar bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 6. c Yanıtınız yanlış ise Kültürün Öğeleri bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 7. a Yanıtınız yanlış ise Toplumsal Değişmenin Nedenleri bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise Toplumsal Değişmeyi Açıklayan Yaklaşımlar bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 9. e Yanıtınız yanlış ise Toplumsal Değişmeyi Açıklayan Yaklaşımlar bölümünü yeniden gözden geçiriniz. 10. c Yanıtınız yanlış ise Toplumsal Hareketlilik bölümünü yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Kültür toplumsal yaşamda yer alan ve insan ürünü olan her şeyi kapsar, yaşam tarzını ifade eder. Kültür öğrenilir, toplumun üyelerin tarafından paylaşılır, sonraki kuşaklara aktarılır. Kültürde zaman içinde değişmeler ortaya çıkar. Sıra Sizde 2 Kültürün öğeleri, toplumda var olan ve paylaşılan değerler, normlar, kullanılan dil, inançlar ve sembollerdir. Sıra Sizde 3 Kültürler toplumdan topluma farklılık gösterir. Dünyada farklı kültürler vardır. Bir kültürün kendi içinde de çeşitlilik söz konusudur. Egemen kültür, alt kültür, karşı kültür, popüler kültür, yüksek kültür, ideal kültür, yaşanmakta olan gerçek kültür gibi farklılaşmalar kültürel çeşitliliği meydan getirmektedir. Sıra Sizde 4 Toplumların yaşamış olduğu fiziki çevre, siyasal örgütlenme biçimleri, kültürel özellikleri ve teknolojideki gelişmeler farklı biçim ve nitelikte toplumsal değişmeye kaynaklık eder. Sıra Sizde 5 Toplumsal değişmeyi açıklayan temel yaklaşımlar, evrimci yaklaşım, çevrimsel yaklaşım, çatışma kuramı, yapısal-işlevselci yaklaşım ve sembolik etkileşimci yaklaşım olarak sayılabilir. Sıra Sizde 6 Temel tabakalaşma sistemleri eşitlikçi sistem, efendi-köle sistemi, kast sistemi, feodal zümre sistemi ve sınıf sistemi olarak sıralanabilir. Sıra Sizde 7 Marx ın çatışma perspektifine dayalı yaklaşımı ile Weber in tabakalaşma yaklaşımı en etkili iki yaklaşımdır. Bunun yanı sıra işlevselci yaklaşım ve sembolik etkileşimci yaklaşım da önemli tabakalaşma yaklaşımlarıdır. 58

63 Yararlanılan Kaynaklar Andersen,M.L.;Taylor, H.F. (2010). Sociology: The Essentials. Belmont: Wadsworth Bilton,T.; Bonnet,K.;Jones,P.;Lawson,T.;Skinner,D.;Stanw orth,m.;webster,a. (2008). Sosyoloji. Ankara: Siyasal Kitabevi Bode, S. (2007). The Importance of Culture. Norderstedt: GRIN Verlag Bozkurt, V. (2006). Değişen Dünyada Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurumlar. Bursa: Ekin Kitabevi. Browne, K. (2005). An Introduction to Sociology. Malden: Polity Press. Davis, K.; Moore, W.E. (2008). Some Principals of Stratification. (Social stratification: class, race, and gender in sociological perspective. Ed. Grusky, D.B. Colorado: Westviews Press. Doğan, İ. (2004). Sosyoloji: Kavramlar ve Sorunlar. Ankara: Pegem A Yayıncılık Giddens, A. (2008). Sosyoloji. Yay.Haz. C.Güzel, İstanbul: Kırmızı Yayınları Giddens, A.; Griffiths, S. (2006). Sociology. Cambridge:Polity Press Geertz, C. (1973). The Interpretation of Cultures: Selected Essays. New York: Basic Books Grusky, D.B. (2008). Social Stratification: Class, Race, and Gender in Sociological Perspective. Colorado:Westviews Press Haralambos, M.; Holborn, M. (1995). Sociology: Themes and Prspectives. Collins Educational. Kocacık, F. (2003). Toplumbilim Ders Notları.Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları Kornblum, W. (2008). Sociology in a Changing World. Thomson Wadsworth. Macionis, J.J. (2001). Sociology. New Jersey: Prentice Hall Marshall, G. (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Çev. O.Akınhay; D.Kömürcü. Ankara:Bilim ve Sanat Vakfı Oswell,D. (2006). Culture and Society: An Introduction to Cultural Studies. London: Sage Publications Özkalp, E. (1998). Sosyolojiye Giriş. Eskişehir: Anadolu Üniveristesi. Sarı, Ü. (2006). Kitle Kültürü ve Popüler Kültür Bağlamında, Kitle İletişim Araçlarının Kitle Kültürüne Etkileri: Örnek Olarak Pop- Star Türkiye Yarışması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü Tezcan, M. (1985). Eğitim Sosyolojisi. Ankara: A.Ü.Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları. Tezcan, M. (1995). Toplumsal Değişme. Ankara: Feryal Matbaası Thio, A. (2007). Society Myths and Realities: An Introduction to Sociology. Boston: Pearson Tischler,H. (2007). Introduction to Sociology. Ninth Edition. California: Thomson Wadsworth. Williams, R. (1981). The Sociology of Culture. Chicago: Chicago University Press 59

64 3 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Aile kavramını ve aile türlerini tanımlayabilecek, Aile ile ilgili teorik yaklaşımları ifade edebilecek, Aile içinde yaşanan güç ilişkilerini ve cinsiyete dayalı işbölümünü belirleyebilecek, Kadının toplumsal konumunu açıklayan temel teorik yaklaşımları özetleyebilecek, Aile ve kadının yasalar karşısındaki konumunu değerlendirebilecek bilgi ve becerilere sahip olobilirsiniz. Anahtar Kavramlar Aile ideolojisi Ataerkillik Feminizm Aile ücreti Cinsiyetçi iş bölümü İçindekiler Giriş Aile Türleri Aileye Yönelik Teorik Yaklaşımlar Ailenin Sanayileşme İle İlişkisi Aile İçi İş Bölümü Ailede Güç İlişkileri Kadın İle İlgili Teorik Yaklaşımlar Kadın Emeği Kadına Yönelik Şiddet Aile ve Kadının Yasalar Karşısındaki Konumu 60

65 Aile GİRİŞ Aile, antropoloji, sosyoloji, psikoloji gibi birçok disiplinin çalışma konusu olup, bireylerin yakından aşina olduğu bir olgudur. İleride de görüleceği üzere aile algısı zaman içinde ve farklı kültürlerde büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Buna rağmen genel bir tanımlama yapmak gerekirse aileler; tüm toplumlarda bulunan, bireylerin birbirleri ile dayanışma içinde olduğu ve çocukların bakımını üstlenmek için kurduğu toplumsal kurumlardır ve her ne kadar çeşitlilik gösterse de genelde evlilik ile şekil bulur (Macionis, 2008: 464). Ecevit (1993), sosyoloji ve antropoloji disiplinlerinde oluşan bilgi birikimleri sonucu aile ile ilgili geliştirilen ve kavramı daha net bir şekilde açıklayacak varsayımları şu şekilde sıralamıştır: Aile, birlikte yaşayan ebeveyn ve çocuklarının meydana getirdiği bir birimdir. Aile, ev içi ilişkilerinin ve toplumsallaşmanın gerçekleştiği bir birimdir. Aile üyeleri arasındaki ilişkiler, dışarıdaki ilişkilerden farklı olarak özgül ve tektir. Ailede, anne ve çocukların arasında özellikle bebeklik dönemlerinde bağımlı bir ilişki söz konusudur. Aile bireyleri arasındaki ilişki karşılıklı bağımlılığa ve mecburiyete dayanır. Ailede ensest tabusu söz konusudur. Aile içinde mülkiyet ve statü nesiller boyu aktarılır (Ecevit, 1993: 2). Yine başka bir tanıma göre, aile, evli bir çiftin ya da aynı meskeni paylaşan yetişkin akraba grubunun ekonomik olarak ve çocukların yetiştirilmesi amacıyla kurdukları işbirliği gruplarıdır (Gough, 1971, 1983: 26). Gough (1971, 1983) a göre tüm toplumlarda aile olgusu belli başlı bazı evrensel unsurları içerir. Bu unsurların başında, yakın akrabalar arasında evliliğin ve cinselliğin yasaklanması gelir. İkinci olarak, aileyi oluşturan çiftler cinsiyete dayalı bir işbölümü çerçevesinde çalışırlar. Üçüncü olarak, aile içinde kadın ve erkek arasındaki toplumca meşru olan ilişki evlilik bağı ile kurulan ilişkidir. Son olarak, genelde erkekler aile içinde statüsü kadınlardan daha üstündür. Gough un öne sürdüğü, ailenin evrenselliğine dair bu varsayımlar tartışmalıdır. Ne var ki, modern sanayi toplumunun idealleştirdiği klasik çekirdek aile formu; tek ebeveynli aileler, çok eşli aileler, geniş aileler, birlikte yaşayan ebeveynler, eşcinsel evlilikleri gibi farklı aile türlerinden biridir. Örneğin tek ebeveynli ailelerde cinsiyete dayalı işbölümü unsuru bir anlam ifade etmezken, bazı anaerkil toplumlarda, erkeğin aile içinde kadınlardan üstün statüde olma unsuru geçerliliğini yitirir. Görünen o ki, bir yandan aile her toplumda var olan evrensel bir kurumken, yaşanan aile formlarının toplumdan topluma ve farklı kültürlere göre değişiklik göstermesi, bir tek aile tipinin varlığından söz etmeyi zorlaştırmaktadır. Aynı zamanda genel geçer bir aile tanımının yapılmasını da güçleştirir. Bu noktada aile kavramı ile yakından bağlantılı olan hane ve akrabalık kavramları da tanımlanıp sonrasında farklı aile türlerinin açıklanmasına geçilecektir. 61

66 Macionis (2008: 464) akrabalık kavramını ortak atalara, evlilik bağına ya da evlat edinmeye dayandırılan toplumsal bağ olarak tanımlar. Ebeveynlik ve neslin üremesi akrabalık sistemlerinin temel unsurudur. Akrabalık, bireylerin birbiri arasındaki kan bağından dolayı var olduğu kabul edilen ilişkiler kümesidir (Davidoff, Doolittle, Fink ve Holden, 1999: 78-79). Aile ve mekân/uzam ilişkisi ise hane/ev/yuva kavramları ile kurulur. Yuva, aile yaşamının merkezi olurken, ev de ofis, atölye ve fabrikadan farklı olarak ailenin yaşaması için en uygun, olması gereken mekândır (Davidoff, Doolittle, Fink ve Holden, 1999: 54). Hane ise daha teknik bir terim olarak daha çok nüfus ile ilgili çalışmalarda demografi ve ekonomi alanlarında kullanılır. Bu alanlardaki çalışmalarda hane tek bir bütün olarak ele alınır. Örneğin, tüketim alışkanlıkları çalışılırken birim olarak haneler incelenir ve hane içindeki ihtiyaç farklılıkları, güç ilişkileri genelde ihmal edilir. Bunun yanında aile ve hanenin birbiri ile aynı kavramlar olduğu yanılgısına da sıkça düşülür. Bu durumda aynı hane içinde yaşayan bakıcılar ya da yardımcılar kafa karıştırıcı olabilirken, paylaşılan yaşam mekânı yani hanenin dışında yaşayan çocuklar da hanenin üyesi sayılmazken yine de o ailenin çocukları olmaya devam ederler. AİLE TÜRLERİ Evlilik Pratiklerine Göre Ekonomik işbirliği, cinsel faaliyet ve çocuğun yetiştirilmesini içeren hukuki bir ilişki olarak evlilik tüm toplumlarda ailenin oluşumu üzerinde belirleyicidir. Therborn un ifadesiyle evlilik sosyo-cinsel bir kurum olup daha geniş bir kurum olan ailenin bir parçasıdır (Therborn, 2004: 131, akt. Abbott, Wallace ve Tyler, 2005: 152). Farklı kültürlerde farklı şekiller alan evlilik kurumu, aile türlerinin de çeşitliliğine yol açar. Bazı kültürlerde, aynı toplumsal kategorilerdeki bireylerin evlilikleri bir normdur. Endogami kavramı ile ifade edilen bu norm bireyleri, aynı yaş grubuna dahil, aynı dine ya da ırka, aynı toplumsal sınıfa mensup potansiyel eşlerle sınırlar. Egzogamide ise farklı sosyal gruptan insanların evliliği söz konusudur. Ailenin şekillenmesinde önemli bir diğer evlilik türü de eş sayılarına göre değişmektedir. Tek eşlilik (Monogami), iki eşi birleştiren evlilik bağı olup Amerika, Avrupa ve Asya nın büyük bir bölümünde geçerli olan evlilik türüdür. Çokeşlilik (Poligami) ise bireyi birden fazla eşle birleştiren evlilik bağıdır. Afrika nın neredeyse tamamı, Ortadoğu, Hindistan, Pakistan ve Endonezya da bu evlilik türü geçerlidir (Macionis, 2008: 465). İki farklı çokeşlilik türü vardır: Polijini ve Poliandri. Polijini Yunanca çok kadın anlamına gelir. Bir erkeği iki veya daha fazla kadınla birleştiren evlilik türüdür. Ortadoğu ve Afrika da birçok ülkede erkekler dört kadına kadar evlenebilirler yine de az sayıda erkeğin birden fazla kadın ve fazla sayıda çocuğa bakabilecek ekonomik gücü vardır. (Macionis, 2008: 465) Poliandri Yunanca da çok sayıda erkek, çok sayıda koca anlamına gelir. Bir kadını iki ya da daha fazla erkekle birleştiren bu evlilik türüne oldukça ender rastlanır. Tibet in kırsal kesimlerinde tarımın çok zor olduğu dağlık bölgelerde uygulanan bu evlilik türü ile tarım arazilerinin çok fazla bölünmesinin önüne geçilmekte ve yoğun emek gerektiren tarım faaliyetlerini birden fazla işgücü arasında paylaştırmaya yaramaktadır (Macionis, 2008: 465). 62

67 Tablo 3.1: Cinsiyete göre evlilik kararı (%) Kendi Kendi Ailemin Görücü Görücü Kaçarak Diğer Töre seçimim kararımla karşı usulüyle, usulüyle, evliliği ailemin onayıyla ailemin bilgisi dışında çıkmasına rağmen evlendim benim kararımla ailemin kararıyla Erkek 35,2 1,8 0,6 31,9 24,8 5,7 0 0,1 Kadın 27,4 1,5 0, ,2 6,1 0,1 0,1 Kaynak: Aile Yapısı Araştırması Veritabanı, 2006 ( Türkiye İstatistik Kurumu nun 2006 yılında yaptığı Aile Yapısı Araştırması na göre, Türkiye de erkekler evlilik kararını, ailelerinin onayı dahilinde kendileri vermektedir. Tablo 3.1 de görüldüğü üzere, erkeklerin yüzde 35 i kadınların ise yüzde 27 si kendi iradeleriyle seçtikleri kişilerle evlendiklerini belirtmiştir. Kadınlarda ise en yoğun oranda yapılan evlilikler görücü usulüyle ve ailenin kararıyla alınan evliliklerdir (yüzde 36). Erkeklerin yüzde 32 si de görücü usulüyle evlendiklerini bildirseler bile bu evliliklerin kendi kararlarıyla gerçekleştiğini belirtmiştir. değerlendiriniz. Endogami ve Egzogami evlilikleri toplumsal işlevleri açısından Hane Halkı Yapısına Göre Segalen (1986: 13) in tanımına göre hane halkı, birlikte yaşayan ve ortak bir yaşam alanını paylaşan bireyler topluluğudur. Bu yaşam alanı aynı zamanda, küçük aile işletmeleri ya da çiftliklerde olduğu gibi çalışma ve üretim mekânı da olabilir. Hane halkı sadece çekirdek aileden oluşabileceği gibi, çekirdek aile ve çiftlerin anne babaları, çocukları ve eşleri, eşlerin kardeşleri şeklinde aynı kan bağından farklı bireyleri de içerebilir (Segalen, 1986: 13; Macionis, 2008; 464; Abbott, Wallace, Tyler, 2005: 152). Bunlara ek olarak hane halkına, hizmetçiler, kahyalar, çocuk ve yaşlıların bakıcıları gibi kan bağı taşımayan bireyler de dahil olabilir (Segalen, 1986: 13; Laslett, 1978, 1993: 53). Resim 3.1: Geniş aileye örnek olarak Sigmund Freud ve ailesi Kaynak: ( ) Laslett (1972), hane halkı kavramını dört madde ile sınıflandırır: 1. Aile içermeyen hane halkı: bu grup ev arkadaşlığı şeklinde bekâr bireyleri içerir. 2. Çekirdek aileler şeklinde basit hane halkı eşler ve çocukları ya da yalnız ebeveynler ve çocuklarını içerir. Başka aile bireyleri ya da dışarıdan bireyler bu gruba dâhil olmazlar. 63

68 3. Geniş aileler, çekirdek ailenin yanında eşlerden birinin anne ya da babası, kardeşleri ya da yeğenlerinin bir araya gelerek oluşturduğu hane halkıdır. Geniş ailede, çekirdek ailenin yanına ek olarak yerleşen bir akrabanın varlığı söz konusudur. 4. Çoklu ailelerin oluşturduğu hane halkında ise, birden fazla çekirdek ailenin bir arada yaşaması durumudur. Burada farklı kuşaktan ailelerin bir arada yaşaması gibi kardeşlerin ailelerinin de bir arada yaşaması şeklinde gerçekleşebilir. (Akt. Segalen, 1986: 23-34). Türkiye de hane yapısına göre aile türlerine baktığımızda, kentte, kırda ve Türkiye genelinde çekirdek aile yapısının yaygın olduğu açıktır. Tablo 3.2 de TÜİK in Aile Yapısı Araştırması ndan alınan verilere göre, Türkiye de haneler yaklaşık yüzde 81 oranında çekirdek ailelerden oluşmaktayken, kentte bu oran yüzde 83 e kadar çıkmaktadır. Kırda öğrenci ve işçilerden oluşan hane bulunmazken, tek kişilik haneden oluşan aileler de pek yaygın değildir. Dikkat çekici bir nokta, kent ve kırda tek kişilik hane oranın birbirine yakın olmasıdır. Tablo 3.2: Kent/Kır ayrımına göre hane yapısı (%) Tek kişilik hane Çekirdek aile Geniş aile Öğrencilerden/işcilerden oluşan hane Türkiye 6 80,7 13 0,3 Kent 6, ,3 0,5 Kır 5,7 76, Soya Göre Kaynak: Aile Yapısı Araştırması, 2006 ( Macionis (2008: 467) soyu, bir toplumda bireylerin akrabalık bağlarını nesilden nesile sürdürmelerini sağlayan bir sistem olarak tanımlar. Ataerkil soyda (Patrilineal Descent)da akrabalık erkek tarafından nesilden nesle aktarılır. Burada çocuklar sadece baba tarafından akrabalık kazanırlar ve mülk de babadan oğula geçer. Seyrek de olsa anaerkil soyun (Matrilineal Descent) yani akrabalık ilişkilerinin ve mülkiyetin anneden kıza geçtiği toplumlar da bulunur. Günümüz sanayi toplumlarında ise, akrabalığın ve soyun çocuklara hem anne hem de baba tarafından geçtiği bir sistem vardır (Macionis, 2008: ). AİLEYE YÖNELİK TEORİK YAKLAŞIMLAR İşlevselci Yaklaşım ve Ailenin Evrenselliği Klasik aile teorilerinde toplumun işlevselliği için aileye hayati bir önem atfedilir ve aile toplumun temel yapı taşı olarak ele alınır. Bu klasik yaklaşımlar genellikle ailenin evrenselliği, ailenin işlevselliği ve aile ile sanayileşmenin ilişkisi konularına eğilmişlerdir. İşlevselci yaklaşımın temel argümanı ailenin sanayi toplumunda son derece belirgin ve önemli bir konumu olduğudur (Davidoff, Doolittle ve Holden, 1999: 21). Bu yaklaşımın önde gelen teorisyenlerinden Talcott Parsons a göre, aile toplum içinde çok çeşitli rolleri yerine getirir. Bu görüşe göre çekirdek aile çocukların sosyalleşmesi, aile üyelerinin duygusal gelişimi ve kişisel ihtiyaçlarının karşılanması açısından önemlidir (akt. Ecevit, 1993:3). Parsons ve Bales e göre ailenin toplumda dört temel işlevi vardır (1955, akt. Abbott, Wallace ve Tyler, 2005: 146; Macionis, 2008: ). İlk olarak aile toplumsallaşma sürecinin temel taşıyıcısıdır. Aile çocuğun yetişmesinde ilk ve en önemli kurumdur. Ebeveynler çocuklarını topluma faydalı ve toplumla uyum sağlayan bireyler olarak yetişmeleri için eğitirler (akt. Abbott, Wallace ve Tyler, 2005: 146). Her ne kadar sosyalleşme süreci okulda ve hayatın geri kalan süreçlerinde devam etse de, en önemli temellerin aile içinde atıldığı varsayılır. Bu da kültürün içselleştirilmesi ve kişiliğin yapılanması şeklinde iki temel süreçle gerçekleşir (Ecevit, 1993: 3). İkinci olarak aile, akrabalık ilişkilerinin ve mülkiyetin korunması amacıyla cinsel faaliyetlerin denetim altına alındığı bir kurumdur. Ensest tabusu akrabaların birbiri ile evlenmelerini yasaklayan bir normdur. Ancak hangi akrabaların evliliğe uygun olup olmadığı kültürden kültüre değişir. Örneğin 64

69 anaerkil Navajo kabilesinde anne tarafından akrabalarla evlilik yasaklanmıştır. Ayrıca antik Mısır, İnka ve Hawai kültürlerinde soylu ailelerde kardeşler arası evlilik normal karşılanırdı (Murdock, 1965, akt. Macionis, 2008: 468). Ensest yasağının sadece insan cinsinde olup doğada olmaması da bunun daha çok toplumsal bir temeli olduğunu gösterir (Macionis, 2008: 469). Ensest tabusunun toplumsal nedenlerini tartışınız. Parsons ve Bales e göre ailenin üçüncü işlevi de ailenin toplumsal konumunun sonraki kuşaklara aktarılmasıdır. Irk, cinsiyet gibi doğuştan kazanılan kimliklerin yanında toplumsal sınıf gibi sonradan edinilen kimlikler vardır. Bu sonradan kazanılan kimlikler genelde aile yoluyla bireylere aktarılır. Başka bir ifadeyle ailenin, toplumsal konumunun sürdürülmesi, miras haklarının korunması bu işleve bağlıdır. Son olarak, aile bireylerin maddi ve duygusal açıdan güvenliğini sağlayan bir kurumdur. Aile, fiziksel korunma, maddi dayanışma ve duygusal destek açısından temeldir. Özellikle ekonomik krizler, doğal afetler, savaş gibi durumlarla aile bağlarının ve aile içi dayanışmanın güçlü olduğu toplumların daha kolay başa çıktığı varsayılır. Evlilik ilişkisinde çiftlerin birbirine sağladığı duygusal güven, gündelik hayatın baskı ve gerilimini azaltır (Ecevit, 1993:3). Özellikle tüm akraba ilişkilerinden ve akraba desteğinden kopmuş çekirdek ailelerde eşler arasındaki duygusal ve maddi destek oldukça önemlidir. Parsons, yukarıda bahsedilen modern ailenin, kentsel-sanayi toplumunda ortaya çıktığını savunur. Daha önce geniş akrabalık gruplarında aileler, toplumsal, siyasi, dini ve eğitim rollerinin üstlenildiği ve aynı zamanda da ekonomik üretimin gerçekleştirildiği kurumlardı (Davidoff, Doolittle, Holden, 1999: 21). Aile kurumunun evrenselliğine yönelik tartışmalara en büyük katkı antropoloji alanında yapılan çalışmalardan gelmiştir. Murdock ve Malinowski gibi antropologların sanayileşmemiş yerli toplumlar üzerinde yaptığı araştırmalar sonucunda ailenin tüm toplumlarda bulunduğu ve temel biyolojik ihtiyaçların bir ifadesi olduğu savına ulaşılmıştır (Ecevit, 1993: 1). Örneğin Malinowski nin Avustralya da Trobriand kabileleri ile yaptığı incelemelerde, aile kurumuna duyulan ihtiyacın evrensel olduğunu buna dayanarak evlilik ve aile kurumlarının da evrensel olması gerektiğini öne sürer (Ecevit, 1993:2). Malinowski aileyi, fiziksel bir mekâna sahip olan ve içinde cinsler arası ilişkilerin belirlendiği, duygusal bağlara dayalı bir kurum olarak tanımlarken ailenin en hayati işlevinin de çocukların bakımı olduğunu öne sürer (Ecevit, 1993:2). Toparlamak gerekirse, işlevselci yaklaşıma ve ailenin evrenselliği tartışmalarına göre aile, toplumun ihtiyaç duyduğu hayati fonksiyonları yerine getiren yapı taşı niteliğinde bir kurumdur. Her toplumun ihtiyacına göre şekillenen aile yapısı, modern sanayi toplumlarında çekirdek aile şeklinde kendisini gösterir. Bu model ile aile, modern ekonomik sistemin gerekliliklerine cevap verirken sanayi toplumunda olması gereken ilişkilerin düzenli işleyişinde önemlidir. İşlevselci yaklaşım, aile içindeki rollerin verili ve olması gerektiği gibi yaşandığını savunması; aileyi kendi başına bir birim olarak ele alması; aile içindeki güç ilişkilerini ve aile içindeki çatışmaları ihmal etmesi açısından eleştirilmiştir. Bu eleştiriler, Çatışmacı Yaklaşım, Radikal Yaklaşım-Eleştirel Okul ve Feminist Yaklaşım olarak sınıflandırılabilir. Çatışmacı Yaklaşım Bu yaklaşım, aile içinde ve aile kurumunun işleyişi sonucu eşitsizliklerin nasıl sürekli kılındığının üstünde durur. İşlevselciliğe yönelik getirilen eleştirilerin gelişmesinde çatışmacı yaklaşım önemlidir. Bu yaklaşım çerçevesinde Marksist düşünürler, aile kurumunun genel olarak toplumun ihtiyaçlarını değil ama özelde kapitalist sistemin gerekliliklerini yerine getirdiğini savunurlar. Çekirdek aile, bir yandan kapitalizmin ihtiyaç duyduğu işgücü arzını ve devamlılığını sağlarken diğer yandan da bu ekonominin ürün ve hizmetlerinin temel tüketicisidir. İşlevselcilik, toplumları ve toplumsal kurumları bir arada işleyerek denge yaratan, birbirlerine dayanan kısımlardan oluşan sistemler olarak kabul eder. Çatışmanın mevcudiyetini kabul etseler de, 65

70 toplumun bunu denetleme yolları geliştirdiğine inanırlar. Çatışma kuramcıları ise aksine, toplulukların güç elde etmek için birbirleri ile mücadele ettikleri ve çatışmanın denetim altına almasını bir topluluğun geçici bir süre için rakiplerini bastırdığı bir arena olarak görürler. Bu yaklaşıma göre aile içi ilişkilerde çatışma doğaldır. Bireyler arasındaki çıkar çatışmaları, başarı, bireylerin birbirlerinden beklentileri arasındaki farklılıklar aile içinde çatışmanın genel kaynağı olarak varsayılabilir. Aslında Marks ın kendisinin aile ile ilgili fazla çözümlemesi olmasa da, Marksist düşünürlerin aile ile ilgili teorilerini geliştirmelerinde temel aldıkları kaynak, Engels in 1884 de yayınladığı Aile nin, Özel Mülkiyet in ve Devlet in Kökeni adlı eseridir. Engels, Marks ın üretimin ve toplumun değişiminde benimsediği tarihsel yaklaşımı aile olgusunun analizine aktarmıştır. Engels, tarihsel süreç içinde toplumlar ilkelden modern üretim biçimlerine geçerken ailenin de nasıl değiştiğini tartışmıştır. Çekirdek ailenin gelişmesini, özel mülkiyetin gelişmesi ve devletin oluşmasına bağlayan Engels, kadın ve erkek arasındaki güç ilişkilerinin kadının aleyhine sonuçlanmasını da yine bu süreçle açıklar (Engels, 2009, orj. 1884: ). Radikal Yaklaşım Eleştirel Okul Radikal yaklaşım, işlevselci yaklaşımın ve Marksist yaklaşımın aile olgusunu bir bütün olarak aldığı ve aile içindeki sorunsal ilişkileri ihmal ettiği eleştirisinden yola çıkar. Eleştirel okulun genel olarak topluma yönelttiği eleştirileri aile düzlemine taşırlar (M. Ecevit, 1994: 6). Geniş ailedeki akrabalık ilişkilerinin modern toplumlarda çözülmesi, psikolojik desteğin ve duygusal dayanışmanın sorumluluğunun sadece eşler ve çocuklar üzerinde kalmasının olumsuz sonuçlarına dikkatleri çekerler. Leach e göre, akraba çevresinden soyutlanmış çekirdek aile, eskiden aldığı manevi desteği alamayınca, aile içindeki duygusal gerilim yoğunlaşmıştır (akt. Y. Ecevit, 1993: 6). Ayrıca radikal yaklaşımlar, işlevselciliğin iddia ettiği gibi aile kurumunun toplumsallaşma sürecini ve kişilik gelişimini olumlu yönde etkilediği savına da karşı çıkar. Örneğin sembolik etkileşimciler aile içi etkileşim süreçleri ve bu süreçlerin etkilerine dikkati çeker. Laing, bir aileye özgü olan ilişkiler örüntüsünü bağ (nexus) olarak ele alır (Y. Ecevit, 1993: 7). Bu bağ içinde aile bireyleri diğer üyelerin görüşlerini içselleştirirler ve bu içselleştirmenin tahrip edici bir etkisi vardır çünkü birey kendi özgün kimliğini ve iradesini tam olarak geliştiremez. Bu ilişkiler içinde gelişen çocuklar anne-baba otoritesi altında onların kimliklerini içselleştirirler ve kendi özgün kimliklerini oluşturamazlar. Ayrıca toplumsallaşma sürecinde otoriteyi sorgulamak, serbestçe kendi kararlarını verebilmek konusunda da yetersiz kalırlar (M. Ecevit, 1994:7, Y. Ecevit, 1993: 7). Feminist Yaklaşım Daha çok Marksist görüşlerden etkilenen Feminist yaklaşım, işlevselci yaklaşımın verili ve doğal kabul ettiği aile içi cinsiyet rollerine karşı çıkar. Bu düşünürler işlevselci yaklaşımın aile içindeki iktidar ilişkilerini ve bu ilişkilerde kadının dezavantajlı konumunu görmezden gelmesini eleştirirler. Marksist feministler de daha bütüncül açıdan, ailenin kapitalist sistemin mevcut gereksinimlerine hitap ettiğini, egemen ideolojinin içselleştirilmesinde ve otoriteye uyum sağlayan bireylerin yetişmesinde ailenin büyük bir rolü olduğunu savunurlar. Ev/ iş, özel alan/kamusal alan ayrımları ve cinsiyete dayalı roller, erkeği dışarıda çalışmaya ve para kazanmaya, kadınları da ev içinde ailenin bakımını ve devamlılığını üstlenmeye yöneltir. Bu durum da kadınları ekonomik olarak erkeğe bağımlı hale getirir ve kadınları anne/eş olarak para kazanan/aile reisi erkekler karşısında ikincil bir konuma getirmiştir. Marksist feministler, kadın emeğinin aile içi sömürüsünün kapitalist sistemin çıkarlarına işlediğini öne sürerler. Bu görüşe göre kadınlar düşük ücretli işlerde çalışmaya, çocuk bakmaya aynı zamanda yaşlı, hasta, özürlü bireylere de bakmaya devam ederek özel hayatın görünmezliği içinde çok önemli bir sosyal hizmet sağlıyorlar. Bu şekilde aile içinde kadın emeği bir karşılık almadan işgücünün-erkeğin- bakımını gerçekleştirir, yeni işgücünün üretimi gerçekleşir. Böylece emeğin maliyeti olabilecek en düşük seviyededir. 66

71 Bu noktada radikal feministler kadının ev içi emeğinin ücretlendirilmesi gerektiğini savunurlar. Örneğin Christine Delphy (1998) tüm toplumların, çocuk yetiştirilmesi ve ev içi hizmetlerde kadınların karşılıksız emeğine bağımlı olduğunu öne sürer. Bu hizmetler ancak bir bireyle (koca) kurulan özel bir ilişki çerçevesinde sunulabilir. Kadınlar işgücünden dışlandıkları için emekleri de değer taşımazlar, bunlara ücret ödenmez. Bu hizmetlerin karşılığında kadınların eline geçen yaptıkları işten bağımsızdır. Yani, yapılan işin karşılığı olan bir hak gibi değil bağış gibi verilir. Kocanın tek görevi karısının ihtiyaçlarını karşılamak yani onun emek gücünün bakımını sağlamaktır. Kadının ekonomik bağımlılığı ile erkeğin kadına ve çocuklara bakma yükümlülüğü de aslında işgücü piyasasında pazarlık gücünü azaltır, kapitalist sisteme bağımlı kılar. (Delphy, 1998). Aile İdeolojisi Aile türlerindeki tüm çeşitliliğe ve aile konusundaki yaklaşımların tüm farklılıklarına rağmen, aile içinde rol dağılımının, aile yapısının nasıl olması gerektiğine dair egemen görüşler varlığını sürdürmektedir. Bu ideolojide ideal aile formunun çekirdek aile olduğu öne sürülür. İdeal iş bölümünün de kadınların ailenin özel alanında ev kadını ve anne olarak kalmaları, erkeklerin yerinin de kamusal alandaki çalışma hayatı olması gerektiği savunulur (Beechey, 1986: 99, akt. Abbott, Wallace ve Tyler, 2005: 157). Bu aile ideolojisi, ailenin biyolojik olarak belirlendiği varsayımı üzerinden meşruluk kazanır. Gerçekten de erkeklerin dayanıklı, güçlü doğalarının dışarıda çalışıp para kazanmaya ve evin geçindiricisi olmaya daha uygun, kadınların kırılgan, zayıf yapısının da ev içinde eşin ve çocukların bakılmasında daha uygun olduğu görüşü genel olarak kabul edilir. Bu görüşün hâkim olduğu toplumsal ve resmi kurumlar da bireylerin nasıl aile kurmaları ve nasıl bir aile hayatı yaşamaları gerektiğini belirler. İşgücü piyasası, sosyal güvenlik sistemi, eğitim sistemi işleyişlerinde bu aile şeklini temel alır (Abbott, Wallace ve Tyler, 2005: 157). Bu ideal tip aile modelini yayan ve savunan ideoloji, bu ideolojinin toplumun işleyişini doğrudan etkileyen kurumlarca benimsenmesi, gerçek ailelerin yaşamlarını büyük ölçüde etkilemiştir (Y. Ecevit, 1993: 10). İdealleştirilen tek tip aile modelinin yanı sıra gerçekte deneyimlenen çok farklı aile türleri vardır. Aileler ise doğal olduğu iddia edilen bu norma uymadıkları sürece rahatsızlık duyarlar ve kendilerini suçlarlar. Bunun daha da ötesinde bu norma uymayan özellikle tek ebeveynli ailelerde, evi geçindiren bir erkeğin yokluğu, kadınları işgücü piyasasında dezavantajlı bir konuma sokar. Kadınların sosyal güvenceden yoksun kalma tehlikesi ve beraberinde kadının yoksullaşmasını getirebilir. AİLENİN SANAYİLEŞME İLE İLİŞKİSİ Sosyologlar ve tarihçiler, 19.yy ortalarını yani dönemini sanayileşmenin toplumsal ve ekonomik etkilerini gösterdiği ve modern sanayi toplumunun ortaya çıkmaya başladığı dönem olarak kabul ederler. Bu dönüşüm doğal olarak ailelerde de belirgin değişikliklere işaret etmiştir. Örneğin erkeğin evi geçindirip kadının ona bağımlı olması fikri bu süreçte yaygınlaşmıştır. Gelir getiren erkek/koca ve ev içinden sorumlu olan evkadını/annenin rollerinin keskinleşmesi 1850 lere denk gelir (Davidoff, Doolittle, Fink, Holden, 1999: 19-20). Liberal ekonomik teorinin aileler için öne sürdüğü bu model, ücretlerin işçi bireylere ödendiği ve kadınlara oranla erkeklerin ücretli emek piyasasına daha yoğun olarak katıldığı dönemde şekillenmiştir. Sanayileşme ev ve işin mekânsal olarak ayrışmasıyla da aile içi ilişkileri etkilemiştir. Üretim sanayi öncesinde ve sanayileşmenin başlarında tüm ailenin katıldığı tarımsal üretim ve aile işletmelerinden oluşan atölyelerde gerçekleşiyordu. Tarımda ve birçok sanayi sektöründe kadın ve çocuklar için çalışma olanakları oldukça daralmaya başladı. Sanayileşmenin getirdiği değişimle evli kadınlar ve çocuklar üretim alanından dışlandılar (Davidoff, Doolittle, Fink ve Holden, 1999: 25-27). Bu dönemde orta sınıfını değerlerine göre, toplumda kadınların dini ve sosyal ahlakı yeni nesillere aktarmak, ailenin bütünlüğünün korunması gibi kutsal ve özel görevleri bulunmaktaydı. Bu görevlerin kutsallığının bozulmadan yerine getirilmesi için de kadınların, kirlenmiş ve rekabetçi erkek egemen dış dünyaya çıkmaması gerektiği görüşü benimsenmekteydi. O dönemde toplumda, özellikle orta sınıf kadınların ücretli çalışma hayatına katılmaları uygunsuz karşılanır, kocaları, erkek akrabaları ve genel olarak mensup oldukları aile içinde küçük düşürücü bir durum olarak değerlendirilirdi. 67

72 Alanların farklılaşmasının bir diğer sonucu da, iş kavramının piyasada mübadele şansı olan ücretli emek ve istihdamla eşdeğer tutulmasıdır. Erken sanayileşme döneminin liberal ekonomik anlayışı, kamusal ve özel alanların sınırlarını da çok keskin bir şekilde çizip ücretli iş ve ücretsiz ev işini birbirinden ayırmıştır. Toplum için ev içindeki ücretsiz emek her ne kadar hayati önem taşısa da, piyasada mübadele değeri olmadığı sürece mevcut ekonomik modelde değersiz olarak görülmüştür. Resim 3.2: 1943 Yapımı Career Girls Film Afişi Kaynak: ( ) İşçi sınıfı aileleri için bu süreç daha farklı bir şekilde deneyimlendi. Üretim biriminin aile olduğu sanayileşme öncesinde, cinsiyete dayalı bir işbölümü olsa bile bu durum kadınları erkeklere ekonomik olarak bağımlı kılmamaktaydı (Abbott, Wallace ve Tyler, 2005: 150). Sanayileşmenin ilk dönemlerinde de erkek, kadın ve çocukların fabrikalarda işgücüne birlikte katılmaları söz konusuydu. Bu dönemde, zorlu çalışma şartları, sağlıksız yaşam koşulları işçi ailelerini olumsuz yönde etkilemekteydi. İngiltere de işçi nüfusun zor koşullarıyla ilgilenen burjuva sınıfının başlattığı hareket, fabrikalardaki çalışma hayatının işçi ailelerini yıprattığı üzerinde durmuştur (Y. Ecevit, 1993: 12; Abbott, Wallace ve Tyler, 2005: ). Daha önce bahsedilen orta sınıf ideallerinden yola çıkan bu harekette, çalışan kadının evi ihmal ettiği, bu ihmal sonucu kocanın içkiye alıştığı, çocukların sahipsiz kalıp dağıldığı, genç kızların erkeklerle aynı fabrikalarda çalışmalarının ahlaka uygun olmadığı ve işçi ailesinin dağılma yoluna gittiği düşüncesi hâkim olmuştu. Bu kaygılarla, kadını ve aileyi işgücü piyasasının yıpratıcı etkisinden korumak ve aileyi kadın gelirine olan ihtiyacı ortadan kaldırmak için aile ücreti prensibi öne sürülmüştür. Aile ideolojisinin yaygınlaşması ve toplumun tüm kesimlerince benimsenmesindeki bir önemli faktör aile ücreti uygulamasıdır. Aile ücreti, erkeğin aldığı ücretin bir aileyi geçindirecek miktarda olması gereken ücrettir. Bu ücretlendirme, evin geçindiricisi/ aile reisinin erkek olduğu görüşünü güçlendirdiği gibi kadın ve çocukların dışarıda çalışma şansını da ortadan kaldırmıştır. Zamanla, kadınlar ve çocuklar fabrika işlerinden dışlanıp ekonomik olarak kocaya/babaya bağımlı hale gelmeye başladılar. Bu uygulama kadınları ücretli işgücünün dışında tutmakta ve kadınların kocalarına olan ekonomik bağımlılığının artmasında önemli bir etkendir. Böylece kadın ev işi yükümlülüklerini yerine getirmesinin karşılığında erkek de evin geçimini sağlamakla yükümlü olmuştur (Abbott, Wallace ve Tyler, 2005: ). Günümüzde de halen geçerliliğini koruyan aile ücreti ve erkeğin evin geçindiricisi olduğu ideolojisi kadınların hem aile içindeki konumlarını hem de çalışma hayatını önemli bir şekilde etkilemektedir. Kadınların çalışmasının ve gelirinin aileye ek gelir, ekonomik katkı sağladığı kabul edildiği için genellikle daha düşük ücret ödenir. Ancak, aile ücreti kazanan bir erkeğin olmadığı hanelerde bu sistem kadın yoksulluğunu yaratır ve kadınlar için evliliği zorunlu kılar. Aile ücretinin aile içi ilişkiler üzerindeki etkisini tartışınız. 68

73 AİLE İÇİ İŞ BÖLÜMÜ Her ne kadar modern toplumlarda aileler tüketim birimi olarak algılansa da üretim birimi olma özelliklerini de büyük ölçüde devam ettirmektedir. Ev içi bakım ve hizmetlerin yerine getirilmesi, çocukların yetiştirilmesi için çok ve çeşitli görevler vardır. Kadının öncelikli görevi olarak kabul edilen ev işlerinin çok zaman ve emek alması, aile sosyolojisi alanında yapılan çalışmaları aile içinde zamanın kullanımı ve aile içi görevlerin dağılımı meselelerini incelemeye yöneltmiştir. Zamanın Kullanımı Kadın ve erkeklerin toplumsallaşma süreçlerindeki farklılık onların zaman algısını ve zaman kullanımını şekillendirir. Kadın ve erkeklerden toplumun farklı beklentileri cinsiyetçi bir zaman algısını da beraberinde getirmektedir. Örneğin, erkekler için gelecekte elde edilecek başarılı bir kariyer vurgusu yapılırken, kadınlar için çevresindekilerin günlük gereksinimlerini gidermenin önemli olduğu vurgusu yapılır. Bu da erkeklerde gelecek odaklı ve gelecek için hazırlığa yönelik bir zaman algısı yaratır. Kadınlarda ise, şimdiki zaman ve gündelik deneyimler çerçevesinde bir zaman algısı oluşur. Maines ve Hardesty (1987, akt. Daly, 1996: 147) çalışmalarında, genç erkeklerin geleceğe dair planlarının eğitim, iş hayatı ve aile kurmak şeklinde doğrusal bir çizgide seyrettiği ortaya çıkmıştır. Diğer yandan genç kadınların geleceğe dair planları ise engeller ve kesintilerle belirlenmiştir. Bu araştırma sonucunda genç kadınların kuracakları ailenin yapılan zaman planlamasında sıkıntı yaratacağı, aile ve iş zamanlarının birbiri ile çatışacağı endişesi ağır basmaktadır (Maines ve Hardesty, 1987, akt. Daly, 1996: 147). Hall (1983, akt. Daly, 1996) kadın ve erkeğin cinsiyete dayalı farklı zaman deneyimlerini Monokronik ve Polikronik zaman kavramları ile açıklar. Monokronik zaman geleneksel olarak erkek egemen iş dünyası, siyaset alanı ve uzmanlık alanlarında geçerlidir. Polikronik zaman da geleneksel olarak kadınların bulunduğu ev ve aile alanlarında geçerli bir zaman kullanımı olarak ifade edilir. Monokronik zaman daha çok görev odaklı, planlanmış birbirini takip eden davranış kalıplarını içerirken polikronik zaman, birçok işin aynı anda yürütüldüğü, kişiler arası etkileşimlerin devreye girdiği şimdiki zamanı içerir. Bu sınıflandırmayı destekleyen çeşitli çalışmalarda da kadınların bir seferde iki ve daha fazla iş tamamladığı, erkeklerin ise bir kerede sadece bir görevi yerine getirdiği ortaya çıkmıştır (Hochchild, 1989; Davies, 1994; akt. Daly, 1996: 148). Zaman kullanımının cinsiyete dayalı farklılığı, iş yükünün kadın ve erkekler arasındaki dağılımından kaynaklanır. Günümüzde kadınların işgücüne katılımında yoğun bir artış gözlemlense de geleneksel iş bölümü geçerliliğini korumaktadır. Çalışma hayatına katılmalarına rağmen kadınların birincil sorumluluklarının ev işi olması devam eder. Erkekler halen evin geçindiricisi olarak görülürken, çalışan kadınlar da ücretli iş ve ev işini bir arada yürütme ve bu süreçte ev işini ihmal etme endişesini erkeklerden daha yoğun bir şekilde hissederler (Daly, 1996:153). Toplumsal olarak kadınların ailelerine ve erkeklerin de ücretli işlerine önem vermesi yönündeki dayatma, kadının zamanının erkeğin zamanına göre değer kaybetmesi, buna karşılık ücretli ve ücretsiz işlerinin düşük statülü olması sonucunu doğurur. Ev İşi ve Cinsiyete Dayalı İşbölümü Resim 3.3: Aile içinde cinsiyete dayalı rollerin çocukluktan itibaren içselleştirilmesi. Kaynak: ( ) 69

74 Aile çerçevesinin dışında kalmak kaydıyla, kadınların üretiminin bir mübadele değeri vardır. Sanayileşmeyle birlikte, aile üretimi ev işiyle sınırlandırılır, kadının buna indirgenmiş karşılıksız üretimine ev işi denir. Günümüzde, kadının emek gücünün bir bölümüne hala el konulmuş durumdadır, aile yükümlülüklerini yerine getirmek zorundadır. Dışarıdaki işi ev işlerinden muaf kılmadığı gibi, ev işlerine zarar da vermemelidir. Daha önce de belirtildiği üzere, aile içinde görülen ev işinin, kapitalist sistem için gerekli nitelikte işgücünün sağlanmasında maliyeti en aza indirdiği şeklindeki Marksist yaklaşımlar bu alanda ciddi bir yer tutar. Aile içi iş bölümünü sosyolojik olarak araştıran ve ev içi emeği de iş olarak kabul eden ilk feminist sosyolog Ann Oakley, zamanla eşlerin ev işinde ve ücretli işlerde daha eşit ve paylaşımcı bir görev dağılımı benimsemeye bağladığı görüşüne karşı çıkar. Ev işleri eşler arasında paylaşılsa da genelde erkekler kadınlara yardım ederler ve eğer önemli bir ev işi yerine getirilmemişse bunun sorumluluğu yine kadında aranır (Oakley, 1982; akt. Abbott, Wallace ve Tyler, 2005: 164). Toplumsal cinsiyet kavramını ilk kez kullanan feminist akademisyenlerden Ann Oakley e göre: Toplumsal cinsiyet bir kültür meselesidir, erkek ve kadınların eril ve dişil olarak sosyal sınıflandırılmasına işaret eder. (akt. Bhasin, 2003: 2). Oakley, günümüz toplumundaki algılanışıyla ev işi ve ev kadınlığı rolünü şu şekilde tanımlar: ev işleri ve ev kadınlığı tamamen kadınlara verilmiş bir rol olup, bu durum kadınların erkeklere ekonomik olarak bağımlı olmasını gerektirir. Ev işi özel alanda, karşılığı ödenmeyen ve görünmez kılındığı gibi, ücretli işle kıyaslandığında iş olarak kabul edilmez. Önemli bir zaman ve emek harcanmasına rağmen ev işi tatmin ve prestij sağlamaz. (Akt. Y. Ecevit, 1993: 16). Aslında bu alandaki tartışmaların en büyük katkısı cinsiyete dayalı işbölümünün ve bunun sonucunda kadınların aile içinde ev işleri ile uğraşmalarının doğal olmadığı vurgusudur. Ecevit in (1993) de belirttiği üzere, cinsiyete dayalı iş bölümü sadece bir görev dağılımından ibaret değildir. Bu iş bölümü, değer yargıları içeren, taktir statü ve ayrıcalık yaratan, buna bağlı olarak bağımlılık ve iktidar ilişkileri kuran bir mekanizmadır. Eskiden ev içi faaliyetlerin bir bölümünü oluşturan ve kadınların karşılıksız yaptığı işlemler artık ev dışında gerçekleşmektedir. Kadınlar tarafından aile dışı hizmetler olarak yapıldığında ücrete tabi olan yemek, temizlik, çocuk bakımı gibi işlerin aile içinde bir karşılığının olmamasının işlerin doğasına bağlı olmadığını gösteriyor. Tablo 3.3: Türkiye de ev işlerinin genellikle kim tarafından yapıldığı (%) Erkek Kadın Aile fertleri beraber 70 Hane halkı ferdi olm.akraba Dışarıdan biri ücret karşılığı Evimizde yapılmıyor Yemek Yapma 2 87,1 9,5 0,8 0,4 0,2 Ütü 84,3 9,5 1 0,9 2,2 2,2 Çamaşır 1,9 88,7 7,7 1,1 0,5 0,2 (Makine bile olsa) Bulaşık 2 87,2 9,4 0,8 0,4 0,2 (Makine bile olsa) Evin gün 2,3 80,2 16,1 0,7 0,5 0,3 içinde toplanması Günlük 33,3 37,7 26,8 1,3 0,3 0,6 alışveriş Aylık 69, ,2 2,8 0,4 0,5 faturaların ödenmesi Küçük bakım 6,7 6,4 4 13,5 1,2 onarım tamir 68,4 Evin badanası 37, ,3 4,4 32,9 1,7 Kaynak: Aile Yapısı Araştırması Veritabanı, 2006 (

75 Türkiye de ev içi iş bölümünün ve aile içinde cinsiyet rollerinin nasıl dağıldığını, TÜİK in Aile Yapısı Araştırması bulguları çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Tablo 3.3 te de görüleceği üzere, yemek, ütü, çamaşır/bulaşık yıkama, evin toplanması gibi ev içini ilgilendiren ve ev içine bağımlı kılan işler yüzde 80 hatta 90 lara varan oranla kadınlar tarafında gerçekleştirilmektedir. Yüzde 8 den yüzde 15 e kadar değişen bir oranda da bu işler ailenin diğer fertleriyle büyük bir ihtimalle ailedeki diğer kadınlar ve çocuklarla- birlikte yapılmaktadır. Erkeğin ise bu işlere katılım oranı yüzde 2 civarında seyrettiği görülmektedir. Erkek ve kadınların, günlük alışveriş gibi evin dışını yani kamusal alanı içeren ev işi faaliyetini gerçekleştirme oranları ise görece birbirine yakındır (yüzde 33,3 erkekler, yüzde 33,7 kadınlar). Ancak konu faturaların yatırılması, gibi mali işlere gelince ailede erkeklerin maddi kaynakların yönetimi konusunda kontrolü ellerinde bulundurduğu söylenebilir. Faturaların ödenmesi hem evin dışına çıkmayı hem de hane içi gelir ve giderlerin denetimini içerir, bu durumda faturaların yüzde 70 oranında erkekler tarafından ödenmesi anlamlıdır. Bunun dışında tamirat ve evin badanası gibi cinsiyetçi iş bölümünde erkeklere atfedilmiş görevler Türkiye deki ailelerde de yüksek oranda erkekler tarafından gerçekleştirilmektedir. AİLEDE GÜÇ İLİŞKİLERİ Hem toplumda hem de aile içinde kadın erkek arasındaki güç ve tahakküm ilişkisini açıklamadaki kilit kavram ataerkilliktir (patriyarki). İleride feminist teorileri açıklarken daha detaylı olarak ele alınacak bu kavram, erkeklerin tarih boyunca kadınlar üzerinde egemenlik sağlayıp bunu sürdürmelerinin mekanizmalarını, ideolojisini ve toplumsal yapılarını kapsar.erkek egemenliği ortak paydasında ataerkilliği ortaya çıkaran etkenler toplumsal, kültürel, ideolojik, politik, ekonomik, cinsiyetçi ve biyolojik olarak oldukça geniş bir çerçeveye yayılır. Cinsiyetçi iş dağılımı, kadına ve erkeğe biçilen farklı roller ataerkillik sistemini yeniden üretir ve kadınları erkeklere bağlı ve pasif bireylere dönüştürür. Kültürel olarak belirlenen normlar bu sistemi meşrulaştırır. Kendi rollerinin dışına çıkan kadınlar cezalandırma ya da baskı gibi toplumsal tepkilere maruz kalırlar. Resim 3.4: Aile içinde güç ilişkileri ile ilgili temlisi bir çalışma Kaynak: ( ) Annelik, ya da evin geçindiricisi gibi kadınlara ve erkeklere atfedilen roller de bu ataerkil ideolojiye dayanır. Yine bu roller, kimin çalışıp para kazanacağını kimin evde kalıp aile üyelerinin bakımını sağlayacağını belirler (Abbott, Wallace, Tyler, 2005: 160). Aile içindeki ilişkilere bakıldığı zaman, kadınlar eşlerinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını önceledikleri, ekonomik olarak sıkıntılı dönemlerde aile üyelerinden kadınların giyim ve beslenme gibi ihtiyaçlarını erteledikleri görülmektedir. Aile içi maddi kaynakların (para, bilgisayar, araba gibi) kullanımında erkek ve çocukların önceliği ve kadınların bunlar üzerindeki eşit derecede kontrol sahibi olamaması yine cinsiyetçi rol dağılımıyla ilgilidir. Bu rollerin içselleştirilmesi sonucu, erkek dışarıda çalışıp para kazandığı için evin kaynaklarının kontrolünde ve kullanılmasında öncelik hakkı olduğu düşünülür. Kadın ise eve para getirmediği için yaptığı işler çalışma olarak algılanmaz. Kadının ekonomik olarak bağımlı konumu da maddi kaynaklar üzerinde hak ve kontrol talep etme şanslarını azaltır (Abbott, Wallace ve Tyler: 2005: 161). 71

76 Aile içindeki statü ve maddi kaynakların tüketimi ile ilgili olarak, Delphy (1999: 63-80) 19. yy da Fransa da dar gelirli köylü ailelerin gıda tüketiminin bireyin aile içindeki konumuna göre nasıl değiştiğini ortaya koyar. Delphy, aile içindeki güç ilişkilerinin, kaynakların paylaşımı ve tüketim pratiklerine nasıl yansıdığı açısından çarpıcı bir tablo çizer. Örneğin et, reçel gibi lüks gıda tüketimi ya da yemeğin en iyi kısımları evin reisi için ayrılırken kadınlar, çocuklar ve yaşlılar buna dokunamazlar (Delphy, 1999: 72). Tüketme hakkı olmadığı halde bu yiyeceklerin hazırlanmasından sorumlu olan kadın, erkeğin çıkarlarını koruyan fedakâr anne ve eş rolünü içselleştirerek bu tüketim pratiğine uyar (Delphy, 1999: 76) larda Fransa da iki hafta boyunca yaşanan patates kıtlığında konu ile ilgili radyo programcısı ile konuşan bir kadının patatesleri kocama ayırıyorum, çocuklarla ben pirinç ve makarna yiyoruz şeklindeki ifadesini Delphy nin aile içi tüketim alışkanlıkları örneğinden yola çıkarak tartışınız. Konuyla ilgili alanyazında, Türkiye de tarihsel olarak aile içi güç ilişkilerini belirleyen ve otoriteyi erkek soyuna veren ataerkil aile anlayışının hakim olduğu vurgulanır (Kandiyoti, 1993: 368). Türkiye deki ataerkil aile yapısında kadın ve erkekler için farklı statüler söz konusudur. Ayrıca, kadınların üreme kapasiteleri ve emeğine koca ve kocanın ailesi tarafından el konulur (Kandiyoti, 1993: 368). Osmanlı daki evlilik pratikleri, kadını ev içinde ve ev dışında sıkı bir denetim altında tuttuğu gibi erkeğe de birden fazla kadınla evlenebilme ve istediği zaman karılarını boşayabilme gibi çok geniş haklar veriyordu. Cumhuriyet reformları, kadınların statüsü ve toplumsal yaşama katılımı konusunda değişiklikler getirse de, bu değişiklikler sadece belirli kentli nüfusla sınırlı kalmıştır (Kandiyoti, 1993: ). Kandiyoti, (1993: ) toplumun geri kalanında ve özellikle geniş kırsal kesimde geleneksel ataerkil yapının şekil değiştirme sürecini 1950 lere sermayenin kırsal alana girişine bağlar. Artık kırsal bölgelerde erkeklerin aile reisliği statüsü, dışarıdaki sermaye, eğitim, siyasi kaynaklar gibi dış kaynaklara ulaşma yeteneklerine bağlı hale gelmişti. Türkiye nin modernleşme sürecini, geleneksellikten modernliğe doğru bir süreç olarak açıklayan modernleşme teorisine göre, kırsal ve geleneksel geniş aileden modern ve kentsel çekirdek aileye doğru bir dönüşüm gözlenmektedir. Batıda aile ve kadın ile ilgili tartışmalarda çekirdek ailenin, kadınların ezilmesine yol açtığı için eleştirildiği dönemde Türkiye de çekirdek ailenin özgürleştirici olduğu düşüncesini tartışınız. KADIN İLE İLGİLİ TEORİK YAKLAŞIMLAR Feminizm hakkında kesin ve net bir tanım yapmak zordur. Tarih boyunca kadınların mücadelesi çok farklı yöntemler izledi ve çeşitli anlamlar geliştirdi. Doğal olarak kadınlar için mücadele edenlerin düşünceleri ve amaçları da zaman içinde değişti. Bu bölümde, kadın çalışmalarında yer alan belli başlı teoriler ele alınacaktır. Kısaca, feminizm, kadınların toplum içindeki konumunu, kadınların yalnızca kadın olmalarından dolayı yaşadıkları sorunları yani açıkça kadınların ezilmişliğini sorgulayan, tarih boyunca kadınların mücadelelerine temel oluşturup yön veren düşünceler akımı şeklinde ifade edilebilir. Ramazanoğlu na (1998: 26) göre feminizm, toplumda cinsler arası ilişkileri ve erkekle kadın deneyimlerinin farklılıklarını açıklayan çeşitli toplumsal teorilerdir. İleride görüleceği üzere feminizminin birçok türü ve çok farklı yaklaşımları vardır. Yine de belirli ortak özelliklerini sıralamak gerekirse: Feminizmin tüm türleri kadınları erkeklere bağımlı kılan ilişkilerin değiştirilmesini savunur. Çeşitli toplumlarda, normalleştirilen, doğal sayılan ve arzu edilir bulunan birçok durumu sorgular. İnsanlığın tüm tarihini ve geleceğini sorgular. Politik pratiği vardır. 72

77 Erkek-kadın ilişkilerinin dönüştürülmesini, herkesin olanaklarını geliştirebilme fırsatına sahip olabilmesi için dünyanın değiştirilmesini savunur. Politik pratikler: kadınların kendi yaşamlarına hâkim olmasını ve kadın-erkek ilişkilerini değiştirmeyi hedefler. Bu hedeflere yönelik çağrıları her zaman direnişle karşılanır. Kadın-erkek ilişkilerinin niteliği açısından tarafsız değillerdir. Bildiğimizi sandığımız şeyleri nasıl bildiğimiz konusunda ciddi sorular ortaya atar. (Ramazanoğlu, 1998: 26-27). Bu ortak özellikleri taşıyan feminist yaklaşımlar liberal feminizm, radikal feminizm, Marksist feminizm olmak üzere ele alınacaktır. Liberal Feminizm Resim 3.5: Kadınların Oy Hakkı Talebi Kaynak: du/his1005fall2010/category/fe atured/, ( ) Bir toplumsal grup bilinci olarak feminizmin önkoşulu eşitlik kavramı şeklinde ifade edilebilir (Savran, 1985: 7). Eşit yurttaşlık ilkesinin tüm toplum için geçerli olduğu savunulunca, kadınlar bu ilkenin toplumun birçok alanında kendilerini kapsamadığının farkına varmaya başladılar (Savran, 1985:7). Liberal feminizmin öncülerinden, Marry Wollstonecraft ın 1792 de yazdığı Kadın Haklarının Doğrulanması adlı yapıtı, feminizmin ilk temel ürünü olarak bilinir. Rousseau nun eşitliği ve hümanizmi vurgulayan siyasal düşüncesinden etkilenen Wollstonecraft, kadın ve erkeklerin doğal kapasitelerinin farklı olmadığı halde, toplum içindeki eşitsizliklerinin temelini eğitimde bulur. (Savran, 1985: 7). Wollstonecraft, kadınların ezilmişliğini eğitimdeki fırsat eşitsizliğine dayandırır. Wollstonecraft, 18. yy Aydınlanma ideallerinin erkek özellikleri olarak ussallık ve eğitimi yüceltirken, kadınların yetiştirilme tarzında bu özelliklerin eksik kaldığını vurgulamıştır. Kadınların durumundan duyduğu memnuniyetsizliğini şu şekilde dile getirir; Bir yandan tutkular böylesine pohpohlanırken, öte yandan yargı yetisi de hiç biçimlendirilmeyince sonuç ne olabilirdi ki? Kuşkusuz çılgınlık, delilik karışımı bir şey. (Wollstonecraft, 1970: 67, akt. Savran, 1985: 9). Anlaşılıyor ki bu görüşte, erkek becerilerinin önemi ve kadınların da eşit haklara sahip olabilmesi için bu becerilerin eğitim yoluyla kazanılması gerektiği düşünülmekteydi. Ancak erkeklere özgü bu becerilerin neden üstün olduğu hatta neden kişisel özelliklerin belli cinsiyetlere atfedildiği sorgulanmamıştır. 18. ve 19. yy feminist hareketler daha çok kamusal alandaki eşitsizliklere odaklanır. Yasal düzenlemelerin kadınları sınırlandırdığı, kadınlara fırsat eşitliği sunulmadığı vurgusu hâkimdir. Bu yüzden bu dönem kadın hareketleri mülkiyet, seçme seçilme, velayet hakları, eğitim ve çalışma alanında birtakım kazanımlar için mücadeleleri kapsamıştır. Görüleceği üzere, liberal feminizm, toplumun var olan yapısını fazla sorgulamadan eşit haklar ve olanaklar etrafında kampanyalar yürütmüştür. Cinsiyet rolleri ve eşitsizliğin kökeninde yatan nedenler de liberal feministlerce sorgulanmamış, kamusal alanda eşit haklar için mücadele ile sınırlı kalınmıştır. Liberal feminist hareketler, kadınların daha iyi yaşam koşulları için mücadele verirken sorunların kökenine inip, bu eşitsizliğe neden olan anlayışları sorgulamamışlardır. 73

78 Radikal Feminizm Liberal feminizmden farklı olarak, kamusal alanda hak ve eşitlik arayışının ötesine geçip kadınları, erkek egemen dünyada evrensel olarak ezilen bir kız kardeşlik olarak tanımladı. Radikal feministler, erkek egemen toplumda kadınların ortak bir ezilmişlik deneyimlediğini vurguladılar. Bunun yanı sıra kişisel olan politiktir sloganıyla en mahrem insan ilişkileri, şiddet ve cinsellik politik alana taşındı. Tecavüz ve kadına yönelik şiddetin kamu politikalarına dönüştürülmesi sağlandı (Ramazanoğlu, 1998: 31). Radikal feministler, kadınların aşağı konumunu meşrulaştıran tüm erkek egemen söylemleri ve kadının ezilmesine yol açan toplumsal düzenin meşruluğunu sorguladı. Kadınların ezilmişliğini kadınerkek arasındaki iktidar ilişkisi olarak açıklayan ve bunu da toplumda egemen olan ataerkillik (patriyarki) düzenine dayandıran Millett, Morgan ve Firestone gibi yazarlar, ilk bütüncül ataerkillik tahlillerini yapmaları açısından da önemlidir. Firestone a göre ataerkillik, toplumdaki tüm iktidar ilişkilerini kapsayan ve onun kaynağı olan bir düzen, Millet a göre ise, ekonomik ve siyasal çelişkilerin öncesinde var olan bir düzendir (Savran, 1985: 14). Hartmann (1992: 142) ataerkilliği, maddi temeli olan ve hiyerarşik olsa da erkekler arasında, onların kadınlara egemen olmalarını sağlayan bir karşılıklı bağımlılık ve dayanışma kuran ya da yaratan erkekler arası toplumsal ilişkiler dizisi olarak tanımlar. Erkeğin kadının emek gücü üzerinde denetim kurması ataerkilliğin maddi temelini oluşturur. Ataerkillik aynı zamanda erkek iktidarının doğal, normal doğru ve haklı olduğunu ileri süren ideolojik meşrulaştırmaları da kapsamaktadır. Bu açıdan hayatın her alanındaki güç ilişkilerine bakan radikal feministler, ataerkillik kavramıyla, kadın-erkek arasındaki güç ilişkisinin sadece kamusal alanda değil özel hayatın tüm alanlarında olduğunu gösterdiler. Bu sayede kişisel deneyimlerin politikanın bir parçası olabileceğini ve kadınların ortak deneyimlerinden meydana gelen ortak çıkarların fark edilmesini sağladılar. Marksist Feminizm Radikal feminist hareketlerden etkilenen sosyalist feministler, solcu örgütlerdeki ikincil rollerinin bilincine vardılar. Radikal feministler, kadınların sırf kadın olduğu için ezildiğini savunurlar. Bundan etkilenen Marksist feministler, kendi politik örgütlerinde ve hareketlerinde erkeklerin arkasında kaldıklarını ve ikincil roller oynadıklarını fark ettiler (Ramazanoğlu, 1998: 33). Bu cinsiyetçiliğe karşı oluşan tepkide kadın-erkek arasındaki çıkar çatışmaları gündeme geldi. Sosyalizmin, erkek egemenliği sorununa bir çözüm getiremediğini anlayan bu grup feministler, Marksist teori ve uygulamalarının yeterliliğini sorguladılar. Marksist feministler, kadınların ezilmişliğini ataerkil düzen ve sonrasında da kapitalist sisteme dayandırdılar. Sosyalist feministlere göre kapitalist toplum, kendisinden önceki ataerkil düzene yaslanarak gelişmiştir. Bu gelişme sırasında da cinsiyete dayalı ev işi/ücretli iş paylaşımı giderek yerleşmiştir. Üretimin ev dışında bir alanda yer alması, aileyi ekonomiden kopuk bağımsız bir dünya olarak yaşanmasına yol açmıştır (Savran, 1985: 20). Böylelikle bu düşünürler özel alan, aile alanını kadınla ilişkilendirilmesinin sebebini kapitalist sistemde ararlar. Sosyalist feministlere göre kapitalist sistemde aile ve özel alanın sahibinin neden erkek değil de kadın olduğunu tartışınız. KADIN EMEĞİ Ev İçi Emek Kadın/ev ilişkisi ve kadınların ev içi emeği ile sorumlu tutulmasını Molyneux (1992: ) kapitalist sistemin ücret biçimine, cinsiyete dayalı işbölümüne, kadın işsizliğinin yüksek olmasına ve çoğu toplumlarda kadınların yeniden-üretim rollerine verilen değere bağlar. Aile ücreti uygulaması yani erkeklerin tüm ailenin bakımını sağlayacak ücret almaları kadınların tam gün ev kadını olmalarını 74

79 ekonomik olarak mümkün kılar. Bu aile ücreti prensibi, cinsiyete dayalı işbölümüne dayandırılır. Kadını ekonomik olarak erkeğe bağımlı kılan bu işbölümü beraberinde tahakküm ilişkilerini de dayatır. Aile ücreti kadınlarda işsizlik oranının yüksek olmasında etkilidir. Ekonomik kriz dönemlerinde, erkeklerin evin geçindiricisi olduğu ve ailenin geçiminin kocanın ekonomik faaliyetine bağlı olduğu gerekçesiyle işyerlerinde ilk işten çıkarılanlar kadınlar olur. Son olarak kadınların birincil rollerinin annelik olması ve doğurganlık özelliklerine toplum tarafından verilen değer, kadınların dışarıda çalışmasını kısıtlayıcı bir etken haline gelir. (Detaylar için bkz. Molyneux 1992: ). Resim 3.6: Cinsiyet Rolleri Kaynak: ( ) Sanayileşmeyle birlikte, aile üretimi ev işiyle sınırlandırılır, kadının buna indirgenmiş karşılıksız üretimine ev işi denir. Delphy, ev işini; ev içinde ev kadını tarafından yapılan çalışma: yemek, çamaşır yıkama, ütü, dikiş, alış veriş, temizlik anlamında evin ve çocukların bakımı şeklinde tanımlar (Delphy, 1999: 50). Delphy e(1999: 49-62) göre, tüm toplumlar, çocuk yetiştirilmesi ve eviçi hizmetlerde kadınların karşılıksız emeğine bağımlıdır. Bu hizmetler ancak bir bireyle (koca) kurulan özel bir ilişki çerçevesinde sunulabilir. Yine bu hizmetler ekonomi alanından dışlandıkları için değer taşımazlar, bunlara ücret ödenmez. Bu hizmetlerin karşılığında kadınların eline geçen yaptıkları işten bağımsızdır. Yani, yapılan işin karşılığı olan bir hak gibi değil bağış gibi verilir. Kocanın tek görevi karısının ihtiyaçlarını karşılamak yani onun emek gücünün bakımını sağlamaktır. Aslında bu hizmetlerin ekonomi alanında dışlanması, ev içi üretimin doğasından kaynaklanmaz. Zira, aynı hizmetler evin dışında yapıldığı zaman lokantada çalışanlar, çocuk bakıcıları, hizmetliler emeklerinin karşılığını alırlar. Ücretli Emek Aile çerçevesinin dışında kalmak kaydıyla, kadınların üretiminin bir mübadele değeri vardır. Ecevit (1985: 73), kadının cinsel iş bölümü sürecini iki durumda yaşadığını söyler: ev işi ve çocuk bakımı; ev dışında ücret karşılığı çalışma. Yazara göre kadının toplumsal konumunu belirleyen de cinsiyete dayalı olarak verilen kadının ikili emeğidir. Ücretli kadın emeğinin özelliklerini Ecevit şu şekilde sıralar: Ekonomik yapı içinde bazı sektörler ve bazı sektörler içinde belirli meslekler kadınlaşmıştır. Örneğin hizmet sektörü, sağlık sektöründe hemşirelik gibi kadınlar belirli alanlarda yığılmıştır. İşyerlerinde de kadınlar daha çok, en düşük ücretli ve en az beceri gerektiren bölümlerde çalışırlar. Kadınların çalıştıkları işler yükselme imkanı vermez, kadınlar başladıkları statünün çok az üstüne çıkabilirler. Kadınlar karar verici, sorumluluk gerektiren pozisyonlardan çok yönetilen, emir alan konumundadır. Kadınlar, aynı işte çalışan erkeklere göre daha düşük ücret alırlar. 75

80 Çoğunlukla yarı-zamanlı olarak çalışan kadınların istihdam edildiği hizmet sektörü, genelde düşük ücretlidir, örgütsüzdür ve sosyal güvencesi yoktur. Kadınların örgütlenme ve sendikalaşma oranları düşüktür. Ailenin temel geçindiricisi sayılmadıkları için işten çıkarılma riskleri daha fazladır. (Ecevit, 1985: 73-74). Görüldüğü üzere, kadınlar çalışma hayatına girip ekonomik alanda yer edinseler de bu durum, onları ezilmişlikten ve ev işi sorumluluklarından kurtarmamıştır. Buna ek olarak, cinsiyetçi iş bölümünün kendisini ekonomik alanda da gösterdiği açıktır. Erkek işi/erkek mesleği, kadın işi/kadın mesleği ayrımının yapılması, kadın yoğun işlerin düşük statüde, daha düşük ücretli olması, işsiz kalma riskinin daha yüksek olması kadının ikincil toplumsal konumunun ve bunun sebebi olarak cinsiyetçiliğin toplumun her alanına nüfuz ettiğinin bir göstergesidir. KADINA YÖNELİK ŞİDDET Kadına yönelik şiddet, bireyin sadece kadın olmasından ötürü, aile içinde, işyerinde ya da çevresindeki kişilerden gördüğü bedensel bütünlüğüne, hayatına, onuruna, özgürlüğüne ve güvenliğine yönelik her türlü saldırıdır. Bu saldırı, kadınları bastırma, cezalandırmak, fiziksel ve psikolojik bütünlüklerini bozmak amacıyla, tehdit ve zor yoluyla fiziksel, cinsel ve psikolojik acı veren tüm eylemleri kapsar (Hırata ve Laborie, 2009: 312) yılında Viyana da düzenlenen Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı nda, kadın hakları insan hakları olarak kabul edilmiştir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu nda 20 Aralık 1993 te kabul edilen Kadınlara Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması Bildirisi nin ikinci maddesine göre kadına yönelik şiddet: Aile içinde cereyan eden ve dayak atmayı, evdeki küçük kız çocuklarına yönelik cinsel suiistimali, çeyize ilişkin şiddeti, evlilikte ırza geçmeyi, kadınların sünnet edilmesini ve kadınlara zarar verici her türlü geleneksel uygulamaları, eş dışındakilerin şiddetini ve suiistimale yönelik şiddeti de içeren fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddettir. (akt. Arın, 1998: 2). Bildiri de bu tanıma, kamusal alandaki her türlü cinsel taciz, kadın ticareti ve fahişeliğe zorlamayı içeren her türlü şiddet, devlet tarafından uygulanan fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet de dâhil edilmektedir. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü nce 2009 yayınlanan Türkiye de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet araştırması, Türkiye de kadınların maruz kaldığı şiddeti tüm boyutlarıyla ele alarak, mevcut durumu tanımlayıcı ve açıklayıcı bir bilgi sunmaktadır. Bu rapora göre, kadınlar şiddeti sadece eşlerinden ya da birlikte oldukları erkeklerden değil, baba evinden başlayarak yaşamaktadır. Bu çalışmada şiddete maruz kalan kadınların fiziksel ve ruhsal sağlıklarının da ciddi düzeyde etkilendiği ortaya çıkmıştır. Şiddet, her toplumsal gruptan kadını etkilemektedir. Başka bir ifadeyle, her yaş ve eğitim düzeyinden, her gelir grubundan kadınlar şiddeti deneyimlemektedir. Bu raporun ortaya koyduğu diğer bir çarpıcı sonuç da şiddetin kuşaktan kuşağa aktarılmasıdır. Şiddet yaşayan kadınlar ve şiddet uygulayan erkekler kendi ailelerinde de şiddet olduğunu belirtmişlerdir. 76

81 Resim 3.7: Kadına yönelik şiddet ile ilgili temsili bir çalışma Kaynak: ( ) Tablo 3.4 te Türkiye de evlenmiş kadınların eşleri ya da birlikte yaşadığı kişiler tarafından fiziksel veya cinsel şiddete uğramalarının yüzdesi, yerleşim yeri, eğitim durumu ve refah düzeyine göre verilmiştir. Türkiye geneline bakıldığında söz konusu kadınların yüzde 41,9 u yaşamlarının herhangi bir döneminde fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalmıştır. Eğitim düzeyinin artmasıyla fiziksel ya da cinsel şiddetin yaşanma oranının da azaldığı görülmektedir. Eğitimi olmayan ve ilkokulu bitirmemiş kadınların yaklaşık yüzde 56 sı yaşamlarının herhangi bir döneminde fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalırken, bu oran lise ve üzeri eğitim almış kadınlarda yüzde 27 e düşmektedir. Benzer şekilde refah düzeyi düşük olan kadınların yarısı hayatlarının bir döneminde fiziksel ve cinsel şiddet yaşarken, gelir seviyesi yüksek kadınların yaklaşık yüzde 29 u şiddete maruz kalmaktadır. Her ne kadar eğitim ve refah seviyesi arttıkça kadınlar daha az oranda şiddet mağduru olsalar da, iyi eğitimli ya da yüksek gelirli her 10 kadından neredeyse 3 ünün fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor olması ayrıca düşündürücüdür. Tablo 3.4: Eşi veya birlikte olduğu kişi(ler)den fiziksel veya cinsel şiddet yaşamış kadınların yüzdesi Yaşamın herhangi bir döneminde Son 12 ayda Evlenmiş kadın sayısı Yerleşim yeri Kent 40,3 13,5 7,981 Kır 46,6 14,1 2,817 Eğitim Eğitimi 55,8 17,4 2,741 yok/ilköğretimi bitirmemiş İlköğretim 42,2 13,1 5,237 birinci kademe İlköğretim ikinci 38,4 15,4 872 kademe Lise ve üzeri 27,2 10 1,948 Refah Düzeyi Düşük 49,9 18 4,189 Orta 41,6 12,7 4,631 Yüksek 28,7 8,3 1,978 Türkiye 41,9 13,7 10,798 Kaynak: Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet İstatistikleri, 2008 ( 77

82 Türkiye de kadınların toplumsal cinsiyet rolleri ve kadına yönelik şiddet algıları ile ilgili TÜİK ten alınan veriler Tablo 3.5 te sunulmuştur. Kadının eşiyle tartışmaması; bazı durumlarda erkeklerin eşlerini dövmesi, bazı durumlarda çocuğun dövülmesi, kadının davranışlarından erkeğin sorumlu olması, kadının istemediği halde eşiyle cinsel ilişkiye girmesi gibi geleneksel cinsiyet algısını yansıtan ifadelerin kadınlar tarafından onaylanma yüzdeleri bölge, yaş grubu ve çalışma durumuna göre sunulmuştur. Tablo 3.5: Toplumsal cinsiyet rolleri ve şiddete ilişkin belirtilen görüşlere katılan/katılmayan kadınların yüzde dağılımı Kadının eşiyle tartışmaması Bazı durumlarda erkeklerin eşlerini dövmesi Bazı durumlarda çocuğun dövülmesi Kadının davranışlarından erkeğin sorumlu olması Kadının istemediği halde eşiyle cinsel ilişkiye girmesi Katılıyor Yerleşim yeri Eğitim Refah Düzeyi Kent 44,2 10,6 31,1 42,7 25,4 Kır 64,5 24,9 47,7 61,2 45,6 Eğitimi 70,2 28,7 51,4 68,5 54,3 yok/ilköğretimi bitirmemiş İlköğretim 55,0 28,7 36,4 50,2 30,7 birinci kademe İlköğretim 35,0 7,2 24,9 37,7 18,1 ikinci kademe Lise ve üzeri 17,6 2,9 19,0 20,5 8,9 Düşük 64,6 24,1 48,8 61,5 45,2 Orta 46,9 10,6 31,6 45,8 26,3 Yüksek 27,8 4,6 19,6 26,2 13,7 Türkiye 49,3 14,2 35,3 47,4 30,5 Kaynak: Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet İstatistikleri, 2008 ( Türkiye geneline bakıldığında, kadınların yarıya yakını kadınların erkeklerle tartışmaması ya da kadınların hareketlerinden erkeklerin sorumlu olduğu ifadelerine katılırken, kadınların sadece yüzde 14 ü fiziksel şiddeti onaylamaktadır. Dikkatli incelendiğinde bu tablo ile önceki verilerin paralellik gösterdiği açıktır. Eğitim ve refah düzeyleri yüksek olan kadınlardan fiziksel şiddeti onaylayanların oranı, düşük olanlardan daha azdır. Eğitim görmemiş kadınların yüzden 70 i fiziksel şiddeti onaylarken bu oran lise ve üzeri eğitim gören kadınlarda yüzde 3 e düşmektedir. Benzer şekilde refah düzeyi düşük olan kadınların yüzde 65 i fiziksel şiddeti onaylarken, refah seviyesi yüksek olanların yüzde 4,6 sı onaylamaktadır. Görünen o ki, eğitim ve refah düzeyi arttıkça kadınların fiziksel ve cinsel mağduriyeti azalsa ve şiddet algısı değişse de, kadına yönelik şiddet Türkiye nin bir gerçeği olmaya devam etmektedir. Bu durumun önüne geçebilmek ve şiddete maruz kalan kişileri korumak amacıyla yapılan yasal düzenlemelere de değinmekte fayda vardır. AİLE VE KADININ YASALAR KARŞISINDAKİ KONUMU Ailenin Korunmasına Dair 4320 Sayılı Kanun 4320 Sayılı Kanun dört tür şiddet tanımlar: Fiziksel şiddet, vücut bütünlüğüne zarar veren her türlü davranışı içerir. Duygusal şiddet, ruhsal açıdan acı ve zarar veren her türlü söz ve davranıştır. Ekonomik şiddet, maddi açıdan kişiyi ve emeğini sömüren her türlü davranıştır. 78

83 Cinsel şiddet, kişinin isteği dışında ilişkiye zorlanması, ilişki sırasında fiziksel ve duygusal zarar verilmesidir. (Ankara Barosu, 2009: 7). Bu yasa ile beraber yaşayan herhangi bir aile bireyinin şiddetine maruz kalan kişileri korumak amaçlanmıştır. Şiddete maruz kalan kişi, Cumhuriyet Savcılığına ya da doğrudan Aile Mahkemesine bir dilekçe ile başvurarak yasanın korumasından faydalanabilir. Bu başvuruyu sadece şiddete uğrayan değil, durumu bilen diğer kişiler de yapabilirken, tedbir kararı da Türkiye nin her yerindeki Aile Mahkemesinden alınabilir. Bu yasa, şiddeti uygulayan eşe ya da aile bireyine yönelik aşağıdaki düzenlemeleri getirmiştir (4320 Sayılı Kanun Madde 1); Aile bireylerine karşı şiddete veya korkuya yönelik söz ve davranışlarda bulunmaması, Müşterek evden uzaklaştırılarak bu evin diğer aile bireylerin tahsisi ile bu bireylerin birlikte ya da ayrı oturmakta olduğu eve veya işyerlerine yaklaşmaması, Aile bireylerinin eşyalarına zarar vermesi, Aile bireylerini iletişim araçları ile rahatsız etmemesi, Varsa silah veya benzeri araçlarını genel kolluk kuvvetlerine teslim etmesi, Alkollü veya uyuşturucu herhangi bir madde kullanılmış olarak şiddet mağdurunun yaşamakta olduğu konuta veya işyerine gelmemesi veya bu yerlerde bu maddeleri kullanmaması, Bir sağlık kuruluşuna muayene veya tedavi için başvurmasını sağlayıcı tedbirler getirir. Şiddete uğrayan kişi, önce en yakın polis ya da jandarma karakoluna başvurup avukat talep etmeli ya da Cumhuriyet Savcılığına dilekçeyle suç duyurusunda bulunmalıdır. Eğer kişide darp izleri varsa Adli Tıp tan rapor almak istediğini bildirmelidir. Boşanma Boşanma, toplumda evliliğin ve dolayısıyla kadının başarısızlığı olarak algılanır ve hoş karşılanmaz. Ne var ki, kadına yönelik şiddetin en fazla aile içinde yaşandığı ve en yakınlarından geldiği de bir gerçektir. Ayrıca Delphy nin de vurguladığı üzere boşanma, değer yargısız bir şekilde ele alınırsa, sadece bir anlaşmanın feshi olarak doğal bir süreçtir (Delphy, 1999: 81). Bu durumda, kadının aile içinde kocasından gördüğü şiddet onun kaderi, katlanması gereken bir durum değildir ve zorunluluk hallerinde boşanma yolu seçilebilir. Hangi durumlarda boşanma yoluna gidilebileceği kanunda belirtilmektedir: Eşlerden biri kötü muamele ediyorsa; Hayata kast edecek ya da onur kırıcı davranışlar varsa; Küçük düşürücü bir suç işlenmiş ya da haysiyetsiz bir yaşam sürdürülüyorsa; Evlilik dışı ilişki varsa; Eşlerden biri evliliğin yükümlülüklerini yerine getirmemek için evi terk etmişse Tedavisi imkansız akıl hastası ise ve bu durum evliliği çekilmez hale getirmişse; Evlilik birliği, ortak hayatı sürdürmeleri eşlerden beklenmeyecek derecede sarsılmışsa eşler boşanma davası açabilir. 79

84 Türk Medeni Kanunu Ocak 2002 de yürürlüğe giren Medeni Yasa nın evlilik içinde kadın ve erkeklere getirdiği hak ve yükümlülükler şu şekilde sıralanabilir: Kadın ve erkekler 17 yaşını doldurmadan evlenemezler. Ancak çok önemli durumlarda ve hakim kararıyla 16 yaşını dolduran bireylerin evlenmesine izin verilebilir. Kadınlar evlendikten sonra eşlerinin soyadları ile birlikte önceki soyadlarını da kullanabilirler. Yeni yasa ile koca artık oturulacak konutu tek başına seçme hakkına sahip değildir, eşler oturacakları konutu birlikte seçerler. Aile konutu şerhi, eşlere oturulacak konuttan yararlanma ve bu konutu kullanma konusundaki hukuki işlemlerde beraber hareket etme hakkı verir. Meslek seçiminde eşin izni alınması zorunlu değildir. Çocuğun velayetinde kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Eşler beraber ya da ayrı yaşarken (boşanma davası açmadan) nafaka talep edilebilir. Eşlerden biri diğer eşin açık rızası olmadan aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu satamaz veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz. Eğer ev eşinin adına kayıtlıysa ve kişi konutun satılmasını istemiyorsa, tapu kütüğüne aile konutu şerhi koydurarak evin satışı engellenebilir (Ankara Barosu, 2008:18). Yeni Medeni yasa, kadının ev içi emeğini ailenin geçimine katkı olarak kabul etmiş ve ailenin geçimine katkıda bulunmayan erkekten beraber de otursalar ayrı da yaşasalar nafaka talep etme hakkı getirmiştir. Türk Ceza Kanunu Türk Ceza Yasası nın kadının ve çocuğun bedensel ve cinsel bütünlüğünü korumaya yönelik maddeleri: Töre sebebiyle işlenen cinayetler kasten adam öldürmek suçu kapsamında değerlendirilip, bu cinayetlerde verilecek ceza arttırılır. Çocuklara karşı işlenen her türlü cinsel davranış, çocuğun rızası olsa da suçtur. Birden çok kişi ile evlenmek ve resmi nikah olmaksızın imam nikahı yapmak yasaklanmıştır. Beraber yaşayan kişilerin birbirlerine kötü muamelesi cezalandırılmaktadır. Ekonomik açıdan mağdur olan, şiddete uğrayan kadını korunması açısından önemli olan bu yasal düzenlemelerin uygulamada ne kadar etkili olduğu tartışmalıdır. Ayrıldığı ya da boşandığı eşi tarafından şiddete uğrayan ve hatta öldürülen kadınların haberlerinin artması toplumsal bir gerçeği yansıtır. Ayrılmanın ve boşanmanın bile kadınlar için hayati bir risk taşıdığı bir ortamda, şiddet mağduru kadınların yasal tedbirlere başvurma şanslarını çok zayıf olduğu söylenebilir. 80

85 Özet Aileler, tarih içinde toplumdan topluma göre çok çeşitlilik gösterir ve farklı kültürlerin idealleştirdikleri çok farklı aile yapısı vardır. Alanyazındaki kavramsallaştırmalar ve sınıflandırmalara da yansıyan bu çeşitliliğe rağmen aile ile ilgili tanımlar şu ortak paydada birleştirilebilir; aileler genellikle evlilik bağı etrafında ve çocukların bakımını üstlenmek için kurulur. Aile olgusunun araştırılmasını ve tartışılmasını kolaylaması amacıyla şu şekilde bir sınıflandırma yapılabilir: evlilik pratiklerine göre, hane halkı yapısına göre, soya göre belirlenen aile yapısı. Aile olgusunu ve aile-toplum ilişkisini açıklamaya yönelik teorik yaklaşımların başında 1950 lerde gündeme gelen işlevselci yaklaşım gelir. Ailenin toplum için vazgeçilmez bir yapı taşı olduğunu vurgulayan bu yaklaşım genelde ailenin evrenselliği, ailenin işlevselliği ve aile ile sanayi toplumunun ilişkisi konularına odaklanmıştır. Bu yaklaşımın önde gelen savunucularından Parsons a göre ailenin; çocuğun toplumsallaşması, cinsel faaliyetlerin denetim altına alınması, toplumsal konumun sonraki nesillere aktarılması, aile bireylerinin maddi ve manevi güvenliğinin sağlanması olmak üzere dört temel işlevi vardır. Ailenin işlevselci yorumuna eleştiri olarak çatışmacı yaklaşım, ailenin toplumun ihtiyaçlarına değil, kapitalist sistemin ihtiyaçlarına cevap verdiğini savunur. Çekirdek aile, bir yandan kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu işgücünü en az maliyetle üretirken diğer yandan da bu sistemin ürünlerinin birer tüketicisi olarak sistemin devamlılığına hizmet etmektedir. Radikal yaklaşım-eleştirel Okul, işlevselci ve Marksist yaklaşımların, aile olgusunu bir bütün olarak aldığı ve aile içindeki sorunlu ilişkileri ihmal ettiği eleştirisinden yola çıkar. Bu yaklaşımın önde gelen düşünürleri, modern toplumlarda çekirdek ailede, bireyler üzerinde artan özellikle psikolojik baskı ve stresin aile içinde bir gerginlik ve çatışma unsuru olduğu üzerinde dururlar. Son olarak feminist yaklaşım da Marksist yaklaşımdan etkilenerek, işlevselciliğin doğal ve verili kabul ettiği aile içi cinsiyet rollerine karşı çıkar. 81 Toplumsallaşma sürecinde içselleştirilen cinsiyete dayalı roller, kadınların aile ve toplum içindeki konumlarını belirlemektedir. Alan yazındaki tartışmalarda ataerkil ideolojiden beslenen sanayi toplumunda, ev ve işin mekânsal olarak ayrışması ile kadın ve erkeklerin rolleri de iyice farklılaşmıştır. Ataerkil kültür, kadınların birincil görevinin annelik ve ev işleri olduğu ve kadınların yerinin evin özel alanı olduğunu vurgular. Erkekler ise evin geçindiricileri olarak, tüm ailenin bakımına yetecek şekilde ücretlendirilirler. Bu şekilde kadının ev içi emeği, işgücü piyasasında bir karşılığı olmadığı ve özel alanda kaldığı için değersizleştirilmiş olur. Kadının emeğine atfedilen düşük statü, ekonomik anlamda evin reisi olan erkeğe bağımlılık, aile içinde erkek egemen bir tahakküm ilişkisini de beraberinde getirir. Feminizm, kadınların toplum içindeki konumunu, kadınların yalnızca kadın olmalarından dolayı yaşadıkları sorunları yani açıkça kadınların ezilmişliğini sorgulayan, tarih boyunca kadınların mücadelelerine temel oluşturup yön veren düşünceler akımı şeklinde ifade edilebilir.temel feminist yaklaşımlar liberal feminizm, radikal feminizm, Marksist/sosyalist feminizm olmak üzere üç grupta ele alınabilir. Eşitlik prensibinden yola çıkan 18 ve 19. yy liberal feminizmi, kamusal alandaki eşitsizliklere odaklanır. Yasal düzenlemelerin kadınları sınırlandırdığı, kadınlara fırsat eşitliği sunulmadığı vurgusu hakimdir. Bu yüzden bu dönem kadın hareketleri mülkiyet, seçme seçilme, velayet hakları, eğitim ve çalışma alanında birtakım kazanımlar için mücadeleleri kapsamıştır. Radikal feministler, liberal feministlerin kamusal alandaki hak arayışlarının ötesine geçerek, özel alanda, günlük hayatta kadının ortak ezilmişliğine eğildiler. Kişisel olan politiktir sloganıyla en mahrem insan ilişkileri, şiddet ve cinsellik politik alana taşındı. Tecavüz ve kadına yönelik şiddetin kamu politikalarına dönüştürülmesi sağlandı. Kadının ezilmişliğini meşrulaştıran toplumdaki erkek egemen söylem sorunsallaştırılarak, kadınerkek arasındaki iktidar ilişkisini ataerkillik düzenine dayandırdılar. Radikal feministlerden ve onların ataerkil düzen analizinden etkilenen sosyalist feministler, kendi örgütleri içinde ve sosyalist hareketlerde kadının arka plana itilmesini sorguladılar. Kadın ve erkeğin ortak sınıf bilincinin ve sosyalizmin en nihayetinde

86 kadın erkek eşitliğini getirmeyeceğini öngörerek Marksist teori ve uygulamanın yeterliliğini sorguladılar. Aile içi kadına ve çocuğa yönelik şiddet önemli bir toplumsal sorun olmaya devam etmektedir. Kadına yönelik şiddet, bireyin sadece kadın olmasından ötürü, aile içinde, işyerinde ya da çevresindeki kişilerden gördüğü bedensel bütünlüğüne, hayatına, onuruna, özgürlüğüne ve güvenliğine yönelik her türlü saldırıdır.bu saldırı, kadınları bastırma, cezalandırmak, fiziksel ve psikolojik bütünlüklerini bozmak amacıyla, tehdit ve zor yoluyla fiziksel, cinsel ve psikolojik acı veren tüm eylemleri kapsar. Türkiye de kadına yönelik şiddet ile ilgili veriler kadınların şiddete uğrama oranı, eğitim durumu, gelir düzeyi ve yerleşim yerine göre ciddi farklılıklar gösterse de Türkiye genelinde her on kadından dördü yaşamlarının bir döneminde fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Bu durumun önüne geçmek için Türkiye de son 10 yıl içinde mevzuatta yeni düzenlemelere gidilmiştir sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun, aile içinde şiddete uğrayan kişinin yasal yollara başvurmasını kolaylaştırmış ve şiddet uygulayan kişiye yönelik de ciddi tedbirler getirmiştir. Yeni Medeni Yasa da aile kurumu içinde kadının maddi haklarını, velayet hakkını güvence altına almış küçük yaşta zorla yaptırılan evlilikleri engelleyici düzenlemeler getirmiştir. Türk Ceza Kanunu da töre gerekçesiyle işlenen cinayetler, çocuk istismarı, tecavüz gibi şiddet eylemlerini cezalandırmaktadır. 82

87 Kendimizi Sınayalım 1. Farklı sosyal gruplardan bireylerin yaptıkları evlilik aşağıdaki hangi kavramla ifade edilir? a. Tekeşlilik b. Ataerkillik c. Egzogami d. Çekirdek aile e. Endogami 2. Aşağıdakilerden aileye işlevselci yaklaşımın bir ifadesidir? a. Aile kurumu mevcut ekonomik sistemin çıkarlarına hizmet eder. b. Aile içindeki cinsiyetçi roller özünde kadın erkek arasında bir güç ilişkisi barındırır. c. Aile içinde toplumsallaşan birey kendi özgün kimliğini gerçekleştiremez. d. Kadın ve erkeğin doğalarından gelen ve topluma karşı sorumlu oldukları birtakım rolleri vardır. e. Akraba ilişkilerinden soyutlaşan çekirdek aile bireyleri arası duygusal gerilim artar. 3. Aileye yönelik feminist yaklaşım için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a. Aile içi cinsiyet rollerini verili ve doğal kabul ederler b. Otoriteye uyum sağlayan bireyler yetişmesinde ailenin büyük rolü olduğunu savunurlar c. Kadınlar, anne/eş olarak para kazanan/evi geçindiren erkek karşısında ikincil bir konuma sahiptir. d. Kadının aile içi sömürüsü kapitalist sistemin çıkarına işler. e. Cinsiyete dayalı roller kadını erkeğe bağımlı kılmaktadır. 4. Aile ideolojisi için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a. İdeal iş bölümünün de kadınların ailenin özel alanında ev kadını ve anne olarak kalmaları, erkeklerin yerinin de kamusal alandaki çalışma hayatı olması gerektiği savunulur. b. Aile ideolojisine göre cinsiyete dayalı roller toplumsal ve kültürel olarak belirlenmiştir. c. Aile ideolojisini benimseyen toplumsal ve resmi kurumlar, bireylerin nasıl aile kurmaları ve nasıl bir aile hayatı yaşamaları gerektiğini belirler. d. Aileler doğal olduğu iddia edilen bu norma uymadıkları sürece rahatsızlık duyarlar ve kendilerini suçlarlar. e. Bu ideolojisinin toplum ve resmi kurumlar tarafından benimsenmesi kadınların yoksullaşmasına yol açabilir. 5. Bir kadın ben hem öğretmenim, hem anneyim, hem şoför hem de hemşireyim diyerek aşağıdakilerden hangisine göndermede bulunur? a. Kadınlar erkeklerden fazla olarak aynı anda birden fazla işi yapabilirler/yapmak zorundadırlar. b. Kadınlar düşük ücretli işlerde istihdam edilmektedir. c. Mevcut sistemde kadınların dışarıda çalışması oldukça zordur. d. Aile ücreti kadını ekonomik olarak erkeğe bağımlı kılar e. Kadınların emeği ev içine kapatılıp değersizleştirilmektedir. 6. Aşağıdakilerden hangisi monokronik zaman kullanımına bir örnek teşkil etmez? a. Ev almak için mali planlar yapmak. b. Beş ay sonrası için tatil planlamak. c. Çocuğu okula bırakmak. d. Araba kullanırken telefonda bir iş görüşmesi gerçekleştirmek. e. Evi toplayıp düzenlemek. 83

88 yy sanayi toplumunda orta sınıf mensubu bir erkeğin aile ile ilgili görüşü aşağıdakilerden hangisi olabilir? a. Kadının görevi özel alanda kalıp ailenin bütünlüğünü korumaktır. b. Kadın erkeklerle eşit koşullarda çalışma hakkına sahip olmalıdır. c. Kadının önemli görevlerinden birisi de ücretli işgücüne katılıp ailenin gelirine katkıda bulunmaktır. d. Kadının dış dünyaya çıkması, kadının özgürleşmesi için önemlidir. e. Erkekler de ev işlerinden ve çocuk bakımından kadınlar gibi sorumludur. 8. Aşağıdakilerden hangisi feminist teorilerin ortak özelliklerinden biri değildir? a. Çoğu toplumlarda doğal sayılan ve arzu edilir bulunan birçok durumu sorgular. b. Çekirdek ailenin oluşumunu, kadın erkek eşitliği açısında önemli bir gelişme olarak kabul eder. c. Kadın erkek ilişkilerini değiştirmeyi hedefler. d. Politik pratiği vardır. e. Kadınların kendi yaşamlarına hakim olması gerektiğini savunur. 9. Aşağıdakilerden hangisi radikal feministlerin savunduğu bir görüş olamaz? a. Aile içi şiddete karşı ortak bir hareket başlatmak gerekir. b. Kadının ev içi emeği ücretlendirilmelidir. c. Kadınların çocuklarıyla daha fazla vakit geçirmeleri için yarı-zamanlı iş imkânları artmalıdır. d. Aile içinde eşler arasındaki erkek egemen güç ilişkilerinin dönüştürülmesi gerekir. e. Kadınların, kendilerini erkeklerden ayıran ortak deneyimleri ve ortak çıkarları vardır. 10. İşten çıkarma durumunda öncelikle kadınların işten çıkarılmasının altında yatan sebep nedir? a. Aile ücreti alan erkeğin evin geçindiricisi sayılması, kadının çalışmasının fazladan görülmesi. b. Kadınların ev işi sorumlulukları yüzünde işlerini ihmal etmeleri. c. Erkeklerle yaptıkları aynı iş için işverenden daha yüksek ücret istemeleri d. Kadınların doğası gereği rekabet gerektiren iş hayatında başarı gösterememeleri. e. Eşlerin kıskançlığı. 84

89 Yaşamın İçinden Berfu Erenyatır'dan Bir Reklam Masalı: "Çocuk da Yaparım Kariyer de" İstanbul - BİA Haber Merkezi 08 Mart 2010, Pazartesi Kaynak: bir-reklam-masali-cocuk-da-yaparim-kariyer-de Evet, çocuk da kariyer de yapabilmeyi başarmış kadınlar var... Ancak sanırım ilk bakışta fazla göze çarpmayan bir grup daha var... Çocuk ve kariyer denklemini başarıyla aşamamış (!) kadınlar... Bendeniz işte bu çoğunluktanım... Hani bir reklam vardı, çocuk da yaparım, kariyer de... Heyecanlı, umutlu, parlak gözlerle gülümseyen kadınlar, televizyonlarımızdan salonlarımıza, yatak odalarımıza, zihinlerimizin en ücra köşelerine kadar sesleniyorlardı: "Çocuk da yaparsın kariyer de!" Hatta ve hatta, "Başarılı, güzel, ideal kadın olmak için çocuk da yapmalısın, kariyer de!" Hiç de imkansız değil, öyle değil mi? Hem etrafta çocuk da kariyer de yapmış pek çok kadın var... Hem erkeklerin çocuk ve kariyer ikilemini sorgulamak zorunda kalmıyorsak, kadınlarınkini niye sorgulayacakmışız ki? Kreşmiş, sosyal hizmetlermiş, bakım hizmetleriymiş, kimin aklına gelir ki? Evet, çocuk da kariyer de yapabilmeyi başarmış kadınlar var. Ancak sanırım ilk bakışta fazla göze çarpmayan bir grup daha var... Çocuk ve kariyer denklemini başarıyla aşamamış (!) kadınlar... Üstelik belki de bu durum çocuk ve kariyer ikileminin haksızlığından çok yeterince mücadeleci, profesyonel, çalışkan, fedakar ve daha bir dolu şey olamayışlarıyla açıklanabileceğinden, bu çelişkiyi bir çeşit tercih gibi yaşayan kadınların sayısı sanırım bu "mutlu" azınlıktan kat kat fazla... Bendeniz işte bu "çoğunluktanım". Çocuk ve kariyer ikileminde yolda kalmış olanlardan... Yalnız değilim, biliyorum... Daha geçen hafta bir arkadaşımın başına geldi. Bu arkadaşım, Türkiye'nin güzide (!) firmalarından birinde çalışıyor ve ikinci bebeğine hamile. Doğum iznine çıkmasına iki hafta kala "Biz sizden memnunuz ama ikinci çocukla performansınız düşer. İyisi mi biz sizinle yollarımızı ayıralım. Her türlü hakkınızı ödeyelim. Başka bir isteğiniz varsa onu da konuşalım" gibi bir teklifle karşılaşıyor. Arkadaşım, 12 senedir aynı yerde çalışıyor ve şimdi ikilemde... Bir tarafta 12 yılın emeği diğer yanda doğum sonrası kabusa dönüşebilecek yaptırım dolu günler var... Arkadaşımın eşi mi? O erkek babası olmanın sarhoşluğunda, tebrikleri kabul etmekle meşgul... Peki bu yaşananlar beni şaşırtıyor mu? Öfkelendiriyor, evet... Ama hayır, hiç şaşırtmıyor... Anlattıklarımın farklı bir versiyonunu şahsen deneyimlediğim için tahmin edebiliyorum bu konuşmalar yapılırken yaşanabilecek öfkeyi, utancı, haksızlığa uğramışlık duygusunu... Hamile kalmadan kısa süre önce işten ayrılmıştım. Beklenmedik bir hamilelikti ama kısa bir şaşkınlıktan sonra büyük bir memnuniyetle karşılamıştım. Hamilelik ve doğum, muhteşemdi. Sonra iş arama günleri geldi... Eğitim, deneyim tamam da yaptığım her görüşmede öncelikli soru, "Çocuğunuza kim bakacak?" oluyordu. "Bakıcı" veya "kreş" cevabı da tatmin etmiyor, "Anneanne ya da babaanne var mı?" şeklindeki sorulara geçiliyordu. Hep "Acaba bu soruları babalara da soruyorlar mı?" diye düşündüm ama tabii cevabını bulmak çok da zor değildi! Bugüne kadar bu tarz bir soruya muhatap olmuş bir baba olduğunu sanmam... İş görüşmelerinden birinde işvereni çocuğumun bakımının sorun (!) olmayacağına, anneanne ve teyzenin de destek olmak üzere yanıbaşımızda yaşadıklarına ikna etmeyi başarıp yeni işime başladım... Süt izni, kreş, sosyal hakları tartışmak bir yana erkeklerden ve çocuksuz kadınlardan eksik iş yapmayacağımı kanıtlamak üzere diğerlerinden daha erken işbaşı yaptığımı hatırlıyorum. Üzerimde onlarca göz olduğu hissi bir yana özel hayatım da hiç kolay değildi tabii. Bir de evdeki durum var tabii... Çocuk yüzünden işini ihmal etmeyeceğini kanıtlamak zorunda olduğum gibi işim yüzünden evimi ve çocuğumu ihmal etmeyeceğimi de kanıtlamak zorundaydım sanki... Kimseye değilse de kendime... Ev, çocuk, iş derken özel alanlar ve zamanlar giderek daralıp yok olmuştu... Ama ne gam, reklamdaki kadınlar gülerek bana bakmayı sürdüyordu: "Çocuk da yaparım, kariyer de..." 85

90 Benim mücadelem yaklaşık 1.5 yıl sürdü. Bir holdingin halkla ilişkiler ve idari işler müdürlüğünü bir arada yürütüyordum. Çocuk, ev ve iş hayatı, aile büyüklerinin desteğiyle düzenli bir şekilde devam ediyordu. Düzen kurulmuş, rahata ermiş gibiydim ki, annemin de şehir dışında bulunduğu bir gün kızımın okulundan bir telefon geldi... Kızım okulda hastalanmıştı... İzin alıp çıktım. Kızım beş gün hasta yattı., ben iki gün izin kullandım. İşe döndüğüm ilk gün, yöneticim beni "sorumsuzlukla" suçladı. "O kadar hastaysa ve benim için o kadar değerliyse kızımın yanına gitmemi" söyledi. Ben de çantamı koluma takıp evime, kızımın yanına gittim. Onca yıl yaşadığım onca sıkıntı ve fedakarlık sonunda hiç de planlamadığım halde evime dönmek zorunda kalmıştım. Şimdi düşününce "Keşke susup oturmasaydım da dava açsaydım" diye düşünüyorum. En azından benden sonrakimseye aynı muameleyi yapamazlardı. Öte yandan sonu hüsranla biten öylesine çok hikaye duymuştum ki, o günlerde "Benim başıma neden geldi?" diye sorgulamadım bile... Yaşadıklarımı ancak kişisel hikayemin dışına çıkmayı biraz başarıp arkadaşımın maruz kaldığı durumun haksızlığını fark edince daha net anlamlandırabildim... Yine de çok geç kalmış sayılmam bence... Ne de olsa benim yaşadıklarım ilk olmadığı gibi son da değildi... (BE-BB) Okuma Parçası Pakistanlı Kadınların Dinmeyen Sesi Priya ESSELBORN Pakistan - DeutscheWelle, 22 Aralık 2008, Pazartesi Kaynak: pakistanli-kadinlarin-dinmeyen-sesi Pakistanlı sanatçı Mediha Gavhar, tam 30 yıldır toplumsal baskılara ve geleneklere sanatıyla karşı çıkıyor. Gavhar "Din gerekçe gösterilerek kadınların hakları kısıtlanıyor. İnsanları eğitmeliyiz" diyor. "Gözlerinin büyüsü herkesi sarıyordu", "O'nun güzelliği benzersizdi"... Pakistanlıların çoğu aktrist Mediha Gavhar'ı bu sözlerle anımsıyor. Bugün 52 yaşında olan Mediha Gavhar, 30 yılı aşkın bir süredir Pakistanlı kadınların sesini duyurmaya çalışıyor. "Ayoka" adlı bir tiyatro grubu kuran Gavhar, Pakistan'dan kadınların karşı karşıya kaldığı toplumsal sorunları, kendi yazıp yönettiği oyunlarla dile getiriyor. Kadın sorunlarını ele alan bu oyunlar uluslararası arenada da başarı topluyor. İlk evliliğini "mesleği onurlu görülmediği" gerekçesiyle sonlandırmak zorunda kalan Gavhar, ayrımcılığın ne demek olduğunu bildiğini söylüyor. Keşmirli Genç Kadının Öyküsü DukhDarya, yani "Acıların Irmağı"... Oyuncu ve yönetmen Mediha Gavhar'ın bu oyunu da diğer bütün oyunları gibi gerçek bir hikayeye dayanıyor. Gavhar bu oyunda Keşmir'de yaşayan genç bir kadının hikayesini anlatıyor. 86

91 Kısır olduğu gerekçesiyle akrabalarının sözlü şiddetine maruz kalan genç kadın, aşağılamalara ve hakaretlere dayanamayacak noktaya geldiğinde, kendisini ırmağa bırakır. Ancak hayatını kaybetmez ve Keşmir'in Hindistan bölümüne kadar nehirde sürüklenir. Orada yakalanan kadın hapse atılır. Hikaye bununla da bitmez; genç kadın tecavüze uğrar ve bir kız çocuğu dünyaya getirir, bu da akrabalarının "kısır" olduğu yönündeki ithamlarını boşa çıkarır. Cezasını dolduran kadını ne Pakistan ne de Hindistan kabul eder, Pakistanlılar çocuğun Hintli bir babası olmasını gerekçe gösterirken, Hint tarafı tam aksini savunur. Bu tür kadın hikayelerinin sahnelenmesine öncülük eden 52 yaşındaki Mediha Gavhar, oyunculuğa 16 yaşında Pakistan Devlet Televizyonu'nda adım atar yılında Pakistan'da General Muhammed Ziya Ül Hak komutasında gerçekleştirilen askeri darbe sonrasında Gavhar da bir karar vermek zorunda kalır: "Baskı ve sansür dönemiydi. Pakistan devlet televizyonunda yayınlanan diziler aslına uygun olmayan şekilde uyarlandı. Ziya Ül Hak, İslam'ı oldukça dar yorumluyordu ve kendi bakış açısının doğruluğunu da ispat etmek istiyordu. Televizyon kuşkusuz bunun için en iyi ortamdı. Yazarlar, kadınları ikinci sınıf vatandaş olarak gösteren metinler yazmaya zorlanıyordu." Ayoka Tiyatro Grubunun Etkisi Mediha Gavhar, 1983 yılında Pakistan'da entelektüellerin şehri olarak da bilinen Lahor'da, "Günümüzde" anlamına gelen Ayoka adlı bir tiyatro grubu kurar. Ayoka'nın amacı, toplumdaki adaletsizliklere özellikle de kadın haklarına dair konulara dikkat çekmek olarak belirlenir. Gavhar, tiyatro grubu Ayoka'nın bugün de aynı amacı benimsediğini söylüyor: "En başlarda evde, arkadaşlarımız önünde oyunlarımızı sergiledik yılından itibaren ise Alman Kültür Merkezi Goethe Enstitüsü'nün Lahor'daki salonlarını kullanmaya başladık. Daha sonra, ülkenin daha kırsal kesimlerine turneler düzenledik. Pakistan'ın batısındaki Belucistan eyaletine kadar gidemedik, ama orada da kurslar düzenledik." Mediha Gavhar, bugün televizyon sayesinde yüz binlerce kişiye kolaylıkla ulaşabildiğini, tiyatro oyunlarının ulaşabileceği kitlenin ise binlerle sınırlı kaldığını vurguluyor. Ancak, tiyatronun "canlı" olması itibariyle özel bir gücü olduğunu belirten Gavhar, bu sayede seyirciye aktarılmak istenen mesajın doğrudan iletildiğini söylüyor: "Oyunlarımızla insanları bilinçlendirmek istiyoruz. Toplumumuzdaki sorunları ve bu sorunlar için ne tür çözümler üretilmesi gerektiğini anlamalılar. Pakistan'da halkın büyük bir bölümü okuma yazma bilmiyor. Bu insanları, özellikle de kadınları hakları konusunda aydınlatmalıyız. Dinlerinin onlara ne tür haklar verdiğini de açıklamalıyız. Zira günümüzde din gerekçe gösterilerek kadınların eğitim hakkı kısıtlanıyor, kadınlara aile planlamasında söz hakkı tanınmıyor..." Hayvanlara kadınlardan iyi davranılıyor 87

92 Gavhar, oyunlarında aynı zamanda toplumsal baskılara ve geleneklere de yer veriyor. Örneğin "Burqavaganza" adlı oyunda, her tür güzelliği kapatıp, her kötülüğü saklama saplantısına eğiliyor. Gavhar, Pakistan'ın bazı bölgelerinde hayvanlara dahi kadınlardan daha iyi davranıldığını söyleyerek, kadınların haksızlığa maruz kalmasına duyduğu kızgınlığı dile getiriyor. Üniversitede İngiliz Dili ve Edebiyatı üzerine öğrenim gören Mediha Gavhar, mesleğinden ötürü ailesine karşı da kendisini sürekli savunmak zorunda kalır. Zira protesto gösterilerine, eylemlere katılan Gavhar defalarca tutuklanır. İlk evliliği de bu baskı nedeniyle biter. Gavhar, Diktatör Ziya Ül-Hak döneminden bu yana kadınların durumunda bir düzelme olup olmadığı sorusuna ise şöyle yanıt veriyor: "Ne yazık ki kadınların durumunda bir iyileşme görmüyorum. Tabii ki özellikle büyük şehirlerde bir bilinç oluştu. Ayrıca medya kurumları da kadınlara yapılan muamelenin yanlış olduğu konusunda haberler yayınlıyor. Örneğin, Belucistan'da, canlı canlı mezara gömülerek namus cinayeti kurbanı olan genç kadınların kaderi büyük bir tartışma başlattı. Bütün dünyanın dikkati bölgeye çekildi ve dünya çapında orada olanlara karşı çıkan bir ses yükseldi." Çeyiz Cinayetleri 1956 yılında Cumhuriyet olan Pakistan, kurulduğunda dünyadaki ilk İslam Cumhuriyeti'ydi. Ancak Gavhar'a göre, özellikle son yıllarda Pakistan'da kadınlara yönelik suçlarda büyük artış gözlendi. Gavhar, kezzap gibi kimyasal maddelerle kadınları yakma girişimlerini ve mutfak kazası süsü verilen, özellikle Hindistan'da yaygın bir gelenek olan çeyiz cinayetlerini buna örnek gösteriyor. Kadınlar, Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerde evlenip evden ayrılırken çeyiz götürmekle yükümlü olduklarından, aileler tarafından yük olarak görülen genç kadınlar, olaya kaza süsü verilerek öldürülüyor. Bu bölgede görülen bu tür cinayetlere çeyiz cinayeti deniyor. Mediha Gavhar kadınların karşılaştığı bu sorunlar karşısında bazen karamsarlığa düştüğünü, ancak gene de mücadelesini sürdürdüğünü söylüyor. Çünkü ona göre ancak bu şekilde bazı taşlar yerinden oynatılabilir (PE/EZÖ). 88

93 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise Temel Kavramlar ve Aile Türleri başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise Yapısal İşlevselci Yaklaşım ve Ailenin Evrenselliği başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 3. a Yanıtınız yanlış ise Feminist Yaklaşım başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. b Yanıtınız yanlış ise Aile İdeolojisi başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 5. a Yanıtınız yanlış ise Zamanın Kullanımı başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.. 6. d Yanıtınız yanlış ise Zamanın Kullanımı başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 7. a Yanıtınız yanlış ise Ailenin Sanayileşme İle İlişkisi başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise Kadın İle İlgili Teorik Yaklaşımlar başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise Radikal Feminizm başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 10. a Yanıtınız yanlış ise Ücretli Emek başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Endogami ve egzogami evliliklerini toplumsal açıdan değerlendirdiğimizde, endogami evlilik ile benzer statüden evlenen bireyler kendi konumlarını çocuklarına da aktarabilirler. Böylelikle bulundukları konumun aile içinde devamlılığı sağlanır. Egzogami evliliklerinde ise, farklı toplulukların karışarak zenginleşmesi ve kültürün yayılması sağlanır. Sıra Sizde 2 Ensest tabusu, hem biyolojik hem toplumsal sebeplere dayanır. Toplumsal sebepleri aile içi ilişkilerini düzenler. Akrabalık ilişkileri, bir toplumda kişilerin birbirlerine olan hak ve görevlerini belirler. Bundan dolayı yakın akrabalar arasında evlilikler toplumsal düzeni bozabilir. Bireyleri yakın akrabaları dışında evliliğe zorlamak, toplumu daha geniş bir şekilde birbirine bağlar. Sıra Sizde 3 Erkeğin tek başına bir aileyi geçindirebilecek aile ücreti alması, kadının zorunlu olmadıkça ücretli olarak çalışmamasına ve nihayetinde maddi olarak erkeğe bağımlılığına yol açar. Erkeğin tek gelir getirici olduğu durumda, kadın aile içindeki kaynaklardan erkek kadar yararlanma hakkı olmadığını düşünür. Yapılan çalışmalar da gösteriyor ki aile içinde kadının tüketim düzeyi erkeklerden düşüktür. Ayrıca aile ücreti ve tek gelir getiricinin olması durumunda ücreti kazanan ve kullanan arasında kadının genelde ezildiği bir güç mücadelesi olur. 89

94 Sıra Sizde 4 Aile içi tüketim alışkanlıkları ve aile içinde eşlerin ve çocukların tüketim düzey ve niteliklerindeki farklılıklar, aile içindeki güç ilişkilerinin farklı bir yansımasıdır. Bu örnekte patatesin pahalılığına rağmen tüketilmesi bu kadar önemliyse, aile bütçesi zorlanarak herkes için alınabilir. Eğer bu bütçeyi zorlamaya değmeyecekse, kocanın da kadın ve çocuklarla, aynı yemekleri tüketmesi mantıklıdır. Burada mesele kocanın ayrıcalıklı konumuyla az bulunan ve lüks sayılan bir nesneyi tüketebilmesi söz konusudur. Koca bu ayrıcalığıyla aile içindeki üstün konumunu sembolik olarak pekiştirir. Sıra Sizde 5 Türkiye de aile yapısının dönüşümüne kendi tarihselliği içinde baktığımız zaman, geleneksel ataerkil geniş ailelerde, genç çiftin ve özellikle genç kadınların önceki kuşakların baskısı altında ezildikleri söylenebilir. Bu ailelerde eşler arasındaki ilişki ciddi bir kültürel baskı altındayken, kadının emeği de tüm aile tarafından tamamen denetim altına alınırdı. Çekirdek aile, yeni evli çiftlerin ve özellikle kadınların bu baskı ve denetimden kurtulup özerk olmalarını sağladı. Sıra Sizde 6 Kapitalist üretim tarzı, ev ve işi mekânsal olarak ayırarak kadının yerinin özel alan erkeğin yerinin de kamusal alan olarak belirlenmesine yol açmıştır. Toplumsal üretime katılmayan özel alana kapatılmış bir grubun varlığı kapitalizmle açıklanabilir. Cinsiyete dayalı bölünmenin niye bu şekilde gerçekleştiğini açıklamak için sosyalist feministler ataerkillik kavramına başvurur. Kadının ezilmişliğinin özü ataerkillikte yatar. Kapitalizm ataerkillikten beslenerek cinsiyete dayalı işbölümünü yeniden üretir. Yararlanılan Kaynaklar Abbott, P., Wallace, C.& Tyler, M. (2005). An IntroductiontoSociology: Feminist Perspectives. London: Routledge. Ankara Barosu (2008). Kadın Hakları El Kitabı. Ankara Barosu Kadın Hakları Kurulu. Arın, M. C., (1998). Kadına Yönelik Şiddet. 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler ( ). İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Bhasin, K. (2003). Toplumsal Cinsiyet. Kadav Yayınları. Daly, K. J.(1996). GenderPolitics in Family Time. Families& Time ( ). London: Sage. Davidoff, L.,Doolitle, M., Fink, J., Holden, K. (1999). TheFamilyStory. London& New York: Longman. Delphy, C. (1999). Baş Düşman. Hale Öz, Lale Aykent Tunçman (Çev.). İstanbul: Saf yayıncılık. Duben, A (2006). Kent, Aile, Tarih. İstanbul: İletişim. Ecevit, M. (1994). Çağdaş Kuram: Aile ve Kadına İlişkin Bazı Kavramsal İlişkiler. Aile ve Eğitim XVIII. Eğitim Toplantısı Ekim, Ankara: Türk Eğitim Derneği. Ecevit, Y. (1993). Aile-Kadın ve Devlet İlişkilerinin Değerlendirilmesinde Klasik ve Yeni Yaklaşımlar. Değişen Dünyada Birey-Aile- Toplum Semineri. Engels, F. (2009, orj.1884). Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. Ankara: Alter. Goode, W. J. (1983, orj. 1971). World RevolutionandFamilyPatterns. A. S. Skolnick, J. H. Skolnick (eds.) Family in Transition: RethinkingMarriage, Sexuality, Child Rearing, andfamilyorganization(43-53). Boston: Little, Brown andcompany. Gough, K. (1983, orj. 1971). TheOrigin of thefamily. A. S. Skolnick, J. H. Skolnick (eds.) Family in Transition: RethinkingMarriage, Sexuality, Child Rearing, andfamilyorganization(25-42). Boston: Little, Brown andcompany. Kandiyoti, D., (1993). Ataerkil Örüntüler: Türk Toplumunda Erkek Egemenliğinin Çözümlenmesine Yönelik Notlar. İçinde Ş. Tekeli (der.), Kadın Bakış Açısından Kadınlar ( ). İstanbul: İletişim 90

95 Laslett, B. (1983, orj., 1978). FamilyMembership, Past, Present. A. S. Skolnick, J. H. Skolnick (eds.) Family in Transition: RethinkingMarriage, Sexuality, Child Rearing, andfamilyorganization(53-72). Boston: Little, Brown andcompany. Macionis, J. J. (2008). Sociology. New Jersey: Pearson. Molyneux, M. (1992). Ev Emeği Tartışması ve Ötesi. İçinde G. Savran, N. Tura (der.), Kadının Görünmeyen Emeği: Maddeci Bir Feminizm Üzerine (92-127). Kardelen Yayınları. Ramazanoğlu, C. (1998). Feminizm. Pencere Yayınları. Savran, G. (1985). Feminizmler. Yapıt, 9(Şubat/Mart). S Segalen, M., (1986). DomesticGroup. HistoricalAnthropology of thefamily (13-42). Cambridge UniversityPress. T.C. Başbakanlık Kadını Statüsü Genel Müdürlüğü (2009). Türkiye de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet. Ankara. 91

96 4 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Ekonomi ile ilgili temel kavramları açıklayabilecek, Ekonomik sistemleri değerlendirebilecek, Teknolojinin toplumsal etkilerini tartışabilecek, Çevreye ilişkin yaklaşımları açıklayabilecek, Ekonomi, teknoloji ve çevre sorunları arasındaki ilişkiyi değerlendirebilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz. Anahtar Kavramlar Ekonomi Kapitalizm Sosyalizm Çevre sosyolojisi Çevre Teknoloji Sürdürülebilir Kalkınma Ekoloji Çalışma ve Emek Teknolojik Determinizm İçindekiler Giriş Ekonomi ve Toplum Ekonomi Sosyolojisi Ekonomi: Tarihsel Gelişim Üretim ve Çalışma Ekonomik Modeller Çevre, Teknoloji ve Toplum Teknolojinin Etkileri Çevre Sosyolojisi Çevre Yaklaşımları 92

97 Ekonomi, Teknoloji ve Çevre GİRİŞ İnsanlar tek başlarına karşılayamadıkları gereksinimleri için topluluklar halinde yaşarlar. Tarihsel süreç boyunca topluluklar giderek daha çok karmaşıklaşmış ve gelişmiş; bu eksende ekonomik gereksinimler toplumsal yaşamın inşa edilmesinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. İnsanlar yaşamak için ekonomik etkinliklerde bulunurlar. Emeklerini kullanırlar, üretimde bulunurlar, alış veriş yaparlar, neredeyse sonsuz olan gereksinimlerini karşılamak için sınırlı kaynakları kullanmak zorunda kalırlar. Ekonomi bu bağlamda dünyada var olan kaynakların verimli kullanımı ve ortaya çıkan birikimin dağıtımı ile yakından ilişkilidir. Endüstri devrimi ile birlikte ekonomik ve dolayısıyla toplumsal yaşamda köklü dönüşümler yaşanmıştır. Bireysel ve toplumsal yaşam biçimleri değişime uğramış, toplumsal yapı yeniden inşa edilmiştir. Giderek artan bir hızda gelişen ve yenilenen teknoloji üretim anlamında verimliliği artırırken toplumsal değişmeye de kaynaklık etmiştir. Teknoloji, artan tüketim ve doğal kaynakların giderek daha pervasız bir biçimde yok edilmesi modern toplumları çok ciddi çevresel sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. Yaşanan bu köklü dönüşümler ana konusu toplum olan sosyolojinin ilgi alanına girmektedir. Sanayileşmenin, teknolojik gelişmelerin ve çevre sorunlarının toplumsal kaynakları ve sonuçları sosyologların çalışmalarının odak noktası haline gelmiştir. Bu çerçevede ekonomik etkinliklerin, ekonomik odaklı tüketim toplumunun ve çevrenin teknolojik gelişmeler doğrultusunda gelecek nesiller için giderek daha yaşanmaz bir hale dönüşmesi sürecinin sosyolojik olarak çözümlenmesi yararlı olacaktır. EKONOMİ VE TOPLUM Küreselleşmenin sonucu olarak dünyanın herhangi bir yerindeki ekonomik gelişmeler, dünyanın diğer ucundaki bireylerin yaşamlarını da etkileyebilmektedir. Ekonomi insanların yaşamları için önem taşımaktadır çünkü en basit gereksinimlerimizi karşılamak için bile çalışmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Temel gereksinimlerin dışında sayısız başka birçok gereksinim daha söz konudur. Bütün bu gereksinimleri karşılamak için toplumlar ekonomi kurumunu geliştirmiştir (Thio, 2007: 371). Ekonominin sözlük anlamı, insanların yaşayabilmek için üretme, ürettiklerini bölüşme biçimlerinin ve bu faaliyetlerden doğan ilişkilerin bütünü, iktisat olarak ifade edilmektedir. Ekonominin karşılığı olarak Osmanlıcada kullanılan Arapça kökenli iktisat kelimesinin sözlük anlamı ise tam hedefe yönelmek, amaca uygun ve itidal üzere hareket etmek, harcamalarda tasarruflu olmaktır ( Erişim: ). İnsanların ihtiyaçlarının giderilmesi diğer insanların çalışmasına ve üretmesine bağlıdır ayrıca doğaya karşı tek başına direnemeyen insanlar güçlerini birleştirerek topluluklar halinde yaşarlar. Toplumun yaşayabilmesi için gerekli temel süreç üretim sürecidir (Ergun, 2008: 198). İnsanların birbirinden çok farklı ve çeşitli isteklerinin bulunması bunun yanı sıra mal ve hizmetlerin her toplumda yeterli miktar ve düzeyde bulunmaması bütün toplumları üç temel zorlukla karşı karşıya bırakır. Toplumlar, üyelerinin gereksinimlerini karşılamak üzere mal ve hizmetleri üreterek, dağıtarak ve tüketerek karşılamaya çalışır (Özkalp, 1999: 183). Bu bağlamda ekonomi bir toplumdaki mal ve hizmetlerin üretimini, dağıtımını ve tüketimini kapsayan bir sistemdir (Thio, 2007:371). Mallar; yiyecek, giyecek korunma gibi zorunlu 93

98 ihtiyaçlar ya da araba, yüzme havuzu, yat gibi lüks sayılabilecek unsurları da kapsayan ürünler iken hizmetler dini liderlerin, doktorların, polislerin, telefon operatörlerinin vb. faaliyetlerinden elde edilen değer-kazançları ifade eder (Bozkurt, 2006: 300). Ekonomi mal ve hizmetlere dayalı olarak üç sektör biçiminde yapılanır (Macionis, 2001:412); Birinci sektör: Hammaddenin doğal çevreden alındığı sektörleri kapsar. Ziraat, hayvancılık, balıkçılık ve madencilik vb. alanların dahil olduğu birinci sektör endüstri öncesi toplumlarda görülmüştür. İkinci sektör: Hammaddenin imalat yoluyla mamul edilmiş mallara dönüştüğü sektördür. Petrolün gazoline, metallerin otomobile dönüştürüldüğü süreçleri içerir. Üçüncü Sektör: Mallardan çok sekreterlik, memuriyet, gıda hizmeti, pazarlama, hukuk, reklam ve eğitim alanı vb. hizmetleri kapsar. Ekonomi her toplumda var olan temel toplumsal kurumlardan biridir. Ekonominin toplumları ve toplumsal yaşamı nasıl etkilediği konusu sosyolojinin önemli ilgi alanlarındandır. Ekonomi insanların yaşamlarıyla birlikte aynı zamanda kimliklerini de etkileyerek biçimlendirmektedir. Ekonominin toplumsal yaşam açısından önemini vurgulamak üzere birçok sosyolog ekonominin sadece ekonomistlere terk edilemeyecek kadar önemli olduğunu ifade etmişlerdir (Bozkurt, 2006: 299). Ekonomik ve teknik evrim ile toplumsal değişme arasındaki ilişkinin açıklanabilmesi için sosyolojik açıdan ekonominin ele alınması gerekmektedir. Ekonomik ve toplumsal olgular karşılıklı olarak birbirlerini etkilemektedir. Günümüzde ekonomik ve toplumsal kavramları en çok yan yana kullanılan kavramlar haline gelmiştir (Ergun, 2008: 198). Sosyologlar ekonominin insanların yaşamlarını nasıl etkilediği üzerinde dururlar çünkü toplumun ekonomik yönünün diğer bütün yönleriyle özel bir ilişkisi vardır. Marx ve takipçileri de ekonomik yapının toplumsal önemini vurgulamış, ekonominin toplumsal önemine dikkat çekmişlerdir. İnsan, sınırsız zevklere sahip bir varlık olarak yaşamak zorundadır ve kazanç, üretim araçlarının kontrolü ve geçim için sürekli kaygı unsurudur (Thio, 2007: 371; Sprott, 2002: 71). Ekonominin sosyolojik çözümlenmesinde merkezi bir öneme sahip olan ekonomik olgu ise üretim ilişkileridir. Bir toplumda üretimin gerçekleşmesi için insanlar arasında kurulan temel ilişkiler üretim ilişkileri olarak adlandırılır. Bu ilişkiler aynı zamanda toplumsal ilişkilerdir ve bu nedenle sosyolojik açıdan önem taşır (Ergun, 2008: ). Klasik dönemde Durkheim, toplumsal bağların ekonomik gelişme ile dönüşüme uğradığını fark etmiştir. Birbirine benzeyen insanlardan oluşan bir toplumdan çeşitlilik gösteren topluma geçiş bu dönüşümün sonucudur (Mendras, 2008: 151). Yakın dönemlerde sosyologlar alanın ilk konusu olarak görülebilecek ekonomik davranışa yeniden odaklanmışlardır ların başlarında Karl Marx, sınıf ilişkileri ve siyasal etkinliklerin ekonomik temellerini açıklamaya çalışmıştır. Daha sonra Emile Durkheim, modern toplumlarda işbölümünün varlığını ortaya koymuş ve işe ilişkin davranışı çözümlemiştir. Yine 19. yüzyılın sonlarında Max Weber, ekonomik kurumların kaynağı ve ekonomik davranışın unsurları ile ilgilenmiştir ve 1980 arasındaki dönemde ise ekonomik davranıştan daha çok ekonomik kurumlar üzerinde çalışılmıştır lerden sonra ekonomik davranış konusuna yönelik yeniden yönelim söz konusudur. Siyasi, dinsel ve ailevi etkenler ekonomik davranışı açıklamak için kullanılmıştır (Dobbin, 2004: 1). EKONOMİ SOSYOLOJİSİ Ekonominin toplumsal açıdan temel işlevleri nelerdir? Ekonomi sosyolojisinin konusu, ekonominin toplumun bir alt sistemi olarak incelenmesidir; ekonomik olaylar toplumsal gerçeklikler olarak değerlendirilir. Toplumsal nitelikteki değişkenler ile ekonomi arasındaki ilişkiler ekonomi sosyolojisinin temel ilgi alanıdır (Özkalp, 1999: ). Ekonomi sosyolojisinin öncüleri arasında, ticaret ve ekonomi olgusunun yansımalarına, farklı rejimlerin etkilediği ekonomik yapılara değinen Montesquieu ile endüstriyalizm kavramını tanıtan ve ekonomiye çalışmalarında merkezi bir yer veren Saint-Simon sayılabilir. Ekonomik sosyolojinin temelleri 94

99 19. yüzyılın sonlarında sosyolojinin de kurucuları olan ve ekonomi ile ilgilenen Marx, Weber ve Durkheim tarafından atılmıştır. Ekonomi sosyolojisi kavramı ilk olarak 1879 yılında İngiliz ekonomist Jevons tarafından kullanılmış; döneminde Weber ve Durkheim ın çalışmalarında da yer almıştır. Özgün bir ekonomi sosyolojisini geliştirmeyi deneyen ilk sosyolog Weber olmuştur. Weber den önce öncü olarak görülebilecek diğer isimler ise Tocqueville ve Marx tır. Tocqueville ın, Amerikan ekonomik kültürünün analizi ve aristokrat-demokratik toplumlara ilişkin analizi bu alanda önemli gelişmeler niteliğindedir. Toplumda örgütlerin önemi ve işlevi üzerinde durmuş, bireysel çıkar, kamu çıkarı, maddi çıkar gibi kavramları ele almış, aristokrat toplumda ailenin, demokratik toplumda ise bireyin ve çıkarlarının esas unsur olduğunu öne sürmüştür. Ekonomi sosyolojisinin ikinci öncülü Karl Marx tır. Marx, ekonominin toplumdaki rolü konusuna çok önem vermiş ve ekonominin toplumun genel evrimini belirlediğine ilişkin bir kuram geliştirmiştir. Marx ın temel çıkış noktası, üretim ve emektir. Emek, bütün toplumlarda, insan türünün varlığının sürmesi için gerekli bir koşuldur. Maddi çıkar evrenseldir ve bireysel olmaktan çok toplumsaldır. İzole bireyler anlayışlarından dolayı ekonomistleri eleştiren Marx, toplumsal bireylerden ve sınıf çıkarlarından söz etmiştir (Swedberg, 2003). Ekonomi sosyolojisi, toplumsal yapıları ve olguları ekonomik anlamda özel koşulları ayrıntıları ile inceler; kentlerin coğrafi yerleşimlerini, gelişmelerini ve yapılarını belirleyen ekonomik etkenleri araştırır. Aile, mülkiyet açısından sahip olunan üretim ve tüketim olanakları, nasıl, ne için üretildiği, beslenme, yerleşim ve boş zamanları değerlendirme gibi özellikler irdelenir. Bu bağlamda ailelerin nasıl oluştuğu ve değiştiği incelenir. Ekonomi sosyolojisinin inceleme alanına giren konuları şöyle sıralayabiliriz (Ergun, 2008: ); Toplumsal sınıflar, Meslek gruplarının gelişimi, Kentler, köyler gibi gruplaşmalar, Ekonomik etkinliği yönlendirebilen sendika, işveren örgütleri gibi toplumsal eylemli gruplar. Sosyolojide, temel sosyolojik yaklaşımlara paralel olarak ekonomiye ilişkin üç temel yaklaşım söz konusudur; İşlevselci Yaklaşım, Çatışmacı Yaklaşım, Sembolik Yaklaşım (Bozkurt, 2006: ); İşlevselci yaklaşım toplumsal istikrarın sürdürülmesine odaklanır ve ekonomik açıdan şu işlevlerin yerine getirilmesini gerekli görür; malların ve hizmetlerin dağıtımı, gücün ve zenginliğin üretimi, kapitalist toplumların sürekli yenilikler yoluyla çevreye uyum sağlaması. Çatışma kuramı ise ekonomik düzenin istikrarsızlığını vurgular, kapitalizmin kendi içinde çelişkili olduğunu ve bu nedenle kendi kendini yok edeceğini savunur. Kuramda, serbest piyasanın sınıflar arasında eşitsizliğe, çatışmaya ve işgücünün yabancılaşmasına yol açtığı ileri sürülür. Sembolik etkileşimci yaklaşım, ekonomik düzenin işleyişi ve sonuçları üzerinde duran diğer iki yaklaşımdan farklı olarak, bireyler, ekonomi ve gruplar arasındaki etkileşime odaklanır. Ekonomi ve sosyoloji arasındaki iişkiyi daha iyi anlayabilmek için Stroup ve Gwartney in Temel Ekonomi (2003, Adres Yayınları) adlı kitabını okuyunuz. EKONOMİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ Ekonomi kavramını ilk olarak Aristo, ev idaresi (oikos) ve kanun (nomos) arasındaki bağlantıyı açıklamak amacıyla kullanmıştır. Ev ekonomisinin kanunları olarak çevirebileceğimiz bir anlam taşır. İhtiyaç için üretimin esas olduğu bir toplumsal yapıda hane halkı üretim ve tüketimin gerçekleştiği temel birimdir. Bu nedenle ekonomi kavramı da ev ile ilişkilendirilerek tanımlanmıştır. Kapitalist ekonomide ise ihtiyaçlar için üretim esası köklü bir değişime uğramış ve bireysel kazanç temel esas haline gelmiştir (Ercan, 1998: ). 95

100 Modern endüstriyel dünyanın ekonomileri yüzyıllar süren toplumsal değişimin sonucunda oluşmuştur. Üç büyük devrim, üretim sürecini yeniden organize etmiş ve toplumsal yaşamı dönüştürmüştür; Tarım Devrimi, Endüstri Devrimi, Bilişim Devrimi ve Post-modern Toplum (Macionis, 2001: ; Mendras, 2008: ; Thio, 2007: 374); Tarım Devrimi: İlk insan toplulukları avcılık-toplayıcılık ile yaşamlarını sürdürmekteydiler ve özgün bir ekonomi oluşmamıştı. Üretim, dağıtım ve tüketim aile yaşamının bir parçasıydı. Yaklaşık 5000 yıl önce tarımın ortaya çıkması ve yayılması ile ekonomik üretim büyük ölçüde arttı. Farklı işleri yapma konusunda uzmanlaşma süreci yaşandı. Herkes üretim yapmak zorunda değildi; araç-gereç yapımı, hayvanları yetiştirme, ev inşası gibi işlerde uzmanlaşanlar ortaya çıktı. Yine bu dönemde şehirlerarası ticaret bağları gelişti. Dört etken ekonominin ayrı bir toplumsal kurum olarak ortaya çıkmasına yol açtı; Tarım teknolojisi, uzmanlaşma, kalıcı yerleşim yerlerinin ortaya çıkması ve ticaret. Resim: 4.1: İlk fabrikalar, 18.yüzyılın sonlarında Endüstri Devrimi ile birlikte İngiltere de görülmeye başlandı. Kaynak: (Erişim: ). Endüstri Devrimi: 18.yüzyılın ortalarında önce İngiltere de ve ardından Kuzey Amerika da gerçekleşmiştir. Endüstrileşmenin geniş kapsamlı, köklü sonuçları söz konusudur. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz; Endüstrileşme, a. iş ve çalışmanın doğasını, b. demografik değişimlere yol açması nedeniyle nüfusun niteliklerini, c. insan ilişkilerini ve d. toplumun değerlerini değiştirmiştir. Endüstrileşme ekonomiyi de beş biçimde köklü dönüşüme uğratmıştır; a. Yeni enerji biçimleri: Tarih boyunca enerji hayvan ya da insanların kas gücü anlamına gelirken, 1765 te İngiliz mucit James Watt, buhar makinesini geliştirmiştir. İlk makineler kas gücünün yüz kat fazlası enerji üretebiliyordu. b. Çalışmanın fabrikalarda toplanması: Buhar gücü ile çalışan makineler evlerden fabrikalara taşınmıştır. c. İmalat ve kitlesel üretim: Hammaddelerin işlenerek ürüne dönüştürülmüş ve seri üretim ortaya çıkmıştır. 96

101 d. Uzmanlaşma: Fabrikalarda işçiler sürekli tek bir işi yapma konusunda uzmanlaşmışlardır. Ancak işçiler ortaya çıkan ürüne çok az katkı sağlamak durumunda kalmışlar ve bu süreç bir taraftan üretimi artırırken diğer taraftan ortalama işçinin sahip olması gereken beceri düzeyini düşürmüştür. e. Ücretli işçilik: Küçük ev imalathanelerinde kendileri için çalışanlar fabrikalarda emeklerini satan ücretli işçilere dönüşmüş ve çoğu zaman kullandıkları makinelerden daha az dikkate alınmışlardır. Raymond Aron a göre ise endüstri toplumlarının ekonomik bağlamda tipik özellikleri şunlardır; a. Üretim örgütleri, firmalar aileden bütünüyle ayrılmıştır. Sonuç olarak üretim ve tüketim etkinlikleri de ayrıdır. b. İşbölümü ve iş düzeni teknolojik zorunluluklara göre yönlendirilir, teknolojik yenilikler iş düzenine ve örgütsel yapıya yansır. c. Firmalar sermaye birikimi üzerine kuruludur ve temel amaç bu sermayenin büyütülmesidir. d. Ekonomik hesap amaca ulaştıran temel yöntemdir. e. Geniş kitlelerden işgücü talebi söz konusudur, işgücünün kentlerde toplanması ile bir işgücü pazarı oluşur. Bilişim Devrimi: 1950 lerde üretimin doğası tekrar değişime uğramıştır. ABD de post-endüstriyel ekonomi, hizmet sektörü ve yüksek teknolojiye dayalı bir üretim sistemi geliştiriliyordu. Bu doğrultuda otomatik makineler ve yakın zamanda robotlar üretimdeki insan gücünü azaltırken, memurlar ve yönetici sınıfının genişlemesine yol açmıştır. Günümüzde çalışanların çoğu halkla ilişkiler, sağlık, reklamcılık, bankacılık ve pazarlama vb. hizmet sektöründe istihdam edilmektedir. Endüstriyel çalışmadan hizmet sektörüne geçiş sürecinde üç dönüşüm söz konusudur: a. Somut ürünlerden düşüncelere doğru dönüşüm: Bilgisayar yazılımcıları, finans analizcileri, reklamcılar, editörler, mimarlar, danışmanlar vb. b. Mekanik becerilerden okuryazarlık becerilerine doğru dönüşüm: Endüstri devrimi mekanik beceri gerektirirken enformasyon çağında okuryazarlık becerileri ön plandadır. c. Fabrikalardan her yere doğru dönüşüm: Endüstri devrimi işçileri fabrikalara çekmişti. Bilgisayar teknolojileri ise çalışanların her yerde var olabilmelerine olanak sağlamış; dizüstü bilgisayarlar, mobil telefonlar vb. ile evi, arabayı, treni, uçağı vd. ofise dönüştürmüştür. Yeni enformasyon teknolojileri ev ile işyeri arasındaki sınırları şeffaflaştırmıştır. Ekonominin tarihsel seyrinde gelinen noktada küreselleşmenin dönüştürücü etkisi söz konusudur. Yeni enformasyon teknolojileri, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayanları birbirine daha da yakınlaştırmış; küresel ekonominin oluşmasına yol açmıştır. Ekonomik etkinliğin ulusal sınırların ötesine yayılmasını ifade eden küresel ekonominin dört önemli sonucu gözlenmektedir; emek gücünün küresel bölüşümü ortaya çıkmıştır. Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayanlar farklı bir ekonomik etkinliğin farklı bir sektöründe uzmanlaşmaktadır. İkinci olarak, çok sayıda ürün birçok ülkeden geçerek insanlara ulaşmaktadır. Örneğin sabah içtiğiniz kahve Kolombiya da yetişmiş, Japonya da Kore çeliği kullanılarak imal edilmiş ve Venezüella petrolü ile hareket eden Liberya bandıralı bir gemi ile ABD ye ve diğer ülkelere taşınmış olabilir. Üçüncü olarak, ulusal yönetimler artık sınırları içindeki ekonomik etkinlikler üzerinde kontrol gücüne sahip değildir. Ülkeler kendi para birimlerinin değerini bile belirleyememektedir; bu durum tamamen küresel ekonomik merkezlerdeki gelişmelere bağlıdır. Dördüncü olarak, az sayıdaki büyük firma dünyadaki ekonomik etkinliğin büyük bir bölümünü kontrol etmektedir. 600 büyük şirket dünya ekonomik etkinliğinin yarısını elinde bulundurmaktadır (Macionis, 2001: 413). Tarihsel olarak toplumsal yaşama yön veren ve endüstri toplumlarını ortaya çıkaran temel dönüşümler nelerdir? 97

102 ÜRETİM VE ÇALIŞMA Ekonomik etkinliğin temel unsurunun çalışma ve emek olduğu söylenebilir. Toplumlarda çalışma, emek ve meslek olgularına dayalı olarak işbölümü ortaya çıkar. Çalışma, karşılığı ödensin ya da ödenmesin, zihinsel ve fiziksel çaba harcamayı gerektiren, insan gereksinmelerini karşılayan mal ve hizmetlerin üretimini hedefleyen ödevlerin yerine getirilmesi biçiminde tanımlanabilir. Düzenli bir ücret ya da maaş karşılığında gerçekleştirilen çalışma ise meslek ya da iş olgusunu ifade etmektedir (Giddens, 2008: ). Çalışma, meslekler ve işbölümü olguları geleneksel toplumlardan modern toplumlara gelinen süreçte köklü dönüşümler geçirmiştir (Giddens, 2008: ); Geleneksel toplumlarda, insanlar ekonomik olarak kendi kendine yeterli idiler. Yiyecek, giysi ve yaşam için gerekli diğer araç-gereçleri kendileri üretiyorlar, çalışmanın büyük bölümü evlerde yapılıyor ve ailenin bütün üyeleri işi tamamlıyordu. Din adamı, tüccar ve asker gibi uzmanlaşmış rollerin yanında yirmi ya da otuz dolayında ana zanaat ticareti oluşmuştu. Modern toplumlarda, sanayi teknolojisi alanındaki ilerlemeler işyeri ile evin birbirinden ayrılmasına yol açmıştır. Artık işyerleri fabrikalar olmuş ve insanlar buralarda, kendilerini gözetim altında tutan yöneticiler eşliğinde uzmanlaştıkları işleri yapmaya başlamışlardır. Modern bir sanayi sisteminde binlerce farklı meslek söz konusudur, ekonomik karşılıklı bağımlılık çok büyük artış göstermiştir. Modern toplumlarda çalışma, insanların uzmanlaştığı çok fazla sayıda mesleklere bölünmüştür. Bunun nedeni modern toplumlardaki son derece karmaşık işbölümüdür. İlk sosyologlar işbölümüne büyük önem vererek çeşitli yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Marx, modern çalışmanın birçok insanın işini sıkıcı ve ilginç olmayan biçimlere indirgeyeceğini, işbölümünün insanları yaptıkları işe yabancılaştıracağını öne sürmüştür. Geleneksel toplumlarda neredeyse bütün gün yoğun çalışan köylüler yine de çalışmalarını kontrol etmekteydiler. Oysa pek çok sanayi işçisi ürünün ortaya çıkarılmasında sadece belirli bir düzeyde katkı yapabilmektedirler ve işleri üzerinde kontrolleri çok sınırlıdır (Giddens, 2008: 794). Farklı mesleklerin söz konusu olduğu ve üretimin bölünmesine dayalı bir işbölümü olan modern toplumlarda işbölümünün dört temel biçiminden söz edilebilir (Özkalp, 1999: ); Cinsiyet ve yaşa göre işbölümü. Yetenek ve ustalığa göre işbölümü. Dini ve mistik esaslara göre işbölümü. Çeşitli imtiyazlara göre işbölümü. Ekonominin temel amacı olan üretim süreci de tarih boyunca dönüşüme uğramıştır. Geleneksel toplumlarda tarım dışı çalışma bir zanaatta ustalık gerektiriyordu. Bu beceriler uzun bir çıraklık döneminde öğreniliyor ve zanaatkâr üretim sürecinin bütün aşamalarını baştan sona kadar tamamlamak zorunda kalıyordu. Örneğin bir saban ya da metal işçisi demiri dökmek, biçimlendirmek ve kurumunu yapmak zorundaydı. Modern sanayi üretimi ile birlikte geleneksel zanaatların büyük kısmı ortadan kalkmış, daha geniş üretim süreçlerinin sadece bir parçasını oluşturan beceriler geliştirilmiştir (Giddens, 2008: 793). Üretim sürecinin temel etkenlerini şöyle sınıflandırabiliriz (Özkalp, 1999: 185); Toprak: Yer altı kaynakları, su, hava, ışık gibi doğada yer alan madde ve doğal kaynaklar. Emek: İnsanın ekonomik gücü, kas ve kafa gücü. Sermaye: Maddi malların üretimi için bütün depo edilmiş stoklar ve mevcutlar. Sermayenin büyük bölümü bilgi ve organizasyondan oluşur. Çağımızın endüstrileşmiş toplumları tüketim toplumu olarak adlandırılmaktadır. Bu toplumlarda tüketim ancak çok miktarlarda yapılabilirse üretim de o oranda artmakta, ekonominin işlevi böylece 98

103 sürekli olmaktadır. Ürettiğini tüketemeyen toplumlar çökmeye mahkûmdur (Özkalp, 1999: 201). Tarih boyunca toplumsal yapılara ve koşullara dayalı olarak farklı üretim rejimleri görülmüştür. Üretim rejimlerini şöyle açıklayabiliriz (Özkalp, 1999: ); Zorla çalıştırma: Avcı toplumlar dışında bütün toplumlarda belirli dönemlerde görülen bu rejimde bazı insanlar mülkiyete konu olan, alınıp-satılan ve emeğinden yararlanılan bir obje konumundadır. Serflik: Avrupa da feodalizmle birlikte var olan bu rejimde de zorla çalıştırma söz konusudur. Serfler çalıştıkları toprağa bağlı köylülerdir, kapitalizm ve ticaretin gelişimi ile birlikte ortadan kaybolmuşlardır. Lonca rejimi: Ortaçağda çeşitli zanaatları düzenleyen, kurallar ve kalıplar koyan hiyerarşik bir örgütlenmeye dayanan ekonomik kuruluşlardır. Bu kuruluşlar büyük endüstrilerin kuruluşu ile ortadan kalkmıştır. Büyük ticari ve sanayi merkezleri, ücret rejimi: Gelişen kent ekonomisi ile çalışmanın kendisi de değişmiş, emeğin alınıp satılması söz konusu olmuştur. Kapitalizm: Emeğin alınıp satılmasıyla ortaya çıkmıştır. Teknolojinin gelişmesi ve endüstrileşme ile toprak sahipliği anlamını yitirmiş; toprak sermayeye emek de alınıp satılan bir mala dönüşmüştür. Bu bağlamda işçi sınıfı ortaya çıkmış; ekonomi gelişen pazar ekonomisi ile birlikte toplumsal amaçlardan uzaklaşmış, sadece kârı ön planda tutan büyük bir güç haline gelmiştir. Neo-kapitalizm: Klasik kapitalizme karşılık olarak üretimde düzeni sağlama görevini siyasal güce veren bir rejimdir. Devlet politikası ile ekonomik politika iç içe geçmiştir. Kolektivizm: Bütün üretim araçlarının devletleştirildiği, özel mülkiyetin sınırlandırıldığı ve devletin mutlak otoritesinin ekonomik sistem olarak kabul edildiği rejimdir. Robert L. Heilbroner in ekonomi tarihine ilişkin İktisat Düşünürleri adlı kitabı okuyabilirsiniz (2003, Dost Kitabevi). EKONOMİK MODELLER İki genel ekonomik model söz konusudur; kapitalizm ve sosyalizm. Hiçbir toplumda bu modellerden biri tek başına görülmez (Macionis, 2001:414). Adam Smith in ( ) bireysel çıkarlara ilişkin çaba bütün toplumun gelişimine yardım eder ifadesi kapitalizmin temel felsefesini yansıtmaktadır. Kapitalizm, özel mülkiyet ile mal ve hizmetlerin üretimi ve ticaretinde rekabete, yarışmacılığa dayalı ekonomik bir sistemdir. İşlevselciler kapitalizmin gönençli ve istikrarlı bir toplumsal düzen sağlayacağını düşünmektedirler. Çatışmacılar ise kapitalizmin, güçlü zengin sınıfın zayıf aşağı sınıfları sömürmesine yol açtığı için çatışma ürettiğini savunmaktadırlar. Sembolik etkileşimciler de kapitalizmi üreten ve destekleyen boyutlara odaklanırlar (Thio, 2007: 375). Kapitalizmin üç özgün niteliği şöyle ifade edilebilir (Macionis, 2001: 415); Özel mülkiyet, Kişisel kârın artırılmasının temel amaç olması, Tüketim ve rekabetin egemenliği. Kapitalizmin temelinde yer alan iki varsayım; üretim, kârın temel amaç olması ve serbest pazarın neyin üretileceğini ve fiyatını belirlemesidir (Tischler, 2007: 399). Modern kapitalizmin babası olarak görülen Adam Smith, Ulusların Zenginliği adlı kitabında günümüz Batı dünyasındaki ekonomik sistemin analizinde halâ kullanılan kapitalizmin dört temel özelliğini tanımlamıştır (Tischler, 2007: 402); 1. Özel mülkiyet 2. Mülkiyet üzerinde tercih hakkı 99

104 3. Rekabet özgürlüğü 4. Hükümetin-devletin müdahalesinden bağımsızlık Smith, devletin ekonomik açıdan yapacağı en iyi şeyin ekonomiyi kendi başına bırakmak olacağını söylemiştir. Bu yaklaşım Laissez-faire capitlalism olarak adlandırılır. Laissez-faire Fransızcada bırakınız yapsınlar anlamına gelmektedir (Tischler, 2007: 402). Resim: 4.2: Adam Smith ( ), İskoçyalı filozof. Ulusların Zenginliği adlı önemli kitabın yazarı. Kaynak: ( ) ( adresinde ekonomi alanındaki düşünürlere yönelik bilgiler bulabilirsiniz. Gelişim sürecinde kapitalizmin farklı uygulanış biçimleri ortaya çıkmıştır. Refah kapitalizmi ve devlet kapitalizmi buna örnek olarak verilebilir. İsveç gibi bazı Kuzey Avrupa ülkelerinde üçüncü yol olarak adlandırılan refah kapitalizmi uygulanmıştır. Burada söz konusu olan pazara dayalı bir ekonomi ancak geniş ölçekli sosyal refah programlarının da birlikte uygulanmasıdır. Devlet kapitalizmi ise özel mülkiyete dayalı firmaların devletle yoğun işbirliği yaptığı bir sistemi ifade eder (Macionis, 2001: 418). Marx, kapitalizmin sadece belirli bir azınlığın refahını sağladığını buna karşın kitlelerin tiranlık altında yaşamak zorunda kaldığını ve emeklerinin sömürüldüğünü savunmuştur. Bu bağlamda sosyalizm kapitalizme cevap olarak geliştirilmiş bir ekonomik sistemdir. Bu sistemde üretim araçları ve mülkiyet kamuya aittir, devlet kâr amacı olmaksızın ekonomiyi kontrol eder ve merkezi planlama esastır (Tischler, 2007: 402). Sosyalizmin üç özelliği şöyle ifade edilebilir (Macionis, 2001: 415); Ortak mülkiyet, Ortak çıkar ve hedeflerin gözetilmesi, Ekonominin devlet tarafından kontrolü. Sosyalizm kuramcıları kapitalizmden sosyalizme doğru gelişen sürecin sonuçta komünizme ulaşacağını savunmuşlardır. Komünizm toplumun bütün üyelerinin toplumsal olarak eşit olduğunu varsayan sistemdir. Karl Marx, sosyalizmi komünizme giden yolda bir aşama olarak görmüştür (Macionis, 2001: 417). Sosyalizmin ve komünizmin dünyadaki uygulamalarında farklı ülkelerde farkı yönlerde gelişmeler ortaya çıkmış ve çeşitli toplumsal ve siyasal sonuçlar görülmüştür. Çin, Kuzey Kore, Küba ve yakın 100

105 zamanlarda Afrika ve Güneydoğu Asya ülkelerindeki sosyalist devrimler diktatörlüğe dönüşmüştür. Önceki egemen sınıfın üyeleri idam edilmiş, hapse atılmış, sürülmüş, mülklerine el konulmuş ve yeniden dağıtılmıştır. Marx ve Engels in, sosyalizm kurulduktan sonra diktatörlüklerin yok olacağına ilişkin öngörüleri gerçekleşmemiştir. Bazı otoriteler sosyalist ekonominin dünya genelinde egemen olacağını ve kapitalist devletlerin saldırılarının olmadığı bir ortamda diktatörlüklerin yok olacağını savunmuşlardır. Ancak eski Yunan düşünürlerinden bu yana bilinmektedir ki siyasi güç bozulmaya yol açmaktadır ve gücü eline geçirenler bundan kolayca vazgeçememektedirler (Tischler, 2007: 404). Kapitalizm ve sosyalizmin temel farklılıkları nelerdir? ÇEVRE, TEKNOLOJİ VE TOPLUM Modern bilimin etkisiyle günümüzde çok hızlı teknolojik değişmeler yaşanmaktadır. Sürekli değişen ve gelişen teknoloji insan yaşamının bütün boyutlarını etkilemekte ve kurumları dönüşüme uğratmaktadır. Teknolojik değişmelerin eşlik ettiği endüstrileşme ile birlikte dünyada görülen baş döndürücü dönüşümler insanların yanı sıra bütün canlıların yaşadığı çevreyi de olumsuz etkilemektedir. Nükleer atıkların yarattığı sorunların dışında hava ve su kirliliği, ozon tabakasındaki bozulmalar, küresel ısınma, teknoloji kaynaklı sorunlar gibi teknolojik değişmenin farklı sonuçları bilim ve teknolojiye ilişkin iyimser düşünceleri de olumsuz etkilemektedir (Kornblum, 2008: ). Günümüzde çağdaş dünyanın karşı karşıya bulunduğu hava kirliliği, su kirliliği, katı atıkların yarattığı sorunlar, toprağın niteliğinin bozulması, çölleştirme, ormansızlaştırma, küresel ısınma, genetik olarak değiştirilmiş besinler vb. birçok küresel tehdit söz konusudur (Giddens, 2008). Toplumların kısa vadeli yararlara odaklanması ve yaşam tarzlarının uzun vadeli sonuçlarının göz ardı edilmesi sonucunda çevre sorunları ortaya çıkmaktadır. Bunun yanı sıra karmaşık teknolojinin gelişimi ile birlikte insanların da çevreye yönelik olumsuz etkileri artmıştır (Macionis, 2001: 595). İnsan modern endüstri toplumlarında doğanın hâkimi olarak görülür, doğayı etkiler ve onu değişime uğratır. Ancak olumlu değişimlerin yanı sıra doğal çevreye zarar veren olumsuz değişimler de söz konusudur. Zaman içerisinde insanın bozduğu çevre kendi yaşamını da olumsuz etkilemeye başlamıştır. Oysa bütün diğer canlılar gibi insanın varlığı da doğal çevreye bağlıdır. Söz konusu doğal çevre ne kadar doğal halinde tutulursa insan yaşamı da ancak o düzeyde sağlıklı olabilecektir (Özkalp, 1999: 525). Modern teknolojilerin biyofiziksel çevredeki etkileri endüstri toplumlarının en önemli sorun alanlarından biridir. Endüstri devriminin sonucu olarak enerji kaynakları aşırı tüketilmekte; bir yandan kaynaklar tükenirken bir yandan da çevre kirliliği ortaya çıkmaktadır. Birçok bitki ve hayvan türünün varlığını tehdit eden çevre kirliliği insan yaşamını da olumsuz etkilemektedir (Özkalp, 1999: 440). Sosyolojinin konusunu oluşturan insan-insan ve insan-doğa ilişkileri toplumların yaşam ve düşün biçimlerine göre değiştikçe toplumda doğaya ilişkin hâkim paradigmalar da bu doğrultuda değişim göstermektedir. Günümüz toplumlarını ister postmodern ister risk toplumu isterse bilgi toplumu olarak adlandıralım çevresel sorunların geçmişe oranla artığı ve küresel hale geldiği pek çok bilim insanı tarafından kabul edilen bir gerçektir. Doğanın insan emrinde sınırsız kullanımı, sömürülmesi, çevrenin aşırı tahrip edilmesi vb. olumsuz gelişmeler insan merkezli yaklaşımların terk edilerek doğa merkezli yaklaşımların benimsenmesinin önemini ortaya koymakla birlikte bunun tam olarak gerçekleştiğini söylemek güçtür. Modernleşme, kalkınma ve gelişme doğanın korunması ve sürdürülebilir olmasından daha önemli görülmektedir (Adak, 2010: 380). TEKNOLOJİ VE ETKİLERİ Teknoloji, insanların, belirli gereksinimlerini ve arzularını karşılayacak şeylerin yapılması doğrultusunda tarih boyunca edinilmiş doğal yasalara ilişkin bilgi birikimini; uygulamaya yönelik sorunların çözümü konusunda doğaya ve dünyaya ilişkin anlayışın işe koşulmasını ifade eder (Li Hua, 2009: 19). Teknoloji Yunanca sanat, el yapımı tarz anlamına gelen techne ve bir düşüncenin, sözün açıklanması anlamına gelen logos sözcüklerinden oluşmaktadır. Bu bağlamda etimolojik olarak teknoloji (technology) şey lerin kazanmış oldukları anlamlara ilişkin sözler ya da söylem anlamına gelmektedir. Teknolojinin üç boyutundan söz edilebilir (Kornblum, 2008: 533); 101

106 1. Farklı işlevleri yerine getiren teknolojik araç-gereçler, makineler; teknik performansın fiziksel araçları, aparatlar. 2. Teknik beceriler bütünü, süreçler, rutinler, bir şeyleri yapmak için işe koşulan amaca dönük, adım adım ve rasyonel yöntemleri kapsayan bütün etkinlik ve davranışlar. 3. Etkinlik ve aparatlarla bağlantılı örgütsel ağlar. Sosyolojik açıdan ise teknoloji iki boyutta tanımlanabilir (Marshall, 1999: 722); Makineler, donanım ve bunların beraberinde getirdiği üretim teknikleri, Mekanizasyonun dayattığı toplumsal ilişki biçimi. Resim: 4.3: Johannes Stradanus un Avrupa Rönesansının dokuz büyük icadını anlatan resmi, Amerika nın keşfi, manyetik rüzgârgülü mıknatısı, barut, matbaa makinası, saat, frengi tedavisi için kullanılan guyak, damıtma, ipekböceği, üzengi Kaynak: graphicarts/2009/08/stradanus.html, ( ). Teknik, hem doğayı hem de insanı etkilemekte ve değişime uğratmaktadır. İnsanın ev yaşantısı ile boş zamanını değerlendirme biçimi etkilenmekte, insan yararlandığı tekniğe göre davranmakta ve değişik düşünmektedir (Ergun, 2008: 204). Bilim ve teknoloji günümüzde en güçlü toplumsal değişme kaynaklarındandır (Kornblum, 2008: 528). Sosyal bilimler yazını incelendiğinde teknoloji, toplumsal değişmeye yol açarak insanları geleneğin boyunduruğundan kurtardığı ve dolayısıyla özgürleştirdiği için genelde olumlanırsa da negatif diyalektik ile insanları hem özgürleştiren hem de bağımlı kılan özellikleri bir arada taşıması yüzünden eleştirilmektedir. Bunun en güncel örneği medyanın hem iletişimi sağlaması hem de insanın düşünme/ sorgulama yeteneklerini sınırlayarak tek-düzeleştirmesi, farklılıkları törpülemesi hatta giderek yabancılaştırma sıdır (Kasapoğlu ve Odabaş, 2009: 31). Teknoloji önemli bir toplumsal değişme kaynağıdır ancak teknolojik değişme ile toplumsal değişme her zaman uyum içinde ve eşzamanlı olarak gerçekleşmez aynı zamanda toplumsal kurumlar da teknoloji kadar hızlı değişime uğramaz. Bu durum Ogburn un kültürel gecikme olarak tanımladığı süreci ifade etmektedir (Kornblum, 2008: 549). Teknolojik değişmelerin kendi içinde tutarlı bir evrim sürecini takip ettiği ve sürekli gelişmişe doğru ilerleme olduğuna ilişkin görüşler de söz konusudur. Bu bağlamda teknolojik determinizm, evrimci ilerleme ya da gelişmeyi kapsayan üretken tekniklerin kendilerine özgü bir mantık ya da yörüngeyle hareket ettiğini ve kurumlarla toplumsal ilişkilerin başlıca belirleyicisi olduğunu savunan bir görüştür (Marshall, 1999: 723). 102

107 Teknolojinin etkileri her zaman olumlu değildir. Teknolojinin olumlu ve olumsuz etkilerinin olabileceği teknolojik dualizm kavramı ile ifade edilmektedir. Otomasyonla birlikte verimliliğin artmasına karşın kol gücüne dayalı işgücünün işsizleşmesi buna örnek olarak verilebilir. Bazı gözlemciler daha ileri giderek teknolojinin modern dünya için bir tehlike ifade ettiğini öne sürmektedirler (Kornblum, 2008: ). Sosyoloji tekniğin ortaya çıkardığı olumlu ve olumsuz sonuçları irdelemek durumundadır. Teknik sayesinde kas yorgunluğunun, iş kazalarının ve çalışma saatlerinin azalmasına karşın ortaya çıkan yeni sinirsel yorgunluklar, aşırı işbölümünün yarattığı sorunlar vb. uyumsuzluklar da sosyolojinin ilgi alanına girmektedir (Ergun, 2008: 205). Rönesans tan bu yana kabul gören ve teknolojiye ilişkin düşünceleri biçimlendiren teknolojik ilerleme anlayışının temel varsayımları şunlar olmuştur (Basalla, 2004: 284); 1. Teknolojik buluş, değişim geçiren üründe her zaman ilerlemeye yol açar. 2. Teknolojik gelişmeler, maddi, toplumsal, kültürel ve manevi yaşamın iyileşmesine katkıda bulunur. 3. Teknolojideki ve dolayısıyla uygarlık alanındaki ilerleme hız, verim, güç vb. nicel ölçülere başvurularak kesin olarak ölçülebilir. 4. Teknolojik değişmenin yönü ve etkisi bütünüyle insan kontrolü altındadır. 5. Teknoloji doğayı fethederek insanların amacına hizmet etmeye zorlanmıştır. 6. Teknoloji uygarlaşmış ve endüstrileşmiş Batı toplumlarında en üst düzeye ulaşmıştır. Bu varsayımların hiç biri yirminci yüzyılın ortalarına kadar ciddi bir eleştiri görmezken modern savaş tarzı teknolojik ilerlemenin bazı kaçınılmaz olumsuz sonuçları olduğunu da göstermiş; örneğin atom çekirdeğinin parçalanabilmesi sonucunda var olan bütün toplumsal ve kültürel birikimlerin yok olması tehlikesini ortaya çıkarmıştır (Basalla, 2004: 284). Resim: 4.4: Endüstrileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan hava kirliliğinin ekonomik olduğu kadar toplumsal sonuçları da söz konusudur. Kaynak: ( ). 103

108 ÇEVRE SOSYOLOJİSİ İnsanlık hızlı nüfus artışı ile birlikte yeryüzünü mülk edinmiştir, gelecek on yılda insanların çoğu kırsal kesimden daha iyi yaşam koşuları sunan kentlerde yaşıyor olacaktır. Bütün bu gelişmeler aynı zamanda pahalıya mal olmaktadır. Doğal yaşamdaki ve çevre koşullarındaki olumsuzluklar giderek toplumları daha köklü biçimde etkilemektedir. Hava kirliliği, asit yağmurları, küresel ısınma gibi çevre sorunları doğal yaşamın kendisinden değil insanların belirli eylemlerinden yani toplumsal olgulardan kaynaklandığı için çevre konusu sosyologların ilgi alanına girmektedir (Macionis, 2001: 583). Çevre, sosyolojik açıdan bireyin içinde bulunduğu toplumsal bağlamı ifade eder. İnsanın eylemleri sonucunda biçimlenen ve yine insan eylemi ile değişikliğe uğrayan doğal çevre, sosyoloji açısından büyük önem taşımasına karşın yeterince ilgi görmemiştir (Marshall, 1999: 116). İnsan-insan ve insandoğa ilişkilerini inceleyen sosyolojinin önemli ilgi alanlarından birine odaklanan çevre sosyolojisi diğer pek çok sosyal olguya olan ilgiye göre çok daha geç ortaya çıkmıştır. Bunun temel nedenlerinden biri doğa fobisi olarak da adlandırılan, Durkheim gibi klasik sosyologların doğa ve fiziksel çevrenin sosyal olgu ve olaylarla ilgilenen sosyolojinin konusu olamayacağı görüşünden kaynaklanmaktadır (Adak, 2010: 380). Çevre sosyologlarının bakış açısına göre, klasik sosyoloji geleneği sosyal düşünceyi ve sosyolojiyi, indirgemecilikten, önyargılardan, güç ilişkilerinden ve büyüden özgürleştirme çabası içinde olduğundan, toplumsal oluşumların fiziksel dünyadan bağımsız olduğu abartısına kapılmıştır (Buttel, 1996 aktaran Konak, 2010: 273). Yirmi birinci yüzyılda çevresel sorunlar insanlığın uğraşmak zorunda kalacağı en büyük sorun niteliğindedir. Sosyolojinin bu sorunların anlaşılmasında ve aşılmasında önemli bir rol oynayacağı düşünülmektedir (Dunlap ve Marshall, 2007: 329). Örneğin çevresel sorunların ve risklerin ülkeleri ve toplumları etkileme düzeyi farklıdır, sosyoloji bu etkilerin dağılma biçiminin anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Asya daki tsunami felaketi Hint okyanusuna kıyısı olan yoksul ülkelerin insanlarını etkilemiştir. Oysa benzer bir durum Büyük Okyanus ta gerçekleşmiş olsaydı Hawaii de bulunan erken uyarı sistemi üssünün uyarılarıyla olası tehlike altındaki ülkelerde tedbir alınması mümkün olabilecekti. Sosyolojinin bunun dışında, insan davranışlarının doğal çevre üzerinde yarattığı baskının anlaşılmasına da yarar sağlaması beklenmektedir (Giddens, 2008: ) lerde kentleşme sorunlarına ve doğal kaynaklara ilişkin sosyolojik yaklaşımlar oluşturulmuştur. Çevre sosyolojisi de bu dönemde gelişmiştir. Sosyologlar çevresel sorunlardan daha çok bu sorunlara yönelik toplumsal tepkileri çözümlemeye odaklanmıştır. Çevre sosyolojisi, modern endüstri toplumları ile yaşanılan biyolojik-fiziksel çevre arasındaki ilişkilerin çözümlenmesine yönelik çabaları kapsayan bağımsız bir araştırma alanıdır (Dunlap ve Marshall, 2007: 329); 1960 ların sonları ve 1970 lerin başlarında yaşanılan çevre sorunlarının ürünü olan kaygılara bir tepki olarak Amerika Birleşik Devletleri nde ortaya çıkmıştır (Konak, 2010: 272). Çevre sosyolojisi genel anlamda iki temel amaç etrafında yapılanmıştır (Buttel, 2003 aktaran Konak, 2010: 272); 1. Biyofiziksel dünyanın, toplumsal değişime katkıda bulunan nedensel bir faktör olduğu kadar sosyal yapılardan veya sosyal oluşumlardan etkilenen sonuçsal bir faktör de olduğunun benimsenmesi. 2. Çevre yıkımının veya çevre sorunlarının nedenlerinin toplumsal bağlamda açıklanması. Catton ve Dunlap (1978), çevre sosyolojisini çevre ve toplum arasındaki karşılıklı etkileşimi ya da toplumsal-çevresel etkileşimleri veya ilişkileri inceleyen bir bilim dalı olarak tanımlamışlardır. Bu tanımda insanoğlunun fiziksel çevreye olan etkisi ile birlikte enerji kaynakları gibi çevresel faktörlerin de insanlara ve topluma etkileri vurgulanmaktadır (Konak, 2010: 272). Çevre sosyolojisinin temel konuları şöyle sıralanabilir (Marshall, 1999: 116); Endüstrileşmenin çevrenin bozulmasındaki etkisi. Çevre hareketlerinin yapısal ve toplumsal kökenleri. Yeşil-çevreci politika. Kentleşme ve küreselleşmenin çevreye etkileri. Sürdürülebilir kalkınma. Doğal dengenin bozulmamasını ve çevrenin kirletilmemesini hedefleyen düşünce ile ilerlemeci anlayış arasındaki çatışmalara ilişkin kuramsal tartışmalar. 104

109 ÇEVRE YAKLAŞIMLARI 1970 lerde çevre sorunlarına ilginin artmasına koşut olarak çevre sosyolojisi de ilgi görmüştür. Bu bağlamda özellikle endüstri toplumları ile fiziksel çevre ilişkisinin çevre sorunları üzerindeki etkileri vurgulanmaya başlanmıştır. Çevre kirliliğinin sosyal nedenleri araştırılmaya çalışılırken modernleşme teorisi eleştiriye maruz kalmıştır. Ayrıca toplumun refah ve mutluluğu için doğayı dikkate almayan insanı üstün gören dünya görüşüne karşı çıkışlar ortaya çıkmış ve alternatif olarak Catton ve Dunlap tarafından Yeni Ekolojik Paradigma yaklaşımı oluşturulmuştur (Adak, 2010: 380). Anderson ve Leal ın Serbest Piyasa ve Çevrecilik (1996, Liberte Yayıncılık) adlı kitabını okuyabilirsiniz. Çevre sosyolojisi alanındaki temel yaklaşımlar, İnsan İstisnai Paradigma, Yeni Ekoloji Paradigması, Eko-marksist Perspektif, Rasyonalitenin Rasyonelsizliği Teorisi, Risk Toplumu Teorisi, Derin Ekoloji ve Sürdürülebilir Kalkınma olarak sıralanabilir (Adak, 2010: ; Konak, 2010: ); İnsan İstisnai Paradigma: Dil, teknoloji, bilim ve kültür gibi insanın istisnai özelliklerinin sosyal ve tarihsel değişimler ile ilişkilendirilmesi, çağdaş sosyolojide modern ve endüstrileşmiş toplumların doğanın tehditlerinden muaf olduğu düşüncesine yol açmıştır lere kadar birçok sosyolojik kuramsal perspektif, bu istisnai bakışa veya insan istisnai paradigmaya dayanmıştır. Birçok çevre sosyologu, sosyoloji disiplininin insana ilişkin istisnai mirasını kabul etmekte ve bunun üstesinden gelinmesinin gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Yeni Ekoloji Paradigması: Ekoloji, canlılarla içinde yaşadıkları çevre arasındaki ilişkileri inceleyen bir bilim dalıdır. Ekolojik yaklaşımlar bu bağlamda canlı ve çevresi arasındaki etkileşime odaklanır. Catton ve Dunlap ın, modernleşme teorisine ve Batı toplumunun insanı üstün gören dünya görüşüne alternatif olarak geliştirdikleri paradigma, endüstriyel toplumun çevre sorunlarının bu topluma egemen olan toplumsal paradigma ile yakından ilgili olduğunu öne sürer. İnsan refahı ve mutluluğu için doğanın ve diğer canlıların sınırsızca sömürülmesine karşı çıkar. Yeni Ekolojik Paradigma modern toplumların refahının, karmaşık sosyal yapılar ve gelişmiş teknolojiler ile ekosistemin sağlıklı bir ilişki içinde olmasına bağlamaktadır. Bu paradigma, toplumların ekosisteme bağımlı olduğuna işaret ederek yeni bir bakış açısı sunmaktadır. Sosyologların modern toplumların ekolojik boyutunu yok saymasına yol açan İnsan İstisnai Paradigmadan farklı olarak, Yeni Ekolojik Paradigma toplumların ekolojik temele bağımlı olduğunu ve doğal kaynakların aşırı kullanılmasından ve kirlilik yaratılmasından dolayı ekolojiye çok ciddi zararlar verilmesine dikkat çekmektedir. Sosyologların dünyayı yeni bir şekilde, ekolojik pencereden görmesini sağlamayı amaçlayan Yeni Ekoloji Paradigması çevre sorunlarının oluşmasına yol açan ve bu sorunlara çözüm getirecek şeyin, kültürel değerler olduğunu savunur ve doğa kavramsallaştırmasından doğa merkezliliğe doğru bir değişmenin altını çizer. Yeni Ekolojik Paradigmanın temel özellikleri şunlardır; İnsan ayrıcalıklıdır ancak bununla birlikte insan, karşılıklı bağımlılık içinde olan çok sayıdaki canlıdan sadece biridir. İnsan ilişkileri ile insanın toplumsal yaşantısı, toplumsal ve kültürel güçlerin yanı sıra biyolojik ve fiziksel çevre tarafından da etkilenir. İnsan eylemlerine etkide bulunan biyolojik ve fiziksel çevre önem taşır. İnsanı üstün gören dünya görüşü kalkınmanın sürdürülmesinin sınırsızlığını ifade eder. Buna karşılık Yeni Ekolojik Paradigma, insanoğlunun buluş yeteneği ile bilim ve teknolojinin, termodinamiğin yasaları gibi ekolojik ilkeleri aşamayacağını; bundan dolayı insan toplumlarının büyümesinin kesin sınırları olduğunu öne sürer. Eko-Marksist Perspektif: Marx ve Engels işçilerin sağlıklarını tehdit eden hava kirliliği ve diğer kirliliklerin nedenini kapitalizmin toplumun her köşesine nüfuz etmesine bağlamışlardır. Marx ın görüşlerine dayalı olarak gelişen Eko-Marksist Perspektif genel anlamda, modern kapitalist sanayileşmiş toplumlardaki çevresel yıkıma yol açan eğilimi sorgular. Bu bağlamda kapitalizmin büyümeye yönelik eğiliminin nasıl toplumsal enerjinin ve diğer doğal kaynakların kullanımını arttırdığını ve çok geniş kapsamlı kirlilik yarattığını açıklamaya çalışır. Günümüzde Marx ve Engels in dünya görüşünün temelinde doğanın teknoloji aracılığıyla boyunduruk altına alındığına, belirli alanlarda ekolojik duyarlılık sergilemiş olsalar da Marx ve Engels in teorik birikimlerinin teknoloji mükemmeliyetçiliğine dayandığına ve bu nedenle de ekoloji ve Marksizm in kesinlikle uyuşmaz olduğuna yönelik yaygın eleştiriler söz 105

110 konusudur. Bazı yeşil çevrelere göre, Marx ve Engels tarafından ortaya atılan tarihsel materyalizm, aslında Bacon un doğaya hükmetme anlayışının modern dünyaya aktarılmasının bir aracı niteliğindedir (Adak, 2010: 375). Eko-Marxist perspektif kapsamında birbiriyle benzeşen iki teoriden bahsedebiliriz. Bunlar Koşu Bandı Üretim Teorisi ile İkinci Çelişki Teorisidir; Koşu Bandı Üretim Teorisi: Teori, kapitalist ekonomik sistem ve kapitalist toplumlarda devletin sermaye ile birleşerek nasıl ve neden çevresel yıkıma yol açan bir eğilime yol açtığı konusuna odaklanır. Kapitalist pazar ekonomisi düzeni, ekonomik büyüme ve tüketime yöneliktir. Üretim ile tüketimin artması çevreyi güçlü biçimde etkiler. Çünkü üretim ve tüketim için daha fazla doğal kaynak ve hammadde gereklidir. Bunun sonucunda ekosistemdeki doğal kaynaklar tükenir ve ekosistemdeki kirlenme artar. Kapitalizmin İkinci Çelişki Teorisi: Eko-Marksist çevre sosyologları çevre sorunlarını kapitalist üretim tarzı ve kapitalist birikimin doğasında var olan mantıksızlıklar olarak kavramsallaştırırlar. Kapitalist toplumlar ekonomik ve sosyal krizleri birincil güç olan ekonomik büyüme ile çözmeye çalışır. Çevresel bozulma ve yıkım kapitalist sistemin varlığını devam ettirmesi için gereklidir. Weber ve Kapitalist-Sanayileşmiş Rasyonalitenin Rasyonelsizliği Teorisi: Bu yaklaşımda, Weber in rasyonalizasyon ve resmi rasyonalite kavramları çıkış noktası olarak ele alınmıştır. Rasyonalizasyon ve resmi rasyonalitenin yaygınlaşması fiziksel çevre üzerinde egemenlik kurmaya yönelik ahlak sistemi, teknolojik arayışlar içine girme ve insan kaynaklı çevre tehditlerine gereken dikkatin verilmemesi gibi eğilimleri de içermektedir. Eko-Marksist çevre yaklaşımlarına benzer olarak, ekolojik yıkımın ve biriken atıkların birincil nedeninin sermaye birikimi olduğu savunulmaktadır. Kuram, devlet politika ve programlarını da içeren bürokratik egemenlik olgusuna odaklanarak çevre sorunlarını açıklamaya çalışır. Risk Toplumu Teorisi: Beck in geliştirmiş olduğu kurama göre, basit modernleşme bilim ve teknolojik gelişmelerin yardımı ile kapitalist rasyonalizasyon ve endüstrileşme süreci- devam ettikçe endüstrileşmiş toplumların temelleri daha da eriyecek, tükenecek, değişecek ve tehdit edilecektir. Beck in dönüşlü modernleşme kavramı bu görüşe dayanır. Modernleşme sadece var olan nesli değil gelecek nesillerin varlığını da tehdit eden bir dizi çevresel riske yol açmıştır. Derin Ekoloji: Derin ekoloji kavramını ilk olarak Norveçli felsefeci Arne Naess kullanmıştır. Naess, ekolojik düşüncede iki sınırlı çevreci hareketin var olduğunu, bunlardan birinin daha çok bürokratlar tarafından ortaya konulan ve daha çok nüfus ve kaynak sorunlarıyla ilgilenen klasik çevrecilik, diğerinin ise doğaya bağlı, kültürde derin ve temel değişimi öneren derin ekoloji hareketi olduğunu öne sürer. Sığ ekoloji, gelişmiş ülkelerde insan sağlığı ve refahı için geliştirilen korumacı- çevreci hareketleri ifade eder. Derin ekoloji ise doğayı ve insanı birbirinden ayıran insan- merkezci dualizmi reddeder ve insan ile doğayı bir bütün olarak ele alır. Derin ekoloji kavramına siyasi açıdan bakıldığında, yeryüzünün bütün alanlarında egemenlik kuran, bu alanları denetleyen ve yok eden, devlet ve özel bürokrasileri ortaya çıkaran ilerleme ve kalkınma yönelimlerinin aşırılıklarına karşı çıkıldığı görülür. Çevre korumacı hareketlerin sanayi toplumuna karşı açtığı savaşta başarısız olduğu varsayımı doğrultusunda doğayı koruma amacını daha eleştirel ve toplumu dönüştürücü bir içerikle gerçekleştirme yolunu seçen derin ekoloji yaklaşımı radikal ekolojik hareketler içinde yer almaktadır (Yaylı ve Çelik, 2011: ). Resim: 4.5: Norveçli Felsefeci ve dağcı Arne Naess ( ), Derin Ekoloji teorisini geliştirmiştir. Kaynak: (

111 Derin ekoloji yaklaşımının başlıca ilkeleri şunlardır (Yaylı ve Çelik, 2011: 374); 1. Yeryüzündeki insanların ve insan dışındaki yaşamın iyi durumda olması ve serpilip gelişmesi içsel bir değere sahiptir. 2. Yaşam formlarının zenginliği ve çeşitliliği, bu değerlerin gerçekleştirilmesine katkıda bulunur. Bu zenginlik ve çeşitlilik kendi içinde de değer taşır. 3. İnsanların yaşamsal gereksinimlerini karşılamak dışında bu zenginliği ve çeşitliliği azaltmaya hakları yoktur. 4. İnsan yaşamının ve kültürlerinin serpilip gelişmesi, insan nüfusunun ciddi ölçüde azalmasıyla mümkün olabilir. İnsan dışındaki yaşamın serpilip gelişmesi de daha az yoğunlukta bir insan nüfusunu gerektirir. 5. Hali hazırda insanın insan dışındaki dünyaya müdahalesi aşırı düzeydedir ve durum gittikçe daha da kötüleşmektedir. 6. Mevcut politikalar değişmelidir. Değişen politikalar, temel ekonomik, teknolojik ve ideolojik yapıları etkileyecektir. 7. İdeolojik değişiklik, gittikçe yükselen bir hayat standardını hedeflemekten ziyade, hayatın niteliğini değerli kılma yönünde olacaktır. 8. Yukarıda ifade edilen hususlara katılanlar, doğrudan ya da dolaylı olarak gerekli değişiklikleri gerçekleştirmekle yükümlüdürler. Çevrecilik hakkında daha geniş bilgi edinmek için ( adresine bakabilirsiniz. Sürdürülebilir Kalkınma: Sürdürülebilir kalkınma, 1987 Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu Raporu nda, bugünün gereksinimlerini gelecek kuşakların gereksinimlerini giderme yeteneğini tehlikeye atmadan karşılamak biçiminde tanımlanmıştır. Bu tanımlamada vurgulanan, çevrenin giderek daha fazla bozulmasından daha çok doğal kaynakları koruyan ve bu eğilimi yaygınlaştıran politikalara dayalı yeni bir kalkınmadır (Marshall, 1999: 706). Söz konusu gelişmeler, ekonomik büyümeyi dizginleyerek çevre sorunlarının çözümü görüşünün dışında daha çok sürdürülebilir kalkınma anlayışına dayanmaktadır. Sürdürülebilir kalkınma kavramı ilk olarak BM nin öncülüğünde hazırlanan Ortak Geleceğimiz başlıklı raporda yer almış, daha sonra gerek çevreciler gerekse hükümetler tarafından yoğun olarak kullanılmaya başlamıştır (Giddens, 2008: 994). Sürdürülebilir kalkınma en azından idealist düzeyde, fiziksel kaynakların azaltılması yerine yeniden çevrimlenmesi ve kirliliğin en az düzeyde tutulması anlamına gelmektedir (Giddens, 2008: 994). Sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı çeşitli eleştirilere maruz kalmış, daha çok zengin ülkelerin gereksinimlerine odaklandığı ve yoksul ülkelerin kendilerine özgü gereksinimlerini göz ardı ettiği öne sürülmüştür. Bu bağlamda yağmur ormanlarının korunmasına yönelik talepler doğrultusunda Endonezya nın vazgeçmek zorunda olduğu gelire duyduğu gereksinimin sanayileşmiş ülkelerinkinden daha fazla olduğu örneği verilebilir (Giddens, 2008: 995). Çevreci yaklaşımlardaki dönüşüm hangi yönde olmuştur? 107

112 Özet Toplumsal yaşamın bütün unsurları birbiri ile etkileşim içindedir. Ekonomi temel bir toplumsal kurum olarak toplumların yaşamında önemli bir yer tutar. Bütün insanlık neredeyse sınırsız gereksinimlerini dünyada var olan sınırlı kaynaklarla karşılamak zorundadır. İnsan yaşamak ve varlığını sürdürmek için çalışmak, emeği ile bir şeyler üretmek zorundadır. Temel ekonomik etkinlikler bu bağlamda toplumsal ekonomik sistemlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ekonomi kısaca bir toplumda mal ve hizmetlerin üretimini, dağıtımını ve tüketimini düzenleyen toplumsal kurumu ifade eder. Toprak, emek ve sermaye üretimin temel etkenleridir. Ekonomik sistem üretimle varlığını sürdürür. İnsanların ve toplumların ekonomik etkinlikleri ve ekonomik sistemleri tarih boyunca değişime uğramıştır. Farklı toplumsal yapı ve koşullarda farklı ekonomik modeller ortaya çıkmıştır. Kapitalizm ve sosyalizm iki temel ekonomik modeldir. Kapitalizm, bireysel çıkarı, özel mülkiyeti ve serbest piyasayı esas alır. Sosyalizm ise kapitalizmin toplumun büyük kesiminin sömürülmesine yol açmasından yola çıkarak bireysel çıkar yerine toplumsal çıkarı, özel mülkiyet yerine ortak kamu mülkiyetini ve devlet kontrolündeki pazar anlayışını savunur. İki model de farklı toplumsal koşulların ürünü olduğu gibi aynı zamanda farklı toplumsal yapılar inşa eder. Söz konusu iki model hiç bir toplumda tek başına bulunmaz. Her toplum özgün koşullarına gore bu modelleri farklı düzeylerde bir arada bulundurur. Dünyadaki ekonomik etkinliği en üst düzeye çıkaran gelişmeler, endüstri devrimi ve teknolojik devrimler toplumsal yapıları da dönüştürmüştür. Verimlilik, kâr, tüketim hızla artarken teknolojinin eşlik ettiği modern sanayileşme süreci bazı olumsuz sonuçlara da yol açmıştır. Endüstrileşmenin getirdiği yeni işbölümü düzeni ve çalışma biçimleri ile bilişim teknolojisindeki gelişmeler bireysel düzeyde doyumsuzluğu ve yabancılaşmayı artırırken doğal çevreye de büyük ölçüde zarar vermiştir. İnsanın ve diğer bütün canlıların yaşadığı çevre, yine insan eliyle daha fazla üretim ve daha fazla kâr için bozulmuştur. Çevre kirliliği toplumsal yaşamı da farklı biçimlerde etkilemiştir. Bu yönüyle çevre ve teknoloji sosyolojinin önemli ilgi alanlarından biri haline gelmiştir. Çevre sorunlarının sosyolojik bir yaklaşımla ele alınmasının 108 sorunların çözümüne önemli katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Çevreye ilişkin sosyolojik yaklaşımlar korumacı anlayıştan yeni ekoloji paradigmasına ve sürdürülebilir kalkınma anlayışına doğru gelişim göstermiştir. En verimli biçimde kalkınmanın hedeflenmesi ancak bunun yanında doğal çevrenin korunmasının sağlanmasına yönelik politikaların başarısızlığı doğal çevrenin birincil öncelik olarak ele alınması gerekliliğini ortaya çıkarmıştr. Kalkınma ve ekonomik gelişme bir noktadan sonra içinde bulunduğu çevreyi yok etmeye başlamıştır. Dolayısıyla kalkınmanın sürdürülebilmesi için uygun bir çevrenin varlığı önem kazanmıştır.

113 Kendimizi Sınayalım 1. İnsanların sınırsız gereksinimleri ve kaynakların sınırlılığının toplumları karşı karşıya bıraktığı zorluklar hangi şıkta doğru verilmiştir? a. Mal ve hizmetleri üretmek, dağıtmak ve tüketmek b. Ekonomik örgütler kurmak, tüketim, devlet kurmak c. Mal ve hizmetleri üretmek ve tüketmek d. Mal ve hizmet sektöründe çalışmak e. Gereksinimleri sınırlamak 2. Amaca uygun ve itidal üzere hareket etme, harcamalarda tasarruflu olma anlamına gelen kavram hangisidir? a. Üretim b. Tüketim c. İktisat d. Kapitalizm e. Sosyalizm 3. Toplumda malların ve hizmetlerin üretimini, tüketimini ve dağıtımını düzenleyen toplumsal kurum hangisidir? a. Devlet b. Ekonomi c. Aile d. Eğitim e. Din 4. Sekreterlik, memuriyet, gıda hizmeti, pazarlama gibi hizmetler ekonomi sektörlerinden hangisinde yer alır? a. Birinci b. Üçüncü c. İkinci d. Kamu sektörü e. Özel sektör 5. Toplumun bir alt sistemi olarak ekonominin incelenmesi hangi disiplinin konusudur? a. Çevre sosyolojisi b. Ekonomi bilimi c. Felsefe d. Çevre bilimi e. Ekonomi sosyolojisi 6. Aşağıdakilerden hangisi ekonomi sosyolojisinin gelişimine katkı sağlayan düşünürlerden değildir? a. Saint-Simon b. Marx c. Weber d. Mead e. Durkheim 7. Teknoloji açısından hangisi söylenemez? a. Toplumsal değişimin en önemli kaynaklarındandır. b. Toplumsal açıdan olumlu ve olumsuz etkileri vardır. c. Teknolojik değişme toplumsal değişmeden daha yavaş olmaktadır. d. Teknoloji sosyolojinin ilgi alanına girmektedir. e. Teknolojik gelişmeler çere sorunlarına da yol açmaktadır. 8. Yaşayan organizmalarla içinde yaşadıkları çevre arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalı hangisidir? a. Sosyoloji b. Biyoloji c. Ekoloji d. Ekonomi e. Teknoloji 109

114 9. Doğal çevredeki kaynakların temelini koruyan ve genişleten politikalara dayalı yeni bir kalkınma modeli olan yaklaşım hangisidir? a. Sürdürülebilir kalkınma b. Yeni Ekoloji c. Eko-Marxizm d. Derin ekoloji e. İlerlemecilik 10. Yabancılaşma kavramı hangi kuram tarafından geliştirilmiştir? a. İşlevselcilik b. Etkileşimcilik c. Çatışmacı d. Rasyonel yaklaşım e. Ekolojik yaklaşım Yaşamın İçinden "Dünya Saati" rekor kırdı WWF nin bu yıl altıncısını gerçekleştirdiği Dünya Saati, gezegenimizin karşı karşıya olduğu çevre sorunlarına dikkat çekmeyi amaçlarken, ulaştığı herkesi çözümün bir parçası olmaya davet ediyor. Ülkemizde WWF-Türkiye tarafından yürütülen Dünya Saati ne Ali Sürmeli, Ayhan Sicimoğlu, Janset, Bahar Korçan, Burhan Öçal, Memet Ali Alabora, Banu Güven, Erol Albayrak, Doğa İçin Çal, Burhan Şeşen, Balçiçek Pamir, Taner Öngür, Çağatay Ulusoy, Mehmet Turgut, Fazıl Say, Ekin Türkmen & Murat Dalkılıç, Bedük, Keremcem, Altan Erkekli gibi sanat, tiyatro, moda, müzik dünyasının önemli isimlerinin yanı sıra karikatürist Yiğit Özgür ve sihirbaz Kubilay Tuncer destek verdi. Ünlülerin Dünya Saati mesajları 31 Mart akşamı saat 20:30-21:30 arasında sadece karanlıkta çalışan internet sitesinde paylaşıldı. Avustralya dan Güney Amerika ya kadar yüzlerce ülkenin destek verdiği Dünya Saati bu yıl yeni bir rekor kırdı. 150 ülkeden ve 6 binden fazla şehirden yaklaşık iki milyar insan, sembolik olarak ışıklarını bir saatliğine kapatarak gezegenimizin geleceği için güçlerini birleştirdi. Türkiye den 360 ın üzerinde kurum ve 20 bini aşkın birey gezegenimize olan bağlılıklarını 110 göstermek için ışıklarını kapattı. İstanbul dan Erzincan a, Sinop tan Hatay a kadar Türkiye nin dört bir yanından yaklaşık 30 şehir ve belediye Dünya Saati ne destek verdi. Kampanyanın Asya dan Avrupa kıtasına geçişinin sembolü olan Boğaz köprülerinin yanı sıra Galata Kulesi, Ayasofya Müzesi, Beylerbeyi Sarayı, Küçüksu Kasrı, Dolmabahçe Sarayı ve Saat Kulesi ilk defa bu yıl ışıklarını bir saatliğine kapatarak Dünya Saati nin sembolik yapıları arasında yerini aldı. Ankara Opera Binası ve Kastamonu Kalesi geçen yıl olduğu gibi kampanyayı destekledi. WWF-Türkiye Genel Müdürü Tolga Baştak Yeryüzündeki insanların dörtte üçünden fazlası ekolojik borçlu durumda ve ulusal tüketimleri ülkelerinin biyolojik kapasitesini aşıyor. Bir başka deyişle, çoğumuz mevcut yaşam biçimlerimizi ve ekonomik büyümemizi dünyanın başka bölgelerindeki ekolojik sermayeyi kullanarak destekliyoruz. Yine de ekolojik likidite krizini geri çevirme olanağına sahibiz. Geri dönüşsüz bir ekolojik krizin üzerimize çökmesini önlemek için henüz çok geç değil. Daha sürdürülebilir bir yola girmek için yaşam biçimlerimizi ve ekonomilerimizi hangi kilit alanlarda dönüştürmemiz gerektiği konularında birçok alanda mutabakata varılmış ancak eyleme geçilmemiş durumda. Bu küresel sorunun çözümü için bireylerin farkındalığı, kurumların duyarlılığı ve hükümetlerin kararlılığıyla hareket edilmelidir, dedi. Dünya Saati nin Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği nden, bir şehirdeki küçük gönüllü grubuna kadar farklı toplulukları bir araya getirdiğini belirten Baştak Tüm dünya altı yıldır aynı amaç için, gezegenimizde daha sürdürülebilir yaşam için, bir araya geliyor. Dünya Saati hep birlikte hareket etmenin gücünü sembolize ederken bir saatin ötesinde daha fazlasını yapmak için toplumun tüm kesimlerine ilham veriyor. Dünya Saati'ni destekleyerek çözüm arayışlarımıza güç katan herkese teşekkür ediyoruz. dedi. Kaynak: ( )

115 Okuma Parçası KOPENHAG DA ÖNE ÇIKAN: YEŞİL EKONOMİ Kopenhag İklim Zirvesinde iklim koruma konusunda farklı görüşler tartışılırken, yeşil ekonominin artan önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. İklim zirvesi, Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da, 192 ülkeden 15 bin delegenin katılımıyla 07 Aralık 2009 da başladı. Zirvenin başkanlığını yürüten Danimarkalı İklim ve Enerji Bakanı Connie Hedegaard açılış konuşmasında şunları ifade etmiştir: "Finansal kriz küresel ısınmaya karşı harekete geçmemek için bir neden olamaz. Tam tersine küresel krizle mücadeleye yönelik politikalar, istihdam yaratmak ve ekonomiyi canlandırmaya yönelik politikalarla çok fazla sayıda ortak noktaya sahip. Küresel ısınmayı ekonomilerimizi yeşillendirmek, büyümeyi canlandırmak ve yeni teknolojilere yatırımı hızlandırmak için bir fırsat olarak görmeliyiz." 07 Aralık 2009 tarihinde yayınlanan Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) "Emek Dünyası 2009" raporunda da bu konuya dikkat çekilmekte ve çevreye yatırım yapmanın istihdam artırıcı etkisi olabileceği de ifade edilmektedir. Rapora göre, karbondioksit salımlarının ücretlendirilmesi ve bu gelirin de emekle ilgili vergilerin düşürülmesinde kullanılması halinde, 2014'te küresel istihdamın binde 5 oranında artabileceği ve bunun dünya ekonomisinde 14,3 milyon yeni iş anlamına geldiği vurgulanmaktadır. Halihazırda, işlerin yüzde 38'inin yüksek oranda karbon yoğun işler olduğu ve ILO nun da bu nedenle yeşil politikaların devreye sokulmasını önerdiği belirtilmektedir. 21. yüzyılın küreselleşen dünyasında ortaya çıkan iklim değişikliği ve kaynak kıtlığı gibi problemler karşısında yeni arayışlar ve çözüm yolları üzerinde durulmaktadır. Günümüzde ekonomik büyüme ve kalkınmada enerjinin artan önemi her geçen gün daha da önem kazanmaya başlamıştır. Hızla artan yoksulluk ve dünyanın kaynaklarının hızlı bir şekilde tüketilmesi ve bozulması karşısında yeni kavramlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bununla birlikte ortaya çıkan yeni bir kavram ise Yeşil Ekonomi dir. Yeşil Ekonomi, özellikle sosyal ve çevresel sorunlara küresel ölçekte çözüm bulunmasını vurgulayan bir yaklaşımdır. Yeşil Ekonominin ne olduğu ve temelleri ile ilgili olarak 2006 da Kennet ve Heinemann tarafından yayınlanan bir makalede yeralan unsurlar aşağıda özetlenmektedir: Yeşil Ekonomi, dogmalara ve dışarıdan empoze edilen sistemlere karşı çıkmakta ve yerel ekonomik denetim, erişim, hayatta kalabilirlik ve çeşitliliğin önemli olduğuna inanmaktadır. Yeşil Ekonominin merkezinde toplumun, her yerdeki insanların, doğanın ve kadınların bütünleştirilmesi ve ilk kez bunların tamamının ekonomide oynadıkları gerçek rolün teyit edilmesi gereksinimi bulunmaktadır. Şu andaki iktisat, bunları sadece sanayileşmiş mallar ve hizmetlerin kar amacıyla tüketilmesi için kullanılacak, yok edilecek ve israf edilecek ücretsiz mallar olarak görmektedir. Yeşil Ekonomi, bu nedenle yukarıda belirtilen kardeş branşlardan elde edilen bilgilerle çok çeşitli akademik ve araştırma bilgilerini kullanarak gerçeği yeniden oluşturur ve bunu bir bütün olarak bir araya getirir. Yeşil Ekonomi, iklim değişikliğini bir maliyet sorunu olarak değil, doğanın bir parçası olarak görür ve iklim değişikliğine çözüm bulunmasının ekonomik sorunların çözülmesine katkıda bulunacağını ve durumun bunun tersine olmadığını savunur. Yeşil Ekonomi, ayrıca insan kökenli iklim değişikliğinin yapısal nedenlerini ve değişikliği önleyen siyasi, yapısal ve iktidar eliti engellerini dikkate alır ve bunun aşılması için bir çerçeve oluşturma kabiliyetine sahiptir. Yeşil Ekonomi, bu nedenle iktisadın çok daha fazla pratik bir rol oynamasını teşvik etmek amacıyla bütünsel olarak bir araya geliştirilen geçerli bilimsel nitel ve sosyal bilim araştırmaları yapılması gerektiğini savunmaktadır. Yeşil Ekonomi, dünyadaki ortamların karmaşık ve çeşitli olması nedeniyle çeşitlilik ve karmaşıklığın ekonomik sistemlerin güçlü bir özelliği olması gerektiğini ve hiçbir dogmatik yaklaşımın dikte edilmemesi veya yerel kararların önüne geçmemesi gerektiğini savunmaktadır. Yeşil Ekonomi, tüketim ve çalışmaya yönelik kapsamlı ve yeni ekolojik temelli yaklaşımlar geliştirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Yeşil Ekonomi, toplumların içinde ve arasında 111

116 kaynakların ve gücün hakkaniyete uygun bir şekilde dağıtılmasını amaçlamaktadır. Yukarıda özetlenen maddelerden Yeşil Ekonominin genel iktisat teorisinin gerek amacının gerekse de içeriğinin yenilenmesi konusunda yeni bir yaklaşım ortaya koyduğu ortadadır. Makalenin yazarlarının iddia ettiği gibi Yeşil Ekonominin genel iktisat branşının tamamen yenilenmesine veya Goldsmith'in dediği gibi "iktisadın yeniden yazılmasına" katkıda bulunup bulunmayacağını ise zaman gösterecektir. Ortada olan ise Kopenhag İklim Zirvesinde halen belirsizliğini koruyan fosil enerjiye dayalı ekonomilerin yaydığı karbondioksit emisyonlarını kimin daha hızlı azaltacağı konusunda yeşil ekonomi nin öne çıkacağı ve bu konuda yeni taahhütlerde bulunulacağıdır. Her ekonomide bir kazanan olduğu gibi yeşil ekonomide kazananın ise küresel pazarlarda teknolojik alanda ilerleyen ve yenilenebilir enerjiye yatırım yapanlar olacağıdır. Ekin KESKİN Kaynak: ( Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlış ise Ekonomi ve Toplum başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise Ekonomi ve Toplum başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 3. b Yanıtınız yanlış ise Ekonomi ve Toplum başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. b Yanıtınız yanlış ise Ekonomi ve Toplum başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 5. e Yanıtınız yanlış ise Ekonomi Sosyolojisi başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 6. d Yanıtınız yanlış ise Ekonomi Sosyolojisi başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 7. c Yanıtınız yanlış ise Teknoloji ve Etkileri başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise Çevre, Teknoloji ve Toplum başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 9. a Yanıtınız yanlış ise Çevre Yaklaşımları başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 10. c Yanıtınız yanlışsa Ekonomi ve Toplum başlıklı konuyu yeniden gözden geçirin. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Ekonomi toplumsal bir kurum olarak mal ve hizmetlerin üretimi, dağıtımı ve tüketimi süreçlerini düzenler. Sıra Sizde 2 Tarım devrimi, endüstri devrimi ve bilişim devrimi. Sıra Sizde 3 Kapitalizm bireysel çıkarın artırılmasına sosyalizm ise toplumsal çıkara odaklanır. Kapitalizm serbest piyasayı savunurken sosyalizm devlet kontrolünde piyasayı savunur. Kapitalizm özel mülkiyete dayalıdır, sosyalizmde ise kamusal mülkiyet söz konusudur. Sıra Sizde 4 Endüstrileşmenin sonucunda doğal çevrenin bozulmasıyla birlikte doğal kaynakların korunmasına yönelik anlayışlar, artan sorunlarla birlikte doğanın bütün olarak varlığının sürdürülmesi ve gelecek nesillerin de varolabilmesi için sürdürülebilir kalkınma anlayışına doğru bir gelişim gözlenmiştir. 112

117 Yararlanılan Kaynaklar Adak, N. (2010). Geçmişten Bugüne Çevreye Sosyolojik Yaklaşım. Ege Akademik Bakış, 10 (1), Andersen, M.L.;Taylor, H.F. (2010). Sociology: The Essentials. Belmont: Wadsworth Aron, R. (1994). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. Çev. K.Alemdar. Ankara: Bilgi Yayınevi. Bilton,T.;Bonnet,K.;Jones,P.;Lawson,T.;Skinner, D.;Stanworth,M.;Webster,A. (2008). Sosyoloji. Ankara: Siyasal Kitabevi Basalla, G. (2004). Teknolojinin Evrimi. Ankara: TÜBİTAK Bozkurt, V. (2006). Değişen Dünyada Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurumlar. Bursa: Ekin Kitabevi. Dobbin, F. (2004). The Sociology of Economy. New York: Russel Sage Foundation Dunlap, R.E.; Marshall, B.K. (2007). Environmental Sociology. 21st Century Sociology, 2 (Ed. C.D.Bryant; D.L.Pecks). Thousand Oaks, pp Ercan, F. (1998). Sosyal bilimleri açın; toplumlar ve ekonomiler. İstanbul: Sarmal Yayınevi Ergun, D. (2008). 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı. Ankara: İmge Kitabevi Giddens, A. (2008). Sosyoloji. Yay.Haz. C.Güzel, İstanbul: Kırmızı Yayınları Haralambos, M.; Holborn, M. (1995). Sociology: Themes and Prspectives. Collins Educational. Kasapoğlu, A.; Odabaş, Y. (2009). Sosyolojik Açıdan Teknoloji Odağında Güncel Sorunların Yorumlanması. Elektrik Mühendisliği, 436. Konak, N. (2010). Çevre Sosyolojisi: Kavramsal ve Teorik Gelişmeler. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (24) Kornblum, W. (2008). Sociology in a Changing World. Thomson Wadsworth. Li Hua, R. (2009). Defitinitions of Technology. A Companion to the Philosophy of Technology(Ed.Olsen, J.; Pedersen,S.A.; Hendricks, V.F.), Blackwell Publishing Macionis, J.J. (2001). Sociology. New Jersey: Prentice Hall Marshall, G. (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Çev. O.Akınhay; D.Kömürcü. Ankara:Bilim ve Sanat Vakfı Mendras, H. (2008). Sosyolojinin İlkeleri. İstanbul: İletişim Yayınları Özkalp, E. (1998). Sosyolojiye Giriş. Eskişehir: Anadolu Üniveristesi. Ritzer, G; Goodman, D. J. (2004). Sociolojical Theory. 6th edition. New York: McGraw Richard Swedberg, R. (2003). Principles of Economic Sociology. Princeton University Press Thio, A. (2007). Society Myths and Realities: An Introduction to Sociology. Boston: Pearson Tischler, H. (2007). Introduction to Sociology. Ninth Edition. California: Thomson Wadsworth. Yaylı, H.; Çelik, V. (2011). Çevre Sorunlarının Çözümü İçin Radikal Bir Öneri: Derin Ekoloji. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (26) ( ). 113

118 5 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Psikolojinin tanımını ve amacını ifade edebilecek, Psikolojinin tarihini ve yaklaşımlarını açıklayabilecek, Psikolojinin çalışma alanlarını ve alt dallarını açıklayabilecek, Psikolojide araştırma yöntemlerini ve etiği tartışabilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz. Anahtar Kavramlar Yapısalcılık İşlevselcilik Davranışçı Bilişsel Biyolojik Eklektik Deneysel Psikoloji Klinik Psikoloji Deneysel Etik İçindekiler Giriş Psikolojinin Tanımı ve Amacı Psikolojinin Diğer Bilim Dalları ile İlişkisi Psikolojinin Tarihçesi Psikolojide Yaklaşımlar Psikolojinin Çalışma Alanları Psikolojinin Alt Dalları Psikolojide Araştırma Yöntemleri Psikolojik Araştırmalarda Etik Anlayış 114

119 Psikolojiye Giriş GİRİŞ Psikolojinin konusu insanın davranışlarının anlaşılması ve çevreye uyumu olduğundan hayatımızın her alanında bu bilimin bilgilerine ihtiyaç duyarız. Yaşamın her alanında psikoloji biliminin ilgilendiği temel konular şunlardır: Hastanın psikolojisi, kanser, aids ölümcül hastalığın seyrini nasıl etkilemektedir? Annenin psikolojisi, anne karnındaki çocuğun kişilik özelliklerini nasıl belirlemektedir? Tv programları çocukların bilişsel gelişimlerini ve psikolojisini nasıl etkilemektedir? Anne-babanın ve öğretmenlerin davranışları ergenlerin ve çocukların davranışlarını nasıl etkilemektedir? Beynin hangi merkezi davranışlarımızdan ve duygularımızdan sorumludur? Kısacası psikoloji, anne karnından ölünceye kadar yaşamımızın her alanında insanı ve davranışlarını anlamaya çalışmaktadır. Dünya çapında bile ilgiyle izlenen ülkemizde tıp alanında gerçekleşen yüz nakli ameliyatında, uzmanlar, ameliyat sonrası başarının hastanın yeni yüzüne psikolojik uyumunun belirleyeceğini vurgulamaktadırlar. Görüldüğü gibi artık psikoloji biliminin çok geliştiği ve elde ettiği bilgilerin yaşamın tüm alanlarında kabul edilir bilimsel bilgiler sunduğu kabul görmektedir. Bu bölümde psikolojinin tanımı ve amacı, diğer bilim dalları ile ilişkisi, tarihçesi, psikolojik yaklaşımlar, çalışma alanları, uzmanlaşmış alt dalları, psikolojik araştırmalar ve etik konularına değinilecektir. PSİKOLOJİNİN TANIMI VE AMACI İnsan olmak çevremiz ve kendimiz hakkında meraklı olmayı gerektirir. Bu amaçla MÖ. 300 yılında Aristotales, öğrenme, hafıza, motivasyon, duygu, algı ve kişilik hakkında kuramlar geliştirmiştir. Geçmişten bugüne psikologlar hala bu konular hakkında kafa yormaktadırlar. Psikoloji kelimesinin kökenleri de anlamı gibi binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Psikoloji kelimesi köken olarak eski Yunanlılardan gelmekte ve akıl, ruh anlamındaki psycho ve bilim anlamındaki logy kelimelerinin birleşiminden oluşmaktadır. Psikoloji ayrı bir bilim dalı olduğundan beri insan davranışlarını farklı açılardan incelemeye ve açıklamaya çalışmıştır. Psikoloji davranış ve zihinsel süreçleri konu edinen bir bilimdir. Bu tanım içindeki kavramlara odaklanacak olursak; davranış, eylemler, duygular ve biyolojik durumları içerirken zihinsel süreçler ise zeka, problem çözme ve hafıza gibi süreçleri içermektedir (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Psikoloji insan ve hayvan davranışlarını inceleyen bir bilim dalıdır. Psikolojinin asıl konusu insan davranışlarını açıklamaya çalışmaktır. Bunu yaparken etik olarak insanlarla doğrudan yapılamayan çalışmalarda, insanlara en yakın hayvanlarla deney yaparak insan davranışları ile karşılaştırma yapmak için hayvan davranışlarını da incelemektedir. Psikolojinin konusu davranış olduğuna göre davranış ne demektir? Davranış, insanın zihinsel, bedensel tavır ve hareketleridir. Davranışların bilişsel, duyuşsal ve psikomotor boyutları vardır (Bacanlı, 2004). Bilişsel davranış, zihindeki bilgilerle ilgili olan davranıştır. Duyuşsal davranış, duygularla ilgilidir. Psikomotor davranışlar ise insanın bedensel hareketlerini ifade 115

120 eder. Genellikle bu üç boyut birlikte davranışı oluşturur. Psikoloji, bireylerin dikkat, öğrenme, bellek, zeka gibi bilişsel, tutumlar, ilgiler gibi duyuşsal ve psikomotor davranışlarını konu edinir. Psikolojinin esas konusu, insanların neyi nasıl yaptıklarını açıklamaktır. Bu amacına ulaşmak için psikoloji, insan davranışlarını tanımlamak, anlamak, tahmin etmek ve kontrol etmek için çalışır. Peki psikologlar insan davranışlarını neden açıklamak istemektedirler? Bu sorunun cevabı, dünya üzerindeki problemlerin pek çoğunun nedeni insanlardır. Başka deyişle pek çok problem insan davranışlarından kaynaklanmaktadır. Yoksulluk, cinayetler, kirlilik, savaşlar, hastalıklar, asit yağmurları, kıtlık gibi pek çok problem insan davranışlarından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle insan davranışlarının nedenleri anlaşıldığında problemlerin nedenleri de anlaşılmış olacaktır (Carlson ve Buskist, 1997). Kısacası psikoloji, insanların neden olduğu sorunları çözmek için insan davranışlarını anlamaya çalışmaktadır. Psikoloji biliminin nihai amacı insanlığa yararlı olmaktır. Bu amaçla psikoloji, insan davranışlarını tanımlayarak, nedenlerini açıklayarak, geleceğe yönelik tahminlerde bulunarak ve kontrol ederek sorunlara çözüm bulmaya çalışmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). Psikolojik sorunları yanıtlamak genellikle davranışların dikkatli bir şekilde tanımlanmasıyla başlamaktadır. Psikolojinin amaçları şu şekilde verilebilir. Psikolojik araştırmaların ilk adımı sorunu tanımlamakla başlar. Tanımlama, davranışlara ilişkin bilimsel gözlemlere dayalı kayıtları isimlendirmek ve sınıflandırmaktır. Bilimsel bilgi davranışların dikkatli bir şekilde tanımlanmasıyla başlasa da tanımlamak davranışların neden yapıldığını açıklamamaktadır. Neden daha fazla kadın intihar girişiminde bulunurken neden daha fazla erkek intiharı tamamlamaktadır? Neden rahatsız oldukları halde insanlar saldırgan davranışlara seyirci kalmaktadır? gibi sorular tanımlamakla cevaplandırılamaz. Psikolojinin ikinci amacı, insan davranışlarının nedenlerini açıklamaktır. Örneğin insanların eş çatışmalarında ve öldüresiye kavgalarında üçüncü kişilerin seyirci kalmalarının nedeni özellikle geleneksel kültürlerde aile içi çatışmalara karışmanın uygun olmadığı düşüncesi ağır bastığındandır. Psikolojinin üçüncü hedefi ise tahmin etmek, geleceğe yönelik kesin tahminlerde bulunmaktır. İnsanların bugünkü davranışlarından yola çıkarak gelecekte olabilecek davranışları tahmin etmektir. Psikolojinin son amacı ise kontrol etmektir. Davranışların kontrolü kişisel özgürlükler açısından kısıtlayıcı görünmektedir. Psikologlar açısından kontrol, davranışları etkileyen koşulları değiştirmek anlamına gelmektedir. Örneğin, çocukları yetiştirirken saldırgan davranış modellerinden uzak daha yapıcı davranış modelleriyle iç içe bir ortamda yetiştirmek gelecekte oluşabilecek olumsuz davranışları önlemek için gereklidir. Özetle, psikoloji araştırma yaparken tanımlama, açıklama, geleceğe yönelik tahminlerde bulunma ve kontrol etme adımlarını uygulayarak sorunlara çözüm bulmaya çalışmaktadır. Psikoloji, sorunlara çözüm bulurken farklı bilim dallarının yardımına da ihtiyaç duymaktadır. Psikolojinin ilgilendiği davranışın boyutlarını tartışınız. PSİKOLOJİNİN DİĞER BİLİM DALLARI İLE İLİŞKİSİ İnsanoğlu bio-psiko-sosyal bir varlıktır. İnsanın yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi, fiziksel, sosyal ve toplumsal çevresi ile etkileşim içinde olmasına bağlıdır. Öncelikle bireyin davranışları, beynindeki yapıların etkinliklerinden, vücudundaki biyokimyasal ve hormonal değişikliklerden, kas ve iskelet sisteminin hareketlerinden etkilenmektedir. Aynı zamanda birey, aile, arkadaş, iş, okul, toplum gibi pek çok grup içinde yaşamakta ve çevresindeki insanlardan etkilenmektedir. Psikoloji, insanı anlamaya çalışırken sadece bireyi değil, etkileşim halinde olduğu çevresi içindeki bireyin davranışlarını inceleyerek açıklamaya çalışmak zorundadır. Bu nedenle insan davranışları sadece psikolojinin değil, sosyal, toplumsal, fiziksel ve tıp kökenli disiplinlerin konusu olmaktadır. Bir bütün olarak insan davranışlarını ve çevreye uyumunu inceleyen psikoloji, insanı araştıran diğer bilimlerin araştırmalarından 116

121 ve bulgularından yararlanır. İnsan davranışlarını açıklamaya çalışırken psikoloji pek çok bilimden yaralanmak durumundadır. Burada tüm bilim dallarına odaklanamayacağımızdan, psikolojinin yakından ilişkili olduğu tıp bilimleri, sosyal bilimler ve doğa bilimleri gibi temel bilimlerle ilişkisine değinilecektir. Tıp Bilimleri ile İlişkisi Psikoloji, insanın iç yapısında meydana gelen işleyişi ve tepkileri anlamak için biyoloji, fizyoloji, anatomi, mikrobiyoloji, patoloji gibi bilim dallarının oluşturduğu tıp bilimlerinden yararlanır. Psikolojinin ana konusu olan insan temelde hücrelerden, organlardan ve sistemlerden oluşmaktadır. Birbiriyle son derece uyum içinde olan bu sistemin işleyişi, yapısı, organize halinde çalışması, bu bilimlerin bulgularıyla mümkündür. Psikoloji insan davranışlarını anlamaya çalışırken önce iç yapısı, organların işleyişi, fizyolojisi ve kimyası hakkında bilgi veren tıp bilimlerinden yararlanmak zorundadır. İnsan davranışlarını anlamak için onun bedeni ve iç organlarının yapısı hakkında bilgi veren anatomi, insan bedeni ve işleyişi hakkında bilgi veren fizyoloji, hücrelerde ve dokularda oluşan anormallikleri tespit etmek için patoloji ve mikrobiyoloji, hormonlarda oluşan değişimin davranışları nasıl etkilediğini öğrenmek için biyoloji bilimlerinin bulgularına ihtiyaç duymaktadır. Örneğin çevresel olaylarla başlatılan stresin, vücutta stres hormonlarının salgılanmasına neden olarak bilişsel, fiziksel ve psikolojik dengemizi nasıl etkilediğini anlamak için tıp biliminin bulgularına ihtiyaç duyulmaktadır. Aşırı öfkeli, aşırı hareketli ya da hareketsiz olan kişinin davranışlarının nedenlerini anlamak ve tedavi etmek için öncelikle tıp biliminin bulgularına ihtiyaç duyulmaktadır. Sosyal Bilimlerle İlişkisi Psikoloji, insanoğlunun davranışlarına, geçmişinden bugüne kadar etki eden, içinde yaşadığı toplumların, kültürlerin, coğrafi bölgelerin etkilerini araştırmak için antropoloji, eğitim, ekonomi, çevre bilimleri, tarih, politika ve sosyoloji gibi bilim dallarının yer aldığı sosyal bilimlerden yararlanır. İnsanın gelişimi ve davranışları üzerinde içinde yaşanılan kültürün, gelenek ve göreneklerin etkisi kaçınılmazdır. Kültürel özellikler bireylerin duygulanım biçimlerini ve ifade şekillerini de etkileyebilmektedir. Bu nedenle psikoloji insan davranışlarını açıklamak için toplumların genel niteliklerini, çeşitli kuruluşlarını, fonksiyonlarını, gelişimini inceleyen sosyolojiden, coğrafi ve kültürel özelliklerin insan davranışlarını nasıl etkilediğini ele alan çevre bilimleri ve antropolojiden, bölge zenginliklerinin ve yönetim biçiminin insanın refahına katkılarını inceleyen politika ve ekonomiden faydalanır. Örneğin bizim gibi geleneksel toplumlarda misafirperverlik gibi kültürel değerlerin o toplumda yaşayan insanların ısrarcı davranışlarını açıklamak için sosyal bilimlerin verilerinden yararlanılır. Doğa Bilimleri ile İlişkisi Psikoloji, doğa olaylarının insan davranışlarını nasıl etkilediğini ve insanın nasıl tepki verdiğini incelemek için genetik, fizik, kimya, biyoloji, yer bilimleri gibi bilim dallarının bulunduğu doğa bilimlerinden yararlanır. İnsanın öfke, kızgınlık, mutluluk gibi duyguları yaşarken vücudunda oluşan biyo-kimyasal değişiklikler biyoloji ve kimya biliminin, hareket ederken vücudunu doğru kullanabilmesi ve çevresini düzenleyebilmesi fizik biliminin, doğadaki oluşumların insan sağlığına etkileri astronomi ve yerbiliminin bulgularıyla araştırılmaktadır. Bu nedenle psikoloji, biyokimyasal değişikliklerin insan davranışlarına etkilerini araştırırken doğa bilimlerinden faydalanır. Ayrıca davranışların ölçülmesi, araştırmalarda formülasyonların yapılması boyutunda matematik, istatistik gibi formal bilimlerdende faydalanır. Kısacası psikoloji, yapıtaşını oluşturan insanın özelliklerini açıklarken bireysel düzeyde tıp bilimlerinden, topluluk olarak sosyal bilimlerden, doğayla ilişkileri boyutunda doğa bilimlerinden yararlanmaktadır. Psikoloji kültürel değerlerin insan davranışlarına olan etkisini araştırırken hangi bilimlerden yararlanmak durumundadır? 117

122 PSİKOLOJİNİN TARİHÇESİ İnsanlığın varlığı ile birlikte ortaya çıkan ve bireyin kendisi ve yaşadığı dünya hakkındaki merak duyguları ile başlayan psikoloji bilimi, halen bu duygulara cevap bularak gelişimini sürdürmektedir. On dokuzuncu yüzyıla kadar felsefe ve biyoloji gibi köklü bilimlerin etkisiyle gelişen psikoloji, 1879 yılında Wundt un basit ve hızlı bir şekilde zihnin atomlarını ölçmek amacıyla deneysel bir laboratuar açması ile ayrı bir bilim dalı olma yolunda ilk adımlarını atmıştır. İçsel duyum, imajinasyon ve duygulara odaklanan içe bakış yöntemini kullanan Wundt, tek tek zihinsel süreçleri incelemiştir. Wundt un görüşlerini bilişin sürekliliğini ölçmediği için eleştiren James, zihnin işlevselliğine odaklanarak psikolojinin zihinsel süreçleri inceleyen bilim olma yolunda ilerlemesini sağlamıştır. Freud, 1900 lü yılların ilk yarısında erken çocukluk yaşantılarının ve bilinçdışı yaşantıların bireyin duygusal tepki ve davranışlarını etkilediğini vurgulamıştır lere kadar psikoloji zihinsel yaşamın bilinci olarak tanımlanmıştır den 1960 a kadar Watson ve Skinner, psikolojinin içsel süreçlere odaklanmasının bilimsel olmadığını eleştirerek psikolojiyi gözlemlenebilen davranışların bilimi olarak yeniden tanımlamışlardır. Bin dokuzyüz elli lerden sonra Humanist Psikoloji, davranışçılığa ve psikanalist görüşlere karşı çıkmış, davranışçıların öğretilerini mekanik bularak eleştirmiştir. Geçmiş yaşantılara, çocukluk yaşantılarına odaklanmaktansa günümüz çevresel koşulların ve yaşantıların bireyin potansiyel gelişimini etkilediğini vurgulamıştır larda psikolojide ilk dönemlerde olduğu gibi bilişsel süreçlere olan ilgi tekrar ortaya çıkmış ve beynin nasıl çalıştığı, bilginin nasıl depolandığına yönelik ilgi başlamıştır. Günümüzde ise bilişsel psikoloji ve beyin aktivitelerini ve zihinsel aktiviteleri birleştiren bilişsel nörobilim, hastalıkların nedenleri ve tedavi edilmesinde beyin fonksiyonlarının işlevini araştırmaktadır. Bu gün ise psikoloji gözlemlenebilen davranışlar ve içsel düşünce ve duyguları kapsayacak şekilde davranış ve zihinsel süreçlerin bilimi olmuştur. PSİKOLOJİDE YAKLAŞIMLAR Çok eski tarihlerden beri insanoğlunun davranışları, nedenleri ve sonuçları sürekli zihinleri meşgul etmiş ve merak konusu olmuştur. Psikolojinin felsefeden ayrı bir bilim dalı olmasından günümüze kadar insanın davranışlarını açıklayan pek çok yaklaşım geliştirilmiştir. Bu bölümde psikolojinin ilk yıllarından günümüze kadar etkin olan yaklaşımlar hakkında bilgi verilecektir. Yapısalcılık: Wilhelm Wundt ( ) Psikolojinin başlangıcı genç bir filozof olan Wilhelm Wundt un Almanya Leipzig de 1879 yılında ilk psikoloji laboratuarını açmasıyla başlamaktadır. Wundt un ilgi alanı davranışların fizyolojisinden kültürel farklılıklara kadar genişti. Çalışmaları yaparken Wundt un temel sorusu yaşantıların ve zihnin bileşenlerinin neler olduğu üzerinedir. Wundt, yaşamın ve zihnin elementlerinin duyumlar ve duygular olduğunu iddia etmiştir. Yaşamın herhangi bir anında güzel bir tat, hoş bir müzik, yumuşak bir duyum alınabileceğini, tüm bu yaşantıların ortak noktasının alınan duyumlar olduğunu belirtmiştir. Bu yaklaşımda yaşantının bileşenlerini araştırmak için içe bakış yöntemini kullanmıştır (Kalat, 2008). Wundt un öğretilerini öğrencisi Titchner geliştirmiştir. Titchner e göre psikoloji bilincin bilimidir; yani, fizik bilimine bu bilimi yapan gözlemcinin katılmış halidir. Örneğin bir muzu gördüklerinde bu nesnenin rengi, ağırlığı, tadı, konusunda hangi duyumları algıladıkları insanlara sorularak nesneyi oluşturan ögelerle ilgili bilgiler elde edilmiştir. Titchner e göre en karmaşık düşünceler ve Resim 5.1: Wilhelm Wundt duygular bile bu basit ögelere indirgenebilir. Psikologların rolü bu Kaynak: ögeleri belirlemek ve nasıl bir araya geldiklerini göstermektir. Yaşantıların temel birimlerini ve nasıl bir araya geldiklerini öne çıkardığı için bu yaklaşıma yapısalcılık denir (Morris, 2002). Sistem olarak yapısalcılık oldukça yetersizdir. Bununla birlikte yapısalcılık, içe bakış yöntemini test ederek, uygun bilimsel yöntemin kullanılmasını ve bilimsel bir çaba olarak psikolojinin oluşmasını sağlayarak ve sonraki psikolojik sistemlerin araştırılması için başlangıç noktası oluşturduğu için psikolojinin bu günlere gelmesinde oldukça önemli katkıları vardır (Wittig, 2001). 118

123 İşlevselcilik: William James ( ) James, Wundt un, yaşantının atomları dediği ilişkilerden arınmış, saf duyumlar diye bir şeyin olmadığını savunmuştur. James, bilincin algılar ve bağlar, duyumlar ve duyguların birbirinden ayrılmadığı, sürekli bir akış içinde olduğunu öne sürmüştür. Bilincin durağan değil sürekli ve değişken olduğunu belirterek elementlerine ayırmanın çok işlevsel olamayacağını ifade etmiş ve yapısalcıların görüşlerine karşı çıkmıştır. James, zihinsel yapının bileşenlerinden daha çok zihinsel aktivitelerin fonksiyonları üzerinde odaklanmıştır. Bu kurama göre bir muza baktığımızda sarı uzun bir nesneden çok bir muz gördüğümüzü ve o nesneyi her gördüğümüzde onu yeniden keşfetmemize gerek kalmayacağını ileri sürmektedir (Kalat, 2008; Morris, 2002). Bu görüşleri ile James, aklın ve davranışın işlevselci bir açıklamasına ulaşmıştır. Bu kuram, öğrenme, duyum ve algının ötesine geçerek bir organizmanın öğrenme veya algı yeteneklerini, bulunduğu çevrede işlev görebilecek şekilde nasıl kullandığını inceler. Psikolojide her konuya değişik açılardan yaklaşılabilir. Resim 5.2: William James Psikolojik olgu ve olayların biyolojik, davranışsal, fenomenolojik, Kaynak: psikanalitik ve bilişsel açılardan analizini yapmak o konu hakkında daha ayrıntılı bilgi elde etmemizi sağlamaktadır. Örneğin son zamanlarda dünya genelinde oldukça fazla dikkat çeken şiddet ve saldırgan içerikli olayları biyolojik, davranışsal, fenomenolojik, psikanalitik ve bilişsel açılardan ele aldığımızda bu olayları anlamamız daha kolay olacaktır. Davranışsal yaklaşım: John B. Watson ( ) Davranışsal yaklaşım, insan davranışlarının nedenlerini onların gözlenebilen eylemlerine bakarak açıklamaya çalışır. Psikolojide davranışçı yaklaşım 20. yy. başlarında Watson tarafından savunulmuştur. Watson, bilinci tanımlamanın zor ve ölçülemez olduğu için bilimsel araştırmaların konusu olamayacağını öne sürmüştür. Watson dan sonra Pavlow un klasik koşullama konusunda çalışmaları davranışçı akıma yeni boyut kazandırmıştır. Klasik koşullama araştırmaları, Pavlov un hayvanların sindirimlerini incelediği sırada bir köpeğin yiyeceği gördüğü anda salya salgılamaya başladığını fark etmesi üzerine başlamıştır. Klasik koşullama yaklaşımında öğrenme, bir uyarıcı tarafından doğal olarak uyandırılan bir tepkinin, farklı ve nötr olan bir diğer uyarıcı tarafından da uyandırılabilir hale gelmesi olarak tanımlanmıştır (Morris, 2002). Sonraki çalışmalarda ise farklı uyarıcıların bilinen uyarıcı-tepki bağı ile eşleştirilerek yeni uyarıcıya da aynı tepkilerin verilmesi ile devam etmiştir. Klasik Resim 5.3: John B. Watson koşullama konusunda yapılan çalışmalar herhangi bir uyarıcıya karşı geliştirilmiş korkuların söndürülmesinde de kullanılmıştır. Kaynak: Davranışların uyarıcılara bağlı olarak ortaya çıktığını savunan klasik koşullama çalışmalarından elde edilen bulgular duygusal davranışların öğrenilmesinde hala kullanılmaktadır. Restoran dizaynlarında iştah açıcı renklerin kullanılması, alış veriş merkezlerinde müzik yayını yapılması, yükseklik, kapalı alan gibi özel korku ve kaygıların açıklanmasında hala klasik koşullama bulgularından yararlanılmaktadır. Klasik koşullamadan sonra B. F. Skinner tarafından geliştirilen diğer bir davranışçı yaklaşım edimsel koşullamadır. Skinner de gözlenebilen davranışlara odaklanmış ve klasik koşullamada oduğu gibi çevremizde her zaman davranışı başlatan uyarıcıların olamayacağına değinerek öğrenmede davranış ve sonuçları üzerinde durmuştur. Skinner e göre, davranış sonrası olumlu kazanımlar o davranışın devamını, olumsuz kazanımlar ise o davranışın tekrar etme sıklığını azaltmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 119

124 2010). Edimsel koşullama yaklaşımının öğretileri eğitim sisteminde, istenilen davranışların kazandırılması, istenilmeyen davranışların söndürülmesinde hala kullanılmaktadır. Bununla birlikte Skinner, olumlu pekiştirmeye dayalı tasarlanmış kültürlerin bireylerin davranışlarını şekillendirmede etkili olduğunu, ödüllendirilen istenmeyen davranışların hava kirliliği, savaşlar, nüfus patlaması gibi sonuçlara yol açabileceğini vurgulamaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). Psikanalitik Yaklaşım: Sigmund Freud ( ) Psikanalitik yaklaşım, insan davranışlarının kökeninin bastırılmış yaşantılar ve çatışmalar olduğunu savunmaktadır. Freud un önderliğinde 1900 lü yılların baslarında gelişen psikanalitik yaklaşım, insan davranışlarının ve düşüncelerinin çoğunun bilinç dışı süreçler tarafından yönlendirildiğini iddia etmiştir. Güdüleri, davranışları ve arzuları içeren ve zihnin bir parçası olan bilinç dışı, insanlar farkında olmadan davranışlarını etkilemektedir. Şimdiye kadar ortaya çıkan psikoloji yaklaşımları bilinçli zihinsel süreçlere odaklanırken ilk defa Freud, bilinç dışı zihinsel süreçlere odaklanan psikoanalitik yaklaşımın gelişmesinde öncülük etmiştir. Bu kurama göre, insanların hayvanlara benzediği ve sahip oldukları cinsellik ve saldırganlık dürtülerinin onların davranışlarını etkilediği vurgulanmaktadır. Bununla birlikte insanlar geliştikçe düşünebilme yetilerinden dolayı hayvanlardan ayrılmaktadırlar. Freud a göre insanlar, çocukluklarından itibaren başkalarının onayını almak için cinsellik ve saldırganlık dürtülerini bastırmayı öğrenmektedirler. Freud a Resim 5.4: Sigmund Freud göre zihnin bilinçli yanı ile bilinç dışı yanı arasındaki çatışmalar insan Kaynak: davranışlarını anlamak için ipucu olmuştur. Ruhsal hastalıkların tedavisinde hipnoz, serbest çağrışım, rüyaların yorumu gibi yöntemler uygulayan Freud, pek çok hastalığın bu yöntemlerle iyileştiğini fark etmiştir (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Humanistik (İnsancı) Yaklaşım: Carl Rogers ( ) Resim 5.5: Carl Rogers Kaynak: Davranışçılığa karşı ortaya çıkan hoşnutsuzluk, Vietnam savaşlarını protesto, insan hakları konusundaki hareketlilik sosyal değerleri hızlıca değiştirmiş ve 1960 lı yıllarda humanistik görüşün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu yaklaşım, davranışçı ve psikanalitik yaklaşımlara karşı gelişmiş olup insanın değerliliğine inanmaktadır. Doğuştan itibaren insanın kendini gerçekleştirme güdüsü ile doğduğunu savunur. Humanistik terapinin amacı ise insanın içindeki içsel kaynakları ortaya çıkarmaktır. Bu yaklaşımın temsilcileri Rogers, Maslow, Sartre, Charolette Bühler ve Frankl dır. Bu yaklaşıma göre insan kendine göre bir değerdir. İnsan, kendisinden, davranışlarından, oluşturacağı kimliğinden kendisi sorumludur. Hayatı kendisi için yaşamaya değer, anlamlı bir hale getirmek kişinin kendisine düşer. Geçmiş ya da gelecek değil, içinde yaşanılan an önemlidir. İnsanı anlamak için onun iç yapısını bilmek gerekir. Bunun için iç gözleme baş vurmak zorunludur. İnsan cansız bir nesne olmadığından, dıştan bakılarak davranışları yordanamaz. Bu akım insanı inceleme yöntemini getirmiştir. 120

125 Bilişsel Yaklaşım: Jean Piaget ( ) Resim 5.6: Jean Piaget Humanist yaklaşımcıların danışanlara karşı bakış açıları değişince, psikolojik araştırmalarda da ilgiler değişmeye başlamıştır. Davranışçı kuramcıların öne sürdüğü ve laboratuar ortamlarında çalışılan uyarıcı, tepki, pekiştireç gibi konulara olan ilgi tekrar hafıza, problem çözme, muhakeme etme gibi zihinsel süreçlere doğru yön değiştirmeye başlamıştır. Araştırmacılar gözle izlenemeyen zihinsel süreçler konusunda araştırma yöntemleri geliştirmeye başladılar. Yaklaşık 1980 li yıllarda psikolojide bilişsel yaklaşım egemen olmaya başlamıştır. Bilişsel yaklaşımın temsilcileri gelişim bilişsel, dil ve ahlak gelişimi alanında önemli kuramlar geliştirmiş olan Piaget, Kohlberg, Chomsky, Gregory gibi kuramcılardır. Bu kuramcılara göre bireylerin davranışları, içinde bulundukları bilişsel düzeylerine gore farklılık göstermektedir. Bireylerin olayları algılamaları, ifade etmeleri, doğru ve yanlış olarak değerlendirmeleri bilişsel düzeylerine göre farklılık göstermektedir. Örneğin, 5 yaşındaki bir çocuğun, bir ergenin ve bir yetişkinin TV. de izlediği bir haberi algılaması ve yorumlaması farklı olabilmektedir. Bilişsel gelişim, birey doğduğundan ölümüne kadar devam etmektedir. Kaynak: Bilişsel bakış açısı, davranışların, hafıza, problem çözme, karar verme, beklentiler ve inançlara bağlı olan düşünce ve yorumlamaların ürünü olduğunu savunmaktadır. Bilişsel yaklaşım, insanların bilgiyi kullanma süreçlerine ve bu sürecin davranışlarına nasıl etki ettiğine odaklanmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Örneğin bilişsel yaklaşım, depresyonda olan bir kişinin düşünme süreçlerine ve dünyayı ve kendisini nasıl algıladığına odaklanmaktadır Bilişsel yaklaşımla öğrenme sürecinde, bilgiyi işleme yaklaşımı ve Piaget in çalışmalarına dayanan yaklaşım göze çarpmaktadır. Bilgiyi işleme yaklaşımı, insan zihninin bilgi edinme, bilgiyi işleme, kullanma, depolama ve gerektiğinde tekrar hatırlama süreçlerine göre işleyen yapıda olduğunu öne sürmektedir. Gelişim psikolojisi alanındaki çalışmaları ile tanınan Piaget, çocuğun yetişkinliğe değin bir dizi zihinsel gelişim evrelerinden geçtiğini ileri sürmüştür. Biyolojik Yaklaşım: Adolp Meyer ( ) Biyolojik yaklaşıma psikobiyolojik ya da biyopsikolojik yaklaşım da denilmektedir. Bu yaklaşım A.B.D. li psikiyatrist Adolp Meyer in öncülüğünde gelişmiştir. Biyolojik yaklaşım, insan davranışların nedenlerini, beyindeki yapılar, beyin ve sinir sisteminin içinde oluşan elektirksel ve kimyasal olaylar ve genetik faktörlerle açıklamaya çalışır. Bu yaklaşım bütün psikolojik olaylar beynin ve sinir sisteminin eylemlerine bir şekilde yanıt verir ilkesini benimsemiştir. Günümüzde pek çok psikolojik hastalığın nedeni biyolojik yaklaşımla açıklanmaktadır. Depresyon, anksiyete, fobi gibi pek çok rahatsızlığın nedeni beyin hücreleri olan nöronlar arasındaki iletişimi sağlayan kimyasal maddelerin azlığı ya da çokluğu ile açıklanmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). Eklektik Yaklaşım Resim 5.7: Adolp Meyer Psikolojide yeni yaklaşım, tek bir bakış açısıyla değil farklı pek çok Kaynak: bakış açısı ile konuyu ele almaktır. Eklektik bakış açısı davranışın farklı açılardan görünümünü sağlayan birden fazla yaklaşımın birleşiminden oluşmaktadır. Günümüzde insanın bio-psiko-sosyal bir varlık olduğu görüşünün benimsenmesinden dolayı insan davranışlarının açıklanmasında eklektik yaklaşım kullanılmaya başlanmıştır. Şimdiye kadar insan davranışları tek bir açıdan ele alınarak incelenmiştir. Ancak insanı tanımada tek yönlü bakışın yeterli olmadığı saptanarak bütüncül olarak ele almayı gerektiren eklektik yaklaşım benimsenmiştir. Eklektik yaklaşıma göre bireyin davranışları, biyolojik, psikolojik ve soysakültürel süreçler göz önüne alınarak değerlendirilmektedir (Myers, 2011). 121

126 tartışınız. Psikolojide ortaya çıkan yaklaşımların psikolojiye olan katkılarını Tablo 5.1: Psikolojiye Yön Veren Farklı Yaklaşımların Anksiyete Davranışına Bakışı YAKLAŞIMLAR Biyolojik yaklaşım Bilişsel yaklaşım Psikoanalitik yaklaşım Davranışçı yaklaşım Sosyokültürel yaklaşım Humanistik yaklaşım Eklekik yaklaşım BAKIŞ AÇILARI Anksiyete vücuttaki kimyasal değişikliklerle ya da kalıtımla ilgilidir. Anksiyete insanların düşünce şeklinin bir yansımasıdır. Kaygılı insanlar her şeyin daha kötü gideceğini düşünerek kötümser düşüncelere odaklanırlar. Anksiyete çocukluk döneminde yaşanan düşmanlık, öfke, suçluluk, cinsellik gibi çözülememiş duyguların bir ürünüdür. Anksiyete öğrenişmiş bir davranıştır. Anksiyete yaratan uyarıcılarla kaygı öğrenme sonucu eşleşmiştir. Anksiyete kültürün bir ürünüdür. Genellikle kültürlerde kadınlar erkeklere göre daha kaygılıdır ve bu kaygıları ile baş etmede de farklı yollara başvururlar. Anksiyete bireyin kendi gerçek benliği ile olmak istediği ideal benliği arasındaki farkın büyük olması sonucu memnuniyetsizlikten kaynaklanmaktadır. Anksiyete bireye bağlı çeşitli faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bazı insanların ailelerinde anksiyeteye yatkınlık olduğundan ve aile içi yaşantılarında da bu tür davranış örneklerini gördüklerinden kaygılı olurlar. Bazı insanlar kendilerinden hoşlanmadıkları ve hayatta her şeyin kötüye gideceğine inandıklarından kaygılı olabilirler. Kaynak: Pastorino ve Doyle-Portillo, What is Psychology Essentials, 2010, s.14. PSİKOLOJİNİN ÇALIŞMA ALANLARI Araştırmacılar psikolojinin ayrı bir bilim olması ile birlikte pek çok çalışma konusuyla çalışmışlar ve araştırma yapmışlardır. Genellikle insanı ve davranışlarını anlamak için insan ve hayvanlar, kalıtım ve çevre, bilinç ve bilinçdışı yaşantılar, normal ve anormal kavramı, yaşam dönemleri alanlarında kuramsal ve uygulamaya dönük bilgiler üretmişlerdir. Bu temel alanların yanında bir çok alt alanlarda da çalışmalar yapmışlardır. Ama burada daha genel olarak ele alınan çalışma alanlarından bahsedilecektir. İnsanlar ve Hayvanlar Psikolojide davranış insanlar ve hayvanların gözlenebilir ve ölçülebilir tepkileri olarak tanımlanır. Dolayısıyla psikolojinin esas konusunu oluşturan davranışlar insanlara ya da hayvanlara ait olabilir. Psikolojide özellikle deneysel araştırmalarda etik sorunlardan dolayı insanların yerine çoğu zaman hayvanlar kullanılmaktadır. Bilişsel psikoloji çalışmalarında, içgörüsel öğrenme deneylerinde zeka açısından insanlara en yakın zeka kapasitesinde olan maymunlar kullanılmıştır. Bazı çalışmalarda kalıtımın davranışlar üzerindeki etkisi incelenirken, türün birkaç neslini incelemeyi kolaylaştıran hızlı üreyen hayvanlar tercih edilmektedir. Davranışçı yaklaşımda da öğrenmede çevrenin etkisi vurgulandığından insanlarla hayvanların aynı düzeyde öğrenebilecekleri düşünüldüğünden araştırmalarda sıklıkla köpek, kedi, fare, güvercin gibi hayvanlar kullanılmıştır. Sonuçta farklı nedenlerden dolayı psikolojide hayvanlarla yapılan çalışmalardan elde edilen bilgiler insanlara genellenmiştir. 122

127 Kalıtım ve Çevre Psikolojide cevabı aranan sorulardan biri de davranışlarda kalıtımın mı yoksa çevrenin mi daha etkili olduğudur. Bu soru uzun zamandır araştırılmış hala net bir cevap bulunamamıştır. En son kabul edilen görüş, kalıtım ve çevrenin etkileşimli olarak davranışları etkilediğidir. Bilinç ve Bilinç Dışı Psikolojide ele alınan konulardan biri de bilinçli ve bilinç dışı yapılan davranışlardır. Çoğu davranış bilinçli yapılmasına rağmen bazen farkında olmadan bilinç dışı süreçlerin etkisiyle davranışlarımız da ortaya çıkabilmektedir. Özellikle psikanalistler bilinç dışı süreçlerin davranışları etkilediğini vurgulamışlardır. Normal ve Anormal Psikolojinin çalışma alanlarından biri de normal davranış ve normal olmayan davranışları tanılamak ve tedavi etmektir. Ancak normal ve anormal sınıflaması yapılırken kullanılan davranış ve düşünce kalıplarına karar vermek oldukça zordur. Bu tanılamada kullanılan ölçütler, bozukluğun kişiye ya da topluma ne kadar zarar verdiği kriter alınarak karar verilmektedir. Yaşam Dönemleri Psikoloji doğumdan ölüme kadar tüm yaşamı boyunca insan davranışlarını anlamaya çalışmaktadır. Davranışlar kalıtım ve öğrenmenin ürünü olduğundan tüm yaşam boyunca çalışma yapmak oldukça zahmetlidir. Bu nedenle belirli yaş aralıkları kullanılarak insan yaşamı yaşam dönemlerine ayrılmıştır. Bu dönemler, bebeklik, ilk çocukluk, son çocukluk, ergenlik, genç yetişkinlik, ileri yetişkinlik, yaşlılık olmak üzere yedi dönemden oluşmaktadır. Kuramsal ve Uygulama Psikolojik çalışmalar kuramsal ve uygulamalı olarak yapılmaktadır. Kuramsal alanda geliştirilen bilgiler genellikle uygulama alanlarında kullanılmaktadır. Bilişsel gelişim, dil gelişimi ve ahlak gelişimi alanlarında geliştirilen kuramsal bilgiler, öğrenme ortamlarında uygulamaya temel oluşturmaktadır. PSİKOLOJİNİN ALT DALLARI Psikolojinin felsefeden ayrılıp ayrı bir bilim dalı haline gelmesi Wundt un deneysel çalışmaları ile başladığı için ilk çalışmalar deneysel araştırmalar ile başlamıştır. Deneysel çalışmalardan toplanan bilgilerin farklı yaşam alanlarında kullanılmaya başlaması ile uygulamalı psikoloji alanları oluşmaya başlamıştır. Bu uygulama alanları insanın olduğu her yer olan sosyal, endüstri, gelişim, çevre, adalet, spor gibi pek çok alanı kapsamaktadır. İnsan davranışlarını açıklamak ve gereksinimlerini karşılamak amacıyla pek çok farklı alanlarda psikolojinin alt dalları gelişmeye başlamıştır. Bu alt dallar farklı kaynaklarda farklı gruplandırıldığı görülmektedir. Genellikle psikolojinin alt dalları deneysel psikoloji ve uygulamalı psikoloji olarak sınıflandırılmaktadır. Deneysel Psikoloji Deneysel yaklaşımı benimsemiş psikologlar, doğal olarak davranışçı ve bilişsel yaklaşımı benimseyen psikologlardır. Bunlar, organizmanın duyumsal uyaranlara nasıl yanıt verdiklerini, dünyayı nasıl algıladıklarını, nasıl öğrendiklerini, hatırladıklarını, akıl yürüttüklerini ve duygusal tepki gösterdiklerini araştırmak için deneysel yöntem kullanırlar (Atkinson ve diğerleri, 1996). Deneysel psikologlar çalışmalarını gerçek dünyadan çok laboratuar ortamında gerçekleştirirler. Genellikle deneysel psikolojinin elde ettiği veriler diğer uygulama alanlarının kullanımına sunulur. Deneysel psikoloji, fizyolojik psikoloji, psikofizyoloji, karşılaştırmalı psikoloji gibi laboratuar ortamlarında çalışan psikoloji alanlarını kapsamaktadır. 123

128 Fizyolojik Psikoloji Organizmanın davranışlarının fizyolojisini inceler. Özellikle sinir sistemi ve hormonların etkileşimi ile ortaya çıkan davranış değişiklikleri üzerinde araştırma yaparlar. Öğrenme, hafıza, beynin çalışması, duygulanım gibi fizyolojik psikoloji araştırmalarının hemen hemen büyük bir bölümü deneysel ortamda hayvanlarla yapılır. Psikofizyoloji Fizyolojik psikoloji ile benzerlik göstermelerine rağmen psikolojinin bu dalı, kalp ritim hızı, kan basıncı, derideki elektrik direnci, kas gerginliği, beynin elektriksel aktivitesi gibi insanların fizyolojik tepkilerini ölçmeye çalışırlar. Çoğu psikofizyologlar insanların stres altında iken gösterdikleri belirtileri saptamaya çalışırlar (Carlson ve Buskist, 1997). Karşılaştırmalı Psikoloji Farklı türlerdeki canlıların evrimsel olarak çevreye uyum sağlamaları ile ilgili davranışlarını incelemektedirler. Genellikle farklı canlılarda görülen saldırganlık, savunma davranışları gibi kalıtımsal davranış örüntülerini karşılaştırmalı olarak incelemektedirler (Carlson ve Buskist, 1997). Uygulamalı Psikoloji Uygulamalı psikoloji alanını insanın olduğu çok geniş bir alan belirlemektedir. Deneysel psikolojiden elde edilen bulguların insanın olduğu uygulama alanlarında kullanılmasını içermektedir. Endüstri, iletişim, sağlık, çevre, spor gibi toplumsal yaşamın çeşitli alanlarında insanların karşılaştığı problemlerin çözümü için çalışmaktadır. Gelişim Psikolojisi Yaşla birlikte insan özelliklerinin değişimini incelemektedirler. Rahimden mezara kadar insan davranışlarının gelişimsel değişimini incelemektedirler. Bireylerin yaşamları boyunca fiziksel, bilişsel, duygusal ve sosyal gelişim alanlarında meydana gelen sistematik değişimleri tanımlamaya ve açıklamaya çalışmaktadır. Örneğin yeni doğduğu andan itibaren çocukların dil gelişimini, bilişsel gelişimini incelemek, insanların gelişiminde kalıtımsal ve çevresel etkilerin rolünü incelemek gelişim psikolojisinin konu alanına girmektedir (Kalat, 2008; Cüceloğlu, 1997). Gelişimsel psikoloji bulguları, ikinci bir dil öğrenmenin ergenlik öncesinde daha başarılı olduğunu belirttiğinden bu nedenle pek çok ülkede okullarda ergenlik öncesi ikinci dil öğretimine başlanmaktadır. Bilişsel Psikoloji Bilişsel psikologlar, düşünme, muhakeme, karar verme gibi üst düzey zihinsel süreçlere odaklanırlar. Bilişsel süreçlerin gözlemlenebilir ve ölçülebilir davranışları nasıl etkilediğini incelerler. Bilişsel süreçlerin öğrenme ve motivasyon üzerindeki etkilerini araştırmak bilişsel psikolojinin görevlerindendir (Wittig, 2001). Sosyal Psikoloji İnsanoğlu sosyal bir varlıktır, yaşamı boynca diğer insanlara ihtiyaç duymaktadır. Sosyal psikologlar, bireylerin insanları nasıl etkilediğini ve insanların bireyleri nasıl etkilediğini incelemektedirler. Sosyal psikoloji, sosyal ilişkileri, kalıplaşmış davranışları, ön yargıları, tutumları, uyum sağlamayı, grup davranışlarını ve saldırganlık konularını inceler (Plotnik, 2009). Kültürler Arası Psikoloji Farklı kültürlerde yaşayan insanların davranışlarını karşılaştırılar. Sosyal psikolojiye benzemekle birlikte karşılaştırmalı psikolojide farklı kültürlerin özellikleri karşılaştırılır (Wittig, 2001). Doğu kültüründe ve batı kültüründe yetişmiş insanların özellikleri pek çok bakımdan farklılık göstermektedir. Doğu kültüründe yetişmiş bireyler daha çok davranışlarını aile gibi ait olduğu gruba göre belirlemekteyken batı kültürlerinde ise daha bireysel karar verebilmektedirler. Yine doğu ve batı kültürlerinde cinsiyet ayrımcılığı yaşanması, cinsiyet rollerinin farklılaşması kültürler arası psikolojinin inceleme alanına girmektedir. 124

129 Selamlaşma, farklı kültürlerde farklı davranışlarla yapılır. Bu durumun nedenini ve hangi psikolojinin alt dalı olduğunu tartışınız. Klinik Psikoloji Klinik psikologlar ileri derecede psikolojik sorunu olan bireylerin sorunlarını tedavi etmeye ve farklı terapi türlerinin davranış bozukluklarını tedavideki etkililiğini sınamaya çalışırlar. Klinik psikolog olabilmek için lisans eğitiminden sonra bu alanda uzmanlık eğitimi de almak ve hastanalerde staj yapmak gereklidir (Coon ve Mitterer, 2010; Kalat, 2008). Danışma Psikolojisi Klinik psikologlar gibi danışma psikologları da psikolojik sorunları olan kişilere sorunlarının üstesinden gelmeye yardımcı olmaya çalışırlar. Ancak klinik psikologlar daha ağır davranış bozukluğu olanları tedavi etmeye çalışırken danışma psikologları ise iş ve okulla ilgili daha hafif düzeyde sorun yaşayanların sorunlarını tedavi etmeye çalışırlar (Coon ve Mitterer, 2010). Eğitim Psikolojisi ve Okul Psikolojisi Eğitim psikolojisi ya da okul psikolojisi, psikoloji ilkelerini etkili öğrenme yaşantılarını artırmak için uygulamakla sorumludur. Genellikle çalışma alanları, öğrenme olanaklarını, programı, öğretim tekniklerini öğrencilerin gelişim özelliklerine uygun hale getirmek ve öğrenci sorunlarını çözmek gibi çalışma konularını kapsar. Eğitim psikoloğu ya da okul psikoloğu, öğrencilere akademik, kişisel ve mesleki konularda rehberlik ve danışma yapabilmektedir (Wittig, 2001). Örneğin son zamanlarda teknolojik gelişmeler sınıflara da yansımış artık bilgisayarlı öğretim başlamıştır. Sınıfların bu gelişmelere göre düzenlenmesi, teknoloji kullanımı ile sorunu olan öğrencilerin belirlenip eğitilmesi eğitim psikologlarının ve okul psikologlarının konu alanlarına girmektedir. Tüketici Psikolojisi Tüketicilerin tüketim alışkanlıklarını anlamak için satın alma motivasyonlarını açıklamaya çalışan psikolojinin bir dalıdır. Genellikle tüketici psikologlarının çalışma alanları marketler ve pazarlardır (Wittig, 2001). Bir ürünün daha iyi pazarlanabilmesi, hedef hitle tarafından daha çok tercih edilmesi için gerekli bilgiler tüketici psikolojisinin araştırma konularıdır. Tüketici psikologları marketlerde yer alan ürünlerin hedef kitleye hitap etmesi için ne tür çalışmalar yapabilirler? Açıklayınız. Çevre Psikolojisi Çevre psikolojisi insanlar ve fiziksel çevreleri arasındaki ilişkileri incelemektedirler. Çevrede oluşan değişikliğin insan davranışlarını, zihinsel süreçlerini nasıl etkilediği konusunda önemli bilgiler elde etmektedir. Hava kirliliği, çevre kirliliği, geri dönüşüm hareketleri çevre psikolojisinin konuları arasındadır (Wittig, 2001). Örneğin çevre kirliliğinin insanların davranışlarını nasıl etkilediği, küresel ısınmanın insan davranışlarını kısa vadede ve uzun vadede nasıl etkileyeceği gibi konular çevre psikologlarının araştırma konularıdır. Endüstri ve Örgüt Psikolojisi Endüstri psikolojisi, işyerinde ortaya çıkan problemleri değerlendirme ve mümkün olan çözüm yollarını geliştirmede yardımcıdır. Endüstri psikologları, örgütün verimini artırmak ve çalışanların ve işverenlerin iş doyumunu artırmak için gerekli çalışmalardan sorumludur. İş yerinde insan kaynaklarının doğru seçimi 125

130 ve yerleştirilmesi, işyerinde verim elde edebilmek için çalışanların özellikleri, işyerinin fiziki şartlarının düzenlenmesi, çalışanların ödemelerinin emeklerine uygun yapılması gibi konular endüstri psikologlarının görevleri arasınadır (Kalat, 2008; Wittig, 2001). Psikometrik Psikoloji Psikometri, insanların yetenek, beceri, zeka, kişilik ve anormal davranışlarının ölçülmesiyle ilgilenir. Bu alandaki psikologlar, hedeflerine ulaşmak için düzenli olark güncellenen, yararlılığı ve kültürel ön yargılardan arınmışlığı kontrol edilen çeşitli psikoloji testlerinin geliştirilmesi ile ilgilenirler. Bu testlerin bazıları insanların beceri ve yeteneklerini ölçüp belli durum ve kariyerlerdeki performanslarını önceden tahmin eder (Plotnik, 2009). İnsanların çalışma alanlarının artmasıyla psikolojinin alt alanlarıda artmaktadır. ayrışmaktadır. Psikolojinin alt alanlarının konuları farklı olmakla birlikte ortak noktaları, farklı yaşam alanlarında insanın uyumunu güçlendirmeye çalışmaktır. PSİKOLOJİK ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ Psikoloji, insan davranışlarını açıklamaya çalışan bir bilimdir. Davranışları açıklayan kuramların test edilmesi araştırmalar aracılığıyla yapılmaktadır. Kuram bilgilerinin sınanması için oluşturulan hipotezler araştırmalar aracılığı ile test edilir. Kabul edilen hipotezler kuram bilgilerini doğrularken red edilen bulgular ise kuramı doğrulamamaktadır (Myers, 2011). Örneğin psikolojide depresyonla ilgili kuramlar, düşük kendilik değerinin depresyona yol açtığını belirtmektedir. Bu kuramsal bilgiyi test etmek için hipotezler geliştirilir. Düşük kendilik değerine sahip insanların depresyon puanları da yüksek midir? şeklinde araştırma soruları oluşturulur. Bu araştırma sorularını araştırmak için gözlem yapılır ya da ölçekler uygulanır. Araştırmalar sonucu elde edilen bulgular kuramı destekler ya da desteklemez. Psikolojide, araştırılacak soruna uygun araştırma yönteminin seçimi de önemlidir. Genellikle hangi araştırma yönteminin kullanılacağız, araştırmanın amacına ve konusuna bağlı olarak seçilir. Konu açısından sosyal bilimlere yakın olan dallarda betimsel veya ilişkisel yöntemler kullanılır. Konu açısından biyoloji bilimine yakın olan dallarda deneysel türden araştırmalar yapılır. Araştırmacıların, davranışların doğasını ve nedenlerini objektif olarak açıklayabilmeleri bilimsel yöntemler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Psikolojide objektif bilgilere ulaşmak için üç bilimsel araştırma yöntemi kullanılır. Bunlar; gözlem, ilişkisel çalışmalar ve deneylerdir (Carlson ve Buskits, 1997). Davranışların Tanımlanması Psikolojide bilimsel çalışmalarda ilk aşama davranışın tanımlanması ile başlar. Araştırmacılar davranışları tanımlamak için vaka çalışması, anket ve gözlem tekniklerini kullanırlar (Myers, 2011). Olay İncelemesi Vaka incelemesi de denilen bu yöntem, bir kişinin derinliğine incelenmesi anlamında kullanılır. Örneğin beyninin belli bölgesinde hasar olan kişilerin davranışlarının izlenmesi olay incelemesine örnektir. Okulda riskli davranışlarda bulunan öğrencilerin uzun süreli izlenmesi bu yönteme örnektir. Bu yöntemle derinlemesine bilgiler elde edilmesi avantajlı yönüdür. Ancak uzun zaman boyunca tek bir kişinin incelenmesi ve elde edilen bilgilerin genellenememesi yöntemin dezavantajlı yönlerindendir (Myers, 2011). Survey İnsanların o konuda hazırlanmış sorulara verdikleri yanıtlara dayalı olarak belirli inanç, tutum ve davranışların yaygınlığını ölçmek için kullanılan araştırma yöntemidir. Bu yöntemde, kişilere kendi davranışları ve görüşleri hakkında bilgiler sorularak ve onların verdikleri tepkilere dayanarak bilgiler elde edilir. Bu yöntemle, gözlem ve olay incelemesi yöntemlerine göre daha yüzeysel bilgiler elde edilir (Kalat, 2008). Bu tür çalışmalarda araştırma yapılacak grubun seçimi ve sayısı da önemlidir. Genellikle hedef kitlesinin tümüne ulaşılması beklenemese de araştırma yapılacak kişilerin hedef kitleyi temsil 126

131 etmesi beklenir. Bu nedenle araştırma yapılacak örneklemin random yani tesadüfü seçilmesi önemlidir. Örneğin bir ildeki insanların sosyal hizmet kuruluşları hakkındaki algıları öğrenilmek isteniyor. Araştırma yapılacak grubun cinsiyet, sosyo-ekonomik düzey, eğitim, yaş gibi değişkenler açısından tüm ili temsil edebilecek düzeyde seçilmesi gerekir. Gözlem Davranışları tanımlamak için kullanılan yöntemlerden biri de gözlemdir. Gözlem, insan ve hayvanları araştırılacak özellik açısından gözlemleyerek kayıt tutmaktır. Gözlem yoluyla objektif bilgiler elde etmek için araştırma canlıların doğal ortamı içinde yapılmalıdır. Hayvan ve insan davranışlarının dikkatle gözlemlenmesi, bir çok psikolojik araştırmanın başlangıç noktasıdır. İncelenecek sorun kısmen biyolojik ise, gözlemsel yöntemler laboratuar kullanımını gerektirebilir. Gözlem yoluyla elde edilen bilgiler davranışları açıklamaz sadece tanımlar. Örneğin farklı ülkelerde insanların yaşam hızını ölçmek amacıyla yapılan gözlemlerde, Japonya ve Batı Avrupa ülkelerinde insanların daha hızlı hareket ettikleri, daha az gelişmiş ülkelerde ise daha yavaş hareket ettikleri gözlemlenmiştir (Myers, 2011). Bu gözlemler sonucu insanların neden yavaş tempolu oldukları bilgisine ulaşılamaz. Sadece kimin hızlı kimin yavaş olduğu sonucuna ulaşılabilir. İlişkisel Araştırmalar Survey ve gözlem araştırmaları, bir değişkenin diğeri ile ilişkisine yönelik bilgi verir. Değişkenler arasındaki ilişkinin yönü ve derecesi hakkında daha ayrıntılı bilgi ilişkisel araştırmalarla elde edilir. Bu tür araştırmalarda iki değişken arasında pozitif ya da negatif ilişki olduğu ya da hiç ilişki olmadığı sonucuna ulaşılır. Pozitif ilişki, bir değişken arttığında diğeri de bu değişkene bağlı artıyorsa iki değişken arasında pozitif ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, normal koşullarda yaş arttıkça kelime hazinesi de artıyorsa dil ile yaş değişkenleri arasında pozitif ilişki olduğu anlamına gelir. Negatif ilişkide ise, bir değişken arttığında buna bağlı olarak diğer değişken azalıyorsa negatif ilişkiden bahsedebiliriz. Örneğin, kendilik değeri azaldığında depresyon düzeyi artıyorsa bu iki değişken arasında negatif ilişkiden bahsedebiliriz. Eğer iki değişken arasında hiçbir bağlantı yoksa ilişkiden bahsedemeyiz. İlişkisel araştırmalarda ilişkinin yönü kadar derecesi de önemlidir. İlişkinin derecesi arasında değişmektedir. Uç değerlere gittikçe yüksek düzeyde ilişkiden, sıfıra yaklaştıkça düşük düzeyde ilişkiden bahsedilir. Deneysel Yöntem Deneysel yöntem, psikolojide olaylar veya değişkenler arasındaki sebep-sonuç ilişkisini en geçerli bir biçimde ortaya koyabilmeyi sağlayan yöntemdir. Bu yöntem koşulları özel hazırlanmış deney ortamlarında yapılır. Deney ortamı hazırlanırken araştırılacak değişkenlerden başka diğer değişkenler kontrol altına alınmaya çalışılır. Psikolojide deneysel araştırmalar, tiroid hormonunun insan davranışları üzerindeki etkilerinin incelendiği biyolojik araştırmalarda kullanıldığı gibi tv programlarının çocuklar üzerindeki etkileri, öfke kontrol programının öfke davranışları üzerindeki etkisi gibi sosyal araştırmalarda da kullanılabilir (Kalat, 2008). Psikolojide, biyolojik araştırmaların dışında deneysel araştırmalar özel laboratuar ortamlarında gerçekleştirilmez. Koşulları düzenlenmiş odalarda gerçekleştirilir. Deneysel araştırmalarda deneyin etkililiğinin incelenmesi için deney grubu ve kontrol grubu oluşturulur. Deney grubu işlemin gerçekleştirildiği gruptur. Öfke kontrol eğitiminin verildiği gruba deney grubu denir. Kontrol grubu ise özellikleri açısından deney grubuna benzer ama hiçbir işlem yapılmayan gruptur. Deneysel işlem sonucunda deney grubunda kontrol grubuna göre öfke kontrol düzeylerinde bir değişim gözlenmişse bu deneyin etkililiğini göstermektedir. 127

132 PSİKOLOJİK ARAŞTIRMALARDA ETİK ANLAYIŞ Psikoloji alanında yapılan araştırmalarda araştırmacı bilimsel bir tutuma sahip olmalıdır. Araştırmacı öncelikle araştırma yapacağı kişilere karşı sorumluluğa sahiptir. Özellikle deneysel araştırmalarda deney yapılacak kişilerden onlara ne yapılacağı, kendilerini neyin beklediği, ne kadar süreceği gibi konularda aydınlatıcı kısa bilgilendirmeler yapılarak işlemin yapılmasına dair izin alınmalıdır. Bazı özel durumlarda sadece kişinin kendisinden izin almak yeterli olmayabilir. Bu durumlarda kişinin en yakınından da izin alınmalıdır. Örneğin çocuklarla, kendisi hakkında bilinçli karar veremediğine inanılan ağır davranış bozukluğu olan kişilerle çalışılırken yakınlarından izin alınmalıdır (Myers, 2011; Kalat, 2008). Psikolojide araştırmaların çoğu hayvanlarla yapılmaktadır. Genellikle sağlığı bozucu risk taşıyan, insanların yaşamlarını kontrol etmenin zor olduğu araştırmalar gibi insanlarla yapılması uygun olmayan araştırmalarda hayvanlar kullanılmaktadır. Özellikle bir türün bir çok neslinin bir özellik açısından incelendiği yıllar boyu süren araştırmalarda deney ortamlarında hayvanlarla çalışılmaktadır. Şismanlık, stres, öğrenme gibi konularda hayvanlarla yapılan çalışma sonucunda elde edilen bulgular olumlu ise insanlarla da çalışmalara devam edilmektedir. Araştırmacılar arasında hayvanlarla deney yapılması konusunda uzlaşmazlıklar olsa da insanlık yararına hayvanlarla çalışmalar yapılması uygun görülmektedir. Bununla birlikte hayvanlara acı çektirerek yapılan sonuçsuz araştırmalar da uygun görülmemektedir. Amerikan psikologlarlar birliği gibi kuruluşlarda hayvanların araştırmalarda kullanılmasına yönelik etik kurallar oluşturulmuştur (Kalat, 2008). 128

133 Özet Psikoloji davranış ve zihinsel süreçleri konu edinen bir bilimdir. Bu tanım içindeki kavramlara odaklanacak olursak; davranış, eylemler, duygular ve biyolojik durumları içerirken zihinsel süreçler ise zeka, problem çözme ve hafıza gibi süreçleri içermektedir (Pastorino ve Doyle- Portillo, 2010). Psikolojinin esas konusu, insanların neyi nasıl yaptıklarını açıklamaktır. Bu amacına ulaşmak için psikoloji, insan davranışlarını tanımlamak, anlamak, tahmin etmek ve kontrol etmek için çalışır. Psikoloji, bu amacına ulaşmak için insanın özelliklerini açıklarken bireysel düzeyde tıp bilimlerinin, topluluk olarak sosyal bilimlerin, doğayla ilişkileri boyutunda doğa bilimlerinden yararlanmaktadır. Psikolojinin tarihine baktığımızda, 19. yy a kadar felsefenin altında ele alınmış, 1879 yılında Wundt un deneysel bir laboratuar açması ile ayrı bir bilim dalı olma yolunda ilk adımlarını atmıştır. Wundt un temsilciliğinde zihin işleyişini parçalara ayırarak inceleyen yapısalcılık yerini James ile zihnin işleyişine odaklanan işlevselciliğe bırakmıştır lü yılların ilk yarısında Freud un etkisiyle davranışları ve bozuklukları açıklamada erken çocukluk yaşantılarına ve bilinçdişi yaşantılara yönelen psikoloji 1960 a kadar Watson ve Skinner in davranışçılık öğretileriyle, gözlemlenebilen davranışların bilimi olarak yeniden tanımlamıştır lerden sonar Humanist psikoloji, günümüz çevresel koşulların ve yaşantıların bireyin potansiyel gelişimini etkilediğini vurgulamıştır lardan sonra psikolojide ilk dönemlerde olduğu gibi bilişsel süreçlere olan ilgi tekrar ortaya çıkmıştır. Bugün ise psikoloji gözlemlenebilen davranışlar ve içsel düşünce ve duyguları kapsayacak şekilde davranış ve zihinsel süreçlerin bilimi olmuştur. Psikolojide insanların gereksinimlerini karşılayabilmek için pek çok farklı alt alan ortaya çıkmıştır. Bunlar temelde deneysel ve uygulamalı psikoloji alanları olarak ikiye ayrılmaktadır. Deneysel psikoloji alanı altında fizyolojik psikoloji ve karşılaştırmalı psikoloji yer almaktadır. Uygulamalı psikoloji altında gelişim, bilişsel, sosyal, kültürler arası, klinik, danışma, eğitim, tüketici, çevre, endüstri psikolojisi olmak üzere pek çok alandan bahsedilebilir. Araştırmacıların, davranışların doğasını ve nedenlerini objektif olarak açıklayabilmeleri bilimsel yöntemler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Psikolojide objektif bilgilere ulaşmak için üç bilimsel araştırma yöntemi kullanılır. Bunlar; gözlem, ilişkisel çalışmalar ve deneylerdir. Araştırmalar yapılırken insanlar ve hayvanlar kullanılmaktadır. Hem insanlarla hem de hayvanlarla yapılan araştırmalarda araştırmacının uymak zorunda olduğu etik davranışlar vardır. 129

134 Kendimizi Sınayalım 1. Psikolojinin asıl amacını belirten ifade hangisidir? a. Gözlenebilen davranışları incelemek b. Bilinçli davranışları incelemek c. İnsanın neden ve nasıl davrandığını araştırmak d. Hayvan davranışlarını incelemek e. Bilinçdışı süreçlerin insan davranışlarına etkisini incelemek 2. Freud un geliştirdiği Psikanalitik yaklaşımda insan davranışlarını etkileyen temel etken nedir? a. Bilinçli yaşantılar b. Bilinç dışı yaşantılar c. Gözlenebilen davranışlar d. İhtiyaçlar e. Zihnin işleyişi 3. Psikolojideki kuramlar psikolojinin hangi amacı için kullanılır? a. Davranışları açıklama b. Davranışları tanımlama c. Davranışları tahmin etme d. Davranışları araştırma e. Davranışları öğrenme 4. Örgütlerin verimliliğini artırmaya çalışan psikolojik uzmanın adı nedir? a. Endüstri psikoloğu b. Danışma psikoloğu c. Tüketici psikoloğu d. Sosyal psikolog e. Antropolog 5. Kültürel değerlerin insan davranışlarını nasıl etkilediğini araştıran psikolojinin alt dalı hangisidir? a. Klinik psikoloji b. Endüstri psikolojisi c. Kültürler arası psikoloji d. Tüketici psikolojisi e. Gelişim psikolojisi Gelişim özelliklerine gore bireyin öğrenme davranışlarını inceleyen psikolojinin alt dalı hangisidir? a. Klinik psikoloji b. Endüstri psikolojisi c. Kültürler arası psikoloji d. Tüketici psikolojisi e. Gelişim psikolojisi 7. Amacı, reklamlarda gösterilen ürünlerin hedef kitlenin beğenisini kazanması için çalışan psikolojinin alt dalı hangisidir? a. Klinik psikoloji b. Endüstri psikolojisi c. Kültürler arası psikoloji d. Tüketici psikolojisi e. Gelişim psikolojisi 8. Çocukların izledikleri saldırgan içerikli çizgi filmlerin davranışlarına olan etkisini araştırmak için en uygun araştırma yöntemi hangisidir? a. Survey b. Gözlem c. Deneysel d. İlişkisel e. Tarama 9. Öğrencilerin çalışma saatlerinin artmasıyla başarı seviyeleri düşerse bu değişkenler arasında ne tür bir ilişkiden bahsedilebilir? a. Pozitif ilişki b. Negatif ilişki c. İlişkisiz d. Deneysel e. Betimsel 10. Aşağıdakilerden hangisi psikolojik araştırmalarda uyulması gereken etik değerlerden biri değildir? a. Deneğin iznini almak b. Deneği araştırma hakkında bilgilendirmek c. İstediği zaman araştırmadan ayrılabileceğini bildirmek d. Sağlığı bozucu risk taşıyan araştırmaları insanlarla yapmamak e. Hayvanlarla yapılan araştırmalarda etik kurallara uymamak

135 Yaşamın İçinden Cinsiyet Seçimi Etik mi? Kaynak: ( ) Preimplantasyon genetik tanı adı verilen ve embriyonun genetik yapısını ve kromozom kuruluşunu belirleyebilen tekniklerin gelişmesi ile embriyonik aşamada cinsiyet belirlenmesi de mümkün hale gelmiştir. Bu tekniğin uygulanabilmesi için Tüp bebek uygulamasına ve bu uygulama ile embryo oluşturulmasına gereksinim vardır. Tüp bebek uygulamaları etkinlikleri ve güvenilirlikleri oldukça uzun sürelere yayılan takipler ile kanıtlanmış uygulamalardır. Cinsiyet seçiminin gündeme gelmesi ile iki son derece tartışmalı etik konu gündeme gelmiştir. Bunlardan ilki, sadece doğacak çocuğun cinsiyetini belirlemek için tüp bebek ve PGT uygulamalarının yapılmasının ne derece doğru ve etik olduğudur. Tüp bebek uygulamalarının oldukça güvenli olması nedeni ile bu amaçla Tüp bebek yapılması kabul edilebilir bir uygulama olabilir. Hayati tehlike ve önemli komplikasyon riski son derece azdır. ABD de para karşılığında yumurta bağışı yapılmasının etik ve kabul edilebilir olması da bu savı desteklemektedir. Sonuçta yumurta bağışı yapacak olan kişiler sağlıklı ve genç olup bunu sadece para karşılığında yapmaktadır. Ancak konu cinsiyet seçimi olunca başka bir etik problem devreye girmektedir. O da karşı cinse ait oluşmuş embriyoların ne yapılacağı konusudur. Embriyoların sadece istenmeyen bir cinse ait olmaları nedeni ile atılmaları bir nevi ayrımcılık olup genelde kabul görmesi zordur. Embriyoların daha sonra kullanılmak üzere dondurulup saklanmaları diğer bir seçenektir. Ancak taze embriyo transferi sırasında istenmeyen cinsiyetteki embryoların daha sonra da istenmeyecekleri göz önüne alındığında bu da çok mantıklı görünmemektedir. Aile dengelenmesi amacı ile (oğlu olanların kız, kızı olanların oğlan istemesi) tüp bebek ve PGT yapılması ise bazı çevrelerce etik görülmesine rağmen karşı cinse ait embriyoların ne yapılacağı konusu ağırlıklı olarak etik önemini korumaktadır. İkinci soru ise, başka nedenlerden dolayı tüp bebek yaptıran çiftlerde bebeğin cinsiyetinin 131 belirlenmesinin etik olup olmadığıdır. Bu gibi durumlarda da ilk bebek için cinsiyet seçimi genel olarak kabul görmemektedir. Daha önce tüp bebek ile gebe kalmış veya normal yoldan gebe kalmış, ancak ikinci bebek için tüp bebek gerektiren çiftlerde ise karşı cinsin seçilmesi etik açıdan kabul edilebilir görünmektedir. Bu durumda genelde kız çocuğu olanların erkek, erkek çocuğu olanların ise kız seçecekleri düşünülürse dengesiz bir dağılım olmayacaktır. Öte yandan kısır olan bu çiftlerde arta kalan embriyoların daha sonra kullanılmak amacı ile dondurulup saklanabilme olanağı vardır. Bir cinse ait çok sayıda çocuğu olan çiftlerde ise (örneğin 6 erkek veya 6 kız) tüp bebek ve PGT ile cinsiyet seçimi yapılması ise başka etik tartışmalar yaratacak önemli bir konudur. Burada da karşı cinse ait embriyoların yok edilmesi problemi ortaya çıkmaktadır. Cinsiyet seçiminin genelde popülasyondaki erkek kız oranının nasıl etkileyeceği de tartışılmaktadır. Bu uygulamaların geniş çapta kullanılması ile çeşitli kültürlerde tercih edilen cinsiyet olan erkeklerin artacağı kuşkusu olsa da uzun vadede bunun dengeleneceği ve tercih edilen cinsiyetin kız olacağı düşünülmektedir. Mevcut tüp bebek uygulamalarının genel popülasyondaki oranına bakılacak olursa bugün için bu önemli bir sorun gibi görünmemektedir. Cinsiyet seçimini savunanlar bunun genelde artan dünya nüfusuna bir denge getireceğini ve ailelerin genellikle karşı cinsten iki çocuğa sahip olduktan sonra artık çocuk yapmayacaklarını söylemektedirler. Cinsiyet seçimini savunanların diğer bir tezi ise istenmeyen cinsten olan çocukların daha az sevgi ile yetişeceği ve hatta karşı cinse ait çocukların cinsiyet saptandıktan sonra düşükle sonuçlanabileceğidir. Sonuç olarak cinsiyet seçimi etik mi değil mi sorusunun basit bir cevabı olmadığını ve her iki tezi savunanların da haklı oldukları noktalar olduğu görülmektedir. Gelecekte çok daha fazla tartışmaların yaşanacağı, bu konuda aileler, doktorlar, hukukçular ve etikçilerin bir araya gelerek en doğru cevapları bulacağı kanısındayım.

136 Okuma Parçası Çocukları Reklamların Zararlı Etkilerinden Koruyabilme Kaynak: insan.htm, ( ) Her yıl, gençleri ve çocukları belli ürünleri almaya ikna edebilmek adına reklam ve pazarlamaya milyarlarca lira ayıran firmaların çabaları sonucu ortalama olarak bir çocuk yılda televizyon reklamına maruz kalıyor. Öyle ki reklamlar çocuklara yalnızca televizyon aracılığıyla değil, okullardaki kimi sponsorluk faaliyetleriyle de ulaştırılıyor. Araştırmalar, reklamların çocuklar üzerinde oldukça etkili olduğunda hemfikir. Herhangi bir reklama bir kez bile maruz kalmış olsa, çocuklar reklamın içeriğini unutmuyor ve ürüne sahip olma arzuları doğduysa ilk gördükleri anda onu alma eğiliminde oluyorlar. Bilim insanları reklamlardaki kimi mesajların çocukların davranışlarını da etkilediğini öne sürüyor. Örneğin, şekerleme, cips vs. gibi sağlıksız "abur cubur" reklamlarının çocuk obezitesinin artışında etkili olduğu düşünülüyor. Çocuklukta edinilen bu yanlış yeme eğilimleri ne yazık ki hayat boyu devam ediyor. Araştırmalar, özellikle de çocukların odalarında yalnız başlarınayken izledikleri reklamların etkilerinden kaygılanıyor. Çünkü bu durumda, yanlarında onlara izlediklerinin ne derece yararlı ya da zararlı olduğunu açıklayacak bir büyük bulunmuyor. Çocuklara yapılacak bu açıklamalar biz büyüklerin düşündüğünden çok daha önemli. Çünkü çocuklar kendilerine söylenen her sözün doğru ve dürüst gerçekliği yansıttığına inanıyor. Zaten tam da bu yüzden bir çocuğu kandırmak bir büyüğü ikna etmekten oldukça kolay. Bunun yanı sıra, firmalar ürün satışını arttırabilmek için psikolojik bulguları da sonuna kadar kullanıyor. Çocukları ve aileleri ürünü almaya ikna ederken gelişimsel psikoloji literatüründeki verilerden yola çıkan değişik stratejiler deneniyor. Gelişmiş ülkeler özellikle de reklamların ikna edici mesajlarını idrak edebilecek bilişsel gelişime henüz ulaşamamış 8 yaş ve altı çocukları hedef alan reklamların yasaklanması yolunda adım attı bile. Ayrıca reklamların çocuklar üzerindeki etkilerini araştırmak adına yeni fonlar ayırıyorlar. En kısa zamanda genç nüfusun büyük çoğunluğu oluşturduğu ülkemizde de benzer önlemlerin alınmasını umut ediyoruz. Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise Psikolojinin tanımı ve amacı başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 2. b Yanıtınız yanlış ise Psikolojide yaklaşımlar başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 3. a Yanıtınız yanlış ise Psikolojide yaklaşımlar başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. a Yanıtınız yanlış ise Psikolojinin alt dalları başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 5. c Yanıtınız yanlış ise Psikolojinin alt dalları başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 6. e Yanıtınız yanlış ise Psikolojinin alt dalları başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 7. d Yanıtınız yanlış ise Psikolojinin alt dalları başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise Psikolojik araştırma yöntemleri başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 9. b Yanıtınız yanlış ise Psikolojik araştırma yöntemleri başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise Psikolojik araştırmalarda etik anlayış başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 132

137 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Psikolojinin bilişsel, duyuşsal ve psikomotor davranışlarla ilgilenir. Bilişsel davraniş, zihindeki bilgilerle ilgili olan davraniştir. Duyuşsal davraniş, duygularla ilgilidir. Psikomotor davranişlar ise insanin bedensel hareketlerini ifade eder. Sıra Sizde 2 Psikoloji kültürel değerlerin insan davranışlarına olan etkilerini araştırırken sosyal bilimlerden antropoloji, sosyoloji ve kültürel antropolojinin bulgularından yararlanır. Sıra Sizde 3 Psikolojinin ayrı bir bilim olmasından beri yapısalcılık, işlevselcilik, davranışçılık, psikanalist, hümanist, bilişsel ve eklektik yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Yapısalcı yaklaşım, zihinsel süreçlerin ögelerine odaklanırken işlevselci yaklaşım zihinsel süreçlerin işleyişine odaklanmıştır. Psikanalist yaklaşım, bilinçdışı yaşantılara odaklanırken davranışçılar, gözlemlenebilen davranışlara odaklanmıştır. Hümanist yaklaşım insanın kendini gerçekleştirmesine inanırken bilişselciler tekrar zihinsel süreçlerin davranışları etkilediğini vurgulamışlardır. Eklektik yaklaşım ise tüm yaklaşımlara göre davranışı incelemiştir. Sıra Sizde 4 Selamlaşma, farklı kültürlerde farklı davranışlarla yapılır. Örneğin Türkiye de sağ el başa dokunarak, tokalaşarak, iki yanaktan öpüşerek yapılırken, Ruslarda cinsiyet farkı gözetmeksizin dudaklardan öpüşerek yapılmaktadır. Uzak doğu ülkelerinde eller göğüs hizasında birleştirilir ve hafif baş öne eğilerek yapılır. Selamlaşma davranışı o ülkenin kültürü tarafından etkilenmektedir. Kültürün insan davranışlarına etkisi ise kültürler arası psikolojinin konusudur. Sıra Sizde 5 Tüketici psikologları marketlerde yer alan ürünlerin hedef kitleye hitap etmesi için öncelikle hedef kitlenin ihtiyaçlarını belirlemek durumundadırlar. Ürünü benzerlerinden farklı kılan bir yanını ortaya çıkarmak, reklamını sevilen ve tanınan bir ünlü ile yapmak gibi pek çok çalışma yapmalıdırlar. Yararlanılan Kaynaklar Atkinson, R.L. ve diğerleri (1996). Bilimsel ve İnsani bir Çaba Olarak Psikoloji. Psikolojiye Giriş. (Çeviri, Yavuz Alogan), Ankara: Arkadaş yayınları. Carlson, N. R. ve Buskist, W. (1997). Psychology, USA: Allyn and Bacon. Coon, ve Mitterer, (2010). What is Psychology. Introduction to Psychology, USA: Wadsworth. Kalat, J.W. (2008). What is Psychology. Introduction to Psychology, USA: Thomson Higher Education. Pastorino, E. ve Doyle-Portillo, S. (2010 ). What is Psychology. What is Psychology Essentials, USA: Wadsworth. Plotnik, R. (2009). Psikolojiyi Keşfetmek. Psikolojiye Giriş. Çeviren Tamer Geniş. Kaknüs yayınları, İstanbul. Myers, D.G. (2011). Thinking Critically with Psychological Science. Exploring Psychology, USA: Worth Publishers. Wittig, A.F. (2001). Psychology: Definition and History. Introduction to Psychology, USA: McGraw Hill. 133

138 6 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Duyumu ve algıyı tanımlayabilecek, Duyum ile algı arasındaki farklılıkları ifade edebilecek, Algısal ilkeleri açıklayabilecek, Algılama süreci ile bireysel farklılıklar arasındaki ilişkiyi açıklayabilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz. Anahtar Kavramlar Duyum Algı Duyu organları Algıda gruplama ilkeleri Üç boyutlu algılama Algı yanılsamaları Eşik Fark eşiği Algıda değişmezlik İçindekiler Giriş Duyum Duyum Süreci ve Duyu Organları Algı Algılamada Gestalt İlkeleri Algı-Dikkat İlişkisi Algısal Değişmezlikler Üç Boyutlu Algılama Algı Yanılsamaları 134

139 Duyum ve Algı GİRİŞ Anadolu Üniversitesi ni yeni kazanan Aysel Eskişehir otobüs terminaline iner inmez titreşimini iç organlarında hissettiği çok yüksek bir sesle irkildi. Aysel o ana kadar böyle bir ses duymamıştı. Birden içgüdüsel bir hareketle kulaklarını kapattı, başını aşağı doğru eğerek kendisini korumaya aldı. Ne olup bittiğini anlamak için etrafına baktığında çevresindekilerin bu durumu önemsemediğini fark edince çok şaşırdı. Geldiği otobüsün şoförüne bu sesin neye ait olduğunu sordu. Şoför, havalanan bir sonraki savaş jetini göstererek, Bunlar, savaş jetleri, burada askeri bir hava üssü var. Zaman zaman uçuş yaparlar. Sen de burada yaşayanlar gibi zamanla bu seslere alışırsın. dedi. Aysel, şaşkınlık içerisinde kulaklarını kapatarak korumaya çalıştı. Aysel in bu deneyimi aynı uyarıcıların farklı şekillerde algılandığını, aynı sesin Aysel tarafından ve çevresindeki insanlar tarafından farklı yorumlandığını ortaya koymaktadır. Bu bölümde çevreden bilgi toplamamızı sağlayan duyum süreci ile toplanan bu verilerin anlamlandırılıp uygun tepkiler verilmesini mümkün kılan algılama sürecinden söz edilecektir. Günümüzde farklı rahatsızlıkları nedeniyle görme ve işitme duyusunu kaybetmiş olan bireylere operasyonlarla müdahalelerde bulunulmakta, göz ve kulaklarına elektronik çipler takılarak ya da diğer yardımcı araçlarla doğal görme ve işitme yetileri kadar mükemmel olmasa da sınırlı bir görme ve duyma olanağı sağlanabilmektedir. Teknolojinin çok gelişmiş olmasına rağmen, günümüz teknolojileri insan duyu organlarının mükemmelliğini karşılayabilecek düzeye henüz ulaşamamıştır. Duyu organları bireylerin hayatta kalmasını sağlayacak olan bilgilerin sağlanması ve dolayısıyla uyum sağlamasını kolaylaştırma sürecinde oldukça önemli roller üstlenmektedir. Bireyin hayatta kalma mücadelesinde ve çevresine uyum sağlamasında son derece önemli olan duyum ve algı konusu tarih öncesi dönemden bu yana pek çok bilim adamının dikkatini çekmiş, günümüze kadar süren bu ilgi bu konuda birçok açıklamanın temelini oluşturmuştur. Tarih öncesi dönem filozoflarının açıklamaları bu konuda önemli adımlar atılmasına yol açmıştır. Plato ya göre duyu organları ile ilgili toplanan bilgiler gerçeğin mükemmel yansıması değildir. Bir başka deyişle, duyular gerçekle ilgili eksik ve hatalı veriler sağlamaktadır. Bizim gerçek dünyayı mükemmel ve hatasız şekilde algılamamızı sağlayan ise doğuştan getirmiş olduğumuz kalıplardır. Plato ya göre, insanoğlu alan, mesafe, yoğunluk ve zaman gibi kavramlara ilişkin belli kalıplarla dünyaya gelmekte, doğuştan getirilen bu kalıplar ise duyular aracılığıyla toplanan eksik ve hatalı bilgilerin düzeltilip, tamamlanması sürecinde görev almaktadır. Dolayısıyla gördüğümüz, hissettiğimiz dünya doğuştan getirilen ve zihnimizde yer alan bu yapı ve kalıpların çevreden toplanan bilgileri şekillendirmesi ile ortaya çıkmaktadır. Bazı filozoflar ise insan duyularının mükemmel olduğunu bu nedenle de gerçeğe ilişkin hatasız ve doğru bilgiler sağladığını savunmuştur. Bu nedenle, duyu ve algılarımız gerçeğin olduğu gibi yansıtılmasını sağlamakta, zihinsel süreçler algılama sürecinde önemli roller üstlenmemektedir. Aristo gibi bazı filozoflar da iki uçta yer alan bu iki görüş arasında uzlaşıya varılması gerektiğini savunmuş, bazı algısal özelliklerin duyular tarafından hatasız ve eksiksiz olarak algılandığını, hareket, sayı, renk gibi bazı algısal özelliklerin ise zihinsel süreçler aracılığıyla hatasız hale getirildiğini belirtmiştir. Bu arabulucu görüş, algı ile ilgili çalışmaların duyum ve algı olarak iki ayrı başlık altında gerçekleştirilmesine yol açmıştır(coren, 2003). 135

140 Modern psikolojisinin kurucusu Wundt, duyum ve algıyı iki ayrı olgu olarak ele almış, duyumu yoğunlukla ve nitelikle belirlenen, parçalanamayan, bölünemeyen yaşantı birimi olarak tanımlamıştır. Algının ise birkaç duyumun bir araya gelmesiyle oluştuğunu öne sürmüştür. Günümüzde de çok keskin olmasa da bu iki olgu ayrı başlıklar altında ele alınmaktadır. Duyum basit uyarıcılar sonucu ortaya çıkan anlamsız yaşantılar olarak tanımlanırken, algı karmaşık ve anlamlı uyarıcıların bir araya getirilmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Sonuçta algı duyumların birleştirilip, bütünleştirilmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Duyulan herhangi bir ses duyum, bu sesin ambulans sesi olduğunu fark etme ise algıdır. Yukarıda verilen örnekte, Aysel in kulaklarına gelen sesin kulak zarını titreştirmesi ve Aysel in bu sesi enerji olarak hissetmesi duyum, bu sesin üzerinden havalanan savaş jetine ait olduğunu fark etmesi algıdır. Örnekte de görüldüğü gibi duyum çevredeki değişimin, uyarıcının fark edilmesi; algı ise bu değişim ya da uyarıcının anlamlandırılmasıdır. Bir başka deyişle, duyum daha fiziksel, algı ise daha bilişsel bir olgudur. Çünkü duyum süreciyle fark edilen enerjiler beynin ilgili bölgelerine taşınmakta, herhangi bir yorumlama ya da çıkarımda bulunulmamaktadır. Algılama sürecinde ise duyumlar yoluyla elde edilen bilgiler birey tarafından bir araya getirilirken bilişsel sistem tarafından yorumlanmakta, anlamlandırılmaktadır. Bu yorumlama, anlamlandırma sürecinde bireyin yaşantıları ve önceki öğrenmeleri de işin içine girdiği için bireyin algıları kendisine özgüdür. Bunun en güzel örneği aynı uyaranın farklı bireyler tarafından farklı olarak algılanmasıdır. DUYUM Duyum, çevredeki enerji değişiminin fark edilmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. İnsanoğlu sürekli değişim ve devinim gösteren farklı enerjilerle dolu bir ortamda yaşamaktadır. İnsanoğlu doğduğu andan itibaren anne karnının karanlık ve görece sessiz, yalıtılmış ortamından sonra sürekli değişim gösteren enerji türleriyle karşı karşıya kalmakta, birçok açıdan değişim gösteren farklı enerji türleri ise denge kurma eğilimi nedeniyle insanoğlunu yeni ortama uyum sağlama süreci konusunda harekete geçirmektedir. Bir başka deyişle, değişim bireyin sisteminde dengesizliğe yol açtığı için, birey bu dengesizliğin üstesinden gelebilmek için çaba harcamakta, bu çaba sonucunda da değişen çevresine ayak uydurarak yaşamını sürdürmektedir. Değişen çevreye uyum sağlama ise çevre ile ilgili bilgi toplamakla mümkün olmaktadır. Peki çevreden gelen bilgiler nasıl toplanmaktadır? Gözlerinizi kapatıp, kulaklarınızı tıkayarak 5 dakika bu şekilde kalmayı deneyiniz. Neler düşündünüz? Neler hissettiniz? Gözlerinizi kapattığınızda gözünüze hiç ışık gelmediği, kulağınıza bir ses çalınmadığı için çevrenizde neler olup bittiğini tahmin etmeye çalıştınız, muhtemelen rahatsız oldunuz. Çünkü çevreden gelen bilginin hem miktarında hem de niteliğinde azalma olmuştur. Peki, bilginin azalması neden rahatsızlık oluşturmaktadır? Gözler ve kulaklarınız çevre hakkında bilgi toplayamadığı için çevreyi düzenleme, kontrol etme yetiniz sınırlanmakta, değişen çevreye uyum sağlama süreciniz olumsuz yönde etkilenmektedir. Bazı durumlarda da gözlerinizi kapatmanız ya da kulağınızı tıkamanız sizin kendinizi daha iyi hissetmenize de neden olabilmektedir. Örneğin, çok fazla aydınlatılan, çok gürültülü bir ortamda iseniz bu şekilde hareket ederek yine sisteminize gelen bilgileri ya da uyarıcı düzeyini azaltarak yine uyum sürecinizi kontrol etmeye çalışırsınız. Bu örnekte de görüldüğü gibi çevreyle ilgili bilgi toplama süreci göz, kulak, burun, dil ve deri gibi duyu organları aracılığıyla gerçekleşmekte ve kontrol edilmektedir. Bu beş duyu organı dış çevreden bilgi toplarken, denge ve hareket duyumları da vücudun içsel durumu ile ilgili bilgi sağlamakta bireyin ayakta kalmasını ve hareket etmesini mümkün kılmaktadır (Wittig, 2001). Duyu organları içsel ve dışsal çevre ile ilgili bilgileri toplayarak beyne iletmekte, bir anlamda beyin ile çevre arasında aracılık görevi üstlenmektedir. Çünkü beyin çevreden gelen ışık, ses, tat gibi fiziksel enerji türlerinin hiç birini işleyememekte, sadece elektrik enerjisine duyarlılık göstermektedir (Atkinson, Atkinson, Smith, Bem ve Hilgard, 1990). Beynin ihtiyaç duyduğu elektriksel akımı ise duyu organları sağlamakta, çevreden toplamış olduğu fiziksel enerjiyi elektriksel sinir akımına dönüştürmektedir. Duyum sürecinin temel işlevi nedir? 136

141 Duyum Süreci Tüm duyu organları aldıkları enerjiyi elektrik enerjisine dönüştürseler de her duyu organı farklı enerji türüne duyarlılık göstermektedir. Örneğin, göz ışık olarak adlandırılan elektromanyetik dalgalara duyarlı iken, kulak günlük dilde ses olarak adlandırılan havadaki basınç değişikliklerine (titreşimlere) duyarlıdır. Dil ve burun ise kimyasal enerjilere duyarlıdır. Duyu organları sadece duyarlı oldukları enerji türü açısından değil, aynı zamanda görünüş, işleyiş ve yapısal açıdan da birbirinden farklılık göstermektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Bu farklılıklara rağmen, bütün duyu organlarında ve duyum sürecinde ortak olan noktalar da bulunmaktadır (Wittig, 2001). Duyu organlarındaki farklılıklara rağmen her duyu organının duyusal süreçte izlediği aşamalar temel olarak aynıdır. İlk aşamada duyumun gerçekleşmesi için duyu organlarının uyarılması, bunun için de bir uyarıcı gerekmektedir. Uyarıcı, genel olarak bireylerin çevresindeki enerji biçimleri olarak tanımlanmaktadır. Uyarıcı olarak nitelendirilen nesne çevresine enerji yaymakta, bu fiziksel enerji türüne duyarlı olan duyu organı harekete geçmekte, duyu organındaki alıcı olarak adlandırılan özel dönüştürücü hücreler (transducers) enerjiyi alarak işlemekte, fiziksel enerjiyi beynin algıladığı elektriksel sinir enerjisine dönüştürmektedir. Örneğin, yan yana duran biri kırmızı diğeri yeşil olan elmalar farklı dalga boylarında ışık yaymakta, bu farklı dalga boyundaki enerjiler gözdeki alıcı hücreler tarafından alınarak elektriksel enerjiye dönüştürülmekte, daha sonra da elektriksel sinir akımı ilgili beyin bölgesine iletilerek duyum olarak kaydedilmekte böylece duyum süreci tamamlanmaktadır. Bir başka ifade ile duyum sürecinde verilerin işlenmesi duyu organlarında başlasa da duyum beyinde gerçekleşmekte ve tamamlanmaktadır (Wittig, 2001). Özetlenecek olursa, duyum süreci çevreden gelen fiziksel enerjilerin özel alıcı hücreler tarafından sinirsel elektrik enerjisine dönüştürüldükten sonra ilgili beyin bölgesine iletilerek, bu bilgilerin beyne kaydedilmesi olarak tanımlanabilir. Burada dikkat çeken noktalardan biri de her duyu organının beyindeki farklı bölgeleri uyarmasıdır. Örneğin gözün dönüştürdüğü enerji görme ile ilgili beyin bölgesine (occipital lob), kulağın dönüştürdüğü enerji ise işitme ile ilgili olan temporal bölgeye gönderilmekte ve bu bilgiler duyum olarak kaydedilmektedir. Duyum sürecindeki ortaklık ve farklılıkları açıklayınız. Mutlak Eşik, Fark Eşiği ve Psikofizik Yöntem Duyum sürecinde ortak olan noktalardan biri uyarıcının duyu organı tarafından fark edilmesi için belli bir düzeyde, belli bir güçte olması gerektiğidir. Duyu organlarının duyarlı olduğu enerji türleri ve uyarılması için gerekli olan enerji düzeyi farklı olsa da her bir duyu organının uyarıcıyı fark etmesi için uyarıcının belli bir düzeyde uyarılması gerekmekte, duyu organını uyarabilen en düşük uyarıcı düzeyine ise eşik denmektedir. Örneğin insan gözü elektromanyetik enerji spektrumunda, ışık olarak adlandırılan belli dalga boylarına duyarlıdır. Işık dalga boyu nanometre birimi ile ölçülmekte, insan gözü nanometre arasında yer alan dalga boyuna duyarlılık göstermektedir. Bu nedenle, insanlar bu aralıkta ışık yayan nesneleri görebilmekte, bu dalga boyunun ilerisi ve gerisindeki dalga boylarını hiç fark etmemektedirler. Örneğin radyo dalgaları, x-ışını olarak da bilinen röntgen ışınları insanlar tarafından görülememektedir. Öte yandan, bazı kuşlar ve böcekler 350 nanometrenin altındaki dalga boylarını da fark etmekte, arılar ise insanların fark edemeyeceği ışık dalga boylarını fark ederek uyum sağlama ve hayatta kalma olasılıklarını yükseltmektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Bir önceki paragrafta belirtildiği üzere her duyu organının duyarlı olduğu enerji türü ve enerji düzeyinin birbirinden oldukça farklı olduğu psikofizik yöntemle gerçekleştirilen çalışmalarla ortaya konmuştur. Psikofizik yöntem ile duyusal süreçte duyu organlarının duyarlı olduğu fiziksel enerji türleri ve uyarıcıların duyu organını uyarması için gerekli olan en düşük enerji düzeyi gibi farklı fiziksel boyutlar ele alınmıştır. Geçmişte gerçekleştirilen psikofiziksel araştırmalarla duyu organlarının kapasite ve sınırlılıkları, uyarıcılara verdiği tepkiler belirlenmiştir. Başlangıçta, Gustav Fechner mutlak eşik değerini, duyu organı tarafından fark edilebilen en düşük enerji düzeyi olarak tanımlamış, benzer koşullar altında eşiğin hep aynı kalacağından hareketle bu en düşük değeri mutlak eşik olarak adlandırmıştır. Fechner eşik değerinin değişmeyeceğine ilişkin iddiasını kanıtlamak için, mutlak eşik değer belirleme 137

142 sürecinde değişik yöntemlerden yararlanmış, ancak eşik değerinin deneklerin ve ortamın özelliklerine göre değiştiğini ortaya koymuştur (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Psikofizik yöntemle herhangi bir duyu organının hassasiyetini belirlemenin yolu duyu organı tarafından fark edilebilen en küçük ya da en düşük düzeyi belirlemektir. Bu yöntemde araştırmacı daha önceden belirlemiş olduğu değişik düzeydeki uyarıcıları rastlantısal olarak karışık sırada vermekte, deneklerden uyarıcıyı fark ettiklerinde bir düğmeye basarak tepki vermelerini istemektedir (Kalat, 2008). Eşik değerinin kişiden kişiye göre değişmesinin yanı sıra, bireyin motivasyonu ve fiziksel durumuna göre aynı bireyde bile zaman içinde de değişkenlik göstermesi nedeniyle (Coon ve Mitterer, 2010; Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010) her bir uyarıcı düzeyi birçok kez verilmekte, her bir düzey için fark edilme tepkilerinin yüzdesi alınmaktadır. Mutlak eşik değer, verilen uyarı düzeyleri içerisinde %50 oranında fark edilebilen en düşük düzeydeki uyarıcı olarak tanımlanmaktadır (Kalat, 2008). Yapılan araştırmalarda farklı duyu organlarına ilişkin eşik değerleri belirlenmiştir. Duyum konusunda psikofizik yöntemle gerçekleştirilen çalışmalarda herhangi bir uyarıcının şiddetinde gerçekleştirilen değişikliğin fark edilmesi için bu değişimin ne kadar olması gerektiği de ele alınmış, iki uyarıcı arasındaki fark edilebilen en küçük, en düşük değişiklik miktarı fark eşiği olarak tanımlanmıştır lü yıllarda Max Weber bu konuyla ilgili çalışmalarında fark eşiğini etkileyen önemli bir faktör belirlemiştir. Weber gerçekleştirdiği araştırmalarda fark eşiğinin başlangıçta yer alan uyarıcı düzeyine bağlı olarak değiştiğini ortaya koymuştur. Weber Yasası na göre uyarıcıda fark edilebilen en küçük değişim miktarı, uyarıcının başlangıç düzeyiyle orantılı olarak değişmektedir (Pastorino ve Doyle- Portillo, 2010). Daha somut bir ifade ile, uyarıcı düzeyi başlangıçta yüksek ise bu uyarıcıda gerçekleştirilen değişikliklerin fark edilmesi için yapılan değişiminde büyük olması gerekmektedir. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse, içinde hiç şeker olmayan bir bardak çaya tek bir kesme şeker eklendiğinde çayın tadındaki değişimin fark edilmesi, içinde altı şeker olan bir bardak çaya tek bir kesme şeker eklendiğinde çayın tadındaki değişimin fark edilmesinden daha kolaydır. Mutlak eşik gibi fark eşiği de tüm duyu organları için geçerlidir. Ancak, göz ve kulak diğer duyu organlarına göre bu konuda daha hassastır. Her bir duyu organı çevreden farklı bilgiler toplayarak insanların hayatta kalma mücadelesine destek olmakla birlikte, görme ve işitme duyusu insan yaşamında diğer duyuların önüne geçmekte, bu duyulardan gelen bilgi akışında sorun yaşandığında bireylerin yaşamı ciddi biçimde sekteye uğramaktadır. Bu nedenle bu bölümde görme ve işitme duyusu ayrıntılı olarak ele alınacak, diğer duyulara kısaca değinilecektir. Görme Duyusu Görme Eşiği Görme duyusu insanların en gelişmiş, en hassas duyu sistemidir. Bu nedenle, bireyler gözleri aracılığıyla çok uzaklarda yer alan yıldızları da, çok yakınındaki küçük bir tüy parçasını da görebilmektedirler. Görme duyusunun diğer duyu organlarına oranla çevre ile ilgili çok daha ayrıntılı ve farklı bilgileri sağlayabilmesi ise görme ile ilgili beyin bölgelerinin yaklaşık olarak beynin dörtte birini oluşturması ile mümkün olmaktadır. Bu oran dikkate alındığında görme ile ilgili alanın diğer duyu organlarına ayrılan bölgeden oldukça büyük olduğu söylenebilir (Goldstein, 2010). Çok farklı uzaklıklardaki uyarıcıları fark ederek çevre hakkında çok zengin bilgiler sunan görme duyusunun gerçekleşebilmesi için öncelikle gözün elektromanyetik enerji dağılımının nanometre arasında yer alan kısmı olan ışıkla uyarılması gerekmektedir(şekil 6.1). Elektromanyetik enerji gamma, ultraviyole ve x-ışınlarından, radyo ve televizyon dalgaları gibi çok farklı dalga boyundaki enerjileri içermektedir. Ancak, insan gözü çok kısa oldukları için gamma, x ve ultraviyole ışınlarını, çok uzun oldukları için de radyo ve televizyon dalgalarını görememektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). 138

143 Şekil 6.1: Işık spektrumu Şekil 6.2: Gözün Anatomisi Kaynak: ( ) Kaynak: ( ) Gözün Anatomisi ve Fizyolojisi Görme eşiği 400 ile 700 nanometre ile sınırlı olduğu için insan gözü bu dalga boyları arasında yer alan dalga boylarını ışık olarak fark etmektedir. Bir başka ifade ile 400 ile 700 nanometre arasında enerji yayan nesneler gözdeki alıcı hücreleri uyarmaktadır. Okuduğunuz bu satırlar da uyarıcı olarak çevreye ışık yaymakta, bu ışıklar çok geniş bir alana yayılmaktadır. Çok geniş bir alana yayılan bu ışığın görülebilmesi için gözünüz tarafından daraltılması, odaklanılacak hale getirilmesi gerekmektedir. Bu görevi yerine getiren ise kornea ve mercek adı verilen iki yapıdır. (Şekil 6.2) Gözün ön kısmını kaplayan yuvarlak ve saydam yapı kornea eğilip bükülerek göze dağınık olarak gelen ışıkları daraltıp toplamaktadır. Bir sonraki aşamada ışık gözbebeğine ulaşmakta, içi boş bir daire olan göz bebeğinden geçmektedir. Göz bebeği kendisine ulaşan ışığın düzeyini ayarlamak için büyüyüp küçülmektedir. Göz bebeğinin büyüyüp küçülmesini sağlayan ise göz bebeğini çevreleyen kaslı iris tabakasıdır. Üzerindeki pigmentler nedeniyle gözün renkli kısımlarını oluşturan iris tabakası daire şeklindeki kaslardan oluşmakta, gözbebeğine gelen ışık miktarını kontrol etmek için büzülmekte, gevşemektedir. Göz bebeğine çok ışık geldiğinde kaslar kasılarak göz bebeğinin küçülmesini, az ışık geldiğinde de gevşeyerek göz bebeğinin büyümesini sağlamaktadır. Göz bebeğinden geçen ışığın ulaştığı sonraki nokta ise mercektir. Saydam ve kavisli olan mercek yapısı eğilip bükülerek gözün nesnelere odaklanmasını sağlamaktadır. Ancak bu aşamada halen fiziksel enerji beynin işleyebileceği elektriksel enerjiye dönüştürülmemiştir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Merceklerin yardımıyla odaklanılan ve fiziksel enerjiden oluşan görüntü göz küresinin arka iç kısmında bir yapı olan retinaya yansıtılmakta, retinadaki alıcı hücrelerin yardımıyla da elektriksel enerjiye dönüştürülmektedir. İnce bir film tabakası olan retina ışığa karşı çok duyarlıdır, üzerindeki alıcı hücreler yardımı ile ışığı soğurur ve aldığı bu enerjiyi elektrik enerjisine çevirir. Retina üzerinde şekillerinden dolayı konik ve çubuk hücreler olarak adlandırılan iki tip alıcı hücre bulunmaktadır (Atkinson ve diğerleri, 1990). Konik hücreler ışığa duyarlı olan, renkleri de görmemizi sağlayan hücrelerdir. Gün ışığında ve aydınlatılmış ışıklı ortamlarda aktifleşen konik hücreler retinanın merkezinde yoğun olarak bulunmakta, bu bölgeye sarı nokta (fovea) denmektedir. Bir diğer alıcı hücre ise çubuğa benzediği için çubuk hücre olarak adlandırılan ve alacakaranlıkta görmemizi sağlayan hücrelerdir. Çubuk hücreleri konik hücrelerin aksine retinanın çevresinde daha yoğundur ve renkleri ayırt edememektedirler. Bu nedenle alacakaranlıkta konik hücreler aktifleşmemekte, çubuk hücreler devreye girmektedir. Alacakaranlıkta renkli ve ayrıntılı görüntüler sağlanamamakta, sadece siyah, beyaz ve gri tonların fark edilmesi mümkün olmaktadır.aydınlık ortamda konik, alacakaranlıkta ise çubuk hücreleri yardımı ile fiziksel enerji elektriksel enerjiye dönüştürülmektedir. Dönüştürülen elektrik enerjisi belli bir büyüklüğe ulaştığında sinir akımı oluşturmakta, bu sinir akımları da göz siniri aracılığıyla beyindeki görme ile ilgili bölgeye ulaştırılmaktadır. Gözdeki tüm yapılar nesnenin şekli, büyüklüğü, gölgesi, dokusu ve rengi gibi birçok özelliği hakkında bilgi toplayarak beyne iletmekte, beyindeki özelleşmiş sinir hücreleri farklı görsel uyaranlara tepki vererek, duyuma dönüştürmektedir. Örneğin bazı sinir hücreleri belli açıyla gelen uyarıcılara, bazı hücreler belli uzunluktaki uyarıcılara, bazı hücreler de belli genişlikteki uyarıcılara tepki vermekte, beyin bunları birleştirerek anlamlı bir bütün haline getirmekte, algılamayı gerçekleştirmektedir (Franzoi, 2006). 139

144 Karanlığa ve Aydınlığa Uyum Bireylerin içinde bulunduğu ortamların ışık düzeyi yanı sıra göze çevreden yansıyan ışık düzeyi de sürekli değişkenlik göstermektedir. Bu nedenle ışığa son derece duyarlı olan retinaya gelen ışık miktarı ve şiddetinin kontrol edilmesi gerekmektedir. Bu kontrolü hızlı bir şekilde sağlayan ve gözün değişen ışık düzeyine uyum sağlamasını gerçekleştiren yapılar ise gözün ön kısmında bulunan gözbebeği ve iristir. Ancak bu iki yapının kontrolü tek başına yeterli olmamakta, retinadaki konik ve çubuk hücrelerin içinde bulunan ışığa duyarlı pigmentlerin de uyum sürecine destek vermesi gerekmektedir (Pastorino ve Doyle- Portillo, 2010). Bu nedenle ışık düzeyinin aniden değiştiği durumlarda irisin yanı sıra retinadaki pigmentlerde de bir takım değişiklikler gerçekleşmekte, böylece göz yeni ışık düzeyine daha rahat biçimde uyum sağlamaktadır. Aydınlık bir ortamdan karanlık bir ortama girildiğinde retinanın ışığa duyarlılığın artmasına karanlığa uyum, karanlıktan aydınlığa çıkıldığında retinanın ışığa olan duyarlılığının azalmasına ise aydınlığa uyum adı verilmektedir (Feldman, 2011). Sinemaya gittiğinizde film gösterimi başladıktan sonra oldukça karanlık olan salona girdiğinizde ilk önce hiçbir şey göremezsiniz, tüm görme duyunuzu yitirmiş gibi hissedersiniz. Ne önünüzdeki merdiveni ne de elinizdeki çantanızı görebilirsiniz. Çok kısa bir süre sonra gözünüz ortama alışır, yavaş yavaş daha önceden görmediğiniz merdiveni, çantanızı, koltukları ve diğer insanların siluetlerini görmeye başlarsınız. Bir süre daha geçtikten sonra insanların yüzlerini de seçmeye başlarsınız. Sizin de yaşadığınız bu örnek karanlığa uyum sürecine örnektir. Örnekteki yaşantınız retinanızdaki alıcı hücrelerin gelen ışık durumuna göre değişiklikler yaparak sizin karanlıkta da görmenizi sağlamak için harekete geçmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Örnekte de görüldüğü gibi karanlığa uyum yavaş yavaş, adım adım gerçekleşmektedir. Uyum süreci hemen başlasa da, karanlığa uyumun tamamlanması için yaklaşık olarak yarım saatlik bir sürenin geçmesi gerekmektedir. Tam tersi durumda ise bir süredir karanlık bir ortamda bulunulduktan sonra aydınlık ve ışıklı bir ortama geçildiğinde yaşanmaktadır. Aydınlığa uyum olarak adlandırılan bu durumda retinanın ışığa duyarlılığının azaltılması için gerekli olan bir takım işlemler gerçekleştirilmektedir. Aydınlığa uyum karanlığa uyumun aksine çok kısa sürede gerçekleşmekte, parlak bir ışık görüldükten birkaç saniye sonra retinanın ışığa olan duyarlılığı düşürülmekte, konik hücreler devreye girmektedir. Daha somut bir ifade ile karanlık bir ortamdan aydınlık bir ortama çıktığınızda bu yeni ışık düzeyine alışmanız için gözünüzü kapatıp tekrar açmanız yeterli olabilmektedir (Wittig, 2001). Aydınlığa uyumun sağlanarak konik hücrelerle ayrıntılı ve renkli mükemmel görüntülerin sağlanması ve sürecin tamamlanması için yaklaşık olarak on dakika geçmesi yeterli olmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Renkleri Nasıl Görüyoruz? Daha önce de değinildiği üzere gözlerin çevreden bilgi toplayabilmesi için ışık olarak adlandırılan elektromanyetik dalgalar tarafından uyarılması gerekmekte, uyarıcıların fark edilmesi için 400 ile 700 nanometre dalga boyları arasında ışık yayması gerekmektedir. Uyarıcılar çevrelerine yaydıkları bu farklı dalga boyları nedeniyle farklı renklerde görünmektedirler. Dolayısıyla uyarıcıların renkli görünmelerini sağlayan ışığın dalga boyu özelliğidir (Kalat, 2008). Örneğin, insanların görme eşiğinin alt sınırında bulunan 400 nanometre dalga boyu mor olarak algılanmakta, üst sınırda bulunan 700 nanometre ise kırmızı olarak algılanmaktadır. Bu aralıkta kısa dalga boyundaki uyarıcılar soğuk renklere (mor, mavi, vb.), uzun dalga boyuna sahip uyarıcılar ise sıcak renklere (sarı, turuncu, kırmızı, vb.) karşılık gelmektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Peki bu dalga boylarının renk olarak görülmesi için görme sistemi nasıl bir dönüştürme işlemi gerçekleştirmektedir? Görme sistemimizin gözlere ulaşan çok farklı dalga boyundaki uyarıcıları çok farklı ve değişik renklere nasıl dönüştürdüğü sorusuna yanıt bulmaya çalışan bilim insanları bu konuda iki farklı açıklamada bulunmuşlardır. Bu iki açıklamadan biri Üç Renk Kuramı diğeri ise Karşıt Renk İşleme Kuramı dır. Üç Renk Kuramı:Bu kuramın temel varsayımına göre renklerin görülmesini sağlayan yapılar retinada üç farklı çeşidi bulunan konik hücrelerdir. Bu üç tür konik hücrenin her birinde de farklı pigmentler bulunmakta, bu nedenle farklı dalga boyundaki uyarıcılar farklı renklerde algılanmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010; Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Konik hücrelerdeki 140

145 pigmentlerin her biri kırmızı, yeşil ve mavi olmak üzere üç temel renge duyarlıdır ve her pigment ağırlıklı olarak duyarlı olduğu renge tepki vermektedir. Diğer renkler ise bu üç temel rengin karıştırılması sonucunda ortaya çıkmaktadır (Goldstein, 2010). Farklı renkteki ışıkların karıştırılması sonucu elde edilen renkler farklı renklerdeki boyaların karıştırılmasıyla elde edilen renklerden oldukça farklıdır. Örneğin, kırmızı, yeşil ve mavi renkteki ışıkların karıştırılması sonucunda beyaz ışık; kırmızı, mavi ve sarı renkteki ışıklar karıştırıldığında ise siyah ışık elde edilmektedir. Hermann von Helmholtz bu konik hücrelerden bazılarının özellikle kırmızı renge yani uzun dalga boyuna, bazılarının özellikle orta uzunlukta dalga boyuna sahip olan yeşil renge, bazılarının ise özellikle kısa dalga boyuna sahip olan mavi renge daha duyarlı olduğunu öne sürmüştür. Beyine iletilen mesajda kırmızıya ilişkin konik hücre aktif iken, yeşil ve mavi renge ait konik hücrelerde elektriksel akım oluşmamışsa beyin göze yansıyan ışık dalgasının kırmızı renk olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Yeşil ve mavi rengin yanı sıra diğer ara renklerin algılanmasında da yukarıdaki prensip geçerlidir (Kalat, 2008). Gördüğümüz tüm renkler bu üç farklı tipteki konik hücrelerin pigmentlerinin verdiği göreli tepkileri sonucu ortaya çıkmaktadır. Üç tip konik hücrenin gelen dalga boyuna verdiği tepkilerin, ilettikleri elektriksel akımın oranları beyin tarafından değerlendirilmekte mor, turuncu gibi ara renkler de böylece fark edilmekte, bu nedenle de çok farklı renkler algılanabilmektedir (Goldstein, 2010; Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Karşıt Renk İşleme Kuramı: Ewald Hering karşıt renk işleme kuramıyla renk algısından sorumlu olan hücrelerin üç renk kuramındaki hücrelerden farklı olduğunu öne sürmüştür. Bu kuramda ışığa duyarlı olan hücrelerin her biri iki renge de duyarlıdır. Görme sistemi renge ilişkin bilgiyi kırmızı-yeşil, mavi-sarı ve siyah-beyaz olmak üzere üç tamamlayıcı çiftle elde etmektedir. Bu kurama göre bu üç hücrenin her biri aynı anda sadece tek bir rengi fark edebilmekte, iki rengi de duyumsayamamaktadır. Çünkü bu renk çiftlerindeki renklerin her biri diğerine rakip olmakta, diğerini baskılamaya çalışmakta sonuçta renk çiftindeki renklerden biri fark edilirken diğeri fark edilememektedir. Örneğin mavi sarı çiftine ait hücre aynı anda hem maviyi hem de sarıyı fark edememekte, eğer hücre uyarılırsa bu hücre beyne mavi renge ilişkin bilgi iletmekte, eğer hücre baskılanırsa sarı renge ilişkin elektrik akımı ulaştırılmaktadır (Feldman, 2011; Franzoi, 2006). Bu iki kuramın açıklamaları karşılaştırıldığında ikisinin de renk algısının farklı boyutlarını ele aldığı görülmektedir. Her bir renk kuramı görme sisteminin farklı bölgelerinde gerçekleşen süreçleri açıklamaktadır. Üç renk kuramı retinada gerçekleşen süreçleri konik hücrelerle açıklarken, karşıt renk işleme kuramı da sonraki aşamada hipotalamustan geçen elektrik akımının beyne iletilmesi sürecindeki renk algısını ele almaktadır (Coon ve Mitterer, 2010; Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Görme Bozuklukları Gözdeki yapısal bozukluklar görme duyusunun kalitesinin bozulmasına bazen de tamamen kaybolmasına yol açmaktadır. Korneanın eğikliğinin kaybolması sonucunda göze gelen ışıkların tek bir noktada toplanamaması sonucunda astigmat adı verilen görme bozukluğu ortaya çıkmakta, retinada oluşan görüntü bulanık ve dağınık olmaktadır. Görme bozukluklarına neden olan bir diğer yapıda mercektir. Mercek büzülüp gevşeyerek farklı uzaklıkta yer alan nesne görüntülerinin retinaya düşmesini sağlamaktadır. Ancak mercek büzülüp gevşeme özelliğini kaybettiğinde nesnelerin görüntüsü ya retinanın önüne düşmekte ve bunun sonucunda bireyler uzağı (miyop) net bir şekilde görememekte ya da görüntü retinanın arkasına düşmekte ve bireyler yakını (hipermetrop) net bir şekilde görememektedirler. Bu üç görme bozukluğu da gözlük, lens gibi yardımcı araçlarla telafi edilmekte ya da lazer ameliyatlarıyla düzeltilerek bireylerin daha net bir şekilde görmesi sağlanabilmektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Görme bozukluklarından biri de çok sık rastlanmamasına rağmen maruz kalan bireylerin yaşamlarını olumsuz yönde etkileyen renk körlüğüdür. Renk körlüğü bireylerin renk spektrumunda yer alan iki ya da daha fazla renk tonunu ayırt edememesine neden olmaktadır. Çok sık görülmemekle birlikte, bazı bireyler tümüyle renk körüdür ve dünyayı siyah beyaz olarak görmektedirler. Bunun nedeni ise bu bireylerin retinalarında konik hücrelerin olmaması sadece çubuk hücrelerin olmasıdır. Bazı durumlarda da bireylerin retinalarında üç tip konik hücre yerine sadece tek bir konik hücre tipi bulunmaktadır. Bir diğer renk körlüğü türünde ise bireyler bazı renkleri görmelerine rağmen, bazı renkleri ayırt etmekte güçlük 141

146 yaşamaktadırlar. Kırmızı-yeşil renk körlüğü yaşayan bireylerin üç yerine iki konik hücresi bulunmaktadır. Bu bireyler kırmızı ve yeşil renkleri mavi ve sarı tonları olarak görmektedirler. Çünkü kırmızı-yeşil renk körlüğü olanların ya mavi ve kırmızı konik hücreleri ya da mavi ve yeşil konik hücreleri bulunmaktadır. Çok daha nadir rastlanan renk körlüğü türünde ise mavi ve sarı renkler ayırt edilememektedir (Myers, 2011; Wittig, 2001). Görme bozuklukları bireylerin yaşamlarını önemli ölçüde kısıtlamakta ya da sınırlamaktadır. Çünkü görme duyusu bireylerin yaşamlarını sürdürmesi için gerekli olan pek çok bilginin toplanmasını sağlamaktadır. Görme duyusu çok geniş bir çevreden zengin bir veri akışı sağlasa da bünyesinde bazı sınırlılıkları barındırmaktadır. Örneğin, görme duyusu sadece gözün görebildiği çevreden bilgi toplayabilmekte, verinin fark edilip beyne ulaştırılması için mutlaka görüş alanında bulunması gerekmektedir (Coon ve Mitterer, 2010). İşitme Duyusu İnsan duyu sistemleri arasında en önemli olan iki duyudan biri olan işitme duyusunun da görme duyusu gibi çevre ile ilgili bilgi ve verilerin toplanmasında, öğrenmenin gerçekleştirilmesindeki rolü oldukça önemlidir. İşitme duyusu çok geniş bir çevreden bilgi toplamasının yanı sıra, sosyal bir varlık olan insanın iletişim ve etkileşim kurmasını da mümkün kılmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Bir başka deyişle, işitme duyusu insanların konuşarak iletişim kurmalarını sağlayarak insanların iletişim becerilerinin gelişmesine de katkıda bulunmaktadır. Bunun en güzel örneği toplumda dilsiz olarak tanımlanan insanlar olabilir. Konuşamadığı için dilsiz olarak adlandırılan bireyler aslında işitemedikleri için konuşamamakta, bu nedenle de konuşma yetisine sahip insanlar kadar rahat iletişim kuramamaktadırlar. İnsan yaşamında son derece önemli olan işitme duyusunun daha iyi anlaşılması için bu alt başlıkta sırasıyla işitmenin oluşması için gerekli olan uyarıcının özelliklerine, işitme sisteminin yapısal ve fizyolojik özelliklerine değinilecektir. Bu bölümün başlangıcında da değinildiği üzere çevreden duyu organlarına ulaşan ve duyu organlarını harekete geçiren uyarıcıların her biri fiziksel enerji türleri arasında yer almaktadır. İşitmenin gerçekleşmesi için gerekli olan uyarıcı da ses olarak tanımlanan mekanik enerjidir. İşitmeyi başlatan ve kulağa ulaşan ses uyarıcısı hava moleküllerinin hareketi sonucunda oluşmakta, bu nedenle ses dalgaları mekanik enerji olarak kulağa ulaşmaktadır. Ses dalgalarının oluşumunu daha kolay açıklayabilmek için daha somut bir örnek olan su dalgalarının oluşumu ele alınabilir. Durgun bir su birikintisine ya da gölete bir taş atıldığında, taşın suda oluşturduğu titreşim sonucunda ortaya çıkan dalgalar dairesel bir şekilde her yöne hareket etmektedir (Coon ve Mitterer, 2010). Su dalgalarına benzer şekilde hareket eden ses dalgaları da herhangi bir nesnenin titreşmesi sonucunda ortaya çıkmakta ve bulunduğu ortamdaki diğer molekülleri de sıkıştırıp gevşeterek ritmik olan bir dizi hareket başlatmaktadır. Moleküllerde zincirleme olarak ortaya çıkan sıkışıp gevşeme yönündeki bu hareketlilik (Wittig, 2001) basınç olarak kulağa aktarılmaktadır (Franzoi, 2006). Ses dalgaları işitme sistemine genellikle hava ile taşınsa da, sıvı, katı ortamlar da ses dalgalarını iletebilmektedir (Coon ve Mitterer, 2010; Wittig, 2001). İşitme Eşiği ve Ses Dalgalarının Özellikleri Ses dalgalarının da ışık dalgaları gibi kendine özgü bir takım psikofiziksel özellikleri bulunmaktadır. Titreşimlerin molekülleri sıkıştırıp gevşetmesi sonucunda ortamdaki basınç düzeyinde Şekil 6.3 teki gibi artış ve azalış meydana gelmektedir. Bir ses dalgası önce basınç düzeyinde bir artışla başlamakta ve ulaşabileceği en yüksek noktaya ulaşmakta, tepe noktasına ulaştıktan sonra ise moleküllerin hareketi azaldığı için basınçta bir azalma başlamaktadır.basınçtaki azalma başlangıç noktasındaki basınç düzeyine geldikten sonra da azalmaya devam etmekte, ulaşabileceği en düşük seviyeye ulaşmaktadır. Dört aşamada gerçekleşen basınçtaki bu değişiklik ve hareketlilik bir döngü olarak tanımlanmaktadır. Bir saniyede gerçekleşen döngü sayısı ses dalgasının sıklığı konusunda bilgi vermekte, ses perdesi (pitch) olarak tanımlanmaktadır. Ses dalgası bir saniyede ne kadar fazla titreşim oluşturursa bu ses o kadar yüksek perdeye sahiptir ve ses perdesi yükseldikçe de ses daha tiz, ince olarak algılanmaktadır. Tam tersine, bir saniyede gerçekleşen titreşim sıklığı azaldıkça tezin perdesi düşmekte ses de daha pes, kalın olarak 142

147 algılanmaktadır. Ses perdesinin düzeyi Hertz (Hz) olarak ifade edilmekte, Hz bir saniyede tamamlanan döngü sayısı olarak tanımlanmaktadır. Ses perdesi 100 Hz olan ses dalgası bir saniyede 100 döngüyü tamamlamaktadır. İnsan kulağının ses dalgalarına ilişkin alt ve üst eşik değerleri ise 20 ile Hz dir. Doğumdan itibaren bu aralık gittikçe daralmakta, insanların duyabileceği ses frekansları yaşla birlikte değişim göstermektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Yaş ilerledikçe özellikle yüksek perdeden gelen sesler işitilememektedir. Örneğin yaklaşık 24 yaş civarında bir birey Hz yukarısındaki sesleri duyamazken, 70 yaşına gelen bireylerin pek çoğu 6000 Hz in üzerindeki sesleri duyamamaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Şekil 6.3: Ses dalgasının oluşumu Kaynak: ( ) Ses dalgalarının bir diğer psikofiziksel özelliği ise ses dalgalarının şiddetidir (amplitude). Ses dalgalarının şiddeti ses dalgasının yüksekliği ile ölçülmekte ve desibel (db) olarak ifade edilmektedir. Ses şiddeti bir ses dalgasının ortaya çıkardığı enerji miktarı olarak da tanımlanabilmektedir (Wittig, 2001). Bu nedenle ses şiddeti psikolojik olarak sesin yüksekliği olarak algılanmakta ve tanımlanmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). Ses ne kadar şiddetli ise, oluşturduğu ses dalgası da o kadar yüksek olmakta, ortaya çıkardığı enerji de çok olduğu için beyin tarafından yüksek ses olarak algılanmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Pop ya da rock konserlerinde ses sistemlerinin oluşturduğu sesler yüksek sese örnek olarak verilebilir. Düşük ses şiddetinin örneği ise arkadaşınızın fısıltıyla söylediği sözler olabilir. İnsan işitme sistemi db aralığındaki seslere duyarlıdır (Franzoi, 2006). 140 desibel kulaklar için oldukça kritik bir ses şiddetidir ve kalıcı işitme kaybına neden olabilmektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Pekçok insan sürekli olarak yüksek şiddette (85-90 db ve üzeri) seslere maruz kalmanın sonuçları konusunda bilgi sahibi değildir. Çok sıradan ve zararsızmış gibi görünen kulaklık takarak yüksek sesle müzik dinlemek özellikle genç yetişkinlerin işitme sistemlerini tehdit etmektedir çünkü ses hiç dağılmadan doğrudan kulak zarına ulaşmakta, kulak zarı belli bir süre sonra titreşimden dolayı deforme olmakta, kalıcı işitme sorunları yaşamaları kaçınılmaz olmaktadır (Franzoi, 2006;Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). İşitmenin Anatomisi ve Fizyolojisi Nasıl işitirsiniz? sorusuna verilen yanıt Tabii ki kulağımızla! dır. Bu yanıt doğru olmakla birlikte eksiktir. Çünkü kulak kepçesi işitme sisteminin en dışta yer alan en somut yapısıdır. İşitme sistemi kulak kepçesinin de içinde bulunduğu dış kulağın yanı sıra orta kulak ve iç kulaktaki yapılardan (Şekil 6.4) oluşmakta (Franzoi, 2006) ve işitme bu yapıların görevlerini yerine getirmesi sonucunda oldukça karmaşık ve ayrıntılı bir dizi işlem sonrasında gerçekleşmektedir (Coon ve Mitterer, 2010). İşitme sistemi içindeki yapılar, bulundukları yer ve yerine getirdikleri görevler farklı olduğu için dış, orta ve iç kulak bölümleri altında gruplandırılarak ele alınmaktadır. Dış kulak; kulak kepçesi, kulak yolu ve kulak zarını bünyesinde barındırmaktadır. Orta kulak ise vücuttaki en küçük kemikler olan çekiç, örs ve üzengiden oluşmaktadır. İç kulak ise bir başka zar olan oval pencere, kulak salyangozu (koklea) ve korti organından meydana gelmektedir. 143

148 Şekil 6.4: Kulağın Anatomisi Kaynak: ( ) Dış kulak: Dış kulağın temel görevi çevreden gelen ses dalgalarını toplayarak orta ve iç kulağa iletmektir. Bu süreçte ses dalgaları öncelikle kulak kepçesine ulaşmakta, kıkırdak bir yapı olan kulak kepçesi bir huni gibi sesleri toplayarak bir tüpü andıran kulak yoluna iletmektedir. Kulak yolu kendisine ulaşan ses dalgalarının şiddetini arttırarak dış kulağın son noktasında yer alan kulak zarına iletmektedir. Çok ince bir tabaka olan kulak zarı kendisine ulaşan basınç nedeniyle titreşmekte, gelen sesin oluşturduğu basıncın yüksekliği arttıkça titreşim düzeyi de o denli artmaktadır. Kulak zarı dış kulakla orta kulak arasındaki sınır yapı olarak titreşimi orta kulağa iletmektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Orta kulak: Dış kulak ile iç kulak arasında yer alan orta kulağın temel işlevi kendisine ulaşan titreşimleri yükselterek iç kulağa aktarmaktır. Orta kulak çekiç, örs ve üzengi olmak üzere üç kemiği barındıran bir boşluktur. Bu boşluğun her iki ucunda da birer zar bulunmaktadır. Dış kulaktan kulak zarına gelen titreşim sırasıyla kulak zarına yapışık olan çekiç, örs ve üzengi kemiklerini harekete geçirmekte, kemiklerin de yardımıyla titreşim iyice arttırılmakta ve iç kulağın girişinde bulunan oval pencereye (zar) aktarılmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). İç kulak: İç kulağın temel görevi kendisine ulaşan mekanik enerji biçimindeki titreşimi beynin işleyebileceği elektrik enerjisine dönüştürüp, beyindeki ilgili bölümlere iletmektir. İç kulak ince bir zar olan oval pencere ile başlamaktadır. Oval pencere, üzengiden almış olduğu titreşimleri şekli nedeniyle kulak salyangozu olarak adlandırılan yapıya iletmektedir. Kulak salyangozu sarmal şeklinde olan kemiksi bir yapıdır. İçi sıvı dolu olan bu yapının içinde sıvının hareket etmesini sağlayan kanallar bulunmaktadır. Kanalların tabanı ise bir zarla kaplıdır. Bu zarın üzerinde ise tüye benzeyen alıcı hücreler yer almaktadır. İşitmenin gerçekleşmesi için oval pencereden gelen titreşimin kulak salyangozundaki sıvıyı harekete geçirmesi, dalgalanan bu sıvının da tabanda yer alan zardaki hücreleri hareketlendirmesi gerekmektedir. Bu tüye benzeyen hücreler sudaki yosun gibi eğilip bükülmekte, bu eğilip bükülme sonucunda elektrik enerjisi ortaya çıkmakta ve bu elektrik enerjisi belli bir düzeye ulaştığında sinir akımına dönüştürülmektedir. İşitme ile ilgili sinir hücreleri de elektriksel sinir akımını ilgili beyin bölgelerine iletmekte, beyne iletilen veri de önce duyuma sonra da algıya dönüştürülmektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Oldukça karmaşık olan işitme sisteminin işleyiş mekanizması özetlenecek olursa ses dalgalarının elektrik enerjisine (sinir akımına) dönüştürülmesinin üç aşamada gerçekleştirildiği söylenebilir. Dış kulak çevreden gelen ve ses dalgalarının sonucunda oluşan titreşimi toplayarak orta kulağa iletmekte, orta kulak ise kendisine ulaşan bu titreşimlerin şiddetini arttırarak iç kulağa iletmektedir. İç kulağa ulaşan mekanik titreşimler iç kulaktaki alıcı hücrelerin iç kulak sıvısındaki hareketliliğe göre dalgalanmasıyla elektrik enerjisine (sinirsel akım) dönüştürülmekte, beynin algılayabileceği sinir akımları iç kulaktaki nöronların yardımıyla ilgili bölgelere taşınmakta, gelen sesler önce fark edilmekte sonra da anlamlandırılmakta, böylece süreç tamamlanmaktadır. 144

149 İşitme Kayıpları Oldukça karmaşık olan işitme sisteminin yapısal ve fizyolojik özelliklerinin belirlenmesi, bu sistemdeki sorunların anlaşılmasını ve bu sorunlara maruz kalan bireylerin yaşamlarını kolaylaştırabilmek için yapılabilecek yardımların daha etkili olmasını sağlamaktadır (Kalat, 2008). İşitme sistemindeki sorunlar işitme kayıpları olarak adlandırılmaktadır. Dünyada pek çok insanın yaşadığı işitme kayıpları iki genel başlık altında incelenmektedir. İletimsel ve sinirsel işitme kayıpları meydana geldikleri yere göre adlandırılmıştır (Coon ve Mitterer, 2010; Kalat, 2008). İletimsel işitme kayıpları, dış kulak ya da orta kulaktaki herhangi bir sorun nedeniyle titreşimin iç kulağa aktarılamaması sonucunda ortaya çıkmaktadır. İletimsel işitme kayıpları bazen dış kulaktaki kulak zarının zarar görmesi, bazen de orta kulaktaki kemiklerin hareket etmemesi sonucunda titreşimin iç kulaktaki kulak salyangozuna iletilememesi sonucunda yaşanmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). İletimsel işitme kayıpları ameliyatla düzeltilebilmekte ya da işitme cihazları ile telafi edilebilmektedir. Özellikle orta kulak kemiklerinin iletim sorunları ameliyatla normale dönüştürülebilmektedir (Kalat, 2008). İşitme cihazları ise seslerin (titreşimlerin) şiddetini yükselterek ya da netleştirerek işitmeye yardımcı olmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). Sinirsel işitme kayıpları ise iç kulakta bulunan kulak salyangozu, alıcı hücreler veya sinir hücresinin zarar görmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Sinirsel işitme kayıpları kalıtsal olabileceği gibi hastalıklardan ya da uzun süre yüksek seslere maruz kalmaktan da kaynaklanabilmektedir (Kalat, 2008). Sinirsel işitme kayıplarının tedavi ve telafi edilmesi oldukça güçtür, çünkü zarar gören sinir hücrelerinin yenilenmesi mümkün değildir (Coon ve Mitterer, 2010). Dolayısıyla sinirsel işitme kayıplarının ameliyatla tedavi edilmesi oldukça güçtür (Kalat, 2008). Günümüzde kulak salyangozuna yapay elektrotlar yerleştirilerek hiç duyamayan insanların, insan sesini ve yüksek frekanstaki sesleri çok mükemmel olmasa da duyabilmeleri sağlanmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). Sesin Yerinin Belirlenmesi Ses dalgalarının oluşturduğu titreşimi fark eden bireyler çevreyle ilgili bilgi toplamak için bu ses kaynağının ne olduğunun yanı sıra, bu sesin nereden geldiğini de anlamaya çalışmaktadırlar (Wittig, 2001). Şimdi size birinin seslendiğini hayal edin, gösterdiğiniz ilk tepki ne olabilir? Çok büyük bir olasılıkla başınızı sesin geldiği yöne çevirirsiniz. Kulağınıza bir ses ulaştığında beyniniz bu sesin hangi yönden geldiğini tahmin etmeye çalışmakta, yaptığı tahmine bağlı olarak da ya bu ses kaynağına yönelmeyi ya da ses kaynağından uzaklaşmayı tercih etmektesiniz. Uyarıcının yerini veya nesneyi sadece sese bağlı olarak belirleme yeteneğini daha iyi anlayabilmek için küçük bir deneme yapmaya ne dersiniz? Odada bir yerde durduktan sonra gözlerinizi kapatın ve bir arkadaşınızdan el şaplatarak ses çıkarmasını isteyiniz. Daha sonra gözlerinizi açmadan arkadaşınızın bulunduğu yeri tahmin ederek oraya doğru başınızı çevirin. Tahmininiz gerçeğe ne kadar yaklaştı. Şimdi de aynı şeyi tek kulağınızı tıkayarak, kapatarak gerçekleştiriniz. Şimdi yaptığınız tahmin ne kadar başarılı oldu? Muhtemelen iki kulağınızın da sesleri duyabildiği durumdaki tahmininiz daha başarılı olmuştur. Bu başarınızın nedeni kulaklarınız arasındaki mesafe ve iki kulağınız arasında kafatasınızın olmasıdır. Bu iki nedenden dolayı bir ses kaynağından gelen titreşim bir kulağınıza diğerinden daha önce ulaşmakta, beyniniz de zamanla ilgili farklılık bilgisini ses kaynağının yerini belirlemek için de kullanmaktadır (Goldstein, 2010; Wittig, 2001). Benzer şekilde kulağa gelen ses ya da titreşimin şiddetindeki farklılık da ses kaynağının yönünü, yerini belirleme de önemli bir ipucu olarak kullanılmaktadır. Ses dalgaları herhangi bir engelle karşılaştığında dağılmakta, şiddeti azalmaktadır. Bu prensip iki kulağa ulaşan bilgilere uygulandığında da iki kulak arasında yer alan kafatasından dolayı geçerli olmaktadır. Çünkü sol tarafınızdan bir ses geldiğinde sol kulağınıza ulaşan titreşim sağ kulağınıza ulaşan titreşimden daha güçlü ve yoğundur. Titreşim sağ kulağınıza ulaşmadan önce kafatası engeliyle karşılaşmakta, ses dalgaları dağılmakta, yoğunluğunu yitirmekte, böylece titreşimin şiddeti düşmekte, sağ kulağınızdaki kulak zarını daha az titreştirmektedir. Beyniniz titreşimdeki bu yoğunluk ve şiddet farkı bilgisini kullanarak da ses kaynağının yönünü, yerini belirlemektedir (Franzoi, 2006; Kalat, 2008). Ses kaynağının yönünü belirlemede zaman bilgisi düşük frekanslarda, şiddet, yoğunluk bilgisi ise yüksek frekanslarda daha sık kullanılmaktadır (Kalat, 2008). Çünkü yüksek frekanslı seslerde zaman farklılığını ayırt etmek çok kolay olmamaktadır. Bazı durumlarda da her iki ipucu da işe yaramamaktadır. Çünkü ses iki kulağa da hem aynı zamanda hem de aynı şiddette ulaşmaktadır. Bu durumda ses kaynağı her iki kulağa da eşit mesafede ya tam önünüzde ya da tam arkanızdadır. Böyle bir durumda kalındığında yapılan şeylerden biri başın çevrilerek, hareket ettirilerek zaman ve yoğunluk farkı bilgilerinden yararlanmaya çalışmaktır. Günlük yaşamda da insanlar göremedikleri ses kaynaklarının yönünden emin 145

150 olamadıklarında zaman ve şiddet ipuçlarından yararlanmak için başlarını çevirerek ses kaynağının yönünü daha hatasız olarak kestirmeye çalışmaktadırlar (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Koku Alma Duyusu Koku alma duyusu da önceki iki duyum gibi uzaktan gelen uyarıcıları fark edebilmektedir (Franzoi, 2006). Koku alma duyusu oldukça önemli olmasına rağmen yıllardır göz ardı edilmiştir. Koku alma duyusu insanların yaşamında görme ve işitme duyusu kadar önemli olmasa da yaşam mücadelesindeki önemini yadsımak da mümkün değildir. Çünkü çevreden gelen kokular tehlikeye ilişkin bir alarm görevi üstlenmektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Şöyle ki, evindeki ocağından gaz kaçağı olan kadının gaz kokusunu duyamamasından dolayı yaşamı tehlikeye girebilmektedir. Benzeri şekilde, kokmuş bir yiyeceğin koku alma duyusu ile fark edilmesi sonucunda bireylerin sağlık ve yaşamları kurtulabilmektedir. Koku alma duyusunun yaşamsal öneminin yanı sıra yaşamı daha keyifli kılmayı sağlayan bir özelliği de yiyeceklerin lezzetinin algılanmasına sağladığı katkıdır (Coon ve Mitterer, 2010). Nezle ya da herhangi bir enfeksiyon durumu nedeni ile burnunuz tıkandığında ağzınızın tadının kalmaması koku alma duyusunun görevini yerine getirememesinden kaynaklanmaktadır. Gözü bağlanıp koku alması engellenen insanlar sadece tadına bakarak yiyecek ve tatları birbirinden ayırmada güçlük yaşamaktadırlar (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Koku alma duyusunun duygularla olan ilişkisi de araştırılmış, daha önceden herhangi bir duygusal anıyla ilişkilendirilmiş olan koku ya da kokular daha sonradan duyumsandığında önceki yaşantıları ve bu yaşantıdaki duyguları, bazen de sadece duyguları hatırlatmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Örneğin, çocukluğunuzda mutlulukla ilişkilendirmiş olduğunuz herhangi bir kokuyu duyduğunuzda kendinizi mutlu hissetmektesiniz. Koku alma duyusunda burna ulaşan uyarıcılar kimyasal maddelerdir (Wittig, 2001). Herhangi bir nesne ya da canlı oda sıcaklığında havada çözünen moleküller salgılamaktadır. Havada çözünen bu uçucu maddeler hava aracılığıyla bireylerin burunlarına ulaşmaktadır. Buruna ulaşan moleküllerin bir sonraki durağı burun boşluğunun yukarı kısmında bulunan çok minik bir yapı olan koku alma dokusudur (Şekil 6.5). Bu dokunun üzerinde ise koku alma ile ilgili oldukça küçük olan alıcı hücreler bulunmaktadır. Havada çözünen moleküller bu alıcı hücrelere gelmekte, sümüksü bir tabaka ile çevrelenmiş olan koku alma dokusunun üzerindeki mukozada çözülen bu hava molekülleri alıcı hücreler tarafından elektrik enerjisine, sinir akımına dönüştürülmektedir. Elektriksel sinir akımına dönüştürülen kimyasal enerji beyindeki alın lobunun hemen altında bulunan koku alma ile ilgili soğancığa aktarılmaktadır. Koku alma soğancığında da bir dizi işlem gerçekleştirilmekte, bir sonraki aşamada ise elektrik akımı ilgili beyin bölgelerine iletilerek burna gelen kokunun ne olduğu konusunda çıkarımda bulunulmaktadır (Franzoi, 2006). Çok hassas olan koku alma duyusu yaklaşık olarak farklı kokuyu fark edebilmekte, kokuyu da adlandırabilmektedir (Franzoi, 2006). Bu zenginlik ve hassasiyet ise insan burnunda bulunan birbirinden farklı 1000 çeşit alıcı hücreden kaynaklanmaktadır (Bensafive diğerleri, 2004 akt. Coon ve Mitterer, 2010). Birbirinden çok farklı kokuları ayırd edebilen bu hücreler bazı kokulara daha duyarlıdır (Coon ve Mitterer, 2010). Bu nedenle, alıcı hücrelerin her biri benzerliğe dayalı olarak gruplanmış kokulara duyarlılık göstermektedir (Kalat, 2008). Çok farklı kokuları fark etmemizi sağlayan koku alma duyusu bazen bu hassasiyetini yitirebilmektedir. Bazı durumlarda koku hissinin kaybı alıcı hücrelerin grip ya da enfeksiyon nedeniyle zarar görmesinden bazen de koku alma ile ilgili sinir sisteminin zarar görmesinden kaynaklanmaktadır. Yaklaşık olarak 100 kişiden beşi hiç koku alamamaktadır. Ayrıca, yaşla koku alma arasında ters yönlü bir ilişki söz konusudur. Yani yaş büyüdükçe koku alma duyusu azalmaktadır (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). 146

151 Tat Alma Duyusu Şekil 6.5: Burun anatomisi Kaynak: ( ) Koku alma duyusu ile ilişkili olan bir diğer duyu sistemi tat alma duyusudur. Tat alma duyusu da koku alma duyusu gibi kimyasal uyarıcılara duyarlıdır. Herhangi bir şeyin ya da yiyeceğin tadını almamız için o şeyin ya da yiyeceğin ağızdaki tükürük salgısında çözülmesi ve dildeki alıcı hücrelere ulaşması gerekmektedir (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Tat alma duyusu dilde başlamaktadır. Görme ve işitme duyularının aksine tat alma duyumunun gerçekleşebilmesi için uyarıcının duyu organı olan dile doğrudan temas etmesi gerekmektedir (Franzoi, 2006). Tat alma sürecinde uyarıcılar tükürükte eriyen, çözülen kimyasal maddelerdir. Örneğin elmadaki kimyasal maddeler moleküllere ayrılmakta, bu moleküller de tükürüğe karışarak erimektedir. Çözülen kimyasal maddeler dilin üstünde bulunan oyukların içine girmekte, oyukların içerisinde bulunan alıcı hücreleri uyarmaktadır (Şekil 6.6). Tat alma hücreleri kümeler halinde bulunmakta, aynı tatlara duyarlı olan alıcı hücrelerin bir araya gelmesi ile tat alma cisimcikleri (tomurcukları) oluşmaktadır (Franzoi, 2006). Dilinizi çıkartıp aynaya baktığınızda gördüğünüz 147 Şekil 6.6: Dilin anatomisi Kaynak: ( )

152 kabarcıklar tat alma cisimcikleri değildir. Tat alma cisimcikleri bu kabarcıkların arasındaki oyuklarda yer almakta ve kimyasal maddelerdeki kimyasal enerjiyi elektrik enerjisine dönüştürmektedir.tat alma cisimcikleri yiyeceklerdeki kimyasalları elektriksel sinir akımına dönüştürdükten sonra bu sinir akımı dildeki ve boğazdaki sinir hücreleri yardımıyla ilgili beyin bölgelerine iletilmekte böylece tat alma gerçekleşmektedir (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Tat alma cisimciklerinde bulunan alıcı hücreler bir tada özel olarak daha fazla duyarlılık göstermektedir. Bu nedenle dilde belli tatlara duyarlı olan bölgeler oluşmaktadır. Dilin ön, arka ve yan kısımlarında bulunan tat alma hücrelerinin tatlıya duyarlı olanları dilin ön tarafında, ekşiye duyarlı olanları yan taraflarda, acıya duyarlı olanları ise arka kısımda kümelenmiştir. Tuzluya duyarlı olan tat alma hücreleri de yine dilin ön kısmına yakın bir bölgede yer almaktadır. Dilin belli bölgeleri belli tatlara daha duyarlı olmakla birlikte bütün tatlara düşük de olsa tepki vermektedirler. Dilin orta kısmı ise tat almamaktadır. Bu nedenle ilaç gibi tadı hoş olmayan şeyleri dilimizin ortasına koymaya çalışırız (Atkinson ve diğerleri, 1990). Dildeki alıcı hücrelerin dört temel (tatlı, tuzlu, ekşi ve acı) tada duyarlılık gösterdiği kesinlik kazanmışken son yıllarda dilin umami ya da glutamat olarak adlandırılan farklı bir tada da duyarlılık gösterdiği ifade edilmeye başlanmıştır. Bu tat daha çok Asya ülkelerinin mutfaklarında tercih edilen bir tat olduğu için batı ülkelerinde bu tada karşılık gelen bir kelime bulunmamaktadır (Kalat, 2008). Ancak, son yıllarda yapılan çalışmalar et, peynir, pizza gibi yiyeceklerle (Gilbert, 2008 akt. Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011) MonoSodyumGlutamat (MSG) olarak adlandırılan tat arttırıcısında bulunan (McCabeveRolls, 2007 akt. Coon ve Mitterer, 2010) bu tadın bir aminoasit olduğunu (Erickson, 2008 akt. Feldman, 2011) ve tüm insanların bu tada karşı duyarlılık gösterdiğini ortaya koymuştur (Hodson ve Linden, 2006 akt. Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). MSG yiyeceklerde (özellikle cips, bisküvi, gibi hazır yiyeceklerde) aroma arttırıcı olarak kullanılan ve yiyeceklerin kendi tatlarını daha da yoğunlaştıran bir madde olmasına rağmen, MSG nin etkileri konusundaki tartışmalar halen devam etmektedir. Tat Alma Hücreleri ve Özellikleri Dil bu temel tatlara duyarlı olmakla birlikte, birbirinden çok farklı tatları da duyumsamaktadır. Tüm tatlar bu temel tatların bir araya getirilmesiyle, karıştırılmasıyla oluşturulmaktadır. Peki, beyin bu karışık tatları nasıl algılamaktadır? Beyne gelen tat bilgilerinin yorumlanıp anlamlandırılması gözdeki renk algısına benzemektedir. Dildeki tat alma hücrelerinin hepsi tatla ilgili topladığı bilgileri beyne iletmekte, beyin farklı tat alma hücrelerinden gelen bilgileri analiz ederken, hangi tat alma hücrelerinin daha aktif olduğu bilgisini kullanmaktadır. Örneğin, tuzlu tat alma hücreleri daha aktifse, daha fazla bilgi gönderiyorsa beynimiz yediğimiz şeyin tuzlu olduğu, ekşi tat alma hücreleri daha fazla bilgi gönderiyorsa yediğimiz şeyin ekşi olduğu sonucuna ulaşmaktadır (Chandrashekar, Hoon, RybaveZuker, 2006). Çok farklı tatları algılamamızı sağlayan tat alma hücreleri, çoğunluğu dilde olmak üzere, ağızda ve boğazda bulunmaktadır. Bu bölgelerin hepsi sürekli kimyasal maddelere maruz kaldığından dolayı, bu bölgedeki tüm tat alma hücreleri sıcak, soğuk, acı, bakteri ve alerji gibi faktörlerden dolayı zarar görmektedir. Neyse ki, zarar gören tat alma hücreleri 10 gün içinde yenilenmekte, eski haline dönmektedir. Tat alma hücreleri yenilense de bireylerin sahip olduğu tat alma hücreleri yenilenmeyle birlikte artmamakta, sabit kalmaktadır. Örneğin, insanların çoğu ortalama olarak tat alma hücresine sahiptir (Miller ve Bartoshuk, 1991 akt. Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Doğuştan tat alma hücresine sahip olan bir bireyin tat alma hücreleri yenilense de üst sınır olan ü aşmamaktadır. İnsanlar genetik kodları nedeniyle belli sayıda tat alma hücresi ile dünyaya gelmekte, genetik kodlamanın farklılığı nedeniyle bu tat alma hücrelerinin sayısı bireyden bireye farklılık göstermektedir (Bartoshuk, 2000). Bazı bireyler tat alma hücresine sahipken, bazıları da sadece 500 adet tat alma hücresine sahiptir (Goldstein, 2010). Bu nedenle bazı insanlar tatlara karşı çok daha duyarlıdır. Dili tat alma hücreleri açısından zengin olan insanlar için tatlılar daha tatlı, acılar daha acı gelmektedir. Bu nedenle, bu insanlar bazı yiyecekleri tüketememektedirler (Bartoshuk, 2000). Tat alma hücrelerinin bir başka özelliği de yenilenme hızlarının ve oranının yaşla birlikte düşmesidir. Tat alma hücrelerinin sayısı yaşla birlikte azaldığı için daha önce bazı tatlara karşı gösterilen hassasiyet ortadan kalkmakta, daha önceden ağza konmayan yiyecekler afiyetle yenmektedir. Örneğin, daha önce hiç ıspanak yemeyen bir çocuk büyüdükten sonra ıspanak yemeye başlayabilmektedir (Coon ve Mitterer, 2010). 148

153 Lezzet Tat alma sürecinin bireyden bireye farklılık göstermesinin nedeni sadece tat alma hücrelerinin sayısı değildir. Tat alma hücreleri sadece (tatlı, tuzlu, ekşi, acı gibi) temel tatlara duyarlı olmakla birlikte, ikisi de tatlı olan havuçlu kek ile kakaolu keki, ikisi de tuzlu olan bulgur pilavı ve kısırı birbirinden nasıl ayırt edebiliyorsunuz? Temel tadı aynı olan bu yiyeceklerde farklılığı belirleyen faktör yiyeceklerin lezzetleridir. Lezzet, tat alma hücrelerinin verdiği bilgilerin ötesinde yiyeceğin kıvamı, kokusu, sıcaklığı gibi faktörlerin etkileşmesi sonucunda oluşmakta ve insanların yiyecek tüketimlerini ciddi biçimde etkilemektedir. Lezzetin en önemli belirleyicisi ise kokudur. Gözleri kapatılan, aynı zamanda koku alması engellenen bireyler patates ve elmayı sadece tatlarına bakarak ayırt etmekte güçlük çekmektedirler (Coon ve Mitterer, 2010). Lezzet algısı bireyden bireye, kültürden kültüre farklılık göstermektedir. Bazı kültürler az pişmiş eti severken, bazıları az pişmiş eti tüketmemekte, bazı kültürler baharatı çok tüketmektedir. Bu kültürel farklılıklara rağmen, bazı tatlar evrensel olarak daha fazla tercih edilmekte, bazı tatlardan da uzak durulmaktadır. Genel olarak tatlı daha çok tercih edilmekte, acıdan ise uzak durulmaktadır. Bunun nedeni araştırıldığında, tatlı yiyeceklerin insan hayatını tehdit etmediği, acı tatların ise daha çok insan yaşamını tehdit eden zehirli yiyeceklerde bulunduğu ortaya konmuştur. Acı ya da tadı hoş olmayan yiyeceklerin bazılarının azıcık tüketilmesi, bazılarının ise aşırı miktarda tüketilmesi durumunda insan sağlığı olumsuz yönde etkilenmektedir (Kalat, 2008). Bu nedenlerle tat alma duyusu yeme davranışlarımızı yönlendirdiği için sağlığımızı olumlu ya da olumsuz yönde etkilemektedir. Deri-Dokunma Duyusu Yıllardır dokunma duyusu olarak ele alınan bu duyum kendi içerisinde basınç, ısı ve ağrı olmak üzere üç farklı alt sistemi barındırmaktadır. Çünkü her biri deri aracılığıyla beyne iletilmektedir. Dokunma duyusunun üç alt sistemde incelenmesinin nedenleri basınç, ısı ve ağrıya ilişkin duyumların oluşmasında A)farklı uyarıcıların rol alması ve B)bu uyarıcıların işlenip beyne iletilmesi için gerekli olan alıcı hücrelerin hepsinin birbirinden farklı olmasıdır. Her canlının kendine özgü derisi ve dokunma duyusu bulunmaktadır. İnsan açısından ele alındığında ise derinin en geniş alanı kaplayan duyu organı olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Bir yetişkinde yaklaşık olarak iki metre karelik alanı kapsayan deri ve alıcı hücre bulunmaktadır (Franzoi, 2006). Deride gerçekleşen basınç, ısı ve ağrıya ilişkin duyumlar vücuda yönelik tehlikelerin fark edilmesini sağladığı için insanların hayatta kalma mücadelesinde birinci derecede öneme sahiptir (Feldman, 2011). Derinin Anatomisi ve Fizyolojisi Deriye ulaşan fiziksel enerjiyi elektrik enerjisine dönüştüren alıcı sinir hücreleri deride farklı derinliklerde yer alan tabakalarda bulunmaktadır (Feldman, 2011; Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). En dışta bulunan tabaka epidermis olarak adlandırılmaktadır. Bu dış tabakanın altında ise dermis olarak adlandırılan iç tabaka bulunmaktadır (Şekil 6.7). Bu tabakalar farklı hücreleri barındırmakta, bu nedenle farklı görevleri yerine getirmektedirler. En dışta sizin de gözünüzle görebildiğiniz çok ince bir tabaka olan film tabakası ölü hücrelerin bir araya gelmesi sonucu oluşmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Epidermisin en dışında bulunan bu tabakada alıcı hücre bulunmamaktadır. Bu ince tabakanın altında epidermisi oluşturan ilk alıcı hücreler bulunmaktadır. Epidermis tabakası ip gibi uzantıları olan alıcı hücrelerin bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. Bu tabaka özellikle parmak ucu ve avuç içi gibi kılların olmadığı bölgelerde dokunmaya ilişkin bilgi toplayan hücreleri barındırmaktadır. 149

154 Şekil 6.7: Derinin Anatomisi Kaynak: ( ) Dermis tabakası ise alıcı hücrelerin çoğunu (basınç, ısı, ağrı) barındırmaktadır. Yağlı bir tabaka olan dermis tabakasında kıl köklerine (folüküllerine) sarılmış alıcı hücreler bulunmaktadır. Derideki basınç değişikliğine duyarlı olan bu hücreler herhangi bir uyarıcı ile uyarıldıktan sonra hemen harekete geçerek fiziksel basınç bilgisini elektriksel sinir akımına çevirerek beyne iletmektedir ancak belli bir süre sonra uyarıcıda değişiklik olmamışsa beyne uyarı göndermemekte, böylece uyum sağlama gerçekleşmekte, uyarıcı fark edilmemektedir. Elinizde saat yokken saat taktığınızda derinizin üzerindeki kıllar bu basıncı fark etmekte, kıl köklerindeki alıcı hücreler aracılığıyla elektriksel enerjiye dönüştürülen sinir akımı beyne iletilmektedir. Bir süre geçtikten sonra ise alıcı hücreler beyne elektrik akımı göndermeyi kestiği için saati fark etmemektesiniz. Bu alıcı hücreler derideki diğer alıcı hücrelere oranla en çabuk uyum gösteren hücrelerdir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Dermiste kıl kökleri gibi yapılarla korunmayan serbest sinir hücreleri de bulunmaktadır. Bu serbest sinir hücreleri hem ısı hem de ağrıya ilişkin bilgileri elektrik enerjisine dönüştürdükten sonra beyne iletmektedir. Isı ve ağrı bilgisinin her ikisi de aynı hücrelerle beyne iletilse de, serbest sinir hücreleri bu mesajı beyne farklılaştırarak aktarmaktadır. Örneğin, alıcı hücreler sıcaklığa ilişkin bilgiyi daha yavaş, ağrıya ilişkin bilgiyi daha hızlı göndermektedir. Sinirsel işleyişteki bu farklılık uyarıcıların ağrı ya da ısı olarak algılanmasını sağlamaktadır (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Dermiste bulunan bir diğer alıcı hücre ise soğan dilimlerine benzeyen ve derideki en büyük alıcı hücre olan pasinyan yuvarı (Pacinian corpuscle) olarak adlandırılan yapıdır. Bu yapı titreşime duyarlı olan tek hücre olmasının yanı sıra en hassas alıcı hücreler arasında yer almaktadır (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). İnsan derisinde birbirinden farklı olmak üzere toplam beş milyon alıcı hücre bulunmaktadır. Ancak bu kadar hücre içerisinde hiçbir hücre herhangi bir duyum konusunda uzmanlaşmamıştır. Derideki aynı ya da benzer uyaranların aynı alıcı hücreleri uyardığında bile ısı, ağrı gibi farklı duyumlara yol açması bu hücrelerin farklı bir şekilde uyarılması ve farklı bir şekilde sinir akımına dönüştürülmesinden kaynaklanmaktadır (Hsiao, Johnson ve Yoshioka, 2003). Deride çok fazla sayıda bulunan basınca duyarlı alıcı hücrelerin vücuttaki dağılımı eşit değildir (Feldman, 2011; Wittig, 2001). Bazı bölgelerde alıcı hücreler yoğunlaşmakta, dolayısıyla bu bölgelerdeki duyarlılık da diğer bölgelere oranla daha fazla olmaktadır. Alıcı hücrelerin yoğun olmasından dolayı 150

155 uyarıcılara olan duyarlılığın da daha fazla olduğu bölgeler dil, dudak, yüz, eller ve genital bölgedir (Coon ve Mitterer, 2010). Bu bölgelerin tersine ayak başparmağı (Atkinson ve diğerleri, 1990) ve sırt bölgesi (Wittig, 2001) ise en az duyarlılığa sahip bölgedir. Deride bulunan alıcı hücreler basıncın yanı sıra ısıya ilişkin bilgileri de toplamaktadır. Isıyla ilgili alıcı hücreler sıcağa ve soğuğa duyarlı olmak üzere iki çeşittir. Isıya ilişkin duyumlar iki alıcı hücreden hangisinin uyarıldığına bağlı olarak değişmekle birlikte hangisinin daha fazla uyarılacağını belirleyen derinin ısısı ile dokunulan cisim ya da nesnenin ısısı arasındaki farka bağlıdır. Örneğin çok soğuk bir ortamdan (-20 0 ) gelip ellerinizi 15 derece ısıya sahip olan bir suyla yıkadığınızda bu suyu ılık, çok sıcak bir ortamda ise bu suyu soğuk olarak algılarsınız. Bu örnekte, suyun ısısı sabitken derinin ısısı farklıdır. Bu farklılık nedeni ile de suyun ısısı farklı olarak algılanmaktadır (Franzoi, 2006). Ağrı, hücrelerde meydana gelen zedelenme, yaralanma ya da duyusal alıcıların çok fazla uyarılması sonucunda ortaya çıkan bir tepkidir (Gatchel ve Turk, 1999). Ağrıya neden olan uyarıcı ne olursa olsun, zedelenen veya yaralanan hücre ya da doku P-maddesi olarak adlandırılan kimyasal bir madde salgılamakta ve bu madde ağrıyı beyne iletmektedir (Feldman, 2011). Ağrı ile ilgili duyum diğer iki dokunma duyusundan (basınç, ısı) farklıdır, çünkü çok farklı uyarıcılar ağrıya neden olmakta, ağrının oluşması için gerekli olan uyarıcılar bu iki duyu sistemindeki gibi sadece basınç ya da ısıyla sınırlandırılamamaktadır (Feldman, 2011). Örneğin, gözlere gelen çok fazla ışık da, kulaklara gelen yüksek ses de ağrıya neden olabilmektedir. Bir uyarı sistemi olan ağrı bireylerin kendisine zarar verecek durumlardan kaçınmaları ya da kaçmaları için fırsat sunmanın yanı sıra var olan durumlarını daha iyiye götürmeleri ya da korumaları için de fırsat sunmaktadır. İnsanların hayatta kalma mücadelelerinde önemli olan ağrı duyusu derinin dermis tabakasındaki serbest sinir hücrelerinde, bazı koşullarda kaslarda, bazı durumlarda ise kalp, ciğer, böbrek gibi iç organlarda ortaya çıkmaktadır (Franzoi, 2006). Ağrı sadece biyolojik faktörlerle açıklanamayacak kadar karmaşık bir süreçtir. Öznel bir algı sonucu oluşan ağrı bireylerin psikolojik, sosyal ve kültürel yaşantıları sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu nedenlerle farklı kişiler aynı uyarıcı düzeyine farklı tepkiler göstermekte, bazıları aynı uyarıcıya maruz kaldığında bir ağrı hissetmediğini belirtirken, bazıları da çok canının yandığını ifade edebilmektedir (Feldman, 2011; Myers, 2011). Hareket ve Denge Duyuları Şimdiye kadar ele almış olduğumuz duyu sistemleri geleneksel olarak temel duyumlar olarak değerlendirilmiş, uzun yıllar boyunca duyum denildiğinde akla bu beş temel duyu gelmiştir. Günümüzde ise bu temel duyumların yanı sıra vücudun hareketi ve denge sistemi ile ilgili olan iki duyumdan daha söz edilmektedir. Bu iki duyum da vücudun hareket ve pozisyonu (duruşu) hakkında bilgi toplamakta, hareket duyusu (kinestetik duyum) vücudun koordineli bir şekilde hareket etmesini (Wittig, 2001), denge duyusu (vestibüler duyum) ise vücudun dengede kalmasını sağlamaktadır (Myers, 2011). Bu iki duyu sisteminin önemini daha iyi anlayabilmenizin yolu bu iki duyu sisteminin geçici de olsa görevini yapamadığı bir kişiyi gözlemlemeniz ya da bir süre kendi etrafınızda hızlıca dönmenizdir. Aşırı alkol tüketen biri hareketlerini ve vücudunu kontrol etmeye çalışsa da yalpalamaktadır. Çünkü bu kişinin hareket ve denge duyusu sistemleri görevini yapamamaktadır. Benzer şekilde kendi etrafınızda döndükten sonra durduğunuzda halen dönüyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Eğer bu iki duyu sisteminiz düzgün çalışmazsa normalde de bunları yaşarsınız. Hareket Duyusu (Kinestetik Duyum) Baş, kol ve bacakların gövdeye ve birbirlerine göre pozisyonu ve hareketi konusunda bilgi veren duyu sistemidir (Atkinson ve diğerleri, 1990; Franzoi, 2006). Siz bu satırları okurken, beyninizin elleriniz, başınız, kol ve bacaklarınızın nerede olduğunu fark etmesini sağlayan ve aynı zamanda istediğinizde bir sonraki sayfaya geçmek istediğinizde kol hareketleriniz hakkında bilgi toplayıp beyne gönderen ve sayfayı çevirmenizi sağlayan yine hareket duyusudur. Bir başka deyişle, hareket duyusu kol ve 151

156 bacaklarınızın yeri ve hareketi konusunda sürekli olarak beyne geribildirim vermekte, bu geribildirimlerle de vücudunuzu istemli olarak hareket ettirebilmektesiniz. Kinestetik duyum gövdenin uzantısı olan ve hareket eden bölümleri (el, ayak, kol ve bacaklar) hakkında bilgi toplamak için diğer duyu organlarında olduğu gibi alıcı hücrelere ihtiyaç duymaktadır. Hareket duyu sisteminde hareketle ilgili bilgileri sunan alıcı hücreler eklemler, kaslar, bağ dokusu ve deride bulunmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Bu bölgelerde bulunan alıcı hücreler vücuttaki hareketli uzantıların birbirine göre konumlarını belirlemek için mekanik bilgiyi toplamakta, topladığı bu bilgileri de elektrik enerjisine dönüştürerek beyne iletmektedir. Denge Duyusu (Vestibüler Duyum) Hareket duyusu ile kol ve bacak gibi vücut uzantılarının bir birine ve gövdeye göre pozisyonu belirlenmektedir. Bu bilgiler hareketlerin bir biri ile eş güdümlü olmasını sağlamakla birlikte, denge kurulmasını sağlayamamaktadır. Çünkü denge kurabilmek için yerçekimi, hızlanma ve açılı hareketlerin de dikkate alınması gerekmektedir. Bu nedenle denge duyusu yer çekimine ve harekete bağlı olarak vücudun, özellikle de başın pozisyonuna ilişkin bilgi sağlayan duyu sistemi olarak tanımlanmaktadır (Franzoi, 2006). Denge duyusu kulaktaki işitmeyle ilgili olmayan bazı yapılar sayesinde gerçekleşmektedir. Bu yapıların tümü vestibüler sistem olarak adlandırılmakta, vestibüler kese, yarım daire kanalları ve yarım daire kanalları içinde bulunan otolit taşlarından oluşmaktadır. Vestibüler kese, yarım daire kanalları ve otolit taşları yerçekimine tepki vererek denge kurmamızı sağlamaktadır (Feldman, 2011). Denge duyusuna ilişkin alıcı hücreler bu üç yapının içinde bulunmakta, hareket ve yönelim bilgisini toplayıp, sinir akımına dönüştürerek beyindeki ilgili bölüme iletmektedir. Bu üç yapının her biri denge kurulmasına hizmet etse de her birinin topladığı bilgi birbirinden farklılık göstermektedir. Örneğin vestibüler kese doğrusal harekete ve yönelime ilişkin bilgi toplayan alıcı hücrelerden oluşmaktadır. Vücut eğilip büküldüğünde ya da doğrusal olarak hızlandığında alıcı hücreler eğilip bükülmelerine neden olan mekanik hareketi elektriksel enerji biçimindeki sinir akımına dönüştürmekte, en sonunda da bu sinir akımını ilgili beyin bölgesine iletmektedir. Beyin de kendisine ulaşan bilgileri anlamlandırıp yorumladıktan sonra, vücudun özellikle de başın pozisyonu ve yönü hakkında bir karara varmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Denge sisteminin bir diğer elemanı olan yarım daire kanalları da iç kulakta bulunmakta ve açısal, döngüsel hareketlere ilişkin bilgi toplamaktadır (Atkinson ve diğerleri, 1990; Feldman, 2011). İç kulakta bulunan üç adet yarım daire kanalı farklı açılarla birbirine bağlanmıştır (Kalat, 2008; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). İçi sıvı dolu olan yarım daire kanalları kıl şeklindeki alıcı hücrelerle kaplıdır. Başın hareketi sonucunda yarım daire kanallarındaki jel biçimindeki sıvı da çalkalanmakta ve alıcı hücreler de dalgalanan sıvının hareketiyle birlikte sallanarak elektriksel sinir akımı üretmekte, bu sinir akımını da ilgili beyin bölgelerine iletmektedir (Atkinson ve diğerleri, 1990; Kalat, 2008). Yarım daire kanallarının içinde bulunan otolit taşlar ise başın yerçekimine göre eğimi, hızlanması ve öne-geriye, aşağı-yukarı doğru gerçekleştirilen hareketlere yönelik bilgiler sağlamakta, bu bilgileri yarım daire kanallarına iletmektedir. Otolit organların duyarlı olduğu hareketler gerçekleştiğinde küçük bir kristale benzeyen otolit taşlar rüzgârlı bir kumsaldaki kum taneleri gibi savrulmakta (Feldman, 2011), alıcı hücreler yer çekiminin yönü konusunda topladığı bilgileri beyne iletmekte, böylece başın yer çekimine göre yönü belirlenmekte başın hangi kısmının yukarıda olduğuna karar verilmektedir. Bu nedenle hiç yer çekimi olmayan uzay mekiklerinde otolit organlar bilgi toplayamadığı için aşağı-yukarı algısı ortadan kalkmakta, anlamsızlaşmaktadır (Kalat, 2008). Vestibüler kese, yarım daire kanalları ve otolit organlar başın eğimi, hareketi ve yönü konusunda bilgi vermekte bu nedenle her gün yapılan yürüme, koşma, araba kullanma, eğilme gibi hareketler kolaylıkla gerçekleştirilmektedir. Bu yapılar görevlerini yapamadıklarında şu an size çok kolay ve sıradan gelen hareketlerin yapılması güçleşmekte, belki de imkânsız hale gelmektedir (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Aşırı, sürekli ve hızlı baş ve vücut hareketleri denge ve hareket sistemindeki alıcıların fazla uyarılmasına, bunun sonucunda da baş dönmesi, mide bulantısı gibi şikâyetlerin yaşanmasına yol açabilmektedir. İnsanların bu yoğun hareketlere tolere etme düzeyleri birbirinden farklılık göstermekte (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010), bazı bireylerin ani ve hızlı hareketlere tolerans düzeyleri çok düşük olmakta, bu nedenle araba ve deniz tutması gibi sıkıntıları yaşama olasılıkları daha yüksek olmaktadır (Kalat, 2008). 152

157 ALGI İnsanların yaşamları boyunca sergiledikleri davranışlarının temelinde dünyayı ve yaşadıklarını anlamlandırma amacı yer almaktadır. Anlamlandırma sürecinde ise yanıt aranan iki temel soru Ne? ve Nerede? sorularıdır. Bu sorulara yanıt vermek için ise algılama süreci devreye girmekte, ancak bu sorulara cevap vermek için ihtiyaç duyulan bilgi ve veriler duyumla toplanmaktadır (Atkinson ve diğerleri, 1990). Bölümün başlangıcından şu ana kadar dünyayı anlamlandırma sürecinin ilk adımı olan çevreden bilgi toplama aşamasından ve bu aşamada bilgi toplamayı sağlayan duyu organlarından söz edildi. Bu kısımda ise duyumla toplanan verilerin anlamlandırılması olarak tanımlanan algılama sürecinden söz edilecektir. Algılama süreci yukarıdaki tanıma göre çok basitmiş gibi algılansa da insan zihnine çok benzer olan bilgisayarları geliştiren bilim insanları bilgisayarların olayları ve durumları bir insan gibi algılayabilmesi konusunda henüz başarılı olamamıştır. Örneğin bankadaki güvenlik kameraları tüm görüntüleri farklı açılardan kaydetse de bu görüntülere dayalı olarak bir soygunun gerçekleştiğini kendiliğinden fark edip, bunu polise bildirememektedir. Çünkü bu süreç önceki yaşantılara dayalı olarak ipuçlarını inceleyip karar verebilmeyi gerektirmektedir. Bilgisayarların gerçekleşmekte olan bir soygunu fark etmesi çok zorken, aynı şeyi insanlar için söylemek mümkün değildir. Çünkü insanlar soygun başlar başlamaz, belki de soygunun somut unsurları gözlenmeden önce yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu fark etmekte, anlamaktadır. Bu örnekte, algının temelini oluşturan ve günümüz teknolojisine rağmen elektronik cihazların gerçekleştiremediği iki temel unsur göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki fark etmek ya da ipuçlarını yakalamak (recognition), ikincisi ise fark edilen ya da yakalanan ipuçlarının anlamlandırılmasıdır (Coon ve Mitterer, 2010). Algısal Süreçte İşlemleme Algı nedir? Algı ile duyum arasındaki farkı açıklayınız. Algılama süreci duyum süreci ile başlasa da algı duyu organları tarafından toplanan bilgilerin basit bir şekilde bir araya getirilmesi ile oluşmamaktadır. Eğer algı duyumla toplanan bilgilerin hiçbir işlemden geçirilmeden doğrudan bir araya getirilmesi ile oluşsaydı her birey aynı uyarıcılar karşısında aynı şeyleri anlar, olaylara ya da uyarcılara aynı anlamları yüklerdi. Oysa algılama süreci sadece toplanan parçaların basitçe bir araya getirilmesinden öte bir süreçtir. Çünkü algılamada bireyler kendisine gelen bilgileri hiçbir işlem yapmadan olduğu gibi almamakta, kendisine ulaşan uyarıcıları bir takım işlemlerden geçirmekte, algıyı oluşturmaktadırlar. Bu nedenle algılama sürecinde bireyler pasif değil son derece aktiftir (Franzoi, 2006; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Duyu organlarına ulaşan uyarıcıları anlamlandırma sürecinde bireyler bu bilgileri anlamlandırmak ve algılamak için kendisine ulaşan somut bilgilerin ötesinde de bir takım çıkarımlarda bulunmaktadırlar (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Örneğin, duyu organlarına ulaşan somut bilgiler sonucunda gördüğü şeyin bir kazak olduğunu anlayan birey gördüklerinin ötesindeki başka özelliklere ilişkin de çıkarımda bulunmaktadır. Duyulara ulaşan bilgiler sonucunda öncelikle nesnenin siyah, boğazlı, yün bir kazak olduğu fark edilmekte, sonra da daha önceki yaşantılara bağlı olarak bu kazağın soğuk havalarda giyilecek, sıcak tutan bir giysi olduğu çıkarımında bulunulmaktadır. Benzer şekilde duyulara ulaşan bilgiler sonucunda karşıdaki kişinin arkadaşlarınızdan biri olduğunu fark etmeniz algısal sürecin ilk basamağını oluşturmakta, bu arkadaşınızla ilgili, Ali çok konuşur, yerli yersiz kötü espriler yapar, yine kötü esprilerini dinlemek zorunda kalacağım. gibi düşüncelerin aklınıza gelmesi ise algısal sürecin sonraki basamağını oluşturmaktadır. Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere algısal süreç iki yönlü olarak işlemektedir (Feldman, 2011). Algılama sürecinde öncelikle duyu organlarından gelen nesnel bilgiler dikkate alınmakta, örneğin retinaya düşen görüntü, bu görüntünün ışık dalga boyu, yaydığı ışık enerjisinin şiddeti işlenmekte, bu uyarıcının rengi, çizgileri, kenarları ve açıları gibi somut özellikleri nesneyi tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu aşama, aşağıdan yukarıya doğru işlemleme olarak tanımlanmaktadır. Bir sonraki aşamada ise nesneye ilişkin tanımlanan tüm bu özellikler hafızada bulunan diğer nesnelerin özellikleri ile 153

158 karşılaştırılmakta ve bu karşılaştırmaya dayalı olarak da bu nesnenin ne olduğuna ilişkin çıkarımda bulunularak, karar verilmektedir. Bu aşamada anlamlandırma beynimizde saklamış olduğumuz bilgilere ve önceki öğrenme yaşantılarımıza dayalı olarak gerçekleştirildiği için yukarıdan aşağıya doğru işlemleme olarak adlandırılmıştır (Feldman, 2011; Wittig, 2001). Örneğin gördüğünüz bir harfin A harfi olduğunu anlamanız için, öncelikle gözünüze gelen çizgi ve açı ile bilgileri kavramanız gerekmektedir. Aşağıdan yukarıya doğru işlemleme aşamasında retinanıza ardından da ilgili beyin bölgesine ulaşan /, \, -, /\ gibi nesnel bilgiler dikkate alınmakta, daha sonra gerçekleştirilen ikinci aşamada da bu bilgiler daha önceden öğrenmiş olduğunuz harflerle karşılaştırılmakta, gözünüze yansıyan bu şeklin A harfi olduğuna yukarıdan aşağıya doğru işlemleme sonucunda karar verilmektedir (Stuart-Hamilton, 1996). Gün içerisinde çevremizi ve dünyayı anlayıp uygun tepkiler vermemizi sağlayan bu zıt yönlü iki bilişsel süreç sürekli olarak işlem yapmakta ve genellikle her ikisi de aynı anda algılama ve anlamlandırma sürecine katkıda bulunmaktadır. Uyarıcı algılanırken aşağıdan yukarıya bilgi işlemleme sürecinde uyarıcının temel duyusal özellikleri ile başlanarak (Wittig, 2001) bir bina inşaatında tuğlaların üst üste konulması gibi bilgiler bir araya getirilmekte, sonuçta algı tamamlanmış bir bina gibi bütün olarak ortaya çıkmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010; Feldman, 2011). Yukarıdan aşağıya bilgi işlemleme sürecinde ise daha önceden edinilmiş yaşantı, öğrenilmiş bilgiler, beklentiler algılama sürecine yön vermektedir. Algılama sürecinde bilişsel sistemde işlemleme her iki yönde de devam etmekte, aynı zamanda bu iki işlemleme birbiriyle de etkileşmektedir (Franzoi, 2006). Bu nedenle gerçekte işlemlemenin hangi yönde ilerlediğini belirlemek oldukça güçleşmektedir. Algılamada Gestalt İlkeleri Algılama sürecindeki bireysel farklılıkların nedenini açıklayınız. Algılamanın nasıl gerçekleştiğine ilişkin açıklamaların temeli giriş bölümünde de değinildiği gibi çok uzun yıllar öncesine dayanmaktadır. Duyum ve algı ile ilgili ilk açıklamalar antik dönem filozofları tarafından yapılmış, bu çalışmaların bir kısmı duyumların gerçeğin ta kendisi olduğunu, bir kısmı ise duyumların gerçeği olduğu gibi yansıtmadığını, bireyler tarafından oluşturulduğunu öne sürmüşlerdir. Aristo gibi bazı filozoflar ise bazı duyumların gerçeği olduğu gibi yansıttığını, bazı duyumların da bireyler tarafından oluşturulduğu için gerçeği olduğu gibi yansıtamadığını belirtmiştir. İlk çağ filozoflarının kafa yorarak açıklığa kavuşturmak istedikleri algılama sürecinin gerçekleşme biçimi 19. yüzyılda da bilim insanlarının dikkatini çekmeyi başarmış, yapısalcılık ve gestalt yaklaşımları algılama sürecine farklı açılardan yaklaşmışlardır (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Yapısalcılık yaklaşımı, algılamanın duyum süreciyle toplanan çok sayıdaki temel duyusal bilginin olduğu gibi birbirine eklenmesi ile oluştuğunu savunmaktadır. Yani çizgi, açı, renk, doku gibi pek çok duyusal özellik birbirine eklenerek gördüğümüz nesneyi ortaya çıkarmaktadır. Algılama duyumların adım adım eklenmesi sonucunda ortaya çıkan bir bütün olduğu için, algıyı daha küçük duyusal birimlere ayırmanın mümkün olduğunun da dile getirildiği yapısalcılık yaklaşımı buna kanıt sağlamak için çalışmalar yapmıştır. Bu amaçla düşen bir top algısı nı temel duyusal birimlere ayırmaya çalışmışlardır. Algıyı temel duyusal birimlere parçalayıp ayırabildiklerinde, temel duyusal birimlerin algıyı oluşturmak için nasıl bir araya getirildiğinin de anlaşılabileceğini varsaymışlardır (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Ancak algı yapısalcıların açıkladığı gibi basit bir süreç değildir (Kalat, 2008). Daha öncede bahsedildiği gibi algısal süreçte sadece duyusal bilgiler değil aynı zamanda bireylerin daha üst seviyedeki bilgi işleme süreçleri olan önceki öğrenme yaşantıları, ihtiyaçları, duruma ilişkin beklentileri ve duyguları da işin içine girmektedir. Ayrıca, bireyler algılama sürecinde temel duyusal birimleri ya da bilgileri bir araya getirirken bazı kuralları da takip etmektedirler (Quinn, Bhatt ve Hayden, 2008). Algısal süreçte temel duyusal birimlerin rastgele eklenmek yerine belli kurallara göre bir araya getirildiğini savunanlar Gestalt yaklaşımını benimseyen bilim insanlarıdır. Gestalt yaklaşımının bu görüşü Bütün, parçaların toplamından fazladır sloganı ile özetlenmektedir. Gestalt yaklaşımına göre insanlar çevreden topladıkları bilgileri anlamlı bütünlere, algılara dönüştürürken duyusal birimleri rastgele üst üste eklememekte, doğuştan getirdikleri gruplama eğilimlerine göre hareket etmektedirler (Peterson, GillamveSedgwick, 2007 akt. Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Bu nedenle beyin bütünü algılayabilmek 154

159 için parçaları bir takım kurallara göre otomatik olarak bir araya getirmektedir. Bunun en güzel kanıtı, bir cümlede yer alan kelimelerde eksik harfler olsa da bizim bu eksik harflere rağmen kelimeleri okumamız ve cümleyi anlamamızdır. Eğer ki yapısalcıların iddia ettiği gibi sadece temel bilgileri birleştiriyor olsaydık, öncelikle bu kelimeleri tanıyıp, okuyamazdık. Sonuçta cümlenin tamamını da algılayamazdık. Gestalt psikologlarının bu görüşü günümüzde gerçekleştirilen çalışmalarla da desteklenmiş, algılama sürecinde bir takım kuralların ve ilkelerin olduğu belirlenmiştir (Quinn, Bhatt ve Hayden, 2008). Algılama, şekil-zemin ilişkisi ve gruplandırma ilkeleri ile şekillendirilmektedir (Myers, 2011). Şekil-Zemin İlişkisi Şekil 6.8: Şekil-Zemin İlişkisi Kaynak: n1.gif, ( ) Herhangi bir nesneyi algılamak için yapılması gereken ilk şey sisteme gelen pek çok uyarıcı arasından bu nesneyi ayırmak, dikkati sadece bu nesneye odaklamaktır (Myers, 2011). Bir başka deyişle, algının gerçekleştirilebilmesi için çevrede bulunan birçok uyarıcıdan sadece birinin seçilmesi, öne çıkarılması gerekmektedir. Öne çıkarılan nesne şekil, geride kalan uyarıcılar ise zemin olmaktadır. Şu anda okuduğunuz bu satırlar ve yazılar sizin için şekil, arkadaki beyaz fon zemindir. Zemin şekle göre daha sade olduğu için şekil görüntü alanında öne çıkmakta, daha fazla göze çarpmaktadır (Goldstein, 2010). Şekil aynı zamanda zemine göre daha ayrıntılı olarak algılanmaktadır (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Fiziksel olarak da şekil zeminin daha önünde algılanmaktadır. Günlük yaşamda dikkat edilen şeyler şekil, diğer her şey zemin olmaktadır. Ancak psikoloji kitaplarında verilen bazı şekiller ve figürlerde şekil ve zemin yer değiştirebilmektedir. En çok bilinen örnek, Şekil 6.8 de verilen şekildir. Bu şekle ilk baktığınızda ne görüyorsunuz? Bir vazo mu? Yoksa yüz yüze olan iki profil mi? Hangisini gördüğünüz beyaz alana mı, siyah alana mı dikkat ettiğinizle ilgilidir. Dikkat ettiğiniz bölüm sizin için şekil, diğer kısım ise zemin olmaktadır. Bu gibi şekillerde şekil zemin ilişkisi sürekli değişebilmektedir. Bu değişiklik ise retinaya düşen görüntülerin anlamlandırılması sürecinde bireylerin aktif olarak yaratıcı bir şekilde bu görüntüleri yorumladıklarının bir kanıtıdır (Feldman, 2011). Bu nedenle de aynı uyarıcılar farklı bireyler tarafından farklı şekillerde algılanmaktadır (Myers, 2011). Bireylerin algılarını şekillendiren, yönlendiren en temel kural olan şekil-zemin ilişkisi bireylerin doğuştan getirdiği algısal bir eğilimdir. Çünkü doğuştan görme yetisi olmayan insanlar yetişkinlikte ameliyatla görmeye başladıklarında şekil zemin ilişkisini çok kısa zamanda kavrayarak gözlerine ulaşan duyusal verileri seçerek anlamlandırma, algılama sürecine kısa sürede başlayabilmektedirler (Coon ve Mitterer, 2010). Seçici Dikkat ve Uyum Sağlama Algıyı yönlendiren ve oldukça önemli olan şekil-zemin ilişkisi algılama ile dikkat süreci arasındaki ilişkiyi de ortaya koymaktadır. Algılamanın gerçekleşmesi için dikkat ön koşuldur. Çevrede duyu organlarına ulaşan o kadar çok uyarıcı vardır ki bu uyarıcıların hepsini aynı anda işlemek mümkün olmamaktadır. Bu nedenle, algılama sürecinde bazı uyarıcılara öncelik verilirken bazı uyarıcılar geri plana atılmaktadır. Bu süzme işlemi seçici dikkat olarak adlandırılmakta(wittig, 2001), bu süreç dar bir geçide benzetilerek açıklanmaktadır. Duyuları algıya dönüştürme sürecinde duyulardan gelen bilgileri algılamanın gerçekleştirildiği beyin bölgelerine ileten geçiş yolu duyusal verilerin fazlalığı nedeniyle daralmakta, bu daralan yoldan geçen bilgi diğer bilgilerin geçişini engellemektedir. Böylece, dikkat edilerek sadece belli uyarıcıların diğer uyarıcıların arasından ayrılması ve algılanması söz konusu olmaktadır. Örneğin bir araştırmada deneklerden bilgisayar ekranında elma görüp görmediklerini belirtmeleri istenmiştir. Bu yönerge verildikten sonra, 1 saniyeliğine elma ile birlikte armut da gösterilmiştir. Denekler elmayı gördüklerini belirttikten sonra, deneklere armut görüp görmediği de sorulduğunda deneklerin tamamına yakını armut görmediklerini belirtmişlerdir. Aslında retinaya hem elmanın hem de armudun görüntüsü düşmekte, ancak dikkat tümüyle elma uyarıcısına verildiği için armut görüntüsü, algılamanın gerçekleştirildiği beyin bölgesine ulaşamamaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). 155

160 İstekli olarak bireyin kendi kontrolü ile gerçekleştirilen duyusal süzme işleminin yanı sıra duyu organlarında sabit ve değişmeyen bir uyarana yönelik uyum sağlama süreci de gerçekleşmekte, duyusal alıcılar otomatik olarak bu uyarıcıya daha az tepki vermeye başlamaktadırlar. Bir başka ifade ile duyu organları sabit bir uyarıcı ile ilgili daha az bilgiyi beyne ulaştırmaya başlamaktadır(coon ve Mitterer, 2010). Örneğin, sigara içen insanlar kendi üstlerine sinen sigara kokusunu fark edemezler ya da yoğun ve kesif bir yemek kokusu olan odada bulunanlar bu kokuyu fark edemezken, odaya yeni giren biri bu kokuyu hemen fark edebilmektedir. Uyum sağlama sürecinde gerçekte uyarıcı kokular hâlihazırda odada bulunmakta, duyu organları da bu kokuları fark etmekte, ancak uyarıcıda bir değişiklik olmadığı için burun beyne ilettiği mesajları azaltmakta, beyne giden bilgi azaldığı için de uyarıcı fark edilmemektedir. Duyu organlarının uyum sağlama süreci de birbirinden farklıdır. En çabuk uyum sağlayan duyu sistemleri burun ve deridir. Giydiğimiz kıyafetleri, taktığımız yüzük, gözlük gibi nesneleri belli bir süre sonra hissetmememiz buna güzel bir örnektir. Bu iki duyu organının tersine gözünüzle sürekli bu kitaba baktığınızda kitaba uyum sağlayarak, kitabı görmemeye başlamazsınız. Çünkü gözünüz siz fark etmeseniz de sürekli olarak hareket etmekte, alıcı hücrelere sürekli farklı görüntüler düşmekte bu nedenle de görme sisteminizde uyum sağlama gerçekleşmemektedir (Coon ve Mitterer, 2010). Algıyı-Dikkati Etkileyen Faktörler Algılamanın gerçekleşmesi için bir uyarıcıya dikkat edilmesi, çevredeki diğer uyarıcıların görmezden gelinmesi gerekmektedir. Peki, hangi uyarıcılara dikkat edileceğini belirleyen faktörler nelerdir? Dikkati etkileyen ve algıyı şekillendiren faktörler bireye özgü faktörler, uyarıcıya özgü faktörler olmak üzere iki başlık altında ele alınabilir. Seçici dikkati yönlendiren bireye özgü faktörler, bireyin ilgi, istek, ihtiyaç, beklenti, motivasyon ve duygu durumu gibi özelliklerini içermektedir. Morali bozuk olanlar morali iyi olanlara göre daha az uyarıcı fark etmekte, bu nedenle algılama seviyeleri de düşmektedir.benzer şekilde aç olan bir insan yemek kokularını tok olanlara göre daha çabuk ve kolay bir şekilde fark etmektedir (Coon ve Mitterer, 2010). Bireylere özgü özelliklerin yanı sıra uyarıcıya özgü bazı özellikler de dikkati, dolayısıyla algılama sürecini etkilemektedir. Tekrarlayan uyarıcılar daha fazla dikkat çekmektedir. Örneğin çok sessiz bir ortamda sürekli olarak su birikintisine damlayan musluk dikkat çekmektedir. Tekrarlayan uyarıcının özellikle rahatsız edici olanı daha çabuk ve daha çok fark edilmekte, bu nedenle de reklamcılık sektöründe bu iki özellikten de fazlasıyla yararlanılmaktadır. Ayrıca, şiddeti daha büyük olan uyarıcıların fark edilme olasılığı da yükselmektedir. Televizyonun ses düğmesine hiç dokunmadığınız halde reklamlara geçince ses düzeyi kendiliğinden yükselmektedir. Çünkü yüksek ses alçak sese göre daha fazla dikkat çekmektedir. Ayrıca, beklenmedik şeyler de dikkati daha fazla çekmektedir (Coon ve Mitterer, 2010). Kutupları anlatan bir resimde penguenler ve kutup ayısına deveden daha az dikkat edilmektedir. İnsanlar resmi incelerken önce deveyi fark etmekte, en uzun süre deveye bakmaktadırlar. Çünkü devenin kutuplarda olması beklenmedik bir durumdur ve bizim doğamızda yer alan tutarlılık arayışına aykırıdır. Algılamada Gruplama İlkeleri Herhangi bir uyarıcı şekil-zemin ilişkisi ilkesine göre şekil olarak belirlenip, fark edildikten sonra şeklin organize edilip, anlamlı bir bütüne dönüştürülmesi gerekmekte, bu süreçte de benzerlik, yakınlık, devamlılık, tamamlama ve basitlik gibi gruplama kuralları yada ilkeleri uygulanmaktadır. Benzerlik: Benzer uyarıcılar gruplandırılarak bir bütün olarak algılanmaktadır (Myers, 2011; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Bu ilkeye göre Şekil 6.9 daki şekiller şekilsel benzerliklerine göre dikey olarak gruplanarak, bir sıra kare bir sıra daireden oluşan bir dikdörtgen olarak algılanmaktadır. Şekil 6.9. Benzerlik Kaynak: ( ) 156

161 Yakınlık: Bu kurala göre ise fiziksel olarak birbirine yakın olan uyarıcılar gruplandırılarak bir bütün olarak algılanmaktadır. Şekil 6.10 da daireler yakınlık ilkesine göre ayrı ayrı 6 sütun olarak algılanmak yerine ikişerli üç ayrı grup olarak algılanmaktadır. Şekil 6.10: Yakınlık Kaynak: ( Devamlılık: Algısal süreçte gruplandırma yapılırken akıcı, düzenli ve kesintisiz şekiller, örüntüler daha fazla tercih edilmektedir. (Myers, 2011; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011; Wittig, 2001). Devamlılık ilkesine göre Şekil 6.11 deki çizgileri A dan D ye devam eden bir çizgi, C den B ye devam eden çizgi olarak görme olasılığımız, A dan O ya, O dan B ye, C den O ya, O dan D ye doğru iki ayrı şekil olarak görme olasılığımızdan daha yüksektir. Şekil 6.11: Devamlılık Kaynak: ( ) Tamamlama: Herhangi bir nesnedeki eksiklikler tamamlanarak, boşluklar doldurularak bir bütün olarak algılanmaktadır. Şekil 6.12 de ortadaki üçgenin kenar çizgileri olmasa da üçgen olarak algılayabilmemiz bu ilkenin yardımıyla mümkün olmaktadır. Şekil 6.12: Tamamlama Kaynak: ( ) Basitlik: Algılama sürecinde uyarıcılar gruplandırılırken basitlik karmaşıklıktan daha fazla tercih edilmekte, gruplandırma yapılırken en basit gruplama biçimi seçilmektedir (Feldman, 2011; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Şekil 6.11 de şeklin A dan D ye doğru, C den B ye doğru uzanan iki çizginin üst üste gelmesinden oluşuyormuş gibi algılanması olasılığı A dan B ye doğru, C den D ye doğru kıvrılan iki ayrı şeklin birleşmesinden oluyormuş gibi algılanması olasılığından daha yüksektir. Algısal süreçte duyusal bilgiler bu algısal kurallara göre düzenlenip, bütünleştirildiği ve yapılandırıldığı için algı basit bir olgu değildir. Ayrıca, algılama ve gruplama sürecinde algılayanın kişisel ve bireysel özellikleri de devreye girmekte, aynı uyarıcı farklı algılara neden olabilmektedir. Algısal 157

162 sürecin karmaşıklaşmasına yol açan diğer bir durum ise hem algılayanların hem de algılanan uyarıcıların hareket halinde ve değişim içinde olmasıdır. Algısal Değişmezlikler Algılamada Gestalt ilkelerinin rolünü açıklayınız. Hareket veya başka nedenlerle uyarıcıların durumlarında bir takım değişiklikler meydana gelmekte, bu nedenle çevreden duyusal sistemlerimize ulaşan veriler çok büyük bir değişkenlik göstermektedir (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Çevredeki değişiklikler (ışık miktarı vb.) ve hareket nedeniyle aynı uyarıcıdan duyu organlarına ulaşan bilgiler sürekli değişmektedir (Coon ve Mitterer, 2010). Neyse ki algısal değişmezlik olgusu, duyu organlarına ulaşan bilgiler şekil ve durum açısından farklılık gösterse de bu uyarıcı ve nesnenin değişmez, kararlı olarak algılanmasını sağlamaktadır (Feldman, 2011). Örneğin yanınızdan geçen araba sizden uzaklaştıkça retinadaki görüntüsü gittikçe küçülmektedir. Siz algısal değişmezlikler sayesinde retinadaki görüntüsü küçülen arabayı küçülüyormuş gibi algılamak yerine, arabanın büyüklüğünün sabit kaldığını ancak sizden uzaklaşıyor olduğunu çıkarsarsınız. Büyüklük Değişmezliği Sizden ya da nesneden kaynaklanan hareketlilik veya yer değiştirme sonucunda uyarıcının retinaya düşen görüntüsünün boyutlarında ve büyüklüğünde değişiklikler meydana gelmektedir. Ancak siz büyüklük değişmezliği nedeniyle, daha önceki yaşantılarınıza bağlı olarak oluşturduğunuz standart bir araba kavramı, şeması ve görüntüsü nedeniyle retinanıza düşen görüntü farklılaşsa da arabayı aynı şekilde algılayabilmektesiniz. Çünkü sizden uzaklaştıkça görüntüsü gittikçe küçülen arabanın boyutlarının değişmediğini sadece sizden uzaklaştığı yorumunu yaparsınız. Büyüklükte algısal değişmezlik olmasaydı araba uzaklaştıkça küçüldüğünü, yaklaştıkça büyüdüğünü sanırdık. Tutarlılık ve tahmin edilebilirlik sağlayan algısal değişmezlikler ortadan kalktığı için yaşamımız tümüyle alt üst olur, dünyayı her seferinde yeniden oluşturmak zorunda kalırdık. Yaşamı kolaylaştıran, kontrol edilebilir olarak algılamamızı sağlayan büyüklük değişmezliği de diğer algısal değişmezlikler gibi öğrenilmektedir (Myers, 2011; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Çünkü çok sık bir ormanda yaşayan bir kabile mensupları ağaçlar engellediği için 2-3 metreden fazlasını görememişlerdir. Bu kabile mensuplarına oldukça uzakta yer alan bufalolar gösterildiğinde, bu hayvanların bir tür böcek olduğunu ifade etmişler, bufalolara yaklaştıkça da böceklerin büyümesi nedeniyle dehşete düşmüşler, bunun bir büyü olduğunu belirtmişlerdir ( Şekil Değişmezliği Şekil 6.13: Şekil Değişmezliği Kaynak: ( ) Bir uyarıcıyı farklı açılardan gördüğümüzde retinaya düşen şekiller de değişmektedir. Örneğin bir kapıya kapalı iken doğrudan baktığınızda dikdörtgen bir şekil görürsünüz. Bu kapıyı biri açmaya başladığında, kapının retinanıza düşen görüntüsü kapalı kapının görüntüsünden oldukça farklıdır. Retinanıza düşen görüntü artık bir yamuk şeklindedir ancak siz daha önce oluşturmuş olduğunuz kapı algısına dayalı olarak 158

163 eski haliyle yani dikdörtgen olarak algılamaktasınız. Açık bir kapıya ilişkin duyusal bilgi farklı olmasına rağmen önceki yaşantılara bağlı olarak oluşturulan dikdörtgen kapı algısına dayalı olarak açık bir kapıda yine dikdörtgen olarak algılanmaya devam etmektedir ( Coon ve Mitterer, 2010; Kalat, 2008). Renk ve Parlaklık Değişmezliği Bir diğer algısal değişmezlik ise aydınlatma ve ışık miktarının değişmesine rağmen uyarıcıların parlaklık ve renklerinin eskisi gibi algılanmasıdır. Güneşli bir ortamda iken beyaz tişört ve mavi pantolonunuz oldukça parlak görünmekte, güneş bulutların arkasında kaldığında ise bu renkler soluklaşmakta, ancak yine de beyaz ve mavi olarak algılanmaya devam etmektedir. Işık ve aydınlatma koşulları değiştiğinde aynı renk farklı tonlarda algılanmaktadır bir başka deyişle. Ayrıca, ışık miktarı değişse de beyaz renk mavi renge göre daha fazla ışık yaymaktadır (Coon ve Mitterer, 2010; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011) Algısal değişmezlik olgusu düzenlilik, tutarlılık ve kararlılık arayışında olan biz insanlar için son derece önemlidir. Çünkü çevremiz ve duyu organlarımıza ulaşan bilgiler sürekli değişim içerisindedir. Farklı uzaklık, açılar, aydınlatma nedeniyle retinaya düşen görüntüler sürekli değişmektedir. Sürekli değişen görüntüleri algılamak için ise daha önceden oluşturulmuş ve hafızamızda yer alan bilgileri kullanarak kaotik dünyayı bilindik, tahmin edilebilir şekle dönüştürmekteyiz. Algısal süreçte, yukarıdan aşağıya işlemlemeyi gerçekleştiremeseydik algısal değişmezlik olgusu olmayacak (Myers, 2011), elinizi gözünüze yaklaşıp uzaklaştırdıkça beyniniz şaşıracak, elinizin sürekli büyüyüp, küçüldüğünü, şekil değiştirdiğini varsayacak, buna uyum sağlamaya çalışacaktı (Kalat, 2008). Bu da hem zaman hem de enerji kaybı anlamına geldiği için yaşamınızı zorlaştıracaktı (Myers, 2011). Üç Boyutlu Algılama (Derinlik Algısı) Yaşamamızı kolaylaştıran bir diğer olgu ise üç boyutlu algılama sürecidir. Görme sürecinde retinaya ulaşan bilgiler nerede? sorusuna yanıt vermek için organize edilirken aynı zamanda bireylere ve birbirlerine olan uzaklıkları da dikkate alınmaktadır. Uyarıcıların bize olan uzaklıklarını algılayabilmek için beynimizin retinaya düşen iki boyutlu görüntüleri üç boyutlu görüntüye dönüştürmesi gerekmektedir (Franzoi, 2006). Üç boyutlu görebilme derinlik algısı olarak adlandırılmaktadır (Feldman, 2011). Duyum süreci sonucunda retinaya düşen görüntü bir fotoğraf gibi sadece yükseklik ve genişlik bilgisine sahiptir. Algılama süreciyle bu iki boyuta uzaklık bilgisi de eklenmekte, böylece derinlik algısı da oluşturulmaktadır (Plotnik vekouyoumdjian, 2011). Binoküler İpuçları Beyin iki boyutlu görüntüyü üç boyutlu görüntüye dönüştürmek için göze ulaşan bilgilerle ilgili bazı ipuçlarını uzaklıkla ilgili karar verme sürecinde kullanmaktadır (Harris ve Dean, 2003). Derinlik algısında kullanılan ipuçları iki başlık altında incelenmektedir. Binoküler ipuçları iki gözden gelen hareket bilgileri sonucunda, monoküler ipuçları ise tek bir gözden gelen bilgiler sonucunda oluşmaktadır. Binoküler ipuçları her iki gözden gelen bilgilerin tek bir görüntüde birleştirilmesi sonucunda oluşmaktadır (Feldman, 2011). Binoküler ipuçlarının oluşmasının temel nedeni gözlerimiz arasında yaklaşık olarak 6 cm. lik bir mesafenin bulunmasıdır (Coon ve Mitterer, 2010). Retinal Farklılık:İki göz arasındaki bu mesafe nedeniyle retinaya düşen görüntüler çok azda olsa farklılaşmaktadır (Franzoi, 2006). Bir nesneye baktığınızda sağ ve sol gözün retinasına düşen görüntüler farklılaşmakta, bu farklılığın düzeyi retinal farklılık olarak adlandırılmaktadır. Retinal farklılık uzaklıkla ters orantılıdır. Bir nesne gözümüze yaklaştıkça retinal farklılık artmaktadır. Beyin iki gözden gelen bilgiyi birleştirdiğinde retinal farklılıkla ilgili bilgiyi kullanmakta, böylece uzaklığa ilişkin karar vermektedir. Örneğin bir nesnenin retinal farklılığı diğerine göre daha büyükse bu nesne daha yakın olarak algılanmaktadır. Bunu siz de kolaylıkla test edebilirsiniz. Kolunuzu öne doğru başınız hizasında uzatıp, bir parmağınız havada kalacak şekilde diğer parmaklarınızı kapatın. Önce sağ gözünüzü kapatıp sol gözünüzle parmağınıza bakın, sonra da tam tersini yapın. İki gözünüzün gördüğü görüntüdeki farklılığı fark etmiş olmalısınız. Şimdi parmağınızı burnunuza cm. kalacak şekilde yaklaştırınız. Gözlerinizi sırayla kapatarak parmağınıza bakın. Sadece sağ ve sadece sol gözünüzle gördüğünüz görüntüdeki farklılık arttı mı? Herhangi bir nesne göze yaklaştıkça her bir gözün gördüğü görüntü 159

164 diğerinden daha da farklı olmaktadır. Bu iki farklı uzaklığı aynı anda denemek için ise bir elinizi kol uzunluğunuzda tutarken diğer elinizi de yüzünüzden cm. uzakta tutun ve işaret parmaklarınıza bir sağ gözünüzle, bir de sol gözünüzle bakın. Retinal farklılık açısından değerlendirdiğinizde neler fark ettiniz? Retinal farklılık günümüzde üç boyutlu film sektöründe kullanılmaktadır. Üç boyutlu görüntü oluşturabilmek için ikisi arasında 5-6 cm uzaklık bulunan iki kamerayla aynı anda çekim yapılmakta, aynı görüntü iki farklı açıdan kayda alınmakta sonra bu iki görüntü birleştirilmektedir. Birleştirilen bu görüntüden sol kamerayla çekilen görüntünün sadece sol göze, sağ kamerayla çekilen görüntünün ise sadece sağ göze ulaşması için özel bir gözlük takılması gerekmektedir. Bu gözlükle beyne iki farklı görüntü ulaşmakta beyin bu iki farklı görüntüyü birleştirince de derinlik algısı oluşmaktadır (Myers, 2011; PlotnikveKouyoumdjian, 2011). Şekil 6.14: Yakınsama Kaynak: ( ) Yakınsama: Binoküler ipuçlarının diğeri de yakınsama dır. Nesne gözlere yaklaştıkça, gözler bu nesneyi görebilmek için içe doğru dönmekte, bunu gerçekleştirebilmek için ise gözlerdeki kaslar harekete geçmektedir. Göz kaslarındaki bu hareketler ise beyin tarafından uzaklık bilgisi elde etmek için kullanılmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). Bir kalemi kol uzunluğunuzda yüzünüzün tam karşısına gelecek şekilde tutun ve her iki gözünüzle bu kaleme bakın. Sonra bu kalemi yavaş yavaş burnunuza yaklaştırın, bir yandan da kaleme bakmaya devam edin. Gözlerinizde neler hissettiniz? Kaslarınızdaki hareketlilik ya da gerginlik nasıl bir değişim gösterdi? Yakınsama düzeyi nesne yaklaştıkça artmakta, uzaklaştıkça azalmaktadır (Şekil 6.14). Bu artma ve azalma bilgisi beyin tarafından uzaklık ve derinlik bilgisine dönüştürülmektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Monoküler İpuçları Binoküler ipuçları sayesinde oluşturulan derinlik algısında her iki gözden gelen bilgiler kullanılmakta, bu nedenle güçlü bir derinlik algısı oluşmaktadır. Tek gözden gelen bilgiler sonucunda da derinlik algısı oluşmakta ancak iki gözden gelen ipuçları sonrasında oluşan derinlik algısı kadar kaliteli olmamaktadır (Rosenberg, 1994). Araba kullanırken, ya da herhangi bir nesneyi dar bir yere yerleştirmeye çalışırken tek gözünüzü kapatarak yapmaya çalıştığınızda yaşadığınız güçlüğü siz de fark edebilirsiniz. Ama siz yine de tek gözünüzü kapatarak araba kullanmayı denemeyin. Çünkü tek gözle araba kullanılabilse de çok güvenli bir sürüş olmayabilmektedir. Çünkü retinal farklılık ve yakınsama bilgisi olmadığından derinlik algısı çok iyi olmamakta bu nedenle frene ya erken ya da geç basılabilmektedir (Coon ve Mitterer, 2010). Ayrıca tek gözden gelen ipuçlarıyla sürüş daha zor olabilmektedir. Binoküler ipuçlarına dayalı derinlik algısı daha kaliteli ve güçlü olsa da bazı durumlarda monoküler ipuçları derinlik algısı oluşturulmasında daha işlevsel olabilmektedir. Çünkü bazı durumlarda retinal farklılık ve yakınsama bilgileri derinlik algısının oluşması için yeteri kadar bilgi verememektedir. Ya da 160

165 verilen bilgiler uzaklık konusunda karar verebilmek için yeterli olmamaktadır. Örneğin bir kişinin sizden 10 metre mi yoksa 100 metre mi uzakta olduğunu anlamanız için retinal farklılık ve yakınsama ipuçları yetersiz kalmaktadır. Çünkü her iki uzaklıkta da gözleriniz birbirine paralel olduğu için bu iki ipucu uzaklık kararı verebilmenize olanak sağlayacak bilgiyi üretememektedir. Bu gibi durumlarda monoküler ipuçları uzaklık ve derinlik algısında daha fazla işe yaramaktadır (Myers, 2011). Monoküler ipuçları genellikle çevredeki nesnelerin birbirlerine göre durumları ve pozisyonlarına göre ortaya çıkmaktadır. Monoküler ipuçları olmasaydı bir tuval üzerindeki resimlerde ya da fotoğraflarda derinlik algısı söz konusu olamazdı. Çünkü kâğıt üzerindeki görüntülerin, uyarıcıların uzaklıkları birbirinden farklı değildir. Bu nedenle görüntüler arasında retinal farklılık bulunmamakta, ancak resimde ya da fotoğrafta nesnelerin birbirine göre büyüklük farkları, birbirinin görüntülerini engelleme gibi pek çok monoküler ipuçları bulunmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Resimde ya da fotoğraftaki monoküler ipuçlarının fark edilmesi ve derinlik algılanması için, resim ya da fotoğraflarla ilgili geçmiş yaşantıların ve öğrenmenin olması gerekmektedir. Göreli büyüklük (Nesne büyüklüğü): Diğer her şey eşit olmak koşuluyla, büyüklüğü aynı olan iki uyarandan uzakta olanın retinaya düşen görüntüsü daha küçük iken yakında olanın görüntüsü daha büyüktür ve retinada daha fazla yer kaplamaktadır. Bu nedenle, biri diğerine göre daha küçük görünen nesne ya da uyarıcı daha uzak olarak algılanmaktadır (Feldman, 2011). Uzaklıkla ilgili bu ipucu büyüklüğü bilinen ya da tahmin edilen nesneler için kullanılmaktadır (Kalat, 2008). Binişim (Kaplama): Bu ipucunda ise yakın olarak algılanan nesneler uzaktaki nesnelerin önüne geçmekte, arkadaki nesnelerin bir kısmı bu yakında algılanan nesneden dolayı görünmemektedir. Önde veya daha yakında olan nesne arkadaki nesnelerin bir kısmını kaplamaktadır bir başka deyişle. Masada oturan bir memurun bacakları ve gövdesinin bir kısmı görünmediği için memur, masanın arkasında algılanmaktadır. Benzer şekilde gövdeniz ağacın arkasında kalacak şekilde başınızı uzatarak fotoğraf çektirdiğinizde, fotoğrafa bakanlar sizi ağacın arkasında algılayacaktır. Binişim ya da kaplama ipucu çok farklı nesnelerin büyüklüğü, uzaklığı ve yeri konusunda bilgi sağlamaktadır (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011; Wittig, 2001). Doğrusal Perspektif: Uzaklığı belirlemek için kullanılan bu ipucu da birbirine paralel olan iki çizginin uzaklaştıkça birbirine yakınlaşması ve ufukta birleşmesi olarak açıklanmaktadır (Kalat, 2008; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Bu nedenle uzaktaki nesneler yakındaki nesnelere göre birbirine daha yakın algılanmaktadır. Demiryoluna baktığınızda birbirine paralel olan raylar görüş alanınızdan uzaklaştıkça birbirine yaklaşmakta ve ufukta birleşmiş, kesişmiş gibi görünmektedirler (Feldman, 2011). Siz rayların ufukta birleşmiş gibi görüyor olmanıza rağmen rayların halen birbirine paralel olduğunu bilmektesiniz. Ancak bu bir noktada birleşme ya da yakınlaşma bilgisi beyinde uzaklık bilgisi olarak yorumlanmakta ve böylece derinlik algısı ortaya çıkmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). Doku Değişimi: Nesnelerin üzerinde bulunan dokular uzaklığa bağlı olarak değişik algılanmaktadır. Yakındayken daha iri taneli, daha ayrıntılı ve daha net olarak algılanan doku uzaklaştıkça daha küçük parçalardan oluşan, daha sıkışık, daha az ayrıntılı ve daha flu olarak algılanmaktadır (Feldman, 2011; Franzoi, 2006, Kalat, 2008; Wittig, 2001). Doku değişimi de uzaklıkla ilgili veri sağlayarak derinlik algısı oluşumuna katkıda bulunan ipucudur. Görüş Alanındaki Yükseklik: Görüş alanında farklı yükseklikte bulunan nesneler farklı uzaklıklarda algılanmaktadır. İki nesneden daha yukarıda olan nesne daha uzakta algılanmaktadır. Bu durum karada bulunan nesneler için geçerlidir. Havada bulunan nesneler için ise bu ipucu ters yönlü çalışmaktadır. Örneğin ay görüş alanımızın aşağısında yer aldığında daha uzakta, görüş alanında yükseldikçe daha yakın algılanmaktadır. (Franzoi, 2006). Işık ve Gölge: Nesnelere ilişkin ışık ve gölge bilgisi de derinliğe ilişkin ipucu sağlamaktadır. Örneğin yakın nesneler daha parlak görünmektedir (Myers, 2011). Benzer şekilde gölge de nesnelerin hem büyüklüğü hem de bulunduğu yer konusunda bilgi vermekte (Kalat, 2008) derinlik algısını daha anlaşılabilir kılmaktadır (Wittig, 2001). Gölge düşen kısımlar, aydınlık ve gölgesiz yerlere göre daha uzakta algılanmaktadır (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). 161

166 Göreli hareket: Derinlik algısı sağlayan bir diğer ipucunda da retina üzerine düşen görüntünün pozisyonu hareket nedeniyle değişmektedir (Franzoi, 2006). Nesnenin pozisyonu vücudun başka bir nesneye göre hareket etmesi sonucunda değişmekte (Feldman, 2011), hareket ettiğimizde durağan olan nesneler bile hareket ediyormuş gibi algılanabilmektedir (Myers, 2011). Bu nedenle, göreli hareket bilgisi derinlik algısını nesnelerin birbirine göre hareketine dayalı olarak oluşturmaktadır. Bir başka ifade ile göreli hareket bilgisi retinaya düşen görüntülerin hareket hızlarındaki farklılığa dayanmaktadır (Kalat, 2008; Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Göreli hareket olgusu, Gestalt yaklaşımına öncülük eden Alman Wertheimer in bir tren yolculuğunda tren hareket ederken yakındaki ağaç ve binaların trenin hareket yönünün tam tersine ve çok hızlı bir şekilde, uzaktaki dağların, ağaçların ise trenle aynı yönde trenden daha yavaş hareket ediyormuş gibi algılaması sonucunda incelenmeye başlamıştır (Franzoi, 2006). Göreli hareketle ilgili bu yaşantıyı sizde kolaylıkla deneyebilirsiniz. Hareket eden bir tren ya da arabaya bindiğinizde, yolda giderken kendinize bir nesne (ağaç) tutun. Şimdi bu nesnenin önündeki ve arkasındaki nesnelere bakın. Ağacın önündeki nesneler gittiğiniz yönün tam tersi yönünde çok hızlı bir şekilde hareket ediyormuş gibi algılanmaktadır. Belirlediğiniz ağacın arkasında kalan nesneler ise sizinle aynı yönde yavaş yavaş hareket ediyormuş ya da hareket etmiyormuş gibi algılanmaktadır (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Dolayısıyla belirlediğiniz nesneden daha yakın olan nesneler retinada daha hızlı hareket ederken, daha uzaktaki nesneler ise retinada daha yavaş hareket etmektedir. Beyin belirlediğiniz ağacın uzaklığı konusunda karar verebilmek için uzaklığa göre değişen hareket yönü ve hareket hızı bilgilerini kullanmaktadır. Daha somut bir ifade ile beyniniz belirlediğiniz ağacın size olan uzaklığını belirleyebilmek için bu ağacın önündeki ve arkasındaki nesnelerin göreli hareket yönü ve hızını dikkate almakta, bu bilgilere göre de derinlik algısı oluşturmaktadır (Feldman, 2011). Göreli hareket nedeniyle çocuklar ayın ya da bulutların kendisi ile birlikte hareket etiğini sanmaktadırlar (Franzoi, 2006). Göreli hareket, harekete bağlı derinlik algılamasının oluşturulmasında oldukça önemlidir ve film endüstrisinde de yararlanılmaktadır. Algı Yanılsamaları (İlüzyonlar) Algısal sistemimiz sunduğu algısal ipuçları, algısal değişmezlik ilkeleri ile gerçeği hatasız şekilde algılamamızı sağlasa da algısal süreçlerimiz bazı durumlarda uyarıcılar tarafından yanlış yönlendirilmekte, hatalı veya yanlış algılamalar gerçekleşebilmektedir (Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Daha basit bir ifade ile uyarıcıların yanlış veya olduğundan farklı algılanması veya yorumlanması söz konusu olmakta ve bu süreç algı yanılsaması ya da ilüzyon olarak adlandırılmaktadır. Yanılsamalar bazen şekil, büyüklük değişmezliği gibi algısal değişmezlikler, bazen de algısal ilkelerin uygulanması sonucu ortaya çıkmaktadır (Coon ve Mitterer, 2010). Bazen de algısal değişmezlik ilkesi yanlış olarak uygulanmakta, böylece algı yanılsamaları ortaya çıkmaktadır (Franzoi, 2006; Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Algı yanılsamaları algısal süreçte duyuları anlamlandırırken yukarıdan aşağıya doğru işlemleme yapmamıza neden olan daha önceki yaşantılarımız ve öğrenmelerimiz sonucunda ortaya çıkmaktadır. Algı yanılsamaları işitme gibi duyu sistemlerinde ortaya çıksa da görme ile ilgili yanılsamalar en fazla araştırılan yanılsamalar olmuştur (Kalat, 2008). Çünkü görme sistemi insanlarda en baskın ve en önemli duyu sistemidir. Görme sistemi genel olarak daha ayrıntılı olarak ele alındığı için görme ile ilgili yanılsamalar da oldukça ayrıntılı olarak ele alınmış, bu konuda pek çok araştırma ve çalışma gerçekleştirilmiştir (Franzoi, 2006). Bu nedenle bu bölümde görsel yanılsamalara değinilecektir. Görme sistemimiz dünyayı anlamlandırma sürecinde bir bilgisayardan daha mükemmel bir şekilde çalışmaktadır. Ancak bazı durumlarda uyarıcıların sunduğu bazı algısal ipuçları yanlış algılamalara, yanılsamalara yol açmaktadır. Algı yanılsamaları genellikle derinlik algısına ilişkin ipuçlarının algısal değişmezlik ilkeleri nedeniyle yanlış yorumlanması sonucunda ortaya çıkmaktadır (Kalat, 2008). Örneğin büyüklük değişmezliğine göre, algısal sistem büyüklük-uzaklık arasında kurduğu bağıntı sayesinde uzaklaşan nesnelerin retinaya düşen görüntüsü küçüldüğü halde, görüntüdeki bu değişikliğin artan uzaklıktan kaynaklandığı sonucuna ulaşmakta, bu nesnenin büyüklüğünün değişmediği sonucunu çıkarsamaktadır. Görüldüğü gibi algılanan uzaklık ve algılanan büyüklük değişkenleri birbiri ile ilişkilidir. Bu ilişki göreli büyüklük olarak adlandırılan ve derinlik algılama sürecinde küçük nesnelerin daha uzakta algılanmasına yol açan ipucu nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Bu ipucu nedeniyle uzaklık ve büyüklük arasında kurulan bu ilişki iki değişkenden biri hakkında bilgiye ulaşılıp karara varıldığında diğerine ilişkin çıkarımda bulunulmasını da sağlamaktadır. Görsel yanılsamalar ise uzaklık ya da büyüklük bilgisinin yanlış algılanması sonucunda ortaya çıkmakta, bu iki değişkenden biri yanlış algılandığında diğeri de otomatik olarak yanlış olarak algılanmakta, dolayısıyla gerçekle ilgisi olmayan, bazen de gerçekle çelişen yanılsamalar yaşanmaktadır(myers, 2011). Hem gerçek yaşamda hem de kâğıt 162

167 üzerinde gözlenen pek çok yanılsama bulunmaktadır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Ancak bu bölümde ay yanılsaması, Müller-Lyer yanılsaması, ponzo yanılsamasına değinilecektir. Ay Yanılsaması Ay yanılsaması ayın gökyüzünde bulunduğu yere göre daha büyük ya da daha küçük algılanması olarak açıklanabilir. Ay karayla gökyüzünün kesiştiği ufuk çizgisine yaklaştıkça daha büyük, tam zirvede yani gökyüzündeyken daha küçük görünmektedir. Sizler de bu durumu kolaylıkla gözleyebilirsiniz. Bu yanılsama oldukça dikkat çekicidir, çünkü her iki konumda da ayın retinaya düşen büyüklüğü gerçekte aynıdır. Ancak algısal sistemimiz gelen bu eşitlik bilgisini işlerken hatalı yorumlar yapmaktadır. Bu hatalı yorumlara neyin neden olduğu konusunda farklı açıklamalar yapılmaktadır. Bu açıklamalardan biri ay yanılsamasını ışığın atmosferde kırılmasıyla açıklamaya çalışmış, ancak kabul görmemiştir(pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Bir diğer açıklamada ise ayın ufukta göründüğünde dünyaya daha fazla yaklaştığıdır (Coon ve Mitterer, 2010). Ancak ay dünyaya hep aynı uzaklıkta bulunduğu için bu açıklama da çürütülmüştür. Günümüzde kabul gören açıklama ise ay yanılsamasının derinlik algılamasına yol açan binişme ve görüş alanındaki yükseklik ipuçları ile büyüklük değişmezliğinin yanlış olarak uygulanması sonucu ortaya çıktığını belirtmektedir (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Ay ufukta iken ayın çevresinde binişmeyle ilgili ipucu veren bina, ağaç vb. gibi pek çok uyarıcı bulunmaktadır. Tersine ay gökyüzünde iken binişme ipucunu verecek uyarıcı bulunmamaktadır. Binişme ipucuna göre ufukta yer alan ay binaların, ağaçların arkasında kaldığı için daha uzak algılanmaktadır (Kalat, 2008). Benzer şekilde, görüş alanındaki yükseklik bilgisine göre de ufuktaki ay görüş alanında daha aşağıda yer aldığı için daha uzakta algılanmaktadır. Gökyüzünde ve ufukta bulunan ayın bireye olan uzaklıkları birbirine eşit olmasına rağmen, iki derinlik ipucuna göre ufukta bulunan ay tepede bulunan aydan daha uzakta algılanmaktadır (Franzoi, 2006). Büyüklük değişmezliği ilkesine göre ufuktaki ayın daha küçük görünmesi gerekirken zirvedeki ayla aynı büyüklükte görünmektedir. Bu nedenle ufuktaki ayın zirvedeki aydan daha büyük olması gerektiği çıkarımıyla ufuktaki ayın büyüklüğü otomatik olarak arttırılmakta, bu nedenle ufuktaki ay daha büyük olarak algılanmaktadır (Kaufman ve Kaufman, 2000 akt. Coon ve Mitterer, 2010). Ponzo Yanılsaması Şekil 6.15 e baktığınızda iki yatay çizgiden hangisi daha uzun görünüyor? Yukarıdaki çizgi aşağıdaki yatay çizgiden daha uzun görünmektedir. Aslında her iki yatay çizgi de birbirine eşit uzunluktadır. Gözlerinize inanamıyorsanız cetvelle ölçerek karşılaştırma yapabilirsiniz. Bu yanılsamanın yaşanması da yine görüş alanındaki yükseklik, doğrusal perspektif ve büyüklük değişmezliği ile açıklanmaktadır. Görüş alanındaki yükseklik ipucuna göre yukarıdaki çizgi aşağıdaki çizgiden daha uzakta algılanmaktadır. Benzer biçimde, doğrusal perspektif ipucuna göre de dikey çizgilerin birbirine yaklaşması uzaklık bilgisi vermekte bu nedenle yukarıdaki yatay çizgi aşağıdaki çizgiden daha uzakta algılanmaktadır. Bu iki uzaklık bilgisine göre daha Şekil 6.15: Ponzo Yanılsaması uzakta olduğuna karar verilen çizginin büyüklük değişmezliği ilkesine göre daha küçük algılanması gerekmektedir. Ancak her iki yatay çizginin retinaya düşen görüntüsü aynı uzunluktadır. Büyüklük değişmezliği ilkesine göre daha uzak olan nesne ile daha yakın nesnenin aynı boyutlarda görülebilmesi için daha uzaktaki nesnenin gerçekte daha büyük olması gerekir şeklinde bir çıkarsama yapılmakta, bu nedenle yukarıdaki yatay çizgi gerçekte olduğundan daha uzun algılanmaktadır. 163

168 Müller-Lyer Yanılsaması Şekil: 6.16 Şekil 6.17 Kaynak: ( ) Bu yanılsamayı açıklamadan önce Şekil 6.16 ya bakınız. A ve B harfleriyle gösterilen çizgilerden hangisi daha uzundur? B harfi ile gösterilen çizgi A harfi ile gösterilen çizgiden daha uzun görünmektedir. Oysa bu her iki çizginin ana gövdesinin uzunluğu birbirine eşittir. Bu yanılsamanın oluşmasındaki neden içeri veya dışarıya bakan ok başlıklarıdır. Aslında her iki şekilde de retinaya düşen görüntü uzunlukları birbirine eşittir. Ancak beyin daha önceki yaşantı ve kalıplara bağlı olarak içeriye bakan ok başlığını Şekil 6.17A daki gibi bir binanın dış yüzeyindeki köşeymiş, dışarıya bakan ok başlığını ise Şekil 6.17B deki gibi bir binanın iç yüzeyindeki köşeymiş gibi algılamaktadır. Algılama sürecinde bir binanın dış yüzeyindeki köşesi bize doğru olan binalar bize daha yakın, iç yüzeyindeki köşesi bize doğru olan binalar ise bize daha uzakta görünmektedir (Feldman, 2011; Pastorino ve Doyle- Portillo, 2010). Bu benzetme sonucunda retinaya düşen iki görüntünün de uzunluğunun farklı uzaklıklara rağmen aynı olması büyüklük değişmezliği ile açıklanmakta, daha uzakta algılanan B çizgisinin daha yakında olan A çizgisi ile aynı uzunlukta görünebilmesi için B nin gerçekte A dan daha uzun olması gerektiği çıkarımında bulunulmaktadır. Bu çıkarım sonucunda beyin B çizgisini A çizgisinden daha uzakta algılamaktadır (Franzoi, 2006; Goldstein, 2010). Algı yanılsamaları, derinlik algısı gibi konuları etkileşimsel olarak deneyimlemek için aşağıda yer alan siteyi ziyaret edebilirsiniz: Algı yanılsamaları algılama sürecinin çevreden gelen duyusal verilerin olduğu gibi işlenmesiyle oluşmadığını, duyusal verilerin anlamlandırılma sürecinde önceki yaşantıların, öğrenilmiş kalıpların etkisiyle bireylerin kendi algılarını oluşturduklarını ortaya koymaktadır (Kalat, 2008; Knoblich ve Sebanz, 2006). Eğer duyusal bilgiler otomatik olarak algıya dönüştürülseydi, tüm algı yanılsamaları evrensel olarak bütün toplumlarda görülürdü. Oysa yapılan araştırmalar Müller-Lyer yanılsamasının sadece dik açılardan oluşan köşegen binalar olan toplumlarda, kültürlerde gözlendiğini ortaya koymuştur. Güney Afrika da yaşayan Zulu kabilesinin çevresinde keskin çizgiler, dik açılar ve dörtgen şekiller bulunmadığı için Müller-Lyer yanılsamasından etkilenmediği gözlenmiştir (Feldman, 2011). Özetlenecek olursa, algılama sürecinde bireylerin geçmiş yaşantıları ve öğrenmeleri sonucunda oluşturduğu kalıpları, beklentileri algılama sürecini şekillendirmekte, algılama sürecinde bireyler aktif olarak görev yapmaktadırlar sonucuna ulaşılmaktadır. 164

169 Özet İnsanoğlunun doğduğu günden itibaren en önemli amacı hayatta kalmaktır. Hayatta kalma mücadelesi ise çevresine uyum sağlamasıyla, uyum sağlama konusundaki başarısı ise çevreyi daha iyi tanımasıyla mümkün olmaktadır. Bu nedenle duyu organları bireylerin hayatta kalmasını sağlayacak olan bilgilerin sağlanması ve anlamlandırılması sürecinde oldukça önemli roller üstlenmektedir. Çevredeki enerji değişiminin fark edilmesi sonucu ortaya çıkan duyum sürecinde, duyu organları çevre ile beyin arasında aracılık görevini üstlenmektedir. Çünkü duyu organlarının topladığı bilgiler elektrik enerjisi biçiminde olmadığı için beyin tarafından işlenememekte anlamlandırılama- maktadır. Duyu organları çevreden bilgi toplamakla kalmayıp, topladığı bu bilgileri beynin işleyebileceği biçime dönüştürmektedir. Duyum süreci elektriksel sinir akımına dönüştürülen enerjilerin ilgili beyin bölgelerine iletilmesi ile tamamlanmaktadır. Duyu organları farklı enerji türlerine duyarlılık göstermekte, elektriksel sinir akımına dönüştürdüğü enerjiyi farklı beyin bölgelerine iletmektedir. Her bir duyu organının insanın yaşam mücadelesindeki görevi farklı olmakla birlikte, birbirini destekler niteliktedir. Duyum süreci çok önemli olmakla birlikte, uyum sağlama sürecinin başlangıç aşamasını oluşturmaktadır. Çünkü uyum sağlama için toplanan bu bilgilerin anlamlandırılması, algılanması gerekmektedir. Eğer çevreden toplanan bilgilerin bir araya getirilmesiyle anlamlandırma ve algılama mümkün olsaydı bilgisayarların ya da fotoğraf makinelerinin sayı kümeleri şeklinde sakladığı bu fotoğrafları tanıması gerekirdi. Siz fotoğraflara her baktığınızda bu fotoğrafların kimlere (sevdiğiniz bir arkadaşınıza) ait olduğunu fark edersiniz, gördüklerinizin ötesinde şeyler de aklınıza gelir. Örneğin bu arkadaşınızı çok özlediğinizi, tekrar onunla tatile çıkabileceğinizi düşünebilirsiniz. Duyu organlarına ulaşan uyarıcıları anlamlandırma sürecinde bireyler bilgileri anlamlandırmak ve algılamak için kendisine ulaşan somut bilgilerin ötesinde de bir takım çıkarımlarda bulunmaktadırlar. Bu süreçte de bireylerin kendi beklentileri, özellikleri, geçmiş yaşantıları ve önceki öğrenmeleri devreye girmektedir. Algılar bireylerin kendileri tarafından oluşturulduğu için aynı uyarıcılar bile farklı şekillerde algılanabilmektedir. Algılama sürecinde gözlenen bireysel farklılıkların yanı sıra kültürlere özgü farklılıklar da bireylerin algılarını şekillendirmekte, algılar da bireylerin davranışlarını yönlendirdiği için yaşamın her alanında çeşitlilik ve zenginlik ortaya çıkmaktadır. 165

170 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi insanlar söz konusu olduğunda en önemli iki duyu sistemidir? I. Görme II. III. IV. İşitme Koku alma Tat alma a. I ve II b. I ve III c. I ve IV d. II ve IV e. III ve IV 2. Duyusal süreçte göze gelen ışık enerjisi şeklindeki fiziksel enerjinin elektriksel sinir akımına dönüştürüldüğü bölge aşağıdakilerden hangisidir? a. Kornea b. Mercek c. Gözbebeği d. Retina e. İris 3. Aşağıdaki görme bozukluklarından hangisi korneanın esnekliğini kaybetmesi nedeniyle, hem yakın hem de uzaktaki nesnelerin net ve bulanık olarak görülmesiyle ortaya çıkmaktadır? a. Astigmat b. Miyop c. Hipermetrop d. Renk körlüğü e. Sarı nokta hastalığı 4. Aşağıda yer alan duyu organları ile bu duyu organlarının uyarılması için gerekli olan uyarıcının enerji türü arasındaki ilişkilerden hangisi doğru değildir? a. Görme- Fiziksel Enerji b. İşitme- Mekanik Enerji c. Hareket- Mekanik Enerji d. Tat alma- Kimyasal Enerji e. Koku alma- Fiziksel Enerji 5. Retinanın merkezinde yoğun olarak bulunan ışığa duyarlı olan, renkleri de görmemizi sağlayan, gün ışığında ve aydınlık ortamlarda aktifleşen hücreler aşağıdakilerden hangisidir? a. Çubuk hücreler b. Konik hücreler c. Soğancık hücreleri d. Kese hücreleri e. Ganglion hücreleri 6. Baskın olarak duygularla ve duygusal anılarla doğrudan ilişkilendirilen duyum hangisidir? a. Görme b. İşitme c. Koku alma d. Tat alma e. Dokunma 7. Günümüzde duyum ve algının iki ayrı başlık altında incelenmesine yol açan bazı duyumların gerçeği olduğu gibi yansıttığı, bazı duyumların da bireyler tarafından oluşturulduğu için gerçeği olduğu gibi yansıtamadığı görüşünü ilk olarak dile getiren ilk çağ filozofu aşağıdakilerden hangisidir? a. Plato b. Aristo c. Descartes d. Socrates e. Heredot 8. Algılama ve seçici dikkat arasındaki ilişkiyi vurgulayan algılama ilkesi aşağıdakilerden hangisidir? a. Benzerlik b. Şekil-zemin ilişkisi c. Tamamlama d. Yakınlık e. Basitlik 166

171 9. Aşağıdaki özelliklerden hangisi algıyı belirleyen şekil-zemin ilişkisinde şeklin özelliklerinden biri değildir? a. Ayrıntılı olması b. Daha önde yer alması c. Daha sade olması d. Daha yakın olması e. Daha dikkat çekici olması 10. Aşağıdakilerden hangisi üç boyutlu görmemizi sağlayan ve iki göze gelen bilgilerin birleştirilmesine dayanan binoküler ipuçlarından biridir? a. Göreli büyüklük b. Binişim c. Doku değişimi d. Doğrusal perspektif e. Yakınsama Yaşamın İçinden Ünlü DJ in 35 yıl sonra gözleri açıldı DJ N., 3 yaşında kaybettiği görme yeteneğine 35 yıl sonra ameliyatla kavuştu. Boğaz Köprüsü'nü görünce gözyaşlarına boğulduğunu söyleyen N., "Şimdi oğlumu izlemeye doyamıyorum" dedi. Asıl adı Y. Ç., ancak müzik dünyasında N. olarak biliniyor. O, yalnız Türkiye'de değil dünyada da ünlü bir DJ... İbiza, Miami, Paris, Almanya, Mısır gibi birçok yerde çaldı. Büyük partilerin aranılan ismi haline gelen N., karanlık günlerini şöyle anlattı: "5 bin, 10 bin kişiye çaldım ama çaldığım insanların yüzleri yoktu. Sadece coşkulu seslerini dinleyebiliyordum." Gözlerinde doğuştan olan retina hastalığı ailesi tarafından 3 yaşında fark edilebilmiş. Minicik bir kız çocuğuyken üç numara gözlük kullanmaya başlamış. Sonra numaralar hızla artıp 24 numaraya kadar ulaşmış. Yalnızca 10 santim ötesini flu halde görebiliyormuş. Son olarak gözlerine katarakt inmiş ancak flu da olsa ışığı seçebilme en azından çok yakınını görebilme yeteneğini de kaybetme riski nedeniyle ameliyat olamamış. 'Hayat Çok Renkliymiş' Bu sırada eğitimini tamamlayıp bilgisayar mühendisi olmuş. Görmeden yaşama alışkanlığı da kazanmış. Bir ay önce metroda yanına oturan tanımadığı bir hanım onun görmediğini fark ederek kısa yolculuk sırasında geçirdiği ameliyattan bahsedip bir doktor adı vermiş. Y. Ç., "Gitmediğim doktor kalmamıştı, boş hayallere kapılmak istemiyordum ama yine de o doktora gittim. Katarakt ameliyatı yapılacaktı ve gözümün içine yerleştirilecek merceğe numara verilecekti, bu bana mantıklı geldi" dedi. Ameliyattan tam 24 saat sonra göz kontrolüne gittiğinde gözlerinin görmeye başladığını fark etmiş. İkinci gözü de bir hafta sonra ameliyatla açılmış. Şimdi retina tedavisine başlanacak. O yaşadıklarına inanamıyor. Hayatının bir anda renklendiğini söylüyor. Y. Ç., 3 yaşından sonra ilk kez dünyaya böyle bakabildiğini anlatırken renklenen dünyasını şöyle dile getirdi: 'Tıpkı Türk Filmi Gibi' "Ben hayatın bu kadar renkli olabileceğini düşünemezdim bile. Gözlerimin rengini yeni fark edebildim, gözümün içinde bile ne kadar çok renk varmış. Dünyam netleşti, renklendi, derinlik kazandı. Görmeye başladım. Dört yaşında bir 167

172 oğlum var karşıma oturtup onu seyrediyorum, yüzündeki çillere bakıyorum, mimiklerini izliyorum. Herkes için doğal olan şeyler benim için çok yeni. Çocuğumu yeni görüyorum. Dünya çok güzelmiş, oturup kır çiçeklerini izliyorum. Boğaz Köprüsü'nden geçerken ağladım. Topkapı Sarayı'na kadar görünüyormuş, alttan geçen gemiler izlenebiliyormuş." Yaşadıklarının Türk filmlerinden çok farklı olmadığını dile getiren Y. Ç., yeniden görmeye başladığı anı "'Görüyorum, görüyorum' diye haykırdım, o an insanın dünyası aydınlanıyor. Ben o ana kelimelerin bittiği an diyorum" diye anlattı. Prof. Dr. H. Bahçecioğlu Bize geldiğinde hastamız gözlüksüz 10 santim önünü göremiyordu. Şimdi gözlüksüz net bir görüş elde edebildi. Ailelere 5 yaşından önce çocukların mutlaka göz muayenesine getirilmesini öneriyoruz. Bu hastamızda da sorun doğuştan ve 3 yaşında gözlük takmaya başladığı için göz tembelliği oluşmamış. Bu şansımız oldu. Çünkü göz 3 yaşına kadar görmeyi öğrenir. Onun bu konudaki avantajını kullandık. Damar içi kanama riskine karşın gözündeki kataraktları temizleyebildik gözün içine yerleştirdiğimiz lensle artık çok iyi bir görüş elde edebildi. Bizim açımızdan zor bir operasyon değildi, sonuçları çok iyi oldu. Kaynak: ( ) Okuma Parçası Yıllarca Görmeyen Gözler Açıldığında "Ve bebek açtı gözlerini dünyaya: Sürekli değişen suretler, can alıcı, parlak renkler, bir uzayıp bir kısalan, şişip sonra sönen cisimler, gölgede kalan bedenler. Şaşkın bir ifade vardı yüzünde, anlam yüklemeye çalıştığı dünyaya fırlattığı ilk bakışları meraklı." Algı düşün tarihi boyunca insanoğlunun merakını uyandırmış, ilkçağ filozoflarından günümüze en çok irdelenip üzerine fikirler üretilen konulardan biri olagelmiş. Algı üzerine söylemlerin özellikle de "görsel algı " odaklı oluşu kuşkusuz herhangi bir tesadüf değil. Bugün, her ne kadar bilim gözün yapısı ve uyarıcıların sinirsel düzeyde beyne iletimi konusunda geniş bir bilgi birikimi ve zenginliğine sahipse de retinanın üzerine düşen iki boyutlu girdinin üç boyutlu görüşe nasıl çevrildiğini, derinlik, uzaklık, şekil, renk ve hız algılarının ne tür mekanizmalar çerçevesinde işlediğini, günlük hayatımızın bir parçası olan görsel yanılsamaların ardında yatan gerçeklerin neler olduğunu açıklamada ve güçlü ispatlar sunmada çoğunlukla yetersiz kalabiliyor /çelişkili varsayımlar öne sürebiliyor. Moleküler düzeydeki işleyişi hakkında bu denli fikir sahibi olduğumuz sistemin, psikolojik işlemleme süreçlerine derinlemesine inememek bizi günlük hayatta pek çok "çözümsüz" sorunla yüz yüze bırakıyor. İşte bu sorunlardan biri de doğuştan katarakt hastalarının ameliyat sonrası açılan gözlerinde bir türlü görsel ifade bulamayan dünyaya ait. Bakıp da göremeyen gözlerin sahiplerini nasıl da hayal kırıklığına uğratabileceğine, bu hayal kırıklıklarıyla sarmalanan sürece hep beraber göz atalım. 1728'de bir göz doktoru olan William Cheselden katarakt ameliyatıyla bir körü iyileştirip ameliyat sonrası sürece dair araştırmalar sürdürmüş. Doktorun tespitleri tıp dünyasında büyük bir hayal kırıklığı ve şaşkınlık yaratıyor. Hasta görmeye ilk başladığında uzaklıklarla ilgili hiçbir yargıda bulunamıyor ve bulanık bir görüşe mahkûm kalıyor. Bu vaka sonrası benzer şekilde tekrarlanan ameliyatlar yine benzer sonuçlar veriyor; hastaların görüşü ciddi bir şekilde özellikle de uzaklık, derinlik ve şekil algılarının bozukluğu nedeniyle engelleniyor. 168

173 Son dönemlerde literatüre geçen en önemli vakalardan biriyse 1991 yılında nörolog Oliver Sacks tarafından incelenmeye alınan "Virgil" takma adlı hasta. 50 yaşındaki Virgil'in nişanlısının ısrarları karşısında çok uzun süreli bir körlük sonrası gözlerindeki kalın katarakt tabakası başarılı bir operasyonla alınıp fizyolojik kusur ortadan kaldırılıyor. Ne yazık ki bu mutluluk uzun süreli olmuyor. Çünkü Virgil'in deforme olmuş görüşü doktorların olması gerektiğini düşündüklerinden çok daha farklı işliyor.virgil'in ilk günlerdeki görüş bozukluğu doktorlarca doğal karşılanıyor. Çünkü bir takım fiziksel işleyiş aksaklıklarının iyileşmesi zaman alabiliyor. Böyle operasyonlarda renk görüşünün ameliyattan on beş gün, iki boyutlu form ayrımının ise yirmi beş gün içerisinde işlerlik kazanması bekleniyor...oysa ameliyatın üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçmesine rağmen Virgil hala "garip" bir dünyaya gözlerini açıp kapıyor. Sahi, Virgil niçin göremiyor? Ya da soruyu şöyle soralım: "Virgil ve onun gibi hastalar ne görüyorlar?" "Virgil, bana bir keresinde ne gördüğü hakkında hiçbir fikrinin olmadığını söylemişti. Işık vardı, hareket vardı, renk vardı; hepsi karışmış, anlamsız bir bulanıklıktı.". Doğuştan katarakt olup "başarılı" bir ameliyatla sağlık bulan hastaların görsel sorunları bulanık bir görüntüyle sınırlı kalmayıp, altında psikolojik süreçlerin yattığı daha pek çok sapma gösteriyor. Bu sorunlar arasında, nesneler arası uzaklıkların algılanamaması, cisimlerin büyüklük değişimlerinin farklı uzaklıklarda şekil deformasyonları olarak algılanması (uzaklaşan bir cismin büzülüyor gibi görülmesi) ve daha pek çokları bulunuyor.. Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlış ise, Duyum Süreci başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise, Görme Duyusu başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 3. a Yanıtınız yanlış ise, Görme Bozuklukları başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. e Yanıtınız yanlış ise, Koku Alma Duyusu başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 5. b Yanıtınız yanlış ise, Görme Duyusu başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 6. c Yanıtınız yanlış ise, Koku Alma Duyusu başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 7. b Yanıtınız yanlış ise, Giriş ve Algılamada Gestalt İlkeleri başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise, Algılamada Gestalt İlkeleri başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise, Şekil-Zemin İlişkisi başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise, Üç Boyutlu Algılama- Derinlik Algısı başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. Kaynak: ( ) 169

174 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Duyum sürecinin temel işlevi sürekli değişim içinde olan çevreye uyum sağlama için bireylerin ihtiyaç duyduğu bilgileri toplamak ve fiziksel enerji olarak topladığı bu enerjileri beynin işleyebileceği elektriksel sinir akımına dönüştürmektedir. Sıra Sizde 2 Duyum sürecinde tüm duyu organlarının bir uyarıcıyı tarafından uyarılması gerekmekte, bu işlenmemiş enerjiler alıcı hücreler tarafından beynin algılayabileceği elektriksel sinir akımına dönüştürülmektedir. Bu ortaklıklara rağmen her duyu organın duyarlı olduğu uyarıcı farklı bir enerji türündedir. Bir diğer farklılık da her duyu sisteminin alıcı hücresi farklı bir şekilde çalışmakta, dönüştürülen enerjiler farklı beyin bölgelerine iletilmektedir. Sıra Sizde 3 Duyum çevredeki enerji değişiminin, uyarıcının fark edilmesi; algı ise bu değişim ya da uyarıcının anlamlandırılmasıdır. Bir başka deyişle, duyum daha fiziksel, algı ise daha bilişsel bir olgudur. Çünkü duyum süreciyle fark edilen enerjiler beynin ilgili bölgelerine taşınmakta, herhangi bir yorumlama yapılmamaktadır. Algılama sürecinde ise duyumlar yoluyla elde edilen bilgiler bireyler tarafından bir araya getirilirken bilişsel sistem tarafından anlamlandırılmaktadır. Duyum, televizyonun kendisine gelen enerjiyi görüntülere dönüştürmesine benzetilebilir. Algılama ise bu görüntülerin sevdiğiniz bir diziye ait olup olmadığını fark etmenizdir. Sıra Sizde 4 Algılama duyu organları yoluyla toplanan bilgilerin olduğu gibi bir araya getirilmesi ile oluşmamaktadır. Algılamada bireyler kendisine ulaşan uyarıcıları bir takım işlemlerden geçirmektedirler. Bireyler duyu organlarına ulaşan uyarıcıları anlamlandırma sürecinde kendisine ulaşan somut bilgilerin ötesinde de bir takım çıkarımlarda bulunmakta, bu süreçte daha önceki yaşantılarından, öğrendiklerinden, duygularından, beklenti, istek ve ihtiyaçlarından etkilenmektedirler. Bu nedenle de algılamada bireysel farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Sıra Sizde 5 Algı duyumla toplanan bilgilerin birleştirilip, bütünleştirilmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Gestalt yaklaşımını benimseyenler duyumların bir araya getirilip algının oluşturulması sürecinde bireylerin doğuştan getirmiş olduğu bazı kalıpların ve kuralların kullanıldığını savunmaktadırlar. İnsanlar çevrelerinden gelen bilgileri anlamlandırırken zaman ve enerjiden tasarruf etmek için geçmiş yaşantılarına, öğrenmelerine ve belli gruplama ilkelerine göre hareket etmekte, algılarını bu ilkelere göre şekillendirmektedirler. Benzerlik, yakınlık gibi gestalt ilkeleri sayesinde bir uyarıcı ile karşılaşıldığında çok daha çabuk anlamlandırılmaktadır. 170

175 Yararlanılan Kaynaklar Atkinson, R. L., Atkinson, R. C., Smith, E. E., Bem, D. J. ve Hilgard, E. R. (1990). Introduction to Psychology. USA: Harcourt Brace Jovanovich. Bartoshuk, L. M. (2000). Comparing Sensory Experiences Across Individuals: Recent Psychophysical AdvancesIlluminate Genetic Variation in TastePerception. Chemical Senses, 25, Chandrashekar, J. S.,Hoon, M.A., Ryba, N. J. P. ve Zuker, C. S. (2006). The Receptorsand Cellsfor Mammalian Taste.Nature,444(7117), Coon, D. ve Mitterer, J. O. (2010).Introduction to Psychology: Gateways to Mind and Behavior. Canada: Wadsworth, Cengage Learning. Coren, S. (2003).Sensation and Perception. D. K. Freedheim ve I.B. Weiner (Eds).Handbook of Psychology Vol 1: History of Psychology içinde (ss ). USA: John Wiley & Sons, Inc. Feldman, R. S. (2011). Essentials of Understanding Psychology. USA: McGraw- Hill. Franzoi, S. L. (2006). Essentials of Psychology. USA: Atomic Dog Publishing. Gatchel, R. J. ve Turk, D. C. (Eds.). (1999). Psychosocial factors in pain: Critical perspectives. New York: Guilford Press. Goldstein, E. B. (2010). Sensation and Perception. USA: Wadsworth Harris, J. M. ve Dean, P. J. A. (2003). Accuracy and Precision of Binocular 3-D Motion Perception. Journal of Experimental Psychology, 29, Hsiao, S., Johnson, K.ve Yoshioka, T. (2003). Processing of Tactile Information in the Primate Brain. M. Gallagher ve R. J. Nelson (Eds), Handbook of Psychology: Biological Psychology Vol. 3 içinde (ss ). New York: John Wiley&Sons. Kalat, J. W. (2008). Introduction to Psychology. USA:Thomson Wadsworth. Myers, D. G. (2011). Exploring Psychology. USA: Worth Publishers. Knoblich, G. ve Sebanz, N. (2006).The Social Nature of Perception and Action. Current Directions in Psychological Science, 15, Pastorino, E. ve Doyle-Portillo, S. (2010). What Is Psychology? Essentials.USA: Wadsworth. Plotnik, R. ve Kouyoumdjian, H. (2011). Introduction to Psychology. USA: Wadsworth. Quinn, P. C., Bhatt, R. S.ve Hayden, A. (2008). Young Infants Readily Use Proximity to Organize Visual Pattern Information. ActaPsychologica, 127, Rosenberg, L. B. (1994). TheEffect of Interocular Distanceupon Depth Perception When Using Stereoscopic Displays to Perform Work within Virtual and Telepresent Environments. USAF AMRL Technical Report (Wright-Patterson), July, AL/CF-TR Stuart-Hamilton, I. (1996). KeyIdeas in Psychology. London: Jessica Kingsley Publishers. Wittig, A. F. (2001). Schaum s Outlines: Introduction to Psychology. USA: The McGraw-Hill Companies. 171

176 7 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Güdülenme kavramını ve çeşitlerini açıklayabilecek, Güdülenme kuramlarının farklılıklarını tartışabilecek, Duyguların işlevlerini ve bileşenlerini tanımlayabilecek, Duyguları açıklayan kuramların farklılıklarını tartışabilecek bilgi ve becerileri sahip olabilirsiniz. Anahtar Kavramlar Güdü Güdülenme İçsel-dışsal güdülenme Birincil-ikincil güdüler Durumluk-sürekli güdüler Duygu Duyguların işlevi Duyguların nörofizyolojisi Cannon-Bard James-Lange İçindekiler Giriş Güdüler Güdülenme İle İlgili Sınıflamalar Güdüleri Açıklayan Kuramlar Duygular Duyguların İşlevleri Duyguların Bileşenleri Duygularla İletişim Duyguları Açıklayan Kuramlar Duygusal Zeka 172

177 Güdüler ve Duygular GİRİŞ Hayatımızın birçok alanında güdüler ve duygular iç içe geçmiştir ki bu nedenle bu kavramları ayırt etmek bazen güçleşmektedir. Güdü organizmayı uyaran ve belli bir davranışa yönlendiren bir güç, belli bir ihtiyaçtır. Güdüler bazen açlık, susuzluk gibi fizyolojik ihtiyaçlarımız, bazen başarı, onay alma gibi sosyal ihtiyaçlarımız, bazen korku, kıskançlık, suçluluk, öfke gibi duygularımız olabilir. Güdü ve duygu arasındaki ilişkiyi, neden sonuç ilişkisi içinde açıklamak oldukça zor görünmektedir. Çünkü bazen duygular davranışın ortaya çıkmasında güdü olarak hizmet ederken, bazen de amacına ulaşan ya da ulaşamayan davranışlardan sonra duygu yaşanabilmektedir. Pek çok araştırmacı duygularla güdüler arasındaki ilişkiye değinmişlerdir. Huit (2004), bir hedefe yönelik davranışın başlatılması ve sürdürülmesinde duyguların ve duygusal durumların etkisi olduğunu belirtmiştir. Wittig (2001), bireyin yaşadığı duygusal tepkilerin onun davranışlarını yönlendirebileceğini belirterek, duygu ve davranış arasındaki etkileşimin dört aşamadan oluştuğunu vurgulamaktadır. Birinci aşamada duygusal uyaran ikinci aşamadaki duygusal tepkinin yaşanmasına neden olmaktadır. Oluşan duygusal tepki üçüncü aşamada davranışın ortaya çıkmasını sağlamaktadır ve sonunda ise tekrar duygusal tepki yaşanmaktadır. Örneğin, kütüphaneye gittiğinizde aradığımız kitabın sayfalarının koparılmış olduğunu görünce engellenmişlik yaşar ve öfkelenirsiniz. Bu öfke duygusu sizi bir davranış yapmaya güdüler. Eğer aradığınız sayfa sizin için çok önemli ise başka kitaplardan bulmaya ya da görevlilere sormaya çalışırsınız. Sonunda aradığınızı bulduğunuzda rahatlama duygusu yaşarsınız. Ya da bulamadığımızda kaygılanırsınız. Amacımıza ulaşmamız bizde sevinç ve mutluluk duyguları uyandırır. Tabi bunun tam tersi de olabilir. Bir hedefe ulaşamadığımız zaman bu bizi üzer, kaygılandırır, öfkelendirir ve korkutur. Duygularımız yalnızca güdüsel davranışlarımıza etki etmez, aynı zamanda bu tür davranışların başlamasına da neden olabilir. Görüldüğü gibi güdüler ve duygular iç içe geçmiş kavramlar olduğundan bu kavramların neden sonuç ilişkisini belirlemek oldukça güç görünmektedir. Bu ünitede davranışlarımızın nedenlerini daha iyi anlayabilmek için önce güdülerden sonra ise duygulardan söz edilecektir. GÜDÜLER İnsanlar farklı sebeplerle pek çok farklı davranış sergilemektedirler. Kimisi oldukça ileri yaşına rağmen maratonlarda koşmakta, bazı insanlar çok yüksek dağlara tırmanmakta, bazı insanlar çok uzak ülkelerden yollar aşıp başka ülke insanlarına yardıma gelmekte, bazı insanlar zamanının büyük kısmını güzellik salonlarında ya da kahve köşelerinde geçirmektedirler. Dışarıdan bakıldığında herkesin hangi davranışı yaptığını gözlemleyebiliriz ama bu davranışları hangi amaçla, hangi sebeple yaptığını söyleyemeyiz. İşte insanların yaptığı davranışları niçin yaptığının cevabı güdüleri oluşturmaktadır. Öyleyse güdü ne demektir? İngilizce de motive kelimesine karşılık gelen güdü kelimesi, Türkçe de harekete geçirici güç anlamına gelmektedir. Feldman (2002) a göre güdü; bireyleri bir davranışa yönlendiren ve harekete geçiren faktördür. Güdü ve güdülenmenin pek çok tanımı yapılmıştır. Güdü belli durumlarda belli amaçlara ulaşmak ve gerekli davranışların yapılabilmesi için organizmayı harekete geçiren, enerji veren, duyuşsal bir yükselime neden olan davranışları yönlendiren itici güçtür. Güdülenme belli amaçlara 173

178 ulaşmak için bir güç kazanma halidir. Güdüsel süreçler davranışlarımıza enerji ve yön vermektedir. Bu enerji, davranışları güçlü, yoğun ve sürekli hale getirirken, yön ise belli bir amaca götürmektedir. Güdülenme kuramcılarının ortak görüşü, güdülenmenin, bütün öğrenilen tepkilerin performansa dönüştürülmesini sağlamasıdır. Ekolojik yaklaşıma göre, davranış değişimi üzerinde çevresel faktörler, bilişsel gelişim, algılar, duygular etkili ise de onları harekete geçiren güç güdülenmedir (Huit, 2004). Güdülenmenin üç ayrı yönü vardır: 1. Kişiyi belli bir hedefe iten güdüleyici durum 2. Hedefe ulaşmak için yapılan davranış 3. Hedefe ulaşmak. Bir davranışa güdülenebilmek için öncelikle birey için çok önemli hedefin olması gerekir. Bu hedefler dünya olimpiyatlarında yarışmayı kazanmak, yurtdışında eğitim alabilmek, en çok istediği bilgisayarı alabilmek gibi maddi ve manevi değeri olabilen hedefler olabilir. Güdülenmenin ön koşulu, seçilen hedeflerin kişiye özel anlamı ve önemi olan hedefler olmasıdır. İkinci aşamada hedefe ulaşmak için yoğun çaba sarfetmek gerekir. Olimpiyatlarda derece yapmak isteyen bir atletin günlerce düzenli olarak koşması gerekebilir. Her gün yaptığı koşularını değerlendirip eksiklerini düzeltmek için yeniden planlamasını yaparak daha kısa zamanda koşması için planlar yapması gerekir. Yurt dışında eğitim almak isteyen öğrenci yararlanacağı programın gerekliliklerini yerine getirmek için düzenli ve planlı çalışması ve yabancı dili öğrenebilmesi gerekir. Bilgisayar almak isteyen öğrenci ise gerekirse özel dersler vererek, derslerinden arta kalan zamanlarında çalışarak, harcamalarını kısarak para biriktirmesi gerekebilir. Güdülenmenin üçüncü adımı ise başlangıçta belirlenen ve davranışlarımıza yön veren hedefe ulaşmaktır. Hedefe ulaşıldığında ise alınan doyumdan dolayı olumlu duygular yaşanmaktadır. İnsanların davranışlarının yoğunluğu farklı zamanlarda değişiklik gösterir. Bazen bir öğrenci okulda çok aktif soru sorarken bazen de pasif dinleyici kalabilmektedir. Bazen insanlar başkalarına yardım etmek için gece gündüz çabalarken bazen seyirci kalabilmektedirler. İşte davranışlarımıza yön veren güdülerin yoğunluğu azaldığında ya da arttığında davranışlarımızda da değişiklikler oluşmaktadır. Güdülenme ile performans arasındaki ilişkiye bakıldığında, düşük ya da yüksek düzeydeki güdülenme, davranışlarda düşük performansa yol açabilmektedir. Optimum düzeyde bir güdülenme davranışlarda istenilen performansı yaratabilmektedir (Wittig, 2001). Öğrenciler, bir sınava yönelik düşük düzeyde güdülendiklerinde o dersle ilgilenmeyeceklerdir. Yüksek düzeyde güdülendiklerinde ise bu motivasyonlarını kontrol edemeyecekleri için kaygılanacaklar ve yine düşük düzeyde performans göstereceklerdir. Oysa optimum düzeyde güdülendiklerinde üst düzeyde performans gösterebileceklerdir. Güdü organizmanın hareketini başlatan, yönlendiren ve sürdüren güçtür. Güdüler bir kez ortaya çıkıp doyuruldukları zaman tamamen ortadan kalkmazlar, bir süre sonra yeniden ortaya çıkarlar. Buna güdülerin döngüsel olma özellikleri denir. Bir röportajda ünlü bir futbolcu, maça çok odaklandığı için kötü oynadığını söylemektedir. Bu oyuncunun motivasyon düzeyi ile performansı arasındaki ilişkiyi nasıl açıklarsınız? Güdülenme Kaynakları Davranışsal, sosyal, biyolojik, bilişsel ve duygusal alanlarda davranışlarımızı yönlendiren farklı güdüleme kaynakları vardır (Huit, 2004). Farklı alanlara yönelik güdüleme kaynakları tabloda verilmiştir. 174

179 Tablo 7.1: Farklı alanlara yönelik güdüleme kaynakları Farklı alanlar Güdülenme kaynakları Tercih edilen ve hoşa giden sonuçlara ulaşmak Davranışsal ve Sosyal Olumlu modelleri taklit etmek Hayatının amacını anlamak Uyaranlarda artma/ azalma Biyolojik Açlığın, susuzluğun, rahatsızlığın, vb. artması Homeostatik dengenin devam ettirilmesi Bilişsel İlginç ve tehlikeli uyaranlara ilişkin dikkatin sürdürülmesi Anlama ve anlam üretmenin gelişmesi Bilişsel belirsizliğin artması ya da azalması Problem çözmek ve karar vermek Keşfetmek Tehlike ve riskleri azaltmak Duygusal tutarsızlığın artması /azalması Duygusal İyi hissetmenin azalması Kötü hissetmenin artması Özsaygının, güvenliğin tehlikeye düşmesi İyimserlik düzeyinin korunması Kaynak: Huit (2004), Educational Psychology Interactive: Motivation. GÜDÜLERİN SINIFLAMASI Davranışa yol açan güdüler ile ilgili farklı sınıflandırmalar yapılmaktadır. Güdüler, güdüleme faktörlerinin kaynağına göre içsel ve dışsal güdüler, temellerine göre birincil ve ikincil güdüler, sürekliliklerine göre durumluk ve sürekli güdüler; kaynaklarına göre biyolojik ve sosyal güdüler, doğuştan ya da sonradan öğrenilmelerine yönelik öğrenilmiş ve öğrenilmemiş güdüler olarak sınıflandırılmaktadır. İçsel ve Dışsal Güdüler İçsel güdü, bireyin içinden gelen ihtiyaçlarına yöneliktir. Merak, bilme ihtiyacı, yeterli olma isteği, gelişme arzusu, doyum sağlama isteği içsel güdülere örnek gösterilebilir. İçsel güdülenme, ödül, para gibi dışsal kaynaklı güdüler için değil birey için zevk ve tatmin sağlayan işin kendisi ve içeriği için davranışta bulunmaktır (Reeve, 2009). İçsel güdüler, davranışlara hem enerji hem de yön verir. İçsel güdüler, ihtiyaçlar, bilişler ve duygulardan oluşur. İhtiyaçlar, bireyin yaşamının devamı, büyüyüp gelişmesi ve iyilik hali için temel gerekliliklerdir. Her türlü güdü, bir ihtiyacı karşılamak için ortaya çıkar. 175

180 Bilişler, bireyin yaptığı davranışa yönelik düşünsel süreçleridir. İçsel güdülenmede birey yapılan işin kendisinden doyum almaktadır. Duygular, ihtiyaçları karşılamak için yapılan davranışlardan sonra duyulan hislerdir. İçsel güdülenen birey davranışları yaptıktan sonra genellikle olumlu duygular hisseder. Dışsal kaynaklı güdüler, davranışa yön veren bireyin dışından gelen para, ödül, onay, not gibi güdülerdir. Dışsal güdülenmede davranışın gerçekleşmesi para, onay almak gibi dışarıdan verilen bir ödülü elde etmeye bağlı gerçekleşir. İşin kendisinden çok işi yaptıktan sonra elde edilecek dışsal ödüller kişiye zevk verir (Reeve, 2009). Bir öğrencinin öğretmeni ve ebeveynleri tarafından onay almak için ders çalışması, bir çalışanın işyerinde sadece prim ve yan ödemeler almak için fazla mesaiye kalması, bir kişinin gruba kabul edilmek için kendinden ödün vermesi dışsal güdülenmeye örnektir. İçsel güdünün dışsal güdüye göre daha avantajlı olduğu yönünde görüş vardır (Ormrod, 1999 ). İçsel olarak güdülenen öğrencilerin, bir ödeve kendi istekleri ile başkalarının etkisi olmadan başladıklarını, daha zor konular seçtiklerini, ezberleyerek değil de anlayarak öğrendiklerini, yaptıkları işte yaratıcılık gösterdiklerini, başarısızlık durumunda ısrarcı olduklarını, işleri zevk alarak yaptıklarını ve yüksek düzeylerde başarı gösterdiklerini gösteren araştırmalar mevcuttur. Dışsal olarak güdülenenler ise derste öğrendiklerinden zevk aldıklarından değil de dersin sonunda iyi bir not alacaklarından, ebeveynlerinin, öğretmenlerinin onayını alacaklarından, sınıfta arkadaşlarının ilgisini çekeceklerinden derse çalışırlar. Dışsal güdülenenler ufak bir zorlanmada ders çalışmayı bırakabilmektedirler. İçsel güdülenenler de davranışın yapılması süreklilik gösterirken, dışsal güdülenenlerde ödül olmadığı zaman davranış süreklilik göstermemektedir. Birincil ve İkincil Güdüler Organizmayı herhangi bir davranış yapma yönünde harekete geçiren doğuştan gelen ya da sonradan öğrenilen güdüler bu adla tanımlanır. Birincil güdüler, açlık, susuzluk gibi biyolojik bir gereksinim, buna denk düşen merak, araştırma, sıkıntı gibi psikolojik bir gereksinim gibi öğrenmeye bağlı olmayan güdülerdir. Birincil güdüler, organizmanın varlığını devam ettirmek için gerekli olup herkes için aynı anlama gelir ve benzer davranışlar yapmaya yönlendirir. İkincil güdüler, doğuştan sahip olmadığımız, içinde yaşadığımız çevre tarafından bize öğretilen ve bir davranışa götüren güdülerdir. İkincil güdüler organizmanın devamı için birincil derecede önemli değildir ama mutluluğu için gereklidir. Saldırganlık, başarı, güç kazanma, bir arada bulunma gibi güdüler ikincildir. İkincil güdüler her bireyde farklı davranışlara neden olabilir. Örneğin başarı güdüsü bazı bireylerin daha çok çalışmasına neden olurken bazı bireylerin hırs yapmasına ve başkalarına çamur atmasına kadar gidebilmektedir. Durumluk ve Sürekli Güdüler Uzun süreli olmayıp belirli bir durumun etkisiyle ortaya çıkan güdülere durumluk güdüler denir (Açıkgöz, 2003). İşinde yükselmek için belirli bir dönem yabancı dil sınavına çalışan ve geçer not aldıktan sonra yabancı dil çalışmayı bırakmak durumluk güdülere örnektir. Sürekli güdüler ise belirli bir duruma özgü olmayıp davranışlarımıza süreklilik kazandıran güdülerdir. Yabancı dil öğrenmeyi seven bu nedenle üçüncü dilini öğrenmek için çalışmak sürekli güdülere örnektir. Durumluk güdülere karşın sürekli güdüler davranışlarımızın daha uzun süreli olmasını sağlarlar. Biyolojik ve Sosyal Güdüler Biyolojik güdüler, açlık, susuzluk gibi bütün insanlarda ortak güdülerdir. Ancak bunların karşılanma şekilleri topluma, kültüre, çevreye göre değişir. Örneğin susuzluk ihtiyacı Türk toplumunda genellikle su ile giderilirken Almanlarda bira, Fransızlarda şarap ile karşılanmaktadır. Sosyal güdüler, biyolojik gereksinimlerden etkilenmelerine rağmen toplum değerlerinin, yaşantısının etkisiyle şekillenmiş güdülerdir. Örneğin insanların bağlılık ihtiyacını karşılamak için evlenmeleri, toplumda saygınlık elde etmek için meslek sahibi olmaları sosyal güdülere örnektir. 176

181 Öğrenilmiş ve Öğrenilmemiş Güdüler Öğrenilmiş güdüler, daha çok sosyal çevre ile etkileşim sayesinde geliştiklerinden sosyal güdüler de denir. Başarı güdüsü, arkadaşlık ya da yakınlık güdüsü, baskınlık güdüsü gibi öğrenilmiş güdüler toplumsal ödül ve cezalar sonucu öğrenilmektedir. Başarı güdüsü, öğrenilmiş güdülerden biridir. Öğrenilmemiş güdüler ise doğuştan getirilmiş güdülerdir. Açlık, susuzluk gibi güdüler sosyal etkileşim sonucu değil doğuştan getirilmiştir. Yalnız, doğuştan getirilen güdülerin nasıl ve ne ile giderileceği sonradan öğrenilmektedir (Wittig, 2001). Zor görevlerde başarılı olabilmemiz için daha çok hangi tür güdülere sahip olmamız gerekir? GÜDÜLERİ AÇIKLAYAN KURAMLAR İnsanların neden çabaladığı, davranışlarını etkileyen faktörlerin neler olduğuna ilişkin sorular güdü kuramlarının açıklamaya çalıştığı sorulardır. Güdüye ilişkin dört genel yaklaşım vardır. Bunlar: (a) İç güdü kuramı, dürtü azalma kuramı ve optimum uyarılma kuramı ve beynin ödül ve zevk merkezini kapsayan biyolojik güdü kuramları b) Davranışçı Güdü Kuramı c) Sosyal Öğrenme Güdü Kuramı d) Hümanistik (İnsancıl) Güdü Kuramı e) Yükleme Kuramı ve Beklenti Kuramını kapsayan Bilişsel Güdü Kuramı. Biyolojik Güdü Kuramları İç Güdü Kuramı Psikologlar, yirminci yüzyılın başında, davranışı belli bir türün tümüne özgü, doğuştan gelen özgül davranış örüntüleri olan belli iç güdülerle açıklama eğilimindeydiler. İçgüdü, davranışları belirleyen doğuştan gelen eğilimler ya da biyolojik güçler olarak tanımlanmaktadır. Hayvan iç güdülerine örnek olarak, somonların yumurtlama amacıyla nehirlerin başına doğru akıntının ters yönünde yüzmeleri, örümceklerin ağ örmesi gibi davranış örüntüleri sıralanabilir. Bu kurama göre, insanlar yeni doğan bebeklerin emme refleksi gibi doğuştan getirdikleri belirli içgüdülerle donanık doğarlar. James, avlanma, yarışma, merak, utanç ve nefret gibi insana özgü çeşitli içgüdülerin varlığından söz etmiştir. Bu içgüdülerin, insanları belirli şekilde davranması yönünde güdülediğine inanılmaktadır (Morris, 2002; Plotnik, 2009). Kuramı geliştiren McDougall, canlının davranışlarına yön veren dövüş, merak, sempati ve kendini kanıtlama gibi bir dizi içgüdüden bahsetmiştir. Psikologlar insan davranışlarını tek bir içgüdü ile açıklanamayacağını bir çok içgüdü ile açıklanabileceğini belirtmişlerdir lerde, içgüdü kuramı iki nedenle insan davranışını açıklama gücünü kaybetmiştir (Morris, 2002). Birincisi, insan davranışlarının çoğu doğuştan gelmemekte, yaşantılarla öğrenilmektedir. İkincisi, insan davranışlarının az bir kısmı iç güdü kavramı ile açıklanabildiği için akla gelebilecek her insan davranışını iç güdü ile açıklamak mümkün değildir. İçgüdü kuramı insan davranışlarını açıklamakta yetersiz kaldıysa da hayvan davranışlarını açıklamakta başarılı olmuştur. Güçlü ve yırtıcı hayvanlar karşısında daha güçsüz hayvanların kendini ya da yavrularını koruma içgüsüdüsü ile savaşması bu kuramla açıklanmaktadır. Dürtü Azalma Kuramı Bu kurama göre davranışların amacı, organizmanın sahip olduğu içsel biyolojik dengeyi devam ettirmektir. Organizma içsel biyolojik ihtiyaçlara sahiptir. Açlık ya da susuzluk gibi bedensel gereksinimler, gerginlik veya uyarılma durumuna yol açarak insanları belirli davranışlar yönünde güdülemektedir. Canlının belirli şekilde davranabilmesi için bu ihtiyaçların gerilimlerinin azaltılması gerekir. Dürtü azalma kuramına göre, güdülenen davranış, olumsuz bir bedensel gerilimi azaltma ve bedeni biyolojik denge durumuna döndürme çabasıdır (Morris, 2002). Örneğin temel ihtiyacımız olan 177

182 açlık ya da susuzluk bizi yemek yeme ya da su içmeye yönlendirecektir. Bu kurama göre insanlar homeostatik dengeyi devam ettirmek, ihtiyaçların gerilimini azaltmak için harekete geçmek durumundadır. Dürtü azalma kuramına göre fizyolojik ihtiyaçlar bazı işaretlerle kendini belli eder. İhtiyaçlar fark edildiğinde organizma bu ihtiyaçları karşılamak için harekete geçer. Örneğin aç olan bir insanın kan şekerinin düşmesi baş ağrısı, mide kazınması gibi uyarıcılar gönderir. Bireyin kan düzeyinde ve sindirim sisteminde oluşan uyarıcılar organizmayı ihtiyacı karşılama yönünde harekete geçirir. Organizma açlığını gidermek için daha önceki öğrenmelerinden yararlanarak et, ot, kemik vs. yiyeceklerle açlığını gidermeye çalışır (Myers, 2011). Sonuç olarak, dürtü azalma kuramı, canlının sağlıklı şekilde davranabilmesi için gerekli ihtiyaçların fizyolojik sinyallerinin algılanması ve ihtiyaçların karşılanması için öğrenme deneyimlerinden faydalanarak harekete geçmeyi vurgulamaktadır. Optimum Uyarılma Kuramı Bazı güdülenmiş davranışlar belirli düzeyde uyarılmışlık gerektirir. Örneğin, iyi beslenmiş farelerin kafesin etrafında dışarı çıkmak için keşifte bulundukları, 9 aylık bebeklerin evin ulaşabildikleri köşelerini araştırdıkları görülmüştür. İnsanlar yüksek sesli müzik dinlemek, riskli davranışlarda bulunmak, dağın tepesine tırmanmak gibi davranışları belli düzeyde uyarılmışlık yaşamaktan hoşlandıkları için gerçekleştirebilirler (Plotnik, 2009). Bu kurama göre organizma, uyarılmışlık düzeyini asgari düzeyde tutumak için davranışta bulunur. Sıkıldığımız zaman gerilim ve uyarılmışlık durumunu artıracak etkinlikler ararız. Örneğin bazıları paraşütle atlar, oldukça yüksek mesafeden bungy jumping yapar, korku filmlerine gider. Heyecan arayan bu kişiler, normal uyarılma düzeyinin üstünde durumlar yaşarlar, tehlikeli etkinliklerin içinde kendilerini özellikle daha canlı hissederler. Organizmanın belirli bir davranış için güdülenmesi belirli düzeyde uyarılmayı gerektirir. İnsanlar asgari bir uyarılmışlık düzeyi tutturmayı hedeflemektedir. Yüksek düzeyde uyarılma da düşük düzeyde uyarılma da güdülenmeyi olumsuz etkilemektedir. Yüksek düzeyde uyarılma organizmada kaygı yaratacağından organizmanın davranışa odaklanmasını engellemektedir. Düşük düzeyde uyarılma ise can sıkıntısına neden olduğu için davranışa odaklanmayı engellemektedir (Morris, 2002). Yüksek kaygılı öğrencilerin ve düşük kaygılı öğrencilerin ders çalışamaması gibi. Kısacası bu kurama göre, insanlar uyarılmışlık düzeylerini optimum düzey dediğimiz belirli bir düzeyde tutmak için davranışta bulunmaya güdülenmişlerdir. Beynin Ödül/ Zevk Merkezi Bu kurama göre insan davranışlarının pek çoğu beyindeki ödül/haz merkezini uyarmaktadır. Dolayısıyla insanlar haz verdiği için pek çok davranış sergilemektedir. İnsan vücudu beyne biyolojik işaretler göndermek üzere programlanmıştır. Beyin vücuttan gelen biyolojik işartleri yorumlayıp açlık ve susuzluk hissi uyandırarak insanı yemek ve içmek konusunda motive etmeye genetik olarak programlanmıştır (Kalat, 2008). Araştırmalar yeme, içme gibi pek çok davranışın beynin haz merkezini uyandırdığını bu nedenle devam ettirildiğini belirtmektedirler. Araştırmalar, sadece yeme içme değil çeşitli maddelerin kullanımı, dağa tırmanma, yüksekten atlama gibi davranışların da beynin haz merkezini uyandırdığını tespit etmişlerdir (Plotnik, 2009). Bazıları için korkutucu olabilen paraşütle atlama, bungy jumping yapma, sarp dağlara tırmanma gibi davranışlar gibi romantik bağlılıklar geliştirmek, kumar oynamak, müzik dinlemek gibi davranışların da beynin haz merkezini uyardığı ve kişilere haz verdiği için tekrarlandığı ifade edilmektedir. Davranışçı Güdü Kuramı Davranışların nasıl güdülendiği davranışçı öğrenme kuramcılarının belirlediği ilkelerle açıklanmaktadır. Kurama göre, davranışların ortaya çıkması ve tekrar etmesi pekiştirmesi sayesinde gerçekleşmektedir. Klasik koşullama yaklaşımına gore, davranışlar, pekiştirilen uyarıcılarla ilişkilendirilerek güdülenir. Edimsel koşullama yaklaşımına gore, davranışlar, ödüle ulaşmak ya da cezadan kaçınmak için yapılır. Organizmanın davranışı sonucunda alacağı tepkiye göre davranışı ya tekrarlayacak ya da tekrarlamayacaktır. Canlının davranışları sonucu karşılaştığı sonuçları onun davranışlarını güdüleyici rol oynamaktadır. Bu kanuna göre, canlı kendine mutluluk veren davranışları tekrarlar fakat acı veren davranışlardan kaçınır. Davranışçı yaklaşıma göre öğrenme dışarıdan verilen pekiştireçlere dayalı olduğundan, davranışların tekrar edebilmesi dışsal güdülenmeye bağlıdır. Bu yaklaşıma göre birey, kendini ödüle götüren 178

183 amaçlara yönelir. Davranışçı yaklaşıma göre bireylerin güdülenebilmesi için kişiye özel doğru pekiştireçlerin kullanılması önemlidir. Sınıfta sorulan sorulara doğru cevap veren ilköğretim öğrencilerine kurdele, çikolata, aferim gibi pekiştireçler, ergenlere ise övgü dolu sözler davranışlarının devamını sağlayacaktır. İş yerinde görevini aksatmadan yapan çalışana prim, ikramiye verilmesi bu davranışı devam etmesini sağlayacaktır. kuramı açıklar? Öğrencilerin iyi not almak için çok çalışmasını en iyi hangi güdü Sosyal Öğrenme Güdü Kuramı Bu yaklaşım, davranışçı ve bilişsel yaklaşımların özelliklerini birlikte içerir. Sosyal öğrenme yaklaşımında öğrenme, model alınan kişilerin davranışlarının bilişsel süzgeçten geçirilerek davranışlara yansıtılması ile gerçekleşir. Bu yaklaşıma göre davranış sadece dışsal uyarıcılardan etkilenmediği gibi yalnızca içsel etkilerle de güdülenmez. Aynı zamanda çevresel değişkenler ve bilişsel özellikler kadar bireyin öz-yeterlilik özellikleri de öğrencilerin davranışlarını etkiler (Erden ve Akman, 2011). Sosyal öğrenme kuramcılarına göre güdülenmeyi etkileyen üç temel unsur vardır. Bunlar; bireyin amacına ulaşma beklentisi, amacın birey için değerli ve bireyin yapılan işe yönelik duygusal tepkisidir (Erden ve Akman, 2011). Birey, ilk iki maddeye olumlu cevaplar verirse öz-yeterlilik duygusu gelişir. Öz-yeterlilik, bireyin belirli bir işi başaracak yeteneğe sahip olduğuyla ilgili algısıdır (Selçuk, 2000). Özyeterlilik algısı yüksek olan bireyler, gözlemledikleri ve model aldıkları davranışları yapma yönünde daha güdülüdürler. Özyeterlilik algısı düşük olan bireyler ise model aldıkları davranışları yapma yönünde daha az güdüleneceklerdir. Humanistik Güdü Kuramları Bu kuramın öncüleri Rogers ve Maslow dur. Humanistik kurama göre, insan davranışlarının odak noktasını, kişisel özgürlük, seçim, kendi kendine karar verme ve kişisel gelişme için savaş verme ya da kısaca Maslow'un deyimiyle "kendini gerçekleştirme" oluşturur. Hümanistik psikologlar insan davranışlarının daha çok içsel süreçler tarafından yönlendirildiğini, bu nedenle içsel motivasyonun önemli olduğunu vurgulamaktadırlar. Hümanistik kuramcıların bir çoğunda gereksinmelerin rolü çok önemlidir (Woolfolk, 2007). Maslow un ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramına göre; insanın her davranışı belli bir ihtiyacını gidermeye yöneliktir ve hiyerarşik olarak sıralanan bu ihtiyaçlardan biri tatmin edilmeden diğerleri insanı yönlendiremez. Davranışlara yön veren insan ihtiyaçları şöyle sıralanır (Coon ve Mitterer, 2010): 1. Fizyolojik ihtiyaçlar: Yeme, içme, uyuma, cinsellik. 2. Güvenlik ihtiyacı: Barınma, can güvenliği. 3. Ait olma ve sevgi ihtiyacı: Başkaları ile ilişki kurmak, kabul edilmek, ait hissetmek, arkadaşlık. 4. Özsaygı ihtiyacı: Tanınma, prestij 5. Kendini tamamlama ihtiyacı: Yetenek geliştirme.. 6. Estetik ihtiyaçlar: Bakışım, Güzellik. 7. Kendini gerçekleştirme: Potansiyelini ortaya koyma. Bu ihtiyaçların davranışlarımızı güdüleme önceliği, fizyolojik ihtiyaçlardan kendini gerçekleştirme ihyiyacına doğrudur. Fizyolojik ihtiyaçlar ve güvenlik ihtiyacı birincil güdüler olup davranışlarımızı öncelikle güdüleyen ihtiyaçlardır. Ait olma ve sevgi ihtiyacı, öz saygı ihtiyacı, kendini tamamlama, estetik ihtiyaçlar ve kendini gerçekleştirme ihtiyacı daha üst düzey ihtiyaçlardır. Üst düzey ihtiyaçlar alt düzey ihtiyaçlardan sonra bireyin davranışlarını güdüleme özelliğine sahiptir. 179

184 Şekil 7.1: Maslow un İhtiyaçlar Piramidi Kaynak: ( ) Humanistik yaklaşıma göre kişi, ihtiyaçlarını en alt düzeyden üst düzeye doğru tatmin etmeye çalışacaktır. Dolayısıyla bireyin gereksinimlerine göre davranışlarına yön veren güdüler belirlenecektir. Örneğin depremde aç, evsiz kalmış bir insanın önce psikolojik ihtiyaçlarını karşılayarak güdülemek mümkün olmayacaktır. Alt düzeylerdeki ihtiyaçlar karşılanmadan daha üst düzeydeki ihtiyacın düşünülmesi mümkün değildir. Maslow un ihtiyaçlar hiyerarşisinin avantajı, biyolojik ve sosyal ihtiyaçları tek bir çerçeve altında toplayıp çeşitli biyolojik ve sosyal ihtiyaçların giderilmesinde bazı öncelikler önermesidir. Sınırlı yönü ise, ihtiyaçlar sırasının doğru olup olmadığının tespit edilmesinin zor olduğu ve az sayıda kişinin ulaştığı kendini gerçekleştirme ihtiyacının nasıl değerlendirileceğinin bilinememesidir (Plotnik, 2009). Bilişsel Güdü Kuramları Bilişsel yaklaşım, davranışçı yaklaşıma tepki olarak gelişmiştir. Bilişsel kuramcıların temel varsayımlarından birisi, insanların dışsal ödüller yerine kişisel inanışları, beklentileri veya hedefleri nedenyle çeşitli davranışlarda bulunduklarıdır. Bu nedenle bilişsel kuramcılar dışsal güdülenme yerine içsel güdülenmenin insanları güdüleyebildiğini belirtmektedirler. Bilişsel yaklaşımda bireyin düşünceleri, tutumları, ve davranışlarını etkileyen çevresel faktörleri yorumlaması önemlidir. Bilişsel kuramlarda güdü, kişinin duygu ve düşüncelerinin, beklentilerinin davranışlarına yansıması olarak açıklanmaktadır (Plotnik, 2009). Binlerce insanın sadece dereceye girenlere para ödülü verildiği geri kalanların ise sadece tişörtle ödüllendirildiği uzun maratonlara katılmaları, maddi getirisi olmayan hobilerine uzun zaman ayırmaları bilişsel güdülenme kuramları ile açıklanabilir. Bu kurama göre insanlar dışsal ödül kazanmaktan çok faaliyeti yapmaktan zevk almaktadırlar. Diğer deyişle faaliyetin kendisi ödüllendirici olmaktadır. Yükleme Kuramı Bu kuram insanın doğası gereği hem kendi içinde hem de çevresinde meydana gelen olayların nedenlerini tahmin etmeye çalıştığını, nedenlerle ilgili olarak yapılan çıkarımların davranışları etkileyeceğini vugulamaktadır. Bu nedenleri tahmin etmeye çalışmak ve yapılan çıkarımların davranışları yönlendirmesi bu kuramın en önemli noktasıdır. Kuramın öncülerinden Heider ve Weiner, insanların başarı ya da başarısızlıklarının nedeninin üç özelliğe göre belirlendiğini vurgulamaktadır. Bunlar; yükleme odağı, süreklilik-durağanlık ve kontrol edilebilirlik-kontrol edilemezlik boyutlarıdır (Akt.Hollyforde ve Whiddett, 2002). Yükleme odağı, 180

185 herhangi bir görevin başarılmasında bireye ait ya da ona ait olmayan özellikleri ifade etmektedir. Örneğin, bir görevin başarılı olabilmesi için bireyin yetenekli, becerikli olması, emek harcaması bireye ait nedenler iken, görevin zorluğu, yardım eden birilerinin olması, şans faktörleri bireyin dışındaki nedenlerdir. Süreklilik-durağanlık, bir görevin başarılmasında rol oynayan faktörlerin uzun ya da kısa süreli olmasını nitelendirmektedir. Örneğin yetenek, beceri daha uzun sürekli faktörler iken şans ve ruh hali daha kısa süreli durağan faktörlerdir. Kontrol edilebilirlik-kontrol edilemezlik faktörü ise bir görevin başarılmasında bireyin kendi çabaları ile değiştirebileceği ya da kendi çabaları ile değiştiremeyeceği etkenleri nitelemektedir. Örneğin emek harcamak, sorumluluk almak kontrol edilebilirken, şans, genetik faktörler kontrol edilemez faktörlerdir. Yükleme kuramının en önemli varsayımı, insanların olumlu benlik imajını koruyacak şekilde çevrelerini yorumlamalarıdır. Bu durumda insanlar başarılı olduklarında bunun sebebi olarak kendi özelliklerine atıfta bulunacaklardır, başarısız olduklarında ise çevresel faktörlere atıfta bulunacaklardır. Yükleme kuramının en önemli prensibi, kişinin başarı ya da başarısızlığına yaptığı atıfın, onun gelecekte nasıl çaba göstereceğinin de belirleyicisi olmasıdır. Genellikle başarısızlık için içsel ve kontrol edilebilir süreçlere atıfta bulunanlar, ilerde başarılı olmak için daha çok çalışacaklardır. Dışsal ve kontrol edilemez süreçlere atıfta bulunanlar ise gelecekte başarılı olmak için çaba göstermeyeceklerdir (Weiner, 1992). Eğer birey başarısızlığını yetersiz çabaya bağlarsa, gelecek öğrenim yaşantılarında daha fazla emek ve çaba harcayarak başarılı olmayı hedefleyecektir; fakat başarısızlığının sebebini kendindeki yetenek eksikliğine bağladığında, birey kendini yetersiz hissedecek ve öğrenme hevesi kırılmış olacaktır. Beklenti- Değer Kuramı Brophy' ye (2004) göre davranışlara yön veren iki temel faktör şunlardır: Verilen bir göreve yönelik bireyin başarı beklentisi ve bireyin bu görevde başarılı olmaya verdiği değerdir. Algılanmış başarı olasılığı ve amacın harekete geçirici değeri ne kadar yüksek ise, bireyin olumlu güdülenme derecesi de o kadar yüksek olacaktır. Özet olarak insanların neyi neden yaptığının tek bir açıklaması yoktur. Bazı davranışlara dürtülerimizi karşılamak, uyarılmanın etkisiyle, beynin ödül-zevk merkezini tetiklediği için güdülenmiş olabiliriz. Bazı davranışlara dışsal ödüllere ulaşmak için, bazıları onaylanan davranışları kendimize uygun bulduğumuz için odaklanırız. Bazı davranışlara ise davranışın kendisi haz verdiği için güdüleniriz. Bazen de hissettiğimiz duygular davranışlarımıza yön verecektir. Bu bölümden itibaren yaşadığımız duygulara ve duyguların davranışlarımızı nasıl yönlendirdiğine yer verilecektir. DUYGULAR İnsanların yaşadığı çok farklı duygu repertuvarı olduğu için duyguları tanımlamak zor bir kavramdır. Bazı duygular evrensel, diğerleri sadece belirli kültürlere özgüdür. Bazı duygular çok yoğun, diğerleri hafiftir, bazıları olumlu, diğerleri olumsuzdur. Bazıları bizi harekete geçirir bazıları bir şey yapmamızı engeller. Duygunun tanımlanmasında ve açıklanmasında çok farklı kuramsal görüşlerin olması ve bu bakış açılarının çoğu zaman birbirleriyle örtüşmemesi de duygunun tanımı konusundaki problemleri beraberinde getirmektedir. Duyguları açıklarken duygularla ilgili yaşanan kavram karmaşaları da duyguların tanımlanmasını zorlaştırmaktadır. Çoğu zaman duygu yerine his, duyuş gibi kavramlar kullanıldığı görülmektedir. Bu kavramların duygulardan ayrılan yönlerine baktığımızda, hisler daha çok bireyin vücudundaki anlık değişikliklere karşılık gelen, bedensel değişimlerin ön planda olduğu özel ve öznel deneyimlerdir. Duygu bir his ve bu hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve biyolojik haller ve bir dizi hareket eğilimi belirli bir uyarıcıya verilen yapılandırılmış tepkilerdir (Goleman, 1998). Örneğin, bize doğru koşan kocaman bir köpeği gördüğümüzde kalbimizin hızla çarpması, gözlerimizin büyümesi, kaskatı kesilmemiz his olarak adlandırılırken, tehlikenin geldiğine dair içimizi korkunun kaplaması ise duygu olarak ifade edilmektedir. Duygu ile duygu hali arasındaki farka baktığımızda; duygular daha çok belirli bir uyarıcıya gösterilen kısa süreli amaçsal tepkileri ifade ederken, duygu halleri daha düşük yoğunlukta yaşanan ve uzun süreli durumlardır. Ayrıca duyguda, ağırlıklı olarak dışsal bir uyarıcıyı değerlendirme söz konusu iken, duygu halini tetikleyici dışsal uyarıcılar bulunsa bile daha çok duygusal yaşantıların toplamını yansıtmaktadır. Bu nedenle duygu hali içsel uyarıcılardan daha fazla etkilenmektedir. 181

186 DUYGULARIN İŞLEVLERİ Duygular, hayatımızda pek çok işleve sahiptir. Passons a göre duygular iki amaca hizmet ederler Bunlardan birincisi, kişinin harekete geçmesi için enerji temin etmeleridir. İkincisi ise, kişinin kendi gereksinimlerini karşılayabilmesi için çevreyi manipüle edebilmesi ya da bu gereksinimleri karşılayacak uygun davranışları yapabilmesi için, yönlendirici ya da değerlendirici bir fonksiyon göstermeleridir. Bu enerji kişiye gereksinimlerini karşılamak için harekete geçiriyor ya da çevreyi manipüle etmesine fırsat veriyorsa olumlu duygular ortaya çıkar. Eğer enerji, gereksinimlerin karşılanmasında etkisi olmayan ya da zararlı etkisi olan unsurlara yöneltilirse olumsuz duygular ortaya çıkar (Zaalberg, Manstead ve Fischer, 2004). Kısacası duygular dış dünya hakkında bilgiler sağlayarak bizim davranışlarımıza yön verirler Ekman a (1992) göre duygular, tehlike, acı, kayıp, zorluklara karşın bir hedefe doğru ilerleme, eşine bağlanma, bir aile kurma gibi yalnızca akla bırakılamayacak durum ve görevlerde yol göstericidir. Her duygu bizi bir şekilde hareket etmeye hazırlar, ve insanı hayatında tekrarlanan güçlüklerle baş edebilecek şekilde yönlendirir (Akt. Goleman, 1998). Herhangi bir tehlike anı gibi ani ve hızlı hareket etmemiz gereken zamanlarda duygular bize bilişten önce rehberlik eder ve davranışlarımızı yönlendirir. Tehlikeli bir hayvanı gördiğimizde çok hızlı bir şekilde kaçmaya karar vermemiz ya da saldırmamız önce duygularımız aracılığıyla yapılan davranışlarımızdır. Duyguların önemli işlevlerinden bir tanesi de, nesnelerin, insanların ve durumların sağlığımıza ve hayatta kalmamıza ne kadar yardımcı olduğunu değerlendirmemize yardım etmesidir. Duygular insanlara ya da nesnelere yaklaşmak ya da kaçınmak için ipucu verirler. Bizde olumsuz anıları olan kişi ve durumlar olumsuz duygular uyandırıken, bizim için yararlı olanlar ise olumlu duygular uyandırır (Davidson, 2000). Bizler de ne hissettiğimize bakarak davranışlarımızı düzenleyebiliriz. Duygularımızı genellikle mimik, jest ve vücut dilimizle yansıtırız. Duygularla beraber gelen yüz ifadeleri nasıl hissettiğimizle ilgili sosyal işaretler gönderebileceği gibi ne yapmak üzere olduğumuzla ilgili sosyal işaretler de gönderebilirler (Plotnik, 2009). Örneğin bir bebeğin gülümsemesi onun ihtiyaçlarının karşılandığı, mutlu olduğu mesajı verirken, tanımadığımız sınıf arkadaşımızın bize gülümsemesi ise dost canlısı olduğunun göstergesi olabilir. DUYGULARIN BİLEŞENLERI Duygular bilişsel, davranışsal ve fizyolojik bileşenlerden oluşur: Duyguların Bilişsel Bileşeni Şekil 7.2: Duyguların üç bileşeni Kaynak: Plotnik, Duyguların bilişsel bileşenini çalışan araştırmacılar, bireylerin ne yaşadıklarının sözel ifadesine dayanarak bilgi toplamaktadırlar. Bazı araştırmacılara göre (Ellsworth ve Scherer, 2003), bireyin yaşadığı olaylar hakkındaki bilişsel değerlendirmeleri, hissettiği duygular için belirleyici olabilmektedir. Bu değerlendirmeler sonucu duygular hoş ve hoş olmayan (Lang, 1995) olarak karakterize edilir. Bu değerlendirmeli tepkilerimiz otomatik ve bilinç altı olabilir. 182

187 Resim 7.1: Paul Ekman Kaynak: ( ) Duyguların Fizyolojik Bileşeni Duygusal tepkiler karmaşık fizyolojik süreçlere bağlıdır. Duyguların biyolojik temelleri, beyin alanları, çeşitli nörotransmitterlerin yanı sıra otonom sinir sistemi ve endokrin sistemini içeren çok yönlü yapı gösterir. Duygularla ilgili fizyolojik uyarılma daha çok otonom sinir sistemi aracılığıyla gerçekleşir. Bu sistem adrenalin salgılayarak kaç ya da savaş tepkisi için organizmayı uyarır. Duyguların Davranışsal Bileşeni Hangi duyguyu hissetiğimiz yüz ifadesinden anlaşılabilir. Bu konuda uzman olan Ekman (1992), insanların duygu ifadelerinin evrensel olduğunu belirtmiştir. Tüm kültürlerde gülümsemek mutluluk, kaş çatmak üzüntünün işareti olarak algılanmaktadır. Ekman ve arkadaşları (1997) dünya çapında insanların yedi temel duyguyu tanıdıklarını belirtmişlerdir. Bunlar, üzüntü, korku, öfke, tiksinti, horlanma, şaşırma ve mutluluktur. Yalnız kültürler arasında bu duyguların ifade biçimleri farklılık göstermektedir. Örneğin Asya kültürlerinde çocukluktan itibaren duyguların kontrol edilmesi öğretilirken, batı kültürlerinde özgürce yaşaması öğretilmektedir. Duygular evrensel olsa da ifade şekilleri kültürden kültüre farklılık gösterebilir. Kaç Tür Duygu Vardır? Duygular ve ifade şekilleri ile çalışan Paul Ekman (1992), yedi temel duygudan bahsetmiştir. Bu duygular üzüntü, korku, öfke, tiksinti, horlanma, şaşırma ve mutluluktur. Sevgi duygusunun temel duygular listesinde olmadığını fark eden Ekman, sevginin evrensel bir ifadesinin olmadığını belirtse de, bazı araştırmacılar sevginin birincil duygu olduğunu ifade etmişlerdir (Hendrick ve Hendrick, 2003; Sabini ve Silver, 2005). Pluchik (1980), sekiz temel duygunun olduğunu iddia etmiştir. Bunlar, sevinç, umma, öfke, korku, üzüntü, şaşkınlık, kabul ve tiksintidir. Aynı zamanda Pluchik, bu temel duyguların birleşiminden de yan duygular oluştuğunu belirtmiştir. Örneğin kabul+sevinç=sevgi, beklenti+sevinç=iyimserlik, umma+öfke=saldırganlık, şaşkınlık+üzüntü=hayal kırıklığı, üzüntü+tiksinti=pişmanlık, tiksinti+öfke=küçük görme, kabul+korku=sinme, korku+şaşkınlık=huşu gibi duygular yan duyguları oluşturmaktadır. 183

188 Şekil 7.3: Pluchik in temel duygu ve yan duygu kategorileri. Kaynak: ( ) DUYGULARLA İLETİŞİM Duyularımızı kelimeler yerine ses tonu, vücut hareketleri, jestler, mimikler, kişisel mesafe ile ifade ederiz. Bunların içinde en dikkat çekeni yüz ifadeleridir. Araştırmacılar yüz mimiklerini kullanarak yaklaşık duygu ifade edebileceğimizi belirtmişlerdir (Coon ve Mitterer, 2010 ). Insanların duygusal durumlarını gülme, ağlama, kaş çatma gibi yüz ifadelerine bakarak anlayabiliriz. Vücut dili de duyguları ifade etmede bazen bilinçsiz olarak kullanılmaktadır. Kollarımızın duruşu, ayaklarımızın ve bacaklarımızın duruşu, başımızın vücudumuza olan açısı duygularımızın ifadesi olabilmektedir. Araştırmacılar, bazı duygu ifadelerinin genetik olarak getirildiği ve bazılarının ise kültüre gore değişen ifade şekilleri olduğunu belirtmişlerdir. Bebeklerin yaklaşık 4-6 aylıkken gülümsemeye başlamaları, dünyaya kör olarak gelen bebeğin yaklaşık aynı aylarda gülümsemesi duyguların genetik kodlarla getirildiği görüşünü desteklemektedir. Yapılan araştırmalar pek çok ülkede gülümsemenin mutluluk olarak yorumlandığını göstermektedir. Farklı kültürlerde duyguların benzer yüz ifadeleri ile gösterilmesi evrensel yüz ifadeleri olarak tanımlanmaktadır. Belli duyguları ve duygusal durumları işaret eden miras alınmış bir dizi yüz ifadelerine evrensel yüz ifadeleri denmektedir (Plotnik, 2009). Bununla birlikte duyguların farklı kültürlerde farklı ifade edilmesi de kültürel yönüne kanıttır. Batı kültürleri ile ilkel kültürlerde yapılan duygu ifadeleri ile ilgili çalışmada, mutluluk, üzüntü, kızgınlık ifadelerinin evrensel olarak her iki kültürde de benzer ifade edildiğini, şaşkınlık gibi duyguların ise farklı ifade edildikleri tespit edilmiştir (Plotnik, 2009). 184

189 Resim 7.2: Farklı kültürlerde duygu ifadeleri Kaynak: Kişisel mesafe ayarlarımız da duygusal durumumuz hakkında bilgi veren sözel olmayan ipuçlarıdır. Mesafenin yakınlığı kızgınlık ya da sevinçli ruh durumunu, mesafenin uzaklığı korku ya da hoşlanmamayı ifade eder. Kişisel mesafe kültürden kültüre de farklılık gösterebilir. Duygularımız yansıtan hareketler de kültürden kültüre değişse de duygusal durumumuz hakkında bilgi verebilir. Tokalaşma, kuçaklaşma, öpüşme, başı iki yana sallama, başı yukardan aşağıya sallama, işaret parmağını sallama gibi hareketler duygusal ifadeleri barındırır. Yapılan çalışmada işaret ve baş parmağı birleştirerek yapılan işaretin, farklı kültürlerde farklı anlamlar ifade ettiği tespit edilmiştir. Bu hareketin Amerika da tamam, Japonya da para, Brezilya da hakaret, Fransa da sıfır anlamlarında kullanıldığı görülmüştür. Temel duyguların farklı kültürlerde benzer yüz ifadeleri ile ifade edilmesi ne anlama gelmektedir? Harekete Yönelten Duygular Duygu sözcüğünün kökü Latince motere kelimesinden gelmekte ve hareket etmek anlamında kullanılmaktadır. Araştırmacılar her duygunun bedeni birbirinden farklı tepkilere nasıl hazırladığına ilişkin artan sayıda fizyolojik ayrıntılar keşfetmekteler. Bu ayrıntılara aşağıda yer verilmiştir (Goleman, 1998): 185

190 Öfke hissedildiğinde, kan akışı bir silahı tutmayı ya da düşmana vurmayı kolaylaştırıcı şekilde ellere yönelir, kalp atışı hızlanır, adrenalin gibi hormonların hızla salgılanmasıyla birlikte çevikçe hareket etmeye yetecek güçte enerji meydana gelir. Korku hissedildiğinde ise, kan, kaçmayı kolaylaştırmak için bacaklardaki gibi büyük iskelet kaslarına yönelir ve sanki yüzdeki kan çekilir, bu da kanın donduğu hissini verir. Beynin duygusal merkezlerindeki devreler onu alarma geçirip harekete hazırlamak üzere hormon salgılamasını başlatır. Dikkat, nasıl tepki verilmesi gerektiğini değerlendirmek için yaklaşan tehlikeye odaklanır. Mutluluğun oluşturduğu başlıca biyolojik değişiklikler arasında, beyin merkezinde olumsuz duyguları engelleyip bir enerji artışına yol açarak kaygı verici düşünceleri durduran bir etkinlik yer alır. Bedeni rahatsız edici duyguların yarattığı biyolojik uyarılmadan kurtaran sukünet hali bedene genel bir dinlenme sağlar. Sevgi, sevecen duygular ve cinsel tatmin, parasempatik uyarılmayı sağlar. Bu ise korku ve öfkede görülen savaş ya da kaç durumunun fizyolojik karşıtıdır. Gevşeme tepkisi denen parasempatik model, işbirliğini kolaylaştıran genel bir huzur ve tatmin hali yaratan bedenin her yerine yayılmış tepkileri kapsar. Şaşkınlıkla kalkan kaşlar, görüş alanının büyüyüp retinaya daha fazla ışık girmesini sağlar. Bu beklenmedik durum hakkında daha fazla bilgi edinip çevrede neler olup bittiğini anlayarak en uygun davranışın yapılmasına olanak verir. Tiksinme, tüm dünyada aynı şekilde ifade edilmektedir ve aynı mesajı gönderir. Bir şeyin kendisi ya da fikri tat veya koku olarak iğrenç gelmektedir. Tiksintinin yüz ifadesi, kötü kokuya karşı burun deliklerini kapama veya zehirli yiyeceği tükürmeye yönelik ilk çabadır. Üzüntünün esas işlevi, yakın birinin ölümü veya büyük bir hayal kırıklığı gibi önemli kayıplara uyum sağlamaya yardımcı olmaktır. Üzüntü enerjiyi azaltır, derinleşip depresyona yaklaştıkça da metabolizmayı yavaşlatıp zevk alınan şeylerden uzaklaşmaya yol açar. Bizi eyleme geçiren bu biyolojik eğilimler, deneyimler kültür tarafından şekillendirilir. Yasın, sevincin yaşanma şekli farklı kültürlerde farklıdır. DUYGULARI AÇIKLAYAN KURAMLAR Duygular, biyolojik, mental, davranışsal ve sosyo-kültürel ögelerin etkileşimiyle oluşmaktadır. Duygulara eşlik eden fiziksel tepkileri anlamak kolay görünmektedir ama fizyolojik tepkileri anlamak o kadar kolay değildir. Duyguların nasıl oluştuğunu, hangi ögelerin duyguları başlattığını araştıran kuramcılar kendi isimleriyle anılan çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Psikolojide duygu araştarımacıları ve kuramcıları; duygunun nasıl tanımlandığı ve nasıl açıklandığı konusunda farklı kuramsal görüşler öne sürmüşlerdir. Bu kuramlar James-Lange kuramı, Cannon-Bard kuramı, Schachter-Singer kuramı, yüz geri bildirim kuramı, Lazarus kuramı ve duygusal nörobilim kuramıdır. James-Lange Kuramı William James ve Carl Lange, duyguların, vücutta meydana gelen fizyolojik uyarılmadan sonra oluşan özel duyumlar sonucu oluştuğunu öne sürmüşlerdir. Bu kurama göre herhangi bir olay öncelikle vücutta fizyolojik uyarılma oluşturur. Bu uyarılma sonucu vücudumuzda fark ettiğimiz değişiklikleri yorumladığımızda yaşadığımız şey duygudur. Kısacası duygulara neden olan durum fizyolojik uyarılmadır. James, bu durumu Ayı gördüğünüzde kaçtığınız için korkarsınız. Korktuğunuz için kaçmazsınız diye açıklamıştır. Herhangi bir olay sonucu fizyolojik uyarılma olsa da biz bunu fark etmediğimizde duyguyu ifade edemeyiz. Her duygu ayrı bir fizyolojik örüntüye sahiptir (Plotnik, 2009). Örneğin, gece geç saatte karanlıkta yürürken arkamızdan gelen ayak seslerini duyduğumuzda kalbimiz hızlı hızlı çarpar, soluk alış verişimiz derinleşir ve oradan uzaklaşmak için koşmaya başlarız. Vücudumuzda oluşan fizyolojik değişikliklerin korkulu bir durum için oluştuğunu anlarız ve yaşadığımız duygunun korku olduğunu yorumlarız. 186

191 Cannon-Bard Kuramı Şekil 7.4: James-Lange Kuramı na göre duyguların oluşumu Kaynak: Plotnik, Walter Cannon ve Philip Bard, üç gerekçeyle James-Lange Kuramının duyguları açıklayamayacağını öne sürmüşlerdir. Bu gerekçelerin birincisi; yalnızca bedensel duyumların duygu üretemez olmalarıdır. İnsanlara mutluluk veren epinefrin hormonu enjekte edildiğinde vücutlarında enerji artışı olduğunu ama hiçbir duygu yaşamadıklarını belirtmişlerdir. İkinci gerekçeye göre; insanların bazen vücutları tepki vermeden önce de duygu yaşadıklarını ifade etmiştir. Üçüncüsü ise vücudumuzda olan fiziksel değişimlerin bazen çok genel olduğunu bu nedenle duyguları ayırt etmede işe yaramadığını öne sürmüşlerdir (Coon ve Mitterer, 2010). Örneğin öfkelendiğimizde de korktuğumuzda da heyecanlandığımız da da aşık olduğumuz da da kalbimizin hızla çarptığını belirtmektedirler. Bu gerekçelerle Cannon-Bard, duyguların beynin bir parçası olan talamustan kaynaklandığını ve buradan üretilen mesajların aynı anda otonom sinir sistemi, beynin serebral korteksine ve iskelet kaslarına gönderildiğini öne sürmüşlerdir (Wittig, 2001). Kısacası Cannon-Bard, fizyolojik uyarılma ve duyguların beyinde aynı anda üretildiğini vurgulamaktadırlar. Schachter-Singer Kuramı Şekil 7.5: Cannon-Bard Kuramı na göre duyguların oluşumu Kaynak: Coon ve Mitterer, Schacter ve Singer, duygusal yaşantıların gerisinde bilişsel etkinliklerin rol oynadığını ileri sürmüşlerdir. Schacter'e göre, çevremizi algılamamız ve anlamlandırmamız sonucunda, içimizdeki fizyolojik değişikliklerle ilgili duygulara belli adlar veririz. Yani bilişsel yaşantılarımız doğrultusunda duygusal yaşantılarımızı adlandırırız. Dolayısıyla farklı ortamlarda benzeri uyarıcılara farklı tepkiler vermemizin ve birtakım çatışmalara girmemizin nedeni duygularımızı farklı şekillerde yönlendiren, farklı bilişsel yaşantılar geçirmemizdir (Akt. Tuğrul, 1999 ). Bu kurama göre duygularda bilişin rolü vardır. Duyguların oluşumunda ilk olarak, bireyin aldığı duyum sonucu vücudunda fizyolojik değişiklikler olur. Daha sonra vücudunda meydana gelen fizyolojik uyarılmayı anlamlandırma ve etiketleme ihtiyacı hisseder. Bedeninde meydana gelen uyarılmayı yorumladığında hissettiği duyguyu da belirlemiş olur. Düşünme ile bir durumun yorumlanması ya da değerlendirilmesi gibi bilişsel süreçlerin duyguları tetiklediği bulgusu bu kuramın getirisidir. Şekil 7.6: Schachter-Singer Kuramı na gore duyguların oluşumu Kaynak: Coon ve Mitterer,

192 Karanlıkta dışarıdaki ağacı, dev cüsseli bir kişinin pencereden size doğru bakmakta olduğunu sandığınızda yaşadığınız korkuyu Schachter-Singer Kuramına göre açıklayınız. Yüz Geri Bildirim Kuramı Bu kuram yüz kaslarının yaşadığımız duyguyu belirlediğini vurgulamaktadır. Herhangi bir duyguyu yaşamadan önce yüz kaslarımız gerilir. Gerilen yüz kaslarımız beyne sinyaller gönderir ve beyne gönderilen bu sinyaller yaşadığımız duyguları tanımamızı sağlar. Kısacası yüz kaslarımızdaki değişim beynimize hangi duygunun yaşanacağına yönelik ipucu verir. Sonra yaşadığımız duyguyu tanımlarız. Önce güleriz sonra mutlu olduğumuzu anlarız, önce ağlarız sonra üzüntü yaşadığımızı anlarız (Plotnik, 2009). Şekil 7.7: Yüz Geri Bildirim Kuramına göre duyguların oluşumu Kaynak: Plotnik, Günümüzde Duyguyu Açıklayan Yaklaşım: Lazarus Kuramı Richard Lazarus un öne sürdüğü bu kurama göre bilişsel süreç duyguları belirlemede önemli rol oynar. İnsanlar aynı durum karşısında farklı duygular yaşayıp farklı tepkiler verebilmektedirler. Bu durum duygusal yaşantıda algılamanın rolüne işaret etmektedir. Bu yaklaşım, duyguları kontrol etmenin en iyi yolunun, algılarımızı belirlemek olduğunu vurgulamıştır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Lazarus un yaklaşımına göre, insanlar önce var olan durumu bilişsel olarak değerlendirirler. Durum değerlendirmesine göre vücutta fizyolojik uyarılma ve bilişsel isimlendirme gerçekleşir. Yüz ve vücut kaslarında duygunun ifadesi gerçekleştikten sonra yaşanılan duygu hissedilir (Coon ve Mitterer, 2010). Örneğin, üzerimize hızla gelen köpeği tehdit olarak algıladığımzde vücudumuzda kan akımı kol ve bacak kaslarına yönelir. Hızla oradan uzaklaşmaya çalışırız. Aynı zamanda yüzümüzde korkulu bir yüz ifadesi oluşur ve tüm değişimleri düşündüğümüzde yaşadığımız duygunun korku olduğunu anlarız. Duygusal Nörobilim Yaklaşımı Şekil 7.8: Lazarus un kuramına göre duyguların oluşumu Kaynak: Pastorino ve Doyle-Portillo, Bu yaklaşım duyu organları aracılığı ile elde edilen dış uyarıcıların beynin belli bölgeleri tarafından yorumlanması, duygusal ve davranışsal tepkilere dönüştürülmesi sürecine odaklanır. Duygusal durumların nörofizyolojik temelinde limbik sistem, otonom sinir sistemi ve endokrin sistemin rolü olduğu bilinmektedir. Tüm bu işlemlerin yapılmasından sorumlu beyin yapıları talamus, hipokampüs, amigdala ve kortekstir. Dış çevreden algılanan yılan, vahşi kurt, hızla gelen araba gibi uyarıcılar gözler aracılığıyla ilk olarak talamusa gönderilir. 188

193 Şekil 7.9: Duygulara bağlı olarak ortaya çıkan tepkilerde rol alan beyin yapıları ve birbirleriyle bağlantıları Kaynak: ( ) Talamus, gelen duyusal uyarıların, ilgili üst korteks merkezlerine iletilmeden önce toplandığı, bir duyusal iletim istasyonudur. Talamus gelen bilgileri, nöral sinyalleri vahşi kurt, hızla gelen araba, yılan gibi görüntüye dönüştüren görsel kortekse gönderir. Görsel korteks kurt, yılan, araba bilgisini tehlikeli bir durum olup olmadığını test etmek için amigdalaya aktarır. Nöral bilgi yorumlanarak tehlikenin varlığını işaret eder ve sonuç olarak korku duygusu ile beraber ürkek yüz ifadesi, çığlıklar ve tehlikeden kaçmak için koşma davranışı meydna gelir. Amigdalanın işlevi, çevresel uyaranlara duygusal birer damga basmaktır. Amigdala uyarıcı olayların duygusal etiketlemesini yapmada önemli bir role sahiptir. Duygular bilişsel süreci birkaç yoldan etkilemektedir. Yeni bir uyarana ilişkin bilgi, beyin korteksinin duyu merkezlerinden, amigdala ve yakın komşusu hipokampus'a ulaşır. Hipokampus'un işlevi genel olarak bellekle ilgilidir. Duyu merkezlerinden ve hipokampus'tan gerekli bilgiyi alan amigdala, onu hızlı bir değerlendirmeye tabi tutarak, beynin ilgili bölgelerine, uyaranın niteliğiyle ilgili geribildirim yapar. Uyaran, herhangi bir tehlikeyi mi temsil ediyor, yoksa canlı için bir avantaj mı vaad ediyor? Sonuçta amigdala, belirli bir uyaranı, beraberinde getirebileceği olumlu ya da olumsuz duygularla ilişkilendirme ayrıcalığına sahiptir. Uyarıcıları tehlikeli olarak belirlediyse, hormonların salınımı için uyarıcı gönderir. Hormonlar beyne ulaştığında hipokampüsün işlevini engeller ve amigdalaya bağlı otonom sinir sistemi devreye girerek ani tepkiler gösterilir (Schiller ve diğerleri, 2010). Kısacası amigdala, tehlikeyi bilinçli beyinden önce fark edip canlının devamı için harekete geçmesini sağlamaktadır. Korku ve Amigdala Duygusal nörobilim yaklaşımı ile ilgilenen araştırmacılar sosyal fobide amigdalanın işlevine odaklanmışlardır. İncelenmekten, utandırılmaktan ve küçük düşürülmekten korktukları için toplum içine grimekten kaçınan sosyal fobiklere ve sağlıklı bireyler araştırmaya alınmıştır. Araştırmacılar sosyal fobik bireylere ve normal bireylere renkli fotoğraflar göstermişler ve sadece fotoğraftaki kişilerin cinsiyetini tanımlamaları istenmiştir. Aynı esnada araştırmacılar beyin taraması kullanarak amigdaladaki hareketliliği kaydetmişlerdir. Deneklerden yüzlereki farklılığa dikkat etmeleri ve yorumlamaları istenmediği halde sosyal fobiklerin özellikle fotoğrafların arasında korkmuş, kızgın, aşağılayıcı yüz ifadelerine odaklandıkları ve beyin görüntülerinde sol amigdalalarında fazla hareketlilik olduğu tespit edilmiştir (Plotnik, 2009). Bu ve benzeri araştırmalardan da görüldüğü gibi duyguların oluşumunda amigdalanın önemli rolü vardır. Amigdalası ameliyatla alınmış biri sizce nasıl tepkide bulunur? 189

194 Duygusal Zeka Duyguların, insanın hayatta kalmasını kolaylaştırma, davranışlarına yön verme, hayatı daha eğlenceli ve renkli hale getirme işlevleri vardır. Ayrıca duygular insanların birbirini anlama, düşünce ve davranışlarını anlamlandırmada çok önemli role sahiptirler. Bazı insanların, insan ilişkilerinde daha iyi olduğu, kendi duygularını kontrol etme ve yönetme becerilerine sahip olduğunun gözlenmesi ve bunun nedenlerinin araştırılması sonucu 1980 lerden sonra duygusal zeka kavramı ortaya çıkmıştır. Duygusal zeka kavramını ilk olarak ortaya koyan Salovey ve Mayer (1990) olmakla birlikte Goleman (1998) Duygusal Zeka adlı kitabında insanın iki tür zihne sahip olduğundan söz etmiştir. Bu zihinlerden biri IQ olarak bilinen akılcı zihin, ikincisi ise EQ olarak adlandırılan duygusal zihindir. Birbirinden tamamen farklı bu iki kavrama tarzı, insanın zihinsel yaşantısını oluşturmak için etkileşim halindedirler. Akılcı zihin, çoğunlukla farkında olunan bir kavrama tarzı iken; duygusal zihin ise fevri ve güçlü, bazen de mantıksız olan bir kavrama sistemine karşılık gelir. Salovey ve Mayer (1990) duygusal zekanın kapsamını 5 ana başlık altında toplamışlardır (Tuğrul, 1999): 1. Duygularının farkında olma: Belirli bir durumda ya da anda ne hissettiğinin farkına varabilmek duygusal zekanın temelidir. Duygularını tanıyan kişiler, ruh hallerinin farkındadırlar. Kişisel karar gerektiren konularda daha sağlıklı kararlar verebilirler, daha özerk davranabilirler, kendi sınırlarından emindirler ve hayata olumlu bir gözle bakabilirler. 2. Duygularla başa çıkabilmek: Farkına varılan duygularla uygun biçimde başaçıkabilmek duygusal zekanın temel özeliklerinden biridir. Kendini yatıştırma, yoğun endişelerden, karamsarlıktan, alınganlıklardan kurtulma yeteneği gibi yetenekleri kapsar. Bu yeteneği zayıf olan kişiler sürekli huzursuzlukla mücadele ederken, kuvvetli olanlar ise hayatın tatsız sürprizleri ve terslikleriyle karşılaştıktan sonra kendilerini daha kolay toparlayabilmektedirler. 3. Kendini motive etmek: İnsanın kendini motive edebilmesi için öncelikle duygularını bir amaç etrafında toplayabilmesi gerekir. Duygusal özdenetim yani doyumu erteleyebilme ve fevri davranışları engelleyebilme her başarının altında yatan çok önemli bir özelliktir. Kendini motive edebilme yeteneğine sahip kişiler yaptıkları herşeyde çok daha üretken ve etkili olurlar. 4. Başkalarının duygularını farketmek: Başkalarının duygularını farkedebilmek ya da başka bir deyişle empati kurabilmek, duygusal zekanın vazgeçilemez özelliklerinden bir diğeridir. Empatik kişiler başkalarının neye ihtiyacı olduğunu, ne istediğini gösteren sinyallere karşı daha duyarlıdırlar. 5. İlişkileri yürütebilmek: Duygusal zekanın bir diğer özelliği de diğer insanlarla olan ilişkileri yürütebilmektir. Bu beceriler popüler olmanın, liderliğin, kişilerarası etkililiğin altında yatan unsurlardır. Görüldüğü gibi özellikle insan ilişkilerinin önemli olduğu mesleklerde başkalarına yararlı olabilmek, işinden doyum alabilmek ve başarılı olabilmek için duygusal zeka önemli role sahiptir. Duygusal zekası yüksek olan bireyler önce kendilerini tanır, sonra başkalarını anlayabilirler. Davranışlarını kendi amaçlarına ve başkalarının yararına düzenleyebilir ve harekete geçmek için içten güdülenebilirler. Daniel Goleman ın (1998) yazdığı Duygusal Zeka adlı kitabı bu konuda daha ayrıntılı bilgiler içermektedir. 190

195 Özet Hayatımızın birçok alanında güdüler ve duygular iç içe geçmiştir ki bu nedenle kavramları ayırt etmek bazen güçleşmektedir. Güdü organizmayı uyaran ve belli bir davranışa yönlendiren bir güç, belli bir ihtiyaçtır. Pek çok araştırmacı duygularla güdüler arasındaki ilişkiye değinmişlerdir. Huit (2004), bir hedefe yönelik davranışın başlatılması ve sürdürülmesinde duyguların ve duygusal durumların etkisi olduğunu belirtmiştir. Wittig (2001), bireyin yaşadığı duygusal tepkilerin onun davranışlarını yönlendirebileceğini belirtmektedir. Davranışsal, sosyal, biyolojik, bilişsel ve duygusal alanlarda davranışlarımızı yönlendiren farklı güdüleme kaynakları vardır (Huit, 2004). Davranışa yol açan güdüler ile ilgili farklı sınıflandırmalar yapılmaktadır. Güdüler, güdüleme faktörlerinin kaynağına göre içsel ve dışsal güdüler, temellerine göre birincil ve ikincil güdüler, sürekliliklerine göre durumluk ve sürekli güdüler; kaynaklarına göre biyolojik ve sosyal güdüler, doğuştan ya da sonradan öğrenilmelerine yönelik öğrenilmiş ve öğrenilmemiş güdüler olarak sınıflandırılmaktadır. İnsanların neden çabaladığı, davranışlarını etkileyen faktörlerin neler olduğuna ilişkin sorular güdü kuramlarının açıklamaya çalıştığı sorulardır. Güdüye ilişkin dört genel yaklaşım vardır. Bunlar: (a) İç güdü kuramı, dürtü azalma kuramı ve optimum uyarılma kuramı ve beynin ödül ve zevk merkezini kapsayan biyolojik güdü kuramları b) Davranışçı güdü kuramı c) Sosyal öğrenme güdü kuramı d) Hümanistik (İnsancıl) güdü kuramı e) Yükleme kuramı ve beklenti kuramını kapsayan bilişsel güdü kuramı. Biyolojik kuramlar içgüdü, dürtü, uyarılma, beynin zevk ve haz merkezinin uyarılması gibi insanın doğuştan getirdiği ya da fizyolojik özelliklerinin davranışlarını yönlendirdiğini savunmaktadır. Davranışçı güdü kuramlarına göre çevresel pekiştireç ve cezalar davranışları yönlendirmektedir. Pekiştireçler davranışların devam etmesini sağlarken ceza ise davranışların tekrar edilmemesini sağlamaktadır. Sosyal öğrenme güdü kuramı, onaylanmış gözlemlenen davranışların ve bireyin öz yeterlik algısının davranışları güdülemekte etkilidir. Humanistik öğrenme yaklaşımı ise, bireyin karşılanamayan ihtiyaçlarının davranışlarına yön verdiğini belirtirken bilişsel güdülenme yaklaşımları ise herhangi bir kişi, nesne ya da olaya atfedilen değerin, algıların davranışlara yön verdiğini ifade etmektedir. 191 Davranışları güdüleyen diğer bir unsur ise duygulardır. Duygu, bir his ve bu hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve biyolojik haller ve bir dizi hareket eğilimi (Goleman, 1996), belirli bir uyarıcıya verilen yapılandırılmış tepkilerdir (Stanley ve Burrows, 2001). Duyguların hayatımızda pek çok işlevi vardır. Duygular dış dünya hakkında bilgiler sağlayarak bizim davranışlarımıza yön verirler. Tehlike, acı, kayıp, zorluklara karşın bir hedefe doğru ilerleme, eşine bağlanma, bir aile kurma gibi yalnızca akla bırakılamayacak durum ve görevlerde yol göstericidir. Herhangi bir tehlike anı gibi ani ve hızlı hareket etmemiz gereken zamanlarda duygular bize bilişten önce rehberlik eder ve davranışlarımızı yönlendirir. Paul Ekman, yedi temel duygudan bahsetmiştir. Bu duygular üzüntü, korku, öfke, tiksinti, horlanma, şaşırma ve mutluluktur. Daha sonra Pluchik (1980), sekiz temel duygunun olduğunu ve bu temel duyguların birleşiminden de yan duygular oluştuğunu belirtmiştir. Duygular en çok yüz ifadesi, vücut dili ve kişisel mesafelerle ifade edilmektedirler. Bazı duygular evrensel olarak benzer şekilde ifade edilirken bazı duygular ise kültürel olarak farklı ifade edilmişlerdir. Duyguların nasıl oluştuğunu hangi ögelerin duyguları başlattığını araştıran kuramcılar kendi isimleriyle anılan çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Duyguları açıklayan kuramlar James-Lange kuramı, Cannon-Bard kuramı, Schachter-Singer kuramı, facial feedback kuramı ve Lazarus kuramıdır. Duygusal zeka kavramı ile duyguların davranışlarımızdaki önemine değinilmiştir.

196 Kendimizi Sınayalım 1. Davranışlarımıza yön veren güdülerden hangisi diğerlerinden farklıdır? a. Açlık b. Susuzluk c. Cinsellik d. Bir arada bulunma e. Uyuma 2. Aşağıda verilen güdülerden hangisi dışsal kaynaklı güdüdür? a. Merak b. Bilme ihtiyacı c. Yeterli olma isteği d. Gelişme arzusu e. Onay alma isteği 3. Canlı davranışlarının doğuştan getirilen güdülere dayandığını vurgulayan güdüleme kuramı hangisidir? a. Davranışçı güdü kuramı b. İç güdü kuramı c. Biyolojik güdü kuramı d. Humanistik güdü kuramı e. Sosyal öğrenme güdü kuramı 4. Acıktığımız zaman bedenimizden gelen sinyaller sonucu açlığımızı farkederek bu ihtiyacımızı gidermek için yiyecek aradığımızı savunan güdüleme kuramı hangisidir? a. Davranışçı güdü kuramı b. İç güdü kuramı c. Dürtü azalma kuramı d. Humanistik güdü kuramı e. Optimum uyarılma kuramı 5. Humanistik güdü kuramına gore bireyin yaşamı boyunca davranışlarını güdüleyen en üst düzey ihtiyacı hangisidir? a. Fizyolojik ihtiyaç b. Ait olma ihtiyacı c. Güvenlik ihtiyacı d. Saygınlık ihtiyacı e. Kendini gerçekleştirme ihtiyacı Yaşadığı olay sonucu hissettiği duyguyu olumsuz olarak tanımlayan kişi duygunun hangi bileşenine yönelik cevap vermiştir? a. Bilişsel b. Fizyolojik c. Davranışsal d. Güdüsel e. İçsel 7. Gülümsemenin mutluluğu ifade etmesi gibi bütün kültürlerde belli duyguları veya duygusal durumları belirten yüz ifadelerine ne denir? a. Duygu ifadeleri b. Güdü ifadeleri c. Kültürel yüz ifadeleri d. Evrensel yüz ifadeleri e. İç güdüsel yüz ifadeleri 8. Duyguların vücudumuzda meydana gelen fizyolojik değişikliklerden kaynaklandığını ve her duygunun ayrı bir fizyolojik örüntüsünün olduğunu savunan duygu kuramı hangisidir? a. James-Lange kuramı b. Cannon-Bard Kuramı c. Yüz geri bildirimi kuramı d. Lazaruz kuramı e. Schachter-Singer Kuramı 9. Yüz kaslarından ve deriden gelen geri bildirimlerin beyin tarafından yorumlanarak duygulara dönüştürüldüğünü savunan kuram hangisidir? a. James-Lange kuramı b. Cannon-Bard Kuramı c. Yüz geri bildirimi kuramı d. Lazaruz kuramı e. Schachter-Singer Kuramı 10. Özellikle tehdit edici uyarıcıları tespit edip değerlendiren ve duygusal içerikli hatıraları depolayan beyin bölgesinin adı nedir? a. Amigdala b. Talamus c. Korteks d. Hipokampüs e. Prefrontal korteks

197 Yaşamın İçinden Hüseyin Özer in Başarı Hikayesi Kaynak: ber2009, ( ) Çobancılık yapmaktan restoran işletmeciliğine dek uzanan, Sofra ve Özer restoranlarının yaratıcısı ve TBCCI ın (Turkish British Champer of Commerce and Industry) Destek Üyesi Hüseyin Özer in hayat hikayesi ve başarı öyküsü anlatılmaktadır. Hüseyin Bey bize kendinizden bahseder misiniz? Ben ilkokula gitmedim, keçi çobanıydım küçükken. Babam beni reddetti okula gönderecekken tam. Annem de babamı vurmak için beni Ankara ya gönderdi. Birbirlerinden ayrılmışlardı zaten ben küçükken. Orada bir ara sokak çocukluğu yaptım. Aç kaldım, karnımı doyurmak için mecburen yemek verebilecek yerlere girdim pastane, pideci, lokanta gibi, karnımı doyurayım diye. Bir şeyler satarak karnımı doyuracak para kazanamıyordum. Kızılay da bir tuvalet vardı, yatak yerim de orası olmuştu. Bir Lokantada ilk kazandığım parayla kullanılmış ceket ve ayakkabı aldım kendime. Sonra bir işe girdim, daha düzgün bir işim oldu. Kömürlük tuttum. Bol şiir yazıyordum o zaman geceleri, lambam vardı Çünkü, lüks bir hayat başlamıştı. Kitap okuyordum. Dini kitaplar okudum hep. Sokakta dini kitaplar satılıyordu çünkü. Kitapçıdan kitap almasını beceremiyordum, yardım da etmiyorlardı İngiltere ye gelmemin sebebi okuyup herşeyi sorgulamak isteğimdir. Lisan öğrenmeye karar verdim dinleri öğreneyim diye ve dünyanın farkında olayım diye. Kömürlük kararlarından bir tanesidir bu. Nüfusum yanlış yazılmış, yaşım, çocuk yaşta askere gittim, yaptım. Geldim hemen evlendim. Tabi o arada bir İngilizce hocası tuttum kendime lisan öğreneyim diye evlenmeden önce, askere gitmeden önce, ilk kazandığım parayla. Sonra hanım beni beğenmedi, kaçtı evden. Ben de Londra ya geldim. Ancak otobüs param vardı, uçak parası yoktu. Geldim kebapçıda çalıştım. Sandalyenin üzerinde yattım birkaç hafta, alafranga tuvalette yıkandım. Maddox Street te Atilla Restoran da. Regent Street de de tur attım her pazar günü izinli günlerimde, çok seviyordum Regent Street i. Mayfair da bir kebapçı dükkanı açıldı, oraya geçtim şef olarak. 193 Şimdiki sahibi olduğum yer. Sonra kendi dükkanımı açmaya karar verdim, habire teklifler geliyordu başka yerlerden, ortaklık teklifleri. Ortaklık tekliflerinin hepsini reddettim, bir tanesini kabul ettim. O da benim eski ustamdı Türkiye den. Onun parası vardı, benim de bankaya 2,5 lira borcum vardı o anda. Onu kabul ettim. Chiswick de bir dükkan aldık beraber. Çünkü mahalle güzel bir mahalleydi. Ama burada ben 3 ay daha çalıştım orayı alırken. Burada adam yetişti, buna ben ortaklık teklif etmiştim sen çalıştıramazsın diye, kabul etmedi. Sonra ben 3 ay çalıştım, bir de adam yetiştirdim. Adam yetişince beni kovdu. Allah razı olsun. Ben de kendi dükkanıma o vesileyle gittim. 1,5 sene sonra da bu dükkanı gelip satın aldım, batmıştı. Mayfair da eski çalıştığım yerde kuyruk 1 ay sonra başladı. Aynı menüyle, daha önceki menüyü yaptım ben ama yönetim sadece benim kendime aitti, ben yönetiyordum. Sonra ekonomik kriz başladı. Yeni cafeler açtım ben, yeni yemekler icat ettim. Kebapçıydı, kebapçılıktan restorana çevirdim. Büyükelçinin gideceği bir yer yoktu, o gelsin diye. Bir de kurşun geçirmez yaptım camları, saldırılar vardı o zaman çünkü. 2 tane de diyetisyen tuttum, değiştirdim bütün yemekleri. Lezzeti ayarladım, kendi damak zevkime göre yemek yaptım, sattım. Kebapçıyken de kuyruk vardı, böylece kuyruk daha da çoğaldı. Shepherd Market in profilini düzelten bir müessese olarak tarihe geçtik. Evening Standard yazdı birkaç defa. Yemeklerin tamamı diyet yemeğidir diye sertifikası var her yemeğin damgalı, sağlıklıdır diye. Unutmadan söyleyeyim Michelin Guide ın dünyadaki en beğendiği lokantalardan biri bizim Özer Restoran dır, sağlıklı, lezzetli, uygun fiyatlıdır der. Her sene bizi seçerler. Kafeterya zinciri kurdum kriz varken. Millet restorana giremiyordu, sandviç yiyordu. Ben de sandviç yaptım. İlk defa Türk kafeteryası çıktı dünyada. Türk usulü yemek, İngiltere de, kafetaryada, restoranın dışında. Bistro da yaptım. Cafe, restoran, bistro, 3 çeşit. Şu anda sadece restoran çalıştırıyorum, tam para yapıyorlardı cafe ile bistroları sattım haraç isteyenlerle ile başım derde girdiği için. Sattık ama paraları da kaptırdık. Türk çarşısı açacaktım Mayfair de, ondan da vazgeçtim. Buckingham Palace a yiyecek

198 satacaktık. Shepherd Market teki dükkanların tamamına yakınını almıştım, sonra geri iade ettim. Böylece açılamadı. İçime büyük bir dert olmuştur. Para kazanmayacaktı ama Türkiye yi çok iyi temsil edecekti. Ben de çok büyük keyif alacaktım. Cafeleri satınca haraççıların baskısından kurtulduk, paralarımız da dükkanlarımız da gitti. Ama standardımıza geri döndük. Şimdi 5 tane restoranım var. Hepsi de Londra nın en güzel yerlerinde, güzel adreslerde. Türkiye ve Avrupa ya da başka lokantalar açmıştım, hepsinden vazgeçtim, kontrolü zor. Dubai de dahil. Kalite kontrol zor oluyor benim mesleğimde. Londra da değil sadece, bütün dünyadaki lokantalar kebapçı değilse Sofra menusunu kopya ediyorlardır. Lokantacılar fahri danışmanlık yapmamı isterlerse, ben varım. Bunlardan hangilerini başarı öyküsü olarak görüyorsunuz? Türk yemeğini kebapçılıktan restorana çevirdim. Kendi adıma değil, Türkiye Cumhuriyeti adına. Tüm Türkiye adına. Yoksa herkes bizi kebapçı biliyor. O görevi de Allah bana vermiş, ne mutlu. Parayla satın alınamayacak en büyük ödül. Restorancılık ve yemek kültürü konusundaki katkılarınızı geniş bir şekilde anlatır mısınız? Anlatmam, yaparım. Yapıyorumzaten şu anda onu. Türk kültürünü, Türk ün cömertliğini dürüstlüğünü, yiğitliğini, misafirperverliğini gösteriyorum zaten dünyaya şu anda. Allah beni böyle güzel onurlandırdı. Ekmek bulamazken lokanta sahibiyim şimdi. Restorancılık ve yemek kültürü dışında yaşam tarzı ile ilgili düşünceleriniz nedir? Kendi yaşam tarzımı söyleyeyim. Çok basit. Yollarda yürürüm yol var diye. Sinemayı, tiyatroyu, sanatı severim. Arkadaşlarım da benim gibidir. İşadamından çok sanatçı arkadaşım vardır. Klübe gitmem. Gece istirahat ederim. Sporumu yaparım. Bütün Türklere de tavsiyem budur. Benim usulde lokanta açsınlar hep, kebapçılık yapacaklarına. 24 saat dükkan açacaklarına, ben de öğreteyim onlara. Benim kopyam bütün dünyaya yayılsın istiyorum, kalıcı bir şey bırakayım dünyaya ölmeden. Yayılıyor zaten de, daha çok olsun. Millet sağlıklı yemek yiyor bu vesileyle, bunu yapanlar da para kazanıyor ve sağlıklı yaşam tarzları oluyor. Gece evine gidiyor benim gibi. 194 Okuma Parçası Utangaçlık hayat boyu değişmeyen bir karakter özelliği mi? Kaynak: m/psikoloji/insan.htm, ( ) Yapılan bilimsel çalışmalar öyle gösteriyor ki herhangi bir kişinin yeniliklerden kaçınması ya da onlarla başa çıkabilmeyi başarması çocukluğundaki beyin fizyolojisi ve kimyasıyla yakın ilişki içinde bulunuyor. Tanımadıkları fotoğraflar gösterildiğinde çocukluğunda utangaç olan yetişkinlerin amigdala adı verilen beyin bölgelerindeki etkinleşme diğer bireylere göre daha yüksek oluyor. Küçüklüğünde daha sosyal olan yetişkinlerinse bu beyin bölgelerindeki etkinlik daha düşük oluyor. Bilim insanları uzun yılladır kişilerin mizaçlarındaki bu farklılıkların nedenlerine dair açıklamalar bulmaya çalışıyor. Huy ya da mizacın en önemli öğelerinden biri sayılan yeniliklere karşı nasıl tepkilerin verildiğiyse bahsettiğimiz çalışmanın odak noktası olmuş. Çekingen çocuklar yeni kişiler ya da durumlar karşısında ürkek davranıyorken, sosyal çocuklar onlara yaklaşmaktan çekinmiyor. Harvard Tıp Okulu'ndan Carl Schwartz huy olarak çocukluk dönemiyle yetişkinlik dönemi arasında bir bağlantı olduğunun altını çiziyor. Bireyler arası huy farklılıklarının altında yatan nedenlerden biri olaraksa amigdala faaliyetlerindeki farklılıkları öne sürüyor. Harvard Üniversitesi'nde Jerome Kagan tarafından yapılan çalışmada 2 yaşlarında bir grup çocuk çekingen ve sosyal olmak 2 alt gruba ayrılıyor. Araştırmacılar 11 yıl sonra aynı çocukların 13 yaşlarındaki davranışlarını gözlemliyorlar. 9 yıllık bir aradan sonraysa 21 yaşlarındaki beyin MR'ları çıkarılıyor. Araştırmacılar çocukların küçüklüklerindeki huylarının 21 yaşında da halen gözlemlendiğini ve bu bulguların beyin görüntüleme teknikleriyle de desteklendiğini öne sürüyorlar. Ancak halen alanda daha fazla çalışmaya ihtiyaç bulunduğunu da belirtiyorlar. Küçüklüğünde çekingen olan çocukların sosyal kaygı bozukluğu geliştirebileceğine yönelik bir takım araştırmalar bulunuyor. Schwartz, çocuklukta deneyimlenen bu hastalığın yetişkinliğe dair bir depresyon işareti olabileceğine işaret ediyor. Sosyal kaygı

199 bozukluğu yetişkinlerde SSRI adı verilen bir takım ilaçlar ve davranışçı terapiyle tedavi edilebiliyorken, çocuklardaki tedavi için hangi yöntemin izlenmesi gerektiği ne yazık ki çok da net değil. Sonuç olarak yapılan bu çalışmayla araştırmacılar amigdala etkinliğinde saptanacak farklılıkların erken dönemde fark edilip geleceğe yönelik önlemler alınabileceğini öne sürüyorlar. Son olarak belirttikleriyse her çekingenliğin sosyal kaygı bozukluğu ya da depresyona yol açmayacağı. Çünkü mizaçlarımız patolojik kategoriler değil. Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız yanlış ise Biyolojik ve sosyal güdüler başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 2. e Yanıtınız yanlış ise İçsel ve dışsal güdüler başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 3. b Yanıtınız yanlış ise İç güdü kuramı başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 4. c Yanıtınız yanlış ise Dürtü azalma kuramı başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 5. e Yanıtınız yanlış ise Humanistik (insancıl) güdü kuramı başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise Duygunun bileşenleri başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 7. d Yanıtınız yanlış ise Duygularla iletişim başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise James-Lange kuramı başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise Yüz geri bildirimi kuramı başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 10. a Yanıtınız yanlış ise Duygusal Nörobilim Yaklaşımı başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Futbolcunun maça çok odaklandığı için kötü oynadığını söylemesi güdülenme ile performans arasındaki ilişki ile açıklanabilir. Güdülenme düzeyi çok yüksek olduğunda performansta düşme yaşanacağı bilinmektedir. Yüksek düzeyde performans yaşanabilmesi için optimum düzeyde güdülenme önerilmektedir. Sıra Sizde 2 Zor görevlerde başarılı olabilmek o görev üzerinde sürekli ve kendi isteğimizle çalışmakla mümkündür. Bu nedenle görevi yaparken doyum almamızı sağlayan içsel güdülere ve uzun süreli çalışmamızı sağlayan sürekli güdülere ihtiyaç duyarız. Sıra Sizde 3 Öğrencilerin iyi notlar almak için çok çalışmasını en iyi davranışçı öğrenme kuramı açıklar. Çünkü bu kurama göre öğrenciler yüksek not almak gibi dışsal bir ödüle ulaşmak için güdülenmektedir. Sıra Sizde 4 Temel duyguların farklı kültürlerde benzer yüz ifadeleri ile ifade edilmesi duygu ifadelerinin doğuştan getirildiği anlamına gelmektedir. Sıra Sizde 5 Schachter-Singer kuramına göre uyarıcılar önce vücudumuzda fizyolojik değişiklik yaşatır. Gece pencereden gördüğümüz beklenmedik nesne önce göz bebeklerimizin büyümesine, kalp hızımızın artmasına ve titrememizi sağlar. Sonra vücudumuzda oluşan bu fizyolojik değişimi yorumladığımızda hangi duyguyu yaşadığımızı anlarız ve korku olarak adlandırırız. Sıra Sizde 6 Amigdala beynin duygulardan sorumlu merkezidir. Görevleri, yaşanan duyguları etiketlemek ve ani ve tehlikeli durumlarda bilişsel farkındalık gelişmeden tepki vermektir. Amigdalası alınmış kişilerin duygusal körlük yaşadıkları ve tehlike karşısında ani harekete geçemedikleri görülmüştür. 195

200 Yararlanılan Kaynaklar Açıkgöz, K.Ü. (2003). Etkili Öğrenme ve Öğretme. İzmir: Eğitim Dünyası Yayınları. Brophy, J.E. (2004). Motivating Students To Learn. Routledge: Taylor Francis Group. Coon, D. ve Mitterer, J.O. (2010). Motivation and Emotions. Introduction to Psychology, USA: Wadsworth. Davidson, R. J. (2000). Affective Style, Psychopathology and Resilience: Brain Mechanisms and Plasticity. American Psychologist, 55, Ekman, P. (1992). An Arguement for Basic Emotions. Cognition and Emotion, 6, Ekman, P. ve diğerleri (1987). Universals and Cultural Differences in the Judgments of Facial Expressions of Emotion. Journal of Personality and Social psychology, 53, Erden, M. ve Akman, Y. (2011). Eğitim Psikolojisi.Gelişim-Öğrenme-Öğretme, Ankara: Arkadaş Yayınları. Ellsworth, P. C., & Scherer, K. R. (2003). Appraisal Processes in Emotion. Davidson, H. Goldsmith, & K. R. Scherer (Eds.), Handbook of Affective Sciences. New York and Oxford: Oxford University Press. Feldman, R.S. (2002). Motivation and Emotions. Essentials of Understanding Psychology. USA: McGraw-Hill Companies, Inc. Goleman, D. (1998). Duygusal Zeka. Çeviren: Banu Seçkin Yüksel. İstanbul:Varlık Yayınları. Hollyforde, S. ve Whiddett, S. (2002). Attribution Theory. The Motivation Handbook: London. Huit, (2004). Educational Psychology Interactive: Motivation. ( ) Lang, P. J. (1995). The Emotion Probe: Studies of Motivation and Attention. American Psychologist, 50, Ormrod, J. E. (1999). Human Learning (3rd edition), Sydney: Merrill, Prentice Hall Australia Pty Ltd. Kalat, J.W. (2008). Motivated Behaviors. Introduction to Psychology, USA: Thomson Higher Education. 196 Morris, C.G. (2002). Motivations and Emotions. Understanding Psychology. New Jersey: Prentice Hall. Myers, D.G. (2011). Motivation. Emotions, Stress and Health. Exploring Psychology, USA: Worth Publishers. Pastorino, E. ve Doyle-Portillo, S. (2010). Motivation and Emotions. What Guides Our Behaviours. What is Psychology Essentials? USA: Wadsworth. Plotnik, R. (2009). Motivasyon ve Duygular. Psikolojiye Giriş. Çeviren Tamer Geniş, İstanbul: Kaknüs Yayınları. Plutchik, R. (1980). Emotion: A Psychoevolutionary Synthesis. New York: Harper & Row. Reeve, J.M. (2009). Introduction. Understanding Motivation and Emotion, USA: John Willey & Sons. Sabini J. ve Silver, M. (2005). Ekman s Basic Emotions. Why Not Love and Jealous? Cognition and Emotions, 19(5), Salovey P., Mayer, J.D. (1990) Emotional Intelligence. Imagination, Cognition and Personality, 9: Schiller D, Monfils MH, Raio CM, Johnson DC, Ledoux JE, Phelps EA. (2010). Preventing the Return of Fear in Humans Using Reconsolidation Update Mechanisms, Nature, 463, 7277: Selçuk, Z. (2000). Gelişim ve Öğrenme. Ankara: Nobel Yayınları. Tuğrul, C. (1999). Duygusal Zeka. Klinik Psikiyatri, 1, Wittig, A.F. (2001). Motivation and Emotions. Introduction to Psychology. USA: McGraw Hill. Woolfolk, A. (2007). Motivation in Learning and Teaching. Educational Psychology. (10th ed.) Boston: Pearson. Weiner, B. (1992). Attributional Theory of Motivational. Human Motivation: Metaphors, Theories and Research, USA: Sage Publications.

201

202 8 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Öğrenmeyi tanımlayabilecek, Klasik koşullama kuramını ve koşullama ilkelerini açıklayabilecek, Edimsel koşullama kuramını ve ilkelerini açıklayabilecek, Gözleyerek öğrenme kuramını ve ilkelerini açıklayabilecek, Bilişsel öğrenme kuramını ve ilkelerini açıklayabilecek, Bilgi işleme kuramı ile öğrenme ilkelerini açıklayabilecek bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz. Anahtar Kavramlar Öğrenme Klasik koşullama Koşulsuz uyarıcı Koşullu uyarıcı Edimsel koşullama Pekiştirme Gözlem yoluyla öğrenme Dolaylı ceza Bilişsel öğrenme yaklaşımı Bilgi işleme kuramı İçindekiler Giriş Davranışçı Öğrenme Yaklaşımları Klasik Koşullama ile Öğrenme Yaklaşımı Edimsel Koşullama ile Öğrenme Yaklaşımı Sosyal-Bilişsel Öğrenme Yaklaşımı Bilişsel Öğrenme Yaklaşımı Bilgi İşleme Kuramı Hafızanın Biyolojisi 198

203 Öğrenme GİRİŞ Öğrenme, insanoğlu doğduğu andan itibaren başlayıp ölümüyle sonuçlanan bir süreçtir. Öğrenme sadece yeni bir beceri kazanmayı ya da akademik konuda uzmanlaşmayı değil sosyal, duygusal ve kişlik gelişiminde de öğrenmelerden söz edebiliriz. Bebekler kendini besleyen ve şefkat gösteren kişiyi diğerlerinden ayırtetmeyi, çocuklar cinsiyetlerinin farklı olduğunu, ergenler soyut düşünmeyi, yetişkinler mesleki becerileri öğrenme sayesinde kazanırlar. Öğrenme, psikolojinin temel konularından biridir. Psikolojinin her bir alanında farklı bir öğrenme konusu ele alınır. Gelişimsel psikolojide Bebek annesini diğer bireylerden nasıl ayırt eder?, sosyal psikolojide İnsanları sevmeyi, aşık olmayı nasıl öğrenir?, klinik psikolojide İnsanlar örümcekten korkmayı ve korkmamayı nasıl öğrenir? soruları farklı psikoloji alanlarının konularını oluşturmaktadır. Öyleyse öğrenme nedir? Öğrenme, büyüme ve vücutta değişik etkilerle oluşan geçici değişmelere atfedilmeyecek yaşantı ürünü olarak meydana gelen davranışta ya da potansiyel davranışta nispeten kalıcı izli değişme olarak tanımlanabilir (Senemoğlu, 2005). Bu tanımda yer alan kavramlara açıklık getirecek olursak, öğrenmenin olabilmesi için bireyin davranışındaki değişimin sürekli olması gerekir. Bireyin öğrendiği davranışın herhangi bir ilaç, hastalık, yorgunluk gibi geçici durumların etkisiyle oluşmadığını sadece öğrenmenin etkisiyle oluştuğunu anlayabilmek için yeni öğrenmeler oluncaya kadar davranışlarında görülmesi gerekir. Öğrenme sadece görülebilen davranışlarda değil aynı zamanda potansiyel davranışlarda da olabilir. Öğrendiğimiz yeni beceriler araba kullanma, tenis oynama, kek yapma gibi davranışlarımıza yansıyabileceği gibi pek çok konuda öğrendiklerimizi hemen davranışlarımıza yansıtmayabiliriz. Örneğin yardıma ihtiyacı olan insanlarla nasıl iletişim kuracağımızı öğrenmiş olabiliriz ama mesleğe başlamadan ya da bu tür insanlarla karşılaşmadan bu bilgimizi davranışa dönüştüremeyebiliriz. Tüm davranışlar öğrenilmiş değildir. Bazıları otomatik olarak kalıtımla getirilen zamanla azalan ve kaybolan refkeksif ve içgüdüsel davranışlardır. Bebeğin her nesneyi ağzına götürmesi ve emmesi, dizin belli bir bölgesine vurulduğunda ileriye doğru fırlatılması, kuşların yuva yapmaları, belli mevsimlerde göç etmeleri gibi davranışlar öğrenme sonucu oluşmamıştır. Öğrenme, bireyin kendi yaşantısında çevresiyle belli düzeydeki etkileşimi yoluyla meydana gelmektedir. Psikoloji, bilim olduğundan beri öğrenmenin nasıl meydana geldiği psikologların ilgi konusu olmuştur lerin başından günümüze kadar öğrenmenin nasıl oluştuğu ile ilgili çeşitli kuramlar geliştirilmiştir. Genel olarak kaynaklara bakıldığında davranışçı ve bilişsel olmak üzere iki temel öğrenme kuramından bahsedildiğini görmekteyiz. Davranışçı yaklaşımın içinde ele alınan klasik koşullama ve edimsel koşullama kuramlarında öğrenmede, çevrenin etkisi ön planda tutulurken, yarı davranışsal yarı bilişsel öğrenme ilkelerinin benimsendiği sosyal-bilişsel öğrenme yaklaşımında başkalarının yaşantılarının gözlemlenmesi temel alınır. Bilişsel öğrenme kuramlarında ise öğrenmede daha çok zihinsel süreçlerin ele alındığı alındığı görülmektedir. 199

204 DAVRANIŞÇI ÖĞRENME YAKLAŞIMLARI Davranışçılara göre psikolojinin konusu sadece objektif yöntemlerle ölçülebilen ve değerlendirilebilen davranışlardır. Bu yaklaşımın dayandığı anlayış, objektif olmayan, kanıtlanamayan, somut olarak ölçülüp değerlendirilemeyen hiçbir yaklaşımın değeri yoktur ilkesi üzerine temellenmiştir (Ersanlı, 2002). Davranışçı yaklaşıma göre öğrenmede, çevresel süreçler önemlidir. Zihni boş bir levha olarak dünyaya geldiğine inanılan birey için doğduğu andan itibaren öğrenme süreci başlar. Davranışçı yaklaşıma göre öğrenme, insan ya da hayvanların çeşitli uyarıcılar ve tepkiler arasınd basit bağlar kurdukları zaman gerçekleşir. Çevredeki uyarıcılara çeşitli tepkiler vererek öğrenmenin olduğunu savunan Watson, Skinner, Pavlov, Thorndike gibi bilim adamları davranışçı öğrenme kuramcılarıları olarak bilinir. Zihinsel süreçlere hiç değinmeyen sadece gözlenebilir ve ölçülebilir olanı temel alan davranışçı yaklaşımda farklı öğrenme süreçleri sözkonusudur. KLASİK KOŞULLAMA İLE ÖĞRENME YAKLAŞIMI Resim 8.1: Ivan Pavlov ( ) Kaynak: =isch&hl=tr&source ( ) Klasik koşullama araştırmaları, yirminci yüzyılın ilk yarılarında başladı. Klasik koşullama yaklaşımında, bir uyarıcıyı otomatik olarak izleyen istemsiz reflex davranışlar öğrenme öncesinde nötr olarak isimlendirilen diğer uyarıcılar tarafından uyandırılırlar. Klasik koşullama yaklaşımında öğrenme, bir uyarıcı tarafından doğal olarak uyandırılan bir tepkinin, farklı ve nötr olan bir diğer uyarıcı tarafından da uyandırılabilir hale gelmesidir (Morris, 2002). Klasik koşullama kuramının öncüsü, sindirim konusunda yaptığı deneysel araştırmalar nedeniyle Nobel ödülü kazanan Rus psikoloğu Ivan Pavlov dur. Pavlov, sindirimi incelerken bir köpeğin yiyeceği gördüğü anda salya salgılamaya başladığını fark etmesi üzerine dikkatini öğrenme konusuna yöneltmiştir. Pavlov un yaptığı deneyde, araştırmacı köpeğin salgı bezlerine salya miktarını ölçmek için kapsül yerleştirir. Toz halindeki yiyecek tasın içine otomatik olarak bırakılır. Araştırmacı önce ışık yakar, sonra toz halindeki yiyecek tasa bırakılır ve ışık söndürülür. Köpek aç olduğundan fazla sayıda salya salgıladığı görülür. Bu deneyde yiyecek tozu doğal yani koşulsuz uyarıcı, bunun sonucu oluşan salgı da doğal yani koşulsuz tepki diye adlandırılır. Bu bağlantı beklenen uyarıcı-tepki bağlantısı olduğundan öğrenme ile ilgisi yoktur. Işık ve yiyecek tozu bir çok kez birlikte verilerek köpeğin salgı salgılaması sağlanır. Bu işlem bir çok kez tekrarlandıktan sonra ışık yakılıp yiyecek tozu verilmediği halde köpeğin salgı salgılaması sağlandığında köpek ışık ve yiyecek arasındaki bağlantıyı öğrenmiş demektir. Bu durumda ışık, koşullu uyarıcı, ışık sonrası salgı ise koşullu tepki olarak adlandırılır (Atkinson ve diğerleri, 1996). Klasik Koşullama ile Öğrenmede Temel Kavramlar Genel olarak ele alındığında klasik koşullamada öğrenme, bir uyarıcı tarafından uyandırılan bir tepkinin, daha önce nötr olan farklı bir uyarıcıyla eşleştirilmesini içermektedir. Bu tür öğrenme yaklaşımında beş temel bileşenden söz edilmektedir. Bunlar; koşulsuz (doğal) uyarıcı, koşulsuz (doğal) tepki, nötr uyarıcı, koşullu uyarıcı ve koşullu tepkidir (Morris, 2002; Myers, 2011). Koşulsuz Uyarıcı: Varlığı, bir organizmanın değişmez olarak belirli bir şekilde tepki vermesine neden olan uyarıcıdır. Yani, hiçbir koşula bağlı olmadan tek başına verildiğinde organizmada bilinen bir tepkiye yol açan uyarıcıdır. Bu uyarıcıya doğal uyarıcı da denir. Pavlovun deneyinde salyaya yol açan et, kaygıya yol açan başarısızlık, korkuya yol açan yüksek ses gibi uyarıcılar koşulsuz uyarıcıdır. 200

205 Koşulsuz Tepki: Bir koşulsuz uyarıcının her ortaya çıkışında organizmanın verdiği tepkidir. Pavlov un deneyinde etten sonra oluşan salya, başarısızlık sonucu oluşan kaygı, yüksek ses sonrası korku birer koşullu tepkidir. Nötr Uyarıcı: Canlıda bilinen herhangi bir tepkiye yol açmayan uyarıcıdır. Pavlov un deneyinde başlangıcta köpekte hiçbir tepkiye yol açmayan ışık, okula gitmeyen çocuk için hiçbir tepki oluşturmayan matematik dersi, hiçbir tepkiye yol açmayan oyuncak tavşan birer nötr uyarıcıdır. Koşullu Uyarıcı: Başlangıçta nötr olduğu halde, bir koşulsuz uyarıcıyla eşleştirilen ve bunun sonucunda tek başına sunulduğu zaman organizmada istenilen tepkiyi ortaya çıkartma gücünü kazanan uyarıcıdır. Pavlovun deneyinde köpeğe salya salgılatan ışık, çocuğa kaygı yaşatan matematik dersi koşullu uyarıcıya örnektir. Koşullu Tepki: Koşullama gerçekleştikten sonra organizmanın sadece koşullu uyarıcıya gösterdiği tepkidir. Pavlov un deneyinde ışığı gören hayvanın salya salgılaması, matematiğe karşı kaygı yaşanmasıdır. Klasik koşullama yoluyla öğrenme belli adımlarla gerçekleşir (Tuckman ve Monetti, 2010): 1. Adım: Koşulsuz Uyarıcı (et) - Koşulsuz tepki (salya) 2. Adım: Nötr uyarıcı (ışık) - Tepki yok 3. Adım: Nötr uyarıcı (ışık) + Koşulsuz uyarıcı (et) Koşulsuz tepki (salya) 4. Adım: Koşullu uyarıcı (ışık) - Koşullu tepki (salya) Klasik koşullama yoluyla öğrenme sadece hayvanlarda değil insanlarda da gözlenebilir. Örneğin okula gitmeyen bir çocuğun herhangi derse karşı da bir tepkisi yoktur. Okula gitmeye başladığı andan itibaren matematik dersinde başarısızlık yaşadığı için matematiğe karşı kaygı, korku geliştirebilir. Hatta ilerleyen zamanlarda matematiğe benzeyen istatistik, geometri gibi derslere karşı herhangi bir başarısızlık yaşamadığı halde kaygı korku duyabilir. Burada bşarısızlık hiçbir koşula bağlı olmadan tek başına kaygı, korku tepkisi oluşturduğundan koşulsuz uyarıcı, kaygı korku ise koşulsuz tepkidir. Matematik dersi, çocuk için başlangıçta hiçbir tepkiye yol açmayan nötr bir uyarıcı iken başarısızlığın yol açtığı kaygı korku tepkisiyle birlikte eşleştiği için koşullu uyarıcı haline gelir. Sonradan başarısızlık yaşanmasa bile matematiğe karşı oluşan kaygı ve korku tepkisi koşullu tepki olur. Okula gitmeye başlayan çocuk için ders sonlarında çalan zil hiçbir tepkiye yol açmayan nötr bir uyarıcı iken, okul çıkışında çalan zilden sonra tehditle karşılaştıktan sonra çalan zil artık korku kaygı uyandıran koşullu uyarıcı haline gelmiştir. Gençken, tatilde dinlediğimiz müzik parçasının, zaman geçtikten sonra da dinlediğimizde olumlu duygular hissettirmesi klasik koşullama ile öğrenme örnekleridir. Özet olarak klasik koşullama ile öğrenme oluşabilmesi, varolan uyarıcı tepki bağıyla eşleşen nötr uyarıcının sonradan tepkiye yol açmasının sağlanması ile mümkündür. Öyleyse koşulsuz uyarıcı-koşulsuz tepki öğrenilmemiştir ama koşullu uyarıcı-koşullu tepki öğrenilmiştir. Klasik Koşullama İle Öğrenme İlkeleri Klasik koşullama ilk ve en basit öğrenme süreçlerinden olsa da öğrenme oluşabilmesi için belli ilkelere uymak sözkonusudur. Bu bölümde klasik koşullama ile en iyi öğrenme oluşabilmesi için gerekli ilkeler hakkında bilgi verilecektir ( Myers, 2011; Morris, 2002 ) Bitişiklik-Yakınlık: Nötr uyarıcı ile koşulsuz uyarıcının birbirine çok yakın aralıklarla sunulmasıdır. Klasik koşullama ile öğrenmenin en uygun düzeyde gerçekleşebilmesi için bu iki uyarıcı arasındaki aralığın bir ya da yarım saniye olması gerekmektedir. İki uyarıcı arasındaki süre daha uzun olduğunda öğrenme istenildiği gibi gerçekleşmemektedir. Pavlov un deneyinde koşullu uyarıcı olan ışık ile koşulsuz uyarıcı olan et arasındaki zamanın kısa olması bu ilkeye örnektir. Habercilik: Klasik koşullama ile öğrenmenin gerçekleşebilmesi için koşullu uyarıcının esas tepkiye yol açan koşulsuz uyarıcıdan önce verilmesidir. Pavlov un deneyinde ışığın etten önce verilmesi sonucu hayvanın etin haber vericisi koşuluyla ışığı görünce de salya tepkisi göstermesi bu ilkeye örnektir. 201

206 Pekiştirme: Tüm davranışçı yaklaşımlarda olduğu gibi klasik koşullama yoluyla öğrenmede de davranışın öğrenilmei için pekiştirme önemlidir. Klasik koşullama yoluyla öğrenmede pekiştirme, koşulsuz tepkiye yol açan koşulsuz uyarıcının meydana getirdiği etkidir. Klasik koşullamada pekiştireç davranıştan önce verilir. Genelleme: Öğrenme sonucu belirli bir uyarana verilen tepkinin, koşullama olmadan bu uyarana benzer uyaranlara da verilmesidir. Pavlow un deneyinde genelleme, ışığa karşı salya tepkisi veren hayvanın ışığa benzer diğer uyarıcılara da salya tepkisi vermesidir. Çocuğun babasına benzeyen diğer erkeklere de olumlu tepkiler vermesi, yetişkinlerin tacizine uğrayan çocukların, diğer yetişkinlere de benzer korku ve kaygı duygularını hissetmesi genellemeye örnektir. Ayırtetme: Koşullu uyarıcıyı, koşullanmamış benzer diğer uyarıcılardan ayırt etmeyi öğrenmektir. Matematik dersinde başarısızlık yaşayan çocuğun yaşadığı kaygıyı matematiğe benzer istatistik dersine de genellemesi, sonra istatistik dersinden başarısız olmadığını görünce istatistik ile matematik derslerini ayırtederek başarısızlık yaşadığı derste kaygılanması bu ilkeye örnektir. Sönme: Bir davranış bir kez koşullandıktan sonra koşullu uyaranın uzun süre tek başına verilmesi, pekiştirecin verilmemesi durumunda canlının koşullu uyarana artık tepki vermemesidir. Pavlov un deneyinde uzun süre et olmadan ışığın verilmesi durumunda hayvanın ışığa salya salgılamamasıdır. Yaz tatilinde matematik dersinde başarısızlık yaşanmadığı için matematik kaygısının unutulması, olumlu yaşantıları hatırlatan bir müziğin, uzun süre dinlenilmediği için artık olumlu hisler uyandırmaması bu ilkeye örnektir. Kendiliğinden geri gelme: Sönme meydana geldikten sonra belirli bir ara verildiğinde pekiştirme olmadan canlının koşullu uyarana tekrar tepki vermesidir. Kısacası söndürülen davranışın, herhangi bir eğitim olmaksızın sadece zamanın geçmesiyle yeniden ortaya çıkmasıdır. Pavlov un deneyinde hayvanın ışığa salye tepkisi vermemesinden bir süre sonra tekrar ışık gördüğünde salya salgılamasıdır. Kendiliğinden geri gelen tepkiler sönme öncesindeki tepkilerin yarısı kadar güçlüdür fakat sönme sırasında ilk öğrenmelerin tamamen unutulmadığının göstergesidir. Fobiler Nasıl Öğrenilir ve Tedavi Edilir? Bazı fobiler klasik koşullama ile öğrenilebilir. Hayvan, su, yükseklik, kapalı alan, asansör fobileri bu tür öğrenme ile gerçekleşebilir (Coon ve Mitterer, 2010). Fobilerin klasik koşullama yoluyla nasıl geliştirilebildiğinin en iyi örneği, Watson ve Rayner in Küçük Albert olarak adlandırılan 11 aylık çocukla yaptıkları deneydir. Bu ünlü çalışmada hiçbir korkusu olmayan Albert e beyaz fareden korkması öğretilmiştir. Deneye önce Albert e beyaz fare gösterilerek başlanmıştır. Başlangıçta çocuk fareye karşı herhangi bir korku tepkisi göstermemiş ve ona doğru emekleyerek gelmiş ve oynamaya çalışmıştır. Ancak çocuk hayvana her yaklaştığında deney yapanlar kuvvetli bir ses çıkarmışlardır. Şiddetli fareyi her gördüğünde yüksek ses duyan çocuk gürültüyle fareyi ilişkilendirmiştir. Albert, bundan sonra fareyi her gördüğünde korkudan ağlamaya başlamıştır. Bu deneyde olduğu gibi pek çok fobi klasik koşullama ile öğrenilebilir. Fobilerin tedavisi de klasik koşullama ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Albert in deneyinden birkaç yıl sonra Mary Cover Jones isimli psikolog, fareden korkan Peter adındaki çocuğu klasik koşullama ile iyileştirmeye çalışmıştır. Jones, korku objesi olan fare ile çocuğun hoşlandığı şekeri eşleştirmiştir. Peter tek başına odada oturmaktayken, kafese konulmuş fare odaya getirilmiş ve kafes çocuktan uzak bir köşeye yerleştirilmiştir. Deneyin daha sonraki günlerinde kafes kademeli olarak daha yakına getirilerek çocuğa şeker verilmiştir. Peter fareyi gördüğünde hiçbir korku belirtisi göstermeyinceye kadar bu işleme devam edilmiştir. Jones, şeker ve fareyi eşleştirerek, Peter e fareyi gördüğünde korku değil olumlu tepki vermesini öğretmiştir. Klasik koşullamada bu yönteme sistematik duyarsızlaştırma adı verilmektedir (Morris, 2002). Kısacası sistematik duyarsızlaştırma, olumsuz tepki uyandıran uyarıcının yavaş yavaş kişiye yaklaştırılarak ve olumlu tepki yaratan uyarıcı ile eşleştirilerek belli süre sonunda olumsuz tepki uyandıran uyarıcının olumlu tepkiye dönüştürülmesi sağlanmaktadır. 202

207 açıklayınız. Asansör fobisinin nasıl geliştiğini klasik koşullama yaklaşımına göre Klasik Koşullamanın Öğrenmeye Katkısı Klasik koşullama ile öğrenme çevresel uyarıcılarla açıklandığı ve bilişsel süreçlere odaklanmadığı için sınırlıdır. Bu öğrenme yaklaşımıyla var olan refleksif davranışlar farklı uyarıcılarla ilişkilendirilir (Coon ve Mitterer, 2010). Örneğin ağza alınan her yiyecek gibi limon da tepki olarak tükrük salgısının salgılanmasına neden olur. Limonun kendisi yerine görüntüsü, hayali de tükrük salgısına neden olursa bu durum klasik koşullama ile öğrenme kapsamında açıklanabilir. Klasik koşullama ile refleksif davranışlarla ilişkilendirilen duygusal öğrenmeler açıklanabilmektedir. Klasik koşullama yaklaşımı ile duyguların farklı uyarıcılarla bağlantısı sağlanarak öğrenme gerçekleşebilir. Örneğin, ilk kez girdiğiniz sınavda yoğun kaygı yaşamışsak bundan sonra sınavlar bize kaygı yaşatabilir. İlk kez gittiğimiz dişçide dişimiz çekilirken yoğun acı duymuşsak, bundan sonra dişçiye gideceğimiz zaman doktor daha işleme başlamadan önce kalbimiz yerinden çıkacakmış gibi oluruz. EDİMSEL KOŞULLAMA İLE ÖĞRENME YAKLAŞIMI Resim 8.2. B. Frederic Skinner ( ) Klasik koşullamada, genellikle bir tepkiyi normalde onu ortaya çıkarmayan bir uyarıcıya aktarmayı öğreniriz. Kısacası klasik koşullamada davranışlar dışarıdaki olaylar tarafından tetiklenmektedir. Ancak gözlenebilen davranışların bir çoğunun uyandırılan davranışlar olmaktan çok ortaya konulan davranışlar yani istemli davranışlar oldukları görülmektedir. Edimsel koşullamanın öncülerinden biri olan Amerikalı psikolog ve eğitimci Edward Lee Thorndike kuramı geliştirmek için kedilerin nasıl öğrendiğini incelemiştir. Thorndike aç bir kediyi bulmaca kutusunun içine, yiyeceği de kutunun dışına kedinin görüp koklayabileceği bir mesafeye koymuştur. Kedi yiyeceğe ulaşmak için kafesin kapağının nasıl açılacağını keşfetmek zorundadır. Deneyin her aşamasında araştırmacı, kedinin yiyeceğe ulaşmak için kafesin kapağını daha az sürede açabileceğini görmüştür (Morris, 2002). Thorndike dan etkilenen B.F. Skinner, daha sonraki Kaynak: yıllarda etki kanundan yararlanarak edimsel koşullama ( ) kuramını oluş-turmuştur. Kuramın öncülerinden Skinner, kuram hakkında daha fazla bilgi edinmek için skinner kutusunu geliştirmiştir. Fareler için yapılmış olan skinner kutusunun dış duvarları saydam ve plastik, içinde küçük bir pedal ve yiyecek kabı bulunmaktadır. Deney, aç ve hareketli bir farenin pedala basması ve böylece de pedala basma davranışını pekiştiren yiyecek parçalarının yiyecek kabına düşmesini sağlayan düznekten oluşmaktadır. Thorndike gibi Skinner de davranışı başlatan uyarıcı değil de davranış ve sonuç ilişkisi üzerinde durmuştur. Örneğin bireyin ya da hayvanın davranışı hoş bir durumla sonuçlanıyorsa davranışın yapılma olasılığı artacaktır. Eğer davranış hoş olmayan bir durumla sonuçlanıyorsa davranışın yapılma sıklığı azalacaktır (Myers, 2011). Kısacası hoş ve hoş olmayan sonuçlar davranışların sıklığını etkileyici bir etkiye sahiptir. Edimsel koşullamada, belirli uyarıcıların var olduğu bir ortamda davranışlar ödül kazanmak ya da cezadan kaçınmak için öğrenilmektedir. Edimsel Koşullamanın Bileşenleri Edimsel koşullama ile öğrenme olabilmesi bazı durumlara bağlıdır. Öncelikle edimsel koşullama ile öğrenmenin ortaya çıkmasında ilk bileşen edimsel davranıştır. Edimsel davranış, organizma tarafından belli bir hedefe ulaşmak için gerçekleştirilir. Thorndike nin deneyinde kedilerin kafesten çıkmak ya da yiyeceğe ulaşmak için kafesi açmayı öğrenmeleri edimsel koşullama ile öğrenmedir. Öğrenilen 203

208 davranışlar bazen ödül, bazen ise cezadan kaçınmak için yapılır. Skinner in deneyinde, farelerin pedala basma davranışını bir parça yiyecek almak için öğrenmeleri edimsel koşullama ile öğrenme örnekleridir. Edimsel koşullama ile öğrenmede ikinci bileşen ise davranışı izleyen sonuçtur. Thorndike nin deneyinde olduğu gibi kedilerin kafesi açmayı başardıktan sonraki yiyeceğe ya da özgürlüklerine kavuşmalarıdır. Thorndike nin etki yasası, çağdaş psikologların pekiştirme ilkesi ile açıkladıkları, davranışların sonuçları tarafından kontrol edildiği ilkesidir (Morris, 2002). Özetle, edimsel koşullama ile davranışların öğrenilmesi davranış sonucunda alınan uyarıcılarla mümkün olmaktadır. Davranışın Edimsel Koşullama ile Kazanılması Edimsel koşullamada davranışın öğrenilmesi klasik koşullamada olduğu gibi dışarıdan verilen bir uyarıcıya bağlı olmadığı gibi kendiliğinden de olmamaktadır. Öğrenilmesi istenen davranışların hızlandırılması için bazı yollar vardır. Bu yollardan biri güdülenme düzeyinin artırılmasıdır. Örneğin aç bir hayvan tok bir hayvana göre daha hareketlidir ve istenen bazı davranışları yerine getirme olasılığı daha yüksektir. Edimsel öğrenme sürecini hızlandırmanın bir diğer yolu, organizmanın ilgisiz davranışlar yapma fırsatını ortadan kaldırmak ya da azaltmak ve böylece doğru davranışın oluşma olasılığını artırmaktır. Thorndike nin kediler için oluşturmuş olduğu bulmaca kutuları, Skinner in kendi adıyla anılan kutusu, farelerin amacından sapmadan istenilen davranışları yapması için hazırlanmıştır. Davranışı hızlandırmanın diğer yolu ise öğretilmek istenen davranışın kademeli olarak pekiştirilmesidir. Kademeli yaklaşma ya da biçimlendirme, beklenen tepkiye yakın olarak görülen bir tepkinin pekiştirilmesiyle başlayan ve giderek kademeli bir şekilde, daha yakın bir tepkinin, bir sonrakine daha yakın bir tepkinin ve en sonunda istenen tepkinin pekiştirilmesiyle sonlanan bir süreçtir. İstenen davranışı kazandırmada, kendiliğinden oluşan edimsel koşullamaya göre daha az zaman alır (Senemoğlu, 2005). Örneğin Skinner in deneyinde fare önce pedala doğru yöneldiği için, sonra pedala yaklaştığı için, sonra ise pedala bastığı için ödüllendirilir. Kısacası, hayvan istenen davranışa bir adım daha yaklaştıkça ödüllendirilerek istenen davranış öğretilir. Yüzme, bisiklete binme, araba kullanma gibi karmaşık davranışlar öğretilirken de kademeli yaklaşma yöntemi kullanılır. Edimsel Koşullama ile Öğrenmenin Temel Kavramları Pekiştirme Edimsel koşullamada davranışlar, sonuçları tarafından kontrol edilmektedir. Davranış sonucunda canlı için hoş olan uyarıcılar ortama girdiğinde davranışın yapılma sıklığı artmaktadır. Pekiştireç, organizmanın yaptığı davranışı izleyen ve davranış sonrası organizma için hoşa giden, olumlu bir durum yaratarak, o davranışın ortaya çıkma olasılığını artıran uyarıcılara denir (Erden ve Akman, 2011). Davranışların sıklığının artmasına ise pekiştirme denir (Santrock, 2004). Edimsel koşullamada pekiştireçler birincil ve ikincil olmak üzere çeşitlenir. Birincil pekiştireçler, hayatı sürdürmek için gerekli olan pekiştireçlerdir. Yiyecek, su gibi pekiştireçler bu gruptandır. İkincil pekiştireçler ise hayatı devam ettirmek için gerekli değildir ama davranışın devamı için gereklidir. Beş tane ikincil pekiştireç kullanılır. Bunlar (Tukman ve Monetti, 2010, s. 245): a. Tüketilebilir pekiştireçler (sakız, çikolata, şeker gibi) b. Sosyal pekiştireçler (Gülümseme, başını, sırtını okşama, baş sallama gibi) c. Etkinlik türü pekiştireçler (Oyun oynama, dışarı çıkma, bilgisayarda oynama gibi) d. Değiştirilebilir pekiştireçler (Para, not gibi) e. Somut pekiştireçler (oyuncaklar, favori sandalye, tişört gibi) Tüketilebilir pekiştireçler, hem birincil hem de ikincil pekiştireçler olabilir. Tüketilebilir olması onların yenilebilir olmasındandır. Örneğin bir kişi açıktığında yemek yemesi birincil pekiştireç olabilirken, cips türü şeyler yemesi yaşamı devam ettirmek için gerekli olmadığından ikincil pekiştireç olabilir. 204

209 Sosyal pekiştireçler, genellikle diğer insanlarla etkileşim yoluyla kazanılır. Sınıfta öğretmenin kullandığı gülümseme, onaylama, öğrencinin sırtını ya da kafasını okşama, iltifat etme türü davranışlar bu gruba girer. Etkinlik içerikli pekiştireçler, dışarı çıkma, oyun oynama, sinemaya gitme gibi bireyin yapmaktan hoşlandığı etkinliklerden oluşan pekiştirçlerdir. Premack ilkesi ile öğrenmede bu pekiştireçler kullanılır. Değiştirilebilir pekiştireçler, diğer pekiştireçlerle değiştirilebilen ya da manevi değeri olan pekiştireçlerdir. Altın madalya, para ve notlar bu tür pekiştireçlere örnektir. Somut pekiştireçler ise oyuncak, tişört, sevilen bir eşya gibi kişi için değeri olan somut nesnelerdir. Hangi pekiştireç olursa olsun tüm pekiştireçlerin amacı bireyin davranışının tekrarlanmasına başka deyişle pekiştirilmesine hizmet etmektedir. Olumlu ve Olumsuz Pekiştirme Pekiştirme işlemi olumlu ve olumsuz olmak üzere iki türlüdür. Olumlu pekiştirme: Bireyin yaptığı bir davranışı takiben onun hoşuna giden bir uyarıcının verilmesi sonucu davranışın sıklığında artış olmasıdır (Santrock, 2004; Woolfolk, 2007). Örneğin, bir çocuğun odasını toplaması sonucu annesinin övgü dolu sözleri çocuğun odasını toplama davranışını artıracaktır. Ödevini zamanında getiren bir öğrencinin öğretmeni tarafından yüksek notla ödüllendirilmesi öğrencinin ödevini zamanında getirme davranışını artıracaktır. Bu örneklerde olduğu gibi olumlu pekiştirmede bireyin istenilen tepkilerinin tekrarlanması için davranış sonrasında birey için olumlu bir uyarıcı verilir. Bu uyarıcıya olumlu pekiştireç diğer adıyla ödül denir ve davranışı güçlendirmektedir. Olumsuz pekiştirme: Bireyin yaptığı davranış sonucu onun için hoş olmayan bir uyarıcı ortamdan çıkarılarak yapılan davranışın sıklığında artış meydana gelmesidir (Feldman, 2002). Örneğin, öğrencinin öğretmenin azarlamasından kaçınmak için ödevini zamanında götürmesidir. Bu örnekte öğretmenin azarlaması öğrenci için olumsuz bir uyarıcıdır. Öğrenci ödevini zamanında götürme davranışı ile bu olumsuz uyarıcıdan kurtulmaktadır. Öğrenci yaptığı bu davranış sonucu olumsuz bir uyarıcıdan kurtulduğu için ödevini zamanında götürme davranışı süreklilik kazanacaktır. Olumsuz pekiştirme çoğu zaman ceza ile karıştırılmaktadır. Oysa ceza davranışın sıklığını azaltırken olumsuz pekiştirme ise davranışın sıklığını artırmaktadır. Olumsuz pekiştirmenin olumlu pekiştirmeden farkı ise olumlu pekiştirmede yapılan davranış sonrası bireyin hayatına olumlu bir uyarıcı girerken olumsuz pekiştirmede ise hayatından olumsuz bir uyarıcı çıkmaktadır. Her iki pekiştirmenin ortak noktası ise yapılan davranışın tekrarlanma sıklığını artırmalarıdır (Santrock, 2004; Woolfolk, 2007). Tablo 8.1: Olumlu ve olumsuz pekiştirme arasındaki ilişki İşlem Davranış Sonuç Davranıştaki değişiklik Olumlu pekiştirme Ders çalışma Öğrenci çalıştığında öğretmen onay verir Öğrencinin ders çalışma sıklığı artar Olumsuz pekiştirme Ders çalışma Öğrenci çalıştığında öğretmenin olumsuz tepkisinden kurtulur Öğrencinin ders çalışma sıklığı artar Kaynak: Santrock, Unutmamak gerekir ki, hem olumlu hem de olumsuz pekiştirme organizmanın hoşuna giden bir etki yaratır ve davranışın tekrar ortaya çıkma olasılığını artırır. Pekiştireçler yoluyla birey istendik ve istenmedik davranışlar öğrenebilir. Bu nedenle pekiştireçler çok dikkatli kullanılmalı ve doğru davranışlar pekiştirilmelidir. 205

210 Polislerle birlikte birçok zorlu görevlerde köpekler de görev almaktadır. Edimsel koşullama ilkelerine göre köpeklere zorlu görevler nasıl yaptırılmaktadır? Tartışınız. Pekiştirme Tarifeleri Pekiştirmenin nasıl ve ne zaman yapılacağını bildiren yönergelere ise pekiştirme tarifeleri denmektedir ve pekiştirme tarifeleri genel olarak kendi içinde ikiye ayrılmaktadır (Myers, 2011): Pekiştirme Tarifeleri I. Sürekli Pekiştirme II. Aralıklı Pekiştirme 1. Zaman Aralıklı Pekiştirme a. Sabit zaman aralıklı pekiştirme b. Değişken zaman aralıklı pekiştirme 2. Oran Aralıklı Pekiştirme a. Sabit oranlı pekiştirme b. Değişken oranlı pekiştirme I. Sürekli Pekiştirme: Her doğru davranıştan hemen sonra pekiştirme yapılmasıdır. Yaş düzeyi küçükse ve yeni bir davranış öğrenilirken davranış öğrenilinceye kadar bu pekiştirecin kullanılması en uygundur (Santrock, 2004). Sürekli pekiştirmenin devamlı kullanılması bireyi özellikle de küçük yaş gruplarındaki çocukları rüşvete alıştırması da dezavantajlı yönüdür. Çocuğa odasını düzenleme, programlı ders çalışma, her gün dişlerini fırçalama, okuma yazmayı öğrenme davranışları öğrenilinceye kadar her yapılan davranıştan sonra ödül verilerek bu pekiştirme tarifesi uygulanabilir. II. Aralıklı Pekiştirme: Hayatımız boyunca her gün bir çok davranış öğrenebilmekteyiz. Bu nedenle her davranıştan sonra bireyin sürekli pekiştirilmesi mümkün değildir. Bu nedenle her davranıştan sonra değil de belli davranış sayısını ve belli zaman aralıklarını esas alarak yapılan pekiştirmeye aralıklı pekiştirme denir. Pekiştireç çok sık verilirse değerini yitirir ve pekiştireç olma özelliğini kaybeder. Bu nedenle pekiştireçler çoğunlukla belli aralıklarla verilir. İki tür aralıklı pekiştirme vardır: 1. Zaman Aralıklı Pekiştirme: Pekiştirmeler zamana bağlı olarak yapılır (Santrock, 2004). İki türlü zaman aralıklı pekiştirme yapılır. Bunlar, sabit zaman aralıklı pekiştirme ve değişken zaman aralıklı pekiştirmedir. Aralık kavramı ile pekiştirme için geçmesi gerekli olan zaman ifade edilir. Sabit zaman aralıklı pekiştirme, belli zaman aralıkları ile yapılan pekiştirmedir. Memurların her otuz günden sonra maaş almaları, yılın belli aylarında tatile gitmeleri, kırkbeş dakikadan sonra tenefüse çıkmak. Değişken zaman aralıklı pekiştirme tarifesinde ise zaman değişkendir. Değişken zamanlarda yapılan pekiştirmedir. Bazen haftada bir, bazen haftada iki, bazen de iki haftada bir gelen quizler bu pekiştirme tarifesine örnektir. Yıl içinde yapılacak quiz sayısı bellidir. Ama ne zaman yapılacağı belli değildir. 2. Oran Aralıklı Pekiştirme: Pekiştirme orana yani yapılan davranışa bağlı olarak verilir (Santrock, 2004). İki türlü oran aralıklı pekiştirme yapılır. Bunlar sabit oranlı pekiştirme ve değişken oranlı pekiştirmedir. Oran kavramı pekiştirme alacak davranışın sayısını ifade eden bir kavram olarak kullanılmaktadır. Sabit oranlı pekiştirme, belli orandaki davranış pekiştirilir. Bir terzinin her on parça üründen sonra prim alması, her beş doğru sorudan sonra tam not verilmesi bu pekiştirme türüne örnektir. Değişken oranlı pekiştirme tarifesinde değişen sayılardaki tepkiler pekiştirilir. Kumar makinaları, kumar oyunu, milli piyango bileti almak bu pekiştirme türüne örnektir. 206

211 Pekiştireçlerin Etkili Biçimde Kullanılması İçin Dikkat Edilmesi Gereken Durumlar Pekiştirmenin amacı, istenen davranışın tekrar edilme sıklığını artırmaktır. Bazen pekiştireç kullanılırken bazı hususlara dikkat edilmediğinde istenilen amaca ulaşılamamaktadır. Davranış pekiştirilirken dikkat edilmesi gereken noktalar şunlardır (Coon ve Mitterer, 2010; Kalat, 2008; Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010): Pekiştireç mutlaka doğru davranışı takip etmelidir. Pekiştireç hangi davranışın arkasından verilirse o davranışın ortaya çıkma sıklığını artırır. Örneğin sınıfta söz almak istediğini göstermeden, arkadaşlarının sözünü keserek konuşan bir öğrenci, öğretmen tarafından dinlenirse, öğrenci bu tür davranışları tekrar edecektir. Birey, pekiştireci hangi davranışın sonucunda aldığını farketmelidir. Bunu sağlamak için pekiştirecin doğru davranıştan hemen sonra verilmesi gerekir. Aradan zaman geçtiyse, bireye verilen pekiştirecin hangi davranış sonucu verildiği açıklanmalıdır. Davranış değişikliği meydana getirmek için mümkün olduğunca olumlu pekiştireç kullanılmaya çalışılmalıdır. Ayrıca pekiştirecin verildiği durumda öğrenciyi etkileyen diğer uyarıcılar da göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin derste sıkılan bir öğrenciyi gürültü yapıyor diye sınıftan atan bir öğretmen, öğrencinin davranışını cezalandırmaktan çok pekiştirmiş olur. Pekiştireçlerin değeri bireyden bireye değişir. Bir çocuk için yüksek not önemli bir pekiştireçken, sınıfta kalmaya niyetli bir öğrenci için hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Pekiştireçler, öğrencilerin ihtiyaçlarına, yaşlarına, sosyal çevrelerine göre değişmektedir. Pekiştirecin ne olacağının yanı sıra, ne zaman verileceği de önem taşımaktadır. Pekiştireç, yeni ve öğrenilmesi güç davranışların kazandırılmasında daha sık verilmelidir. Davranış öğrenildikten sonra pekiştireçlerin azaltılması daha etkili olacaktır. Premack İlkesi (Büyükanne Kuralları) Olumlu davranışı güçlendirmek, sıklığını artırmak için yapılan farklı türde bir olumlu pekiştirme yöntemidir. Bu pekiştirme yönteminde kazandırılmak istenen tepki de, ödül olarak verilen pekiştireçler de davranıştır. Bu yöntemi kullanabilmek için bireye kazandırılmak istenen davranışı ve yapmaktan hoşlandığı davranışı bilmemize gerek vardır (Woolfolk, 2007). Bu pekiştirme yönteminin kaşifi David Premack a göre, çok sık görülen (tercih edilen) davranış pekiştireç olarak kullanılarak, az gösterilen (tercih edilmeyen) davranış ortaya çıkarılmaya çalışılır (Woolfolk, 2007). Örneğin, oyuncaklarını toplatmayı öğretmek istediğimiz çocuğa yapmaktan hoşlandığı oyun oynamak gibi bir etkinliği ödül olarak kullanarak Oyuncaklarını toplarsan oyun oynayabilirsin diyerek bu pekiştirme yöntemini kullanabiliriz. Simgesel Ödülle Pekiştirme Davranış değiştirmek amacıyla kullanılan diğer bir yöntem de, simgesel ödülle pekiştirmedir. Bu yöntemde çocuğa şeker, oyuncak, sokağa çıkma izni gibi doğrudan doğruya ihtiyacını karşılayacak bir ödül yerine, yıldız, puan, oyuncak, para vb. simgesel ödüller verilir. Çocuk bu simgesel ödülleri toplayarak daha sonra gerçek ödüle dönüştürür. Simgesel ödülle pekiştirme, okulda özellikle yavaş öğrenen ve özürlü çocuklarda, akademik ve sosyal davranışların geliştirilmesinde etkili bir biçimde kullanılabilir (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010; Kalat, 2008). Örneğin tuvalet eğitimi için olgunlaşma yaşını geçen ama yatağını ıslatan çocuğa altını ıslatmamasını öğretmek için, çocukla birlikte bir program hazırlanır. Çocuğa, duvardaki panoya her sabah kuru kalktığında bir gülen yüz asılacağı, haftada beş gülen yüz asılırsa bir yıldız alacağı, ayda dört yıldız aldığında ise en çok sevdiği barbi bebek alınacağı söylenir. Simgesel ödüllerden yararlanılarak çocuğa istenilen davranış kazandırılır. 207

212 Simgesel Ödülle Pekiştirmede Dikkat Edilecek Noktalar Simgesel ödülle pekiştirme, bir program çerçevesinde düzenlenir. Program hazırlanırken aşağıdaki işlemlerin yapılması gerekir ( Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010): Ceza Öncelikle değiştirilmek istenilen davranışların belirlenmesi gerekir. Programın başarıya ulaşması için öncelikle bireyde hangi davranışların değiştirilmesi istendiğine karar verilmesi gerekir. Bu amaçla bireyin davranışları incelenir ve bu davranışlardan istenen ve istenmeyenler belirlenir. Değiştirilecek davranışlar belirlendikten sonra simgesel ödülün ne olacağına ve her davranışın karşılığında kaç simge verileceğine öğrencilerle birlikte karar verilir. Simgesel ödül, öğrencinin adına açılan bir kartona yıldız çizme ya da yapıştırma, boncuk verme, renkli kartonlardan yapılmış küçük çiçek figürleri vb. olabilir. Simgeler belirlendikten sonra elde edilen simgelerin nasıl harcanacağına, yani birincil pekiştireçlerin neler olacağına ve bunların kaç simgeye bedel olduğuna karar verilmesi gerekir. Pekiştireçler seçilirken öğrencinin ihtiyaç ve tercihleri göz önünde bulundurulmalıdır. Pekiştireçlerin bedeli, çocuk için çekiciliğine göre, çocukla birlikte belirlenmelidir. Ceza, davranışı azaltmak ya da baskılamakla özdeştir. Ceza, istenmeyen bir davranışın tekrarlama olasılığını azaltmak için davranış sonrası olumsuz bir uyarıcı verilmesi ya da onun için olumlu bir uyarıcının ortamdan geri çekilmesidir (Woolfolk, 2007). Ceza sonucu olumsuz bir uyarıcı da verilse olumlu bir uyarıcı da geri alınsa birey için hoş olmayan bir durum yaratır. Ceza, bireye ne yapmaması gerektiğini söyler. Cezayı izleyen davranışın gelecekte aynı şartlarda tekrarlama sıklığı azalır. Cezanın I. tip ve II. tip olmak üzere iki türü vardır. I. Tip Ceza Bireyin yaptığı olumsuz bir davranış sonucu onun hoşuna gitmeyen bir uyarıcıya maruz kalmasıdır. Örneğin, sınıfta konuşan bir öğrenciye öğretmenin kızması, takımda iyi performans göstermeyen sporculara antrenörün fazladan şınav çektirmesi, yardım istediğiniz bir kişinin sizi azarlaması bu tip cezaya örnektir. Yapılan davranış sonucu kişinin hayatına olumsuz bir uyarıcı girdiği için davranışın tekrarlama olasılığı azalacaktır. II. Tip Ceza Bireyin yaptığı olumsuz bir davranış sonucu onun için hoş olan bir uyarıcıdan mahrum bırakılmasıdır. Örneğin, odasını toplamayan çocuğa oyun oynamanın yasaklanması, yemek yemeyen bir çocuğa tatlının verilmemesi bu tür cezaya örnektir. Cezanın etkili olabilmesi için uygun bir şekilde kullanılması gerekir. Öncelikle ceza olumsuz davranıştan sonra uygulanmalıdır. Çocuklar yaptıklarının yanlış olduğunu anlamaları için yanlış davranıştan sonra hemen cezalandırılmalıdırlar. Ayrıca ceza zalimce değil ama yeterli etkiye sahip olmalıdır. Etkili ceza kesin ya da tutarlı olmalıdır (Morris, 2002). Edimsel koşullama ile öğrenmede istenilen davranışın öğrenilmesinde pekiştirme, istenmeyen bir davranışın söndürülmesinde görmezden gelme, yok sayma en etkili tekniktir. Sonraki adım olumsuz pekiştirmedir. Cezanın, davranış değişimi için kullanılması tercih edilmemektedir. Bu durumun bir çok sebebi vardır. İlki, ceza istenmeyen davranışı ortadan kaldırmaktansa sadece bastırmaktadır. Cezalandırılan kişi istenmeyen davranışı bir süre yapmaz ama cezalandıran kişinin olmadığı başka bir zaman tekrar o davranışı gösterebilir. İkincisi, ceza nahoş duygular uyandırdığı için öfkeye yol açmakta ve öfkeli insanlar genellikle saldırgan ve düşmanca davranışlar gösterebilmektedirler. Ceza, cezalandırılan davranışın yerine öğretmek istediğimiz davranışın kazanılmasını engelleyebilmekte ya da geciktirebilmektedir. Ayrıca ceza istenmeyen saldırgan davranışlar için de olumsuz model olabilir (Morris, 2002; Tukman and Monetti, 2010). 208

213 Tablo 8.2: I. tip ve II. tip ceza arasındaki ilişki İşlem Davranış Sonuç Davranıştaki değişiklik 1. Tip Ceza Takımda kötü oynadığı için 2. Tip Ceza Odasını toplamadığı için Antrenör fazladan şınav çektirir Oyun oynamasına izin verilmez Oyuncunun kötü oynama davranışının sıklığı azalır Öğrencinin odasını toplamama davranışı azalır. Kaynak: Morris, Sönme Sönme edimsel koşullamada da gerçekleşir. Edimsel koşullamada sönme, pekiştirmenin sona erdirilmesi sonucunda ortaya çıkar. Ancak pekiştireç kesildikten sonra davranışın sıklığında ani bir davranış azalmamakla birlikte artış gözlenmektedir. Edimsel koşullamada davranışın söndürülmesinin ne kadar kolay ya da zor olacağı çeşitli faktörler tarafından etkilenmektedir. Bunlar, ilk öğrenme için harcanan zaman, öğrenmenin gerçekleştiği ortamın çeşitliliği, davranışın karmaşık ya da basit oluşu, kullanılan pekiştireç tarifeleridir (Morris, 2002). Davranışın öğrenilmesi için uzun zaman harcanmışsa davranışda o kadar güçlü öğrenilir. Örneğin bir köpeğe oturup kalkmasını öğretmek için uzun zaman harcanmışsa bu davranışı söndürmekte o kadar uzun sürmektedir. Ayrıca öğrenmenin gerçekleştiği ortam ne kadar çeşitli ise davranışın söndürülmesi de o kadar zor olur. Örneğin farenin yiyecek elde etmek için bir değil bir çok yolu öğrenirse bu davranışı söndürmekte zorlaşacaktır. Karmaşık davranışlar da basit olanlara göre daha uzun sürede söndürülmektedir. Çünkü karmaşık davranışlar pek çok davranışın birleşiminden oluşan komplek davranışlar haline gelmektedir. Bu davranışların söndürülmesi için her bir parçanın söndürülmesi gerekmektedir. Ayrıca davranışın öğrenilmesinde kullanılan aralıklı pekiştirmeler de o davranışın söndürülmesini zorlaştırır. Karşılık Vermeme Bazen organizmanın davranışından sonra ne ödül ne de ceza verilmesi yani davranışın görmezlikten gelinmesi uzun vadede davranışın sönmesini sağlamada önemlidir. Görmezden gelme, değişmesini istediğimiz davranıştan sonra ceza yerine kullanılabilecek etkili bir uygulamadır. Çocuk öğretmeninin dikkatini çekmek için sınıfta dolaştığında çocuk görmezden gelinir. Çocuk öğretmenin dikkatini çekemediğini anlayınca yerine oturacaktır. Genelleme ve Ayırt etme Edimsel koşullamada genelleme, öğrenilmiş davranışın başka ortamlarda da genellenmesidir. Örneğin çocuğun annesinden ağlayarak bir şey elde etmeyi öğrenmişse okula gittiğinde de öğretmeninden bir şey istemek için aynı tepkiyi kullanacaktır. Eğer bir şey elde etmek için ağlama davanışı okulda da pekiştirilirse davanış daha güçlü bir şekilde devam edecektir. Ayırt etme ise bir ortamda işe yarayan bir davranışın başka ortamda işe yaramaması sonucu o davranışın sadece pekiştirildiği ortamda kullanılmasıdır. Aynı örnek üzerinde konuşursak, çocuğun ağlama davranışı evde pekiştirilirse evde her istediğini elde etmek için ağlayacaktır. Okulda aynı davranışın pekiştirilmediğini gördüğünde ise okulda bir şey elde etmek istediğinde ağlamayacaktır. Edimsel Koşullamanın Öğrenmeye Katkısı Edimsel koşullama, evde, işte, okulda ve sporda bir çok davranışın öğrenilmesinde etkilidir. Evde çocukların kendi başına giyinebilme, dişlerini düzenli fırçalama gibi öz bakım becerileri, yatağını düzeltme, odasını düzenli tutma, ödevlerini yapma gibi pek çok davranışın öğrenilmesinde kullanılabilir. 209

214 Okulda ise okulu ve öğretmeni sevdirme, yazı yazma ve okumayı öğrenme, düzenli ders çalışma, temizlik alışkanlığı gibi davranışların öğrenilmesinde edimsel koşullama ilkeleri kullanılabilir. Özellikle öğretmenlerin öğrencilere istendik davranışlar kazandırmak ve sürdürmek için kızarmış elma sembolleri, kurdeleler, sembolik uyarıcılar edimsel koşullama ilkeleri sayesinde gerçekleşmektedir. Ödüllendirmenin dışında saldırganlık gibi istenmeyen davranışların bastırılmasında cezalar verilmesi, istenmeyen davranışların söndürülmesinde görmezden gelinmesi de edimsel koşullama ilkeleridir. İş yerinde iş verenin onayı, maaşlar, ikramiyeler, plaketler çalışanın güdülenmesi için kullanılan edimsel koşullama ödülleridir. Nuray Senemoğlu nun (2005) Gelişim Öğrenme ve Öğretim kitabında öğrenme kuramları ile ilgili ayrıntılı bilgiye ulaşabilirsiniz. SOSYAL BİLİŞSEL ÖĞRENME YAKLAŞIMI Albert Bandura tarafından 1970 lerde geliştirilen sosyal-bilişsel öğrenme kuramı bir yönüyle davranışçı bir yönüyle ise bilişsel eğilimli bir kuramdır. Bu kuram, insanların sadece kendi deneyimlerinden öğrenmediklerini, başkalarının yaptıklarını gözlemleyerek te öğrenebildiklerini vurgulamaktadır. Sosyal bilişsel öğrenmeye, gözleyerek öğrenme, model olma yoluyla öğrenme ve dolaylı öğrenme gibi isimler verilmektedir (Witting, 2001). Sosyal bilişsel öğrenme kuramına göre öğrenme, başkalarının davranışlarını gözlemleme, taklit etme sonucu gerçekleşmektedir. Gözlem yoluyla Resim 8.3: Albert Bandura (1925-) öğrenme, bireyin kendi yaşantıları sonucu değil, Kaynak: başkalarının davranışlarını izleyerek bir şeyler ( ) öğrenmeyi konu edinmektedir. Birey, her ne kadar gözlemlenen davranışlarla öğrense de gözlemlediği bilgiyi, bilişsel işlemden geçirerek daha detaylı bir şekilde işlemektedir. Gözlem yoluyla öğrenme basit bir taklitten çok karmaşık bir süreçtir. Bu yaklaşım, öğrenmenin davranışçı öğrenme yaklaşımlarında olduğu gibi bizzat kendi yaşantılarımız olmadan da taklit ve gözlem yaparakda öğrenebileceğimizi savunmaktadır. Özellikle bebekler ve çocuklar davranışlarının büyük kısmını gözlem yoluyla öğrenmektedirler. Örneğin, babasını traş olurken izleyen çocuğun da traş olması, diş fırçalarken gören çocuğun da dişlerini fırçalaması bunlara örnektir. Araştırmalar, taklit etmenin beyin fonksiyonlarında ayna nöron denilen hücrelerde öğrenme adına uyarılma olduğunu göstermektedir. Birini bir şey yaparken izlediğimizde de ayna nöronların aynı davranışı yaparkenki kadar uyarıldığını vurgulamaktadırlar (Fogassi ve diğerleri, 2005). Örneğin birini kusarken izlediğimizde de biz kusmuş gibi beynimiz aktif olmaktadır. Beyin görüntüleri de olayı yaşamadan ayna nöronların aktive olduğunu göstermektedir. Örneğin ağrı çeken yakınını izleyen kişinin beynindeki ayna nöronların, ağrıyı yaşayan kadar etkin olduğunu ancak ağrı duyusunun hissedilmediğini göstermektedir (Myers, 2011). 210

215 Resim 8.4: Ağrı duyusunu yaşayan ve empati kuran kişilerin beyin görüntüleri Kaynak: ( ) Sosyal duygusal öğrenme ile sadece tavırlar, tutumlar, duygu ve kişilik özellikleri değil aynı zamanda korkular, kaygılar ve kötü alışkanlıklar da öğrenilir (Coon ve Mitterer, 2010). Örneğin çocukların hayatında anne-babalar önemli modeller olduğundan çocuklar pek çok davranışı onların söylediklerinden değil de davranışlarından öğrenirler. Anne-babası sigara içen çocukların da sigara içmesi bu öğrenmeye örnektir. Sosyal Bilişsel Öğrenme Süreçleri Bandura (1986), sosyal bilişsel öğrenme sürecini dikkat etme, hafızaya alma, taklit etme ve güdülenme olmak üzere dört temel aşamada incelemektedir (Akt. Plotnik ve Kouyoumdjian, 2011). Bu aşamaların oluşum süreçleri şu şekildedir. 1. Dikkat Etme Süreci (Attention): Dikkat sürecinde birey, modelin davranışını öğrenmeden önce dikkatini modelin davranışına yöneltir. Modelin davranışları izlenmeden modelden herhangi bir şeyi öğrenilmesi mümkün olmamaktadır. Bireyin algı kapasitesi dikkat sürecini etkileyecektir. Duyu organlarının yeterliliği, bireyin geçmiş pekiştireç yaşantıları, modelin özellikleri dikkatin hangi davranışa yöneleceğini etkileyecektir. Bir çok hayvandan korku sonradan öğrenilir. Çocuk örümcekten korkan ve aşırı tepki gösteren bir yetişkini izlediğinde korkuyu öğrenir. 2. Hafızaya Alma Süreci (Memory): Bu süreçte, gözlenen davranışlarla ilgili semboller kodlanır ve bu kodlamalar bilişsel olarak örgütlenir. Gözlem yoluyla elde edilen bilginin işe yaraması için hatırlanması gerekecektir. Olaylar hafızada sözel ve görsel imgelerin şeklinde olmaktadır. Bilgiler bilişsel olarak depolandıktan sonra zihinsel olarak canlandırılabileceği, prova edilebileceği ve böylece geliştirilebileceği kabul edilmektedir Bu esnada gözlenen davranışlar hafızaya transfer edilir. Daha sonra tekrar edilir. Örneğin örümcek korkusu olan kişi örümcek korkusunu yenmek için aldığı eğitimlerde, ondan korkmayan bir kişinin davranışlarını izler. O kişinin örümceğe korkusuzca yaklaşmasını ve eline almasını izler ve davranışları hafızaya alır. 3. Taklit Etme Süreci (İmitation): Taklit etme süreci, bilişsel olarak depolanan bilginin prova yapılmasıdır. Birey gözlem yoluyla bilişsel olarak bir çok bilgiyi öğrenebilir, ancak gelişim seviyesindeki yetersizlik, organlardaki hasar veya hastalık gibi çeşitli nedenlerden dolayı bu bilgiyi davranışa dönüştüremeyebilir. Bandura ya göre uygun davranışı göstermek için bireyin fiziksel özellikleri uygun olsa bile, gözlemci modelin davranışını gösterebilmek için zihinsel olarak prova yapması gerekir. Bu süreçte gözlemci kendi davranışını modelin davranışıyla karşılaştırır. Kendi davranışı ile modelin davranışına benzer davranışı elde edinceye kadar çalışır. Hatırlama süreci burada gözlemcinin kendi kendisini gözleyip, davranışını düzeltmesine temel olmaktadır. Örneğin örümcek korkusunu yenmek için örümceği korkusuzca eline alan kişinin davranışlarını kendi kendine prova eder. 211

216 4. Güdülenme Süreci (Motivation): Bireyin gözleyerek elde ettiği bilgiyi ihtiyaç duyduğunda davranışa dönüştürmesi için güdülenmesi gerekmektedir. Öğrenilen bilgi ihtiyaç duyulana kadar kullanılmadan kalır. Örneğin örümcek korkusunu yenmesi için kişinin motive olması gerekir. Bu kişi kamp yapmayı seviyorsa ve kampa gidecekse gözlemleyerek öğrendiği davranışları daha kolay gerçekleştirebilecektir. Bandura, sosyal-bilişsel öğrenme yaklaşımıyla davranışçılardan sonra öğrenmede bilişsel süreçlerin önemine değinmiştir. Sosyal Bilişsel Öğrenme Kuramının Temel Kavramları Sosyal- bilişsel öğrenme dolaylı öğrenme olduğundan, kuramın temel kavramları da dolaylıdır. Bandura'ya göre öğrenmeyi etkileyen dolaylı kavramlar, dolaylı pekiştirme, dolaylı ceza, dolaylı güdülenme, dolaylı duygusallıktır. Dolaylı Pekiştirme: Modelin yapmış olduğu davranışların ödüllendirilmesi, gözlemleyenin o davranışı taklit etmesini güçlendirmektedir. Sınıfta öğretmenin istendik davranışı gösteren öğrencileri övmesi diğer öğrencileri, istendik davranışı yapmaları yönünde cesaretlendirir (Kalat, 2008). Örneğin sınıfta parmak kaldırarak konuşan çocuklara öğretmenin söz vermesi üzerine diğer çocuklarda da pekiştirme almadıkları halde parmak kaldırma davranışları artacaktır. Dolaylı Ceza : Modelin istenmeyen davranışı sonucu cezalandırılması, gözleyenin o davranışı yapma eğilimini azaltır veya ortadan kaldırır. Bu durum, özellikle bir gruptaki, bir toplumdaki bireylerin kurallara uymalarını sağlama ve istenmeyen davranışlarını engellemede önemli bir role sahiptir. Örneğin sınıfta kopya çektiği için öğretmeni tarafından cezalandırılan arkadaşını gören öğrenci o hatalı davranışı tekrar etmeme eğiliminde olacaktır. Gözlemler, dolaylı cezanın olumsuz davranışların bırakılmasında çok etkili olmadığını göstermektedir. Örneğin, sigara içme davranışının kanser, ölüm riski gibi pek çok olumsuz durumla sonuçlanmasına rağmen insanların bu alışkanlıklarından vazgeçme oranlarında büyük değişiklik olmadığı görülmektedir. Bunun nedeni ise dolaylı cezanın kaybedenlerle ilişkilendirildiği ve kimsenin kendini kaybeden olarak tanımlamak istemediği için dolaylı cezanın etkili olmadığı ifade edilmektedir (Kalat, 2008). Dolaylı Duygusallık: Bu kurama göre sadece davranışlar değil duygularda gözlemleyerek öğrenilmektedir (Coonand ve Mitterer, 2009). Örneğin evde bir fare gördüğünde çığlık atarak koltuğun üstüne çıkan anne, onu gözlemleyen çocuğu için farenin korkulacak bir hayvan olduğu kanaatinin oluşmasına neden olur. Dolaylı Güdülenme: Gözlenen davranışlar, bireyi sadece bilgilendirmez, aynı zamanda onu elde etmeye de güdüler. Ancak, gözlenen davranış, değer verilen bir ürünle sonuçlanırsa, gözleyen kişi o davranışı yapmak için istek duyar. Örneğin araba kullanmayı gözlemleyerek öğrendiğimizde, çok acil durumda araba kullanmamız gerektiğinde yada araba kullanmanın saygınlığımızı artırdığına inandığımızda öğrendiklerimizi davranışa geçiririz. Bu durum dolaylı güdülenme ile açıklanabilir Modellerden Öğrenme: Sosyal öğrenme kuramının en önemli öğesi modeldir. İnsanların bir davranışı öğrenebilmeleri için, o davranışın başkaları tarafından nasıl yapıldığını görmeleri gerekmektedir. Çocuklar için anne-baba, komşular, arkadaşlar, öğretmenler, televizyon en iyi modellerdir. Araştırmacılar çocuklara kitap okuma, yardım etme, iletişim kurma gibi davranışları öğretmenin en iyi yolunun, öğretilmek istenen davranışı göstermek olduğunu belitmişlerdir. Örneğin çocuğunuzun kitap okumasını istiyorsanız evde kitap okuyan ebeveynlerin olması gerektiğini, yardımsever olmasını istiyorsanız yardım eden bireyleri görmeleri gerektiğini belirtmişlerdir (Myers, 2011). Gözlem yoluyla olumlu davranışlar kadar olumsuz davranışlar da öğrenilmektedir. Özellikle saldırganlık gibi antisosyal davranışlar gözlem yoluyla öğrenilebilmektedir. Araştırmalar, aile içi şiddet yaşayan kişilerin de büyük oranda şiddet uyguladıklarını belirtmişlerdir (Demirer, 2007). Saldırgan içerikli olumsuz davranışların öğrenilmesinde televizyon en önemli modeldir. Ülkemizde özellikle gençlerin ve çocukların bir günde televizyon karşısında geçirdikleri zaman oldukça fazla olduğundan, saldırgan içerikli dizi ya da filmlerden sonra toplumda bu tür davranışların görülme olasılığı oldukça yüksek olmaktadır. 212

217 Sosyal Bilişsel Öğrenmeyi Etkileyen Faktörler Sosyal-bilişsel öğrenme gözleyerek öğrenmeyi vurguladığından, gözlemlenecek modelin, gözlemleyen kişinin ve gözlenilen davranışın özellikleri öğrenme açısından önemlidir. Modelin Özellikleri Modelin sahip olması gereken bazı özellikler öğrenmeyi etkilemektedir. Modelin dikkat çekici, güvenilir, yetenekli, güçlü ve statü düzeyi yüksek olması davranışlarının taklit edilmesini kolaylaştıracaktır (Coon ve Mitterer, 2010). Ayrıca modelin yaşı, cinsiyeti, karakteri gibi özellikler de yaptığı davranışların taklit edilmesini sağlamaktadır. Gözleyerek öğrenmede öğrenmeyi sağlayan sadece modelin davranışlarının sonuçları değil, aynı zamanda modelin özellikleri de öğrenmeyi etkilemektedir. Modelin özellikleri ne kadar gözlemcinin özelliklerine benzerse, gözlemci, modelin davranışına o kadar benzer davranış göstermektedir. Yaş açısından bakıldığında, insanlar genellikle kendi yaşlarına yakın modellerin davranışlarından etkilenirler ve kendilerine model alırlar. Cinsiyet açısından bakıldığında ise, insanlar kendi cinslerinin davranışlarını daha çok model alırlar. Karakter açısından, toplumda öne çıkmış iyi karakterli ve insan ilişkileri iyi olan kişilerin davranışları örnek alınır. Yüksek statülü modellerin davranışlarının daha çok model alındığı görülmektedir (Senemoğlu, 2005). Gözlemcinin Özellikleri Öz yeterlilik algısı sosyal-bilişsel öğrenmede önemlidir. Her gözlediğimiz davranışı model almayız. Örneğin olimpiyat oyunlarında altın madalya almış koşucuyu izledikten sonra onun davranışlarını taklit etmeye çalışmayız. Genellikle izlediğimiz başarılı kişilerin davranışlarını yapmak için öz yeterlilik algımız yüksekse taklit ederiz. Gözlemcinin öz yeterlilik algısının yüksek olması, kendine güvenmesi izlediği hangi davranışları model alacağını belirlemektedir. Öz yeterlilik algısı, bireyin bir davranışı yapabileceği konusunda kendine olan inancıdır (Bandura, 2000). Birey, gözlemlediği kişinin davranışlarını taklit etmeden önce geçmişteki kendi başarı ve başarısızlıklarını düşünür, kendini başarılı kişi ile karşılaştırır ve kendi başarı şansını değerlendirir (Kalat, 2008). Öz yeterlik yargıları dört temel kaynaktan elde edilen bilgilerden etkilenmektedir. Bu kaynaklar şunlardır: 1. Bireyin doğrudan kendi yaptığı başarılı ya da başarısız etkinlikler sonucunda elde ettiği bilgiler, 2. Dolaylı yaşantılar; bireyin kendine benzer başka kişilerin başarılı ya da başarısız etkinlikleri, bireyin aynı etkinlikleri kendinin de başarabileceğine ya da başaramayacağına ilişkin yargısını güçlendirir. 3. Sözel ikna; bireyin başarabileceğine ya da başaramayacağına ilişkin teşvikler, nasihatlar, öğütler değişik ölçülerde öz yeterlik yargısını etkiler. 4. Psikolojik durum; bireyin belli görevi başarma ya da başarısız olma beklentisi öz yeterlik algısını etkiler. Gözlmlenen Davranışın Özelliği İnsanlar basit davranışları karmaşık davranışlardan daha çok model alır. Gözlemci uygun olduğunu düşündüğü ve ödülle sonuçlanacak davranışları model alır. Değerli sonuçlar gözlemciyi güdüler. Gözlemci amaca ulaştırıcı model davranışa daha fazla dikkat çekerek onu öğrenme eğilimindedir. Kilo aldığımızda yediklerimize dikkat etmemiz ve spor yapmamız gerektiğini etrafımızdaki birçok kişinin söylemesine rağmen doktor söylediğinde söylenenler daha anlamlı gelir ve davranışa geçirmek için çabalarız. Sizce başkalarının değil de doktorun söylediklerini önemsememizin nedeni ne olabilir? Tartışınız. 213

218 BİLİŞSEL ÖĞRENME KURAMI Öğrenmeyi açıklayan davranışçı yaklaşımlar 1900 lü yılların başından itibaren öğrenmede çevresel uyarıcıların rolüne vurgu yapmışlardır. Klasik koşullamaya göre öğrenme olabilmesi bir uyarıcı-tepki bağlantısıyla birlikte eşleşen bir uyarıcıya gerek vardır. Edimsel koşullamada ise davranışların tekrarı ya da sönmesi yine alınan uyarıcılara göre şekillenmektedir. Görüldüğü gibi davranışçı öğrenme yaklaşımlarında çevresel uyarıcılar olmadan öğrenme gerçekleşmemektedir. Bazı psikologlar, öğrenmenin gözlenebilir ve ölçülebilir davranışlarla açıklanabileceğini vurgularken bazı psikologlar ise dışarıdan görünemeyen içsel yaşantıların öğrenmede önemli olduğunu savunmuşlardır. Bilişsel kuramcılar öğrenmenin zihinsel süreçlerde, bilişsel yapıda meydana gelebileceğini savunarak dikkat, beklenti, düşünme ve hatırlama gibi zihinsel faaliyetlerin öğrenme sürecindeki önemine işaret etmektedirler. Bu bölümde bilişsel öğrenme kuramlarından Bilgiyi İşleme Kuramına ilişkin bilgilere yer verilecektir. BİLGİYİ İŞLEME KURAMI Bilgiyi işleme kuramı, insanın dünyayı anlamada kullandığı zihinsel süreçleri inceleyen bir kuramdır. Bilgiyi işleme kuramı insanların öğrenme sürecini bilgisayar süreçlerine benzetmektedir. İnsan zihni bilgiyi alır, işler, biçim ve içeriğini değiştirir. Depolar gerektiği zaman geri getirir ve tepkiler üretir. Bazı farklar olmakla birlikte bilgisayarda da benzer süreçler yaşanmaktadır. Bilgiyi işleme kuramı temel olarak, Yeni bilgi dışarıdan nasıl alınmaktadır?, Alınan bilgi nasıl işlenmektedir?, Bilgi uzun süreli olarak nasıl depolanmaktadır?, Depolanan bilgi nasıl geriye getirilip anımsanmaktadır? gibi sorulara yanıt aramaktadır. Şekil 8.1: Bilgiyi işleme kuramına göre öğrenme süreci Kaynak: Senemoğlu, Bilgiyi işleme kuramına göre öğrenme, duyu organları aracılığıyla dış çevreden alınan uyarıcıların beyinde işlenip, gerekenlerinin depolanıp ihtiyaç duyulduğunda tekrar hatırlanmasıdır (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Bilişsel öğrenmede iki tür yapı önemlidir. Bilgilerin depolandığı bellek türleri ve bellekler arası bilginin geçişini sağlayan bilişsel süreçlerdir. Bellekler bilgilerin depolanmasını, bilişsel süreçler ise bilginin bellekler arasında akışını sağlamaktadırlar. 214

219 Bilgiyi işleme kuramı iki temel öğe üzerinde durmaktadır. Bunlar; I. Bellek türleri. Bellek türleri üç temel yapıyı içerir; II. a. Duyusal Kayıt b. Kısa Süreli Bellek c. Uzun Süreli Bellek 1. Algı Bilişsel süreçler dir. Bunlar içsel zihinsel eylemlerdir; 2. Dikkat etme 3. Yorumlama 4. Anlama 5. Hatırlama Bellek Türleri 1. Duyusal Kayıt: Çevreden gelen uyarıcılar duyu organları yolu ile duyusal kayda gelirler. Duyu organlarına gelen uyarıcıların ilk algılandıkları bellektir. Bu bellekte veriler görsel, işitsel, dokunsal, tatsal ve koklama duyuları şeklinde depolanır. Duyusal kaydın içerdiği bilgi, özgün uyarıcının tam bir kopyasıdır. Görsel duyular, duygusal kayıt tarafından aynı fotoğraf gibi kısa bir süre için kodlanır. Aynı biçimde işitsel duyularda ses kalıpları olarak kodlanırlar (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Öğenme olabilmesi için duyusal belleğe gelen bilgilerin kısa süreli belleğe aktarılması gerekir. Diğer belleklerde olduğu gibi duyusal bellekte de bilgilerin kalış süresi sınırlıdır. Bazı kuramcılar bilginin duyusal kayıtta kalış süresinin yarım saniyeden daha az olduğuna inanır. Duyusal Belllekte Bilgilerin Kalış Süresi: Diğer bazı kuramcılara göre ise, duyusal belleğin işitsel bilgi için dört saniye, görsel bilgi için ise yaklaşık bir saniye süren bir uyarıcının tam bir kopyasının tutulduğu bir bilgi deposu olduğunu söylemek mümkündür. Duyusal Belleğin Kapasitesi: Kapasitesi sınırsızdır; ancak sadece dikkat edilen sınırlı sayıdaki bilgi kısa süreli belleğe aktarılabilir. Duyusal kayıttan sonra bilgi diğer belleklere aktarılmazsa hatırlanamaz. Duyusal kayda gelen bilgilerin bir kısmı dikkat ve algı süreçleri ile kısa süreli belleğe gönderilir (Senemoğlu, 2005). 2. Kısa Süreli Bellek: Dikkat edilen ve algılanan bilgi duyusal kayıttan kısa süreli belleğe geçirilir. Kısa süreli belleğe işleyen bellek de denir. Buradaki bilgi anlamlı hale gelmiştir. Bu aşamadaki bilgi, duyu organlarına gelen bilginin aynısı değil; düzenlenmiş, yeniden üretilmiş şeklidir (Senemoğlu, 2005). Örneğin, duyusal kayıtta V biçiminde olan bir bilgi, kısa süreli bellekte bağlama göre romen rakamıyla beş ya da V harfi olarak anlamlandırılır. Kısa süreli belleğin işlevi, duyusal kayıttan gelen bilgiyi kısa bir süre için depolamak ve gerekli zihinsel çalışmaları yapmak ve uzun süreli belleğe bilgiyi göndermektir (Myers, 2011). Kısa Süreli Belleğin Kapasitesi: Kısa süreli belleğin kapasitesi sınırlıdır. Miller e (1956) göre kısa süreli belleğin kapasitesi 7±2 (yedi artı-eksi iki) birim bilgiyi saklayabilecek kadardır. Bir seferde ne kadar bilgi gönderilirse gönderilsin kısa süreli bellek ancak yedi birimlik bilgiyi işleme tabi tutabilmektedir. Kısa süreli bellekte bilginin kalış süresi de ortalama saniyedir. Daha fazla bilginin kısa süreli bellekte daha uzun süre kalması için Simon (1974) bilginin gruplandırılması gerektiğini önermektedir (Akt. Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Gruplama: Bilginin küçük parçalarının ilişkili anlamlı bütünler haline getirilerek bilgi kapasitesinin artırılmasıdır (Myers, 2011). Örneğin, arkadaşımızın telefonda verdiği numarayı , şeklinde depolayabileceğimiz gibi şeklinde de gruplandırabiliriz. Bilgiyi gruplandırarak yedi birimlik bilgiyi üç birim halinde de saklayabiliriz ve geriye dört birimlik daha bilgiye yer kalabilir. 215

220 Kısa Süreli Bellekte Bilginin Kalış Süresi: Kısa süreli bellekte bilginin kalış süresi zihinsel tekrar yapılmadığı sürece 2-30 saniye ile sınırlıdır. Bilginin kısa süreli bellekte 30 saniyeden daha fazla kalması için zihinsel tekrar yapılması gereklidir (Plotnik ve Kouyoumdjiyan, 2011). Zihinsel tekrar: Kısa süreli bellekteki bilgi tekrar edilerek bilginin kalış süresi uzatılabilir. Örneğin, telefon numarasını herhangi bir yere not etmeden sürekli içimizden tekrarlarsak bilginin 30 saniyeden daha fazla zaman hatırlanmasını sağlayabiliriz. Çocuğun, annesinin söylediği listeyi unutmaması için bakkala gidinceye kadar sürekli içinden tekrar etmesi ve bakkaldan istediklerini aldıktan sonra bilgiyi unutması bu sürece örnektir. Burada dikkat edilmesi gereken şey, zihinsel tekrar yapılırken kısa süreli bellek sadece tekrar edilen bilgi ile ilgilenirken başka bilgilerle ilgilenemez. Dolayısıyla öğrenme de gerçekleşemez (Kalat, 2008; Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Kısa süreli bellekte bilgi üç sürece tabii tutulabilir (Plotnik ve Kouyoumdjiyan, 2011): 1. Bilgiler tekrarlama yoluyla ve uygulamaya geçirilerek hemen davranışa dönüştürülebilir. 2. Kodlama ve tekrar edilerek uzun süreli belleğe gönderilebilir. 3. Hiçbir işleme tabii olmayan bilgi 30 saniyeyi geçince unutulabilir. Unutma ilk saniyelerde daha hızlıdır. 3. Uzun Süreli Bellek: Bu bellek bilgilerin uzun süre depolandığı yerdir. Uzun süreli bellekte bilgiler görüntü ve ses olarak depolanır. Hatırlama buradaki bilgilerin gerektiği anda çağrılmasıyla oluşmaktadır. Hatırlama sorunu, yaşanıyorsa bu bilginin unutulduğu uzun süreli belleğin çalışmadığı manasına gelmez. Uzun süreli, bellekte bilgiler kaybolmaz, ancak bilgi uygun biçimde kodlanmamış ve uygun yere yerleştirilmemişse geri getirmede zorlukla karşılaşılır (Myers, 2011). Uzun Süreli Belleğin Kapasitesi: Bu belleğin bilgi kapasitesi sınırsızdır. Zaman zaman beynimizin bilgilerle dolu olduğunu hissetsekte bilgilere daima yer vardır. Bilgilerin Kalış Süresi: Uzun süreli belleğe aktarılan bilgiler uzun bir süre kalabilir (Plotnik ve Kouyoumdjiyan, 2011). Uzun süreli bellek süreli bellek (duration memory) ve işlemsel bellek olarak ikiye ayrılır. Süreli belleğin ise anısal ve anlamsal bellek olarak iki türü vardır (Coon ve Mitterer, 2010). Şekil 8.2: Bilgi işleme kuramına göre bellek türleri Kaynak: Senemoğlu, İşlemsel Bellek: Herhangi bir şeyin nasıl yapılacağı ile ilgili bilgilerin, işlemlerin depolandığı bellektir. İşlemsel belleğin oluşumu çok zaman alıcıdır, ancak bir kez meydana geldiğinde de güçlü bir kalıcılığa, hatırlanma özelliğine sahiptir. Örneğin, nasıl yüzüleceği, nasıl kayak yapılacağı, nasıl daktilo yazılacağı, nasıl araba kullanılacağı gibi bilgiler işlemsel bellekte depolanır. İşlemsel bellekte depolanan işlemlerin kalıcılığı ve otomatikleşmesi büyük ölçüde yapılacak alıştırmalara, tekrarlara bağlıdır. İşlem ne kadar çok tekrar edilirse, o derece otomatik ve pürüzsüz hale gelir. Böylece işlemin gerektiğinde uzun süreli bellekten geriye getirilmesi de çok kolay olur. 216

221 Süreli Bellek (Duration Memory): İsim, yüz, önemli günler, kavramlar gibi bilgilerin uzun süreli depolandığı uzun süreli belleğin bir türüdür. Anısal ve anlamsal bellek olmak üzere iki türü vardır. Anısal (Episodik) Bellek: Bireysel yaşantılar, yaşamımız boyunca başımızdan geçen olaylar, kişisel yaşantılar burada depolanır. Bizim için önemli günler, doğum günleri, mezuniyet günleri, evlilik yıldönümleri vb. önemli günler bu bellekte görsel biçimde depolanır. Hatırlamak istediğimizde önemli gün film şeridi gibi gözümüzün önünden geçer. Anlamsal (Semantik) Bellek: Uzun süreli belleğin bu bölümünde konu alanlarının kavramları, olguları, genellemeleri, kuralları depolanır. Okulda öğrendiklerimizin çoğunluğu anlamsal bellekte saklanır. Anlamsal bellek bilgiyi, hem görsel, hem de sözel olarak kodlanmış ve birbirlerine bağlanmış olan ağlarda depolar. Bu depoda saklanan bilgi hem görsel hem de sözel olarak kodlandığında hatırlamak çok daha kolay olur. Bu nedenle okullarda bilgi öğrenciye hem sözel hem de görsel sembollerle sunulduğu takdirde bilginin hatırlanması kolay olmaktadır. Anlamsal bellekte bilgi önerme ağları ve şemalardan oluşmuştur (Senemoğlu, 2005). a. Önerme Ağları: Birbirine bağlı olan fikirler, kavramlar, ilişkiler setidir. Önerme, doğru ya da yanlış olduğuna karar verdiğimiz bilgilerin en küçük parçasıdır. Örneğin: Merkür en büyük gezegendir. Bu ifadeden çıkan önermeler şunlardır: 1. Merkür bir gezegendir. 2. Merkür den başka gezegenler de vardır. 3. Merkür bu gezegenlerin en büyüğüdür. 4. Diğer gezegenler Merkür den küçüktür. b. Şemalar: Birbirine bağlı olan fikirler, ilişkiler ve işlemler setidir. Bilgiyi organize etmek için kullanılan temel çerçeve niteliğindeki yapılardır. Örneğin Merkür le ilgili şemamız aşağıdaki şekilde olacaktır; Sınavlardan bir gün önce sabaha kadar ders çalışıldığı halde sınav anında bir çok bilginin hatırlanmakta zorluk çekildiği görülür. Sizce bu tarz bir çalışmada bilgiler hangi belleğe kaydolmuştur? Bilişsel Süreçler Bilişsel öğrenme sürecinde bilgilerin depolar arasında aktarımını sağlayan süreçlere bilişsel süreçler denir. Bunlar dikkat, algı, ezberleme kodlama ve geri getirme gibi süreçlerdir. Dikkat : Dikkat, bilgilerin duyusal bellekten kısa süreli belleğe aktarılmasını sağlayan bilişsel süreçtir. Tanım olarak dikkat, uyarıcı ya da tepkiye yönelmedir. Çevremizde bir çok uyarıcı olduğu ve tüm uyarıcılar duyusal kayıda geldiği halde bazı uyarıcıları seçer diğerlerini elemine ederiz. Dikkatin yönelmediği uyarıcılar bu şekilde kaybolur. İki tür dikkat bulunmaktadır. Bunlardan biri dış dünyayı süzücü dikkattir. Bu dikkatle hangi uyarıcıların birey için daha uygun olduğunu anlayabilmek mümkün 217

222 olmaktadır. Yani bu dikkatle birey etrafını süzerek ne olup, bittiğini inceler. Diğer dikkat türü ise seçici dikkat türüdür. Bu dikkat türünde süzücü dikkat esnasında çevreden bir uyarıcının seçilmesi söz konusu olmaktadır. Bu noktada algıda seçicilik ve algısal kurallar devreye girer. Bu iki kavram çevreden hangi uyarıcıların üzerine dikkat edileceğini belirlemeye yardım eder. Algı : Algı, duyusal bellekteki bilgilerin anlamlandırılıp kısa süreli belleğe aktarılmasını sağlar. Algı duyusal bilginin anlamlandırılması ve yorumlanması işlemidir. Bir uyaranın anlamlandırılabilmesi için öncelikle bireyin, o uyaranla ilgili bilgilere sahip olması gerekir. Eğer birey karşılaştığı uyarana ilişkin hiçbir bilgiye sahip değilse, uyarıcıya anlam vermesi olanaksızdır. Algı büyük ölçüde geçmiş yaşantılara bağlıdır. Algılama ile ilgili bilgiler Gestalt psikolojisinde açıklanan ilkelere bağlıdır. Örtük ve Açık tekrar: Diğer adıyla ezber, kısa süreli bellekteki bilgilerin uzun süreli belleğe aktarılmasında işlem görür. Ezber, bilginin olduğu gibi tekrar edilerek uzun süreli belleğe yerleşmesini sağlamaktır. Uzun süreli tekrar sonucu bilgilerin uzun süreli belleğe gönderildiği ancak hatırlanırken bilgilerin tamamına ulaşmakta zorluk çekildiği belirtilmektedir. Kodlama: Bilgilerin kısa süreli bellekten uzun süreli belleğe aktarılmasında kullanılan bilişsel süreçtir. Kodlama, yeni bilginin uzun süreli bellekte var olan ilgili bilgilerle zenginleştirilip tekrar uzun süreli belleğe aktarılmasıdır. Bu süreçte kodlamanın anlamlı hale gelmesi için anlamlandırmanın iyi bir şekilde yapılması gereklidir. Anlamlandırma, uzun süreli bellekteki bilgilerle yeni bilgiler arasında mümkün olduğunca fazla bağ ve ilişki kurmakla mümkün olmaktadır. Kodlanmış bilgiler hatırlanmak istediğinde daha kolay hatırlanabilmektedir. Geri getirme: Uzun süreli bellekte yer alan bilgilerin istenildiğinde tekrar geri getirilmesidir. Uzun süreli bellekte yer alan bilgiler kısa süreli belleğe getirilir ve tepki olarak buradan dışarı çıkarılır. Bilgilerin hatırlanmasının zorlanması, uzun süreler boyunca aktif tutulmama, ileriye ve geriye ket vurma ve ipuçlarının karışması sonucu gerçekleşir. Öğrenilen bir yabancı dilin uzun bir süre kullanılmaması, yeni öğrenilen cep telefonu numarasının eski cep telefonu kaydı nedeniyle öğrenilmesinin zorlaşması ya da yeni öğrenilen bir dilin eskiden öğrenilen dili unutturması gibi nedenlerle hatırlama zorlaşabilir. HAFIZANIN BİYOLOJİSİ Beyindeki bazı yapıların ve sinir hücrelerinin öğrenmeden sorumlu olduğunu vurgulayan görüşler vardır yılı Tıp Nobel Ödülü sahibi Eric Kandel, hafızanın sinir hücreleri arasındaki iletişim ve bu iletişim sırasında gerçekleşen fiziksel birtakım değişiklikler sonucu oluştuğunu belirtmektedir (Karaçay, 2010). Sinir hücreleri, çekirdeğin ve çoğu hücre organellerinin yer aldığı bir hücre kısmından ve akson ve dendrit adını verdiğimiz uzantılardan oluşur. Beyindeki milyarlarca sinir hücresinin her biri binlerce diğer sinir hücresi ile akson ve dendritleri aracılığı ile iletişim halindedir. Bir sinir hücresiyle diğer sinir hücresi arasındaki iletişim, bir sinirin aksonunun diğer sinir hücresine ulaştığı noktada yer alan ve sinaps adını verdiğimiz yapılarda gerçekleşir. Bu iletişimde nörotransmiter adını verdiğimi kimyasal maddeler görev alır. Bir diğer deyişle iki sinir hücresi arasındaki iletişim kimyasal olarak gerçekleşir. Resim 8.5: Sinir hücreleri arası ndaki iletişim Kaynak: ( ) 218

223 Günümüz bilgileri ışığında hafızanın nasıl oluştuğu konusundaki açıklama, iki sinir hücresi arasındaki iletişim bağının gücüne odaklanıyor. Bu güç, oluşan hafızanın kısa süreli mi yoksa uzun süreli mi olacağını da belirliyor. Dolayısıyla eğer iki sinir hücresi arasında belli bir uyarı açısından sadece bir defa iletişim gerçekleşmişse, onunla ilgili olan hafıza da kısa süreli oluyor. Eğer belli bir uyarı iki sinir hücresi arasında defalarca iletiliyorsa bu iki sinir hücresi arasındaki bağlantı, yani sinaps, giderek güçleniyor ve sonuçta uzun bir süre devam edecek fiziksel bir yapı değişimi gerçekleşiyor. Bu da hafızanın uzun süreli olmasını sağlıyor (Karaçay, 2010). Resim 8.6: Beynin hafı zanın oluşumundan sorumlu bölgeleri Kaynak: ( ) Beyin, iç içe üç bölüm halindedir. Orta beyinde bulunan hipokamp (hippocampus) hafızanın merkezi dir. Hipokamp bölgesi, bilgilerin kalıcı hafızaya geçip geçmeyeceğine karar veren merkezdir. Beynin hipokamp olarak adlandırılan bölgesinde, sinapslar (nöronların birbiriyle haberleştikleri noktalar) yüksek frekanslı elektrik sinyalleriyle uyarılınca sinaptik bağlantılar güçleniyor. Hayvanlarla ve insanlarla yapılan çalışmaların sonucunda, hafızamızın ne kadarını kullanacağımızı hipokamp bölgesi belirlemektedir (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Beyin korteksi de hafızanın oluşumunda önemli rol oynar. Beynin dış kısmı olan korteks, beynin düşünen, konuşan, yazan, yeni buluşlar yapan, merak eden, plan yapan, öğrenmenin, zekanın ve hafızanın oluştuğu bölüm olup, sınırsız bir kapasiteye sahip görünmektedir. Üzerindeki görme, duyma ve diğer algılama merkezleriyle ve dış dünyayla sürekli iletişim halindedir. Bu kapasiteyi nöronlar arasında kurulan ilişkiler sağlamaktadır. Duyguları uyandıran olaylar orta beyinde bulunan hipokamp vasıtasıyla beyin korteksi üzerine kaydedilmektedir. Çeşitli öğrenme kanallarından bize ulaşan bilgiler verdiğimiz önem derecesine göre kortekse kaydolmaktadır. Merak ve ilgi duymadığımız, önemsemediğimiz; kısacası duyguların hareketlenmediği bilgiler düşük frekanslı elektrik sinyalleri şeklindedir. Sonuçta zayıf sinaptik bağlar oluşur ve beyin korteksine kayıt işlemi gerçekleşmez. Çünkü böyle durumlarda alıcılar (duygular) harekete geçmemektedir. Duyguların uyandığı olaylarda ise hipokamp hareketlenmekte, beynin en dış tabakasında bulunan kortekse kayıt işlemi tamamlanmaktadır. Beyin görüntüleme yöntemleri, hafızanın oluşum sürecinde beynin frontal bölgesinin aktif olduğunu göstermektedir. Özellikle sözel bilgilerin depolanmasında sol frontal bölgede yer alan Broca alanı nın etkin olduğunu göstermiştir (Pastorino ve Doyle-Portillo, 2010). Ayrıca beyin görüntüleme çalışmaları, motor becerilerin depolandığı merkezin ise beyincik olduğunu saptamıştır. Beyincik sadece motor becerilerin değil bilinçsizce öğrenilen bilgilerin depolandığı bellektir. Yapılan çalışmalar 3 yaşından önce hatırlama sürecinin başlamadığını dolayısıyla bilinçli bilgi depolamanın 3 yaşla birlikte gerçekleştirğini belirtmektedir (Myers, 2011). 219

1. Sosyolojiye Giriş, Gelişim Süreci ve Kuramsal Yaklaşımlar. 2. Kültür, Toplumsal Değişme ve Tabakalaşma. 3. Aile. 4. Ekonomi, Teknoloji ve Çevre

1. Sosyolojiye Giriş, Gelişim Süreci ve Kuramsal Yaklaşımlar. 2. Kültür, Toplumsal Değişme ve Tabakalaşma. 3. Aile. 4. Ekonomi, Teknoloji ve Çevre 1. Sosyolojiye Giriş, Gelişim Süreci ve Kuramsal Yaklaşımlar 2. Kültür, Toplumsal Değişme ve Tabakalaşma 3. Aile 4. Ekonomi, Teknoloji ve Çevre 5. Psikolojiye Giriş 1 6. Duyum ve Algı 7. Güdüler ve Duygular

Detaylı

DAVRANIŞ BİLİMLERİNE GİRİŞ

DAVRANIŞ BİLİMLERİNE GİRİŞ DAVRANIŞ BİLİMLERİNE GİRİŞ SOS204U KISA ÖZET DİKKAT Burada ilk 4 sahife gösterilmektedir. Özetin tamamı için sipariş veriniz www.kolayaof.com 1 1.ÜNİTE Sosyolojiye Giriş, Gelişim Süreci ve Kuramsal Yaklaşımlar

Detaylı

İÇİNDEKİLER. ÖNSÖZ... iii GİRİŞ... 1 BİRİNCİ BÖLÜM SOSYOLOJİYE GİRİŞ

İÇİNDEKİLER. ÖNSÖZ... iii GİRİŞ... 1 BİRİNCİ BÖLÜM SOSYOLOJİYE GİRİŞ İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ... iii GİRİŞ... 1 BİRİNCİ BÖLÜM SOSYOLOJİYE GİRİŞ 1. Sosyoloji Nedir... 3 2. Sosyolojinin Tanımı ve Konusu... 6 3. Sosyolojinin Temel Kavramları... 9 4. Sosyolojinin Alt Dalları... 14

Detaylı

ÜNİTE:1. Sosyolojiye Giriş ve Yöntemi ÜNİTE:2. Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar ÜNİTE:3. Kültür ve Kültürel Değişme ÜNİTE:4

ÜNİTE:1. Sosyolojiye Giriş ve Yöntemi ÜNİTE:2. Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar ÜNİTE:3. Kültür ve Kültürel Değişme ÜNİTE:4 ÜNİTE:1 Sosyolojiye Giriş ve Yöntemi ÜNİTE:2 Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar ÜNİTE:3 Kültür ve Kültürel Değişme ÜNİTE:4 Aile ve Toplumsal Gruplar ÜNİTE:5 1 Küreselleşme ve Ekonomi

Detaylı

T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 3275 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 2138 HAVACILIK EMNİYETİ

T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 3275 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 2138 HAVACILIK EMNİYETİ T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 3275 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 2138 HAVACILIK EMNİYETİ Yazarlar Doç.Dr. Ender GEREDE (Ünite 1, 5, 7, 8) Yrd.Doç.Dr. Uğur TURHAN (Ünite 2) Dr. Eyüp Bayram ŞEKERLİ

Detaylı

DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN TEMEL KAVRAMLARI

DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN TEMEL KAVRAMLARI 1 DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN TEMEL KAVRAMLARI Örgütte faaliyette bulunan insan davranışlarının anlaşılması ve hatta önceden tahmin edilebilmesi her zaman üzerinde durulan bir konu olmuştur. Davranış bilimlerinin

Detaylı

1 SOSYOLOJİNİN DÜNYADA VE TÜRKİYE DE GELİŞİMİ

1 SOSYOLOJİNİN DÜNYADA VE TÜRKİYE DE GELİŞİMİ ÖNSÖZ İÇİNDEKİLER III Bölüm 1 SOSYOLOJİNİN DÜNYADA VE TÜRKİYE DE GELİŞİMİ 15 1.1. Sosyolojinin Tanımı 16 1.2. Sosyolojinin Alanı, Konusu, Amacı ve Sınırları 17 1.3. Sosyolojinin Alt Disiplinleri 18 1.4.

Detaylı

T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ MÜFREDAT FORMU Ders İzlencesi

T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ MÜFREDAT FORMU Ders İzlencesi T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ MÜFREDAT FORMU Ders İzlencesi Sayı : Tarih : 1.1.216 Diploma Program Adı : SOSYOLOJİ, LİSANS PROGRAMI, (AÇIKÖĞRETİM) Akademik Yıl : 21-216 Yarıyıl

Detaylı

ÜNİTE:1. Sosyal Psikoloji Nedir? ÜNİTE:2. Sosyal Algı: İzlenim Oluşturma ÜNİTE:3. Sosyal Biliş ÜNİTE:4. Sosyal Etki ve Sosyal Güç ÜNİTE:5

ÜNİTE:1. Sosyal Psikoloji Nedir? ÜNİTE:2. Sosyal Algı: İzlenim Oluşturma ÜNİTE:3. Sosyal Biliş ÜNİTE:4. Sosyal Etki ve Sosyal Güç ÜNİTE:5 ÜNİTE:1 Sosyal Psikoloji Nedir? ÜNİTE:2 Sosyal Algı: İzlenim Oluşturma ÜNİTE:3 Sosyal Biliş ÜNİTE:4 Sosyal Etki ve Sosyal Güç ÜNİTE:5 1 Tutum ve Tutum Değişimi ÜNİTE:6 Kişilerarası Çekicilik ve Yakın İlişkiler

Detaylı

ÜNİTE:1. Toplumsal Yapıyı Açıklayan Kavram ve Kuramlar ÜNİTE:2. Türkiye de Kültür ve Kültürel Değişim ÜNİTE:3

ÜNİTE:1. Toplumsal Yapıyı Açıklayan Kavram ve Kuramlar ÜNİTE:2. Türkiye de Kültür ve Kültürel Değişim ÜNİTE:3 ÜNİTE:1 Toplumsal Yapıyı Açıklayan Kavram ve Kuramlar ÜNİTE:2 Türkiye de Kültür ve Kültürel Değişim ÜNİTE:3 Türkiye de Aile Kurumu ve Nüşusla İlgili Sorunlar ÜNİTE:4 Türkiye de Eğitim Kurumu ve Sorunları

Detaylı

TOPLUMSAL TABAKALAŞMA ve HAREKETLİLİK

TOPLUMSAL TABAKALAŞMA ve HAREKETLİLİK TOPLUMSAL TABAKALAŞMA ve HAREKETLİLİK TOPLUMSAL TABAKALAŞMA Ü s t S ı n ı f Orta Sınıf Alt Sınıf TOPLUMSAL TABAKALAŞMA Toplumsal tabakalaşma dünya yüzeyindeki jeolojik katmanlara benzetilebilir. Toplumların,

Detaylı

SOSYOLOJİNİN TEMELLERİ

SOSYOLOJİNİN TEMELLERİ SOSYOLOJİ 1. HAFTA SOSYOLOJİK BAKIŞ, SOSYOLOJİK ARAŞTIRMA Taylan DÖRTYOL Akdeniz Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesi Pazarlama Bölümü Marco ve Gina.. Gina ve Marco gibi insanlar neden evlenir? Kişisel

Detaylı

Editörler Prof. Dr. Nazmi Avcı - Prof. Dr. Yaşar Erjem EĞİTİM SOSYOLOJİSİ

Editörler Prof. Dr. Nazmi Avcı - Prof. Dr. Yaşar Erjem EĞİTİM SOSYOLOJİSİ Editörler Prof. Dr. Nazmi Avcı - Prof. Dr. Yaşar Erjem EĞİTİM SOSYOLOJİSİ Yazarlar Prof. Dr. Mustafa Talas Doç. Dr. Baykal Biçer Doç. Dr. Cem Ergun Doç. Dr. Cengiz Yanıklar Doç. Dr. Mehmet Özbaş Doç. Dr.

Detaylı

DAVRANIŞ BİLİMLERİ ÜZERİNE YRD.DOÇ.DR. ÖZGÜR GÜLDÜ

DAVRANIŞ BİLİMLERİ ÜZERİNE YRD.DOÇ.DR. ÖZGÜR GÜLDÜ DAVRANIŞ BİLİMLERİ ve İLETİŞİM DAVRANIŞ BİLİMLERİ ÜZERİNE YRD.DOÇ.DR. ÖZGÜR GÜLDÜ Davranış Bilimleri üzerine Davranış Bilimleri insan davranışını, davranışa etki eden toplumsal, psikolojik, grupsal ve

Detaylı

SOSYOLOJİSİ (İLH2008)

SOSYOLOJİSİ (İLH2008) DİKKATİNİZE: BURADA SADECE ÖZETİN İLK ÜNİTESİ SİZE ÖRNEK OLARAK GÖSTERİLMİŞTİR. ÖZETİN TAMAMININ KAÇ SAYFA OLDUĞUNU ÜNİTELERİ İÇİNDEKİLER BÖLÜMÜNDEN GÖREBİLİRSİNİZ. DİN SOSYOLOJİSİ (İLH2008) KISA ÖZET-2013

Detaylı

T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ MÜFREDAT FORMU Ders İzlencesi

T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ MÜFREDAT FORMU Ders İzlencesi T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ MÜFREDAT FORMU Ders İzlencesi Sayı : Tarih : 1.1.216 Diploma Program Adı : SOSYOLOJİ, LİSANS PROGRAMI, (AÇIKÖĞRETİM) Akademik Yıl : 21-216 Yarıyıl

Detaylı

EIS526-H02-1 GİRİŞİMCİLİK (EIS526) Yazar: Doç.Dr. Serkan BAYRAKTAR

EIS526-H02-1 GİRİŞİMCİLİK (EIS526) Yazar: Doç.Dr. Serkan BAYRAKTAR GİRİŞİMCİLİK (EIS526) Yazar: Doç.Dr. Serkan BAYRAKTAR SAKARYA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Bu ders içeriğinin basım, yayım ve satış hakları Sakarya Üniversitesi ne aittir. "Uzaktan Öğretim" tekniğine

Detaylı

ÜNİTE:1. Sanayi Sonrası Toplum: Daniel Bell ÜNİTE:2. Alain Touraine: Modernlik ve Demokrasi ÜNİTE:3. Postmodern Sosyal Teori ÜNİTE:4

ÜNİTE:1. Sanayi Sonrası Toplum: Daniel Bell ÜNİTE:2. Alain Touraine: Modernlik ve Demokrasi ÜNİTE:3. Postmodern Sosyal Teori ÜNİTE:4 ÜNİTE:1 Sanayi Sonrası Toplum: Daniel Bell ÜNİTE:2 Alain Touraine: Modernlik ve Demokrasi ÜNİTE:3 Postmodern Sosyal Teori ÜNİTE:4 Zygmunt Bauman: Modernlik ve Postmodernlik ÜNİTE:5 Tüketim Toplumu, Simülasyon

Detaylı

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...7

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...7 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...7 GİRİŞ SOSYOLOJİ VE DİN SOSYOLOJİSİ Din Sosyolojisinin Konusu...11 Zeki Arslantürk Sosyolojik Din Tanımları...37 Kemaleddin Taş Din ve Toplum İlişkileri...43 Dini Tecrübenin İfade

Detaylı

TÜRKİYE NİN TOPLUMSAL YAPISI

TÜRKİYE NİN TOPLUMSAL YAPISI TÜRKİYE NİN TOPLUMSAL YAPISI KISA ÖZET KOLAYAOF 2 Kolayaof.com 0 362 2338723 Sayfa 2 1. Ünite Toplumsal Yapıyı Açıklayan Kavram ve Kuramlar TOPLUMSAL YAPI KAVRAMI Toplum, insanları etkileyen gerçek ilişkiler

Detaylı

Editörler Prof.Dr. Ahmet Onay / Prof.Dr. Nazmi Avcı DİN SOSYOLOJİSİ

Editörler Prof.Dr. Ahmet Onay / Prof.Dr. Nazmi Avcı DİN SOSYOLOJİSİ Editörler Prof.Dr. Ahmet Onay / Prof.Dr. Nazmi Avcı DİN SOSYOLOJİSİ Yazarlar Prof.Dr. Ahmet Onay Doç.Dr. Fahri Çaki Doç.Dr. İbrahim Mazman Yrd.Doç.Dr. Ali Babahan Yrd.Doç.Dr. Arif Olgun Közleme Yrd.Doç.Dr.

Detaylı

DAVRANIŞ BİLİMLERİNE GİRİŞ

DAVRANIŞ BİLİMLERİNE GİRİŞ DAVRANIŞ BİLİMLERİNE GİRİŞ DAVRANIŞIN TANIMI Davranış Kavramı, öncelikle insan veya hayvanın tek tek veya toplu olarak gösterdiği faaliyetler olarak tanımlanabilir. En genel anlamda davranış, insanların

Detaylı

T.C. İSTANBUL RUMELİ ÜNİVERSİTESİ MESLEK YÜKSEK OKULU SOSYAL HİZMETLER PROGRAMI 1. SINIF BAHAR DÖNEMİ DERS İZLENCESİ

T.C. İSTANBUL RUMELİ ÜNİVERSİTESİ MESLEK YÜKSEK OKULU SOSYAL HİZMETLER PROGRAMI 1. SINIF BAHAR DÖNEMİ DERS İZLENCESİ T.C. İSTANBUL RUMELİ ÜNİVERSİTESİ MESLEK YÜKSEK OKULU SOSYAL HİZMETLER PROGRAMI. SINIF BAHAR DÖNEMİ DERS İZLENCESİ Kodu: Adı: Teorik + Uygulama: AKTS: Sınıf/Yarıyıl. Sınıf. Yarıyıl (Bahar Dönemi) Ders

Detaylı

EĞİTİMİN TOPLUMSAL(SOSYAL) TEMELLERİ. 5. Bölüm Eğitim Bilimine Giriş GÜLENAZ SELÇUK- CİHAN ÇAKMAK-GÜRSEL AKYEL

EĞİTİMİN TOPLUMSAL(SOSYAL) TEMELLERİ. 5. Bölüm Eğitim Bilimine Giriş GÜLENAZ SELÇUK- CİHAN ÇAKMAK-GÜRSEL AKYEL EĞİTİMİN TOPLUMSAL(SOSYAL) TEMELLERİ 5. Bölüm Eğitim Bilimine Giriş GÜLENAZ SELÇUK- CİHAN ÇAKMAK-GÜRSEL AKYEL EĞİTİMİN TOPLUMSAL TEMELLERİ Giriş Toplumsal Sosyalleşme ve Toplum Toplumsal Temel Olarak Eğitim

Detaylı

DERS BİLGİLERİ. Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat Kredi AKTS

DERS BİLGİLERİ. Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat Kredi AKTS DERS BİLGİLERİ Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat Kredi AKTS Genel Kamu Hukuku I Law 151 1 2+0 2 2 Ön Koşul Dersleri - Dersin Dili Türkçe Dersin Seviyesi Dersin Türü Dersin Koordinatörü Dersi Verenler Lisans Zorunlu

Detaylı

Editörler Prof.Dr.Mustafa Talas & Doç.Dr. Bülent Şen EKONOMİ SOSYOLOJİSİ

Editörler Prof.Dr.Mustafa Talas & Doç.Dr. Bülent Şen EKONOMİ SOSYOLOJİSİ Editörler Prof.Dr.Mustafa Talas & Doç.Dr. Bülent Şen EKONOMİ SOSYOLOJİSİ Yazarlar Prof.Dr. Mustafa Talas Doç.Dr. Bülent Şen Doç.Dr. Cengiz Yanıklar Doç.Dr. Gülay Ercins Doç.Dr. Özgür Sarı Yrd.Doç.Dr. Aylin

Detaylı

Kamu Yönetimi Bölümü Ders Tanımları

Kamu Yönetimi Bölümü Ders Tanımları Kamu Yönetimi Bölümü Ders Tanımları PA 101 Kamu Yönetimine Giriş (3,0,0,3,5) Kamu yönetimine ilişkin kavramsal altyapı, yönetim alanında geliştirilmiş teori ve uygulamaların analiz edilmesi, yönetim biliminin

Detaylı

Temel Kavramlar Bilgi :

Temel Kavramlar Bilgi : Temel Kavramlar Bilim, bilgi, bilmek, öğrenmek sadece insana özgü kavramlardır. Bilgi : 1- Bilgi, bilim sürecinin sonunda elde edilen bir üründür. Kişilerin öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile çaba

Detaylı

ÜNİTE:1. Siyaset ve Siyaset Bilimi ÜNİTE:2. Siyasetin Dili: Kavramlar, Kurumlar ÜNİTE:3. Bir Örgütlü İktidar Olarak Devlet ve Siyasal Sistemler

ÜNİTE:1. Siyaset ve Siyaset Bilimi ÜNİTE:2. Siyasetin Dili: Kavramlar, Kurumlar ÜNİTE:3. Bir Örgütlü İktidar Olarak Devlet ve Siyasal Sistemler ÜNİTE:1 Siyaset ve Siyaset Bilimi ÜNİTE:2 Siyasetin Dili: Kavramlar, Kurumlar ÜNİTE:3 Bir Örgütlü İktidar Olarak Devlet ve Siyasal Sistemler ÜNİTE:4 Siyaset ve Birey: Siyasal Katılma ÜNİTE:5 1 Çağdaş Yönetim

Detaylı

4 -Ortak normlar paylasan ve ortak amaçlar doğrultusunda birbirleriyle iletişim içinde büyüyen bireyler topluluğu? Cevap: Grup

4 -Ortak normlar paylasan ve ortak amaçlar doğrultusunda birbirleriyle iletişim içinde büyüyen bireyler topluluğu? Cevap: Grup 1- Çalışma ilişkilerinin ve endüstriyel demokrasinin başlangıcı kabul edilen tarih? Cevap: 1879 Fransız ihtilalı 2- Amerika da başlayan işçi işveren ilişkilerinde devletin müdahalesi zorunlu kılan ve kısa

Detaylı

Eğitim Sosyolojisi. YAZAR Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN

Eğitim Sosyolojisi. YAZAR Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN Eğitim Sosyolojisi YAZAR Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN ISBN: 978-605-2132-61-6 Kapak Bülent POLAT Mizanpaj Burhan MADEN Redaksiyon Muhammet ÖZCAN Baskı ve Cilt: Tarcan Matbaacılık Zübeyde Hanım Mahallesi,

Detaylı

ÜNİTE:1 Psikolojinin Tanımı ve Kapsamı. ÜNİTE:2 Psikolojide Araştırma Yöntemleri. ÜNİTE:3 Sinir Sisteminin Yapısı ve İşlevleri

ÜNİTE:1 Psikolojinin Tanımı ve Kapsamı. ÜNİTE:2 Psikolojide Araştırma Yöntemleri. ÜNİTE:3 Sinir Sisteminin Yapısı ve İşlevleri ÜNİTE:1 Psikolojinin Tanımı ve Kapsamı ÜNİTE:2 Psikolojide Araştırma Yöntemleri ÜNİTE:3 Sinir Sisteminin Yapısı ve İşlevleri ÜNİTE:4 Bilişsel Psikoloji 1 ÜNİTE:5 Çocuklukta Sosyal Gelişim ÜNİTE:6 Sosyal

Detaylı

1.Ünite: SOSYOLOJİYE GİRİŞ A) Sosyolojinin Özellikleri ve Diğer Bilimlerle İlişkisi

1.Ünite: SOSYOLOJİYE GİRİŞ A) Sosyolojinin Özellikleri ve Diğer Bilimlerle İlişkisi SOSYOLOJİ (TOPLUM BİLİMİ) 1.Ünite: SOSYOLOJİYE GİRİŞ A) Sosyolojinin Özellikleri ve Diğer Bilimlerle İlişkisi Sosyoloji (Toplum Bilimi) Toplumsal grupları, örgütlenmeleri, kurumları, kurumlar arası ilişkileri,

Detaylı

1.ÇAĞDAŞ EĞİTİM SİSTEMİNDE ÖĞRENCİ KİŞİLİK HİZMETLERİ VE REHBERLİK. Abdullah ATLİ

1.ÇAĞDAŞ EĞİTİM SİSTEMİNDE ÖĞRENCİ KİŞİLİK HİZMETLERİ VE REHBERLİK. Abdullah ATLİ 1.ÇAĞDAŞ EĞİTİM SİSTEMİNDE ÖĞRENCİ KİŞİLİK HİZMETLERİ VE REHBERLİK Geleneksel eğitim anlayışı bireyi tüm yönleri ile gelişimini sağlama konusunda sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Tüm bu anlayış ve

Detaylı

Editörler Prof. Dr. Zahir Kızmaz / Prof. Dr. Hayati Beşirli DEĞİŞİM SOSYOLOJİSİ

Editörler Prof. Dr. Zahir Kızmaz / Prof. Dr. Hayati Beşirli DEĞİŞİM SOSYOLOJİSİ Editörler Prof. Dr. Zahir Kızmaz / Prof. Dr. Hayati Beşirli DEĞİŞİM SOSYOLOJİSİ Yazarlar Prof.Dr. Hayati Beşirli Prof.Dr. Zahir Kızmaz Doç.Dr. Beyhan Zabun Doç.Dr. Celalettin Yanık Doç.Dr. İbrahim Akkaş

Detaylı

ZORUNLU GÖÇLER, SÜRGÜNLER VE YOL HİKAYELERİ: ULUPAMİR KIRGIZLARI ÖRNEĞİ ZORUNLU GÖÇLER, SÜRGÜNLER VE YOL HİKAYELERİ: ULUPAMİR KIRGIZLARI ÖRNEĞİ

ZORUNLU GÖÇLER, SÜRGÜNLER VE YOL HİKAYELERİ: ULUPAMİR KIRGIZLARI ÖRNEĞİ ZORUNLU GÖÇLER, SÜRGÜNLER VE YOL HİKAYELERİ: ULUPAMİR KIRGIZLARI ÖRNEĞİ ZORUNLU GÖÇLER, SÜRGÜNLER VE YOL HİKAYELERİ: ULUPAMİR KIRGIZLARI ÖRNEĞİ Yazar: Dr.Adem Sağır Yayınevi: Nobel Yer/yıl: Ankara/2012 Sayfa Sayısı: 272 Göç insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Bütün dönemler

Detaylı

TÜRKİYE'NİN TOPLUMSAL YAPISI

TÜRKİYE'NİN TOPLUMSAL YAPISI Editörler Doç.Dr. Gülay Ercins & Yrd.Doç.Dr. Melih Çoban TÜRKİYE'NİN TOPLUMSAL YAPISI Yazarlar Doç.Dr. Ahmet Talimciler Doç.Dr. Gülay Ercins Doç.Dr. Nihat Yılmaz Doç.Dr. Oğuzhan Başıbüyük Yrd.Doç.Dr. Aylin

Detaylı

ÜNİTE:1. İktisadi Düşünceler Tarihine Giriş ÜNİTE:2. Modern İktisadi Düşüncenin Doğuşu: Mertantilizm ve Fizyokrasi ÜNİTE:3. Klasik Okul ÜNİTE:4

ÜNİTE:1. İktisadi Düşünceler Tarihine Giriş ÜNİTE:2. Modern İktisadi Düşüncenin Doğuşu: Mertantilizm ve Fizyokrasi ÜNİTE:3. Klasik Okul ÜNİTE:4 ÜNİTE:1 İktisadi Düşünceler Tarihine Giriş ÜNİTE:2 Modern İktisadi Düşüncenin Doğuşu: Mertantilizm ve Fizyokrasi ÜNİTE:3 Klasik Okul ÜNİTE:4 Sosyalist Düşüncenin Doğuşu ve Marksizm ÜNİTE:5 Marjinalizm

Detaylı

ÖZEL EGEBERK ANAOKULU Sorgulama Programı. Kendimizi ifade etme yollarımız

ÖZEL EGEBERK ANAOKULU Sorgulama Programı. Kendimizi ifade etme yollarımız Disiplinlerüstü Temalar Kim Olduğumuz Bulunduğumuz mekan ve zaman Kendimizi ifade etme Kendimizi Gezegeni paylaşmak Bireyin kendi doğasını sorgulaması, inançlar ve değerler, kişisel, fiziksel, zihinsel,

Detaylı

Kadir CANATAN, Beden Sosyolojisi, Açılım Yayınları, 2011, 720 s. İstanbul.

Kadir CANATAN, Beden Sosyolojisi, Açılım Yayınları, 2011, 720 s. İstanbul. KİTAP TANITIM VE DEĞERLENDİRMESİ Devrim ERTÜRK Araş. Gör., Mardin Artuklu Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü. Kadir CANATAN, Beden Sosyolojisi, Açılım Yayınları, 2011, 720 s. İstanbul. Beden konusu, Klasik

Detaylı

Günümüzdeki ilke ve kuralları belirlenmiş evlilik temeline dayanan aile kurumu yaklaşık 4000 yıllık bir geçmişe sahiptir. (Özgüven, 2009, s.25).

Günümüzdeki ilke ve kuralları belirlenmiş evlilik temeline dayanan aile kurumu yaklaşık 4000 yıllık bir geçmişe sahiptir. (Özgüven, 2009, s.25). Günümüzdeki ilke ve kuralları belirlenmiş evlilik temeline dayanan aile kurumu yaklaşık 4000 yıllık bir geçmişe sahiptir. (Özgüven, 2009, s.25). Tarihsel süreç içinde aile kavramının tanımı, yapısı, türleri

Detaylı

kişinin örgütte kendini anlamlandırmasına fırsat veren ve onun inanış, düşünüş ve davranış biçimini belirleyen normlar ve değerler

kişinin örgütte kendini anlamlandırmasına fırsat veren ve onun inanış, düşünüş ve davranış biçimini belirleyen normlar ve değerler 1 Örgüt Kültürü Örgüt Kültürü kişinin örgütte kendini anlamlandırmasına fırsat veren ve onun inanış, düşünüş ve davranış biçimini belirleyen normlar ve değerler bütünüdür. 2 Örgüt kültürü, temel grupsal

Detaylı

SANAT SOSYOLOJİSİ GİRİŞ

SANAT SOSYOLOJİSİ GİRİŞ SANAT SOSYOLOJİSİ GİRİŞ Prof. Dr. Mahmut TEZCAN Ankara Üniversitesi E. Öğretim Üyesi Genişletilmiş 3. Baskı Ankara 2018 SANAT SOSYOLOJİSİ GİRİŞ Prof. Dr. Mahmut TEZCAN Tüm Hakları Saklıdır. Bu kitabın

Detaylı

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI SORGULAMA PROGRAMI

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI SORGULAMA PROGRAMI 3-4 Aile bireyleri birbirlerine yardımcı olurlar. Anahtar kavramlar: şekil, işlev, roller, haklar, Aileyi aile yapan unsurlar Aileler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar Aile üyelerinin farklı rolleri

Detaylı

MEDYA EKONOMİSİ VE İŞLETMECİLİĞİ

MEDYA EKONOMİSİ VE İŞLETMECİLİĞİ Medya Ekonomisi Kavram ve Gelişimi Ünite 1 Medya ve İletişim Önlisans Programı MEDYA EKONOMİSİ VE İŞLETMECİLİĞİ Yrd. Doç. Dr. Nurhayat YOLOĞLU 1 Ünite 1 MEDYA EKONOMİSİ KAVRAM VE GELİŞİMİ Yrd. Doç. Dr.

Detaylı

Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı İletişim Bilimleri Doktora Programı Ders İçerikleri

Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı İletişim Bilimleri Doktora Programı Ders İçerikleri Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı İletişim Bilimleri Doktora Programı Ders İçerikleri İLTB 601 İletişim Çalışmalarında Anahtar Kavramlar Derste iletişim çalışmalarına

Detaylı

EĞİTİMİN TOPLUMSAL TEMELLERİ - 1 İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ / FIRAT ÜNİVERSİTESİ / ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ SEFA SEZER / İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ

EĞİTİMİN TOPLUMSAL TEMELLERİ - 1 İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ / FIRAT ÜNİVERSİTESİ / ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ SEFA SEZER / İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ EĞİTİMİN TOPLUMSAL TEMELLERİ - 1 İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ / FIRAT ÜNİVERSİTESİ / ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ SEFA SEZER / İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ Eğitim Sosyolojisinin Tanımı, Amacı ve Diğer Alanlarla İlişkisi Eğitim Sosyolojisinin

Detaylı

Editörler Prof.Dr. Mimar Türkkahraman & Yrd.Doç.Dr.Esra Köten SİYASET SOSYOLOJİSİ

Editörler Prof.Dr. Mimar Türkkahraman & Yrd.Doç.Dr.Esra Köten SİYASET SOSYOLOJİSİ Editörler Prof.Dr. Mimar Türkkahraman & Yrd.Doç.Dr.Esra Köten SİYASET SOSYOLOJİSİ Yazarlar Prof.Dr.Önder Kutlu Doç.Dr. Betül Karagöz Doç.Dr. Fazıl Yozgat Doç.Dr. Mustafa Talas Yrd.Doç.Dr. Bülent Kara Yrd.Doç.Dr.

Detaylı

Sosyoloji. Konular ve Sorunlar

Sosyoloji. Konular ve Sorunlar Sosyoloji Konular ve Sorunlar Ontoloji (Varlık) Felsefe Aksiyoloji (Değer) Epistemoloji (Bilgi) 2 Felsefe Aksiyoloji (Değer) Etik Estetik Hukuk Felsefesi 3 Bilim (Olgular) Deney Gözlem Felsefe Düşünme

Detaylı

1.Yönetim ve Yönetim Bilimi. 2.Planlama. 3.Örgütleme. 4.Yöneltme. 5.Denetim. 6.Klasik Yönetim. 7.Neo-Klasik Yönetim. 8.Sistem ve Durumsallık Yaklaşımı

1.Yönetim ve Yönetim Bilimi. 2.Planlama. 3.Örgütleme. 4.Yöneltme. 5.Denetim. 6.Klasik Yönetim. 7.Neo-Klasik Yönetim. 8.Sistem ve Durumsallık Yaklaşımı 1.Yönetim ve Yönetim Bilimi 2.Planlama 3.Örgütleme 4.Yöneltme 5.Denetim 1 6.Klasik Yönetim 7.Neo-Klasik Yönetim 8.Sistem ve Durumsallık Yaklaşımı 0888 228 22 22 WWW.22KASİMYAYİNLARİ.COM 1 Dersin Adı :

Detaylı

Sosyal Bilimler Enstitüsü. Beden Eğitimi ve Spor (Ph.D) 1. Yarı Yıl

Sosyal Bilimler Enstitüsü. Beden Eğitimi ve Spor (Ph.D) 1. Yarı Yıl Sosyal Bilimler Enstitüsü Beden Eğitimi ve Spor (Ph.D) 1. Yarı Yıl BES601 Spor Bilimlerinde Araştırma Yöntemleri K:(3,0)3 ECTS:10 Spor alanında bilimsel araştırmaların dayanması gereken temelleri, araştırmaların

Detaylı

Öğrenme nedir? Büyüme ve yaşa atfedilmeyecek yaşantılar sonucunda davranış ve tutumlarda meydana gelen nispeten kalıcı etkisi uzun süre

Öğrenme nedir? Büyüme ve yaşa atfedilmeyecek yaşantılar sonucunda davranış ve tutumlarda meydana gelen nispeten kalıcı etkisi uzun süre Öğrenme nedir? Büyüme ve yaşa atfedilmeyecek yaşantılar sonucunda davranış ve tutumlarda meydana gelen nispeten kalıcı etkisi uzun süre değişimlerdir. Öğrenmede değişen ne???? İnsan ve hayvan arasında

Detaylı

İnsanların tek başına yeteneği, gücü, zamanı ve çabası kendi istek ve ihtiyaçlarını karşılama konusunda yetersiz kalmaktadır.

İnsanların tek başına yeteneği, gücü, zamanı ve çabası kendi istek ve ihtiyaçlarını karşılama konusunda yetersiz kalmaktadır. DR.HASAN ERİŞ İnsanların tek başına yeteneği, gücü, zamanı ve çabası kendi istek ve ihtiyaçlarını karşılama konusunda yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle yönetimin temel görevlerinden birisi, örgütü oluşturan

Detaylı

Üçüncü baskıya ön söz Çeviri editörünün ön sözü Teşekkür. 1 Giriş 1

Üçüncü baskıya ön söz Çeviri editörünün ön sözü Teşekkür. 1 Giriş 1 XI İçindekiler Üçüncü baskıya ön söz Çeviri editörünün ön sözü Teşekkür Sayfa vii viii x 1 Giriş 1 Tanımlar: Kültürlerarası psikoloji nedir? 3 Tartışmalı konular 5 Konu 1: İçsel olarak ya da dışsal olarak

Detaylı

Siyaset Sosyolojisi Araştırma Konusu Nedir Siyaset Nedir Siyasi Olan Devlet Nedir Devlet türleri Devletsiz siyaset olur mu

Siyaset Sosyolojisi Araştırma Konusu Nedir Siyaset Nedir Siyasi Olan Devlet Nedir Devlet türleri Devletsiz siyaset olur mu Siyaset Sosyolojisi Araştırma Konusu Nedir Siyaset Nedir Siyasi Olan Devlet Nedir Devlet türleri Devletsiz siyaset olur mu Siyaset Sosyolojisi Genel sosyolojinin bir alt dalı. İktisat, din, aile, suç vb

Detaylı

SOSYAL TABAKALAŞMA SOSYAL TABAKALAŞMA Taylan DÖRTYOL Akdeniz Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesi Pazarlama Bölümü

SOSYAL TABAKALAŞMA SOSYAL TABAKALAŞMA Taylan DÖRTYOL Akdeniz Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesi Pazarlama Bölümü SOSYOLOJİ 9. HAFTA TOPLUMSAL EŞİTSİZLİK SOSYOL TABAKALAŞMA Taylan DÖRTYOL Akdeniz Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesi Pazarlama Bölümü 10 Nisan 1912.. Titanic Faciası na sosyal bakış.. Dönemin cinsiyet

Detaylı

philia (sevgi) + sophia (bilgelik) Philosophia, bilgelik sevgisi Felsefe, bilgiyi ve hakikati arama işi

philia (sevgi) + sophia (bilgelik) Philosophia, bilgelik sevgisi Felsefe, bilgiyi ve hakikati arama işi FELSEFE NEDİR? philia (sevgi) + sophia (bilgelik) Philosophia, bilgelik sevgisi Felsefe, bilgiyi ve hakikati arama işi Felsefe değil, felsefe yapmak öğrenilir KANT Felsefe, insanın kendisi, yaşamı, içinde

Detaylı

YÖNETİMDE SİSTEM YAKLAŞIMI

YÖNETİMDE SİSTEM YAKLAŞIMI YÖNETİMDE SİSTEM YAKLAŞIMI Sistem yaklaşımı veya sistem analizi diye adlandırılan bu yaklaşım biyolog olan Ludwig Van Bertalanffy tarafından ortaya atılan ve modern yönetim teorisinin felsefe temelini

Detaylı

T.C. DÜZCE ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü. Eğitim Programları ve Öğretimi Tezsiz Yüksek Lisans Programı Öğretim Planı.

T.C. DÜZCE ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü. Eğitim Programları ve Öğretimi Tezsiz Yüksek Lisans Programı Öğretim Planı. Ders T.C. DÜZCE ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Programları ve Öğretimi Tezsiz Yüksek Lisans Programı Öğretim Planı Tablo 1. ve Kredi Sayıları I. Yarıyıl Ders EPO535 Eğitimde Araştırma Yöntemleri

Detaylı

SOSYAL BİLGİLER DERSİ (4.5.6.7 SINIFLAR) ÖĞRETİM PROGRAMI ÖMER MURAT PAMUK REHBER ÖĞRETMEN REHBER ÖĞRETMEN

SOSYAL BİLGİLER DERSİ (4.5.6.7 SINIFLAR) ÖĞRETİM PROGRAMI ÖMER MURAT PAMUK REHBER ÖĞRETMEN REHBER ÖĞRETMEN SOSYAL BİLGİLER DERSİ (4.5.6.7 SINIFLAR) ÖĞRETİM PROGRAMI 1 DERS AKIŞI 1.ÜNİTE: SOSYAL BİLGİLER ÖĞRETİM PROGRAMININ GENEL YAPISI, ARADİSİPLİN, TEMATİK YAKLAŞIM 2. ÜNİTE: ÖĞRENME ALANLARI 3. ÜNİTE: BECERİLER

Detaylı

2. Hafta: Klasik Sosyolojide Endüstri Toplumu Düşüncesi

2. Hafta: Klasik Sosyolojide Endüstri Toplumu Düşüncesi 2. Hafta: Klasik Sosyolojide Endüstri Toplumu Düşüncesi http://senolbasturk.weebly.com Bu bir dinleyici notudur ve lütfen ders notu olarak değerlendirmeyiniz. Bu slaytlar, ilgili ders kitabındaki 16-20

Detaylı

ÖZGEÇMİŞ VE ESERLER LİSTESİ

ÖZGEÇMİŞ VE ESERLER LİSTESİ ÖZGEÇMİŞ VE ESERLER LİSTESİ Adı Soyadı: Kürşat Haldun AKALIN Öğrenim Durumu: Derece Bölüm/Program Üniversite Yıl Lisans Yüksek Lisans Doktora İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Bölümü İktisat

Detaylı

T.C. ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTİSÜ SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI

T.C. ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTİSÜ SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI T.C. ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTİSÜ SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS DERS PROGRAMI VE DERS İÇERİKLERİ Zorunlu Dersler I. Dönem SOS 501 Sosyal Bilimlerde Metodoloji 3 0 3 8 SOS

Detaylı

GÜMÜŞHANE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Felsefe Bölümü DERS İÇERİKLERİ

GÜMÜŞHANE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Felsefe Bölümü DERS İÇERİKLERİ GÜMÜŞHANE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Felsefe Bölümü DERS İÇERİKLERİ I.SINIF I.YARIYIL FL 101 FELSEFEYE GİRİŞ I Etik, varlık, insan, sanat, bilgi ve değer gibi felsefenin başlıca alanlarının incelenmesi

Detaylı

Eğitim Tarihi. Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi

Eğitim Tarihi. Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi Eğitim Tarihi Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi Türk ve Batı Eğitiminin Tarihi Temelleri a-antik Doğu Medeniyetlerinde Eğitim (Mısır, Çin, Hint) b-antik Batıda Eğitim (Yunan, Roma)

Detaylı

REHBERLİK VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK BÖLÜMÜ

REHBERLİK VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK BÖLÜMÜ REHBERLİK VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK BÖLÜMÜ Psikoloji RPD 101 Not I Uz. Gizem ÖNERİ UZUN Psikoloji *Psikoloji, pscyhe (ruh) ve logy (bilim) kelimelerinin birleşiminden meydana gelmektedir. *Psikoloji, hayvan

Detaylı

KURAM VE ARAŞTIRMA. NEUMAN (2000), CHP-3 Theory and Research

KURAM VE ARAŞTIRMA. NEUMAN (2000), CHP-3 Theory and Research KURAM VE ARAŞTIRMA NEUMAN (2000), CHP-3 Theory and Research NEDEN? KURAM (TEORİ) NASIL? Hemen her araştırma bir kuram ile ilişkilidir. Kuramı nasıl kullanmalı? SOSYAL KURAM İDEOLOJİ İKİSİ DE olguları açıklar;

Detaylı

Üretimde iş bölümünün ortaya çıkması, üretilen ürün miktarının artmasına neden olmuştur.

Üretimde iş bölümünün ortaya çıkması, üretilen ürün miktarının artmasına neden olmuştur. Fabrika Sistemi Üretimde işbölümünün ortaya çıkması sonucunda, üretim parçalara ayrılmış, üretim sürecinin farklı aşamalarında farklı zanaatkarların (işçilerin) yer almaları, üretimde aletlerin yerine

Detaylı

Öğretmenlik Meslek Etiği. Sunu-2

Öğretmenlik Meslek Etiği. Sunu-2 Öğretmenlik Meslek Etiği Sunu-2 Tanım: Etik Etik; İnsanların kurduğu bireysel ve toplumsal ilişkilerin temelini oluşturan değerleri, normları, kuralları, doğru-yanlış ya da iyi-kötü gibi ahlaksal açıdan

Detaylı

DERS ÖĞRETİM PLANI TÜRKÇE. 1 Dersin Adı: Kurumlar Sosyolojisi. 2 Dersin Kodu: SSY 2001. 3 Dersin Türü: Zorunlu. 4 Dersin Seviyesi: Lisans

DERS ÖĞRETİM PLANI TÜRKÇE. 1 Dersin Adı: Kurumlar Sosyolojisi. 2 Dersin Kodu: SSY 2001. 3 Dersin Türü: Zorunlu. 4 Dersin Seviyesi: Lisans DERS ÖĞRETİM PLANI TÜRKÇE 1 Dersin Adı: Kurumlar Sosyolojisi 2 Dersin Kodu: SSY 2001 3 Dersin Türü: Zorunlu 4 Dersin Seviyesi: Lisans 5 Dersin Verildiği Yıl: 2 6 Dersin Verildiği Yarıyıl: Güz/III.Yarıyıl

Detaylı

İÇİNDEKİLER. Gelişim Kuramları 22 Eylem Kuramı ve Toplumsal Yapılandırmacılık 28

İÇİNDEKİLER. Gelişim Kuramları 22 Eylem Kuramı ve Toplumsal Yapılandırmacılık 28 İÇİNDEKİLER Önsöz/ Ahmet Yıldız 5 Giriş 11 Psikoloji kökenli modeller 15 Davranışçılık 15 Bilişselcilik 17 Bilişsel Yapılandırmacılık 20 Gelişim Kuramları 22 Eylem Kuramı ve Toplumsal Yapılandırmacılık

Detaylı

Sosyal Psikoloji GİRİŞ

Sosyal Psikoloji GİRİŞ Sosyal Psikoloji Prof. Dr. Turgut Göksu GİRİŞ Turgut Göksu 1 İki farklı bakış ve iki farklı tanım SOSYAL PSİKOLOJİ sosyolojik sosyal psikoloji 1908 Amerikalı ROSS Social Psychology psikolojik sosyal psikoloji

Detaylı

ÖRGÜTSEL DAVRANIŞA GİRİŞ İLK DERS

ÖRGÜTSEL DAVRANIŞA GİRİŞ İLK DERS ÖRGÜTSEL DAVRANIŞA GİRİŞ İLK DERS GIRIŞ Örgüt, birey yaşantısının önemli kısmının geçtiği yerdir. Bireyler yaşamları boyunca sayısız örgütte çeşitli statülere ve buna bağlı olarak rollere sahip olur. Tiyatronun

Detaylı

Tasarım Psikolojisi (GRT 312) Ders Detayları

Tasarım Psikolojisi (GRT 312) Ders Detayları Tasarım Psikolojisi (GRT 312) Ders Detayları Ders Adı Ders Kodu Dönemi Ders Saati Uygulama Saati Laboratuar Saati Kredi AKTS Tasarım Psikolojisi GRT 312 Bahar 2 0 0 2 3 Ön Koşul Ders(ler)i Dersin Dili

Detaylı

ENDÜSTRİYEL VE POST-ENDÜSTRİYEL DÖNÜŞÜM

ENDÜSTRİYEL VE POST-ENDÜSTRİYEL DÖNÜŞÜM ENDÜSTRİYEL VE POST-ENDÜSTRİYEL DÖNÜŞÜM Bilgi, Ekonomi ve Kültür Prof. Dr. Veysel BOZKURT İstanbul Üniversitesi EKİN 2012 ÖNSÖZ ii Endüstriyel dönüşümün toplumsal sonuçlarını en iyi anlatan yazarlardan

Detaylı

MİTOLOJİ İLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR

MİTOLOJİ İLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR MİTOLOJİ İLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR Mit, Mitoloji, Ritüel DR. SÜHEYLA SARITAŞ 1 Kelime olarak Mit Yunanca myth, epos, logos Osmanlı Türkçesi esâtir, ustûre Türkiye Türkçesi: söylence DR. SÜHEYLA SARITAŞ

Detaylı

KAMU YÖNETİMİ Kamu Yönetimi Disiplininin Gelişmesinde Rol Oynayan Kuramsal Yönler Üzerine Bir Giriş. Beta. Prof. Dr. Bekir PARLAK

KAMU YÖNETİMİ Kamu Yönetimi Disiplininin Gelişmesinde Rol Oynayan Kuramsal Yönler Üzerine Bir Giriş. Beta. Prof. Dr. Bekir PARLAK İçindekiler i Prof. Dr. Bekir PARLAK Uludağ Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kadir Caner DOĞAN Gümüşhane Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi

Detaylı

28.04.2014 SİSTEM. Sosyal Sistem Olarak Sınıf. Okulun Sosyal Sistem Özellikleri. Yrd. Doç. Dr. Çetin ERDOĞAN cerdogan@yildiz.edu.

28.04.2014 SİSTEM. Sosyal Sistem Olarak Sınıf. Okulun Sosyal Sistem Özellikleri. Yrd. Doç. Dr. Çetin ERDOĞAN cerdogan@yildiz.edu. SİSTEM SOSYAL BİR SİSTEM OLARAK SINIF Sınıfta Kültür ve İklim Yrd. Doç. Dr. Çetin ERDOĞAN cerdogan@yildiz.edu.tr Sistem: Aralarında anlamlı ilişkiler bulunan, bir amaç doğrultusunda bir araya getirilen

Detaylı

11/26/2010 BİLİM TARİHİ. Giriş. Giriş. Giriş. Giriş. Bilim Tarihi Dersinin Bileşenleri. Bilim nedir? Ve Bilim tarihini öğrenmek neden önemlidir?

11/26/2010 BİLİM TARİHİ. Giriş. Giriş. Giriş. Giriş. Bilim Tarihi Dersinin Bileşenleri. Bilim nedir? Ve Bilim tarihini öğrenmek neden önemlidir? Bilim Tarihi Dersinin Bileşenleri BİLİM TARİHİ Yrd. Doç. Dr. Suat ÇELİK Bilim nedir? Ve Bilim tarihini öğrenmek neden önemlidir? Bilim tarihi hangi bileşenlerden oluşmaktadır. Ders nasıl işlenecek? Günümüzde

Detaylı

G İ R İ Ş. SBÖ115 SOS. PSİ. - Prof.Dr. H. HARLAK

G İ R İ Ş. SBÖ115 SOS. PSİ. - Prof.Dr. H. HARLAK G İ R İ Ş 1 İnsanın duygu düşünce ve davranışları başka insanlardan nasıl etkilenir, onları nasıl etkiler? İnsanlar birbirlerini nasıl algılar? İnsanlar birbirlerine karşı niçin dostluk veya düşmanlık

Detaylı

DERS PROFİLİ. Diplomasi Tarih I POLS 205 Güz

DERS PROFİLİ. Diplomasi Tarih I POLS 205 Güz DERS PROFİLİ Dersin Adı Kodu Yarıyıl Dönem Kuram+PÇ+Lab (saat/hafta) Kredi AKTS Diplomasi Tarih I POLS 205 Güz 3 3+0+0 3 6 Ön Koşul Yok Dersin Dili Ders Tipi Dersin Okutmanı Dersin Asistanı Dersin Amaçları

Detaylı

İ Ç E R İ K. M i s y o n & V i z y o n S o s y o l o j i B ö l ü m l e r i n i n Ö n e m i N e d e n S o s y o l o j i B ö l ü m ü?

İ Ç E R İ K. M i s y o n & V i z y o n S o s y o l o j i B ö l ü m l e r i n i n Ö n e m i N e d e n S o s y o l o j i B ö l ü m ü? A D I Y A M A N Ü N İ V E R S İ T E S İ F E N E D E B İ Y A T F A K Ü L T E Sİ S O S Y O L O J İ B Ö L Ü M Ü T A N I T I M K İ T A P Ç I Ğ I 2018-2019 İ Ç E R İ K B ö l ü m ü m ü z M i s y o n & V i z

Detaylı

Din Sosyolojisi El Kitabı

Din Sosyolojisi El Kitabı Din Sosyolojisi El Kitabı Genel Editör ve Proje Yürütücüsü Prof. Dr. Eyüp Baş Editörler Niyazi Akyüz - İhsan Çapcıoğlu Yazarlar Abdurrahman Kurt Ali Akdoğan Ali Albayrak Ali Coşkun Bünyamin Solmaz Celaleddin

Detaylı

DERS BİLGİLERİ. Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat Kredi AKTS. Çin Halk Cumhuriyeti nde Toplum ve Siyaset PSIR 452 7-8 3 + 0 3 6. Ön Koşul Dersleri -

DERS BİLGİLERİ. Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat Kredi AKTS. Çin Halk Cumhuriyeti nde Toplum ve Siyaset PSIR 452 7-8 3 + 0 3 6. Ön Koşul Dersleri - DERS BİLGİLERİ Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat Kredi AKTS Çin Halk Cumhuriyeti nde Toplum ve Siyaset PSIR 452 7-8 3 + 0 3 6 Ön Koşul Dersleri - Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü İngilizce Lisans Seçmeli

Detaylı

CAL 2301 SOSYAL DÜŞÜNCELER TARİHİ. 8. Hafta: İşlevselcilik (Fonksiyonalizm)

CAL 2301 SOSYAL DÜŞÜNCELER TARİHİ. 8. Hafta: İşlevselcilik (Fonksiyonalizm) CAL 2301 SOSYAL DÜŞÜNCELER TARİHİ 8. Hafta: İşlevselcilik (Fonksiyonalizm) UYARI Bu bir dinleyici notudur ve lütfen ders notu olarak değerlendirmeyiniz. Bu slaytlar ilgili ders kitabındaki, 241 271 arası

Detaylı

Siyaset Psikolojisi (KAM 318) Ders Detayları

Siyaset Psikolojisi (KAM 318) Ders Detayları Siyaset Psikolojisi (KAM 318) Ders Detayları Ders Adı Ders Kodu Dönemi Ders Saati Uygulama Saati Laboratuar Saati Kredi AKTS Siyaset Psikolojisi KAM 318 Her İkisi 3 0 0 3 6 Ön Koşul Ders(ler)i Dersin Dili

Detaylı

25.03.2010. Açık Sistem Öğeleri

25.03.2010. Açık Sistem Öğeleri Eğitim insanların mükemmelleştirilmesidir (Kant). İyi yaşama imkanı sunan etkinliklerin tümüdür (Spencer). Fizik ik ve sosyal faktörlarin insan üzerinde meydana getirdiği tesirlerdir (Durkheim). Bireyin

Detaylı

DAVRANIŞ BİLİMLERİ TIPSAL PSİKOLOJİYE GİRİŞ. Doç. Dr. Lü)ullah Beşiroğlu

DAVRANIŞ BİLİMLERİ TIPSAL PSİKOLOJİYE GİRİŞ. Doç. Dr. Lü)ullah Beşiroğlu DAVRANIŞ BİLİMLERİ TIPSAL PSİKOLOJİYE GİRİŞ Doç. Dr. Lü)ullah Beşiroğlu DAVRANIŞ (Behavior): Organizmanın doğrudan veya dolaylı olarak gözlenebilen tüm etkinlikleridir. Duygular, tutumlar, zihinsel süreçler

Detaylı

1. SINIF - 1. SORGULAMA ÜNİTESİ VELİ BİLGİLENDİRME FORMU Öğretim Yılı

1. SINIF - 1. SORGULAMA ÜNİTESİ VELİ BİLGİLENDİRME FORMU Öğretim Yılı 1. SINIF - 1. SORGULAMA ÜNİTESİ VELİ BİLGİLENDİRME FORMU 2017-2018 Öğretim Yılı DİSİPLİNLERÜSTÜ TEMA Bireyin kendi doğasını sorgulaması, inançlar ve değerler, kişisel, fiziksel, zihinsel, sosyal ve ruhsal

Detaylı

I. YARIYIL Psikolojiye Giriş Fizyolojik Psikoloji Türkçe I: Yazılı Anlatım Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi I Yabancı Dil I Bilgisayar I

I. YARIYIL Psikolojiye Giriş Fizyolojik Psikoloji Türkçe I: Yazılı Anlatım Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi I Yabancı Dil I Bilgisayar I I. YARIYIL Psikolojiye Giriş Psikolojinin tanımı, psikoloji tarihi, psikolojinin alanları (sosyal psikoloji, klinik psikoloji, eğitim psikolojisi vs.), psikoloji kuramları (davranışcı kuramlar, bilişsel

Detaylı

T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ MÜFREDAT FORMU Ders İzlencesi

T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ MÜFREDAT FORMU Ders İzlencesi T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ MÜFREDAT FORMU Ders İzlencesi Sayı : Tarih : 1.1.216 Diploma Program Adı : SOSYOLOJİ, LİSANS PROGRAMI, (AÇIKÖĞRETİM) Akademik Yıl : 21-216 Yarıyıl

Detaylı

DERS BİLGİLERİ. Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat Kredi AKTS. Jeopolitik POLS

DERS BİLGİLERİ. Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat Kredi AKTS. Jeopolitik POLS DERS BİLGİLERİ Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat Kredi AKTS Jeopolitik POLS 411 7-8 3 + 0 3 5 Ön Koşul Dersleri - Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü İngilizce Lisans Seçmeli Dersin Koordinatörü Dersi Verenler

Detaylı

Karl Heinrich MARX Doç. Dr. Yasemin Esen

Karl Heinrich MARX Doç. Dr. Yasemin Esen Karl Heinrich MARX 1818-1883 Eserleri Kutsal Aile (1845) Felsefenin Sefaleti (1847) Komünist Manifesto (1848) Fransa'da Sınıf Kavgaları (1850) Ekonominin Eleştirisi (1859) Kapital (Das Kapital-1867-1894).

Detaylı

1.Estetik Bakış, Sanat ve Görsel Sanatlar. 2.Sanat ve Teknoloji. 3.Fotoğraf, Gerçeklik ve Gerçeğin Temsili. 4.Görsel Algı ve Görsel Estetik Öğeler

1.Estetik Bakış, Sanat ve Görsel Sanatlar. 2.Sanat ve Teknoloji. 3.Fotoğraf, Gerçeklik ve Gerçeğin Temsili. 4.Görsel Algı ve Görsel Estetik Öğeler 1.Estetik Bakış, Sanat ve Görsel Sanatlar 2.Sanat ve Teknoloji 3.Fotoğraf, Gerçeklik ve Gerçeğin Temsili 4.Görsel Algı ve Görsel Estetik Öğeler 5.Işık ve Renk 6.Yüzey ve Kompozisyon 1 7.Görüntü Boyutu

Detaylı

DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN GELİŞİMİ VE TANIMI DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN UYGULAMA ALANI EĞİTİM KURUMLARINDA DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN YERİ VE ÖNEMİ

DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN GELİŞİMİ VE TANIMI DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN UYGULAMA ALANI EĞİTİM KURUMLARINDA DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN YERİ VE ÖNEMİ BÖLÜM 1 İÇERİK DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN GELİŞİMİ VE TANIMI DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN UYGULAMA ALANI EĞİTİM KURUMLARINDA DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN YERİ VE ÖNEMİ DAVRANIŞ BİLİMLERİNİ OLUŞTURAN BİLİMLER DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN

Detaylı

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS FELSEFEYE GİRİŞ DKB

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS FELSEFEYE GİRİŞ DKB DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS FELSEFEYE GİRİŞ DKB211 3 2+0 2 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü Türkçe Lisans Yüz Yüze / Zorunlu Dersin Koordinatörü

Detaylı

ULUSLARARASI ÖRGÜTLER

ULUSLARARASI ÖRGÜTLER DİKKATİNİZE: BURADA SADECE ÖZETİN İLK ÜNİTESİ SİZE ÖRNEK OLARAK GÖSTERİLMİŞTİR. ÖZETİN TAMAMININ KAÇ SAYFA OLDUĞUNU ÜNİTELERİ İÇİNDEKİLER BÖLÜMÜNDEN GÖREBİLİRSİNİZ. ULUSLARARASI ÖRGÜTLER KISA ÖZET KOLAYAOF

Detaylı

AVRASYA ÜNİVERSİTESİ

AVRASYA ÜNİVERSİTESİ Ders Tanıtım Formu Dersin Adı Öğretim Dili Sosyal Psikoloji-II Türkçe Dersin Verildiği Düzey Ön Lisans () Lisans (X) Yüksek Lisans ( ) Doktora ( ) Eğitim Öğretim Sistemi Örgün Öğretim (X) Uzaktan Öğretim(

Detaylı