Lawrence Block Matthew Scudder Polisiyeleri:



Benzer belgeler
Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)


"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

Şef Makbul Ev Yemekleri'nin sahibi Pelin Tüzün Quality of magazine'e konuk oldu

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

Pirinç. Erkan. Pirinç (Garson taklidi yaparak) Sütlükahve söyleyen siz değil miydiniz? Erkan

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç

Kızla İlk Buluşmada Nasıl Sohbet Edilir? Hızlı Bağ Kurma Teknikleri

MERAKLI KİTAPLAR. Alfabe

Yüreğimize Dokunan Şarkılar

ANOREKTAL MALFORMASYON DERNEĞİ

kanaryamın öyküsü Ayla Çınaroğlu Resimler: Yaprak Berkkan

TOPLANTI BİLGİLERİ MUTLU GÜNLERİMİZ KONUKLARIMIZ

de hazır değilken yatağıma gelirdi. O sabah çarşafların öyle uyandırmıştı; onları suratıma atarak. Kız kardeşim makas kullanmayı yeni öğrendi ve bunu

Bilgi güçtür. Sevdiğiniz kişiyi dinleyin ve kendinizi eğitin.

TATÍLDE. Biz, Ísveç`in Stockholm kentinde oturuyoruz. Yılın bir ayını Türkiye`de izin yaparak geçiririz.

> > ADAM - Yalnız... Şeyi anlamadım : ADAMIN ismi Ahmet değil ama biz şimdilik

FK IX OFFER BENLİK İMAJ ENVANTERİ

Bahar Ateşi Evet! Hayır! Belki? Ne? Merhaba.

UYGULAMA 1 1. Aşama Şimdi bir öykü okuyacağım, bakalım bu öykü neler anlatıyor?

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

Bir gün Pepe yi görmeye gittim ve ona : Anlayamıyorum her zaman bu kadar pozitif olmak mümkün değil, Bunu nasıl yapıyorsun? diye sordum.

Kalbinize İyi Bakmak. Kalp Damar Hastalıklarından Korunmada Etkili Yöntemler Fikret Mert Acar SMMMO Bodrum

Anne Ben Yapabilirim Resimleyen: Reha Barış

YOL AYRIMI SENARYO ALĐ CEYLAN

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır.

9. Sigarayı bırakma zamanı

23 Yılllık Yazılım Sektöründen Yat Kaptanlığına

BÖLÜM 1. İLETİŞİM, ANLAMA VE DEĞERLENDİRME (30 puan) Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. MUTLULUK HİKAYESİ

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

ISBN :

Bu kitabın sahibi:...

ÇOCUKLAR İÇİN OYUN TERAPİSİ BİLGİLENDİRİCİ EL KİTABI. Oyun Terapisi Nedir? Oyun Terapisti Kimdir?

Edwina Howard. Çeviri Elif Dinçer

SORU-- Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Anneye En Güzel Hediye Olarak Ne Alınması Gerekir?

Müşteri: Üç gece için rezervasyon yaptırmak istiyorum. Tek kişilik bir oda.

Giovanni dışında bütün örenciler çok çalışıyor. O hiç çalışmıyor ama sınıfın en başarılı öğrencisi. Çok iyi Türkçe konuşuyor.

Yönetici tarafından yazıldı Pazartesi, 24 Ağustos :42 - Son Güncelleme Çarşamba, 26 Ağustos :20

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý.

CEBİNİZ BIRAKIN DİYOR SMS TÜRKİYE PHASE ONE COMMUNITY-BASED QUESTIONNAIRE: SURVEY TURKISH VERSION

KOKULU, KIRIK BİR GERÇEĞİN KIYISINDA. ölüler genelde alışık değiliz korkulmamaya, unutulmamaya... (Özgün s.67)

Budist Leyko dan Müslüman Leyla ya

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

yeni kelimeler otuzsekizinci ders oluyor gezi genellikle hoş geldin mevsim hoş bulduk ilkbahar gecikti ilkbahar mevsiminde geciktiniz kış mevsiminde

Lütfen her maddeyi dikkatlice okuyun. Soruları boş bırakmayın, kendinizi en yakın hissettiğiniz tek bir şıkkı işaretleyin. Ortaokulu bitirmiş

Gülmüştü çocuk: Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu!


Herkese Bangkok tan merhabalar,

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Betül Tarıman. Öykü GÖKYÜZÜ PRENSİ PO İLE KÜÇÜK KIZ. 2. basım. Resimleyen: Uğur Altun

UFACIK TEFECİK KURBAĞACIK

KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU

Söyle, üzmesinler onu. Ele güne muhtaç olmasın. Hâlâ sigara. Çünkü gücüm var biraz daha.

Orhan benim için şarkı yazardı


Bir akşam vakti, kasabanın birine bir atlı geldi. Kimdir bu yabancı diye merak eden kasabalılar, çoluk çocuk, alana koştular. Adam, yanında atı,

Kari m ve eşi Kelly alti sonra çocuk sahi bi olmak i sti yor

Bir Şizofrenin Kendisine Sorulan Sorulara Verdiği 13 Rahatsız Edici Cevap

Benimle Evlenir misin?

Yeşilcan la. Temiz Hava. İlkokul

TEK TEK TEKERLEME. Havada bulut Sen bunu unut

(22 Aralık 2012, Cumartesi) GRUP A Türkçe Ortak Sınavı Lise Hazırlık Sınıfı

GÜZELLER GÜZELİ BAYAN COONEY

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

ilkokul Yeşilcan la Temiz Hava

BÖCEK ORKESTRASININ MUHTEŞEM SINIFI

I. Metni okuyunuz ve soruları cevaplayınız. ÖNEMLİ BİR DERS

Yeşaya Geleceği Görüyor

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

ANKET SONUÇLARI. Anket -1 Lise Öğrencileri anketi.

Cümle içinde isimlerin yerini tutan, onları hatırlatan sözcüklere zamir (adıl) denir.

* Balede, ayak parmakları ucunda dans etmek. [Ç.N.] ** Balede, ayaklarını birbirine vurarak zıplamak; antrşa şeklinde okunur. [Ç.N.

Yayınevi Sertifika No: Yayın No: 220 HALİM SELİM İLE 40 HADİS

LanguageCert AÜ TÖMER B2 TürkYet (Konuşma) Örnek Sınav 1

Hafta Sonu Ev Çalışması HAYAL VE GERÇEK

YÜKSEL ÖZDEMİR. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

MATBAACILIK OYUNCAĞI

Bilinen hikayedir. Adamın biri, akıl hastanesinin parmaklıklarına yaklaşmış. İçeride gördüğü deliye:

TV LERDEKİ PROGRAMLARA ÇIKANLAR KURAN OKUMASINI BİLMİYOR

LanguageCert AÜ TÖMER B1 TürkYet (Konuşma) Örnek Sınav 1

ΤΠΟΤΡΓΔΙΟ ΠΑΙΓΔΙΑ ΚΑΙ ΠΟΛΙΣΙΜΟΤ ΙΓΡΤΜΑ ΓΙΑΥΔΙΡΙΗ ΑΠΟΓΔΤΜΑΣΙΝΩΝ ΚΑΙ ΒΡΑΓΙΝΩΝ ΔΠΙΜΟΡΦΩΣΙΚΩΝ ΠΡΟΓΡΑΜΜΑΣΩΝ ΚΡΑΣΙΚΑ ΙΝΣΙΣΟΤΣΑ ΔΠΙΜΟΡΦΩΗ

Yapı Kredi Yayınları -???? Doğan Kardeş - 911

Okuyarak kelime öğrenmenin Yol Haritası

Jiggy kahramanımızın asıl adı değil, lakabıdır. Ve kıpır kıpır, yerinde duramayan anlamına gelmektedir.

ORTA HAZIRLIK TÜRKÇE ORTAK SINAVI Açıklamalar GRADE. (20 Aralık 2015, Pazar)

TEMA: OKULUMUZU TANIYALIM KONU: OKULUMUZ TARİH: 01 EYLÜL / 30 EYLÜL YAŞAYAN DEĞERLER: SEVGİ

ÇiKOLATAYI KiM YiYECEK

0523 Küçük Sardırdım Kağıt Üzerine Mürekkep Küçük - Dilimi Aldılar İçimde Kaldı Kağıt Üzerine Mürekkep

5.SINIF TÜRKÇE (GENEL DEĞERLENDİRME TESTİ) almıştır?

Akın Uyar. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

Cumhuriyet Halk Partisi

.com. Faydalı Olması Dileklerimizle... Emrah&Elvan PEKŞEN

TARSUS DA BİR GÜN...BELKİ DE İKİ... Adanalılar...Mersinliler...Gaziantep, Hatay ve Osmaniyeliler...Türkiye nin gezmeyi sever insanları...

Günler süren yağmurdan sonra bulutlar kayboldu. Güneş, ışıl ışıl yüzünü gösterdi. Yıkanan doğanın renklerine canlılık gelmişti. Ağaçlardan birinin

SIFATLAR. 1.NİTELEME SIFATLARI:Varlıkların durumunu, biçimini, özelliklerini, renklerini belirten sözcüklerdir.

TURK101 ÇALIŞMA 6 ZEYNEP OLGUN MAKİNENİN ARKASI

Risk Altında ve Korunması Gereken Çocuklar Uluslararası Sempozyumu Nisan 2011-Ankara

Çocuklar için Kutsal Kitap. sunar. Akıllı Kral Süleyman

Transkript:

Lawrence Block Matthew Scudder Polisiyeleri: Babaların Günahları Cinayet ve Yaratma Zamanı Ölümün Ortasında Buzkıracağı Cinayetleri Ölmenin Sekiz Milyon Yolu Kutsal Bar Kapandığında Bıçak Sırtı Tahtalıköye Bir Bilet Mezbahada Dans Mezartaşlan Arasında Gezinti Şeytan Biliyor ki Ölüsün Bir Dizi Ölü Adam Hazırlanan En Kötüler Bile Bernie Rhodenbarr polisiyeleri: Umduğunu Değil Bulduğunu Yiyen Hırsız Dolaptaki Hırsız Kipling'den Alıntı Yapmayı Seven Hırsız Spinoza Felsefesi Öğrenen Hırsız Mondrian Gibi Resim Yapan Hırsız Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız Kendini Humphrey Bogart Sanan Hırsız Kütüphanedeki Hırsız "Gönülçelen" Hırsız "BİR MATTHEW SCUDDER POLİSİYESİ" BİR DİZİ ÖLÜ ADAM Lawrence Block İngilizce aslından çeviren Şen Süer Kaya MACERAPEREST KİTAPLAR Polisiye Bir Dizi Ölü Adam-A Long Lime of Dead Men / Lawrence Block İngilizce aslından çeviren: Şen Süer Kaya Lawrence Block, 1994 Oğlak Yayıncılık ve Reklamcılık Ltd. Şti., 2000 Baror International, Inc., Armonk, New York, U.S.A. aracılığıyla yazar sözleşmesi yapılmıştır. Bu yapıtın bütün hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntıların dışında yayımcının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. Kitap ve genel tasarım: Serdar Benli Kapak tasarımı: Ulaş Eryavuz Dizgi düzeni: Goudy 10/12 pt. Ofset hazırlık: Oğlak Yayınları Baskı: Oğlak Baskı Hizmetleri Tel: (0-212) 612 73 05 Birinci baskı: Nisan, 2000 ISBN 975-329-189-2

"Maceraperest Kitaplar" bir Oğlak Yayıncılık ve Reklamcılık Ltd. Şti. ürünüdür. Oğlak Yayınlan Genel Yönetim: Senay Haznedaroğlu Yayın Yönetmeni: Raşit Çavaş Zambak Sokak 29, Oğlak Binası, 80080 Beyoğlu/İstanbul Tel: (0-212) 251 71 08-09, Faks: (0-212) 293 65 50 e-posta: oglak@oglak.com www.oglak.com Bu Jerrold Mundis için. Aynı zamanda Phil Brothman, Jerry Çarp, Jerry Carrel, Joel Daniels,Eddie, Fischman, Paul Gandel, Steve Greenberg, Mel Hurwitz, Symmie Jacobson, Artie Judelsohn, Don Kohnstamm, Bruce Kramer, Dave Krantz, Lew Lansky, Dick Lederman, Dave Leff, ve Dave Stiller için ve Rett Goldberg ile Mike Woldman'ın anılarına. Eskiden sağlıklı ve şen olan ben Kurtulamıyorum ah, illetlerden, Kuvvetten düşüyorum günden güne: Ölüm korkusu doluyor içime. Önemsemek yanlış zevki sevinci, Bu yalan dünya yalnızca geçici, Beden zayıf; kurnaz o Şeytan ise: Ölüm korkusu doluyor içime. Hep değişiyor durumu insanın, Bugün bir şeyi yokken, hasta yarın, Gülerken, birden ecel eşiğinde: Ölüm korkusu doluyor içime. Güven yok hiçbir şeye bu hayatta, Nasıl sallanırsa dallar rüzgârda, Sallanıyor bu boş dünya da öyle: Ölüm korkusu doluyor içime. Bir bir kalkıp ölüme gidiyorlar, Bütün o koca prensler, beyler, krallar, Gidiyor yoksulu da, zengini de: Ölüm korkusu doluyor içime. Lordların saltanatına bakmıyor, Kâtiplerin zekâsını takmıyor, Kaçamıyor pençesinden hiç kimse: Ölüm korkusu doluyor içime. Aldığına göre kardeşlerimi, Bağışlamayacaktır bir tek beni, Sıra sonunda bana geldi işte: Ölüm korkusu doluyor içime. WİLLlAM DUNBAR Lament for the Makers

Bakın şu cenazeye gelenlere, Nasıl da ikiyüzlü hepsi! Ölüm gibisi var mı, çocuklar? Burun çekip durmayı bırakalım, Ağlayıp haykıralım bir ağızdan Ve unutmayın hiç: Ne kadar çok yaşarsa O kadar tez ölür insan! BİR İRLANDA NİNNİSİ Çeviriler: Şavkar Altınel. Her zamanki cömertliği için teşekkür ederiz. 1 Yaşlı adam ayağa kalkarak kaşığını su bardağının alt kısmına vurduğu sırada saat dokuz civarında olmalıydı. Adamın çevresindeki konuşmalar dindi. Tam bir sessizlik olana kadar bekledi, sonra gözlerini odada dolaştırmak için uzun bir dakika daha bekledi. Vurduğu bardaktan küçük bir yudum su içti, bardağı önündeki masaya koydu ve avuç içleri masanın üzerinde olacak biçimde ellerini bardağın iki yanına yerleştirdi. One doğru eğilmiş zayıf vücudu, ince sivri burnu, geriye taranmış beyaz saçları, kalın gözlük camlarının kocaman gösterdiği soluk mavi gözleriyle dururken Lewis Hildebrand'ın aklında bir Viking gemisinin burnuna oyulmuş bir biçim olarak kaldı. Yıllar boyu ufku tarayan, millerce ötesini görebilen, büyük, idealize bir kuş. Yaşlı adam, "Baylar" dedi, "Dostlar." Durup odadaki dört masayı tekrar gözleriyle taradı: "Kardeşlerim." Söylediklerinin yankılanmasını bekledi, sonra ağır havayı hızlı bir gülümsemeyle yumuşattı. "Ama nasıl kardeş olabiliriz? Siz yirmi iki ile otuz üç yaşları arasındasmız, ben ise seksen beş yaşıma merdiven dayadım. Buradaki en büyüğünüzün büyükbabası olabilirim. Ama bu gece yıllara, yüzyıllara uzanan bir şeyin parçası olarak buraya katıldınız. Gerçekten de bu odadan kardeş olarak ayrılacağız." Bir yudum su içmek için konuşmasına ara verdi mi? Varsayalım ki verdi. Sonra ceketinin cebine uzanarak bir kâğıt parçası çıkardı. "Size bir şey okuyacağım" dedi. "Uzun sürmez. Bir ad listesi. Otuz ad." Boğazını temizledi, sonra çift odaklı gözlük camının alt kısmından listeyi okumak için başını yana eğdi. "Douglas Atwood" dedi. "Raymond Andrew White. Lyman Baldridge. John Peter Garrity. Paul Goldenberg. John Mercer..." Adları ben uydurdum. Listenin kaydı yok, Lewis Hildebrand dışında, yaşlı adamın okuduğu tek bir adı bile hatırlamıyor. Ona göre adları okunan kişilerin çoğu İngiliz ya da İskoç- İrlandalı, birkaçı Yahudi, birkaçı İrlandalıydı, bir avuç kadarı Hollandalı ya da Alman olabilirdi. Adlar alfabetik sırayla okunmadı, belirgin bir okuma düzeni de yoktu. Hildebrand daha sonra yaşlı adamın adlan ölüm sırasına göre okuduğunu öğrenecekti. Okunan ilk ad -onu öyle adlandırmama rağmen Douglas Atwood değil-ölen ilk kişiydi. Yaşlı adamı dinlerken, adların odanın lambrili duvarlarında bir tabut kapağına atılan toprak parçaları gibi yankılanmasını duyarken, Lewis Hildebrand neredeyse gözyaşlarına boğulmak, üzere olduğunu hissetti. Ayaklarının altındaki toprak yarılmış, sonsuz bir boşluğa bakarmış gibi hissetti kendini. Son adın okunmasından sonra uzun bir sessizlik oldu. Ona zaman durmuş, hareketsizlik sonsuza dek uzayacakmış gibi geldi. Sessizliği yaşlı adam bozdu. Göğüs cebinden bir Zippo çakmak çıkardı, kapağını açarak çakmağı çaktı. Kâğıdın bir köşesini yaktı, kâğıt yanarken öteki ucundan tuttu. Alevler kâğıdın büyük kısmını yaktıktan sonra geri kalanları bir küllüğe koyarak kâğıt kül olana dek bekledi. "Bu adları bir daha hiç duymayacaksınız" dedi. "Onlar gittiler, ölüler nereye giderse oraya gittiler. İşleri bitti. Bizimki ise yeni başladı."

Zippo çakmak hâlâ elindeydi. Yaşlı adam çakmağı yukarı kaldırdı, yaktıktan sonra kapadı. "Bugün Mayıs'ın dördü" dedi, "1961 yılındayız. Size okuduğum otuz adamla ilk kez biraraya geldiğimizde Mayıs'ın üçüydü ve yıl 1899'du. İspanyol-Amerikan Savaşı on ay önce bitmişti. O zaman ben de yirmi üç yaşındaydım, yani en küçüğünüzden bir yaş daha büyük. Savaşa katılmamıştım ama odada katılmış olanlar vardı. Meksika'yla savaşta Zachary Taylor'la savaşmış biri de vardı. Doğru hatırlıyorsam yetmiş sekiz yaşındaydı. Odada oturup hiç duymadığım otuz adamın adlarını okumasını dinledim. Onun listeyi yakmasını izledim ama adam bir kibritle yaktı kâğıdı elbette. O günlerde Zippo çakmaklar yoktu. Bu beyefendi -size adını söyleyebilirim ama söylemeyeceğim, bu adı son kez birkaç dakika önce söyledim- bu beyefendi başka bir yaşlı adamın başka bir adlar listesini yaktığını gördüğü zaman yirmi ya da yirmi beş yaşındaydı. Peki, bu ne zamandı? Sanırım 1840'ların başı. O dönemde kibrit var mıydı? Sanmıyorum. Sanırım adam -ve istesem bile onun adını söyleyemem- listeyi ateşe attı. O toplantının ne tarihini, ne de nerede yapıldığını biliyorum. Demin de dediğim gibi ilk toplantım 1899 yılındaydı ve Union Meydanı'nda bulunan John Durlach'ın restoranının ikinci katındaki özel bir yemek odasında otuz bir kişiydik. Restoran uzun zaman önce yok oldu, içinde bulunduğu bina da öyle, binanın yerinde şimdi Klein'ın mağazası var. Durlach'ınki kapanınca her yıl başka bir restoranı denedikten sonra Ben Zeller's restoranında karar kıldık. Yıllarca orada toplandık ama yirmi yıl önce restoran el değiştirince mutsuz olduk. Buraya, Cunningham'ın Yeri'ne geldik ve o zamandan beri de buradayız. Geçen yıl iki kişiydik. Bu yıl otuz bir olduk." Peki, Allah'ın 1961 yılının 4 Mayıs'ında Matthew Scudder neredeydi? Cunningham'da olabilirdim. Yaşlı adam ve otuz yeni kardeşiyle birlikte özel yemek odalarından birinde değil ama barda, ana yemek salonunda ya da Vince Mahaffey'in sevdiği küçük, arka odalarından birindeki bir masada. Yirmi iki yaşında olurdum ve yirmi üçüncü doğumgünüme iki haftadan az zaman kalmış olurdu. İlk oyumu kullanmamın üzerinden altı ay geçmisti. (Oy verme yaşını daha on sekize indirmemişlerdi.) Kennedy'ye oy verdim. Cook, Illinois'deki mezartaşlarının üzerindeki isimlerin çoğu da aynı şeyi yaptı herhalde ve Kennedy burun farkıyla kazandı. Hâlâ bekârdım ama bir süre sonra evleneceğim ve ardından boşanacağım kızla tanışmıştım. Polis Akademisi'nden mezun olalı çok olmamıştı. Beni Brooklyn bölgesine atadılar ve ondan bir şeyler öğreneceğimi düşünerek Mahaffey'in ortağı yaptılar. Mahaffey bana çok şey öğretti, öğrenmemi çok istemedikleri bazı şeyler de öğretti. Koyu renk, elle ovulmuş tahtaları, kırmızı deri ve cilalı pirinçleri, sigara dumanı ve bardakların çoğundaki sert içkileriyle Cunningham'ın Yeri, Mahaffey'in hoşlanacağı türden bir yerdi. Menüde çeşitli biftek ve deniz ürünü vardı ama sanırım ne zaman oraya gitsem aynı yemeği yerdim -karides kokteyli, kalın bir dilim sığır filetosu ve ekşi kremayla fırında patates. Tatlı için cevizli ya da elmalı tart ve ayılmaya yetecek kadar ağır, bir fincan kahve. Başlangıç için buz gibi, kemikleri dondu' ran bir martini ve yemekten sonra mideyi yatıştırmak için bir martini. Sonra zihni temizlemek için biraz viski. Mahaffey bana bir devriye maaşıyla nasıl iyi yemek yeneceğini öğretti. "Gökyüzünden bir dolar uçarak açılmış avcuna konarsa" dedi, "parmaklarını kapat ve Tanrı'ya dua et." Üstümüze epeyce dolar yağıyor ve birlikte güzel yemekler yiyorduk. Konumu ters olmasaydı yemeklerimizin çoğunu Cunningham'da yerdik. Cunningham'ın Yeri Chelsea'de, Yedinci Cadde'yle Yirmi Üçüncü Sokak'ın köşesinde, biz ise Brooklyn'deki nehrin karşı yakasında, Peter Luger'den birkaç dakikalık uzaklıktaydık. Orada hemen aynı ortamda aynı yemeği yiyebilirdik. Hâlâ yiyebiliriz ama Cunningham yok oldu. Yetmişlerin başlarında son bifteklerini yaptılar. Biri binayı aldı ve yirmi iki katlı bir apartman yapmak için yıktı. Detektif olduktan birkaç yıl sonra, Cunningham'dan yaklaşık bir mil uzaklıktaki Greenwich Village'in Altıncı Bölgesi'ne atandım. O yıllarda ayda bir yılda iki kez oraya gittim sanırım. Ama kapandığı sırada altın rozetimi geri vermiş, Batı Elli Yedinci Sokak'ta küçük bir otel odasına taşınmıştım.

Zamanımın çoğunu köşedeki Jimmy Armstrong'un salonunda geçiriyordum. Yemeklerimi orada yer, arkadaşlarımla orada buluşur, her zamanki arka masamda iş görüşmelerimi yapar ve sıkı içki içerdim. Bu nedenle 1918'de kurulan Cunningham'ın kapılarını kapayarak ışıklarını söndürdüğünü hiç farketmedim bile. Sanırım kapanmasından bir süre sonra biri bana söylemiş olmalı ve sanırım bu haber bir içki içme nedeni olmuş olmalı. O günlerde hemen her şey içki içme nedeni olurdu. Ama Cunninham'ın Yeri'ne ve Mayıs 1961'in ilk Perşembe'sine geri dönelim. Yaşlı adam - ama neden ona sürekli böyle diyoruz? Adı Homer Champney'di ve işin nasıl başladığını anlatıyordu. "Otuz bir kişilik bir kulübüz" dedi. "Size üyelik geçmişimin geçen yüzyılın son yılına kadar dayandığını ve ilk toplantımda konuşan adamın 1812 Savaşı'ndan sekiz yıl sonra doğduğunu anlatmıştım. Peki, onun ilk toplantısında kim konuşmuştu? Otuz bir kişilik grup ilk ne zaman toplanmış ve yalnızca bir kişi kalana dek her yıl toplanmayı kararlaştırmışlardı? Bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Otuz bir kişilik kulüplerin yüzyıllar boyu çeşitli gizli tarihleri olduğu yolunda belirsiz göndermeler var. Araştırmalarıma göre otuz bir kişilik ilk kulüp dört yüz yıl önceki masonluğun bir uzantısıydı ama Hammurabi Yasaları'nda eski Babil'de kurulan otuz bir kişilik bir kulüpten söz edilmesi ve belki aynı kulübün bir şubesi olan başka bir kulübün İsa döneminde Essen Yahudileri arasında var olması da tartışılabilir. Bir kaynağa göre Mozart böyle bir kulübün üyesiydi, benzeri söylentilere göre Benjamin Franklin, Sir Isaac Newton ve Dr. Samuel Johnson da bu kulüplere girmiş. Yıllar içinde kaç kulübün kurulduğunu ve kuşaklar boyu kaç zincirin sürekliliğini koruduğunu bilmenin hiç yolu yok. Organizasyon çok basit. Saygın kişilikte otuz bir kişi her yıl Mayıs ayının ilk Perşembe günü toplanmaya söz verirler. Yiyip içerler, o yılın yaşamlarına neler getirdiğini birbirlerine anlatırlar ve ölümün aralarından aldığı kişileri saygıyla anarlar. Her yıl ölülerin adlarını okuruz. Otuz bir kişiden geriye tek bir kişi kalınca, benim yaptığımı yapar. Üyelik için otuz ideal aday bulur ve hepsini bildirilen bir gece bir araya getirir. Otuz ölü kardeşin adlarını okur, benim de okuduğum gibi. Ad listesini yakarak bir bölümü kapar, diğerini açar. Böylece devam ederiz kardeşlerim. Böylece devam ederiz. Lewis Hildebrand'a göre, Homer Champney'nin akılda en çok kalan özelliği keskinliğiydi. 61'deki o geceden yıllarca önce emekli olmuş, kurduğu küçük imalat şirketini satmış ve görüldüğü kadarıyla rahat bir yaşam sürüyordu. îş hayatına pazarlamacı olarak başlamıştı ve Hildebrand onun başarılı bir satıcı olduğuna inanmakta güçlük çekmedi. Bir şey onun söylediği her sözden etkilenmenizi sağlıyor, ne kadar çok konuşursa o kadar ateşli oluyor ve söylediklerini giderek artan bir istek ve merakla dinliyordunuz. Onlara, "Birbirinizi pek iyi tanımıyorsunuz" dedi. "Belki bu odadaki bir ikiniz bu geceden önce tanışıyordunuz. Aranızda üç dört kişi arkadaş bile olabilir. Önceki arkadaşlıklar bir yana, bu odada yaşam boyu süren toplumsal çevrenizden çok şey bulmanız mümkün değil. Çünkü bu örgütlenme, bu yapı arkadaşlıkla alışılmış anlamıyla ilgilenmiyor. Toplumsal etkileşim ya da karşılıklı avantaj değil amacı. Burada birbirimize sigorta satmak ya da ticari sırlar vermek için bulunmuyoruz. Birbirimize yakından bağlıyız kardeşlerim ama çok belirli bir amaç için daracık bir yolda yürüyeceğiz. Uzun yürüyüşte birbirimizin gelişmesini mezara dek izleyeceğiz. Üyelik ölçütleri basit. Katılınması gereken aylık toplantılar, içinde çalışılması gereken komiteler yok. Taşınacak üyelik kartları, yıllık yemeğin harcamalarındı size düşen pay dışında ilenecek bir para yok. Tek zorunluluk, ki buna kesinlikle uymanızı istiyorum, Mayıs ayının ilk Perşembe'si yıllık toplantımıza katılmanız. Toplantıya katılmanın çok zor olduğu bazı yıllar katılmak istemeyebillrsiniz. Bu bağlılığı değiştirilemez bir şey olarak görmenizi istiyorum. Bazılarınız New York'tan taşınabilir ve her

yıl New York'a gelme düşüncesini bir yük olarak görebilir. Kulübü aptalca, aştığınız bir şey, yaşamınızın, bir kenara bırakmayı tercih ettiğiniz bir parçası olarak düşündüğünüz zamanlar da olabilir. Bunu sakın yapmayın! Otuz bir kişilik kulüp bir üyenin yaşamında çok küçük bir yer tutar. Yılda yalnızca bir gecenizi alır. Buna karşın yaşamlarımıza başkalarının hiç bilemeyeceği bir odak noktası sağlar. Genç kardeşlerim, bu cumhuriyetin kuruluşuna kadar kırılmadan uzanan bir zincirin halkaları, kökleri antik Babil kentine dayanan bir geleneğin parçasısınız. Bu odadaki herkes, şimdiye kadar doğmuş olan herkes, giderek ölüme yaklaştığı bir yaşam sürüyor. Her gün ölüm yönünde bir.adım daha atıyor. Tek başına yürümek için zor bir yol bu, iyi bir arkadaşla yolda yürümek çok daha kolay. Yolunuz en uzun olur da son kişi siz kalırsanız bir yükümlülüğünüz daha olacaktır. Zincire bir halka daha eklemek için otuz genç adam, umut vaat eden otuz iyi adam bulmak ve benim sizi biraraya getirdiğim gibi biraraya getirmek size düşecektir." Champney'nin sözlerini otuz yıl sonra yineleyen Lewis Hildebrand bunlardan biraz utanmışa benziyordu. Bu sözlerin benim kulağıma olasılıkla aptalca geldiğini ama Homer Champney'den dinlerken hiç de öyle olmadığını söyledi. "Yaşlı adamın enerjisi bulaşıcıydı" dedi. "Sözlerinin ateşliliğine kapılıyordunuz ama bu yalnızca coşkusundan etkilenme sorunu değildi. Daha sonra, sözlerin etkilerinden sıyrıldığınız zaman da size sattığı şeyi hâlâ satın alıyordunuz. Çünkü hiç göremeyeceğiniz bir şeyi bir biçimde anlamanızı sağlıyordu." Champney onlara, "Akşam programında bir gündem daha var" dedi. "Herkes konuşacak. Sırası gelen kişi, ayağa kalkarak kendisiyle ilgili dört şeyi anlatacak. Adı, yaşı, kendisi hakkında söyleyebileceği en önemli şey ve otuz arkadaşıyla birlikte bu büyük yolculuğa çıkma konusunda şu anda, tam şu anda neler hissettiği. İlk ben konuşacağım, gerçi bu dört maddeyi zaten anlattım herhalde. Bir bakalım. Adım Homer Gray Champney. Seksen beş yaşındayım. Kendi hakkımda düşünebileceğim en ilginç şey, kulübün son zincirinin yaşayan tek üyesi olmamın dışında, 1901'de Buffalo'daki Pan- Amerikan Sergisi'ne katılmana ve bir anarşist tarafından öldürülmeden bir saat kadar önce Başkan William McKinley'in elini sıkmam. Anarşistin adı neydi? Czolgosz, tabii ki Leon Czolgosz. Bu zavallı, yanlış yönlendirilmiş biçareyi kim unutabilir? Peki, bu gece toplanmamız konusunda neler hissediyorum? Eee, çocuklar, heyecanlıyım. Meşaleyi başkasına veriyorum ve iyi, yetenekli ellere verdiğimi Billyorum. Eski grubun son üyesinin ölmesinden bu yana, bu haberi almamdan bu yana, görevimi tamamlayamadan öleceğim korkusunu yaşadım. Yani üstümden büyük bir yük kalktı ve ah, büyük bir başlangıç yaptığımız duygusuna kapıldım. Ama çenem düştü galiba. Aslında yalnızca dört cümle: Ad, yaş, ilginç özellik ve duygu. Bu masadan başlayalım, seninle Ken, sonra devam ederiz..." "Adım Kendall McGarry, yirmi dört yaşındayım ve kendimle ilgili en ilginç gerçek atalarımdan birinin Bağımsızlık Bildirgesi'ni imzalamış olması. Kulübe katılma konusunda neler hissettiğimi bilmiyorum. Sanırım heyecan ve ayrıca bunu büyük bir adım olduğu. Gerçi neden böyle olması gerektiğini bilmiyorum. Yani yılda yalnızca bir gece..." "John Youngdahl, yirmi yedi. En ilginç... şey, bu günlerde düşünebileceğim tek gerçek, Pazar'dan sonraki hafta evleneceğim, kafam öyle karışık ki, neler hissettiğimi söyleyemeyeceğim ama burada bulunmaktan, buranın bir parçası olmaktan mutlu olduğumu söylemeliyim..." "Adım Bob Berk. B-e-r-k, B-u-r-k-e değil, yani İrlandalı değil, Yahudiyim ve kendimi neden bunu söylemek zorunda hissettiğimi de bilmiyorum. Belki benimle ilgili en ilginç şey bu.

Yahudi olmam değil, ağzımdan çıkan ilk sözün bu olması. Ah, yirmi beş yaşındayım ve neler hissediyorum? Buradaki herkesin buraya ait olduğunu ama benim olmadığımı. Aslında ben her zaman böyle hissettim ve olasılıkla burada böyle hisseden tek kişi de ben değilim, doğru mu? Ya da belki ben, bilmiyorum..." "Brian O'Hara, kesme imli ve büyük harf H'li, yani Japon değil İrlandalıyım..." "Adım Lewis Hildebrand, yirmi beş yaşındayım. İlginç olup olmadığını bilmiyorum ama sekizinci dereceden Çeroki kızılderiliyim. Neler hissettiğime gelince, bunu pek söyleyemem. Benden çok daha büyük bir şeyin parçası olma duygusunu hissediyorum, gözümün önünde başlayan ve yaşamımın ötesine uzanan bir şeyin..." "Adım Gordon Walser, yaşım otuz. Stihvell Reade ve Young'da muhasebe müdürüyüm ama yaşamımda en ilginç şey bu olsaydı durumum zor olurdu... Şey, hakkımda pek kimsenin bilmediği bir şey. İki elimde de altı parmakla doğdum. Altı aylıkken ameliyat geçirdim. Sol elimdeki yara izini görebilirsiniz ama sağda yok..." "James Severance... Kendimle ilgili ilginç bir şey bilmiyorum Belki en ilginç şey, şu anda sizlerle birlikte olmam. Burada ne yaptığımı bilmiyorum ama bunun bir dönüm noktası olduğunu hissediyorum..." "Adım Bob Ripley ve bütün 'İnan ya da İnanma' şakalarını bilirim... Bu gece buraya gelmeden önce ilk düşüncem, ölmeyi bekleyen insanların kulübüne üye olmanın sıkıcı olacağıydı Ama şimdi hiç de öyle hissetmiyorum. Lew'a katılıyorum. Önemli bir şeyin parçası olduğumu hissediyorum..." "...boşinan olduğunu biliyorum ama ölümün kaçınılmazlığını kavramaya çalışmanın, ölümü yakınlaştırmaktan başka bir yararı olmayacağı düşüncesinden kurtulamıyorum..." "...lisenin mezuniyet gecesinde bir otomobil kazası. En iyi arkadaşımın Chevy Impala'sında altı kişiydik ve benden başka herkes öldü. Benim köprücük kemiğim kırıldı ve birkaç önemsiz sıyrık. Hakkımdaki en ilginç şey bu ve aynı zamanda bu gece neler hissettiğimi de açıklıyor. Bakın, bu olay sekiz yıl önce oldu ve o zamandan beri aklımda hep ölüm var..." "Sanırım neler hissettiğimi açıklamanın tek yolu, aynı şeyleri hissettiğim tek gecenin kızımın doğduğu gece olması..." Yirmi iki ile otuz iki arasında değişen yaşlarda otuz erkek. Hepsi beyaz, hepsi New York City'de ya da çevresinde oturuyor. Hepsi üniversiteye gitmiş ve çoğu mezun olmuş. Yarıdan fazlası evli. Üçte birinden fazlası çocuk sahibi. Bir-iki kişi boşanmış. Şimdi, otuz iki yıl sonra, yarıdan fazlası ölü. 2 Otuz bir kişilik kulübün üyesi olmasından otuz iki yıl altı hafta sonra Lewis Hildebrand'la tanıştığım sırada ön taraftaki saçlarının büyük kısmı dökülmüş, bel kısmından da hayli kalınlaşmıştı. Saçları ayrılarak geriye doğru taranmış, sarı saçları şakaklarda kırlamıştı. Geniş, akıllı bir yüzü, büyük elleri, sert ama saldırgan olmayan bir havası vardı. Beyaz şeritli mavi takım elbisesi bin dolar değerinde olmalıydı. Saati yirmi dolarlık Timex'ti. Bir gün önce öğleden sonra oteldeki odamdan beni aramıştı. Bir yıldan biraz fazladır Elaine'le sokağın tam karşısındaki birdairede yaşamama karşın, odayı tutmaya devam ediyordum. Otel

odası büromdu sözümona ama hiç de müşterilerimi karşılamaya uygun bir yer değildi. Bununla birlikte yıllardır tek başıma yaşamıştım. Odadan ayrılmayı istemedim. Hildebrand bana adını söyledi ve Irwin Meisner'ın ona benden söz ettiğini açıkladı. "Sizinle konuşmak istiyorum" dedi. "Oğle yemeğinde buluşabilir miyiz? Yarın çok mu erken olur?" "Yarın olur" dedim, "ama çok acil bir şeyse bu akşamı da ayarlayabillrim." "O kadar acil değil. Acil olup olmadığından bile emin değilim. Ama sürekli aklımda, çıkarıp atamıyorum." Her yıl gittiği doktorundan ya da dişçisiyle randevusundan söz ediyor gibiydi. "Addison Kulübü'nü Billyor musunuz? Doğu Altmış Yedinci Sokak'takini? Saat yarım diyelim mi?" Adını onsekizinci yüzyıl yazarı Joseph Addison'dan alan Addison Kulübü, Park ve Lexington caddeleri arasında, Altmış Yedinci Sokak'in güney tarafında beş katlı bir kerpiç binaydı. Hildebrand resepsiyonun hemen yanına oturmuştu ve üniformj görevliye adını söylediğim zaman yanıma gelerek kendini tanıttı. Birinci kattaki yemek salonunda bize önerilen ilk masayı redederek uzak köşede bir masa seçti. Garsona, "Buzlu San Giorgio" dedi. Bana dönerek, "San Giorgio sever misiniz?" diye sordu. "Burada her zaman bunu içerim, çünkü her yerde bulunmuyor. Bunu Billyor muydunuz? İçine alışılmadık otlar katılmış bir İtalyan vermutudur. Çok hafiftir. Korkarım benim için öğle yemeğinde martini içme dönemi kapandı." "Başka bir zaman denerim" dedim. "Bugün sanırım Perrier alacağım." Yemekler için önceden özür diledi. "Güzel bir salon, değil mi? Ayrıca insanı telaşa sokmazlar ve bu kadar birbirinden uzak ve yarısı boş masalarla burada rahat konuşabileceğimizi düşündüm. Alengirli yemekler istemezseniz mutfak da çok kötü değildir. Genellikle karışık ızgara söylerim." "Uygun görünüyor." "Ve yeşil salata." "İyi." Siparişi yazarak kartı garsona verdi. "Özel kulüpler" dedi. "Soyu tükenmekte olan bir tür. Addison, yazarlar ve gazetecilere hizmet vermesi düşünülen bir kulüp ama yıllardır üyeliğini reklam ve yayın dünyasında olanlara da açtı. Bugünlerde bir çek karneniz varsa ve ağır cezalık bir suç işlememişseniz sizi gönül rahatlığıyla kabul edeceklerini düşünüyorum. On beş yıl önce eşimle birlikte Stamford-Connecticut'a taşınınca buraya üye oldum. Geç saatlere kadar çalıştığım için son treni kaçırıp burada kalmam gereken birçok gece oluyordu. Oteller bir servet değerindeydi ve kendimi her zaman otele bagajsız gelen şüpheli bir şahıs gibi hissettim. Buranın üst katında odalar var, makul bir ücret ve kısa sürede ulaşma olanağı. Zaten katılmayı düşünüyordum, bu da işleri hızlandırdı." "Demek Connecticut'ta oturuyorsunuz?" Başını hayır anlamında salladı. "Beş yıl önce en küçük oğlum universiteyi bitirince geri döndük. Şey, oradan kaçtık demeliyim. Buradan yarım blok ötede oturuyoruz ve işime bugünkü yürüyerek gidebiliyorum. Dışarısı çok güzel, değil mi?" "Evet." "Eh, New York'da Haziran. Nisan'da hiç Paris'te bulunmadım ama yağmurlu ve kasvetli olacağını düşünüyorum. Orada Mayıs çok daha güzeldir ama şarkı sözleri Nisan'la daha çok uyuşuyor. Ama New York'da Haziran, neden bu konuda şarkı sözleri yazdıklarını anlayabiliyor insan." Garson yiyecekleri getirdiği zaman, Hildebrand yemekle bira içmek isteyip istemediğimi sordu. Hayır dedim. "Ben alkolsüz bir bira içeceğim. Sizde hangisinden olduğunu unuttum. O Doul's var mı?" Vardı. Hildebrand O'Doul's istediğini söyleyerek bana baktı. Başımı hayır anlamında salladım. Alkolsüz bira ve şarapların hepsinde en azından bir alkol tadı vardı. Bir alkol bağımlısını etkileyip etkilemeyeceği ayrı konuydu ama Adsız Alkolikler'de Moussy, O'Doul's

ya da Sharp's içmekte ısrar eden insanların hepsi de er ya da geç daha güçlü bir içkiye geçtiler. Her neyse, bira olmayan bir birayı ne cehenneme isteyeyim ki zaten? Hildebrand'in işinden -küçük bir halkla ilişkiler şirketinin ortağıydı- ve banliyöden sonra tekrar kentte yaşamanın güzelliklerinden konuştuk. Onunla bürosunda tanışsaydım, hemen asıl konuya geçerdik ama orada yemeğimizi bitirene dek işten konuşarak geleneksel iş yemeği kurallarına uyduk. Kahveler gelinte Hildebrand göğüs cebine vurarak bir şeyler arandı, sonra komik bir biçimde güldü. "Çok komik" dedi. "Biraz önce yaptığımı gördün mü?" "Sigara almak için uzandın." "Tam tamına öyle ve bu Allah'ın belası şeyi on iki yıldan uzun süre önce bırakmıştım. Hiç sigara içtin mi?" "Tam olarak değil." "Tam olarak değil mi?" "Hiç bağımlı olmadım" diye açıkladım. "Belki yılda bir kez bir paket sigara alır ve beş altı tanesini birbiri peşi sıra yakardım. Sonra paketi atar ve sonraki yıla kadar hiç sigara içmezdim." Hildebrand, "Tanrım" dedi. "Tiryakisi olmadan sigara içen birini hiç duymamıştım. Demek ki bağımlı olacak bir kişiliğin yok." Bunu kabul etmiş göründüm. "Sigarayı bırakmak yaşamımda yaptığım en zor şeydi. Bazen şimdiye dek yaptığım tek zor şey olduğunu düşünürüm. Yeniden tiryaki olduğum rüyalar görüyorum hâlâ. Sen de görüyor musun? Yılda bir kez zincirleme sigara içtiğin rüya görüyor musun?" "Ah, hayır. Son sigaramı içeli on yıldan fazla oldu." "Eh, masanın üzerinde açık bir paket olmadığı için memnun olduğumu söyleyebilirim yalnızca. Matt" -artık Matt ve Lew duk- "sana bir şey soracağım. Otuz bir kişilik bir kulüp hiç duymuş muydun?" "Otuz bir kişilik kulüp" dedim. "Bunun bu kulüple bir bağlantısı yok herhalde." "Hayır." "Restoranı duydum elbette. 'Yirmi Bir.' Sanmıyorum ki..." "Harvard Kulübü ya da Addison gibi belirli bir kulüp değil. Ya da 'Yirmi Bir' gibi bir restoran değil. Özel bir tür kulüp. Ah, dur anlatayım." Açıklama uzun ve ayrıntılıydı. Konuşmaya başlayınca 1961'de-ki o akşamı ayrıntıyla anlattı. İyi bir anlatıcıydı, özel yemek salonunu, dört yuvarlak masayı (üç masada sekizer kişi, dördüncüde altı kişi ve Champney oturuyordu) görmüş gibi oldum. Yaşlı adamı da görmüş ve duymuş gibi oldum, onu canlandıran ve dinleyicilerini derinden etkileyen tutkuyu hissettim. Hildebrand'ın anlattığı gibi bir örgütü hiç duymadığımı söyledim. Sırıtarak, "Sanırım Mozart ve Ben Franklin'e fazla takılmıyorsun" dedi. "Ya da Essenler ve Babilliler'e. Önceki gece ne kadarına inandığıma karar vermeye çalışırken bunu düşünüyordum. Konuyu, ara sıra bir kütüphaneye gitmenin dışında hiç araştırmadım aslında. Bizimki gibi bir örgütle de hiç karşılaşmadım." "Bu örgütten söz ettiğin insanlar da hiç benzer bir şey duymamış mıydı?" Hildebrand kaşlarını çattı. "Bundan pek kimseye söz etmedim " dedi. "Doğruyu söylemek gerekirse, örgütün üyesi olmayan biriyle konu hakkında yaptığım ilk ayrıntılı görüşme bu. Yılda bir kez bir grup insanla bir araya gelerek yiyip içtiğimi bilen birkaç kişi var, grubun geçmişle bağlantılarından hiç söz etmedim. Ya da olayın ölümcül niteliğinden." Başını kaldırarak bana baktı. "Eşime ya da çocuklarıma da söz etmedim. En iyi arkadaşım, yirmi yılı aşkın süredir çok yakınız, onun bile kulüple ilgili bir düşüncesi yok. Bunun bir kardeşlik birliği gibi olduğunu düşünüyor." "Yaşlı adam bu örgütü gizli tutmanızı mı söyledi?" "Sözle değil. Kastettiğin buysa gizli bir dernek sayılmaz. Ama o gece Cunningham'dan, içine girdiğim bu şeyin gizli tutulması gerektiği duygusuyla ayrıldım. Bu duygu yıllar geçtikte daha

da arttı. O odada, tekrar edilmeyeceğini bilerek her şeyi söyleyebileceğimi daha baştan anlamıştım. Dünyada kimseye söz edemeyeceğim şeyleri söyledim orada. Söylenmesi ya da söylenmemesi gereken birçok sırrı olan bir insan olduğumdan değil ama özel yaşamımı kendime saklayan bir insanım ve sanırım yaşamımdaki insanlara kendimle ilgili birçok şeyi anlatmıyorum. Tanrı aşkına, elli yedi yaşındayım. Sen de bu yaşlarda olmalısın, değil mi?" "Elli beş." "Öyleyse söylediklerimi anlıyorsun. Bizim yaşımızdakiler özel duygularımızı kendimize saklamamız gerektiğini öğrendik. Dünyadaki bütün popüler psikolojiler bile bunu sarsamaz. Ama yılda bir kez hâlâ benim için yabancı olan bir grup insanla masaya oturuyor ve konuşmayı hiç de planlamadığım bir şeyi anlatmaya başlıyorum." Gözlerini indirdi, tuzluğu eline alarak döndürdü. "Birkaç yıl önce bir ilişkim oldu. İş seyahatlerindeki günübirlik ilişkilerden değil, böyle ilişkileri birkaç kez kurdum ama bu seferki gerçek bir aşk ilişkisi. Neredeyse üç yıl sürdü." "Ve kimse öğrenmedi." "Ne anlatmak istediğimi anlıyorsun, değil mi? Hayır, kimse öğrenmedi. Ne yakalandım, ne de kimseye anlattım. Sevgilim birine açıldıysa bile, ki açıldığını sanıyorum, ortak arkadaşlarımız olmadığı için bir sorun çıkmadı. Durum şu ki, bu ilişki; Mayıs'ın ilk Perşembe'sinde anlattım. Birkaç kez üstelik." Tuzuğu sertçe masanın üzerine bıraktı. "Kulübe onu anlattım. Sevgilim bundan dehşete düştü, düşüncesinden bile nefret etti Ama şimdiye dek kulübe anlattığım tek insanın kendisi olmasından hoşlandı. İşin bu kısmını çok sevdi." Suskunlaştı. Kahvemi yudumlayarak bekledim. Bir süre sonra, "Onu beş yıldır görmüyorum" dedi. "Şey, Allah kahretsin, on iki yıldır da sigara içmiyorum ve biraz önce bir an için canım deliler gibi sigara çekti, değil mi? Bazen kimsenin hiçbir şeyi başaramayacağını düşünüyorum." "Bazen haklı olduğunu düşünüyorum." "Matt, brendi içersem rahatsız olur musun?" "Neden rahatsız olayım?" "Şey, üstüme vazife değil ama bir sonuç çıkarmamak çok zor. Seni lrwin Meisner önerdi. Irwin'i yıllardır tanırım. İçki içtiği yıllarda tanıştım ve nasıl vazgeçtiğini biliyorum. Ona seninle nasıl tanıştığını sorduğum zaman, muğlak bir şeyler söyledi ve bu nedenle içki istemediğin zaman şaşırmadım. Yani..." "Ben brendi içsem rahatsız olurdum" dedim. "Ama senin içmene aldırmam." "Öyleyse içeceğim" diyerek garsonun bakışını yakalamaya Garson siparişi alarak çekildikten sonra Hildebrand tüzeline aldı, gene masaya koydu ve derin bir soluk aldı. "Otuz bir kişilik kulüp" dedi. "Sanırım biri işleri hızlandırmak istiyor. "İşleri hızlandırmak mı?" "Üyeleri öldürmek istiyor. Hepimizi. Birer birer." 3 "Geçen ay toplandık" dedi. "Batı Otuz Altıncı Sokak'taki Keens Pirzolaevi'nde. Yetmişlerin başında Cunningham kapandığından bu yana yemeklerimizi orada yiyoruz. Her yıl bize aynı odayı veriyorlar. Oda ikinci katta ve özel bir kütüphane görünümündedir. Duvarlarda kitap rafları ve birinin atalarının portreleri var. Odada bir şömine de bulunuyor ve bizim için yakıyorlar. Mayıs ayında bunu ille de istediğimiz için değil ama ortam açısından hoş oluyor. Yirmi yıldır oraya gidiyoruz. Hatırlarsan, bir ara Keens neredeyse batıyordu. Bu çok trajik olurdu doğrusu, Keens bir New York kurumudur. Ama ayakta kalmayı başardı, hâlâ orada ve eee, tabii biz de oradayız. Düşünceli bir biçimde sustu. "Bazılarımız" dedi. Courvoisier bardağı masanın üzerinde, önündeydi. Henüz bir yudum bile almamıştı. Zaman zaman küçük bir yudum almak için uzanıyor, elini kadehin ayağına götürüyor, kadeh ayağını baş parmağıyla işaret parmaklan arasına alarak bardağı masanın üzerinde ileri geri oynatıyordu.

"Geçen ayki yemekte iki üyemizin son on iki ayda öldüğü açıklandı. Frank DiGiulio, Eylül ayında ölümcül bir kalp krizi geçirmiş, Şubat'ta da Alan Watson işten eve dönerken yolda bıçaklanarak öldürülmüştü. Yani geçen yıl iki ölü verdik. Bu sence önemli bir sayı mı?" "Şey..." "Elbette değil. Ölümlerin yaşanacağı bir yaştayız. On iki aylık süre içinde bu iki ölümün nasıl bir önemi olabilir?" Bardağı ayağından tutarak saat yönünde hafifçe çevirdi. "O halde şunu dinle. Son yedi yılda dokuz üyemiz öldü." "Bu biraz yüksek bir rakam gibi görünüyor." "Ve bu yalnızca son yedi yılda. Daha öncesinde zaten sekiz kişiyi yitirmiştik. Matt, geriye yalnızca on dört kişi kaldı." Homer Champney onlara olasılıkla ilk önce gidecek olanın kendisi olduğunu söylemişti. "Böyle de olmalı çocuklar. Doğal gidişat böyle. Ama umarım sizinle hiç değilse bir süre daha birlikte olurum. Sizi tanımak için, iyi bir başlangıç yaptığınızı görmek için." Yaşlı adam doksan dört yaşına kadar yaşadı. Tek bir yıllık yemeği bile kaçırmadı; sonuna kadar dinç ve aklı başındaydı. Ölen ilk kişi de o olmadı. Grubun ilk iki yıldönümünde ölüm yoktu ama 1964 toplantısında, üç ay önce Long Island Otoyolu'ndaki bir otomobil kazasında karısı ve bebeğiyle ölen Philip Kalish'in adını okudular. İki yıl sonra James Severance Vietnam'da öldürüldü. Yedek birliği aktif göreve çağrıldığı için bir önceki yılın yemeğini kaçırmış ve kulüp üyeleri bir Asya savaşının böyle ciddi bir bağlantıyı bozmak için sudan bir mazeret olduğu yolunda şakalaşmışlardı. Ertesi Mayıs'ta onun adını da Phil Kalish'inkiyle birlikte okudukları zaman, bir yıl önceki şakaların lambrili duvarlarda yankılandığını neredeyse duyabiliyorlardı. 69 Mart'ında, yıllık yemeğe iki aydan daha kısa süre kala, Homer Champney uykusunda öldü. Kaldığı otelin personeline, "Bir gün sabah dokuzda beni görmezseniz" diye talimat vermişti, "süitime telefon edin. Telefona da cevap vermezsem gelin bir bakın." Resepsiyonist telefon etti, sonra yerine yardımcısını bırakarak Champney'nin süitine çıktı. Korktuğunun başına geldiğini görünce, yaşlı adamın kuzenini aradı. Kuzen de amcasının etmesini tembihlediği telefonları etti. Listede otuz bir kişilik kulübün yirmi sekiz yaşayan üyesini teker teker aradı. Champney işi şansa bırakmamıştı. Herkesin öldüğünü bilmesinden emin olmak istiyordu. Cenaze töreni Campbell de yapıldı ve Lewis Hildebrand'ın katıldığı ilk cenaze töreniydi. Gelenlerin sayısı azdı. Champney'nin yaşıtlarından çoğu ölmüştü ve kuzeni -aslında kuzeninin çocuğu, Champney'nin elli yaş kadar küçüğüydü -New York bölgesinde yaşayan tek akrabasıydı. Hildebrand'ın yanı sıra otuz bir kişiden yarım düzine kişi törene katıldı. Daha sonra Hildebrand diğerleriyle birlikte içki içmeye gitti. Satış elemanı Bill Ludgate, "Bu katıldığım ilk tören ve de son tören olacak. Birkaç hafta sonra Cunningham'da toplanacağız. Diğerleriyle birlikte Homer kendi adını da okutacak ve herhalde onun hakkında konuşacağız. Bu kadarı da yeterli Üyelerin cenaze törenlerine gitmemiz gerektiğini sanmıyorum Yerimizin burası olduğunu düşünmüyorum" dedi. Biri, "Burada olmak istedim" dedi. "Hepimiz istedik, yoksa burada olmazdık. Ama önceki gün Frank DiGiulio ile konuştum. Frank gelmeyeceğini, bunun uygun olmadığını düşündüğünü söyledi. Şimdi onunla aynı düşüncede olduğumu anladım. Biliyorsunuz, ilk toplanmaya başladığımızda birkaç üyeyle görüşürdüm. Ara sıra bir öğle yemeği, işten sonra içki, hatta akşam yemeği ve eşlerle birlikte gidilen bir iki sinema. Ama bunu yapmaktan vazgeçtim ve Frank'le konuştuğum zaman geçen Mayıs'tan beri gruptan biriyle ilk kez konuştuğumu farkettim." "Artık bizi sevmiyor musun Bill?" "Tabii ki seviyorum" dedi, "ama bazı şeyleri ayrı tutmak istiyorum. Allah kahretsin, son toplantımızdan beri Cunningham'a bile gitmedim. Öğle ya da akşam yemeği için orası kimbilir kaç kez önerilmiştir ama her defasında başka yere gitmeyi tercih ettim. Geçen hafta

bir arkadaşa, Ah, gitmesek daha iyi' dedim. 'Oraya en son gittiğimde yemekler kötüydü. Orası artık eskisi gibi değil.'" Biri, "Aman Allahım, Bill" dedi, "biraz insaflı ol. Senin yüzünden işlerinden olacaklar." Bill "Bunun olmasını hiç istemem" dedi, "ama ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Yılda bir kez benim için yeterli. Yalnızca yılda bir kez gittiğim bir yerde yalnızca yılda bir kez gördüğüm otuz arkadaşa sahip olmayı seviyorum." "Artık yirmi yedi arkadaş, sen de dahil yirmi sekiz." Bill ciddi bir tavırla, "Evet öyle" dedi. "Evet öyle. Ama beni anliyorsun, değil mi? Sizlere ne yapmanız gerektiğini söyleyemem ve hepinizi seviyorum ama cenaze törenlerinize gelmeyeceğim." Bob Ripley, "Tamam Billy" dedi. "Biz seninkine geliriz." 1961 'de yaşları yirmi iki ile otuz iki arasında değişen, yaş ortalaması yirmi altı olan otuz erkek. Otuz iki yıl sonra kaçının hayatta olmasını beklerdin?" "Bilmiyorum." Hildebrand, "Ben de bilmiyordum" dedi. "Geçen ayki yeni yemekten sonra eve başımda bir ağrıyla gittim ve bütün gece döndüm durdum. Bir şeylerin ters gittiğini bilerek uyandım. Elli ve altmış yaş civarındaki bir grup erkekten bazı kayıplar olacaktır, ölüm artık saldırmaya başlar. Ama bana öyle geldi ki, olasılıklar hesabına uymuyoruz. Aklıma sürekli farklı açıklamalar geliyordu ve yapılacak ilk işin sezgilerimin doğru olup olmadığını öğrenmek olduğuna karar verdim. Bu nedenle bana sürekli yaşam sigortası satmaya çalışan arkadaşımı arayarak bir istatistik sorunu olduğunu söyledim. Yaşlan söyleyerek böyle bir grupta zaman içinde yüzde kaç ölüm bekleyeceğini sordum. Birkaç telefon görüşmesi yaparak geri döneceğini söyledi. Tahmin et Matt. Otuz kişilik bir gruptan kaç kişinin ölmesini beklersin?" "Bilmiyorum. Sekiz ya da on mu?" "Dört-beş. Geriye yirmi beş kişi kalması gerekirdi ama yalnızca on dört kişiyiz. Bu sana bir şey ifade ediyor mu?" "Emin değilim" dedim, "ama kesinlikle ilgimi çekti. Yapacağım ilk iş arkadaşına bir soru daha sormak olurdu." "Benim yaptığım gibi. Sorunu sor." "Ona beklenen ölüm sayısının üç ya da dört katı bir örneğin önemini değerlendirmesini söylerdim." Hildebrand başını salladı. "Benim sorum da buydu. Arkadaşım yanıtı bulmak için birini aradı. Verdiği yanıt, otuz kişiden on altısının ölümünün dikkate değer olduğu ama anlamı olmadığıydı. Bununla ne demek istediğini biliyor musun?" "Hayır." "Ona göre örnek herhangi bir sonucun anlamlı olmak için çok küçüktü. Yüzde yüzümüz yaşıyor ya da yüzde yüzüm ölmüş olsaydı bile bunun bir anlamı olmazdı. Şimdi, çok da büyük bir grupta aynı yüzde olsaydı, o zaman istatistiksel bir anlamı olurdu. Bak, yaşam sigortası istatistikleri büyük sayılardan hoşlanır. Grup ne kadar büyük olursa, istatistik o kadar doğru olur. Üç yüz kişilik bir grupta yüz kırkı yaşıyor olsaydı, bunu: bir anlamı olurdu. Üç binden bin dört yüzü, bunun anlamı daha da büyük olurdu. Üç yüz binden yüz kırk bin, bu rakam örneğin Çernobil'den sağ kurtulan insanları ya da anneleri hamilelik sırasında DES alan insanları içeren bir örnek olduğunu düşündürürdü. Alarm zillerini çalardı." "Anlıyorum." "Geçmişte bir dönem, anket çalışmaları yapan bir şirketle yakından ilgililenmiştim. Orada öğrendiğim tek bir şey varsa o da şu: Önemli olan örneğin büyüklüğü değil; bakman gereken değer yüzdeler. İstatistiksel olarak dört-beş ölüm katlanacağımız bir sayı ama bunun üç-dört katı, ciddi bir boyut. Sen ne düşünüyorsun Matt?" Biraz kafa yordum. "İstatistikler hakkında hiçbir şey bilmiyorum" dedim.

"Hayır ama sen eski bir polis ve bir detektifsin. İçgüdülerin olmalı." "Sanırım var." "Bunlar sana ne söylüyor?" "Özel koşullara bakmayı. Vietnam'da ölen bir adamdan söz ettin. Diğerleri de savaştan kaynaklanan ölümler mi?" "Hayır, yalnızca Jim Severance." "Ya AİDS?" Hildebrand başını hayır dercesine salladı. "İki gay üyemiz vardı, gerçi kulüp kurulduğunda onların gay olduğunu kimsenin bildiğini sanmıyorum. Bilseydik farkeder miydi? 1961'de mi? Evet, eminim farkederdi. O ilk toplantıda sırayla ayağa kalkarak kendimizle ilgili en ilginç şeyi söylediğimizde, kimse eşcinsel olduğundan söz etmedi. Ama daha sonra her iki üye de gruba cinsel tercihlerini söyleyecek cesareti gösterdiler. Bu itirafarın ne zaman yapıldığını hatırlamıyorum ama hâlâ Cunningham'ın Yeri'ndeydik, bu kadarını hatırlıyorum, yani epeyce önceydi. Her neyse, hiçbiri AlDS'den ölmedi. Lowell Hunter belki ilerde ölebilir. Bize HIV pozitif olduğunu söyledi ama geçen ayki toplantıda hâlâ sağlıklıydı. Carl Uhl da 1981'de öldü, yani 'AIDS' sözcüğü daha ortaya atılmadan önce. Sınırım hastalık o dönemde de vardı ama kesinlikle adını bile duymamıştım. Zaten Carl da cinayete kurban gitti." "Ah!" "Onu Chelsea'daki evinde buldular. Cunningham'ın bulunduğu sokağın köşesinde oturuyordu ama Carl öldürüldüğü ırada Cunningham çoktan yok olmuştu elbette. Seks cinayeti olduğunu düşünüyorum, denetimden çıkmış bir tür sadomazoşist oyun. Bağlanmıştı, bileklerinde kelepçe vardı ve deri bir kukuleta takmıştı. Bağırsakları dışarı çıkartılmış, cinsel organı kesilmişti. Cehennem gibi bir dünyada yaşıyoruz, değil mi?" "Evet." "Sigortacı arkadaşımla konuştuktan sonra birkaç gece geç saatlere kadar oturarak uydurma açıklamalar bulmaya çalıştım. Bunlardan birincisi, her şeyin tamamen kader olduğuydu elbette. Bu kadar yüksek ölüm oranı olasılığı düşüktü ama herhangi bir kumarbaz küçük olasılıkların her an görülebileceğini söyleyecektir. Uzun vadede bunlar üzerinde oynarsanız kaybedersiniz ama ne derler: Uzun vadede hepimiz öleceğiz. Durup düşündüğünde kulübün temel ilkelerinden biridir bu." Hildebrand bardağını kaldırdı ama o Allah'ın belası içkiyi hâlâ içmiyordu "Nerede kalmıştım?" "Kaderde." "Evet. Bunu bir kenara bırakmanın olanağı yok ama gene de bir kenara bırakıp diğer açıklamaları gözden geçirdim. Aklıma gelen bir açıklama da, grubun erken ölüme karşı güçlü bir eğilim gösteren erkeklerden oluşmuş olduğuydu. Kalıtımsal olarak erken ölmeye yazgılı bir kişi Billnçaltı düzeyinde kaderinin farkında olabilir ve ölümle ilgilenen bir gruba katılma davetini kabul etme olasılığı daha yüksek olabilir. Kadere inanıp inanmadığımı bilmiyorum, olasılıkla sorduğun zamana bağlı ama kalıtımsal eğilime kesinlikle inanıyorum. Yani bu da bir olasılık." "Diğer açıklamalarını da anlat." "Şey, aklıma gelen bir diğeri, biraz daha karmaşık bir konu. Bizzat kulübün, üyelerinin genç ölme olasılığını artırma etkisine sahip olabileceği aklıma geldi." "Nasıl?" "Dikkatimizi ölümlülüğümüze aşırı derecede yoğunlaştırarak. Bir insanın ömrünü sistematik olarak ölümlülüğünü reddetme yoluyla uzatabileceğini öne sürmekten nefret ediyorum ama ölümü bekleyerek ve otobüsü yakalayanları bulmak için yılda bir kez bir araya gelerek o günü çabuklaştırabileceğimiz de bir olasılık. Ölümü özleyen bir parçam olduğundan eminim, tıpkı sonsuza dek yaşamak isteyen bir parçamın olması gibi. Belki toplantılarımız yaşam güdüsüne karşı ölüm isteğini güçlendiriyordur. Zihin-beden ilişkisi bu günlerde öyle kanıtlandı ki,

doktorlar bile homurdanarak bunu kabul ediyor. İnsanlar zihinsel durumlarından dolayı hastalıklara açık, kazalara açık, tehlikeli kararlar verebiliyorlar. Bu bir etmen olabilir." "Ben de olabileceğini düşünüyorum." Biraz kahve istemek için başımı kaldırır kaldırmaz garson yanımda bitiverdi. "Homer Champney çok güçlü bir yaşam güdüsüne sahip bir insanmış gibi görünüyor" dedim. "Dikkate değer bir insandı. Birçok insandan daha fazla enerjisi ve güçlü yaşama isteği vardı. Üstelik unutma ki, bizim kadar uzun yaşamayan ya da ileri yaşlarda aktif olmayan bir kuşaktan geliyordu. Onun kuşağında, bizim yaşımızda bir erkeği, köşede, sallanan sandalyede oturturlardı." "Onun grubundaki diğerleri nasıldı?" Hildebrand anlamlı bir biçimde, "Öldüler" dedi, "ve haklarında bildiğim tek şey bu. Adlarını bile hatırlamıyorum. Homer listeyi yakmadan önce adları ilk ve son olarak okuduğunda, duymuştum yalnızca. Bu adlardan bir daha özellikle söz etmedi. Ona göre onların dönemi kapanmıştı. Ne kadar yaşadıklarını ya da nasıl öldüklerini bilmiyorum." Şöyle bir güldü. "Belki de hiç bir zaman var olmadılar." "Ne demek istiyorsun?" "Yıllarca beni eğlendiren bir düşünceydi bu ama bir gece geç vakit aklıma geldi ve hiçbir zaman tümüyle unutmadım. Bizden önce bir dönem daha olmadığını varsay. Homer'in bu adları telefon rehberinden bulduğunu varsay. Meksika Savaşı'na katılan adam, Mozart ve Isaac Newton ve Babil'in Asma Bahçeleri'yle ilgili efsaneleri de katarak her şeyi uydurduğunu varsay. Azraili beklerken gençlerle yılda bir kere biftek yemenin ilginç olacağını düşünen, hayal gücü geniş bir adam olduğunu varsay." "Buna gerçekten inanmıyorsun." "Hayır, elbette inanmıyorum. Ama bunu çürütmenin bir yolu olmaması da ilginç. Homer bir önceki grubun yazılı kayıtlarına sahip olsaydı bile, ilk toplantımızdan sonra yok ettiğine kesinlikle eminim. Gruptakilerden biri yazılı bir şey bıraktığını vemirasçılarının da atmadıklarını varsayarsak, birilerinin tavanarasında, bir yerlerde duruyor olabilir hâlâ. Ama insan nereye bakacağını nasıl bilebilir ki?" "Her neyse" dedim, "pek de önemli değil zaten, değil mi?" "Hayır" dedi. "Çünkü kalıtımsal ya da başka bir kader işliyorsa, bu konuda yapılacak bir şeyin olduğunu sanmıyorum Kulüpteki üyeliğimiz ruhlarımızı gizlice zehirleyerek ölmemiz neden oluyorsa, eh, olasılıkla panzehir aramak için geç kaldık Homer hilekâr bir ihtiyarsa, biz de insanlık tarihindeki ilk otuz bir kişilik kulüpsek, ne olmuş yani? Mayıs'ın ilk Perşembe'sinde gene Keens'e gidecek ve hayatta kalan son kişi olursam otuz saygın erkek seçerek meşalenin yanmasını sağlayacağım." Homurdandı. "Otuz saygın adam bulmanın her yıl daha da zorlaştığını söyleyebilirim ama bunun doğru olduğunu sanmıyorum. Hiçbir zaman kolay olmadığını hissediyorum." "Üyelerin öldürüldüğünü düşünüyorsun" dedim. "Evet." "Çünkü ölümlerin sayısı olasılık hesabını çok aşıyor." "Bu işin bir kısmı. Bu sayının çok yüksek oluşu, bir açıklama aramaya itti beni." "Ve?" "Oturup ölmüş olan üyelerimizin bir listesini ve hangi yollarla öldüklerini çıkardım. Bazıları kesinlikle öldürülmemiş, ölümleri ancak doğal nedenlerin sonucu olmuş. Örneğin Phil Kalish otomobil kazasında öldü. Öteki sürücü içkiliydi, yolun yanlış tarafına geçti ve batıya giden şeritte doğuya doğru gitti. Yaşasaydı trafik suçundan yargılanabilirdi ama şeytani bir dizi cinayetler katilinin bu sahneyi düzenleme olasılığı pek yok." "Yok." "Ve bir Vietkong ya da Kuzey Vietnamlı, Jim Severance'ı öldürdü. Savaşta ölüm doğal neden olarak düşünülmez genelde ama buna cinayet de denilmez." Hildebrand'ın parmakları kadehe uzandı, sonra geri çekildi. "Başka hiçbir şey olamayacak ölümler de vardı. Roger Bookspan,

tanı koydukları sırada organlara da yayılmış testis kanserine yakalandı. Kemik iliğinakli yapmaya çalıştılar ama Bookspan dayanamadı." Hildebrand'ın yüzü arkadaşının anısıyla karardı. "Daha otuz yedi yaşındaydı, zavallı orospu çocuğu. Evliydi, beş yaşın altında iki çocuğu vardı, ilk romanını yazmıştı, bir yayınevi tarafından kabul edlmişti ve birden öldü." "Bu olay uzun bir süre önce olmalı." "Yirmi yıla yakın. İlk ölümlerimizden biri. Daha sonra bir kaç kalp krizi oldu. Frank DiGiulio'dan söz etmiştim, iki yıl önce, Victor Falch golf kursunda düşüp öldü. Altmış yaşında, seksen kilo, şeker hastasıydı, bu nedenle şüpheli koşulların akla gelebileceğini sanmıyorum." "Hayır." "Öte yandan bazı üyelerimiz öldürüldü ve yetkililerin bu sınıflamaya sokmamasına karşın cinayet olabilecek başka ölümler de var. Bıçaklanan Alan Watson'dan söz etmiştim." "Sevgilisi tarafından öldürülen Chelsea'li arkadaşın da var" diyerek adını hatırlamak için belleğimi zorladım. "Carl Uhl mu?" "Doğru. Boyd Shipton da var elbette." "Ressam Boyd Shipton mı?" "Evet." "Kulübünüzün üyesi miydi?" Hildebrand evet dercesine başını salladı. "İlk toplantımızdakendisi hakkında söyleyebileceği en ilginç şeyin, bir apartmanın duvarını tuğla gibi görünecek biçimde boyaması olduğunu söyledi. O dönemde Wall Street'de stajyerdi ve resim yapmanın onun için yalnızca bir yan uğraş olduğunu belirtmişti. Daha sonra işinden ayrıldı ve ilk galeri bağlantısını yapinca resim yapmanın onun için ne kadar önemli olduğunu açıklamaktan korktuğunu itiraf etti." "Çok başarılı oldu." "Fazlasıyla başarılı, East Hampton'da okyanusa bakan evi ve Tribeca'da sanat şaheseri bir stüdyosu vardı. Boyd un boyadığı tuğla duvarın nasıl olduğunu sık sık merak ederdim. Taşınmadan önce, ev sahibi kızmasın diye üstüne birkaç kat düz beyaz boya sürdü. Eh, orada şimdi kim oturuyorsa, kimbilir kaç kat Dutch Boy boyanın altında orijinal bir Boyd Shipton trom-pe-l'oeil duvar resmine sahip. Resmin orada olduğunu bilen olsa tekrar ortaya çıkarılabilir herhalde." "Ne zaman öldürüldüğünü hatırlıyorum" dedim. "Beş yıl önce, değil mi?" "Ekim'in altısında. Eşiyle birlikte bir arkadaşının sergi açılışı için kente gelmiş ve sergiden sonra yemeğe gitmişlerdi. Kent merkezindeki dairelerine dönerken iş üstünde bir soyguncuyla karşılaştılar." "Hatırladığım kadarıyla eşine tecavüz edilmişti." "Tecavüz edildi ve sakat bırakıldı. Boyd da ölesiye dövüldü. Olay hâlâ çözülmedi." "Demek ki üç cinayet var." "Dört. 1989'da Tom Cloonan, taksisinin içinde vurularak öldürüldü. Cloonan yazardı, birkaç kısa öyküsü basılmıştı ve bir iki Off-Off-Broadway oyunu yazmıştı ama yaşamını yazarak kazanamıyordu. Lisanslı olmayan bir müteahhit için iç dekorasyon işleri yaparak ya da bir taşıma şirketinde çalışarak aradaki farkı kapardı. Bazen de taksicilik yapardı. Öldüğü sırada da taksicilik yapıyordu." "Bu olay da çözülmedi mi?" "Polislerin birini tutukladıklarını hatırlıyorum. Davanın duruşma aşamasına geldiğini sanmıyorum." Bunu öğrenmek zor değildi. "Otuzkişi ve dördü saldırganların kurbanı olmuş. Bunun, on altınızın ölmesinden daha dikkat çekici olduğunu düşünüyorum." "Ben de öyle düşünüyordum Matt. Çocukken ailemin öldürülen tek bir insanı tanıdıklarını sanmam. Güney Dakota daki korunaklı bir kasabada da büyümedim ayrıca. Queens'de büyüdüm. Önce Richmond Tepesi'nde oturuyorduk, sonra Woodhaven'a taşındık." Kaşlarını çattı. "Yanılıyorum, çünkü öldürülen birini tanıyorduk ama adını hatırlamıyorum. Jamaica

Caddesi'nde bir içki dükkânı vardı. Bir soygun sırasında vurularak öldürüldü. Bunun annemle babamı nasıl alt üst ettiğini hatırlıyorum." "Olasılıkla başkaları da vardır" dedim. "Çocukken bu tür şeylerin farkına pek varılmaz, anne babalar da çocuklardan bu şeyleri saklama eğilimindedir. Eh, biz çocukken cinayet oranlarının daha düşük olduğuna şüphe yok ama insanlar birlerini Habil ile Kabil'den beri öldürüyorlar. Billyorsun, geçen yüzyılın ortasında Five Points'de, Eski Birahane denilen yük, harap bir bina vardı. Sonunda binayı yıktıklarında, işçiler bodrumdan çuvallar dolusu insan kemiği çıkardı. Resmi tahminlere göre binada yıllarca, gecede ortalama bir cinayet işlenmişti." "Bir binada mı?" "Eh, epey büyük bir binaydı" dedim. "Ve çok iyi bir mahalle de denemezdi." 4 Cinayetlere ek olarak Lew bana intihar ve kaza ölümleri olduğunu da söyledi. Bunlardan bazıları örtülü cinayet olabilirdi. Göğüs cebinden çıkararak bana verdiği iki liste vardı. Listelerden birinde kulübün on dört yaşayan üyesinin adları alfabetik sırayla yazılmış, adresleriyle telefon numaraları eklenmişti. Diğeri ölenlerin listesiydi -Homer Champney de dahil olmak üzere on yedi kişi. Bu listede adlar ölüm sıralarına göre sıralanmış ve yanlarına olası ölüm nedeni yazılmıştı. Her iki listeyi de okudum, biraz kahve içtim ve Hildebrand'a baktım. "Bana kafanda nasıl bir rol biçtiğinden emin değilim" dedim. "Yalnızca danışmanlık yapmamı istiyorsan, şu kadarını söyleyebilirim: Kulübünüzde çok yüksek bir ölüm oranı var ve bu orantısız sayı kesinlikle hastalık dışında nedenlerden kaynaklanmış görünüyor. İntiharlar da gizli cinayetler olabilir, kazaların çoğu da. Hatta doğal görünen bazı ölümler bile gizli cinayetler olabilir. Kendi kusmuğunda boğularak ölen şu adam, eh, bunu yapmanın bir yolu var." "Tanrı aşkına, nasıl?" "Kurbanın baygın olması gerekir. Yüzüne yastık ya da havlu koyar ve kusmasını sağlayana kadar yüzünde tutarsın. Deri altına kusturucu iğne de yapabilirsin ama buna bakacak kadar akıllı biri varsa bu otopside ortaya çıkabilir. Mideye dizini koymak da etkilidir. Kurban kusar ve kusmuğun gidecek bir yeri olmadığı için otomatik olarak ciğerlerine çeker. İçkili bir insanı öldürmek için kolay bir yoldur, sızana kadar beklemen yeter. Ayrıca sarhoşlar kendi kusmuklarında boğulma eğilimindedir, bu yüzden kazara ölümü varsaymak için geçerli bir nedendir." "Kesinlikle şeytani bir buluş gibi görünüyor." "Sanırım. Altmışlı yılların ortalarında böyle ölen bir ABD senatörü vardı. Öyküyü anlatana bağlı olarak ya Kübalı ya da CIA tarafından suikaste kurban gittiği yolunda güçlü söylentiler çıktı. Ama bu ölüm Kennedy suikastının hemen arkasından oldu. Yani her ölüm cinayet ve gizli faaliyet söylentileri doğuruyordu. Ünlü bir siyasi Alzheimer hastalığından ölürse İlluminati'nin, onun mısır gevreğine alüminyum tuzlan attığı söylentisini duyabilirdin." "Hatırlıyorum." Hildebrand derin bir soluk aldı. "Eddie Szabo'nun ölümünde de ortaya atılan varsayımlar vardı sanırım. Ama bu kadar kolay olduğunu bilmiyordum." "Ayrıca yalnızca göründüğü gibi de olabilir." "Bir kaza." "Evet." "Ama gene de kaygılanmam için bir neden olduğunu düşünüyorsun." "Araştırma gerektirdiğini düşünüyorum." "Bu araştırmayı yapmayı istiyor musun?" Bu soruyu bekliyordum ve yanıtım da hazırdı. "Başlangıçta göründüğü gibiyse" dedim, "büyük bir sabrı ve örgütlenmesi olan bir dizi cinayetler katili var. Otostopçuları rastgele seçerek cesetlerini 1-80 karayoluna bırakan bir serseri değil bu. Belirli hedefleri seçerek öldürmek için zamanlama yapıyor. Olasılıkla sekiz kişiyi ya da belki daha çok insanı öldürdü.

Bunlar büyük bir araştırma gerektiyor ama ben tek başınayım. Bir NYPD araştırması olsaydı, oda dolusu detektif çalışırdı." "Polise gitmem gerektiğini düşünüyor musun?" "İdeal bir dünyada evet. Gerçek dünyada, seninle yalnızca dalga geçerler herhalde. Bürokrasinin çalışma tarzı böyledir, hiçbir polis kurtçuk dolu bu kutuyu açmak istemez. Birbiriyle çelişen karmakarışık hükümleri ve yirmi yıl önceye dayanan bazı olası cinayetleri araştırıyorsun. Ben polis olsaydım da bu dosya önüme gelseydi, dosyayı dolaba kaldırıp izini kaybettirmek için her tür nedenim olurdu." Kahvemden bir yudum aldım. "Polisin bu davaya eğilmesini gerçekten istiyorsan, bunun en iyi yolu medyayı kullanmaktır." "Ne demek istiyorsun?" "Bana anlattığın şeyleri istekli bir muhabire anlat yeter. Kendi içinde haber değeri var, haberinin üstüne atlayanın önüne birkaç ünlü ad da atarsan haber değeri daha da artar. Örneğin Boyd Shipton. Yaşayanlar listende Commerce Sokağı'ndaki Raymond Gruliow da var. Sanırım avukat." "Savunma avukatı, evet." "Basının genel olarak dediği gibi 'tartışmalı davalarda savunma avukatı'. Polislere, Çetin Ceviz Ray'in birinin ölüm listesinde olduğunu söylersen, onda dokuzu adamı bulmaya çalışacak, ona bir içki ısmarlayarak iyi şans dileyecektir. Ama bir gazeteciye anlatırsan üstüne atlar." Hildebrand kaşlarını açtı, "Kulübün açığı çıkmasını" dedi, "çok rahatsız edici buluyorum." "Tahmin edebiliyorum." "Kuşkularım doğruysa, bize saldırarak sayımızı azaltan bir katil varsa, onu durdurmak için ne gerekiyorsa yaparım. Gerekirse Oprah'a bile giderim." "Gerekeceğini sanmam." "Ama yalnızca istatistiksel bir rastlantıya aşırı tepki gösteriyorsam, kulübün gizliliğini gereksiz yere yok etmek yazık olur. Birey olarak çekeceğimiz dikkat de kimsenin hoşuna gitmez." "Birçoğunuzun hoşuna gitmez. Ray Gruliow için büyük olasılıkla, 'hoşa gitmeyen dikkat' bir çelişkidir. Gene de atman gereken önemli bir adım var. Büyük bir araştırmayı başlatmanın en hızlı yolu bir gazeteciye bana anlattıklarını anlatmandır. Bana göre yirmi dört saat içinde ulusal medyada yer alır ve kırk sekiz saat içinde de bir polis kuvveti bu işi araştırmaya ayrılır. Bir kaç eyalette ölü adamlar artı bir dizi cinayetler katiliyle yeterince ısınırsa FBI'ın bile işin içine girdiğini görebilirsin." " Bir sirk gibi görünmeye başlıyor." "Eh, beni işe alırsan çok daha az şatafatlı bir araştırma olur. Bırak yüksek yerlerde etkili olmayı, detektiflik lisansım bile yok. Yapabileceğim araştırma görece yavaş olur ve ne kadar olacağını bilemem. Bunu kulüp üyelerinden biriyle konuştun mu?" "Kimseye bir şey söylemedim." "Gerçekten mi? Şaşırdım. Düşünmüştüm ki... Ah." Hildebrand başıyla yavaşça onayladı. "Kulüp gerçek bir dernek değil ama kesinlikle bütün dünyadan gizli tuttuk. Kimse varlığını bilmiyor." Brendi bardağını eline aldı. "Yani bir kati1 varsa" dedi, "içimizden biri olması gerekir." 5 Elaine, "Tanrım, tam erkek eğlencesi" dedi. "Otuz adam tahta masaların çevresine oturarak et yiyor ve birbirlerinin göğüs ağrılarını konuşuyor. Testosteron kokusunu alabiliyorsun, değil mi?" "Neden eşlerine bundan söz etmediklerini anlamaya başlıyorum." Elaine, "Eleştirmiyorum" diye ısrar etti. "Yalnızca bütün bunların ne kadar erkeksi olduğuna dikkat çekiyorum. Her şeyi gizli tutmak, birbirlerini yalnızca yılda bir kere görmek, Önemli

Konular hakkında ciddi ciddi konuşmak. Kadınlardan oluşan böyle bir kulüp düşünebilir misin?" "Restoran sahibi deli çıkar" dedim. "Otuz bir tane ayrı hesap." "Tek hesap ama eşit bölüşüldüğünden emin olabilirsin. 'Bir bakalım, Mary Beth elmalı tart yemiş, demek ki bir dolar daha verecek. Rosalie, sen salatanı rokfor soslu aldın, bu da yetmiş beş sent daha gerektiriyor.' Gerçekten, bunu neden böyle yaparlar?" "Hesabı kalem kalem ayırmak. Ben de bunu sıkça düşünürüm." "Hayır, bir yemek kaşığı ekstra rokforlu sos için ekstra para. Bir yemeğe yirmi otuz dolar ödüyorsan, istediğin salata sosu da buna dahil olmalı. Bana neden öyle bakıyorsun?" "Çünkü seni büyüleyici buluyorum." "Bunca yıldan sonra mı?" "Olasılıkla anormal bir şey bu" dedim, "ama düşünmemek elimde değil." Addison Kulübü'nden çıkarken akşamüstü olmuştu. Eve gittim, bir duş yaptım, sonra oturup notlarımı inceledim. Elaine saat altı sularında arayarak akşam yemeğinde evde olmayacağını söylemişti. "Resimlerinin dialarını göstermek için yedide bir sanatçı gelecek" dedi, "ayrıca bu gece dersim var ama kırmamı istersen kırarım." "Kırma." "Soğutucuda dünden kalan Çin yemeği var ama herhalde dışarı çıkmayı tercih edersin. Kalan yemeği atma, eve geldiğimde ben yerim." "Daha iyi bir düşüncem var" dedim. "Bir toplantıya gelmeni istiyorum. Dersine gir, sonra Paris Yeşili'nde benimle buluş." "Tamam." St. Paul'deki 8:30 toplantısına gittim, sonra Dokuzuncu Cadde'den aşağı yürüyerek onu çeyrek geçe civarında Paris Yeşili'ne vardım. Elaine bardaki bir tabureye tünemiş, elinde bir bardak vişne suyu ve maden sodası tutarak Gary'yle sohbet ediyordu. Yanlarına yaklaşınca Gary bir elini koluma koydu. Kaşlarını kaldırarak, "Çok şükür geldin" dedi. "Üçüncü bardağı içiyor ve onu nasıl etkilediğini bilirsin." Bryce bizi pencere yanındaki bir masaya oturttu. Yemek yerken Elaine bana galeriye gelen sanatçıyı anlattı. Batı Hint Adalı bir zenci olan sanatçı, Murray Hill'deki küçük bir apartmanın yöneticiliğini yapan alaylı bir ressamdı. Elaine, "Yağlıboya köy manzaraları yapıyor" dedi, "hoş bir folk-art tarz var ama beni çok etkilemedi. Belki bu tür resimleri çok gördüğüm içindir. Ya da belki o çok görmüştür, çünkü esin kaynağı, kendi çocukluğu değil de başka ressamların resimleri gibi geldi bana." Yüzünü astı. "Ama burası New York, değil mi? Kurs görmemiş ya da hiç resim satmamış ama resimlerin dialarını getirmeyi biliyor. Dialı bir folk sanatçısı duymuş muydun hiç? Bahse girerim Apalaş Dağları'nda böyle bir saçmalığa rastlamazsın." "O kadar emin olma." "Belki de haklısın. Her neyse, ona adını kayıtlarda tutacağımı söyledim. Diğer bir deyişle, bizi arama dedim. Bilmiyorum, belki Büyükanne Moses ve Howard Finster'ın uzun zaman önce kaybolmuş gayri meşru oğludur ve hayatımın şansını kaçırmışımdır. Ama içgüdülerime güvenmek zorundayım, değil mi?" İçgüdüleri yıllar boyunca ona yardımcı olmuştu. Tanıştığımız sırada, cebinde yeni aldığı altın rozeti ve Syosset'te bir eşiyle iki oğlu olan bir polistim, o da zeki, komik ve güzel bir genç telekızdı. Birkaç yıl birbirimizi mutlu ettik. Sonra ben eşimden ve polislikten ayrılınca, birbirimizin izini kaybettik. Elaine yapmakta olduğu işe devam ederek para biriktirdi, gayri menkule yatırım yaptı, sağlık kulübüne gitti, gece okulunda sanat tarihi dersleri aldı. Birkaç yıl önce koşullar bizi tekrar biraraya getirdi. Eski duygularımız birlikte olduğumuz yıllardakinden çok daha güçlü ve zengindi. Elaine başka müşterilerini kabule devam etti ve