Tut ellerimden Abdurrahim KARAKOÇ 3 Neden Cumali ÖĞÜT 4 Tut ellerimden Hüseyin KARGIN 5 Soğuğun üşütmediği zaman Mustafa Kağan ÇOBAN 6 İlk Ramazan YILMAZ 7 Herkes bilsin Hüseyin KARGIN 8 Yazıklar olsun Hüseyin KARGIN 9 Yalan oldu aşkınız Emre PEKMEZCİ 10 İyelik eki Melek GÖKÇE 11 İlk U.Ü 12 Kendi iç krallığımız Furkan KARAKOÇ 14 Karadeniz ile terapi Furkan AYDIN 16 Fizyoterapi nedir? Bir fizyoterapist 21 Abdurrahim KARAKOÇ - Hüseyin KARGIN - Cumali ÖĞÜT Mustafa Kağan ÇOBAN Ramazan YILMAZ- Emre PEKMEZCİ - Melek GÖKÇE Furkan AYDIN Furkan KARAKOÇ
Tut ellerimden Sırat tan incedir sevda köprüsü Beraber geçelim tut ellerimden. Niyet ak güvercin, vuslat gökyüzü Beraber uçalım tut ellerimden. Gönüldeki birlik kalkandır dışa Aldırma ayaza, yele, yağışa Giden ilkbahara, gelecek kışa Beraber göçelim tut ellerimden. Birleşmek üzredir şafakla gurûp Korku beklenilmez kapıda durup İster zehir olsun, isterse şurup Beraber içelim tut ellerimden. Çağır hayallerin en ötesini Yakından duyarsın aşkın sesini Sonsuz mutluluğun penceresini Beraber açalım tut ellerimden. Hatırla kaybolan hatıraları Elmastan ışıklı, altundan sarı Zaman tortusundan işte onları Beraber seçelim tut ellerimden. Şüphe başlangıç tır, karar nihayet Zamanı zamana etme şikayet Kaçmak kurtuluştur diyorsan şayet Beraber kaçalım tut ellerimden. Abdurrahim KARAKOÇ
İLK? Ne kadar genel bir tabir, Aynı zamanda bir o kadar da klişe. İlk... İlk ağlaman, ilk rüyan, ilk yemeğin... Hatırlamıyorsun değil mi hiçbirini? Kimisi "İlk önemlidir, unutamazsın" derken, Kimisi de "İlkin önemi yok, geleceğe bakmak lazım" der. "Geleceğe bakmak lazım"cılar, "Ben anı yaşıyorum, plan yapmıyorum abi"ciler, "Geçmişin bir önemi yok, geçti gitti"ciler, Bir yandan da ilk okul gününü hatırlayanlar, İlk yüz üstü bırakılışını ne yaparsa yapsın, unutamayanlar, Otuz sene geçmesine rağmen ilk sevdiği insanı hala sevenler... Genellikle "Anı yaşıyorum"cular yüzündendir, "Unutamıyorum"cuların, unutamaması. "Unutamıyorumcu"yu yüz üstü bırakan, "Anı yaşıyorumcu"cudur. "Unutamıyorum"cu her şeye bir anlam yüklerken, Her şeyi bırakıp gidebilendir "Anı yaşıyorum"cu. Canım "Unutamıyorum"cu. Unutmayı beceremeyip sonunda kendini unutan "Unutamıyorum"cu. İnsanların duygularıyla oynayan "Anı yaşıyorum"cu, Ortada bırakıp arkasına hiç bakmayan "Anı yaşıyorum"cu.
İlk? İlk denen kelime önemli midir acaba? İnsan ilk yaşanılanı unutmamalı mıdır? Bunun kesin bir cevabı var mıdır? İlk geçmiştir, geçmiş değerli midir? Peki gelecek? Şu an? "Anı yaşıyorum"cuların "Şu an"ı, "Önemli olan şu an abi, gerisinin önemi yok. Anı yaşamak lazım"ı savunanların "Şu an"ı... Kısa bir süre için var olan, rüya gibi kaybolan "şu an"ınız, O kadar değeri hak ediyor mu acaba? ilk? "Sürekli ilk deyip duruyorsun, sen ne düşünüyorsun" diyebilirsin belki sevgili okur. Ben ne düşünüyorum? Önemli olan ilk kelimesini unutmak değil de, İlk neyi unuttuğun sanki. İlk zihninden söküp attığın şeyin ne olduğu, Yorulup, sıkılıp belki bıkıp belki dayanamayıp, Belki bile bile önemsizleştirip unuttuğun o şey... Unuttuğun ilk şey. Hatırlıyor musun sevgili okur? U. Ü.
Kendi iç krallığımız Üniversitede okuyan iki genç, soğuk Ankara gecesinde sinemaya giderken caddelerin ışıkları arasında yitirdikleri hayalleri akıllarına geliyordu. Ama zaman durdurulamayan olduğu gibi biz insanları da durdurmuyor ve her birimizi alıp bir yerlere götürüyordu. Bu iki genç aksiyon filmi seçmişlerdi. John WİCK 2 adlı filmi tercih ettiler. Merdivenlerden çıkarken eskilerden, futbol transferlerinden, üniversite derslerinden, arkadaşlarından konuşup ilerliyorlardı. Bu arada gençlerden sakalı ve saçları uzun olan gizlice marketten aldıkları çikolata ve krakeri düşürmemek için adımlarını dikkatlice atıyor bir yandan da napalım, onlarda bu kadar pahalı satmasaydı deyip hafif hafif gülüyordu. Eğile doğrula koltuklara ulaşabilmişlerdi ve fragmanlar bir bir ilerliyordu tıpkı zaman gibi. O da ne! Birileri John WİCK i öldürmenin planını yapıyor. İtalyan sokaklarında aksiyon başlamıştı. Kovalamacalar, güç krallığının, patronlarının planları derken sakalı ve saçları kısa olan genç artık kendi hayal dünyasına girmişti. Evet aslında hepimizin bir iç ve bir dış krallığı yok mu?.. Bir yandan zamanın bize yüklediği sorumlulukları yerine getiririz bir yandan da iç krallığımız yani iç sesimizi, hayallerimizi, umutlarımızı dinleriz. Krallık diye tanımlıyorum çünkü ne şekilde olursa olsun surlarla çevrilmiş olması, dev bir kapısı ve yöneten bir şatosu olmalıdır biz bilmesekte. Bizim iç krallığımızın surlarını saydam maddelerden düşünün bu saydamlığın içine gizlenmiş tabularımız, toplum normları, hayatın bize kattığı sorumluluklar, kazanılan dostlar, kat edilen aşamalar, yitirilen hayatlar, kaybedilen güvenler oluşturuyor. Kapısını biz belirliyoruz daha doğrusu kapının kilidini. Hepimizin krallığının kilidini açacak cevher başkadır. Anlayacağınız kapının anahtarı her zaman farklıdır. Aslında krallıklarımızı çeşitlendirebiliriz: suç krallığı, para krallığı, ego krallığı,sevgi krallığı, aile krallığı Yani kendi içimizde ki yenemediklerimiz krallığımız olur aslında. Derken on dakika ara yazısı belirdi ekranda iç krallığımızı bir müddet dinlendireyim dedi kısa sakallı genç ve uzun sakallıyla sohbete başladılar. Yaklaşan referandum değerlendirmesi yaparlarken film yeniden oynamaya başladı.
Ne görelim John WİCK suç krallığının mührünü almış artık avantaj kendisinde birde köpeği var onu korumak zorunda devam ediyorlar yollarına Güzel bir aksiyon filmini tamamladık, eee filmin sonunu ben söylemeyeyim yenilerde gösterime girdi zaten. Dışarısı buz gibi eserken hemen bereler ve atkılar görev başına deyip giydiler bereleri ve asıl insanın içini ısıtan samimi sohbete devam ettiler. Vakit epey geç olduğu için caddede dolaşan insan sayısı azalmış, köşedeki kestaneci yerini terk etmiş ve caddenin sesi azalmıştı. John WİCK in köpeğinin ne kadar akıllı olduğundan bahsederlerken köşede bir köpek ve onu o soğukta seven bir hanımefendi ve arkadaşları belirdi sokağın ötesinde. Hani sarı-kahverengi arası bir renk olur ya saçları o renkti. Bir yandan bir yerlere yetişmenin verdiği telaş varken üzerinde bir yandan da köpeği sevmeye devam ediyordu. Belli ki köpekte insanlara yansıttıkları o samimi sıcaklığı hissetmişti hanımefendi. Birazcık üşüyordu belli ki akdeniz kızıydı Kahvesarı. Kısa sakallı genç adam yaklaşmak istiyor ancak iç krallığının surları ona engel oluyordu. Hanımefendiyi birine mi benzetmişti yoksa gerçekten iç krallığının parçalanmış kısmından mı korkuyordu? Bilmeden takip ediyordu kız grubunu ama onun gözü o Kahvesarı saçlı hanımefendideydi. Kahvesarının gülmesinin hem içini acıttığını (ki yaralarının müsebbibi olduğu için) hem de mutlu olduğunu anlatıyordu arkadaşına. Arkadaşı neden mutlu olduğunu sorduğunda ise çatışmaya başlıyordu iç krallıkla dış krallık. Biri kendi iç sesi, hayalleri; diğeri toplum normları, kırılmışlıkları Nasıl anlatabilecekti ki yaralarının sahibini, anlattıkları karşısında kendisine destekleyici bakışlarıyla ve emek üstüne emek vermesiyle hatırladığını? İç krallığımızı aslında kimseye tam anlamıyla anlatamıyoruz değil mi? Dış krallığımız hep baskın çıkıyor, taarruzlarıyla kaleyi fethediyor ve gelip baş köşeye oturuyor değil mi? Sizce çok değer verdiği kahvesarı hanımda mı bu çatışmanın arasında kalmıştı? Yoksa onu hayat çaresiz mi bırakmıştı? Furkan KARAKOÇ
Hava soğuk eve yetişecek takatim kalmadı. Döndüm hemen bizim kahvehaneye.. -Ooo hoşgeldin abi.. - hosbulduk ibo.. Çayı getiriyor. Otur İbo depemde dikilme..yok böyle iyi diyor etrafa bakınarak... Patronunu arıyor gözleri.. Patronun maça dalmış diyorum... Pis bir gülümseme yapıştırıyor dudağına.. Tabakasını çıkartıyor sarim abime bir tane... Yok al camel al sarılı.. O kesmiyor be abi diyor... Tabi kesmez oğlum çiftli sarıyorsun kendine...-uzun zamandır uğramıyorsun buralara abi.- Uzun zamandır kendime bile uğramıyorum.. -Nasıl abi anlamadım- boş ver İbo çay iyiymiş.- Ne kadar lan senin yevmeyen - 20 lira abi- yetiyor mu la sana- yeter mi abi. sabah 6 dan 3 e kadar yem pazarında hamallık yapıyorum 3 ten 12 ye kadar buradayım ancak düzeliyor yevmiye..senin işler nasıl- Şimdi senin bu yorgunluğunun üstüne işler yorucu desem ayıp olur be İbo. işler terso içim ise senin ayaklar kadar yorgun.. bunlar iç konuşmalarım ama... İdare ediyoruz be İbo diyorum.. Şu işleri düzeltseydin bana da sigortalı bir iş ayarlardın be abi diyor... Ayarlarız kardeş ayarlarız yarına çıkacağımız meçhulken sigortada yaparız planda yaparız hayalde kurarız... Sigorta yaparız demi abi diyor... Diğerlerinin getirisi düşük geldi puşta-abi yüksek ilkokul mezunuyum fazla basmıyor benim kafa senin söylediklerine diyor. Yaparız lan sigorta diyorum. ha şimdi oldu diyor. Birde şahin alırım manifortlu diyor.. Onun bile sigortası var senin yok diyorum... Bakma lan öyle onunki zorunlu. Seninki olmasa da olur. Alınganlık yaparak boş bardağı alıyor. Hava soğuk yol uzun sigara kısa...evin yolunu tutuyorum... Yanımdan manifortlu ses sistemli bir şahin ağır ağır geçiyor...karadır şu bahtım kara...eyvallah Neşet baba.. Eyvallah Ahmet KARAKUŞ
KARADENİZ İLE TERAPİ GİRİŞ ( Karadeniz e giriş. Gerçekten çok heyecan verici değil mi?) Bu yazımda Karadeniz in eşsiz güzelliklerinin insan üzerinde zihinsel ve bedensel olarak ne gibi kompleks ve bulunmaz etkiler oluşturduğunu kısmen fizyoterapist bakış açısı ile ele almaya çalışacağım. Hepimiz çokça sıkılmışızdır her sabah bir yığın insanın içerisinde bulunduğu otobüslerle oksijensiz ve oldukça stresli bir yolculuk yapmaktan. Aslında otobüsten indiğimizde de durum çok farklı değil. Bizi bırakır bırakmaz harekete geçen otobüsün yüzümüze püskürttüğü pis egzoz dumanı ile bir doz daha stres yükleniyoruz. Sonra gidip beton binanın içerisinde görevlerimizi yapmamız için bize ayrılan yerimize oturuyoruz. Tebrikler, işimize vaktinde yetiştik ve artık akşama kadar oturabiliriz. Milletçe oturmayı kendimiz için kâr saydığımız doğrudur. Akşam olduğunda gün boyu oturmaktan artık yorulmuş oluyoruz ve bir an önce eve gidip dinlenmek istiyoruz. Otobüsümüze binip evin yolunu tutuyoruz her gün birlikte gidip geldiğimiz ve artık iyice tanışık olduğumuz bizim gibi yolcu arkadaşlarla Düşüncemiz muhtemelen şu şekilde oluyor: Sonunda eve geldim, çok yorucu bir gündü, hemen dinlenmeliyim. En iyisi biraz televizyon izledikten sonra uyuyayım çünkü sabah yine erken kalkacağım Peki bu konuda atalarımız ne demiş, nerede hareket; orada bereket. Peki bu esnada kendimize soruyor muyuz şu soruyu: nerede hareket? Bahsettiğim üzere sorun sadece hareketsizlik de değil büyükşehirde. Resmen psikolojik ve bedensel bir dram içerisindeyiz. Peki ne yapmalıyız? Tüm bu olumsuzluklara katlanmak zorunda mıyız? Bazısına hiçte katlanmak zorunda değiliz, kendi kendimize çözüm önerileri sunabiliriz fakat bazısı elimizde olmayarak gerçekleşiveren ve bu şekilde de süregelen durumlardan ibaret. İşte bu noktada da Karadeniz de doğup da o yörenin temiz havasını ciğerlerine çekerek, dağ bayır koşarak, göz alabildiğine eşsiz manzaralarını her gün izleyerek, kısaca bizim sürekli karşımıza çıkıp duran ve sadece iç çekerek bakmakla yetindiğimiz ve asla uzanamadığımız yeşil kartpostalların içerisinde büyüyen insanların ne de güzel ortam ve imkanlara sahip oldukları geliyor akla.
YEŞİLLİK Kaç ton yeşil vardır? Cevabı Karadeniz de fakat bunun cevabını Karadenizliler dahi net bilmiyor. Çünkü sayısız güzellikte ve çeşitte yeşil vardır Karadeniz de. En güzelleri, uçsuz bucaksız dağları örten yaylalar, en lezzetlileri de yamaçlara uzanmış çaylardır. Peki nedir yeşilin anlamı? Canlılıktır, hayattır, doğmak, büyümek, gelişmek ve güçlenmektir Harekettir yeşil; dinç ve dinamik kalmaktır. Bir umuttur yeşil. Her sonbahar sararıp dökülen ve çürüyüp yok olan yapraklara inat ayakta kalmaktır. Ve bir de temizliktir, temiz havadır, oksijendir yeşil. Nefestir, soluk almaktır Yeşilin bu edebi tanımının ardından biraz da bilimsel tanımlamasından ve insanlar üzerindeki psikolojik ve fizyolojik etkilerinden bahsedelim. Yeşilin en büyük fizyolojik görevi, içerisindeki klorofil pigmenti ile canlıların hayatta kalabilmesini sağlayan oksijeni üretmesidir. Oksijen insan vücuduna nefes alma ile girer ve insan vücudundaki bütün canlı dokulara kan dolaşımı sayesinde ulaşır. Dokulara ulaşan oksijen miktarı ne kadar artarsa dokunun enerji üretmesi de yeterli besin olduğu müddetçe orantılı olarak artacaktır. Buradan da şunu çıkarıyoruz ki Karadeniz insanının bu kadar enerjik ve hareketli olmasının nedeni ciğerlerine günde 24 saat boyunca bol oksijenli hava çekerek kendilerine istem dışı pulmoner(akciğer) terapi yapmış olmalarıdır. Tıpkı bizlerin şehir hayatından sıkılıp da hafta da bir gün, şehrin kıyısında bulunan yeşillik bir alana gidip birkaç saat ailemizle birlikte yaptığımız temiz hava etkinliğimiz gibi Bu birkaç saatlik etkinliğin bize ne kadar enerji verdiğini düşünerek Karadeniz insanının ne kadar enerjik ve bunun bir sonucu olarak da ne kadar çalışkan olduğunu bir tahmin edelim. Böylelikle oksijenin hayatımıza olan bu olumlu etkisini iyice kavramış olalım. Yeşilin insan üzerindeki bir diğer etkisi ise psikolojiktir. Bilimsel olarak insanı en rahatlatan renklerin yeşil ve mavi olduğu kanıtlanmıştır. Ayrıca uzak mesafeye bakmanın da başta gözleri olmak üzere zihni dinlendirdiği ve kişiye huzur verdiği de aşikardır. Böylelikle bu bilimsel kanıtlara dayanarak Karadeniz i ele aldığımızda yeşil bir şehrin ve sonu gözükmeyen masmavi denizin, oranın insanlarına ne denli huzur ve mutluluk verdiğini anlayabiliriz. Büyükşehirlerde ise bu imkanı yakalamak pekte mümkün olmuyor, çünkü her tarafımızı çepeçevre saran beton yığınları ne yeşillik, ne temiz hava ne de uzun uzun seyredip de dinleneceğimiz manzaralar bırakıyor.
Karadeniz in her ton yeşilinin canlılara kat kat sağlıklı bir hayat sunduğunu öğrendik. Artık yeşilin hayatımızdaki yerini daha iyi biliyoruz. O halde sağlıklı bir yaşam için beton şehirleri yeşillendirmeye bugünden itibaren başlayabiliriz. DAĞLIK ARAZİ Siz hiç yemyeşil bir dağın eteğinde oturup çayınızı yudumlarken ayaklarınızın ucundaki bulutları seyrettiniz mi? Eğer ki cevabınız evetse muhtemelen siz bir Karadeniz insanısınız. Karadeniz insanı genelde kazançlarını çaycılık ve hayvancılıkla sağlar. Çaylar ve hayvanlar dağları ve dağ yamaçlarını sevdiği içinde insanlar mecburen dağlarda ve yüksek yaylalarda iş görürler. Bu da o beyazla yeşilin birleştiği, üzerine bulut inmiş yaylaların manzarasından faydalanmalarını sağlar. Bunun insanın gözlerini ve ruhunu dinlendirdiği gibi bir diğer fizyolojik etkisi de vardır. Yüksek rakımlara çıktıkça havada ki oksijen oranı azalır ve insan, dokularına yeterli oksijeni alabilmek için fizyolojik olarak akciğerlerindeki alveol sayılarını arttırır. Bu da daha geniş kapasiteli ve daha verimli çalışan akciğerlere sahip olmalarını sağlar. Hatta birçok sporcu, spor esnasında çokça oksijene ihtiyaç duyacağını bildiği için, müsabakalardan az bir zaman önce bu şekilde Karadeniz gibi yeşili ve yükseltisi çok olan yörelerde alveol sayılarını artırmak için vakit geçirmekte ve spor yapmaktadırlar. Böylece egzersiz kapasitelerini artırmış olmaktadırlar. DOĞALLIK Market tezgahında iki türlü domates var diyelim. Birinci tür domatesler pürüzsüz, parlak ve hepsi aynı boyutta. İkinci tür domates ise değişik boyutlarda, şekilsiz ve soluk kırmızı hatta bazı yerleri de yeşil. Muhtemelen çoğumuzun güzel gözüken domatesi alası gelir ve kötü şekli olan domatesi ise hemen kötü yorumlayıp lezzetsiz diye değerlendiririz. Fakat hakkında kötü düşündüğümüz bu şekilsiz domatesler genelde organik olanlarıdır. Bize bu şekilde düşünmeyi öğreten olgu doğal ve organik gıdaların tezgahlardan çekilip, yerini hatalı veya hormonlu gıdaların alması yüzünden, normal olanın zihnimizde hormonlu gıdalar olarak şekillenmesidir. Bu olgunun bir adım kökenine indiğimizde ise beton şehirlerde azalan toprak ve yeşil miktarının ve hızla artan nüfusun bu şekilde seri ve kalitesiz gıda üretmeye mecbur bıraktığını düşünebiliriz.
Karadeniz yöresine baktığımızda ise fazlaca var olan toprak alanın, yeşili ve yetiştirmeyi seven Karadeniz insanının; toprağı ve yeşili sık sık besleyen yağmurun verimli ve gayet organik besinler ürettiğini görebiliriz. Denizden çıkan balığın direk sofralarımıza gelmesi de cabası. Genel bir örnek verecek olursak; fırın yemek pişirmek için programlanmış bir araç olduğu için bu programın, yani normal olanın, yani doğal ve olması gerekenin dışına çıktığımızda olumlu bir sonuçla karşılaşmamız mümkün değildir. Canlılar da aynen buna benzer. Eğer ki biz, doğanın bize sunduğu besinlere, katkı maddesi katmayıp, yapısını bozmayıp doğal bir şekilde tüketirsek, hareketsiz ve pasif bir hayat sürmeyip doğanın bize zorunlu tuttuğu yiyecek, barınma ve savunma ihtiyaçlarımızı gidermek için gereken hareketi günümüzde de aynı ayarda korursak, yine doğanın bize sunduğu yeşilimizi yok etmeyip aksine yaşatırsak, özet olarak hayatımızın her yönünü, yaratılışımızdan buyana beri geldiği gibi, yani programlandığımız gibi yaşarsak ve bunun dışına çıkmazsak bizde sağlıklı ve verimli yaşamayı başarabiliriz. Çünkü bizim vücut sistemlerimiz sadece doğanın bize doğal olarak sunduğu besinlerle uyumludur, jelibonla değil Sonuç olarak Karadeniz insanının enerjik ve hareketli bir yapıya sahip olmasını sağlıklı ve verimli yaşamak için birçok imkanlarının olmasına bağlayabiliriz. Onlar için hareket, hayatın vazgeçilmez ögesidir. Hatta bunu yöresel çalgısı olan kemençe ve gaydanın hareketli melodilerinden de anlayabiliriz. Güzel Karadeniz e ve o yörenin insanlarına kısmen değindik. Bizlerin de beton yaşantının akıntısına kapılmayıp toprakla ve yeşille barışık olmamız, hayatımıza hareket katmamız, çevremizdekilerle birlikte sık sık yeşillik bölgelere gidip egzoz ve sanayi dumanı oldukça yoğun olan beton bölgelerden fazlaca stres yüklenmememiz için uzak durmamız gerekmektedir. Belki bir gün biz de Karadeniz de bir yaylada yeşil çimenlerin üzerinde bulutları ayağımızın altına alıp organik bir kahvaltı yaparken, ciğerlerimize kadar oksijen çekip karşıdaki şelale manzarasının tadını çıkarabiliriz. Furkan AYDIN