ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ II

Benzer belgeler
İÇİNDEKİLER İLKSÖZ... 1

ÖLÇME, DEĞERLENDİRME VE SINAV HİZMETLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 8. SINIF T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU PLANI VE KAZANIM TESTLERİ

6 Mayıs Başkomutanlık kanunu süresinin meclisçe tekrar uzatılması. 26 Ağustos Büyük Taarruzun başlaması

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 8. SINIF TÜRKİYE CUMHURİYETİ İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ

MİLLİ MÜCADELE TRENİ

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

UNI 201 MODERN TÜRKİYE NİN OLUŞUMU I

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 11. SINIF T.C. İNKILAPTARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ

HOCAİLYAS ORTAOKULU. ÜNİTE 1: Bir Kahraman Doğuyor T.C. İNKILÂP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK-8

2018-LGS-İnkılap Tarihi Deneme Sınavı 9

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

SAYFA BELGELER NUMARASI

L 1 S E ... TURKIYE CUMHURiYETi INKILAP TARiHi VE ATATURKÇULUK KEMAL KARA ÖNDE YAYINCILIK

Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ DERSİ I.DÖNEM MÜFREDAT PROGRAMI

İÇİNDEKİLER. ÖNSÖZ... iii GİRİŞ A-İNKILÂP KAVRAMI 1-İnkılâp Türk İnkılâbının Özellikleri Atatürk ün İnkılâp Anlayışı...

11. SINIF T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

İÇİNDEKİLER... SAYFA NUMARASI 1. Genelkurmay Başkanlığının Afyon ve Kocaeli mıntıkalarındaki duruma dair 3 Ekim 1921 tarihli Harp BELGELER

T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK TESTİ

Bu durumun, aşağıdaki gelişmelerden hangisine ortam hazırladığı savunulabilir?

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

KURTULUŞ SAVAŞI ( ) Gülsema Lüyer

BATI CEPHESİ'NDE SAVAŞ

TEOG 2. MERKEZİ ORTAK SINAVLAR T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK DERSİ BENZER SORULARI

Tuba ÖZDİNÇ. Örgün Eğitim

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ I ve II DERSİNİN AMACI VE HEDEFİ

Musul Sorunu'na Lozan'da bir çözüm bulunamadı. Bu nedenle Irak sınırının belirlenmesi ileri bir tarihe bırakıldı.

1 TÜRKİYE CUMHURİYETİ DÖNEMİ (TÜRKİYE) EKONOMİSİNİN TARİHSEL TEMELLERİ

13. Aşağıdakilerden hangisi yeni Türk alfabesinin kabul edilme nedenlerinden biri değildir?

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ DERSİ II. DÖNEM MÜFREDAT PROGRAMI

T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK DERSİ ESKİ VE YENİ MÜFREDAT KARŞILAŞTIRMASI

KARMA TESTLER 03. A) Yalnız l B) Yalnız II. C) Yalnızlll D) I ve II E) I, II ve III. 2. Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na girmesine,

ATA - AÖF AÇIK ÖĞRETİM FAKÜLTESİ FİNAL ÇIKMIŞ SORULAR

İÇİNDEKİLER SUNUŞ İÇİNDEKİLER... III GİRİŞ... 1 BİRİNCİ BÖLÜM BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ DÜNYADA SİYASİ DURUM 1. Üçlü İttifak Üçlü İtilaf...

SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER DOKTORA PROGRAMI DERS İÇERİKLERİ ZORUNLU DERSLER. Modern Siyaset Teorisi

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ

Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)

MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE OSMANLI DEVLET TEŞKİLATI

T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük 8

Ders Adı : Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-II Ders No : Teorik : 2 Pratik : 0 Kredi : 2 ECTS : 2. Ders Bilgileri

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI...OKULU T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK DERSİ 8.SINIF ÜNİTELENDİRİLMİŞ YILLIK DERS PLANI

A-) Mudanya Ateşkesi; Doğu Trakya ve İstanbul un Kurtarılması. B-) Lozan a Kim Gidecek Tartışmaları ve Saltanatın Kaldırılması

Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi II (HIST 102) Ders Detayları

Lozan Barış Antlaşması

T.C. İNKILÂP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK DERSİ DERS NOTU I. DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ OSMANLI DEVLETİ NİN GENEL DURUMU. Ekonomik Durum:

T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük MİLLİ EKONOMİ VE BAŞKENT ANKARA

ENSTİTÜ/FAKÜLTE/YÜKSEKOKUL ve PROGRAM: MÜHENDİSLİK FAKÜLTESİ-ELEKTRIK-ELEKTRONIK MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMÜ DERS BİLGİLERİ. Adı Kodu Dili Türü Yarıyıl

Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi

İÇİNDEKİLER. Giriş... 1 I. BÖLÜM 19. YÜZYILDA OSMANLI YENİLEŞME HAREKETLERİ VE OSMANLI DEVLETİ NİN SON DÖNEMİNDEKİ DIŞ OLAYLAR

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ SORULARI

İ Ç İ N D E K İ L E R

OSMANLI BELGELERİNDE MİLLÎ MÜCADELE VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

YAZILI SINAV CEVAP ANAHTARI TARİH

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ-II (TAR202U)

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

BİRİNCİ MEŞRUTİYET'İN İLANI (1876)

Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi II (HIST 102) Ders Detayları

İÇİNDEKİLER. A. Tarih B. Siyasal Tarih C. XIX.yüzyıla Kadar Dünya Tarihinin Ana Hatları 3 D. Türkiye"nin Jeo-politik ve Jeo-stratejik Önemi 5

Orta Asya Türkleriyle ilgili yukarıdaki kavramlardan hangisi varlığı sürekli olmayan toplumsal ve siyasal birimi ifade eder?

T.C. İNKILÂP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK / SON 16 YIL OKS, SBS VE TEOG ÜNİTE BAZINDA SINIFLANDIRILMIŞ ÇIKMIŞ SORULAR FASİKÜLÜ

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

5. SINIF SOSYAL BİLGİLER

Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat

Öğretim Üyeleri-Öğretim Görevlileri

Şehriban ERCAN THEMIS KPSS TARİH

TÜRKİYE'NİN TOPLUMSAL YAPISI

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS

KAMU PERSONELİ SEÇME SINAVI KPSS. GENEL KÜLTÜR ve GENEL YETENEK

4.DÖNEM DERS ÖĞRETİM PLANI

IV.HAFTA XX.YÜZYIL BAŞLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU

KTO KARATAY ÜNİVERSİTESİ ANAYASA HUKUKU DERSİ ÖĞRETİM YILI II. DÖNEM DERS PROGRAMI İÇERİĞİ DERS TARİHİ 1. DERS SAATİ 2.

GLn ipisi için..." omülki A^mır. fark yaratmak istepenkre... Tarih. 300 Adet Tamamı Özgün Çözümlü Açık Uçlu Sorular.


Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi

Teori (saat/hafta) Atatürk ün prensiplerini ve Türk İnkılâbının gerekçelerinin ana temasını vermek

İÇİNDEKİLER... SUNUŞ III

T.C. İNKILÂP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK / SON 16 YIL OKS, SBS VE TEOG ÜNİTE BAZINDA SINIFLANDIRILMIŞ ÇIKMIŞ SORULAR FASİKÜLÜ

Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi II (HIST 102) Ders Detayları

YAZILI SINAV SORU ÖRNEKLERİ TARİH

Şafak EVRAN TOPUZKANAMIŞ. Türk Hukukunda Anayasal Gelişmeler Işığında Vatandaşlık

KURTULUŞ SAVAŞI CEPHELER

ÜLKE RAPORLARI ÇİN HALK CUMHURİYETİ Marksist-Leninist Tek Parti Devleti Yüzölçümü 9,7 milyon km 2

Kodu:ATA101 Ders Adı: AİİT I Teorik + Uygulama: 2+0 AKTS: 2

Şehriban ERCAN THEMIS KPSS TARİH

ISBN NUMARASI: ISBN NUMARASI: ISBN NUMARASI: ISBN NUMARASI:

KURTULUȘ SAVAȘI - Cepheler Dönemi - Burak ÜNSAL Tarih Öğretmeni

Yerli Malı Haftası. Dr.Didem Özgür İstanbul Teknik Üniversitesi Avrupa Birliği Merkezi Araştırma Ofisi

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI BAŞLANGIÇ

Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi II (HIST 102) Ders Detayları

Mustafa Kemal Atatürk ün Hayatı

20. RİG TOPLANTISI Basın Bildirisi Konya, 9 Nisan 2010

EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR

İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİ Siyaset, Toplum, Ekonomi. Neslihan Erkan

Transkript:

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ II EDİTÖR: PROF. DR. CEZMİ ERASLAN İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ II EDİTÖR: PROF. DR. CEZMİ ERASLAN

ÖNSÖZ I

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ... I KISALTMALAR... IX YAZAR NOTU... X 1. YENİDEN YAPILANMA DÖNEMİ... 1 1.1. Cumhuriyetin Devraldığı Türkiye den Manzaralar... 8 1.1.1. Nüfus... 8 1.1.2. Eğitim Alanında Durum... 9 1.1.3. Toplumsal Yapı... 11 1.1.4. Tarım... 11 1.1.5. Ulaşım... 12 1.1.6. Dış Ticaret... 12 1.1.7. Misak-ı İktisadî... 13 1.2. İdari Alanda İlk Düzenlemeler... 14 1.2.1. Bürokrasi... 14 1.2.2. Halkın İhtiyaçlarının Karşılanmasında İlk Adımlar... 15 1.2.3. Üretimin Artırılmasına Dönük Düzenlemeler... 15 1.3. Yeni Devletin Simgelerinin Oluşturulması... 16 1.3.1. Millîlik Vasfının Vurgulanması... 17 1.3.2. Başkentin Kabul Ettirilmesi... 17 1.3.3. Ordu Yapılanmasının Savaştan Barışa Çevrilmesi... 19 Bölüm Kaynakçası... 23 2. YENİ TÜRKİYE NİN OLUŞUMU... 24 2.1. Saltanatın Kaldırılması... 30 2.2. Hilafetin İlgası... 31 2.3. Yeni Anayasa: 1924 Anayasası... 35 2.4. Şeyh Sait İsyanı ve Takrir-i Sükûn Kanunu... 37 2.5. Siyasi Partiler... 38 2.5.1. Cumhuriyet Halk Fırkası / Partisi (CHF/P)... 38 2.5.2. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)... 40 Bölüm Kaynakçası... 46 II

3. ATATÜRK DÖNEMİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ (1923-1938)... 48 3.1. Anayasal Gelişmeler... 52 3.2. Atatürk Dönemi Türkiye Cumhuriyeti ni Şekillendiren Ögeler... 53 3.2.1. Eğitim Alanında Çalışmalar... 53 3.2.2. Harf İnkılabı... 54 3.2.3. Dinî Anlayış... 56 3.3. Toplumsal Çağdaşlaşma Alanında Gerçekleştirilen İnkılaplar... 56 3.3.1. Şapka ve Kıyafet İnkılabı:... 57 3.3.2. Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması... 58 3.3.3. Uluslararası Saat, Takvim ve Uzunluk Ölçülerinin Kabulü... 59 3.3.4. Uluslararası Rakamların Kabulü... 60 3.3.5. Medeni Kanun ve Kadın Hakları... 60 3.3.6. Soyadı Kanunu; Lakap ve Unvanların Kaldırılması... 61 3.4. Halkın İçinde, Halkla Birlikte Olmak: Atatürk ün Yurt Gezileri... 62 3.5. İnkılaplara Tepkiler... 63 3.5.1. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası... 64 3.5.2. Şeyh Sait Ayaklanması... 64 3.5.3. Takrir-i Sükûn Kanunu ve Terakkiperver Cumhuriyet Partisi nin Kapatılması... 65 3.5.4. İzmir Suikastı... 66 3.5.5. Serbest Cumhuriyet Fırkası... 67 3.5.6. Menemen Olayı... 68 3.6. İnkılapların Halka Tanıtılması ve Cumhuriyet Değerlerinin Halk İle Buluşması... 69 3.6.1. Millet Mektepleri... 69 3.6.2. Halkevlerinin Açılmasına Giden Süreç ve Halkevleri... 71 3.7. Türk İnkılabı nın Türk Tarihine ve Türk Milletine Özgün Yapısı... 75 Bölüm Kaynakçası... 80 4. TEK PARTİ DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARI (1923-1950)... 82 4.1. Osmanlı Devleti nden Devralınan Sosyoekonomik Miras... 88 4.2. Cumhuriyet in İlk Yıllarında Temel Ekonomik Tercihler... 91 4.3. Devletçiliğe Geçiş ve Sanayileşme Çabaları... 93 4.4. Tarımsal Dönüşüm ve Gelişmeler... 94 4.5. Savaş Ekonomisi Uygulamaları... 96 III

4.6. İkinci Dünya Savaşı Sonrasındaki Ekonomik Gelişmeler... 98 Bölüm Kaynakçası... 105 5. ATATÜRK İLKELERİ... 107 5.1. İnkılap Fikriyatının Esasları... 113 5.2. Atatürk İlkeleri... 114 5.2.1. Cumhuriyetçilik... 114 5.2.2. Milliyetçilik... 117 5.2.3. Halkçılık... 119 5.2.4. Laiklik... 123 5.2.5. Devletçilik... 126 5.2.6. İnkılapçılık... 128 5.3. Atatürk İlkelerinin Uygulama Esasları... 129 5.3.1. Tam Bağımsızlık... 129 5.3.2. Çağdaşlık... 130 5.3.3. Müspet İlime ve Akla Tâbi Olmak... 131 Bölüm Kaynakçası... 136 6. ATATÜRK DÖNEMİ KÜLTÜR POLİTİKALARI... 137 6.1. Cumhuriyetin İlk Yıllarında Toplumun Kültürel Yapısı... 142 6.2. Dil Çalışmaları ve Türk Dil Kurumu... 143 6.3. Tarih Çalışmaları ve Türk Tarih Kurumu... 146 6.4. Arkeoloji Çalışmaları ve Müzecilik... 148 6.5. Sanat Alanındaki Gelişmeler... 149 6.5.1. Müzik... 149 6.5.2. Opera ve Bale... 150 6.5.3. Resim ve Heykel... 151 6.5.4. Tiyatro ve Sinema... 153 Bölüm Kaynakçası... 159 7. DÜNDEN BUGÜNE TÜRKİYE DE EĞİTİM SİSTEMİ... 161 7.1. Türkiye de Modern Eğitimin Doğuşu: Osmanlı Eğitim Reformları... 167 7.1.1. Askerî Eğitimde Modernleşme... 167 7.1.2. Modern Genel Eğitim Sisteminin Kuruluşu... 168 7.2. Cumhuriyet Eğitim Sisteminin Kuruluşu... 173 IV

7.2.1. Eğitim Devrimleri... 173 7.2.2. Millî Eğitim Sisteminin Yapılandırılması... 177 7.3. Millî Eğitim Sistemi... 180 7.3.1. Sistemi Düzenleyen Genel Esaslar... 180 7.4. Eğitim ve Öğretimin Gelişimi... 185 7.4.1. Okul Öncesi Eğitim... 186 7.4.2. İlköğretim... 186 7.4.3. Ortaöğretim... 187 7.4.4. Yükseköğretim... 190 Bölüm Kaynakçası... 195 8. KURULUŞ DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI (1920-1945)... 197 8.1. Türk Dış Politikasının Dayandığı Esaslar... 203 8.2. Türk - İngiliz İlişkileri... 204 8.3. Türk - Fransız İlişkileri... 206 8.4. Türk - Yunan İlişkileri... 207 8.5. Türk - İtalyan İlişkileri... 208 8.6. Türk - Sovyet İlişkileri... 209 8.7. Türkiye nin Milletler Cemiyeti ne Girişi (1932)... 210 8.8. Balkan Antantı (1934)... 211 8.9. Montreux Boğazlar Sözleşmesi (1936)... 212 8.10. Sadabad Paktı (1937)... 213 8.11. Hatay ın Anavatana Katılması... 214 8.12. İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye... 215 Bölüm Kaynakçası... 223 9. ÇOK PARTİLİ DÖNEMİN EKONOMİ POLİTİKALARI (1950-2010)... 224 9.1. 1950-1960 Demokrat Parti Dönemi... 231 9.1.1. Tarım Sektörüne Öncelik Verilmesi ve Tarımsal Makineleşmenin Gelişmesi... 231 9.1.2. Sanayileşmenin Özel Kesimin Öncülüğünde Yürütülmesi... 232 9.1.3. Ekonomik İstikrarsızlığa Müdahale ve Koordinasyon Bakanlığının Kurulması... 233 9.2. 1960-1980 Planlı Kalkınma Dönemi... 234 9.2.1. Plancılığa Geçiş ve Planların Özellikleri... 235 9.2.2. Kalkınma Planlarının Sonuçları... 236 V

9.2.3. Planlı Dönemde Tarımsal Gelişmeler... 237 9.3. Sanayileşme Politikasında Dönüşüm ve 24 Ocak 1980 Kararları... 238 9.3.1. 24 Ocak 1980 Kararları ve İhracata Dönük Sanayileşme... 239 9.3.2. Sanayi Sektörünün Gelişimi ve Özellikleri... 240 9.3.3. Ekonomik Krizler ve İstikrar Programları... 242 9.4. Tarımda Yapısal Dönüşüm... 243 Bölüm Kaynakçası... 248 10. 1945 SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASI... 250 10.1. 1945-1950 Dönemi Türk Dış Politikası... 256 10.1.1. ABD nin Türkiye Üzerinde Artan Nüfuzu: Truman Doktrini ve Marshall Planı.. 259 10.2. 1950-1960 Dönemi Türk Dış Politikası... 261 10.3. Kıbrıs Sorunu... 267 10.4. DP nin Çok Yönlü Dış Politika İnşa Gayreti... 269 Bölüm Kaynakçası... 279 11. 1960-2000 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI... 282 11.1. 1960-1980 Dönemi Türk Dış Politikası... 288 11.1.1. Amerika İle İlişkiler... 291 11.1.2. Kıbrıs Sorunu... 291 11.1.3. Türk - Sovyet İlişkileri... 294 11.1.4. Türk Arap İlişkileri... 296 11.2. 1980-1990 Dönemi Türk Dış Politikası... 301 11.3. 1990-2000 Dönemi Türk Dış Politikası... 304 Bölüm Kaynakçası... 315 12. ATATÜRK TEN SONRA TÜRKİYE DE İÇ POLİTİKA... 316 12.1. Atatürk ün Vefatı... 322 12.2. Yeni Cumhurbaşkanı nın Kendini Kabul Ettirmesine Dönük Düzenlemeler... 323 12.3. Ekonomik Politikalar... 323 12.4. Sosyal Politikalar... 325 12.5. Çok Partili Dönemin İlk Evresi... 326 12.5.1. Cumhuriyet Halk Partisi nin Çok Partili Sürece Uyum Sağlaması... 328 12.5.2. Halkoyu İle İktidar Değişimi... 329 12.6. Demokrat Parti İktidarında Türkiye... 331 VI

12.6.1. Siyasi Gelişmeler, İktidar - Muhalefet İlişkileri... 331 12.6.2. İdari Uygulamalar... 331 12.6.3. Cumhuriyet Halk Partisi Muhalefette... 332 12.6.4. Sosyal ve Kültürel Uygulamalar... 333 12.6.5. Din - Siyaset İlişkileri... 334 12.7. 1954-1957 Dönemi Gelişmeleri... 335 12.7.1. Siyasi ve Sosyal Gelişmeler... 336 12.7.2. Demokrat Parti Döneminde Eğitim... 338 12.8. Adım Adım İhtilale Gidiş: 1960 Yılı Gelişmeleri... 338 Bölüm Kaynakçası... 344 13. DARBELER KISKACINDA TÜRK SİYASİ HAYATI (1960-2002)... 346 13.1. 27 Mayıs 1960 12 Mart 1971 Dönemi... 351 13.1.1. 27 Mayıs Sonrası... 351 13.1.2. Yassıada Yargılamaları ve İdamlar... 352 13.1.3. Yeni Dönemin Hukuki Dayanağı: 1961 Anayasası... 353 13.1.4. Koalisyonlar Dönemi (1961-1965)... 354 13.1.5. Adalet Partili Yıllar... 356 13.2. 12 Mart 1971 12 Eylül 1980 Dönemi... 359 13.2.1. 12 Mart Muhtırası... 359 13.2.2. 12 Mart Ara Rejiminin Genel Karakteri ve Ülkedeki Siyasi İklim... 361 13.2.3. 12 Mart ın Sonu... 363 13.2.4. Kıbrıs Barış Harekâtı ve Türk Siyasi Hayatına Etkisi... 364 13.2.5. Cephe Siyaseti ve Sonuçları... 366 13.3. 12 Eylül 1980 den 2000 li Yıllara Doğru... 368 13.3.1. Cumhuriyet Tarihinde Bir Milat: 12 Eylül... 368 13.3.2. Özallı Yıllar: 1983-1993... 370 13.3.3. Koalisyonlarla Geçen 1990 lar... 371 13.3.4. Öncesi ve Sonrasıyla Post-Modern Bir Darbe: 28 Şubat... 373 Bölüm Kaynakçası... 381 14. 1938 SONRASI KÜLTÜREL GELİŞMELER... 383 14.1. 1938-1950 İnönü Dönemi Kültür Sanat Hayatı... 388 14.1.1. Eğitim, Dil ve Tarih Alanında Çalışmalar... 388 VII

14.1.2. Sinema ve Tiyatro... 391 14.1.3. Resim-Heykel ve Müzik... 391 14.1.4. Opera ve Bale... 392 14.2. 1950-1960 Demokrat Parti Dönemi Kültür Sanat Hayatı... 393 14.2.1. Tiyatro ve Sinema... 394 14.2.2. Müzik ve Resim-Heykel.... 394 14.2.3. Arkeoloji, Dil ve Eğitim Alanında Çalışmalar... 395 14.3. 1960-1980 Dönemi Kültür Sanat Hayatı... 396 14.3.1. Eğitim... 397 14.3.2. Sinema ve Televizyon... 398 14.3.3. Müzik... 399 14.3.4. Opera ve Bale... 400 14.4. 1980-2000 Dönemi Kültür Sanat Hayatı... 401 14.4.1. Kültürel Değişim... 401 14.4.2. Radyo ve Televizyon... 401 14.4.3. Müzik... 402 14.4.4. Tiyatro ve Sinema... 403 14.4.5. Kültür Alanında Müesseseleşme... 404 Bölüm Kaynakçası... 409 VIII

KISALTMALAR IX

YAZAR NOTU X

1. YENİDEN YAPILANMA DÖNEMİ 1

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? Birinci bölümde öğrenilecek konuları şu şekilde sıralayabiliriz: Türkiye Cumhuriyeti Devleti nin Osmanlı Devleti nden devraldığı ekonomik, sosyal ve ulaşım şartları Türkiye Cumhuriyeti Devleti nin idari ve siyasi alandaki ilk hamleleri Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin halka dönük üretimi arttırma politikaları Yeni devletin simgelerinin nasıl oluşturulduğu 2

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular 1) Mücadeleyi yürüten kadro ülkenin düşman işgalinden kurtarılmasından sonra yapılacaklar hakkında da aynı fikirde olmuş mudur? 2) Yeni devletin idari kadroları nasıl oluşturulmuştur? 3) Yeni devlet nasıl bir eğitim, ulaşım ve ekonomik durum devralmıştır? 4) Mücadelenin son aşamasında bütün maddi imkânları kullanarak Büyük Taarruz u yapabilen TBMM Hükümeti savaşın ve işgalin yaralarını sarmak için neler yapmıştır? 5) Yeni devletin eskisinden farklı olduğu ve uzun ömürlü olacağı iç ve dış çevrelere nasıl kabul ettirilmiştir? 3

Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri Konu Kazanım Kazanımların nasıl elde edileceği ve geliştirileceği Cumhuriyetin Devraldığı Türkiye İdari Alanda İlk Düzenlemeler Halka ve Üretime Dönük Düzenlemeler Yeni Devletin Simgelerinin Oluşturulması Devletin ekonomi, eğitim, ulaşım ve sağlık gibi temel konularda hangi noktadan işe başladığını görerek mücadelenin mahiyetini anlayacak Yeni devletin idari kadrolarını oluşturma ilkelerini değerlendirebilecek On yıl süren savaş döneminin ülkeyi ve toplumu getirdiği noktayı öğrenip uygulamaları değerlendirebilecek Türkiye Cumhuriyeti Devleti nin hangi konularda eskisinden farklı adımlar attığını ve kalıcılık vurgusu yaptığını fark edebilecek Ders notu ve ilave materyalleri okumak, günümüz gelişmeleri ile kıyaslamalar yapmak Ders notu ve ilave materyalleri okumak, günümüz uygulamaları ile kıyaslamalar yapmak Ders notu ve ilave materyalleri okumak, dönemin resmî yayınlarından çıkarılan kanunları incelemek ve günümüz uygulamaları ile kıyaslamalar yapmak Ders notu ve ilave materyalleri okumak, dönemin resmî yayınlarından çıkarılan kanunları incelemek ve günümüz uygulamaları ile kıyaslamalar yapmak 4

Anahtar Kelimeler Küllerinden Yeniden Doğan Devlet İdari Düzenlemeler Eğitim, Ulaşım, Ekonomik Yetersizlikler Devlet Bürokrasisinin Oluşturulması Yeni Devletin Simgeleri 5

Giriş Türk tarihinin en uzun ömürlü siyasi kurumu olan Osmanlı Devleti nin yıkılmasından sonra uzun süren mütareke ve savaşlar sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, pek çok alanda köklü değişikliklere sahne olmuştur. Önceki reform çabalarından farklı olarak siyasi yapı, rejim ve teşkilat değişiklikleri yanında zihniyet değişikliği için de önemli adımlar atılmıştır. Elbette uzun asırların biriktirdiği alışkanlıkların, kısa bir zaman diliminde değişmesi mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti nin ilk yılları bu değişim ve dönüşümü kalıcı kılmayı hedefleyen çalışmalar ile geçmiştir. 6

1. YENİDEN YAPILANMA DÖNEMİ Türkiye Cumhuriyeti, aynı milletin yeni bir devletidir. diyen Mustafa Kemal Paşa, devletin sahibi olarak gördüğü milleti Türkiye Cumhuriyeti Devleti ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. şeklinde tarif etmekteydi. Anlaşılacağı üzere Anka kuşunun küllerinden yeniden doğuşu söz konusu idi. Altı asırlık Osmanlı Devleti nden sonra millet için yeni bir süreç başlamıştı. Bu süreçte adı ve katkısı olan her kesimi kucaklayan millet anlayışı ise yeni dönemin belirleyici esaslarından biri olacaktır. Gerçekten de gayrimüslimler dışında hiçbir azınlık kabul etmeyen anlayışıyla Türkiye Cumhuriyeti sürecin içinde yer alan insan unsurunu bütünüyle bir arada tutmayı hedeflediğini ortaya koymuştur. Elbette bu son derece zor bir idealdi. Zira aynı millet demek aynı zamanda aynı bürokrasi, aydın zümre, idare ve hâkimiyet anlayışının da devamına işaret etmekteydi. Büyük Millet Meclisinin faaliyetleri sırasında büyük oranda hükümetin yönlendirmesiyle meclisin kanunlaştırma faaliyetlerini kontrol etmek mümkün olmuştu. Ancak savaşın bitmesinden sonra da bunu sürdürmek ne kadar ve nasıl mümkün olacaktı? Mustafa Kemal Paşa nın savaşın bitiminde Halide Edip Adıvar a söylediği gibi düşmanla savaş bittikten sonra sıra iç çekişmelere gelecekti. Zira ülkenin düşman işgalinden kurtarılmasında hemfikir olan bütün Millî Mücadele ekibi bir sonraki adımda yapılacaklar konusunda aynı düşüncede değillerdi. İnkılapçısı, muhafazakârı ile bütün kadro mevcut durumda reform yapılması gerektiğini kabul ediyorlardı. Ancak bu sürecin halk ile birlikte yürütülebilmesi gerekliydi. Yapılması düşünülen değişikliklerin halkın otoritesini sorgulamadığı makamlar tarafından teklif edilmesini yeğliyorlardı. Örneğin Millî Mücadele sürecinin başından itibaren birlikte hareket eden iki isimden biri olan Rauf Orbay da ülkenin reform ihtiyacının hilafet ve saltanat makamı eliyle olması gerektiği fikrini dile getirmekteydi. Saltanatın hilafetten ayrılması ve kaldırılması sürecinde yaşananlar da bu ayrışmanın birer habercisi idiler. Zira millî iradenin temsilcileri olan Büyük Millet Meclisi üyelerinden oluşan komisyon ancak ihtimal bazı kafalar kesilecek uyarısından sonra karar verebilmişlerdi. Anlaşıldığı gibi millî hâkimiyetin temsilcileri de ne yapmaları gerektiği konusunda uyarılmıştır. Cumhuriyetin ilanına giden dönemde ifade edildiği üzere şahıs idaresinden milletin hâkimiyetine gidecek idari değişikliğin yasalaşması sürecine de bir nevi emrivaki ile geçilecektir. Tabiidir ki bu, değişikliğin yasalaşma sürecidir. Toplumca içselleştirilmesi süreci ise beklenenden daha uzun zaman alacaktır. Şimdi o değişimin asıl muhatabına bakalım. Cumhuriyetin ilan edildiği süreçte halk ne durumdadır? Birinci kitapta görüldüğü üzere Osmanlı Devleti nin son on iki yılı çeşitli cephelerde farklı rakiplerle daimî bir savaş hâli içinde geçmiştir. Bu durum gerek devlet yöneticilerini gerekse bireyleri son derecede olumsuz etkilemiştir. Maddi ve manevi anlamda gelecekten ümitsiz, kendi ayakları üzerinde durma inancını kaybetmiş, ekonomik alanda ise elindeki avucundakini tüketmiş bir toplum söz konusuydu. Bu zeminin bir sonucu olarak Türk İstiklal Harbi ni gerçekleştiren Mustafa Kemal Atatürk ve kadrosu maddi imkânsızlıklar kadar Türk insanının yarından ümitsiz, karamsar hâlinden kaynaklanan problemleri aşmak zorunda kalacaktır. Gerçekten de Osmanlı Devleti nin son döneminde yaşadığı ekonomik, siyasi ve sosyal çalkantılar dolayısıyla Anadolu insanının yöneticilerine karşı duyduğu güvensizlik ve 7

kuşku dönemin edebiyat ürünlerine kadar yansımıştır (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban ilk baskı 1932; Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, ilk baskı 1965. Toplumun ruh hâlini yansıtmada başarılı olmuş roman örnekleridir). Birinci Büyük Millet Meclisinde alınan ilk kararlar, kinin ithali ve çekirge istilasıyla mücadele gibi başlıklarda halkın sağlığına aittir. Yaşam şartlarının yetersizliğinden kaynaklanan bu gibi problemlerin çaresinin de büyük oranda yurt dışından ithal edilmekte olması yeni devletin nereden yola çıktığını göstermek bakımından önemlidir. 1.1. Cumhuriyetin Devraldığı Türkiye den Manzaralar Osmanlı Devleti nin 1912-1922 arası on yıllık dönemde yaşadığı savaşlarda toplamda üç milyondan fazla nüfusu seferber ettiği bilinmektedir. Bu nüfusun bir milyondan fazlası şehit, yaralı, esir olarak hayatını kaybetmişti. Kalanı ise yaşadıkları ağır sarsıntılar dolayısıyla aktif hayattan âdeta çekilmiş bir hâldedirler. O zamanki nüfusun %20 sinden fazlasına karşılık gelen bu nüfusun 15-35 yaş arası erkeklerden oluştuğunu dikkate aldığımızda toplumun genel durumu daha net ortaya çıkacaktır. Bu kaybın büyük çoğunluğunu meşrutiyet dönemlerindeki eğitim seferberliğinin ürünü olan okuryazar erkeklerin oluşturması ise durumun vahametini daha çok artırmaktadır. Söz konusu nüfusun uzun süren büyük ölçekli sağlık problemleri yaşadığı, salgın hastalıklar, yetersiz beslenme ve açlıkla uğraşmaktan yaşama sevincini kaybettiğini söylemek abartı olmayacaktır. On yıllık savaş döneminde üretimin devamlı olarak azalması, açlık ve sefaletin ise giderek artması dönemin yaşantısına yansıyan en önemli problemlerin başında gelmektedir. Kısıtlı sanayi ve ticaret faaliyetinin büyük oranda gayrimüslim vatandaşların kontrolünde olduğu Türkiye de devlet bütçesinin uzun yıllar açık verdiği kayıtlara geçmiştir. Osmanlı Devleti nin ekonomik iflasını ilan ettiği 1875 yılından bu yana alınan dış borçların yükü de yeni kurulan devletin sırtına yükletilmiştir. Osmanlı borçlarının 2/3 ü Cumhuriyet idaresinin ilk otuz yılı içerisinde ödenecektir. 1.1.1. Nüfus 1927 sayımına göre 13.648.270 kişi olan nüfusun dengesi uzun savaş yıllarının da etkisiyle kadınlar lehine bozulmuş bir hâldeydi. İdari yapısı 63 il ve 40.000 civarında köyden oluşan ülkede nüfusun 3/4 ü köylerde oturmaktaydı. Bu nüfusun köy toplumundan şehirli topluma geçişi, 1985 yılında ve ancak sayı ölçeğinde gerçekleşebilmiştir. Osmanlı Devleti nden Cumhuriyet Türkiyesi ne geçerken toplumun sağlık ve eğitim bakımından sahip olduğu şartlar da iç açıcı değildi. Cumhuriyetin ilk beş yılını da kapsayan 1928 de doktor başına düşen kişi sayısı 13.000 civarındadır. Askerlik süresinin sınırlandırılması gerektiği gerçeğine henüz bir asır önce ulaşabilmiş bir toplum için çok şaşırtıcı olmasa da modern bir toplum için oldukça yetersiz bir sağlık kadrosuna sahip olunduğu görülmektedir. Mustafa Kemal Paşa ile Samsun a çıkan karargâhı kadrosunda bulunan Cumhuriyet döneminin ilk sağlık bakanı Refik Saydam ın doktorluğu özendirici çabalarının bu gelişmede etkisi olduğu söylenebilir. Frengi, Trahom ve Sıtma ile mücadelenin ilk sıralarında 8

yer aldığı sağlık faaliyetleri, toplumun bu alanda maruz kaldığı tehditleri izah edecek mahiyettedir. Sağlık alanında çalışanların da çoğunlukla büyük şehir merkezlerinde toplandıklarını unutmamak gerekmektedir. 1.1.2. Eğitim Alanında Durum Tanzimat döneminin büyük okullaşma hamlesine rağmen çok iç açıcı değildir. 19. Asrın ortalarından itibaren aydınların başlıca sorunu, neredeyse tamamına yakını emperyalizme sömürge olmuş Türk - İslam âleminin nasıl kurtulacağı idi. Nispeten bağımsız olan Osmanlı Devleti nin de borçları dolayısıyla 1875 yılında iflasını ilan etmesi üzerine, ekonomik olarak tam bağımsız bir Müslüman yerleşim kalmamıştı. 1860 lı yıllar Türkiye, Kırım, Azerbaycan ve Türkistan ekseninde geri kalmışlık probleminin çözümü için eğitimin geliştirilmesi fikri öne çıkmıştır. Müslüman - Türk toplumlarında okuma - yazmanın nasıl artırılacağı tartışmaları yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiştir. Ancak yöntem konusunda fikirler muhteliftir. Atatürk, Latife Hanım ve Kazım Karabekir Afyon da 1924 Yazımın ıslahı, sesli harflerin kullanımının artırılması, yazılması bunların bazılarıydı. harflerin bitiştirilmeden Meşrutiyet döneminde II. Abdülhamid in çabalarıyla eğitim müesseselerinde ciddi artış sağlanmışsa da öğretmen ve öğrenci sayısında beklenen gelişme sağlanamamıştı. Bir türlü ıslah edilemeyen klasik eğitim müesseselerinin yanına modern mekteplerin açıldığı bu dönemde, zihin dünyasında ikili değerlendirmelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlanmıştır. Bütün bu çabaların ekonomik sıkıntılar, isyan ve savaşlar ile kesintiye uğraması toplumun mahiyetini değiştirecek mesafelerin alınmasına da engel olmuştur. Nitekim Birinci Dünya Savaşı için 9

seferber olan üç milyon civarında 20-40 yaş arası yetişkinin yaklaşık yarısı hayatını kaybederken, tamamı fiziki ve psikolojik sarsıntılara maruz kalmıştır. 1928 yılı itibarıyla okuryazar oranının %6 civarında seyretmesinin ve çözümün köklü ve kararlı bir değişimle aranmasının ardında bu tecrübelerin yer aldığını söyleyebiliriz. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının daha sürecin başında ve geleceğin en belirsiz anında üzerinde durdukları ve ilgilileriyle görüşerek esaslarını koymaya çalıştıkları saha eğitim olmuştur. TBMM ordularının başarısız olduğu, Kütahya-Altıntaş savaşları sırasında 15-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında Ankara da I. Maarif Kongresi toplandı. Mustafa Kemal Paşa nın da açılışında konuştuğu kongrede ülke eğitimcileri görüş ve önerilerini devlet yöneticileri ile paylaşmışlardır. Kütahya, Afyon ve Eskişehir in Yunan işgaline düştüğü cidden buhranlı bir zamandaki bu toplantı geleceğe olan inanç kadar geleceğin eğitimle aydınlanacağına imanın bir göstergesidir. Mustafa Kemal burada mevcut durumun değiştirilmesi için millî seciye ve millî tarihle uyumlu bir kültürü hedefleyen eğitimin şart olduğunun altını çizmiştir. Millî varlığına bütün vasıtalarıyla saldıran yabancı unsurlara karşı, millî fikirler etrafında mücadele fikrinin yeni nesillere verilmesi ihtiyacını eğitimcilerle paylaşmıştır. Son yüzyılda devletin ve bürokrasinin neredeyse bütün kademelerine sirayet eden; kendine güvensizlik ve büyük devletlerin biriyle bir şekilde ittifak ederek sırtını ona dayamadan yaşanamayacağı saplantısını söküp atmanın da yolu eğitimdi. O günün şartları ve imkânları işin mahiyetini ortaya koyacaktır. Osmanlı Devleti nin savaşlar ve iç isyanlarla geçen son asırlardaki durumunu tam olarak yansıtacak verilere ulaşmak oldukça zordur. Tespit edilebilen yaklaşık değerler üzerinden bir değerlendirme yaparak çeşitli başlıklar altında konuyu ele aldığımızda Cumhuriyetin ilk yıllarındaki durumu rakamlarla şu şekilde ortaya koyabiliriz: Yeni devlet, ortalama 70 öğrencili 5000 civarında ilkokulda 340.000 öğrenciye sahipti. Okullarda ortalama iki öğretmen bulunuyordu. Cumhuriyetin ilk yetmiş yılında köy okullarında devam eden şekliyle ilk üç sınıf bir arada ders görmekteydi. 4 ve 5. sınıflar ise çoğunlukla aynı sınıfta ancak ayrı sıralarda ders yaparlardı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilköğretimi, bütün vatandaşları için Anayasa hükmü çerçevesinde zorunlu ve devlet okullarında parasız gerçekleştirmiştir. 1926 yılı itibarıyla da eğitimin her kademesi parasız hâle getirilmiştir. Orta öğretimde ise ortalama 11 öğretmenli 72 ortaokul, 6000 civarında öğrenciyle faaliyet hâlindeydi. Öğrenci başına düşen öğretmen sayısının daha iyi olduğu dönemin liselerinde ise ortalama 55 öğrencili 23 okulda, 513 öğretmen görev yapmaktaydı. Osmanlı toplumunda genelde gayrimüslimlerin tercih ettiği zanaat ve sanatların öğretildiği Mesleki ve Teknik Eğitim sahasında ise ortalama 100 öğrenciye sahip 64 okul, 583 öğretmen ile faaliyet göstermekteydi. Cumhuriyet döneminin millileşme politikaları sonucunda zanaat ve hizmet sektörlerindeki gayrimüslim unsurların piyasadan çekilmeleri büyük bir iş alanı doğurmuşsa da kalifiye eleman yetiştirerek bu sahayı doldurma konusunda ikinci dünya savaşı yıllarına kadar etkili adımlar atıldığını söylemek zordur. 10

Yükseköğretim aşaması da öncekilerden farklı değildir. Osmanlı Devleti nin yıkılışında Darülfünunda mevcut fakülte ve yüksekokul sayısı 9, öğretim elemanı 307, öğrenci sayısı 2914 tür. Bu kısımdaki son değerlendirmemiz kız ve erkek öğrenci sayısı üzerine olacaktır. 1923-1924 öğretim yılında 341.941 olan toplam öğrenci sayısında dağılım şöyleydi: Erkek: 273.107, Kız: 62.954. Yani kız çocukları toplamın ancak %18 ini oluşturmaktaydılar. Dönem nüfusunun yarıdan fazlasının kadın olduğu göz önüne alınırsa halkın kız çocuklarını okutmakta çok çekingen davrandığı görülecektir. Cumhuriyet döneminde kız çocuklarının eğitimine büyük önem verilmiştir. Başlangıçta büyük bir gelişme gösterilmiştir. Ancak ilerleyen zamanla bu temel alanda da diğer sahalarda olduğu gibi bir gevşemenin olduğu görüldü. 20. yüzyılın sonunda Türkiye nin bazı bölgelerinde kız çocuklarının okullaşma oranı hala yeterli seviyeye ulaşamamıştır. Türkiye devleti çeşitli sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla bütün vatandaşlarını okuma yazma ile tanıştırma gayretine devam etmektedir. 1.1.3. Toplumsal Yapı Bu toplumun nasıl bir geçim vasıtasına sahip olduğuna kısaca bakmakta fayda vardır. Zira Osmanlı toplum yapısında şehirde yaşayan Müslüman nüfus için devlet memurluğu ve askerlik tercih edilen mesleklerdi. Köylerde ise tarım ve hayvancılık ile uğraşılmaktaydı. Ancak bu sahalardaki üretim çok büyük oranda kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti. Pazar için üretim, tüketimden çok daha fazlasını üretip pazarlayarak artı değer üretmek bu kesim için revaçta olan bir yaklaşım tarzı değildi. Ticarete, sanayiye ve esnaflığa âdeta uzak durmak makbul addedilmekteydi. Dolayısıyla bu sahalarda Osmanlı Devleti nin gayrimüslim vatandaşları ve kapitülasyonlardan istifade ederek çok elverişli şartlarda ticaret yapan Levantenler hâkim olmuşlardı. Sermaye birikimi de hâliyle bu kesimlerin elinde ve kontrolünde gelişme göstermekteydi. Ancak 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yaşanan milliyetçi ayaklanmalar ve bu ayaklanmalar sırasında Müslüman nüfusun maruz kaldığı baskı, yıldırma ve tedhiş faaliyetleri kamuoyunda ve devlet yönetiminde bir farkındalığın ortaya çıkmasını hızlandırmıştır. Balkan Savaşları sırasında maruz kalınan mülteci akını kadar Osmanlı vatandaşı gayrimüslimlerin savaşılan devletler ile iş birliği faaliyetleri eskisinden farklı bir politikayı âdeta dayatmıştır. 1913 tarihli geçici Teşvik-i Sanayi Kanunu ile İttihat ve Terakki yönetiminin millî iktisat arayışları böyle bir zeminin sonucu ortaya çıkmıştır. Şimdi ekonomik faaliyet alanlarındaki manzarayı tarif etmeye çalışalım. 1.1.4. Tarım Yeni devletin yöneticileri daha Cumhuriyeti ilan etmeden önce ekonomi konusunda yapılacakları görüşmek ve bir politika belirlemek üzere 17 Şubat- 4 Mart 1923 te İzmir de Türkiye İktisat Kongresini toplamışlardı. İlk temel adımların ardından iç siyasi gelişmelerin durulmasından hemen sonra, bu defa tarım konusu gündeme alındı ve bir tarım sayımı gerçekleştirildi. Burada kullandığımız veriler bu sayımdan alınmıştır. Coğrafi konumları itibarıyla batıya yakın ve ulaşıma elverişli Trakya ve Marmara havalisi haricindeki kesimlerde yaşayan Osmanlı toplumunun büyük kısmı; %70 e yakın bir 11

oranda çiftçilik yapmaktaydı. Bu nüfusun işlediği toprak ortalaması 25 dönüm civarında olmakla birlikte coğrafi yapının elverişsiz olduğu Doğu Karadeniz ve Anadolu da ortalama düşerken, daha geniş topraklara ve elverişli hava koşullarına sahip Akdeniz ve Trakya da yükselmektedir. 1927 yılı itibarıyla ülke genelindeki tarım yapılan alanlar 43.637.727 dönümle sınırlı olup, ülke yüzölçümünün yaklaşık %5 i kadardır. Tarım yapılan toprakların %89,5 nde tahıl, %3,9 unda baklagiller, %6,6 sında sanayide kullanılan bitkiler ekilmektedir. Söz konusu tarım o dönemde son derece yetersiz ve ilkel aletler ile yapılmakta ve dönüm başına verim oranını da en aşağıda tutmaktaydı. 1927 yılı verilerine göre ülkenin tarımsal faaliyetinin mali tutarı 337 milyon liradır. Bu kıymet her çiftçi ailesine ortalama 192 lira gelir sağlamaktadır. Ancak bu gelir Akdeniz bölgesinde 378 liraya çıkarken Güneydoğu Anadolu da 66 liraya kadar inmektedir. 15711 i tarım makinesi olmak üzere toplam 1.413.509 tarım aleti ile yapılan tarımda 100 dönüme üç makine düşmekte, ancak bölgeler arasında çok büyük ayrılıklar görülmemekteydi. 1.1.5. Ulaşım Osmanlı Devleti döneminde âdeta yabancı devletlerle iyi ilişkileri devam ettirmek için vesile kabul edilen demiryolları imtiyazı dağıtma anlayışı, ulaşım ağını gayri millî bir duruma getirmiştir. Kendi sermayesi ile demiryolu yapımını gerçekleştiremeyen devlet, yabancı yatırımcıyı çekebilmek için önemli ayrıcalıklar vermekteydi. Mesela, demiryolu hattının geçtiği coğrafyada hat güzergâhının sağında ve solunda 5 veya 10 km lik kısmın yer altı ve yerüstü kaynaklarını inşaatı gerçekleştiren firmanın kullanımına sunmak, kilometre garantisi uygulamak gibi. Demiryollarının merkezden sınır illere kadar ulaştırılması yabancı devletlerin istilasını kolaylaştırabilir endişesiyle ihmal edilmişti. Birinci Dünya Savaşında gerek Kafkas cephesinde gerekse diğer cephelerde lojistik bakımdan eksikliğin başarısızlıkların en önemli etkeni olduğu askerî uzmanların tespitleri arasındadır. Demiryolu ile ulaşıma büyük önem veren Cumhuriyet dönemi önemli oranda millileştirme faaliyeti gerçekleştirmiştir. Demiryolu ulaşımında 1923 yılı itibarıyla 3756 km olan hat uzunluğu o zamanlar için dahi yeterli değildir. 1923 te 2.500 km kara yolu vardı. Deniz taşımacılığının tamamı yabancı şirketlerin kontrolünde idi. Bunlar o devirde yeterli sayılar değildir. Ayrıca taşımacılığın gerek ekonomik, gerekse sosyal açıdan önemi göz önüne alındığında Cumhuriyet idaresinin memleketin kan damarları olarak nitelediği ulaşım ağını millileştirmesi ve geliştirmesi bir mecburiyetti. Bu mecburiyeti dikkate alan Cumhuriyet hükümetlerinin ilk on yılda bu sahadaki yatırımları gerçekleştirmeye çalışması, bütün fedakârlıkların bir nesle yüklenmek istenmesi olarak görülmüş ve tenkit konusu olmuştur. 1.1.6. Dış Ticaret Lozan da 1929 a kadar gümrük vergilerini belirleme hakkını alamayan Türkiye nin dış ticaret sıkıntısı devam edecektir. Son yüzyılda gerçekleştirilen ve millî üretimin tamamen önünü tıkayan anlaşmaların etkisiyle devletin alım satım oranının oldukça dengesiz seyrettiğini söyleyebiliriz. İthalat ve ihracat dengesine baktığımızda ise dışarıya ancak tarım ürünleri ve 12

hammadde satabilen bir ekonomi söz konusudur. Dışarıdan mamul madde ithali ise dış ticaretin değişmez özelliği hâline gelmiştir. 1923 yılında yapılan 497.000 ton ithalatın değeri 87.000.000.$ = 145.000.000 iken yine 1923 yılında gerçekleştirilen 368.000 ton ihracatın değeri 51.000.000$ = 85.000.000 olmuştur. Bir diğer ifade ile devletin üretimi tüketimini karşılamak bakımından yetersizdir. Dolayısıyla dolar kuru 1 $ = 1,67 olarak gerçekleşmiştir. Bu durumda dış ticaret dengesi olumsuz olarak -36,1 seviyesindedir. İhracatın ithalatı karşılama oranı %58,5 olmuştur. İhracatın gayrisafi millî hasılaya oranı %8,9 olurken, ithalatın GSMH ye oranı ise %15,2 olmuştur. Yukarıda işaret edilen hususları destekleyecek biçimde hizmet sektörü millî gelirin en önemli kalemini oluşturmaktaydı. İktisadi vaziyetin mahiyetini anlamak açısından Cumhuriyetin ilk yılında gayrisafi millî hasılanın içerisindeki sektör paylarına bakmak, Cumhuriyetin nasıl bir miras devraldığına ışık tutacaktır. 1923 yılı itibarıyla 952.600.000 olan gayrisafi millî hasılanın 377.300.000 lirası tarım sektöründen, 125.700.000 lirası sanayi sektöründen ve 449.600.000 lirası da hizmetler sektöründen elde edilmektedir. Bir diğer deyişle tamamen bir tarım ülkesi söz konusudur. Ülkede kişi başına düşen millî gelir ise 75,7 Türk lirası (45,3 $) dır. 1.1.7. Misak-ı İktisadî Bu manzara karşısında ekonomik bağımsızlık olmadan savaş meydanlarında kazanılan zafer yarımdır tespiti ile harekete geçilmiş ve toplumun her kesiminin önerilerini almak için 17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihlerinde İzmir de Birinci Türkiye İktisat Kongresi toplanmıştır. Kongrenin ekonomik kararı ayrıca ele alınacağı için burada alınan Misak-ı İktisat kararlarına işaret etmekle yetineceğiz. Âdeta yeni devletin toplumuna eskiden kalma bütün zararlı alışkanlıklardan kurtulma hedefinin gösterildiği ekonomik yeminde, toplumun yeni baştan, farklı bir anlayışla inşasının esasları yer almaktadır: Türkiye halkı tahribat yapmaz imar eder. Türkiye halkı vakit, servet ve ithalatta israf yapmaz, kullandığını kendi üretir. Türkiye halkı ormanlarını evladı gibi sever, orman yetiştirip, madenlerini kendi işletir. Türkiye halkı hırsızlık, yalancılık ve tembelliğe düşmandır, faydalı yenilikleri severek kabul eder, mukaddesatına, vatanına karşı olanlardan nefret eder. Türkler her yerde hayatını kazanacak şekilde yetişir. Taassuptan uzak bir dindarlık esastır. Kandili aynı zamanda kitap bayramı olarak bilir ve değerlendirir. Türk serbest çalışmayı tercih eder, tekelciliğe karşıdır. Sağlıklı bir çoğalma ilk tercih olmalıdır. Sağlığı korumak, spor yapmak, hayvanları sevmek, cinslerini geliştirmek ve çoğaltmak için çalışır. Türk halkı yabancı sermaye düşmanı değildir. Kendi dili ve kanununu kullanmayan müesseselerle çalışmaz. İlim ve sanat hayatını yenilik esası üzerine tesis eder. Meslek ve sanat erbabı birlikler oluşturarak dayanışma yapar. Türk aileleri çocuklarını misak-ı iktisada göre yetiştirir. Türkiye halkı, millî hâkimiyet esasından vazgeçmez. Türkiye, dünya barışı ve gelişmesi için temel bir unsurdur. Bütün bu ideallerin hayata geçirilmesinde okul rolü üstlenecek, milletin bütün kesimlerini temsil edecek, huzur ve refahlarını sağlayacak bir parti kurulması da ilk işlerden biri olarak öngörülmüştü. 13

1.2. İdari Alanda İlk Düzenlemeler Türk milletinin Mustafa Kemal Paşa önderliğinde gerçekleştirdiği bağımsızlık mücadelesinin ilk aşaması askerî sahada elde edilen başarılarla tamamlanmıştır. İtilaf Devletleri nin Sevr Anlaşması nı Türk milletine zorla kabul ettirmek için destek olup savaş sahasına sürdükleri Yunan kuvvetleri kati olarak yenilmişti. Bu aşamada bir sonraki adımın ne olacağı konusunda farklı görüşler ortaya çıktı. Mustafa Kemal Paşa nın daha 24 Nisan 1920 de yaptığı konuşmada belirttiği üzere mücadelenin hedefi ülkeyi işgalden kurtarmak, esir olan halife/padişahı esaretten kurtarmak idi. Ancak yaşanan süreç Osmanlı hanedanı ve onu temsil eden kadroların artık bu devleti idare ve milleti bağımsız yaşatmak kudretinden mahrum olduklarını ortaya koymuştu. Mustafa Kemal Paşa, milletçe yapılan maddi, manevi bunca fedakârlıktan sonra devletin ve milletin idaresini eski usul üzere bırakmayı doğru bulmamıştı. Türk milletinin bu aşamada ödemek zorunda kaldığı bedelin neticesini hakkıyla alması gerektiğini düşünüyordu. Bu, yeni bir idare tarzı içinde yepyeni bir hâkimiyet anlayışı ile Türk milletini çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştıracak bir sistem olmalıydı. Söz konusu hedefi gerçekleştirebilmenin ilk şartı ise köhnemiş siyasi ve idari yapıyla birlikte bu yapının dayandığı anlayışı değiştirmekti. Düşünce yapısını değiştirmenin uzun senelere ihtiyacı olduğunun bilinci ile Mustafa Kemal Paşa nın idari sahadaki düzenlemeleri hemen askerî harekâtın ardından başlattığını görmekteyiz. Bu doğrultudaki ilk adım 15 Nisan 1923 tarihinde çıkarılan 334 tarihli ek kanun olmuştur. 1 Kasım 1922 tarihli Saltanatın kaldırılması kararından bir şekilde geri dönüşün yolunu tıkamak için çıkarılan kanunda saltanatın ilgası ve egemenliğin Büyük Millet Meclisi tarafından temsil edildiği esasına karşı söz, yazı veya eylemlerle direnen, kargaşalık çıkaranların vatan haini olacakları kararlaştırılmıştı. Bu kararın ikinci dönem Büyük Millet Meclisi seçimlerinde yapılan propagandaları da kontrol etme imkânı verdiğine işaret etmeliyiz. 1.2.1. Bürokrasi Mütareke döneminde İstanbul hükümetinin teslimiyetçi yaklaşımına mukabil Heyet-i Temsiliye ve Ankara hükümetinin direnişçi anlayışı arasında kalan pek çok bürokrat ne yapması gerektiği konusunda kafa karışıklığı yaşamıştı. İlk iş olarak düşman işgalinde harap olmuş, maddi ve manevi büyük darbeler almış yerleşim birimlerinde idari boşluğa meydan vermemek için idari düzenlemeler yapılarak deneyimli kadroların buralara atanması gerçekleştirildi. Devlet idaresinde çalışan memurların durumları ayrı bir sıkıntı oluşturmakla beraber, Mütareke döneminde Millî Mücadele nin aleyhine tavır almamış; görev yerleri düşman işgaline uğrayanların da düşmanla iş birliği yapmamış olan devlet memurlarının yerlerinde bırakılmaları tercih edilmiştir. Böylelikle dürüst ve şahsiyetli memurların mağdur edilmemeleri esasından hareket edilerek sorun çözümlenmiştir. Burada Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin işgalden kurtarılan yerlerdeki devlet teşkilatını yeniden ve millî hâkimiyet prensibine sadık insanlardan oluşturma çabasında aşırıya kaçmadığının altını çizmek gerekir. Düşmanla iş birliği yapmış olanların da normal mahkemelerde yargılanmaları kararlaştırılmıştır. Yetişmiş insan 14

konusunda herhangi şekilde bir israfın söz konusu edilemeyeceği günlerde bulunulduğunu hatırlamakta fayda vardır. 1.2.2. Halkın İhtiyaçlarının Karşılanmasında İlk Adımlar Büyük taarruzun hemen ardından düşman işgalinden kurtarılan ve kurtarılacak yerlerde de kurulacak siyasi idarenin hazırlıklarını yapan Mustafa Kemal Paşa, düşman işgalinden kurtarılan yerlerde herhangi bir idari boşluğa meydan vermemek kararındaydı. Bursa nın düşman eline düşmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık kürsüsünün üzerine örtülen siyah örtüyü kaldırarak işe başlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi, yıllardan beri devam eden fedakârlıklara işgalin sıkıntıları eklendiği için tahammül güçlerinin sonuna gelen insanlarına yardım için yine kendi insanına dayanmak mecburiyetinin de bilincindeydi. Nitekim 6 Eylül 1922 tarihli bir bakanlar kurulu kararı düşmanın yakıp yıkarak terk ettiği yerlerdeki halkın mağduriyetini gidermek, sefaletine engel olmak için yine halkın yardıma çağrılmasını emrediyordu. Düşman işgalinden kurtarılan yerlerdeki durumu inceleyen hükümet acil olarak yapılacakların hukuk, idare ve sağlık üçgeninde gerçekleştirilmesini istemiştir. Çözüm yollarının Adliye, Dâhiliye ve Sıhhiye Bakanlarından oluşan bir kurul tarafından hükümete önerilmesi kabul edilmiştir. Birkaç gün sonra, Afyon dan itibaren yakılıp yıkılmış köylerdeki halkın yemeklik, tohumluk gibi temel ihtiyaçlarının yanı sıra diğer gereksinimlerinin karşılanması için sosyal yardım komisyonlarının kurulması kararı alınmıştır. 1.2.3. Üretimin Artırılmasına Dönük Düzenlemeler Senelerdir savaş meydanlarında canını, malını, geleceğini ortaya koyan Türkiye halkının her şeyden önce üretmek ihtiyacı içinde olduğunu görüyoruz. Askerî başarıların kalıcı olabilmesini iktisadi sahadaki başarılara bağlayan Cumhuriyet hükümeti, mevcut bütün imkânlarını üretimi artırmak için seferber etmek zorundaydı. Nitekim ağır ceza mahkûmları dışında kalan hükümlülerin emeğinden faydalanılması düşünülmüştür. Savaş döneminde yaklaşık üç milyon üretici insanı seferber hâle koyduğu için üreticileri tüketici hâline gelmiş olan toplumun bu defa üretim seferberliğine çağırıldığını görüyoruz. Mahkûmların ekim ve hasat zamanlarında birer aylığına tarlalarda çalıştırılmak üzere izinli sayılmaları uygulaması 1930 lu yıllara kadar devam ettirilmiştir. Savaş ve mütareke döneminde tüketimin mali gücünü bitirdiği toplumun üretime ayrılacak gücünü bir an evvel arttırmak mecburiyeti hükümeti askerlerden yararlanmaya sevk etmiştir. Barış zamanı askerine vazifesi müsait olduğu zamanlarda bulundukları mahallin ziraat müesseseleri tarafından yeni ziraat usullerinin ve modern tarım aletlerinin kullanımının uygulamalı olarak öğretilmesi kararlaştırılmıştır. Askerî birliğin olduğu yerde zirai müessese yoksa Millî Savunma Bakanlığının talebi üzerine İktisat Bakanlığı geçici olarak fen memurları ve ziraat aletlerini temin etmekle görevlendirilmiştir. Üretim ihtiyacına bağlı olarak, uygulama sonraki dönemde de devam ettirilmiştir. Üretimi artırmak için ordudan yararlanmanın bir diğer yolu, silah altındaki askerlerin peyderpey terhis edilmeleri olmuştur. Nitekim 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi nin imzalanmasının hemen akabinde ordudaki en yaşlı askerlerden başlayarak 17 dönem askerin terhisi kararlaştırılmıştır. 1881-1898 arası 17 tertip askerlerin terhisi Lozan 15

konferansı günlerinde dahi sürdürülmüştür. Ordunun bir kısmının bu şekilde terhisi askerî gücünün zayıflatılması demekti. I. Ordu Komutanı Nurettin Paşa ve II. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşalarca olumlu karşılanmayan bu uygulamaya hükümet ısrarla devam etmiştir. Ordu komutanlarının düşmanların taleplerini artıracakları endişesiyle terhis edilen erlerin yerine yenilerinin alınması veya dağınık birliklerin birleştirilerek yeni ordu teşkil edilmesi gibi tekliflerine mukabil, hükümet uygulamayı sürdürmüştür. Diğer yandan ordunun asker sayısını önemli ölçüde azaltan bu uygulamanın itilaf devletlerinden saklanamadığı, bunun görüşmelerdeki talepleri kısmen etkilediği de kabul edilmelidir. Nitekim heyet başkanı olarak İsmet İnönü de konferansın büyük bölümünde ana meselelerde ilerleme sağlanamadığından şikâyet etmiştir. Ancak hükümetin de artık sadece askerî harekâtı değil, ülkenin her meselesini düşünmek zorunda olduğu unutulmamalıdır. Zira daha Sakarya Meydan Muharebesi nin kazanıldığı günün akşamı, Dua Tepe de Başkomutan, kuvvet komutanları ve kurmay heyetinin önüne doğru dürüst bir yemek çıkarılamamıştı. Sakarya günlerinde askere yarım kepçe arpa kavurması verilebiliyordu. Tekâlif-i Milliye Emirleri ile milletin bütün fertlerini seferber ederek bir yıl boyunca yapılan hazırlığa karşın ordusunun cephanesi ilk üç gün için yetebilecek seviyede idi. Düşmanı takip ederek İzmir e varan muzaffer süvariler, yiyeceği kalmayan atlarını halka dağıtmışlardı. Buna paralel olarak Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa nın Dışişleri Bakanlığına getirilmesi vesilesiyle askere yayınladığı veda mesajında kendisine verilen siyasi sorunların tek başarı aracının ancak Batı Cephesi ordularının heybet ve kuvveti olduğuna işaret etme ihtiyacı hissetmesi, süreci yönetenlerin karşı karşıya kaldıkları ikilemlerin ve zorlukların da boyutlarını göstermektedir. 1.3. Yeni Devletin Simgelerinin Oluşturulması Askerî harekâtın başarıyla sonlandırılmasının ardından ilk adım eski sistemin bakiyelerinin temizlenmesi olmuştur. Saltanat ve hilafetin kaldırılmasını aşağıda ayrıntıları ile inceleyeceğiz. Ancak yeni devletin simgelerinin ortaya konduğu gelişmeleri kısaca vermek istiyoruz. Savaştan sonra ilk adımlardan biri, Osmanlı yönetiminin mütareke döneminde işgal kuvvetlerinin baskısı altında almak zorunda kaldığı bazı kararların düzeltilmesi olmuştur. İlk adım Mondros Mütarekesi günlerinde İtilaf Devletleri nin baskıları sonucu idam edilmiş olan Boğazlıyan eski kaymakamı Kemal Beyin millî şehit ilan edilmesidir. Kemal Bey in eşi ve çocuklarına vatana hizmet tertibinden maaş bağlanmıştır. Devamında Tehcir uygulaması dolayısıyla suç işledikleri iddiasıyla gözaltında olanların serbest bırakılarak mahkemelerinin öylece devamına karar verilmiştir. Yeni devlet, haksızlığa uğrayan elemanlarına sahip çıkarak, itibarlarını iade etmekle işe başlamıştır. 6 Ekim 1923 tarihinde çıkarılan bir kanunla Büyük Taarruz ve Başkomutan Meydan Savaşı ndan önce millî orduya katılarak istiklal mücadelesine dâhil olan her dereceden askeriye mensubunun ordunun barış durumuna geçişinde maddi ve manevi mağdur edilmemesine yönelik tedbirler alınmıştır. Diğer taraftan Mondros Mütarekesi nden 23 Ağustos 1923 e kadar geçen süre zarfında ülke savunmasına katkıda bulunmak için yapılan işlerin suç sayılmayacağı karara bağlanmıştır. Bu süreçte müdafaa amaçlı kurulmuş cemiyet ve heyetlerde kumandan ve yönetici olanlar ile bunların emirlerini yerine getirenlerin yaptıkları işler; ırza geçme ve vatana ihanetten hüküm giymiş olma hâli hariç suç sayılmayacaktır. Yeni devlet eski dönemin bitişinde 16

yer alan ve o zaman suç sayılan eylemlerde bulunan kadrolarına sahip çıkarken, ahlaksızlık yapılmasına pirim vermeyeceğinin de altını çizmiştir. 1.3.1. Millîlik Vasfının Vurgulanması İkinci adım devletin simgesinin belirlenmesi olmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisinin ülkenin hâkimi olduğu ortaya konmuştur. Hükümet daha Mayıs 1922 de yurt dışına gidecek vatandaşlara verilen pasaportlardaki iznin padişah adına olan şeklini Türkiye Büyük Millet Meclisi namına çevirmiştir. Böylece ülke ve milleti temsil etme ve onlar adına söz söyleme yetkisini fiilen kullandığını ortaya koymuştur. Bir diğer deyişle; İrade-i Seniyye den İrade-i Milliye ye geçilmiştir. Bunu tapu senetlerinin üzerindeki padişah tuğrasının yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi adının konması ve senetteki Sened-i Hakanî ibaresinin yerine Sened-i Millî sıfatının konması takip edecektir. Yeni devletin başkentinin Ankara olarak belirlenmesi, Cumhuriyetin ilanı, saltanat ve hilafetin kaldırılması gibi köklü adımların atılmasından sonra artık atılan adımların arkasında durulması, yeni düzenin tüm topluma ve dünyaya tanıtılması ve kabul ettirilmesi aşaması gerekliliği öne çıkmıştır. Gerçekten de son üç asrında çağdaşlaşmak, modernleşmek için âdeta çırpınan Osmanlı Devleti temel meselelerde esaslı ve kararlı adımlar atmakta zorlanmıştı. Buna mukabil Türkiye Büyük Millet Meclisinin Mustafa Kemal Paşa önderliğinde attığı radikal adımlar dikkat çekmiştir. 1.3.2. Başkentin Kabul Ettirilmesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti nin kurucularını bu şekilde harekete yönlendiren gelişmeler tek taraflı değildir. İstanbul daki basın yayın organları başkentin değişimini medeni dünyadan kopuş olarak nitelendirmekte ve eleştirmekteydi. Buna mukabil hükümet asıl şimdi Anadolu nun asırlardır mahrum kaldığı medeniyete kavuşacağını ifade etmekteydi. Her şeyden önce İtilaf Devletleri yeni rejimin ve tercihlerinin kalıcı olmayacağını, birkaç yıl sonra eskiye dönüleceğini ümit ederek Ankara yı devlet merkezi olarak tanımamışlardı. Ankara da Millî Mücadele nin başından itibaren Azerbaycan, Afganistan ve Sovyetler in büyükelçilikleri vardı. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Kürzon başta olmak üzere İstanbul da görev yapan büyükelçiler İtalya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya yı da yanlarına alarak Ankara ve yeni yönetime karşı ortak bir cephe oluşturmaya çalışıyorlardı. Her halükârda Ankara ya bir büyükelçi göndermemeye kararlı olduğunu söyleyen İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Ankara ya göndereceği bir temsilci ile işleri yürütmeyi düşünmektedir. Yeni devlete ve başkentine biçilen ömür birkaç yıldan ibarettir. 1924 senesinde, eğer ikametgâhı Ankara ya taşınırsa Türkiye deki İngiliz temsilinin elçilik seviyesine indirileceğini duyuran İngiliz yönetimi, Ankara ya gitmenin Mustafa Kemal ve hükümetine taviz vermek olacağından endişe ediyordu. Ankara ya diplomatik bir temsilcilik açmakla yetinen batılı muhatapların inadını kırmak için birkaç yıl beklemek ve gelmek isteyeceklere parasız yer göstermek gerekmişti. 1925 yılı sonunda İngiltere, Fransa ve İtalya, büyükelçiliklerini taşımayacaklarını, ancak bina için verilecek bedava arsaları memnuniyetle kabul edeceklerini bildirmişlerdi. Bu tarihlerde İstanbul da 18, Ankara da ise 4 diplomatik temsilcilik olduğu tespit edilmiştir. Dönemin büyük devletlerinin bu boykotu 1927 yılında gevşemiş ve 1928 yılında çözülmüştür. Bunda 17

Ankara nın etrafındaki bataklıkların kurutulması, elektrik, su, gaz gibi temel maddi şartların İstanbul daki kadar iyileştirilmesi, rejimin de artık değişmeyeceğinin anlaşılması etkili olmuştur. Tabiidir ki bu yeni cazibe merkezinin oluşumu buradan çıkar sağlamaya çalışan bir kısım çevreleri de harekete geçirmiştir. 1920 lerde Ankara Atatürk Orman Çiftliğinde tarım için sondaj çalışmaları Yabancı devletler kadar kendi toplumuna da yeni rejimi ve anlayışı tanıtmak ve kabullendirmek için zaman içinde simge yönü ağırlıklı kararlar alınmıştır. Eski anlayış ve rejime dönülmeyeceğini göstermek için idari ve şekli pek çok düzenleme yapılmıştır. Ancak yeni devlet vurgusu için atılan adımların en mânâlılarından birisi 1927 yılındadır. Hükümet vatandaşın devletle karşılaşıp işlerini göreceği, hizmet alacağı yerler için yeni bir düzenlemeye gitmiştir. Okul, belediye ve devlet hizmetlerinin görüldüğü hükümet birimlerinin yerleşeceği binaların girişlerinde yer alan padişah tuğrası veya Osmanlı Devleti ni övücü yazıların kaldırılmasına karar vermiştir. Kaldırılıp müzeye konulacak olan bu yazıların sanat değerleri zarar görecek olanların üzerinin münasip şekillerde örtülmesi ilkesi dikkat çekmektedir. Yapılan şey eskiye ait her şeyi kırıp döküp yok etmek değildir. Ancak yeni bir devlet kurulmuş olduğunu her vesile ile topluma iletmektir. 18

1.3.3. Ordu Yapılanmasının Savaştan Barışa Çevrilmesi Devletlerarası ilişkilerde mütekabiliyet sisteminin esas olduğu bilinciyle Türkiye Büyük Millet Meclisi, savaş dolayısıyla ülkelerindeki Türk vatandaşlarına uyguladığı olağanüstü kanun ve tedbirleri kaldıran devletlerin Türkiye de bulunan vatandaşlarına uyguladığı mukabil kanun ve tedbirleri kaldırmayı hükümetin yetkisine bırakmıştır. Lozan Antlaşması nın imzalanmasından hemen sonra Türk silahlı kuvvetlerinin barış durumuna dönüş hazırlık ve çalışmaları başlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1923 tarihinde seferberliği kaldırmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Meclis ikinci dönem çalışmalarına başlarken Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı Mareşal Fevzi Paşa yı görevleri üzerinde kalmak kaydı ile karargâhıyla 27 Temmuz 1923 te Ankara ya getirtmişti. Batı Cephesi karargâhı da cephe ile ilgili işlemlerini tamamladığı gerekçesiyle Genelkurmay Başkanlığının teklif ve Başkomutanlığın uygunu ile 1 Eylül 1923 tarihinden itibaren lağvedilmiştir. Ordunun seferden hazere geçirilmesi çalışması sürecinde 5 Ağustos 1923 tarihli Hazar Kuruluş ve Konuş Projesi uygulanmıştır. Türk Kara Kuvvetleri, üç ordu müfettişliği, dokuz kolordu, on sekiz piyade tümeni, üç süvari tümeniyle İzmir, Çatalca, Erzurum ve Kars Müstahkem Mevkilerinden oluşturulmuştur. Birinci Ordu karargâhı Ankara, İkinci Ordu karargâhı Konya, Üçüncü Ordu karargâhı Diyarbakır olarak belirlenmiştir. Bu sahadaki ikinci adım subayların siyasetten ayrılmasını sağlamaya dönüktür. İkinci Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki yönetiminin ordunun gücü ve prestijini kullanmak amacıyla uyguladığı politikanın ülkeye zararları Balkan Savaşları nda çok açık bir şekilde görülmüştü. Ancak Birinci Büyük Millet Meclisi dönemindeki ihtiyaçlar dolayısıyla askerlik ve mebusluğun birlikte yürütülmesine imkân tanınmıştı. Cumhuriyetin ilanı sürecinde ortaya çıkan fikir ayrılıklarının büyük boyutlara varması ve rejime zarar verebileceği ihtimali üzerine Mustafa Kemal Paşa 30 Ekim 1924 tarihinde aynı zamanda mebus olan ordu ve kolordu komutanlarının iki işten birini seçmelerini istedi. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa başta olmak üzere çoğunluk askerlikte karar kılarken, Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşa lar askerî görevlerini bırakıp Büyük Millet Meclisindeki yasama görevine devam ettiler. Bu tercih bir adım sonrasında Cumhuriyetin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nın kurulmasına gidecektir. 19

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti Türkiye de Cumhuriyetin ilanı ile yeni bir dönem başlamıştır. Yeni devletin on yıllık bir savaş ve seferberlik döneminden sonra başlamasının ekonomik, sosyal ve siyasi etkileri uzun süre hissedilmiştir. Dünya savaşının yıkımından sonra bir de istilaya uğrayan Anadolu her yanda yanmış, yıkılmış harabeler ile dolu bir hâlde idi. Bütün bu sarsıntıların ardından topluma yeni bir anlayışla, heyecanla yaklaşmak ve onları geri kalınan çağdaşlaşma idealine inandırmak oldukça zor olmuştur. Geleneksel toplumun yenilik ve değişime tepkisi de buna eklenince düşünülen reformların hayata geçirilmesi için âdeta seferberlik gerekmiştir. Eğitim alanında okul, öğretmen ve öğrenci sayısındaki yetersizlik had safhadaydı. Ekonomik yetersizlikler ve bu sahayı canlandıracak kesimin son savaşlardan sonra önemli ölçüde ülkeyi terk etmesi başlı başına bir handikap oluşturmuştur. Ulaşım ve sağlık alanlarında da Tanzimat döneminden itibaren girişilen yeniliklere karşın çağın oldukça gerisinde bir toplum ve devlet söz konusu olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti kısaca sıraladığımız bu temel problemleri aşmak için önce halkın zaruri ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Yeni bir devletin kurulduğunu, eskiye dönüşün olmadığını her alanda vatandaşa kabul ettirmek için simgeleri millî irade esaslı olarak değiştirmeye başlamıştır. Orduyu savaş durumundan çıkarıp barış hâline göre teşkilatlandırmıştır. Bu arada yeni bir savaşın başlatılması söz konusu olmuştur. Ekonomik savaş için esaslar belirlenerek yeni zihniyette bir toplum oluşturabilmek için harekete geçilmiştir. 20

Bölüm Soruları 1) İzmir İktisat Kongresi hangi tarihlerde toplanmıştır? a) 4-11 Eylül 1919 b) 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 c) 13 Ekim 1923 d) 17 Şubat - 4 Mart 1923 e) 6 Ekim 1923 2) Aşağıdakilerden hangisi Misak-ı İktisat kararlarından değildir? a) Türkiye halkı tahribat yapmaz, imar eder. b) Türkiye halkı vakit, servet ve ithalatta israf yapmaz, kullandığını kendi üretir. c) Türkiye halkı ormanlarını evladı gibi sever, orman yetiştirir. d) Türkiye halkı hırsızlık, yalancılık ve tembelliğe düşmandır, faydalı yenilikleri severek kabul eder. e) Türkiye halkı mukaddesatına, vatanına karşı olanları çok sever. 3) Aşağıdaki tanımlardan hangisi 1923 Türkiye si için yanlıştır? a) Ekonomik açıdan tam bağımsızdır. b) Düşman istilasından uzun ve yorucu bir savaş sonrasında kurtulmuştur. c) Toplumun büyük kesimi ekonomik anlamda zor durumdadır. d) Eğitim müesseseleri ihtiyacı karşılamamaktadır. e) Ülkede halkın büyük kesimi eğitimsizdir. 21

4) I. Ordunun bir kısmını terhis ederek üretime yönlendirmek II. Teşvik-i Sanayi Kanunu nu çıkarmak III. İşgalden kurtarılan yerlerdeki halka yemeklik ve tohumluk hububat ve çift hayvanı sağlamak IV. Şeker Fabrikaları kurmak V. İşgal edilen yerlerde görev yapmış olan bürokratların yeni dönemde görev almalarındaki esasları belirlemek Yukarıdakilerden hangisi / hangileri savaş sonrasının ilk icraatlarındandır? a) Yalnız I b) I ve III c) I, III ve V d) I ve IV e) IV ve V 5) Yabancı devlet elçiliklerinin yeni başkent Ankara ya gelmekte tereddüt etmelerinin temel sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a) Cumhuriyetin devam etmeyeceği yolundaki beklenti ve temenni b) Ankara nın sosyal şartlarının yetersiz oluşu c) Ankara daki konaklama şartlarının İstanbul dan daha kötü oluşu d) İstanbul dan Ankara ya ulaşımın zor ve konforsuz oluşu e) Ankara da arsa fiyatlarının çok pahalı oluşu Cevaplar 1) d, 2) e, 3) a, 4) c, 5) a 22

Bölüm Kaynakçası Devlet İstatistik Enstitüsü, 1927 Tarım Sayımı, Ankara 1970. Devlet İstatistik Enstitüsü, İstatistik Göstergeler, Ankara 1994. Duran, Tülay, Zaferin ilk Onbeş Günü Gazi Mustafa Kemal Paşa nın Yeni Devletin Kuruluşu ile İlgili Gizli Emirleri, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı 72, Eylül 1973, cilt XII. Düstur, III. Tertip, cilt 3-5. Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmî Yayınları, Türk İstiklal Harbi II. Cilt Batı Cephesi 6. Kısım IV. Kitap, İstiklal Harbinin Son Safhası, Ankara 1969, Gündüz, Asım, Hatıralar (Yayına Hazırlayan İhsan Ilgar), İstanbul 1982. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Yaban, İstanbul 2012. 2007. Öztürk, Cemil, (Editör), İmparatorluktan Ulus Devlete Türk İnkılap Tarihi, Ankara Şimşir, Bilal N., Atatürk Dönemi -İncelemeler-, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2006. Tahir, Kemal, Yorgun Savaşçı, İstanbul 2002. Tunçay, Mete, T.C. nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), İstanbul 1992. Türkiye Cumhuriyeti Devlet Arşivi, Müşterek Kararlar Tasnifi, Yalçın, Durmuş ve Diğerleri, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Ankara 2003, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını. Yalçın, Durmuş ve Diğerleri, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, Ankara 2006, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını. 23

2. YENİ TÜRKİYE NİN OLUŞUMU 24

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? 1) Saltanatın Kaldırılması ve Hilafetin İlgası 2) 1924 Anayasası 3) Şeyh Sait İsyanı ve Takrir-i Sükûn Kanunu 4) Cumhuriyet tarihinin ilk siyasi partileri olan Cumhuriyet Halk Fırkası ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 25

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular 1) Saltanatın kaldırılmasında etken olan olaylar nelerdir? 2) Hilafet makamının kaldırılması esnasında ortaya konan gerekçelerin referans kaynakları nedir? 3) 1924 Anayasası 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu na göre ne tür değişiklikleri içermekteydi? 4) Takrir-i Sükûn Kanunu nun amacı ne şekilde izah edilebilir? 5) Cumhuriyet Halk Fırkası ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nın programları arasında bir farktan söz etmek mümkün müdür? 26

Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği Saltanatın Kaldırılması Hilafetin Kaldırılması Tevfik Paşa Hükümetinin Saltanatın kaldırılmasında oynadığı rolü öğremek Hilafetin ilgasında son Halife Abdülmecid Efendi nin ve muhalif cephenin etkisi ne derece olduğunu bilmek Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılmak Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılmak 1924 Anayasası 1924 Anayasası nın yürütme ve yasama arasında kurduğu sistemi, vatandaşlık tanımını kavrayabilmek Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılmak Takrir-i Sükûn Kanunu Siyasi Partiler Takrir-i Sükûn Kanunu nun neden olduğu sonuçları öğrenebilmek TCF nin bir muhalefet partisi olarak görülüpgörülemeyeceğini anlayabilmek Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılmak Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılmak 27

Anahtar Kavramlar Osmanlı Saltanatı Hilafet-Siyaset İlişkisi Cumhuriyet Halk Fırkası Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 1924 Anayasası Şeyh Sait İsyanı Büyük Nutuk Din-Devlet İlişkisi 28

Giriş Millî Mücadele nin kazanılması ülke içinde bir dizi siyasi olayların, gelişmelerin önünü açmıştır. Bu gelişmeleri iki başlık altında toplamak mümkündür. Birincisi Saltanatın kaldırılması, Hilafetin ilgası ve yeni anayasanın hazırlanması gibi yeni Türk devletinin siyasal yapısını belirleyen anayasal değişimlerdir. İkincisi ise Cumhuriyet Halk Fırkası ve onun lideri olan Mustafa Kemal Paşa ya veya onun önderliğinde gelişen anayasal değişimlere veya değişimlerin yapılış şekline muhalefetin ortaya çıkmasıdır. Bu çerçevedeki en önemli gelişme ise Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nın kurulması sayılabilir. Ayrıca bu dönemde doğrudan doğruya yeni devletin hem coğrafyasını hem de siyasal sistemini tehdit eden Şeyh Sait İsyanı bir muhalefet hareketi olmuştur. Aşağıda bu bahsettiğimiz konular ayrıntılı olarak ele alınacaktır. 29

2.1. Saltanatın Kaldırılması Büyük Taarruz sonrası Anadolu daki işgalci Yunan güçleri mağlup edilerek, 9 Eylül 1922 de İzmir kurtarılmıştı. Bu aşamadan sonra hem Yunanistan hem de İtilaf Devletleri Anadolu Hareketi ile barış masasına oturmak zorunda kalacaktır. Zira Türk ordusu Marmara bölgesindeki İtilaf Güçlerinin, askerî birliklerinin de üzerine yürümüştür. Bunun üzerine mütareke istenmiş ve yapılan görüşmeler sonunda 11 Ekim 1922 de Mudanya Mütarekesi (Ateşkes Antlaşması) imzalanmıştı. Ardından 27 Ekim 1922 de Ankara ve İstanbul hükümetleri İtilaf Devletleri tarafından 13 Kasım 1922 de başlayacak olan barış görüşmeleri için ayrı ayrı Lozan Barışı Konferansı na davet edilmiştir. İtilaf Devletlerinin bu daveti, bir yönüyle TBMM Hükümeti nin meşruluğunu pekiştirmiştir. Diğer taraftan İtilaf Devletleri iki tarafı da davet etmekle hem ülke içindeki siyasi gelişmelerde hem de barış görüşmelerinde Türk tarafının ikiricikli bir yapı sergilemesine neden olmayı arzulamıştı. Yani İtilaf Devletleri Lozan Barış Görüşmelerine Anadolu Hükümeti ile İstanbul Hükümeti ayrılığını, çekişmesini taşımak ve bu çekişmeden istifade etmek istemiştir. Bu davet ve ardından İstanbul Hükümetinin İtilaf Devletleri nin çağrısı üzerine takındığı tavır, saltanatın kaldırılmasına neden olacak olaylar dizisini ortaya çıkarmıştır. Diğer taraftan 19 Ekim 1922 de TBMM Hükümeti nin temsilcisi olarak İstanbul a gelen Refet Paşa, Padişah ve sadrazamın temsilcileri, şehrin ileri gelenleri ve halk tarafından karşılanmıştır. Refet Paşa kendisini karşılamaya gelenleri İstanbul Hükümeti temsilcisi olarak değil bir Türk vatandaşı, hükümdarın temsilcisini ise Halife temsilcisi olarak kabul etmiştir. Böylece TBMM Hükümeti adına İstanbul a gelen Refet Paşa, İstanbul Hükümeti olarak bir hükümeti muhatap almadıklarını, tanımadıklarını göstermişti. Ancak TBMM Hükümeti nin İtilaf Devletleri nin davetini kabul ettiği gün olan 29 Ekim 1922 de Osmanlı sadrazamı Tevfik Paşa, TBMM ye bir telgraf gönderdi. Tevfik Paşa bu telgrafında, kazanılan zafer dolayısıyla İstanbul ve Ankara arasındaki ikiliğin, ayrılığın ortadan kalktığını ifade etmiş ve Lozan da İstanbul hükümetinin önderliğinde Ankara delegelerinin de bulunacağı bir heyetin oluşturulmasını istemişti. Bu telgraf ve yine Tevfik Paşa tarafından daha önce Mustafa Kemal Paşa ya gönderilen benzer bir telgrafın ortaya çıkması üzerine TBMM de milletvekileri sert tepki göstermiştir. Nitekim mecliste yaşanan ateşli tartışmalarda milletvekilleri, Anadolu Hareketi nin düşmanla silahlı çetin muharebeler yaptığı, zorluklar çektiği esnada İstanbul hükümetinin desteği görülmediği gibi muhalefeti ve karşıtlığı ile karşılaşıldığı üzerinde durmuşlardı. Ayrıca Tevfik Paşa ve İstanbul Hükümeti nin hem İtilaf Devletleri nin davetine cevap verme hem de TBMM den telgrafla böyle bir talepte bulunma hakkı ve yetkisi olmadığı vurgulanmıştır. Bu yaşanan sert tartışmaların hemen ardından TBMM yönetimi harekete geçmiştir. 30 Ekim 1922 de Sinop milletvekili Rıza Nur ve diğer birçok milletvekilinin önerisiyle TBMM ye, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılıp yerine TBMM Hükümeti nin kurulduğuna dair altı maddelik bir teklif sunulmuştur. Ancak bu altı maddelik teklifin hilafet makamının konumunu net bir şekilde belirlememesi ve saltanat makamını tamamen ortadan kaldırması mecliste görüş ayrılıklarına neden olmuştur. Bu teklif için yapılan görüşme ve oylama sonucunda mecliste yeterli sayıya ulaşılamadığından bir karara varılamamış ve saltanat 30

kaldırılamamıştır. Diğer taraftan 31 Ekim 1922 de İstanbul Hükümeti İtilaf Devletleri nin davetini kabul ederken, Ankara Hükümeti İsmet Paşa nın başkanlığındaki bir heyeti görüşmeler için seçmiştir. Bu arada 31 Ekim 1922 de, Müdafaa-ı Hukuk Grubu nun kendi grup toplantısında saltanatın kaldırılmasına dair karar alınmıştı. Ardından Osmanlı Devleti nin son bulduğuna ve TBMM Hükümeti nin kurulduğuna dair 30 Ekim tarihli teklifin bazı mebuslar tarafından muğlak bulunan Hilafet makamı ilgili kısmı dikkate alınarak yeniden düzenlenmiştir. Bu yeni teklifte Hilafet makamının ilmen ve ahlaken eslah ve erşad olan (ilim ve ahlak açısından en yetenekli ve en reşit / olgun) Osmanlı hanedanına mensup bir kişiye bırakılması kuralı benimsenmişti. 1 Kasım 1922 de meclise getirilen yeni teklif, tekrar bir tartışma ortamı oluşturmasına rağmen, Mustafa Kemal Paşa nın müdahalesiyle kabul edilmiştir. Saltanatın kaldırılması ile ilgili bu teklif bir kanun maddesi şeklinde değil, meclis kararıyla onaylanmıştır. Bu kararda İstanbul un İtilaf Güçleri tarafından işgal edildiği ve son Osmanlı Meclis-i Mebusanı nın faaliyetlerini yapamaz hâle getirildiği tarih olan 16 Mart 1920 den itibaren Osmanlı Devleti nin tarih sahnesinden silindiği, yerine TBMM Hükümetinin varolduğu kabul edilmişti. Ayrıca TBMM tarafından belirlenmek kaydıyla Hilafet makamına oturacak kişi Osmanlı hanedanı üyeleri arasından seçilecekti. Ankara da bu gelişmeler olurken Refet Paşa, 29 Ekim 1922 de Sultan Vahdettin ve İstanbul Hükümetinin istifasını istemişti. 1 Kasım 1922 deki saltanatın kaldırılması kararı İstanbul daki hükümetin ve padişahın hukukiliğini tamamen ortadan kaldırmıştır. Tevfik Paşa ve hükümetinin istifasından sonra, 4 Kasım 1922 de İstanbul Emniyet Müdürü, Jandarma Komutanı, Şehremini, Belediye Meclisi üyeleri ve Adliye yi temsil eden bir heyet Refet Paşa ya Ankara Hükümetinin hizmetinde olduklarını bildirmişlerdir. Daha sonra Refet Paşa İstanbul valisinden sadakat yemini almıştır. 2.2. Hilafetin İlgası 1517 yılında Yavuz Sultan Selim in Ridaniye Seferi sonrasında Kahire deki son halife Mütevvekkil den hilafeti devralması ile başladığı iddia edilen Osmanlı Hilafeti nin ilk defa önemli bir şekilde kullanılması, dış politik sahada 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile olmuştur. Ancak, hilafetin en çok değer kazandığı, gündeme getirildiği ve kullanıldığı dönem II. Abdülhamit dönemidir. II. Abdülhamit hilafeti hem iç, hem de dış siyasette mahirane bir şekilde kullanmıştır. Osmanlı Halifesi kendisini İslam dünyasında çok güçlü bir şekilde konumlandırırken Müslüman sömürgeleri olan emperyalist devletlere de gücünü kuvvetle hissettirmiştir. Hilafet, II. Meşrutiyet döneminde İttihatçılar tarafından özellikle dış politikada kullanılmaya çalışılmıştır. Millî Mücadele de ise, toplumun dinî hassasiyetine yapılan vurgular ve hilafet makamı, Ankara hükümetinin politikalarına meşruluk kazandırmak ve halkın mücadeleye katılımına şevk vermek için ön plana çıkarılmıştır. Millî Mücadele nin kazanılmasından sonra 1 Kasım 1922 de Osmanlı hükümdarlarının hilafet ile birlikte yürüttüğü saltanat makamı kaldırılmıştı. Böylece, ayrı bir kurum şeklini alan hilafet makamına, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Osmanlı hanedanından Abdülmecid Efendi seçilmiştir. Aslında Millî Mücadele sırasında saltanat ve hilafet kurumunun akibeti üzerinde farklı tasavvurların olduğu, süregelen anlayış ve konumunun değişeceğinin işaretleri verilmişti. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu nun görüşülmesi sırasında saltanat ve hilafetin durumu ile ilgili 31

tartışmaların Mustafa Kemal Paşa tarafından mücadelenin sonrasına ertelenmesi, millet hakimiyetini ön plana çıkaran bir meclisin oluşturulması bu emareler arasında sayılabilir. Ancak Hilafetin kaldırılmasına dair yaşanan süreç, 1923 yılı sonlarında gelişen birtakım siyasi olaylarla başlamıştır. Daha önce değindiğimiz üzere 29 Ekim 1923 te Cumhuriyetin ilan edilmesi bir muhalefet cephesi doğurmuştu. Rauf Bey (Orbay), Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Refet Paşa (Bele) ve Kazım Karabekir gibi Millî Mücadele nin önemli önderlerinin yanı sıra, Tevhidi Efkar, Tanin benzeri İstanbul basınının başını çektiği bu muhalefet cephesi, cumhuriyetin ilanının ardından yoğun bir eleştiri kampanyasına başlamışlardır. Cumhuriyetin ilanı hususunda farklı düşünceler taşıyan Rauf Bey, Ali Fuat Paşa gibi şahısların beyanları bu gazeteler tarafından kamuoyuna duyurulmuştur. Bunun üzerine Anadolu da Yeni Gün, Hakimiyet-i Milliye gazeteleri İstanbul basınına ve muhalif cepheye karşı yüklenmiştir. Bir süre sonra yaşanan tartışmalar Osmanlı Hanedanı ve Hilafeti üzerine odaklanmıştır. Böylece Hilafet konusu tartışılır hâle gelmiştir. Hatta Halife Abdülmecit Efendi nin istifa edeceği ve yeni bir halifenin seçileceğine dair basına yansıyan haberler, cumhuriyetin ilanı üzerine yaşanan tartışmaların merkezinin hilafet konusuna kaymasına neden olmuştur. Bu arada Tanin gazetesinde, Halife Abdülmecit in istifa etmesi durumunda Osmanlı hanedanı, hilafeti ve Türk milletinin zarar göreceğine dair İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey in bir mektubu yayınlanmıştır. Diğer taraftan Rauf Bey ve Kazım Karabekir Paşa nın ayrı ayrı Halife Abdülmecit Efendi yi ziyaret etmesi süreci farklı bir noktaya taşımıştır. Halife Abdülmecit Efendi nin etrafında bir muhalefet cephesinin toplandığı hissi uyanmıştır. Bu muhalefet cephesi karşısında endişe duyanlardan biri de Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Aslında, bu endişenin bir başka sebebi, saltanatın kaldırılmasından sonra Osmanlı hanedanının uhdesinde kalan Hilafet kurumunun tasarlanan yeni sistemdeki yerinin muğlaklığı idi. İç siyasette bu gelişmeler olurken, İngiliz Kralının Özel Danışma Konseyi üyesi Emir Ali ve İngiliz gizli servis ajanı Ağa Han tarafından Başvekil İsmet Paşa ya gönderilen Hilafetle ilgili mektup, Ankara ya ulaşmadan önce 5 Aralık 1923 te İkdam ve Tanin gazetelerinde yayınlanmıştır. Bu dış etki, halifelik konusunu yeni bir boyuta taşımış ve tartışmaları ateşlemiştir. Hilafet kurumunun önemini ve korunması gerektiğini vurgulayan, hatta bu kurumun Papalık benzeri bir şekilde algılanmasını isteyen bu mektup, basındaki tartışmaları alevlendirdiği gibi, iç siyaseti de sarsmıştır. TBMM gündemine gelen ve gizli celsede tartışılan bu mektuptan İngilizleri sorumlu tutan mebuslar, oldukça sert tepki göstermişlerdir. Mektubun basına yansımasını 1 Kasım 1922 kararlarına muhalefet olarak değerlendiren İcra Vekilleri Heyeti Başkanı İsmet Paşa, Hıyanet-i Vataniye Kanunu nun işletilmesi ve İstiklal Mahkemesi nin kurulması önerisini getirmiş ve bu öneri TBMM de kabul edilmiştir. Üyeleri TBMM tarafından belirlenen bu İstiklal Mahkemesinin önemli icraatı, İstanbul daki gazetecilerin yargılanması olmuştur. Ağa Han ve Emir Ali nin mektubundan dolayı tutuklanan Tanin başyazarı Hüseyin Cahit, İkdam başyazarı Ahmet Cevdet Bey, Tevhid-i Efkar Başyazarı Velid Bey başta olmak üzere gazetecileri ve birçok kişiyi yargılamıştır. Gazeteciler ve İstanbul basını yargılamalar esnasında, özellikle Ankara siyasi çevrelerinden ve basınından edindikleri izlenimler sonucu, ciddi cezalandırmalarla karşılaşacakları endişesi içine düşmüşlerdir. Ancak 2 Ocak 1924 te yapılan son duruşmanın sonrasında gazeteciler beraat etmiştir. Sadece İstanbul 32

Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey suçlu bulunmuştur. Bu yargılamalarla İsmet Paşa Hükümeti, basın ve siyasi çevrelerde kendileri aleyhine oluşan muhalefet cephesine karşı tepkilerini göstermek, âdeta bir gözdağı vermek istemiştir. Bu arada 1924 Ocak ayı başında İzmir e gelen Mustafa Kemal Paşa çeşitli ziyaretler yapmakta ve görüşmelerde bulunmaktaydı. Bu çerçevede 4 ve 6 Şubat ta İzmir de, İstanbul gazetelerinin başyazarlarından oluşan bir heyeti kabul etmiş ve siyasetten ekonomiye, eğitime, anayasaya kadar birçok konuyu görüşmüştür. İstiklal Mahkemesindeki yargılamalar nedeniyle Ankara ile ilişkileri iyice bozulan İstanbul basınının gönlünü alma amacı da taşıyan bu görüşmelerde, Mustafa Kemal Paşa, hilafetin manasızlığını ve tehlikeleri üzerinde durmuştur. Halifenin siyasetle uğraşmadığı, etrafındaki birtakım kişilerin tahriki ile siyasi konulara girmediği takdirde makamın tarihî bir hatıra olarak muhafaza edileceğini de ifade etmiştir. Diğer taraftan, Mustafa Kemal Paşa, İcra Vekilleri Heyeti Başkanı İsmet Paşa dâhil bütün ordu komutanlarını İzmir e askerî manevralar için çağırmış ve komutanlarla görüşmeler yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa nın gazeteciler ve devlet bürokrasisinin en önemli şahsiyetleriyle görüşmeler yapmasının amacı, kaldırılması düşünülen hilafet hususunda önemli kurumların desteğini almak istemesiydi. Nitekim, Darulfünunun desteğini almak için İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Fuat Köprülü, Hasan Tahsin Aynızade, Dr. Vaset ve Şükrü Beylerden oluşan bir heyeti de İzmir de kabul etmiştir. Diğer taraftan Osmanlı hanedanı ve Hilafet hususundaki bu gelişmeler sırasında, Halife Abdülmecid Efendi nin yazışmalarında han unvanını kullanması ve Hilafete ayrılan ödeneğin yetersizliğinden bahsederek artırılması için hükümete müracaat etmesi üzerine, İsmet Paşa durumu İzmir de bulunan Mustafa Kemal Paşa ya iletmiştir. İsmet Paşa gönderdiği telgrafta, Halife Abdülmecid Efendi nin İstanbul a gelen yetkililerin kendisini ziyaret etmemesinden dolayı üzüntü duyduğunu, Hilafet kurumu ile ilgili ödenek yetersizliğinden bahsettiğini ifade etmiştir. Mustafa Kemal Paşa bu telgrafa, hilafet ve halifenin şahsı hakkında ortaya çıkan kötü izlenimlerin Halifenin kendi tarz ve tavru hareketinden kaynaklandığını belirterek, mevcut ve mahfuz olan halife ve hilafet makamının, hakikatte ne dinen ve ne de siyaseten hiçbir mana ve hikmeti mevcudiyeti yoktur şeklinde cevap vermiştir. Yine, cevabi telgrafta, hilafet makamının tarihi bir hatıra olmaktan başka bir anlamı olmadığı ifade edilmiştir. Ardından TBMM nin 2. devresinin ikinci çalışma döneminin açılısı dolayısıyla 1 Mart 1924 günü Cumhurbaşkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa nın yeni dönemde meclisin neler yapması gerektiğine dair mutad konuşmasında, din ve ordunun siyasetten ayrılması hususu üzerinde durması, hem mecliste hem de gazetelerde büyük yankı yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa nın bu konuşmasında sarfettiği ifadeler, medreselerin kaldırılarak bütün eğitimin Maarif Vekaletine bağlanacağına; Nizamiye ve Şeriye Mahkemelerinin aralarındaki farkların kaldırılarak bütün mahkemelerin Adliye Vekaleti altında toplanacağına, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti (Millî Savunma Bakanlığı) ve Şer iyye Vekaleti nin kabineden çıkarılacağına ve Hilafetin lağv edilerek, Osmanlı Hanedan üyelerinin Türkiye sınırları dışına gönderileceğine dair işaretler olarak anlaşılmıştır. Mustafa Kemal Paşa nın 1 Mart taki konuşmasından sonra, 2 Mart ta Halk Fırkası grubunda dört ayrı kanun teklifi üzerinde görüşmeler yapılmıştır. Bu tekliflerin başında Urfa 33

mebusu Şeyh Saffet Efendi ve kırk arkadaşı tarafından verilen Hilafetin ilgası teklifi okunarak gündeme alınmıştır. Fırka grubunda Hilafetin ilgası hemen hemen tartışmasız kabul görürken, Hilafetin kaldırılması durumunda bu kurumun kime verileceği veya durumunun ne olacağı tartışma konusu olmuştur. Bazı mebuslar, Hilafetin Cumhurbaşkanı na, TBMM ye veya Cumhurbaşkanlığı na verilmesini önermişlerdir. Maraş Mebusu Mithat Bey ve arkadaşlarının hazırladığı: Halifenin hal edildiği ve Hilafetin, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemic olduğundan Hilafet makamı mülgadır şeklindeki teklifi büyük çoğunlukla kabul görmüştür. Fırka grubunda görüşüldükten sonra, 3 Mart ta Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşı tarafından Hilafetin ilgasına ve Osmanlı Hanedanına mensup olanların Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkarılmasına dair 13 maddelik kanun teklifi TBMM de gündeme alınmıştır. Bu kanun teklifi, görüşülmesi esnasında çok yoğun itiraz görmemiş, sadece Gümüşhane bağımsız milletvekili Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey in değişimlerin hızlı ve ani yapılmasının sarsıntıya neden olacağı, böylesi bir inkılapta önceden halkın fikrinin alınması gerektiği ve Hilafet kurumu gibi kuvvetli, etkin bir makamın kaldırılmasının düşmanları sevindirebileceği şeklindeki itirazıyla karşılaşmıştır. Kanun teklifi üzerinde yapılan görüşmeler esnasında söz alan Adliye Vekili Seyyid Bey, İslam tarihinden örnekler vererek Hilafetin dinî olmaktan daha çok siyasi, dünyevi bir kurum haleni geldiğini ileri sürmüştür. Dolayısıyla Hilafet kurumunun yapmış olduğu bu siyasi görevi, Türkiye Büyük Millet Meclisi üstlenmişti. Bu durumda ayrıca Hilafete ve Halifeye de artık gerek yoktu. Onun kanaatine göre Hilafetin kaldırılması Türkiye aleyhinde bir etki de oluşturmayacaktı. Kanun teklifi üzerindeki meclis konuşmalarının yeterli olduğuna dair karar alındıktan sonra, yapılan oylamada meclise sunulan kanun teklifi aynen kabul edilerek kanunlaşmıştır. Ardından bu kanun çerçevesinde 4 Mart 1924 te son Halife Abdülmecit, ailesi ve Osmanlı Hanedanına mensup kişiler yurt dışına çıkarılmışlardır. Yine, aynı gün Siirt mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının Şer iyye ve Evkaf Vekaleti ile Erkan-ı Harbiye Vekaleti nin ilgasına dair kanun teklifleri tartışmasız kabul edilmiştir. Diğer taraftan yine 3 Mart 1924 te Siirt mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşı Şer iyye ve Evkaf Vekaleti ile Erkan-ı Harbiye Vekaleti nin ilgasına dair bir kanun teklifi sunmuştur. Çok uzun sürmeyen konuşmalardan sonra bu kurumlar kabinenin dışına çıkarılmıştır. Şer iyye ve Evkaf Vekaleti nin yerine onun görevlerini üstlenmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Bu kurum camilerin, tekkelerin, zaviyelerin, mescitlerin idaresi ve yönetimlerini üstlenmiştir. Vakıfların idaresi Vakıflar Umum Müdürlüğüne devr edilmiştir. Böylece laikleşme yolunda çok önemli bir adım atılmıştır. Ayrıca ulema ve kurumları kontrol altına alınmıştır. Erkan-ı Harbiye Vekaleti nin görevlerini ise Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği üstlenmiştir. Bu kararla da ordunun siyasetin dışında tutulması amaçlanmıştır. 34

2.3. Yeni Anayasa: 1924 Anayasası Mudanya Mütarekesi nden itibaren kamuoyunu meşgul eden anayasa tartışmaları hazırlık aşamasında birçok eleştiriye maruz kaldıktan sonra Kanun-ı Esasi Encümeni tarafından meclis başkanlığına sunularak 27 Şubat 1924 te gündeme alınmış, 9 Mart 1924 tarihi itibarıyla TBMM genel kurulunda görüşülmeye başlanmıştır. Bu anayasa tasarısı Millî Mücadele sürecini, Türk tarihini ve başka ülkelerin tecrübelerini dikkate almış ve temelde daha güçlü bir icra/yürütme organının oluşturulmasını amaçlamıştır. Böylece bu tasarı ile Millî Mücadele esnasında oluşan kuvvetler birliği esasını temel alan anayasal yapı, icra lehine avantajlar kazandırılarak değiştirilmek istenmiştir. Bu yüzden meclisin üstünlüğü ilkesinin zedelendiğini düşünen milletvekilleri tarafından encümenin sunduğu tasarı sert eleştirilere maruz kalmıştır. Nitekim Kanun-ı Esasi Encümeni, kendi anayasa tasarısında, cumhurbaşkanına seçimi yenileme (meclisi feshetme yetkisi) ve kanunları veto etme hakkı vermişti. Aslında encümenin tasarısında cumhurbaşkanına başkomutanlık yetkisi verme, Cumhurbaşkanının süresinin meclisin faaliyet süresinden daha fazla olması gibi haklar tanınmıştı. Ancak özellikle, cumhurbaşkanına seçimleri yenilenme/meclisi feshetme yetkisi veren 25. maddeye karşı milletvekillerince gösterilen direnç ve yapılan itiraz oldukça fazlaydı. Meclisin hâkimiyetini devam ettirme isteği anayasa tartışmalarının odak noktasını oluşturmuştur. Bu yetkilerin meclisin hâkimiyetini kısıtlayacağını ileri süren itiraz cephesi, getirilmek istenen düzenlemeyi hükümdarlara sunulmayan bir hakkın cumhuriyet rejiminde cumhurbaşkanına verilmesi olarak değerlendirmiştir. Özellikle seçimi yenileme hakkının meclisin elinden alınamayacağı, bir başka kurum veya kişilere verilemeyeceğinin altı çizilmiştir. Bu itirazın nedeni, meclisin yürütmenin baskısı altında kalması endişesi idi. Encümenin teklifine karşı itiraz cephesi kendi içinde ikiye ayrılmıştır. Birinci grup, encümen tarafından sunulan, yürütmenin gücünün artırılması yönündeki maddelere hiçbir şekilde onay vermiyordu. Bu grup, cumhurbaşkanına verilecek bu yetkiyi TBMM nin egemenlik hakkının kısıtlanması olarak görmüş ve karşı çıkmıştır. İkinci grup ise cumhurbaşkanına geniş yetkiler verilmesi hâlinde cumhurbaşkanının bu yetkileri tek başına kullanmasının engellenmesini istiyordu. Grubun bu yöndeki en belirgin teklifi, cumhurbaşkanının bazı yetkilerini ikinci bir meclis ile birlikte kullanması idi. Böylece cumhurbaşkanının sistem içinde verilmek istenen yetkisine, ortak ve kontrol edici bir yapı sunulmuş oluyordu. Bu teklif hem mecliste hem de basında geniş bir şekilde tartışılmıştır. Hatta içinde ikinci meclis önerisi bulunan yeni anayasa tasarıları meclis ve basın gündemine taşınmıştır. Ancak mecliste yaşanan sert tartışmalar esnasında ne encümenin seçimi yenileme hakkının yürütmeye verilmesi, ne de bir ikinci meclisin açılması yönünde fikir ileri sürenlerin teklifleri taraftar bulmuştur. Her iki teklif de doğrudan halk egemenliği noktasında geriye doğru bir adım olarak değerlendirilmiştir. Aksine doğrudan millet egemenliğini, meclisin hâkimiyetini öne çıkaranlar taraftar toplamışlardır. Bu yüzden Kanun-ı Esasi Encümeni başlangıçta kendi teklifinde ısrar etmiştir. Bununla birlikte basında ve meclisteki tartışmalar, eleştiriler ve meclisin çoğunluğunun seçimi yenileme hakkının mecliste kalmasında ısrarı üzerine Encümen, 25. madde üzerinde görüşmelere 35

geçilmeden önce tekrar inceleme ve düzenleme yapmak için iadesini istemiştir. Daha sonra 25. madde ve düzeltme takrirleri için yapılan oylamalarda teklifler reddedilerek, encümenin tasarısındaki bu madde kaldırılmıştır. Meclis tarafından kabul edilen 1924 Anayasası nın önemli birkaç maddesi aşağıdaki gibidir: Devletin rejimi, adı, resmî dili, dini, yasama ve yürütme arasında ilişkiye dair hükümler a) Madde 1- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir b) Madde 2- Türkiye Devletinin dini, İslam dır, resmî dili Türkçedir, makarrı Ankara şehridir. c) Madde 3- Hâkimiyet, bilakaydüşart milletindir. d) Madde 4- Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin yegâne ve hakiki mümessili olup millet namına hakkı hâkimiyeti istimal eder. e) Madde 5- Teşri salahiyeti(yasama yetkisi) ve icra kuvveti Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder. f) Madde 6- Meclis teşri salahiyetini bizzat istimal eder(kullanır). g) Madde 7- Meclis, icra salahiyetini kendi tarafından müntahap(seçilmiş) Reisicumhur ve onun tayin edeceği bir İcra Vekilleri Heyeti marifetiyle istimal eder. Seçme ve seçilme hakkına dair hükümler h) Madde 10- On sekiz yaşını ikmal eden her erkek Türk Mebusan intihabına iştirak etmek hakkına haizdir. i) Madde 11- Otuz yaşını ikmal eden her erkek Türk mebus intihap edilmek salahiyetini haizdir. Yürütme Kuvvetinin Kullanımı ile ilgili hükümler (31-52 maddeler) j) Madde 31- Türkiye Reisicumhuru, Büyük Millet Meclisi Heyeti Umumiyesi tarafından ve kendi azası meyanından bir intihap devresi için intihap olunur.. k) Madde 35- Reisicumhur, meclis tarafından kabul olunan kanunları on gün zarfında ilan eder l) Madde 40- Başkomutanlık Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyeti maneviyesinde mündemiç olup reisicumhur tarafından temsil olunur. 36

m) Madde 44- Başvekil, Reisicumhur canibinden(tarafından) ve meclis azası meyanından(arasından) tayin olunur. Sair vekiller Başvekil tarafından, meclis azası arasından intihap olunarak heyet-i umumiyesi Reisicumhurun tasdiki ile meclise arz olunur. n) Madde 46- İcra Vekilleri Heyeti hükümetin umumi siyasetinden müştereken mesuldür. Hak ve Özgürlükler ile ilgili hükümler o) Madde 68- Her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet başkasına muzır olmayacak her türlü tasarrufatta bulunmaktır. p) Madde 69- Türkler kanun nazarında müsavi ve bilaistisna kanuna riayetle mükelleftirler. Her türlü zümre, sınıf, aile ve fert imtiyazları mülga ve memnudur. q) Madde 77- Matbuat, kanun dairesinde serbesttir ve neşredilmeden evvel teftiş ve muayeneye tabi değildir. r) Madde 83- Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir mahkemeye celp ve sevk olunamaz. s) Madde 88- Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur(denir). İdari yapı ile ilgili hükümler t) Madde 90- Vilayetlerle şehir, kasaba ve köyler hükmi şahsiyeti haizdir u) Madde 91- Vilayetler umuru tevsii mezuniyet ve tefriki vazaif esası üzerine idare olunur. Bu anayasa meclisin üstünlüğü ilkesini ve kuvvetler birliği sistemini sürdürmekle birlikte meclisin içinden çıkacak bir heyeti yürütme işlevi için görevlendirmiştir. Ayrıca oldukça kısa bir metin olan 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu nun içermediği hususlar anayasaya dâhil edilmiştir. Örneğin kişi hak ve özgürlükleri, vatandaşlık tanımı gibi hususlar. 2.4. Şeyh Sait İsyanı ve Takrir-i Sükûn Kanunu Şeyh Sait ayaklanması, Cumhuriyetin ilanı ve Hilafetin kaldırılmasından sonraki süreçte yeni Türk Devleti nin karşılaştığı ilk ciddi ve tehlikeli isyandır. Şeyh Sait, 13 Şubat 1925 te Ergani ye bağlı Piran Köyü nde yandaşlarıyla birlikte Jandarmaya karşı gelerek isyanı başlatmıştır. Hem dinî hem de etnik vurguların kullanıldığı isyan hızlı bir şekilde yayılmış ve Elazığ isyancılar tarafından ele geçirilmiştir. Musul meselesiyle uğraşıldığı bir dönemde isyancıların yeni taraftarlar bulması ve isyan alanının genişlemesi üzerine, 25 Şubat 1925 tarihinde Ali Fethi Bey Hükümeti Doğu Anadolu daki geniş bir bölgede sıkıyönetim ilan etmiştir. Ayrıca aynı gün 15 Nisan 1923 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu nda değişikliğe gidilerek, dinin siyasi amaçlar doğrultusunda kullanılması yasaklanmış ve vatana ihanet suçu 37

sayılmıştır. Ardından isyan bölgesine yeni askerî birlikler sevk edilmiştir. Ancak isyanın bastırılmasında gecikilmesi üzerine Ali Fethi Bey Hükümeti aleyhinde bir ortam oluşmuştur. Ali Fethi Bey hükümetinin istifası üzerine 3 Mart 1925 te İsmet Paşa, yeni hükümeti kurma işini üstlenmiştir. Yeni hükümet 4 Mart 1925 te isyanın bastırılabilmesi için Ankara ve isyan bölgesinde olmak üzere iki İstiklal Mahkemesinin kurulmasını sağlamıştır. Ayrıca İsmet Paşa Hükümeti yine 4 Mart 1925 te, 3 maddelik Takrir-i Sükûn Kanunu nu meclise sevk etmiş ve bu kanun meclis tarafından kabul edilmiştir. Bu kanunla muhalif söylem, basın kontrol altına alınmak, susturulmak istenmiştir. Nitekim bu kanunun çıkmasının ardından İstanbul da yayın hayatını sürdüren Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Son Telgraf, Sebilürreşad, Tanin gibi gazeteler kapatılmıştır. Bu kanun varlığını 1929 yılına kadar sürdürmüştür. Bu arada isyancılar Elazığ dan sonra 7 Mart ta Diyarbakır ı da kuşatmışlar, ancak kolordu kumandanının karşı askerî hareketi sonucu geri çekilmek zorunda kalmışlardır. 26 Mart 1925 tarihi itibarıyla isyancıların yakalanması ve isyanı sona erdirilmesi için harekete geçen askerî birlikler 15 Nisan 1925 te Şeyh Sait ve taraftarlarını yakalamışlardır. Şeyh Sait ve taraftarlarını yargılayan İstiklal Mahkemesi birçok isyancıyı idama ve çeşitli cezalara mahkûm etmiştir. 2.5. Siyasi Partiler 2.5.1. Cumhuriyet Halk Fırkası / Partisi (CHF/P) Kitabımızın 1923 seçimlerine dair konusunda bahsedildiği üzere Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu/I.Grup 1923 seçimlerini kazanmış ve II. TBMM döneminde 9 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkası adını almıştı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) kurulmadan bir hafta önce, 10 Kasım 1924 te başına Cumhuriyet kelimesi eklenerek Cumhuriyet Halk Fırkası şeklinde adını değiştirmiştir. 1935 kongresinde ise Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır. II. TBMM döneminde kısa bir süre TCF nin ve 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası nın rakip siyasi partiler olarak karşısına çıkmalarına rağmen CHF, 1946 yılına kadar parlamentoda tek parti olma özelliğini sürdürmüştür. Bu tarih aralığında yeni Türk devletinin yapısının şekillenmesinde, inkılapların hayata geçirilmesinde en etkin siyasi oluşum olmuştur. Ağustos 1923 te parti tüzüğünün hazırlanması esnasında, Halk Fırkası nın inkılapçı bir yapıya sahip olduğu ve yeni devletin çağdaş bir yapıya ulaştırılması esasının benimsediği ilan edilmiştir. Nitekim bu dönemde birçok reform gerçekleşmiştir. CHF, Sivas Kongresini kendisinin ilk kongresi olarak kabul etmişti. Bu yüzden 1927 deki kongresi II. Büyük kongre olarak toplanmıştır. Daha sonra 1931, 1935, 1939, 1943 kongreleri ve 1938 olağanüstü kongreleri toplanarak hem partinin hem de ülkenin idaresi ile ilgili önemli kararlar alınmıştır. Parti tüzüğü bir yandan parti disiplini sağlanırken diğer taraftan tek parti iktidarının temel dayanağı olmuştur. 1927 Kongresinde Mustafa Kemal Atatürk 15-20 Ekim arasında Büyük Nutuk unu okumuştur. Atatürk bu konuşmasını, Millî Mücadele nin başından itibaren gelinen noktadaki süreci kendi açısından ve tarihin bir muhasebesi şeklinde yapmıştır. Özellikle bu konuşmanın 38

tarihi ve Cumhuriyet Halk Fırkası nın kongresinde yapılması önem arz etmektedir. Çünkü öncelikle bu konuşma, Millî Mücadele nin mihenk taşı Müdafaa-i Hukuk Grubu nun mirasını üstlenen ve ilk kongresini Sivas Kongresi olarak gören Cumhuriyet Halk Fırkası kongresinde gerçekleştirilmiştir. Ayrıca bu konuşma Saltanatın, Hilafetin kaldırıldığı, muhalefet ve basının susturulduğu, ciddi bir isyan olayının yaşandığı ve çok önemli inkılapların ardı ardına gerçekleştirildiği sürecin ardından yapılmıştır. Bu sürecin sonunda Millî Mücadele nin lideri Mustafa Kemal Atatürk, yaşananları izah etme, açıklama ihtiyacı içindedir. Ancak bu eser bir hatıra şeklinde kaleme alınmış ise dediğer hatıralardan karakteristik olarak önemli ölçüde ayrılmaktadır. Zira Millî Mücadele ve sonrasında yaşanan olaylar belgeler/vesikalar kullanılarak açıklanmış, verilen bilgiler desteklenmiştir. Öyle ki basılan Nutuk un önemli bir bölümü vesika/dokümanlardan oluşmuştur. Ayrıca Atatürk ün Değişmez Genel Başkan olarak belirlendiği bu kongrede Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik Cumhuriyet Halk Fırkası nın temel ilkeleri olmuştur. 1931 Kongresinde parti tüzüğünün dışında parti programı ilan edilmiş, 1927 kongresinde kabul edilen dört ilkenin yanına Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri eklenmiştir. Böylece Kemalizm in prensipleri olan altı ilke / altı ok tamamlanmıştır. Cumhuriyet Halk Fırkası adının Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirildiği 1935 Kongresi, Mustafa Kemal Atatürk ün katıldığı son kongre olmuş ve parti tüzüğü Kemalizm anlayışı çerçevesinde düzenlenmiştir 1937 de, 1924 Anayasası nın 2. Maddesi Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı dır şeklinde değiştirilmiştir. Böylece devletin vasıflarını belirleyen ilkeler anayasaya girmiştir. Parti tüzüğünde yapılan değişikliklerle parti-devlet birlikteliğinin yolu açılmıştır. İçişleri Bakanının parti genel sekreteri, valilerin parti il başkanı olduğu süreç başlamıştır. İlgili diğer konularda görüleceği üzere parti devlet anlayışı çerçevesinde toplumla doğrudan iletişim hâlinde olmak ve Cumhuriyeti halka anlatmak bir ihtiyaç olarak görülmüştür. Mustafa Kemal Atatürk ün ölümünden sonra CHP de önemli bir değişim yaşanmıştır. 1938 deki ilk Olağanüstü Kongrede genel başkan seçilen İsmet İnönü, tüzük değişiklikleriyle değişmez genel başkan olarak yeni CHP nin şekillenmesinin yolunu açmıştır. Ayrıca bu kongrede Atatürk e Ebedi Şef, İsmet İnönü ye ise Millî Şef unvanı verilmiştir. Bu dönemdeki amaç İsmet İnönü nün hem CHP hem de yeni dönemdeki siyasi sahneye hâkim olmasıydı. İkinci Dünya Savaşının âdeta ayak seslerinin duyulduğu o günlerde yönetim gelişmeleri yetkin bir şekilde kontrol etmek arzusundaydı. 1939 Kongresinde ise CHP tüzüğündeki Millî Şeflik sistemi pekiştirilmiştir. Ayrıca tüzüğe eklenen yeni maddelerle parti içinde denetim, kontrollü bir muhalefet oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu denetimi parti içinde 21 milletvekilinden oluşacak Müstakil Grup yapacaktı. Yine parti-devlet birlikteliğinden vazgeçilerek İçişleri Bakanının parti genel sekreteri, valilerin parti il başkanı olması uygulaması terk edilmiştir. 39

2.5.2. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) Burada kuruluş sebebi, ilkeleri ve amacı bakımından izah edilmeye çalışacağımız TCF nin kurulma sebebi hakkında değerlendirmeler farklılık arz etmektedir. Ana sebep olarak Cumhuriyetin ilanından sonra iktidarda bulunan İsmet Paşa ya karşı oluşan muhalefetin 1924 sonlarında artması gösterilmektedir. Bununla birlikte Halk Fırkası (HF) içindeki muhalefetin başlangıcını cumhuriyetin ilan edildiği döneme, dolayısıyla Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşa ların cumhuriyetin ilanına dair; aceleye getirildiği, mebuslara ve halka yeterince tartışma imkânı tanınmadığı şeklindeki eleştirilerine kadar getirmek mümkündür. Hatta, TCF nin kurulmasına sebep olan en önemli nedenin cumhuriyetin ilanının yapılış tarzı olduğu söylenebilir. Bu muhalif grup, 1923 seçimleri sonrası başlayan anayasa düzenlemesi ile ilgili tartışmalarda ve Aralık 1923 te Emir Ali ve Ağa Han ın mektubu dolayısıyla İstanbul a İstiklal Mahkemesi gönderilmesi için yapılan oylama vesilesiyle kendisini sayıca da göstermiştir. Fakat, II. BMM nin ilk toplantı devresinde bu muhalefet, Halk Fırkası saflarında kalarak, mücadelesini sürdürmüştür. 1924 yazının sonlarına doğru mecliste farklı grupların oluştuğuna ve yeni bir fırkanın doğacağına dair söylentiler basına yansıdı. Meclisteki istifaların ardından TCF, 17 Kasım 1924 tarihinde, Kazım Karabekir, Rauf (Orbay) Bey, Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele), Cafer Tayyar, Rüştü Paşalar, Dr. Adnan (Adıvar), Feridun Fikri, Halis Turgut Beyler ve Mersin mebusu Besim, Erzurum mebusu Said, Trabzon mebusu Muhtar Beyler tarafından kurulmuştur. Böylece HF içindeki kaynaşma, TCF nin kurulması ile gün yüzüne çıkmış ve resmiyet kazanmıştır. TCF nin program ve tüzüğüne bakılırsa, ilk maddelerde CHF nin programında olduğu gibi laik, cumhuriyetçi, milliyetçi bir parti olduğu görülecektir. Ayrıca siyaseten liberal olduğunu ilan eden fırka CHF ye eleştiri getirerek, idarede merkeziyetçi, otoriter eğilimlere tavır almıştır. Terakkiperver Fırka, adem-i merkeziyetçi ve yönetimde kuvvetler ayrımı ilkesini savunurken yenileşme ve değişimde sert, hızlı ve devrimci değil aşamalı, yani evrimci bir yöntemi benimsemişti. Ayrıca programında tek dereceli seçim sistemi, partisiz, yani tarafsız cumhurbaşkanlığı ilkeleri savunulmuştur. Fırka programının 6. maddesindeki efkar ve itikadat-ı diniyeye hürmetkardır (dini fikir ve inançlara saygılıdır) ifadesiyle dinî inançlar karşısındaki tavırlarını belirlemişlerdi. Sadece II. TBMM döneminde varlık gösteren ve yaklaşık altıbuçuk ay kadar ömür süren TCF, parlementoda 1925 bütçe görüşmeleri, aşar vergisini kaldırılması ve İstiklal Mahkemelerinin yetkileri ve alanı hususunda tartışmalara katılmış ve kendi fikirlerini savunmuştur. Şeyh Sait İsyanı ile birlikte oluşturulan İstiklal Mahkemesi, TCF üyelerinin birçok yetkilisini yargılamış, ceza vermiş ve fırka şubelerini kapatmıştır. Ardından Takrir-i Sukun Kanunu nun 1. maddesi gereğince 3 Haziran 1925 tarihinde TCF yi kapatmıştır. Böylece Cumhuriyet tarihinin ilk çok partili denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 40

Uygulamalar 1) Saltanatın kaldırılmasına neden olan gelişmeleri öğrenme 2) Cumhuriyetin ilk dönemi ile çok partili siyasi hayat arasında ilişki kurma 3) 1924 Anayasası ile 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu nu karşılaştırabilme 4) Şeyh Sait İsyanı ile Takrir-i Sükûn Kanunu arasındaki ilişkiyi öğrenme 5) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nın kuruluşu ile Saltanatın kaldırılması ve Hilafetin ilgası arasında bağ kurabilme 41

Uygulama Soruları Saltanatın kaldırıması süreci hangi olay sonrası TBMM nin gündemine gelmiştir? Araştırınız. Hilafet kurumu hangi tarihten itibaren Osmanlı Deleti ne geçmiştir? İnceleyiniz. 1) Hilafetin kaldırılması ile ilgili gerekçelerde laiklik hususu gözetilmiş midir? Tartışınız. 2) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nın kurucuları kimlerdir? Araştırınız. 3) 1924 Anayasası Türk vatandaşlığı tanımını nedir? İnceleyiniz. 4) Şeyh Sait İsyanı ile dış politik olaylar arasında bir bağ var mıdır? İnceleyiniz. 42

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti Bu bölümde ele aldığımız konular Millî Mücadele nin kazanılmasından sonra gelişen ve yeni devletin şekillenmesini sağlayan olaylar zinciridir. Özellikle Mudanya Mütarekesi nden sonra gelişen İtlaf Devletleri - TBMM Hükümeti ilişkisi arasına İstanbul Hükümetinin ortak olmaya çalışmasının Saltanatın kaldırılmasında oynadığı rol ilk elden irdelenmeye çalışılmıştır. Nitekim Sadrazam Tevfik Paşa nın telgrafları TBMM de sert bir tepki ile karşılanmış ve ardından Saltanatın kaldırılması yönünde siyasi hava oluşmuştur. Bu siyasi ortam meclise saltanatın kaldırılması ile ilgili kanun tekliflerinin gelmesini sağlamıştır. Saltanatın kaldırılması Osmanlı Hanedanının siyasal hayattan çekilmesi anlamına gelmemiştir. Bu Hilafet kurumu çok kısa bir süre sonra hem bizzat kendisi hem de Millî Mücadele de önderlik yapmış bazı siyasilerin muhalefet odağı olmuştur. Bu oluşan yeni durumu gören Mustafa Kemal Paşa, önce siyasi, sosyal, bürokrasi ve basın hayatının önde gelenleri ile görüşmüş, ardından Hilafet kurumunun ilgası yolunda adımlar atmıştır. Bu adımı atarken TBMM den önemli destek almıştır. Yeni Türk devletinin ilk dönemlerinde gündemine aldığı diğer önemli bir konu yeni anayasa hazırlanması olmuştur. Millî Mücadele nin yürütülmesini sağlayan 1921 TEK kanunu yeni devlet için yetersizdi. Zira hem bütün anayasal hususları içermiyordu hem de 1922 den itibaren saltanatın kaldırılması ile başlayan birçok anayasal ve sistem değişimi dikkate alınmalı idi. Nitekim 1924 Anayasası bu huhusları da dikkate alarak düzenlenmiştir. Ancak yeni anayasada Cumhurbaşkanına, Anayasa Komisyonu tarafından verilmek istenen üstün yetkiler TBMM milletvekillerince kabul edilmeyecektir. Böylece TBMM kendi hak ve hukukunun daraltılması yönündeki çabalara engel olacaktır. 1924 Anayasası nın belli başlı maddeleri aynı zamanda yeni kurulan devletin iç politikadaki uygulama esaslarını da ortaya koyacak nitelikte olduğu için belli başlıklar altında bunlara da işaret edilmiştir. Bu bölümde işlenen diğer bir konu Şeyh Sait İsyanıdır. Yeni devletin çok kısa bir süre sonra topraklarının önemli bir bölümünde isyan ile karşılaşması bir yönden iç politikada sarsıntı yaşamasına neden olacaktır. Bu çerçevede Hıyanet-i Vataniye Kanunu nda değişikliklere gidilmesi, yeni İstiklal Mahkemelerinin kurulması ve basın, yayın hayatını kontrol eden Takriri Sükün Kanunu nun çıkarılması önemli gelişmelerdir. Hatta muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nın kapatılması süreci ile isyan arasında bir bağ dahi kurulmuştur. Bu bölümde son olarak hem Cumhuriyet Halk Fırkası hem de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ele alınmıştır. Biri iktidar partisi diğeri bünyesinde Millî Mücadele nin bazı liderlerini barındıran muhalefet partisidir. Bu iki parti tüzük, program ve faaliyetler açısından ayrı ayrı ele alınmakla birlikte ayrıca farklı yönleri de ortaya çıkarılmıştır. Bu bölümde partilerin özellikle siyasi ve toplumsal hayata bakış açıları verilmiştir. Cumhuriyet Halk Fırkası nın kuruluşundan tek partili dönemin sonuna kadar olan süreçteki tüzük ve program değişiklikleri aynı zamanda Cumhuriyetin ideolojik yapısındaki oluşumu da takip edebilme imkânı vermektedir. 43

Bölüm Soruları 1) Aşağıdakilerden hangisi Saltanatın kaldırıldığı tarihtir? a) 29 Ekim 1922 b) 30 Ekim 1922 c) 1 Kasım 1922 d) 30 Ekim 1923 e) 1 Kasım 1923 2) Aşağıdaki isimlerden hangisi son Osmanlı sadrazamıdır? a) Sait Paşa b) Tevfik Paşa c) Mustafa Kemal Paşa d) İsmet Paşa e) Rauf Bey 3) Aşağıdakilerden hangisi Cumhuriyet döneminin ilk muhalefet partisidir? a) Serbest Cumhuriyet Fırkası b) Cumhuriyet Halk Fırkası c) Hürriyet ve İtilaf Fırkası d) İttihat ve Terakki Cemiyeti e) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 44

4) Hilafet kurumunun en çok değer kazandığı ve kullanıldığı dönem aşağıdakilerden hangisidir? a) II. Abdülhamit Dönemi b) II. Meşrutiyet Dönemi c) Cumhuriyet Dönemi d) II. Mahmut Dönemi e) Yavuz Sultan Selim Dönemi 5) Aşağıdaki hangi tarihte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur? a) 17 Kasım 1923 b) 3 Haziran 1925 c) 3 Haziran 1924 d) 17 Kasım 1924 e) 17 Kasım 1925 Cevaplar 1) c, 2) b, 3) e, 4) a, 5) d 45

Bölüm Kaynakçası Akgün, Seçil, Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik (1924-1928), Ankara, 1986. Akın, Veysi, Trakya nın Türklere Devir Teslimi, Ankara, 1996. Alpkaya, Faruk, Türkiye Cumhuriyeti nin Kuruluşu (1923-1924), İstanbul, 1998. Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, I-III,, İstanbul, 1993. Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam Mustafa Kemal(1922-1938), III, İstanbul, 1965. Başgil, A.F., Esas Teşkilat Hukuku, I, İstanbul, 1945. Bozarslan, Mehmet Emin, Hilafet ve Ümmetçilik Sorunu, İstanbul, 1969. Çevik, Zeki, Millî Mücadele de Müdafaa-i Hukuk tan Halk Fırkası na Geçiş (1918-1923), Ankara, 2002. Demirel, Ahmet, Birinci Mecliste Muhalefet (İkinci Grup), İstanbul, 1994. Eraslan, Cezmi, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, İstanbul, Ötüken, 1992. Eraslan, Cezmi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin Temel Kaynaklarından Biri Olarak Nutuk, Tarih Boyunca Türk Tarihinin Kaynakları Semineri (6-7 Haziran 1996), İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi, Bildiriler, İstanbul 1997, s.1-14. Eyyüpoğlu, İsmail, Mudanya Mütarekesi, Ankara, 2002. Gülmez, Nurettin, Kurtuluş Savaşı nda Anadolu da Yeni Gün, Ankara, 1999. 2000. Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, Yay. Haz. Faruk Özerengin, 5. bs., İstanbul, Kili, Suna - Gözübüyük, A. Şeref, Türk Anayasa Metinleri, İstanbul, 2000. Oral, Mustafa, Ulusal Bağımsızlık Savaşı Yıllarında Türkiye de Hilafet ve Saltanat Sorunu, Atatürk Yolu (Kasım 1996), IX, Sayı 18, s.157-158. Öke, Mim Kemal, Güney Asya Müslümanlarının İstiklal Davası ve Türk Millî Mücadelesi Hilafet Hareketleri, Ankara, 1988. 1992. Öztürk, Kazım, Atatürk ün Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, II, Ankara, Sancaktar, Fatih M., II. Meşrutiyetten Cumhuriyete Millî Hakimiyet Düşüncesinin Gelişimi Hüseyin Cahit Yalçın Örneği (1908-1925), Ankara, 2009 Soyak, Hasan Rıza, Atatürk ten Hatıralar, I, İstanbul, 1973. 46

2000. Tanör, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), 6. bs., İstanbul, Tansel, Selahattin, Mondros tan Mudanya ya Kadar, I-IV, İstanbul, 1991. Tunçay, Mete, T.C nde Tek-Parti Yönetimi nin Kurulması (1923-1931), 3. Baskı, İstanbul, 1992. Unat, Faik Reşit, Anadolu Hükümeti nin Temsilcisi Refet Paşa İstanbul da, Yakın Tarihimiz, IV, İstanbul, 1963, s.377-378. Yalçın, Durmuş, vd., Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, I-II, Ankara, 2003. Yalman, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim (1918-1922), II, İstanbul, 1970. 1992. Zürcher, Erik Jan, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul, 47

3. ATATÜRK DÖNEMİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ (1923-1938) 48

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? Bu üniteyi tamamlayan öğrencilerimizin, Atatürk dönemi Türkiye Cumhuriyeti nin; 1) Kuruluş felsefesini 2) Anayasal gelişmelerini 3) Siyasal yapısını, iktidar-muhalefet ilişkilerini 4) İnkılaplara karşı tepkileri 5) Türk inkılabının halka tanıtılması için yapılan faaliyetleri 6) Türk inkılabının Türk milletine has özellikler taşıdığını, neden ve sonuçları ile değerlendirebilecek şekilde öğrenmeleri ve günlük hayatlarında kullanabilecekleri yorum becerilerine ulaşmaları amaçlanmıştır. 49

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular 1) Yeni Türk devletinin eğitim, kültür ve din konularında farklı bir yaklaşımı olmuş mudur? 2) Atatürk döneminde gerçekleştirilen köklü değişim ve dönüşüme karşı ne gibi tepkiler olmuştur? 3) Atatürk döneminde yapılanları halka anlatmak için neler yapılmıştır? 4) Halkevleri çalışma kollarına verilen görevlerin ortak bir mesajı var mıdır? 5) Türk İnkılabının özellikleri dönemin hangi örneğiyle karşılaştırılabilir? 50

Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri Konu Kazanım Kazanımların nasıl elde edileceği ve geliştirileceği Kuruluş Felsefesi Siyasal Yapısını, İktidar- Muhalefet İlişkileri İnkılaplara Karşı Tepkiler Türk İnkılabının Halka Tanıtılması İçin Yapılan Faaliyetler Devletin eğitim, kültür ve siyaset alanındaki temel beklentilerini öğrenecek İktidar ve muhalefet partilerinin süreç içindeki rollerini sorgulayabilecek Siyasi yapı, eğitim, sosyal ve dinî hayattaki köklü değişimlerin toplumun hangi kesimlerinde ne tür tepkiler doğurduğunu analiz edebilecek Türk İnkılabının halka daha doğrudan ulaştırılması ve anlatılması için hangi müesseselerin nasıl kurulduğu ve çalıştırıldığını değerlendirebilecek Ders notu ve ilave materyalleri okumak, günümüz gelişmeleri ile kıyaslamalar yapmak. Ders notu ve ilave materyalleri okumak, günümüz uygulamaları ile kıyaslamalar yapmak Ders notu ve ilave materyalleri okumak, dönemin resmî yayınlarından çıkarılan kanunları incelemek ve günümüz uygulamaları ile kıyaslamalar yapmak Ders notu ve ilave materyalleri okumak, dönemin resmî yayınlarından çıkarılan kanunları incelemek ve günümüz uygulamaları ile kıyaslamalar yapmak 51

3. ATATÜRK DÖNEMİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ (1923-1938) Birinci Dünya Savaşı nın yıktığı Osmanlı Devleti nin külleri arasından büyük bir var olma mücadelesi verilerek kurulan Türkiye Cumhuriyeti nin bu dönemi devleti şekillendirme, temellerini sağlamlaştırma ve çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırma çabalarıyla geçmiştir. Osmanlı Devleti nin zayıflayıp yıkılmasına neden olan yanlışları yapmadan, halkın egemen olduğu, çağdaş, ulusal ve her alanda bağımsız bir hukuk devleti oluşturmak bu dönem için temel amaç olmuştur. 3.1. Anayasal Gelişmeler Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 de açıldığında ilk çalışmalarından biri olarak; meclis, hükûmet gibi anayasanın da içinde olması gereken konularda kararlar almıştır. 1921 yılı Ocak ayında ise büyük ölçüde Kanun-ı Esasi den esinlenerek ve adını Teşkilat-ı Esasiye koyarak bir anayasa ilan etmiştir. 20 Ocak 1921 tarihli ve 23 maddeden oluşan ve içermediği hususlarda Kanûn-ı Esâsî nin geçerli olduğunu kabul eden Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanûnunda, meclisin görev ve yetkilerine, seçimlere yönetim organlarına ve yurdun idari bölümüne ait hükümler yer alıyor ve birinci maddesinde Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü, halkın kendi yazgısını kendisinin fiilî olarak yönetmesi esasına dayanır deniyordu. Bu anayasa ile cumhuriyet adı zikredilmemekle birlikte, Cumhuriyet rejiminin gerektirdiği koşullar sağlanıyordu. Saltanatın kaldırılması bu anayasa döneminde olmuş, daha sonra ilan edilen Cumhuriyet ise zaten fiilen devam eden bir yönetim biçiminin resmen tescili anlamına gelmiştir. Teşkîlât-ı Esâsiye Kanûnu nda Cumhuriyet ilan edildiği gün 29 Ekim 1923 te yapılan değişiklikle Türkiye Devleti nin idare şekli Cumhuriyettir ve Devletin resmî dini din-i İslam ve dili de Türkçedir ibareleri Anayasa ya girmiştir. Bu şekilde Cumhuriyet bir idare şekli olarak Türkiye ye gelmiştir. İslam dini de devletin resmî dini olarak ilan edilmiştir. Cumhuriyet in ilanından sonra, özellikle laiklik yönünde adımlar atmaya başlamıştır. Cumhuriyet, millî bilince kavuşmuş birlik ve beraberlik içinde bir Türkiye nin ancak laik bir yapıyla gerçekleşebileceği kanaatindedir. Bu yöndeki ilk büyük adım 3 Mart 1924 tarihli kanunlarla gerçekleştirilmiştir. Yüzyıllardır Osmanlı Devleti nin Saltanatla birlikte ayrılmaz bir parçası olan ve artık ülkeye yarardan çok zarar veren, yabancıların Türkiye nin içişlerine karışmalarına imkân tanıyan, millî ve laik bir ülkede bulunması da mümkün olmayan dinî bir teşkilât durumundaki Halifelik bu kanunlarla kaldırılmıştır. Yine bu kanunlarla Şer iyye ve Evkâf ve Erkân-ı Harbiye-i Umûmiyye Vekâletleri de kaldırılmıştır. Aynı tarihte kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu yla ise tüm okullar Millî Eğitim Bakanlığına bağlanarak Osmanlı Devleti döneminden beri süregelen iki çeşit eğitim öğretime son verilmiştir. O zamana kadar farklı okullarda uygulanmakta olan geleneksel ve laik eğitim hakkında, bu yasanın gerekçesinde Bir milletin fertleri ancak bir terbiye görebilir. İki türlü terbiye bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Bu ise his ve fikir birliğiyle dayanışma gayelerini tamamen ortadan kaldırır ifadesi yer almıştır. 52

II. TBMM tarafından 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen 1924 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) ile 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yürürlükten kalkmıştır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diyen bu anayasada ayrıca, Türkiye Devletinin bir Cumhuriyet, resmî dilinin Türkçe, başkentinin Ankara olduğu yer almaktadır. Vatandaşlık açısından bir ayrım yapmayan anayasanın 88.maddesinde Türkiye de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir ifadesi yer alırken, 69. Maddesinde yer alan Türkler kanun karşısında eşittirler ve ayrıksız kanuna uymak ödevindedirler. Her türlü grup, sınıf, aile ve kişi ayrıcalıkları kaldırılmıştır ve yasaktır ifadesiyle de vatandaşlar arasındaki eşitlik pekiştirilerek garanti altına alınmıştır. Bu anayasa kuvvetler birliği ilkesini benimsemesine rağmen, yürütme yetkisini hükümete, yargı yetkisi ise millet adına hareket edecek olan bağımsız mahkemelere bırakmıştır. Ancak meclis, hükümeti sürekli denetleyecektir. 1928 de, 1924 Anayasası nda yer alan laikliğe aykırı ifadeler yenileri ile değiştirilmiştir. 1937 de Atatürk İlkeleri de eklenen bu anayasa, 1960 İhtilali nden sonra hazırlanan 1961 Anayasası na kadar çeşitli değişikliklerle yürürlükte kalmıştır. 3.2. Atatürk Dönemi Türkiye Cumhuriyeti ni Şekillendiren Ögeler 3.2.1. Eğitim Alanında Çalışmalar Eğitim, bir devletin kendini devam ettirecek nesillerin yetiştirilmesinde en önemli vasıtadır. Bu yüzden her devletin kendine özgü eğitim politikaları vardır. Çok uluslu bir yapıda olan Osmanlı Devleti nin yıkıntıları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti de kendini koruyacak nesiller yetiştirmek amacıyla yeni eğitim politikaları geliştirmek gereği hissetmiştir. Osmanlı Devleti nin yaşadığı sıkıntıları tekrar yaşamak istemeyen Türkiye Cumhuriyeti nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk e göre eğitim millî olmalıdır. Bu millî eğitim gelecek nesillere kuvvetli bir millî his aşılamalı, millî birlik ve beraberlik duygusunu kuvvetlendirmeli ve toplum ihtiyaçlarına uygun olmalıdır. Eğitim bilime dayalı olmalıdır. Öğretim tek olmalıdır. Bir ülkede farklı farklı eğitim verilmesi o ülke içinde birbirine zıt görümlü insanlar yetiştireceğinden toplumsal huzurun bozulmasına neden olur. Eğitim işlevsel olmalıdır, öğretilenlerin toplum hayatında kullanılması önemlidir. Eğitim meslek kazandırmalıdır. Eğitimde cinsiyet farkı gözetmeden her iki cins de eşit hak ve imkânlardan faydalanmalıdır. Eğitimde fırsat eşitliği sağlanmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk, eğitime çok büyük önem vermiştir. Bu önemin sebeplerini 1922 yılında söylediği şu sözlerle açıklamıştır: En mühim ve feyizli vazifelerimiz, millî eğitim işleridir. Millî eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lazımdır. Bir milletin hakikî kurtuluşu ancak bu suretle olur. 53

Böyle düşünen Mustafa Kemal, cephelerde kanlı çarpışmalar devam ederken ve savaşın gidişatı henüz belli değilken 1921 yılında I.Maarif Kongresi ni toplamış ve bu alandaki çalışmalarına başlamıştır. Mustafa Kemal in eğitim alanındaki çalışmaları Cumhuriyet in ilanıyla daha da hızlanmıştır. 3 Mart 1924 tarihinde TBMM de kabul edilen Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu ile Osmanlı Devleti nin son dönemlerinden itibaren laik ve dinî ağırlıklı eğitim veren okulların yanı sıra, azınlık ve yabancı okulların hepsi Millî Eğitim Bakanlığı na bağlanmış, laik eğitim esas alınarak eğitimdeki ikilik ortadan kaldırılmıştır. Yönetimde birlik sağlanmıştır. Lozan Barış Antlaşmasıyla, azınlıkların masraflarını kendileri karşılamak üzere okul açabilecekleri kabul edilmiştir. Buna göre azınlıklar kendi dillerinde eğitim-öğretim yapabilecekler, ancak Türkçeyi mecburi ders olarak okutacaklardır. Program ve talimatnameleri Millî Eğitim Bakanlığınca tasdik edilen bu okullarda Türkçenin yanında Tarih, Coğrafya, Yurt Bilgisi ve Sosyoloji derslerinin Türkçe okutulması mecburi tutulmuştur. Bu dönemde yabancı okullarla ilgili çalışmalara da önem verilmiştir. Azınlık okulları gibi program ve talimatnameleri Millî Eğitim Bakanlığı nca tasdik edilen bu okullarda da Türk ve yabancı öğrenciye Türkçe, Tarih, Coğrafya, Yurt Bilgisi ve Sosyoloji derslerinin Türk öğretmenler tarafından Türkçe okutulması mecburi tutulmuştur. Bu okulların ilkokul derecesinde bulunan sınıflarına Türk vatandaşı çocukların girmesi yasaklanmıştır. Yabancı okullarına birer Türk müdür muavini görevlendirme mecburiyeti getirilmiş ve bütün kitapları Bakanlığın incelemesinden geçirilmiştir. Bütün kayıtların Türkçe tutulması mecburiyeti getirilmiş, dinî ayin salonları kaldırılmış, öğretmenlerin dinî kisve taşımaları yasaklanmıştır. İdare ve Eğitim kadroları da sıkı denetim altında tutulan yabancı okullarında aranılan şartları taşımayanların görevlerine son verdirilmiş ve yeni atananlar için Bakanlığın tasdikinden geçmesi koşulu getirilmiştir. Ayrıca, Türklük aleyhine propaganda yapan veya dinî mahiyette telkinlerde bulunulduğu tespit edilen yabancılara ait okullar kapatılmıştır. Bunların dışında, ilköğretimden başlayarak yükseköğretime kadar eğitimin her kademesinde reformlar yapılarak Cumhuriyetin hedeflediği mili değerleri özümsemiş, çağın gereklerine uygun bilgilerle donatılmış, millî birlik ve beraberlik duygularına sahip bir nesil yetiştirmek için çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmaların en önemlisi son asırda her kademede tartışılan ve eğitimi geliştirmenin en kısa yolu olarak görülen alfabe konusunda oldu. Kelime başında, ortasında ve sonunda farklılaşan yazımıyla öğrenim ve yazımda zorluklara yol açan Arap alfabesinin Türk hançeresine uygun olmayan harfleri ayrı bir problem olarak görülmekteydi. 3.2.2. Harf İnkılabı Konuşulan dili tespit edebilmek için eskiden beri birçok işaretler kullanılmıştır. Başlarda tabletler ve taşlar üzerine çivi yazısı ve hiyeroglif yazısı şeklinde gelişen harfler, Fenike alfabesinde sadeleşmiştir. Bu gün Latin Alfabesi diye adlandırılan ve dünyanın birçok 54

ülkesinde o ülkenin dil özelliklerine uygun ekleme ve çıkarmalarla kullanılan alfabenin temelini bu alfabe oluşturmuştur. Türklerin bilinen en eski yazısı 8. yüzyılın başlarında yazılmış olan ve Orhun abideleri ile günümüze kadar gelen Köktürk yazısıdır. 8. yüzyıldan sonra Uygur, Sogd, Mani, Brahmi, Tibet, Çin, Mogol-Passepa ve Nasturi-Süryani yazıları da Türkler arasında kullanılmıştır. 9. yüzyılda Araplarla ve İslamiyet le tanışan Türkler, kendilerine uygun buldukları İslamiyet i ve İslamiyet in ortak bilim yazısı kabul edilen Arap harflerini benimsemişlerdir. Ancak Arap harflerinin Türkçe okuyup yazmadaki yetersizlikleri Türkçe nin yazım dili olarak gerilemesine neden olmuştur. Başta Arap alfabesinde ünlü harflerin yokluğu en büyük sorunu çıkarmıştır. 8 ünlü harfle ancak ifade edilebilen Türkçe, Arapça nın 3 ünlüsüyle ifade edilemediğinden yazılan bir kelime Türkçe olarak 5-6 şekilde okunabilmekte ve çoğu Türkçe kelimelerin nasıl okunacağı ancak cümlenin gelişinden çıkartılabilmekte idi. Ayrıca Arap Alfabesinde Türkçede kullanılmayan pek çok harf de vardır. Arapçada kullanılan bazı sesleri gırtlaktan ya da peltek söyleme şekline göre bazı harflerden üçer dörder tane vardı. Bu Türkçe için geçerli değildi. Eğitimin en büyük aracı olan yazı konusunda gerçekleştirilen atılımlar okuma yazmanın kolaylaştırılması ve Türkiye nin çağdaş eğitime kavuşması amacı yanında, Arap harfleri ile kolay yazılamadığı için ihmal edilen Türkçenin kurtarılması yönüyle de önem taşımaktadırlar. Türk harfleri konusundaki çalışmalar Osmanlı Devleti ne kadar uzanmaktadır. Arap harfleri ile Türkçe okuma ve yazma zorluğu, okur-yazar kesim arasında Türkçenin gerilemesine ve Arap ve Fars kelimelerinin daha sık kullanılmasına yol açmıştır. Bu durum hem aydınlarla halk arasında kopukluğa hem de okur-yazar oranının düşük kalmasına neden olmuştur. Bu nedenle Türkçeye uygun, kolay okunup yazılabilecek yeni harfler konusunda çalışmalar başlatılmış, kurulan komisyonlar bu konuda faaliyetler yapmışlar ve Latin harflerinden esinlenen ancak ilave ve çıkartmalarla Türkiye ye özgün hâle getirilen Yeni Türk Alfabesi oluşturulmuştur. 1 Kasım 1928 tarihli Harf İnkılabı ile birlikte okuma yazma seferberliği başlamıştır. Daha kanun çıkmadan Mustafa Kemal Atatürk ün başlattığı eğitim faaliyetleri ile yeni alfabe tanıtılmış, ardından Millet Mektepleri nin, Halkevlerinin, Okuma Odaları nın açılmasıyla tam bir seferberlik havasına girilmiştir. Bu seferberliğin liderliğini yapan Atatürk, kendisine verilen Başöğretmenlik unvanını 24 Kasım 1928 de kabul etmiştir. Harf inkılabı ve yeni harflerin öğretilmesi için kurulan Millet Mektepleri ile okuma yazma eğitiminde sağlanan başarı büyüktür. Bu şekilde yüzyıllardır hâkim olan cehalete karşı girişilen mücadelede de başarılı olunmuş, Türkiye kolay öğrenilebilir yeni harfleri ile çağdaş medeniyet yolunda büyük bir adım daha atmıştır. Millet mekteplerinde yaklaşık 1.400.000 kişinin yeni harfleri öğrenerek okur-yazar duruma geldiği dikkate alındığında yapılan işin büyüklüğü anlaşılmaktadır. Millet Mektepleri konusu, İnkılapların halka tanıtılması başlığı altında daha ayrıntılı ele alınacaktır. 55

3.2.3. Dinî Anlayış Osmanlı Devleti nin teokratik yapısı, yapılmak istenen reformlara karşı çıkanların, din maskesi arkasına saklananların, kendi çıkarlarını halkın manevi duygularını kullanarak sağlamalarına imkân vermişti. Bu ortamdan faydalananlar Türkiye Cumhuriyeti nde de aynı tutumu sürdürmek istediler. Yapılan yenilikler, eğer çıkarlarına uymuyorsa hurafeleri dinî referansmış gibi kullanarak halk arasında huzursuzluk ve isyanlar çıkarma girişimlerinde bulundular. Bu uygulamaları Kurtuluş Savaşı sırasında da yapmışlardı. Halkı Millî Mücadele ye karşı ayaklandırmaya çalışmışlar ve bazı bölgelerde de başarılı olmuşlardı. Türkiye Cumhuriyeti, sosyal, kültürel, hukuki, iktisadi, ilmi ve siyasi tüm alanlarda gelişmelere engel olarak kullanılmaya çalışılan dinî duyguların bu türden kötü amaçlara alet olmasının önüne geçmeliydi. Ayrıca millî bir devlet olabilmek için millet bilincinin ümmet bilincinin yerine geçmesi gerekiyordu. Böylece devlet, milleti oluşturan vatandaşlarının din ve mezhep ayrımını gözetmeyecek, hizmet götürürken, hukuk dağıtırken ve diğer devlet işlerinde bunlar arasında ayrım olmayacaktı. Bunun için de devlet ile din ilişkilerinin birbirinden ayrıldığı laik yönetim tarzı benimsendi. Devlette iki başlılık yaratan ve yapılmak istenen yeniliklere karşı çıkanların referans noktası olan Halifelik kaldırıldı. Anayasa ve yasalar, eğitim laik esaslara göre yenilendiler. 3 Mart 1924 tarihli kanunlarla Halifeliğin kaldırılmasının yanında Şer iye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı, eğitim öğretim birleştirildi, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti nin şekillendirildiği dönemde din anlayışının nasıl olduğunu Atatürk, şu sözleri ile anlatmaktadır: Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır, Milletimiz din ve dil gibi iki kuvvetli fazilete sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz, bu vaziyete karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir. Bu dönemde, milletin dinini kaynağından öğrenmesi için çalışıldı. Atatürk, Elmalılı Hamdi Yazır ın Hak Dini Kuran Dili adlı tefsiri yazması için maddi yardımda bulundu ve bu eseri devlet eliyle bastırarak halka ücretsiz veya çok ucuz bir ücretle dağıttırdı. Kuranı Kerim in Türkçeye çevrilmesi için Mehmet Akif e teklif götürüldü. En iyi hadis kitabı olarak bilinen Buhari nin hadis kitabının Türkçeye çevrilerek 12 cilt hâlinde yayınlanması sağlandı. Aydın din adamı yetiştirmek amacıyla İmam Hatip Liseleri açıldı. Görüldüğü gibi, milletin dinini en iyi ve doğru bir şekilde öğrenmesi için Türkçe eserler sunulmuş ve aydın din adamı yetişmesi için çalışmıştır. 3.3. Toplumsal Çağdaşlaşma Alanında Gerçekleştirilen İnkılaplar Orta Çağ ve Yeni Çağ ın muhteşem gücü Osmanlı Devleti, devlet ve toplum yapısını daha sonraki gelişmelere uygun bir şekilde yenileyememiştir. Sürekli değişen dünya karşısında 56

gücünü kaybederek çöküş sürecine girmiş ve Birinci Dünya Savaşı ile fiilen sona ermiştir. Türk milletinin tarihten gelen özelliklerinden biri burada tekrar ortaya çıkmış ve çöken devletin külleri arasından yeni ve daha güçlü bir devlet kurulmuştur. Gazi Mustafa Kemal liderliğinde kurulan bu yeni devlet, eski devletin çöküşüne neden olan siyasi yapılardan kurtularak millet egemenliğine dayalı, laik ve çağdaş bir yapıda kurulmuştu. Ancak bir devletin gücü, kendisini oluşturan halkın gücü ve gelişmişliği ile orantılı olduğundan; toplumsal alanda da çağdaş dünyaya uyum sağlamayı amaçlayan inkılaplar yapılmıştır. Bu inkılaplar; Şapka ve kıyafet inkılabı (25 Kasım 1925) Tekke, zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925) Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931) Uluslararası rakamların kabulü (20 Mayıs 1928) Medeni Kanun ve kadın hakları (1926-1934) Soyadı Kanunu ve lakap ve unvanların kaldırılması ( 21 Haziran - 26 Kasım 1934) olmak üzere 1925-1934 yılları arasında yoğunlaşmıştır. Şimdi bu kanunları gerekli kılan arka plana bakalım: 3.3.1. Şapka ve Kıyafet İnkılabı: II. Mahmud (1808-1839) dönemine kadar, Osmanlı Devleti ndeki dinî ve etnik gruplar farklı kıyafetler giymekte idi. Osmanlıcılık uygulamasının ilk dönemlerde halk arasında farklılıkları ifade eden giysi farklılığı, II. Mahmud tarafından çözülmeye çalışılmıştı. II. Mahmud Ben tebaanın Müslüman ını camide, Hıristiyan ını kilisede, Musevi sini de havrada fark ederim. Aralarında başka bir fark yoktur demiş ve haklar alanında eşitlik yanında kılık kıyafet alanında da benzerlik olması için önemli adımlar atmıştır. II. Mahmud, kılık kıyafet düzenlemesi yaptı. Yunan ve Kuzey Afrika başlığı olarak bilinen Fes i ortak başlık olarak getirdi. Amacı sadece ortak kıyafet değil aynı zamanda çağdaş bir görünüm idi. Türk halkının geleceğinin medeni milletler ailesinin bir parçası olarak kurtulabileceğini düşünen Atatürk, Türk milletini çok kıymetli bir cevhere benzeterek, Çok kıymetli bir cevheri çamurla sıvayarak dünyaya göstermekte mâna var mıdır? Bu çamurun içinde cevher gizlidir, anlamıyorsunuz, demek doğru mudur? Cevheri gösterebilmek için çamuru atmak elzemdir, tabiîdir. Cevherin muhafazası için bir kap yapmak lazımsa onu altından veya plâtinden yapmak gerekmez mi? sorularını sormuş ve ardından Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatı ile yaşayış tarzı ile medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir. Nihayet medeniyim diyen Türkiye nin hakikaten medeni olan halkı, baştan aşağıya dış görünüşüyle dahi medeni ve olgun insanlar olduğunu fiilen göstermeye mecburdur. demiştir. 57

Her alanda halkına örnek ve öğretmen olan Atatürk bu amaçla, Kastamonu ya bir gezi düzenlemiş 25 Ağustos 1925 te gerçekleştirdiği bu gezide şapka giymiş ve Bu serpuşun ismine şapka denir sözleriyle halkına şapkayı neden giymesi gerektiğini anlatmıştır. Bundan sonra 2 Eylül 1925 te din adamı olmayanların cübbe ve sarık giymeleri yasaklanmış, ardından, 25 Kasım 1925 te Şapka Giyilmesi (İktisası) Hakkındaki Kanun çıkarılmıştır. Türk kadınının kıyafeti hakkında bir kanun çıkarılmamıştır. Yaptığı tavsiyelerle Türk kadınına yol göstermiş, aşırılıklardan kaçınmayı tavsiye etmiş ve çağdaş kıyafete kavuşmasını sağlamıştır. 3.3.2. Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Anadolu nun ve Balkanların Türkleşmesinde, Müslümanlığın yayılmasında önemli görevler yapan tekke ve zaviyeler, zaman içinde bu işlevlerini kaybetmişlerdi. Bu kurumların çoğunluğu 16.yy dan itibaren devlet içinde huzursuzluk ve isyan hareketlerinde önemli rol oynadılar. Devletin son dönemlerinde iyice bozulmuşlar, dinî duyguları kullanarak menfaat sağlama araçları hâline gelmişlerdi. Kurtuluş Savaşı sırasında bazı tarikatların faydaları olsa da çağdaşlaşma aşamasında gerçekleştirilen laik düzenlemeler karşısında kendi çıkarlarını da tehlikede görmeye başlayan bu kurumlar, inkılaplara karşı oluşturulan muhalefette başrolleri oynamaya başladılar. Şapka inkılabı sonrası gelişen olaylar ve Şeyh Sait İsyanı, tekke ve zaviyelerin kötü amaçla kullanılmaya müsait olduklarını ortaya koymuştur. Modern Türkiye de bunların yerinin olmadığı anlaşılmıştı. Mustafa Kemal, dinî duyguları çıkarları için kullananlara karşı düşüncelerini şöyle ifade etmiştir: Bizi yanlış yola sevk eden habisler bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Hâlbuki elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız, Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır. Bu gelişmeler üzerine 2 Eylül 1925 te hazırlanan bir hükümet kararnamesi ile tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış, bunlara ilişkin unvanlar kaldırılmış ve din adamı olmayanların dinî kisve kullanmaları yasaklanmıştı. Bu durum 30 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan kanunla yasalaşmış oldu. Ancak, inkılapların yerleşmesi ve halkın bilinçlenmesi, bu kanunda bazı düzenlemelere gidilmesine imkân sağlamıştır. 4 Mart 1950 de yapılan bir düzenleme ile Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanlar Millî Eğitim Bakanlığınca umuma açılabilir. Açılacak türbelerin listesi Millî Eğitim Bakanlığınca hazırlanır ve Bakanlar Kurulunca tasvip olunur denilmektedir. Böylece tarihimizde önemli hizmetleri olmuş saygın büyüklerimizin türbeleri tekrar ziyarete açılmıştır. 58

3.3.3. Uluslararası Saat, Takvim ve Uzunluk Ölçülerinin Kabulü İslamiyet öncesi Türk tarihinde on iki hayvanlı Türk takvimi kullanılırdı. Güneş esasına dayanan bu takvim 12 veya 60 yılda bir devir yapardı. İslamiyet in kabulü ile Hazreti Muhammed in Mekke den Medine ye hicret ettiği yılı başlangıç kabul eden Hicrî takvim kabul edildi. Hicri takvim ayın hareketlerine göre hesaplandığından (ay yılı) 354, güneş yılı ise 365 günden oluşmaktaydı. İki takvim arasındaki farktan dolayı 33 yılda bir artık yıl oluşmaktaydı. Hicri takvimin kısalığı ve her sene aynı zamana denk gelmemesi, vergiden uluslararası ilişkilere kadar çeşitli sorunlara neden olmaktaydı. Daha Osmanlı Devleti zamanında, bu sakıncaların önüne geçmek için güneş yılını esas alan Jülyen takvimi kullanılmaya başlanmıştı. Rumî veya Mali takvim de denen bu takvim özellikle maliye ile ilgili konularda kullanılmaya başlanmıştı. Hâlbuki Batı da 1582 den beri güneş yılını 365 gün 5 saat 48 dakika olarak kabul eden Gregoryen Takvimi kullanılıyordu. Avrupa ile olan ilişkiler dolayısıyla Osmanlılar bu takvimi de kullanmaya başlayınca, takvimler üçlenmiş oldu. Ayrıca, Osmanlı Devleti çok uluslu ve dinli bir yapıda olduğu için, her cemaat kendi din esaslarına göre bir takvim kullanıyordu. Müslümanlar Hicret, Ortodokslar Ortodoks ve Katolikler de Gregoryen takvim yılını kullanıyorlardı. Hem cemaatler arasında, hem de devlet işlerinde ortaya çıkan farklı takvim uygulamaları, uluslararası ilişkilerde de devletin problemlerle karşılaşmasına neden oluyordu. Atatürk inkılaplarının temel özelliklerinden biri ülkedeki farklı ve karışıklıklara neden olan uygulamaları çağdaşlık ölçüsünde tek bir uygulamaya dönüştürmektir. Aynı eğitim alanındaki Tevhid-i Tedrisat gibi, takvim kargaşasını önlemek ve uluslararası ilişkilerde uyum sağlayabilmek amacıyla hazırlanan kanun tasarısı 11.11.1341 (1925) tarihinde Meclis e sunuldu. O zamana kadar günü, güneşin durumuna ayarlayan ve saatleri 12 ye bölen bir saat sistemi kullanılıyordu. Alaturka saat de denilen bu uygulama, sorunlara neden olduğu için, günün 24 saate taksimi için bir kanun teklifi verilmişti. Meclis, takvim ve saatler konusundaki teklifleri incelemek amacıyla özel bir komisyon kurdu. Bu komisyonda son hâli verilerek Meclis e gönderilen Günün yirmi dört saate taksimine dair kanun ve Rumî takvimin ilgası ile beynelmilel takvimin resmî devlet takvimi ittihazı hakkında kanun layihaları 26.12.1925 tarihinde Meclis genel kurulunda görüşülerek kabul edildiler. Bu kanunlarla Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde gün, gece yarısından başlar ve saatler sıfırdan yirmi dörde kadar sayılır denilmek suretiyle saatler, Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde resmî devlet takviminde tarih başlangıcı olarak beynelmilel takvim başlangıcı kabul edilmiştir. 1341 senesi Kânun-ı evvelinin 31. gününü takip eden gün, 1926 senesi Kânun-ı sanisinin (Ocak ayının) birinci günüdür denilerek takvim karmaşasına son verilmiş, böylece Türkiye nin çağdaş dünya ile uyumunu sağlayacak köklü adımlardan biri daha atılmıştır. Takvim kanunun üçüncü maddesinde Hicri kamerî takvim öteden beri olduğu üzere ahvali mahsusada (özel 59

durumlarda) kullanılır denilerek, özellikle diyanet alanında eski usulün devamına izin verilmiştir. Uzunluk ölçüleri ve tartı birimleri de Osmanlı Devleti bünyesinde çok farklılıklar gösteriyor, dış dünya ile uyumlu olmak bir yana, ülke içinde bile bir standart taşımıyordu. Bu tutarsızlık meclis komisyon raporunda şöyle anlatılmaktaydı Meselâ: kantar kırk dört okkadan ve batman altı okkadan ibaret bir mikyas olduğu hâlde Kayseri ve Sivas ta bir batman altı okka hesabıyla otuz batman bir kantar, Kilis te ve Maraş ta yüz batman bir kantar ve iki buçuk okka bir batman itibar edilmektedir. Ödemişte kırk dört okka itibar edilen bir kantar palamut mahsulünde elli iki, zeytinyağında kırk sekiz incir mamulâtında kırk beş okka addedilmektedir şeklinde uzun açıklamalarla izah edilmiştir. Bu durum hem iç hem de dış ticaret faaliyetlerini zorluyordu. Ülkedeki farklı uygulamaların yarattığı karışıklığı önlemek ve modern dünya ile uyum sağlamak üzere 26 Mart 1931 tarihinde Ölçüler Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla Arşın, endaze, okka, çeki gibi belirli olmayan ve bölgelere göre de değişebilen ölçüler kaldırılarak yerlerine uluslararası sistemler olan metre, kilo ve litre gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir 3.3.4. Uluslararası Rakamların Kabulü Atatürk ün Türk milletinin hayatını kolaylaştırmak ve çağdaş dünyaya uyum sağlamak amacıyla gerçekleştirdiği inkılaplardan biri de rakamlarda yapılan değişikliktir. Arap rakamları Türkiye Cumhuriyeti nin, özellikle ticaret alanında uluslararası toplumla ilişkilerini geliştirmesine engel olmaktaydı. Rakamların ortaya çıkardığı zorluk nedeniyle okullarda cebir ve ticaret derslerinde uluslararası rakamlar kullanılmakta ve öğretilmekteydi. Ancak, bu uygulama çok sınırlı ve belli alanlara özel kalmakta idi. Bu konu da TBMM nin 20.5.1928 tarihinde kabul ettiği Beynelmilel Erkâmın Kabulüne Dair Kanun ile çözümlendi. Uluslararası sayıların kabulünü, bir yandan ülkede var olan farklı uygulamaları ortadan kaldırıcı ve uluslararası toplumla ilişkileri kolaylaştırıcı bir ilerleme, diğer yandan da Harf İnkılabına yönelik bir adım ve onun öncüsü olarak kabul etmek doğru olur. 3.3.5. Medeni Kanun ve Kadın Hakları Kurtuluş Savaşı nın silahlı mücadele günlerinde erkeği ile birlikte her türlü zorluklarla baş ederek düşmanın yurttan kovulmasında büyük rol oynayan Türk kadınının toplumsal statüsünü çok iyi değerlendiren Mustafa Kemal, onların geleceğe umutla bakmasını sağlamıştır. Mustafa Kemal e göre bir toplum yalnız erkeklerinin gayretleri ile gelişmez. Bir toplum ancak kadınlarına da erkekleri gibi imkânlar sağlarsa gelişebilir. Bu düşüncesini 1923 te şöyle dile getirmiştir.... Bir toplumda, cinslerden yalnız birinin çağın gereklerini kabul etmesiyle yetinirse o toplumun yarıdan fazlası zaaf içinde kalır. Bir millet ilerlemek ve medenileşmek isterse bilhassa bu noktayı esas olarak kabul etmek mecburiyetindedir... Dolayısıyla bizim toplumumuz için ilim ve fen lazım ise bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın öğrenmeleri gereklidir... 60

Bu şekilde düşünen Mustafa Kemal in kurduğu Cumhuriyet te kadınlar, önce 3 Mart 1924 tarihli Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu ile eğitimde erkeklerle eşitliği kazanmışlar, daha sonra da 1926 Medeni Kanunu ile temel haklarını almışlardır. Toplumda doğum, ölüm, evlenme, boşanma, miras, velayet, mülkiyet hakkının tanzimi vb. ilişkileri düzenleyen Medeni Kanun, Osmanlı Devleti nde Mecelle ile yürütülüyor ve bu da kadınları erkekler karşısında ikinci plana atıyordu. Bu durumu düzeltmek gereği duyulmuş ve yapılan araştırmalar sonunda Avrupa nın en yeni ve Türk toplumunun özelliklerine adapte edilmeye uygun İsviçre Medeni Kanunu tercüme edilip bazı değişikliklerle 17 Şubat 1926 da kabul edilmişti. Laiklik esasına dayanan bu medeni kanun ile Türk kadınları toplum hayatında erkeklerle aynı haklara sahip oldular. Türk kadınlarının siyasi hayata atılmaları konusunda ilk adım ise, 3.4.1930 tarihinde Belediye Kanunu yla kadınlara Belediye meclislerine üye seçme ve seçilme hakkı verilerek atılmıştır. Bunu daha sonra 1934 yılında yapılan anayasa değişikliği ile milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınması izleyecektir. Kadınlar seçme ve seçilme haklarını modern batı toplumları olan Fransa da 1946 da, İsviçre de ise 1971 de elde edebilmişken Türkiye de 1934 ten itibaren bu hakkı kullanmaya başlamışlardır. Toplum hayatında kadınlara sağlanan eşitlik, çok geçmeden kendini hissettirmeye başlayacaktır. Kadınlar her türlü meslek dallarına ilgi göstererek başarılı hizmetler yapmaya başlamışlardır. Böylece, Türkiye nin çağdaşlaşmasında ve kalkınmasında kadın erkek her ferdin katılımı sağlanmıştır. 3.3.6. Soyadı Kanunu; Lakap ve Unvanların Kaldırılması Soyadı Kanunu ve eski unvan ve lakapların kullanılmasını yasaklayan kanun 1934 yılında çıkarılmışlardır. Önce soyadı meselesi ele alınmıştı. Çünkü o zamana kadar insanların isimlerinin dışında bir de soyadı kullanmaları zorunluluğu yoktu. Bu durum aynı isimli birçok insanın karıştırılmasına, devlet işlerinde sıkıntılara neden oluyordu. İnsanları ayırmak için babasının adı, memleketleri ya da bazıları komik, bazıları aşağılayıcı lakaplar vb. kullanılmakta idi. Ancak bu da devlet işlerindeki karışıklığı gideremiyordu. Hem bu sorunun çözümü hem de medeni milletler ailesinin bir özelliği olan soyadı kullanma alışkanlığının Türk toplumuna kazandırılması için 21 Haziran 1934 te Soyadı Kanunu çıkarıldı. Bu kanunun maddelerinde Her Türk öz adından başka soyadını da taşımağa mecburdur, Söyleyişte, yazışta, imzada öz ad önde, soyadı sonda kullanılır, Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle, umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz ifadeleri yer almaktadır. Meclis, 24 Kasım 1934 te kabul ettiği özel bir kanunla Gazi Mustafa Kemal Paşa ya Atatürk soyadını vermiştir. Ona bu soyadını mensubu olmakla gurur duyduğu Türk milleti 61

vermiştir. Bu durumu kanun görüşmeleri sırasında Başbakan İsmet İnönü şöyle ifade etmiştir: Arkadaşlar, Büyük Önderimiz Cumhur Reisimizin soyadı için bir kanun teklif ediyoruz. Düşündük ki; soyadı kanunu uygulanırken büyük önderin taşıyacağı adı tayin etmek büyük Meclisin borcu ve hakkıdır. Kanunda biz Atatürk adını teklif ediyoruz. İnanıyoruz ki; ulusun en değerli varlığı olan Cumhur Reisimizin adını söylerken derin saygı ve sevgi duygularımızı birlikte sezdirmiş olacağız. İnanıyoruz ki, Atatürk adı ile büyük Türk ulusu en büyük oğluna, en büyük, en saygılı hitabını yapmış olacaktır. Aynı yılın 26 Kasım ında ise halkçılık ilkesinin bir gereği olarak, vatandaşlar arasında sınıf ayrımı yapılmasına neden olan eski lakap ve unvanların kaldırılmasına ilişkin Efendi, bey, paşa gibi lakap ve unvanların kaldırıldığına dair kanun mecliste kabul edilmiştir. 3.4. Halkın İçinde, Halkla Birlikte Olmak: Atatürk ün Yurt Gezileri Atatürk, askerlik mesleğinin bir gereği olarak genç subaylık yıllarından itibaren yurdun dört bir yanında görev yapmış, buralarda halkıyla iç içe olmuş, halkının istek ve ihtiyaçlarını tespit etme imkânını bulmuştu. Atatürk, bu tecrübelerini Millî Mücadele yıllarında halkı mücadeleye çağırırken çok iyi değerlendirmiş bir liderdi. Halkını iyi tanımayan, iletişime geçemeyen bir liderin, Trablusgarp Savaşı ndan beri yıllarca aralıksız yapılan savaşlarda bütün kaynaklarını tüketmiş, dünyanın en güçlü ordularınca teslim alınmış ve ülkesi dört bir taraftan işgale uğramış bir milleti, tekrar mücadeleye inandırması mümkün değildi. Atatürk, bu tutumunu Cumhurbaşkanı olduktan sonra da sürdürdü. Hem halkının ihtiyaçlarını yerinde görmek, hem de bir başöğretmen gibi inkılapları daha gerçekleşmeden halkına anlatıp, benimsetmek için nerede ise bütün ülkeyi dolaştı. 1923 ten, 1938 de hastalığı ilerleyene kadar devam eden bu gezilerde halkın yanında olup sorunlarını dinlemenin yanında halktan, Cumhuriyet in kurulmasına gösterdikleri gayreti, korunması için de istemiştir. Örneğin 1925 te Şapka İnkılabından önce, Kastamonu ziyaretinde şapkayı halka anlatışı ve benimsetişi çok önemli bir liderlik becerisidir. Bir diğer örnek; 1 Kasım 1928 tarihli Harf İnkılabı öncesi konuyu halka anlatmak için çıktığı yurt gezilerinde yeni Türk harfleri hakkında konuşmalar yaptı. Kara tahta önünde dersler verdi. 23 Ağustos ta Tekirdağ; 27 Ağustos ta Bursa; daha sonra Eylül ayında Çanakkale, Gelibolu, Sinop, Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri gezilerini bu amaçla yapmıştır. Hatay sorunu sırasında sağlık durumu iyi olmamasına ve doktorların izin vermemesine rağmen, 20 Mayıs 1938 de Mersin e, 24 Mayıs 1938 de de Adana ya giderek buradaki askerî birlikleri denetlemiş, düzenlenen geçit resimlerini ayakta izlemiş, Hatay meselesindeki kararlılığını göstererek Hatay ın anavatana katılması için önemli kazanım sağlamıştır. Bu geziden sonra sağlığı iyice bozulan Atatürk, ülkesi ve milleti için bir kere daha kendi sağlığını feda etmiştir. Atatürk ün 170 kadar çalışma seyahatine çıktığı, bazı illere birden çok gitmekle birlikte, Doğu dan Batı ya, Kuzey den Güney e ülkenin dört bir tarafında gezi ve gözlem yaptığı bilinmektedir. Bu geziler topluca değerlendirildiğinde; yeni kurulan devletin temellerinin 62

sağlamlaşmasında, halkın ekonomik ve sosyal hayatının gelişmesinde, çağdaşlaşma hareketlerinde, millî birlik ve beraberliğin gelişmesinde, ülkenin çıkarlarının korunması için gerekli mesajların verilmesinde büyük öneme haiz olduğu anlaşılır. Bunun yanında, yöneticilerle halkı bir araya getirdiğinden, devlet ile millet bütünleşmesine katkı sağlamıştır. 3.5. İnkılaplara Tepkiler İtilaf Devletleri nce Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı nın basılması ve İstanbul un işgali üzerine, Mustafa Kemal in direktifiyle yeni seçimler yapılmıştı. İstanbul dan gelebilen milletvekilleriyle birlikte yeni seçilenlerden oluşan I. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 de Ankara da toplanmıştır. Bu meclis, Millî Mücadele yi gerçekleştirmiş, iç ve dış politikada önemli adımlar atmış ve saltanatı kaldırmıştır. Bu meclis döneminde Millî Mücadele nin silahlı kısmı tamamlanmıştır. Millî Mücadele yi gerçekleştiren bu meclis, üyelerinin yapısı incelendiğinde anlaşılacağı gibi bir hareket meclisidir. Ancak Kurtuluş Savaşı, düşmanı denize döküp saltanatı kaldırmakla bitmemiştir. Bu mücadele aynı zamanda bir çağdaşlaşma mücadelesidir. I.TBMM de yer alan milletvekilleri arasında zafer sonrası uygulanacak politikalar konusunda fikir ayrılıkları bulunmaktaydı. Bu nedenle iki ayrı grup oluşmuştu. Bunlardan birincisi Mustafa Kemal in etrafında toplananlardan oluşan Müdafaa-i Hukuk Grubu (Birinci Grup), diğeri ise, düşmanı yurttan kovmak konusunda hemfikir fakat zaferden sonra yapılacaklar konusunda farklı düşünen İkinci Grup idi. Zafere kadar siyasi mücadeleleri erteleyen TBMM deki bu farklı düşünceler, Saltanatın kaldırılması ve Lozan görüşmeleri sırasında kendilerini göstermeye başlayacaklardır. Hatta II. Meclis için seçim kararı almadan önce Mustafa Kemal in milletvekili seçilmesini önleyecek bir seçim kanunu değişikliği bile önerilmiştir. 11 Ağustos 1923 tarihinde toplanarak göreve başlayan II. TBMM, daha çok Birinci Grup milletvekillerinden oluşmuştur. Lozan Antlaşması bu meclis döneminde 23 Ağustos 1923 te onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Yine aynı dönemde Cumhuriyet ilan edilmiş, Ankara nın başkent olduğu kabul edilmiş, 3 Mart 1924 tarihli kanunlarla Hilâfet ile birlikte Şer iyye ve Evkâf ve Erkân-ı Harbiye-i Umûmiyye Nezaretleri kaldırılmış, eğitim ve öğretim birleştirilmiş, tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. 1924 Anayasası, Türk Medeni Kanunu ve Türk Ceza Kanunları gibi önemli hukuki inkılaplar gerçekleşmiştir. Bu hızlı gelişmeler, kendi muhaliflerini de beraberinde getirmiştir. Bu muhalefete Ordu mensubu milletvekillerinin katılmasını önlemek için çıkarılan bir kanunla ordu ile siyaset birbirinden ayrılmıştır. Mustafa Kemal bu durumdaki asker-milletvekillerinden subaylığı tercih etmelerini istenmiştir. Fevzi Paşa başta olmak üzere önemli komutanların bir kısmı orduda kalırken, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi Millî Mücadele nin önemli komutanları siyaseti tercih etmiştir. 63

3.5.1. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Önceki ünitede fikirleri üzerinde durduğumuz Terakkiperver Cumhuriyet fırkasının burada siyasi gelişmeler içindeki tavrını ve isyanla ilişkilendirilip kapatılmasını ele alacağız. II. TBMM çalışmalarına başladığı zaman Meclis te yer alan Birinci Grup ya da Müdâfaa-ı Hukûk Grubu 9 Eylül 1923 te Halk Fırkası adı altında tam bir politik kuruluş durumuna gelmiştir. Bu dönemde, Lozan Anlaşması imzalanmış, Ankara başkent seçilmiş, Cumhuriyet ilan edilmiş ve nihayet Hilafet kaldırılmıştı. Millî Mücadele liderlerinden birçoğu dahi bu süratli değişimlere ayak uyduramıyor, vaktiyle padişahın ekmeğini yediklerini, aldıkları terbiyenin halifeye saygı göstermelerini gerektirdiğini, hilafetin kaldırılmasını tasvip edemeyeceklerini söylüyorlardı. Bu ortamda İkinci Grup olarak adlandırılan muhalefet de bir parti olarak teşkilatlanmış ve 17 Kasım 1924 te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla partilerini kurmuşlardır. Halk Fırkası ndan da bazı milletvekilleri istifa ederek bu partiye katılmışlardır. Partinin başkanı Kazım Karabekir Paşa, resmî kurucuları ise, Ali Fuat Paşa, Besim Sabit ve Muhtar Bey lerdi. Dr. Adnan (Adıvar), Hüseyin Rauf (Orbay)Beyler gibi önemli şahsiyetler partideki yerlerini almışlardı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nda inkılapların çok hızlı geliştiğini düşünenler, Millî Mücadele den sonra beklediği itibarı göremeyenler, küskünler, padişahçılar, hilafetçiler, İttihat ve Terakki Partisi ni canlandırmaya çalışanlar ve diğer muhalefet grupları bir araya gelmişlerdir. Bu parti bir nevi birleşik muhalefet cephesi olarak nitelenebilecek hüviyettedir. Bu parti ile Cumhuriyeti döneminde ilk kez çok partili demokrasi denemesi yaşanmıştır. Ancak, Musul sorunu nedeniyle gerilen uluslararası ilişkiler ortamı içerisinde hükümete yönelik eleştirileri tepki yarattı. İktidar olmak için değil demokratik cumhuriyetin nasıl olması gerektiğini göstermek için kurulduklarını ilan etmelerine karşın toplumun hassas olduğu konulardaki tavırları hemen iktidara gelebilmek için dinî duygu ve düşünceleri istismar ettikleri kanısını doğurdu. Doğu Anadolu da çıkan Şeyh Sait İsyanı yla bölgedeki teşkilatlarından bazı üyelerinin ilişkilendirilmesi, inkılapların peş peşe gerçekleştirildiği bir dönemde partinin ileri adımlara engel olarak görülmesine yol açtı. 5 Haziran 1925 te Takrir-i Sukûn Kanunu na dayanılarak hükümet tarafından kapatıldı. 3.5.2. Şeyh Sait Ayaklanması Bir önceki derste kısaca işaret ettiğimiz bu olayı burada daha etraflı ele alacağız. Anadolu tarihinde Kürt bağımsızlığı hareketi Osmanlı İmparatorluğu nun dağılma dönemine girmesiyle ortaya çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu da bir Ermeni devleti kurulması olasılığı belirince, Ermeni idaresinde yaşamak istemeyen Kürt aydınları fiilen istiklâl peşine düşmüşlerdir. II. Meşrutiyetin ilk zamanlarında kurulmuş olan Kürt Teali Cemiyeti adındaki siyasi birliğe dört elle sarıldılar. Cemiyetin amacı İngiltere Mandası altında ayrı bir Kürt Devleti kurmaktı 64

Bu cemiyet Cumhuriyet in ilanından biraz önce resmen dağılmasına rağmen gizli bir komite hâlinde çalışmalarını sürdürdü. Bu arada ardı ardına inkılaplar yapılıyor, bunlar bazı kesimlerce topluma manevi değerlere karşı yapılan işlermiş gibi anlatılıyordu. Bir muhalif partinin kurulmuş olması, basında çıkan hükümet aleyhtarı yayınlar o zamana kadar ciddi bir demokrasi geleneği olmayan ülkede devletin zayıflığı gibi algılanıyordu. Bunların yanında Musul sorununda Türkiye ile İngiltere nin savaşı eşiğine gelmeleri de Doğu da ayrı bir devlet kurmak isteyenler tarafından uygun ortam olarak algılanmıştır. Türkiye yi iç sorunlarıyla uğraştırıp, Musul meselesinde elini güçlendirmek isteyen İngiltere nin de isyanı teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Bu arada bir sene evvel meydana gelmiş bulunan Nesturî isyanı ile ilgili dava mahkemelerde sürerken Şeyh Sait in ifadesi de başka bir mahkemede alınmıştı. 13 Şubat 1925 e gelindiğinde önceki olaylarda ilgisi bulunan iki kaçağın jandarma tarafından yakalanmak istenmesi üzerine Şeyh Sait maiyetine silah kullanmak emrini verdi. Biri Halep te diğeri İstanbul da bulunan iki oğlunun İstanbul ve Halep te temas ettikleri kimselerden getirdikleri haberlerden sonra isyan hareketini başlattı. 13 Şubat 1925 te Ergani nin Piran köyünde başlayan isyan yayılarak Genç ili ile Elazığ asilerin kontrolüne geçmiştir. Ardından Diyarbakır a saldırmışlarsa da burayı alamamışlardır. Ardından gerçekleştirilen askerî harekât ile isyan bastırılmış, Şeyh Sait ve isyanın elebaşları İstiklâl Mahkemelerinde yargılanarak cezalandırılmıştır. Ayaklanmaların en çarpıcı yönlerinden birisi ayrı bir Kürt devleti kurmak amacıyla ortaya çıkmasına rağmen yapılan propagandaların dine dayandırılmasıdır. 3.5.3. Takrir-i Sükûn Kanunu ve Terakkiperver Cumhuriyet Partisi nin Kapatılması Şeyh Sait Ayaklanmasını bölgesel olarak değerlendiren ve yöresel tedbirlerle bastırılabileceğini düşünen Fethi Bey başkanlığındaki hükümet gerekli tedbirleri alamadığı gerekçesiyle yoğun eleştirilere maruz kalmıştı. İstifa eden Fethi Bey in yerine hükümeti İsmet Paşa kurdu. İsmet Paşa nın kurduğu hükümetin yaptığı ilk iş İstiklal Mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn Kanunlarını meclisten geçirmek oldu (4 Mart 1925). Takrir-i Sükûn Kanun unda İrticaa ve isyana ve memleketin içtimai nizamıyla huzur ve sükûneti, emniyet ve asayişini ihlale bais (sebep olan) bilumum teşkilat ve tahrikât ve teşvikat ve teşebbüsât ve neşriyatı, Hükümet, Reisicumhur un tasdiki ile re sen ve idareten men e mezundur. İşbu ef al erbabını (böyle davrananları) Hükümet İstiklal Mahkemesi ne tevdi edebilir. denmekteydi. Bu kanun ile Hükümetin eline geçen yetki parti kapatmaktan gazete kapatmaya kadar kapsamlı idi. Takrir-i Sükûn Kanunu yapılan tartışmalar sonucu 122 ye karşı 22 oyla kabul edildi. Kanun tartışılırken tartışma konusu olan en önemli meselelerden biri de muhalif yayınlarıyla ön plana çıkan İstanbul basınıydı. Zamanın Millî Savunma Bakanı Recep Bey e göre muhalif İstanbul basını vasıtasıyla her sabah milletin yüzüne fışkıran saralı ifrazat masum halka mütemadiyen devlet kuvvetinin itibara layık bir şey olmadığı fikrini aşılamıştı. 65

7 Mart 1925 te Meclis, İstiklâl Mahkemelerindeki başkan, savcı ve üyelerin seçilmeleri için karar verdi. Bu tarihte Şeyh Sait kuvvetleri de Diyarbakır önünde ilk yenilgiyi aldılar. Üyeleri seçilen İstiklâl Mahkemelerinden biri ayaklanmanın bulunduğu yöreye gönderildi. Diğeri isyan bölgesi dışındaki yörelerde göreve başladı. Bu dönemi değerlendirmek gerekirse, inkılapların peşi sıra geldiği, bunun yanında yetersiz de olsa bir siyasi demokrasinin uygulanmaya çalışıldığı bir dönemdir. Fakat gelişen olaylar 1925 Türkiye sinin her ikisini birden devam ettiremeyeceğini göstermiştir. Bu ortamda inkılapların halka anlatılması ve benimsetilebilmesi için süre kazanmak üzere muhalefetsiz bir ortama ihtiyaç duyulmuş, demokrasi bir süreliğine rafa kaldırılarak otoriter bir yönetim tarzı benimsenmiştir. Bir diğer deyişle, demokrasi ile inkılaplar arasında bir seçim yapmak zorunda kalınmış, demokrasiyi hiç olmazsa erteleme kararı verilmiştir. Muhalif İstanbul basını susturulmuş, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmıştır. İki yıl için yürürlüğe konan Takrir-i Sükûn Kanunu nun süresi iki yıl daha uzatılacak ve 4 Mart 1929 da yürürlükten kaldırılacaktır. 3.5.4. İzmir Suikastı 15 Haziran 1926 tarihinde Atatürk e karşı tertip edilmiş bir suikast girişimi ortaya çıkarılmıştır. Suikastı, eski İttihat ve Terakki Partisi ni canlandırmak isteyenlerle, çıkarlarını Gazi Mustafa Kemal in öldürülmesine bağlayanlar birlikte planlamışlardı. Onları motorla Sakız Adası na kaçıracak olan Giritli Şevki nin suikast planındaki gecikmelerden korkarak yaptığı ihbar sonucu, suikastçılar silah ve bombaları ile yakalanmışlardır. Suikastçılar, bu eylemi daha önce Ankara ve Bursa da gerçekleştirmek istemişler fakat uygun ortam bulamadıklarından ertelemişlerdi. Atatürk ün yurt gezileri kapsamında İzmir e gideceğini duyduklarında, kaçmalarının kolay olacağını düşündükleri İzmir de eyleme geçmeye karar vermişlerdi. Programa göre Gazi 15 Haziran 1926 da geç vakitlerde İzmir de bulunacaktı. Bu bekleyiş esnasında, suikastçılarla onları Sakız Adası na kaçıracak olan Giritli Şevki yi tanıştıran Sarı Efe Edip, ihtiyatlı bulunmak için İstanbul a gitmişti. Gazi Mustafa Kemal in İzmir e daha erken geleceğini düşünen Giritli Şevki, kuşkuya düşmüş, Gazi nin gelişinin gecikmesi ile Sarı Efe Edip in İstanbul a gidişi arasında bir bağ kurarak telaşlanmış ve suikast işinin anlaşıldığı düşüncesiyle, ihbarcılardan biri olabilmek amacıyla ihbar mektubunu İzmir Valisi Kazım Dirik e vermiştir. Eski milletvekillerinden Ziya Hurşit in de aralarında bulunduğu suikastçılar, İzmir de kurulan îstiklâl mahkemesinde yargılanmışlar ve suçlarını itiraf etmişlerdir. Suikast girişiminin temelinde İttihat ve Terakki Partisi ni canlandırmak ve iktidara getirmek planı olduğu anlaşılmış ve Ankara da kurulan istiklal mahkemesinde bu plana dâhil olanlar yargılanmıştır. Suikast girişiminin engellenmiş olması, henüz yeni kurulmuş Cumhuriyetin ve birbiri ardına gerçekleştirilmekte olan inkılapların tehlikeye girmesini önlemiştir. Olayın ortaya çıkmasından sonra İzmir e gelen Atatürk, halka hitaben, Benim naçiz vücudum elbet bir gün 66

toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır diyerek halkına ve Cumhuriyete olan güvenini belirtmiştir. 3.5.5. Serbest Cumhuriyet Fırkası Cumhuriyet döneminin ilk muhalif partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 1924 sonlarında kurulup 1925 ortalarına kadar 7 ay yaşayabilmişti. Bu başarısız demokrasi deneyiminden sonra 1930 yılına kadar herhangi bir parti kurma teşebbüsü olmamıştır. Cumhuriyet Halk Fırkası tek parti olarak iktidarını sürdürmüştür. Bu dönemde Meclis te yapılan tartışmalar çok yetersiz kalmıştır. Önemli konular önce CHF grubunda görüşülüp karara bağlandığından görüşlerini parti grubunda dile getiren milletvekilleri, mecliste aynı konularda konuşmak istemediklerinden, tartışmasız oylamalar gerçekleşmiştir. O dönemde ortaya çıkan dünya ekonomik bunalımının Türkiye ye etkileri demeclis te hükümeti denetleyecek bir muhalefetin bulunması gerektiğini gösteriyordu. Her çağdaş, demokratik ülkede olduğu gibi, Türkiye de de çok partili bir düzeni arzulayan Mustafa Kemal, inkılaplara sadık kalacak bir muhalefet partisi istiyordu. Bunun için de en güvenilir kişi olarak, daha önce başbakanlık da yapmış olan Paris Büyükelçisi Fethi (Okyar)Bey i görevlendirmiştir. Fethi Bey; devletçilik uygulamasına geçen CHP nin aksine liberal görüşlere sahipti. Dönemin tanıkları anılarında, Fethi Bey in, Osmanlı Devleti nden bu yana muhalefet partilerinin başına gelenler nedeniyle tereddüt gösterdiğini, Atatürk ün kız kardeşi Makbule Hanım ı ve yakın arkadaşlarını yeni kurulacak partiye üye yaparak kendisini ikna ettiğini belirtirler. Fethi Bey, parti lideri olarak meclise girebilmesi için yapılan ara seçim ile Gümüşhane den milletvekili seçilmiştir. Atatürk çevresindekileri ve hükûmetin icraatından memnuniyetsizliğini belli eden milletvekillerini bu partiye girmeleri için teşvik etmiştir. Çocukluk arkadaşı ve çok değer verdiği, yanından hiç ayırmadığı Nuri (Conker) Bey i ve kardeşi Makbule Hanım ı da bu partiye üye yapmıştır. Parti, 12 Ağustos 1930 da Fethi (Okyar) ın liderliğinde, Kütahya Milletvekili Nuri (Conker) Bey in Genel Kâtipliğinde kurulmuştur. Kısa sürede birçok ilde teşkilâtını tamamlayan ve üye sayısı hızla artan partinin nizamnamesinde adı Serbest Laik Cumhuriyet Fırkası diye yazılmıştır. Parti programının 11. Maddesi, Türk kadınının siyasi haklardan faydalanması konusunu ilk defa gündeme getirmesi bakımından önemlidir. SCF programında ve tüzüğünde yer alan maddeler incelendiğinde, Türkiye Cumhuriyeti nin inkılaplarla başından beri gerçekleştirmeyi hedeflediği amaçları içerdiği görülmektedir. Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruluşu ile kapatılışı arasında geçen üç buçuk ay içerisinde bir kongre yapamamıştır. Ancak başta Batı Anadolu olmak üzere yurdun birçok kesiminde hızla teşkilatlanmış ve üye sayısı süratle artmıştır. Partinin programında ve propagandalarında yer 67

alan iktisadi mesajlar, esnaf, köylü ve serbest meslek sahiplerine çekici gelmiştir. Nitekim katıldığı yerel seçimlerde bir şehir ve otuzdan fazla belde belediye başkanlıkları kazanmıştır. Partinin bu hızla büyümesi bazı inkılap karşıtı grupların da partinin şemsiyesi altında faaliyet yapmalarına neden olmuş, özellikle ülkenin batı bölgelerinde yaşanan ekonomik sıkıntılar bahane edilerek asayiş olayları çıkarılmıştır. İzmir de parti mitingi sırasında çıkan olayların büyük çapta olması ve ölüme sebebiyet vermesi ise partinin eleştirilmesine neden olmuştur. Partinin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gibi, bütün inkılap karşıtlarına bir mekân hâline gelmekte olduğu kanısı yaygınlaşmıştır. Bu gelişmeler üzerine Fethi Bey, 17 Kasım 1930 da İçişleri Bakanlığı na verdiği bir dilekçe ile partisini kapatmıştır. 3.5.6. Menemen Olayı İnkılap karşıtı hareketlerin en önemli aşamalarından biri İzmir in Menemen ilçesinde meydana gelmiştir. Serbest Cumhuriyet Fırkası nın kapatılmasından yaklaşık bir ay sonra 23 Aralık 1930 günü gerçekleşen bu olay sırasında Asteğmen Kubilay ve iki bekçi katledilmiştir. Menemen olayı kendisini Mehdi olarak ilan eden Nakşibendi tarikatına mensup Giritli Derviş Mehmet ve arkadaşları tarafından gerçekleştirilmiştir. Olay sırasında gerçekleştirilen vahşet ve halkın buna seyirci kalması, hatta bazılarının tasvip etmesi plânlı ve toplu bir isyan hareketinin başlangıcı olduğu şeklinde değerlendirilmesine neden olmuştur. Menemen olayının gelişimini sanıkların ifadelerine dayanılarak hazırlanan ve mahkemeye sunulan iddianameden şu şekilde özetlenebilir: Menemen olayı, o anda alevlenen bir gelişme değildir, organize bir örgüt vardır. Bu örgütün çalışmaları Manisa da başlamış ve Menemen e kadar gelmiştir. Giritli Mehmet, Menemen de gittikleri Müftü Camiinde mehdiliğini ilan etmiştir. Kendisine inananlarla birlikte bayraklarını da alarak şehri dolaşmaya başlamış, ortada hükûmet olmadığını, herkesin dükkânlarını kapatarak kendilerine katılmalarını ve arkalarından yetmiş bin kişinin gelmekte olduğunu, top tüfek bütün kuvvetin mehdi huzurunda duracağını ilan etmiştir. Şehri dolaşan sanıklar belediyenin önüne geldiklerinde, bayraklarını bir çukura dikmişler ve ellerinde silahlar olduğu hâlde bayrağın çevresinde zikirler çekerek dolaşmaya başlamışlardır. Yedek subay Kubilay Bey ise, süngülü askerini belediye meydanlığındaki kahve önüne bıraktıktan sonra kendisi asilerin yanına gitmiş ve dağılmalarını istemiştir. Mehdi Mehmet in kolundan tutup çeken Kubilay askerlerine de süngü tak emrini vermiştir. Bu isteğe ateş ederek cevap veren Derviş Mehmet Kubilay ı ağır yaralamıştır. Ardından etraftakilerden aldığı bir bıçakla Kubilay ın yanına gitmiş ve vahşi bir şekilde yaralı hâldeki Kubilay ın başını gövdesinden ayırmıştır. Kubilay ın kesik başı önce etraftaki bir taşa vurulmuş, sonra da bayraklarının üzerine takılmıştır. Bu sırada alaydan yetişen müfrezeler ve iki bekçi ile asiler arasında çatışma çıkmış, asilerden Mehdi Mehmet, Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet adlı kişiler ölmüş, iki bekçi de şehit olmuştur. Atatürk, olaydan duyduğu üzüntüyü 28 Aralık 1930 da orduya yayınladığı mesajında şöyle anlatmıştır. 68

Menemen de ahiren vukua gelen irtica teşebbüsü sırasında Zabit Vekili Kubilay Bey in vazife ifa ederken duçar olduğu akıbetten Cumhuriyet ordusunu taziyet ederim. Kubilay Bey in şehadetinde mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkâr bulunmaları, bütün Cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadisedir İstilanın acılığını tatmış bir muhitte genç ve kahraman bir zabit vekilinin uğradığı tecavüzü milletin bizzat Cumhuriyet e karşı bir suikast telâkki ettiği ve mütecasirlerle(cesaret edenlerle), müşevvikleri(teşvik edenler) ona göre takip edeceği muhakkaktır... TBMM olaydan sonra toplanmış ve Menemen kazası ile Manisa ve Balıkesir merkez kazalarında 1 Ocak 1931 tarihinden itibaren bir ay süre ile sıkıyönetim ilanını oy birliği ile kabul etmiştir. Divan-ı Harp te yapılan mahkeme safhasında olayın sanıldığı kadar geniş kapsamlı olmadığı ortaya çıkmış, suçlular cezalandırılmıştır. Sıkıyönetim Balıkesir ve Manisa da 28 Şubat ta, Menemen de ise 8 Mart ta kaldırılmıştır. Bu olay, asıl mesleği öğretmenlik olan Asteğmen Kubilay ın şehit edilmesinin ötesinde, halkın manevi duyguları istismar edilerek, korkutularak böyle korkunç bir manzara karşısında seyirci kalması açısından önemlidir. Daha sonra çevredeki ülkelerde yaşanan bu tür görüntüler, bu konuda ne kadar duyarlı olunması gerektiğini göstermektedir. 3.6. İnkılapların Halka Tanıtılması ve Cumhuriyet Değerlerinin Halk İle Buluşması Gazi Mustafa Kemal Atatürk ün halkı ile iç içe olmak, inkılapları tanıtmak, sorunları yerinde görmek için yurt gezilerine çıktığı daha önce anlatılmıştı. Bazı inkılaplar için ise yurt çapında toplu bir eğitim kampanyası gerekmekteydi. Bunun en çarpıcı örneği Harf İnkılabından sonra başlanan eğitim seferberliği ve Millet Mektepleri uygulamasıdır. 3.6.1. Millet Mektepleri Türkiye de okur - yazar azlığı sorununu çözmek için Harf İnkılabı ndan önce de çalışmalar yapılmıştı. Bu çalışmalardan biri deyurt dışından getirilerek Türk eğitim sistemi üzerine bir rapor hazırlatılan J. Dewey in önerisi ile kurulup, 1927 yılında faaliyete başlayan Halk Dershaneleri olmuştur. Bunlar 1928 yılında Halk Mektepleri olarak çalışmalarına devam etmişlerdir. 1928 de 3.304 adet Halk Mektebi nde 64.302 kişi eğitim görmekteydi. Harf İnkılabıyla birlikte okuma yazma seferberliği başlamıştır. Kanun çıkmadan Mustafa Kemal in rehberliğinde başlayan eğitim faaliyetleri Millet Mektepleri nin, daha sonra Halkevlerinin, Okuma Odaları nın açılmasıyla büyük bir heyecanla gerçekleştirilmiştir. 24 Kasım 1928 de yönetmeliği Resmî Gazete de yayınlanarak kuruluşu tamamlanan Millet Mekteplerinin talimatnamesi, bu okulları A ve B olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Bunlar: A. Tahsil çağını geçirmiş olup ne eski Arap ve ne de Türk harflerini bilmeyen vatandaşların Türk harfleriyle okuyup yazmayı öğrenmelerine mahsus olmak üzere dört aylık bir devreyi ihtiva eder. 69

B. Eski Arap harfleriyle okuyup yazan ancak Türk harflerini bilmeyen vatandaşların Türk harfleriyle okuyup yazmayı öğrenmelerine mahsus olmak üzere iki aylık bir devreyi ihtiva eder. Talimatnamenin üçüncü maddesi; Her Türk vatandaşı, kadın ve erkek bu teşkilâtın azasıdır. dördüncü maddesi ise, Bu teşkilâtın reis-i umumiliğini ve Millet Mektepleri nin başmuallimliğini Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Hazretleri kabul buyurmuşlardır. şeklindedir. 1936 yılına kadar devam eden Millet Mektepleri uygulaması ilk yıllar çok büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. Daha sonra ilgi giderek azalacaktır. Bu okulların faaliyet gösterdikleri dönemler ve verimleri aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. Tablo 1: Millet Mekteplerinin Faaliyet Gösterdikleri Dönemler ve Verimleri DÖNEMLERİ DEVAM EDENLER BAŞARI GÖSTERENLER BAŞARI ORANI 1928-1929 1.045.500 526.881 %50 1929-1930 544.534 245.663 %45 1930-1931 352.902 172.322 %49 1931-1932 205.349 99.491 %48 1932-1933 157.636 80.559 %51 1933-1934 77.672 36.559 %47 1934-1935 103.252 49.647 %48 1935-1936 59.206 29.788 %50 TOPLAM 2.546.051 1.240.210 %49 1936 yılında ilk zamanki heyecan ve hızı kalmamış olan Millet Mektepleri, bu tarihten sonra Ulus Okulları adıyla faaliyet göstermişler, fakat bu dönemde kayda değer bir çalışma yapamamışlardır. Millet Mektepleri nin yardımıyla, 1935 e kadar olan yedi yıllık dönemde vatandaşların %20 sine yakın bir kısmına yeni harflerin öğretilmesi önemli bir başarı sayılmalıdır. Millet Mektepleri 1936 ya kadar 1.240.210 kişiye okuma yazma öğreterek tarihî görevlerini yerine getirmişlerdir. 70

3.6.2. Halkevlerinin Açılmasına Giden Süreç ve Halkevleri 1930 yılına gelindiğinde, Gazi Mustafa Kemal, inkılapların yerleştiğine, milletin rejime adapte olduğuna ve sahip çıkacağına inanmıştır. Bu nedenle de mecliste denetimli bir muhalefet partisinin olmasını istemiştir. Bu şekilde hem hükûmet denetlenebilecek hem de çıkacak kanunlarla ilgili görüşmeler meclise geldiğinde lehte ve aleyhte münakaşalar olacak ve kanunlar daha mükemmel bir şekilde çıkabilecektir. Ancak 1929 ekonomik bunalımının dünyada yarattığı etkinin Türkiye de de hissedilmesi yanında 1927 ve 1928 yıllarında Orta Anadolu da büyük boyutlara varan kuraklık sonucunda zirai tarımsal üretimin azalması ekonomide ikinci olumsuz etkiyi oluşturmuştu. Halk bu ekonomik sıkıntıların sorumlusu olarak iktidarı görmekteydi. Serbest Cumhuriyet Fırkası nın kuruluşu üzerine halkın bu partiye gösterdiği ilgi Cumhuriyet Halk Fırkası yöneticilerini şaşırtmıştır. Anlaşılmaktadır ki, Mustafa Kemal Paşa da Serbest Fırkayı kurdururken böyle bir halk desteğini göreceğini tahmin etmemişti. Muhalif olan bütün grupların ya parti teşkilâtlarına sızması ya da SCF muhalefetinin bu gruplara cesaret vermesi; Mustafa Kemal e Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nda yaşanan olayları hatırlatmıştır. O nun SCF dan desteğini çekmesindeki en önemli faktörlerden biri bu olmuştur. Bu durum, Mustafa Kemal i hem endişelendirmiş, hem de bazı şeylerin farkına varmasını sağlamıştır. Halkın içinde olduğu durumu yakından görmek amacıyla uzun ve kapsamlı bir yurt gezisine çıkmış, Kayseri, Sivas, Samsun, Tokat, Amasya ve Trabzon u gezmiş; buralarda halkın içine girmiş, konuşmalar yapmıştır. Daha sonra da İstanbul a gitmiş, buradan Alpullu, Kırklareli ve Edirne yi kapsayan Trakya gezisine çıkmıştır. Mustafa Kemal bu gezilerde halkın çektiği sıkıntıları yerinde görmüştür. CHF de bu denemeden kendine göre dersler çıkarmıştır. 3.6.2.1. Halk Hatipleri Teşkilatı CHF öncelikle, halktan kopuk olduğunu anlamış ve ne olduğunu neler yaptığını ve neler yapacağını halka anlatmak için Halk Hatipleri Teşkilâtı adlı bir teşkilât kurmuştur. Bu Teşkilâtın 15 sayfalık talimatında Cumhuriyet Halk Fırkası nın prensiplerini ve büyük ideallerini ve günlük politika vaziyetine göre fikir ve maksatlarını en müessir telkin vasıtalarından olan söz ile de halka anlatmak için Fırka nın Halk Hatipleri Teşkilâtı kuracağı yazılıdır. Bu hatipler şu esaslar dâhilinde konuşacaklardır: Birinci Esas: Hatiplerimiz inkılabın esaslarını Fırkamızın program ve prensiplerini, Cumhuriyet in faziletlerini ve verdiği, vereceği feyizli neticeleri, milliyetperverliği, esas meseleler olarak her söz vesilesinde münasebet getirerek söyleyeceklerdir. İkinci Esas: Fırka nın herhangi günde memleket dâhilindeki vaziyete göre halkı tenvir(aydınlatma) için izah etmesi lazım gelen ve günün icabına göre değişen mevzulardır. Fakat meselâ mahallî muhalif bir cereyan veyahut bir seçim günü birinci ve ikinci esaslardan maksadı tenvir için istifade edilmekle beraber asıl sözün müessir ve hararetli kısımları ve 71

neticeleri o günün meseleleri üzerine teksif olunur. Hatip konuşmak için ortam oluşmasını beklemeyecektir. Seyahatlerde, toplanma ve konuşmalarda, sohbetlerde, düğünlerde, şölenlerde, seçimlerde aleyhte ve aksi telkinlerde bulunanlar olmasa bile kendiliğinden sözü açacak ve ortama uygun bir parti prensibini muhabbet konusu hâline getirerek izah edecektir. CHF nın bu propaganda atağından başka bir de şikâyetleri tespit etme atağı vardır. 1931 yılında yapılan Büyük Kongre öncesinde vilayetlerde yapılan çalışmalarla tespit edilen halk şikâyetleri bir araya getirilerek Büyük Kongre ye sunulmuştur. 1929-1930 yılları arasında yaşanan ekonomik ve politik sorunların yanında, halkı inkılaplarla tanıştırmak ve modern bir Türk toplumu meydana çıkarmak gerekmekte idi. Bu konuda yaşanacak gecikmeler ve zafiyet III. Selim in Nizam-ı Cedidi gibi bütün kazanımların kaybedilmesine neden olabilirdi. Daha ciddi tedbirler alınması artık zorunlu olmuştu. 3.6.2.2. Halkevleri 1912 de kurulan ve millî devlet oluşturulması aşamasında önemli görevler yapan Türk Ocakları, bundan sonra yapılması planlanan işler için yetersiz görülmüş, dönemin şartları içinde Atatürk ün isteği ile 1931 yılındaki son kongresinde feshedilerek CHF na katılmıştı. Türk Ocaklarının yerini 1932 yılında Halkevleri alacaktır. Dönemin CHF Genel Sekreteri Recep Peker in ifadesi ile...bu asırda milletleşmek için, milletçe kitleleşmek için, mektep tahsilinin yanında ve ondan sonra mutlaka bir halk terbiyesi yapmak ve halkı bir arada ve birlikte çalıştırmak esasının kurulması lazımdır. Bu nedenle de 19.2.1932 günü yapılan törenlerle 14 il merkezinde Halkevleri açıldı. Sayıları hızla artacak olan Halkevleri, halkın inkılaplara alışması, başta edebiyat, tarih ve güzel sanatlar olmak üzere eğitim verilmesi, böylece Türkiye Cumhuriyeti nin fikri temellerini özümseyecek, millî benliğine sahip, aydın fikirli insanlar yetiştirilmesi görevini üstlenmişlerdir. Halkevlerinde vatandaşların ilgi duydukları alanlara göre faaliyet gösterebilecekleri 9 şube oluşturulmuştu. Bunlar: 1) Dil, Edebiyat ve Tarih, 2) Güzel Sanatlar, 3) Temsil Şubesi, 4) Spor, 5) Sosyal Yardım, 6) Halk Dershaneleri ve Kurslar, 7) Kütüphane ve Yayın, 8) Köycülük, 9) Müze ve Sergi, şubeleridir. 3.6.2.2.1. Dil, Edebiyat ve Tarih Şubesi Muhitin genel bilgisini yükseltmeye yarayacak konularda sohbetler ve konferanslar düzenlemek. Türk dilinin bugünkü yazı ve edebiyatta kullanılmayan fakat halk arasında yaşayan kelimeleri, terimleri ile eski millî masalları, atasözlerini, araştırıp toplamak, anane ve âdetleri incelemek, dergi çıkararak veya çıkarılmakta olan dergiler aracılığıyla yukarıda belirtilen çalışmaları yayımlamak. Yeni yetişen gençler arasında yetenekli olanları desteklemek ve onların ilerlemeleri için gerekli çareleri aramak bu şubenin görevlerindendir. 72

3.6.2.2.2. Güzel Sanatlar Şubesi Musiki, resim heykeltıraşlık, mimarlık ve süsleme sanatları gibi alanlarda sanatçı ve amatörleri bir arada toplamak, genç yetenekleri korumak. Halk için genel müzik akşamları düzenlemek, halkın musiki zevkini arttırmak ve yükseltmek, mümkün olan yerlerde güzel sanatlar kursu açmak, halkın millî marşları ve şarkıları öğrenmesine yardım etmek, millî bayramlarda bu marş ve türkülerin milletçe bir ağızdan söylenmesini temin etmek. Köylerde ve aşiretlerde söylenen millî türkülerin nota ve sözleriyle millî oyunların ahenk ve tarzını tespit etmek Halkevi Güzel Sanatlar şubesinin görevlerindendir. Halkevlerinde Güzel Sanatlar, neşenin, terbiyenin ve millî karakterin en gelişmiş unsurları olarak ele alınmakta, işlenip yayılmaktadır. Bu sayede Türk halkının Çitçi Millet, Asker Millet olduğu kadar Sanatkâr Millet olduğu da meydana konmak istenmiştir. 3.6.2.2.3. Temsil Şubesi Tiyatro sanatına heves ve yeteneği olan kadın ve erkek üyelerden bir temsil grubu oluşturmak, umumi idare heyetince tercih edilecek veya yeniden teklif ettirilecek piyesler temsil ettirmek Temsil Şubesinin görevleri arasında yer almaktadır. Sayıları gittikçe artan Halkevleri, temsil bahsinde, yalnız Tiyatro dan değil, Kukla dan, Karagöz den, Orta Oyunu ndan, Sinema dan da faydalanmışlardır. 3.6.2.2.4. Spor Şubesi Bu şube Türk halkında spor ve beden hareketlerine sevgi ve ilgi uyandırıp bunları bir kitle hareketi, millî bir faaliyet hâline getirmeye katkı sağlamayı amaç edinmiştir. Türkiye İdman Cemiyetleri Birliğine dâhil olan veya olmayan spor kuruluşlarının gelişme ve ilerlemesine yardım etmekle görevlidir. Beden terbiyesi ve jimnastik hareketleri, güreş, atlı cirit, boks, eskrim, deniz sporları (ırmak, göl, havuz bulunan yerlerde de su sporları yapılmaktadır), dağcılık ve kayak, bisiklet, spor gezileri, ziyaretler, müsabakalar... Talimatnamenin sıraladığı bu spor çeşitlerinden başka Halkevlerinde atletizm, voleybol, basketbol, tenis, gülle atma vb. gibi, spor faaliyetleri de göze çarpmaktadır. 3.6.2.2.5. Sosyal Yardım Şubesi Çevrede yardıma muhtaç kimsesiz kadınlar, çocuklar, sakatlar, düşkün ihtiyar ve hastalarla ilgilenmek; mevcut hayır cemiyetlerinin faaliyetlerinde çalışmak. Kreş, öğrenci yurtları, işçi tedavi yurtları gibi sosyal yardım kurumlarının çalışmalarını hızlandırmak; hapishanelerde bulunan muhtaçları gözetmek; fakir öğrencilerin elbise, yemek ve barınmalarıyla ilgilenmek. Tedaviye muhtaç hastaların tedavilerini sağlamak, köylerden gelen fakirleri şehir ve kasabalarda barındırmak; hasta olanların tedavilerini sağlamak ve işsizlerin iş bulmalarına aracılık etmek bu şubenin görevleri arasındadır. 1939 da 45,870 yoksul hastaya yardım etmiş olan Halkevleri, 1940 da 52,967 hastaya bakmıştı. 1941 yılının ilk altı ayında yardım edilen hasta miktarı 30,628 i bulmuştur. Nakit yardımları 1939 da 40,000 küsur, 1940 da 50,000 küsur lira idi; 1941 in ilk yarısında bu yardımlar 25,000 liraya yaklaşmıştır. 73

3.6.2.2.6. Halk Dershaneleri ve Kurslar Şubesi Her türlü okuma yazma ve yetiştirme hareketlerinin ilerlemesini temin ve himaye etmek, okuma yazma öğretmek, yabancı dil ve fen dersleri vermek, sanat öğretmek ve günlük hayat bilgilerini geliştirmek için kurslar açmak; özel kurumların açtığı kurslara yardım etmek. Bu kursları a) Türkçe okuyup yazma kursları, b) Fizik - kimya, elektrik gibi müspet ilimlerin tatbikat kursları, c) Pratik hayat sahasına giren meslekler ve küçük sanatlara ait kurslar, ç) Güzel sanatlara ait kurslar, d) Yabancı dil kursları, e) Okullarda ikmale kalanları yetiştirme kursları olarak sınıflandırabiliriz. 3.6.2.2.7. Kütüphane ve Yayın Şubesi En az üç şubesi olan bir Halkevi nin bu şubelerinden biri muhakkak Kütüphane ve Yayın Şubesi olmalıdır. Ayrıca her halkevinin bulunduğu yerde bir kütüphane ve bir okuma odası açmak zorunluydu. Bu kütüphaneler CHP yayınlarıyla, bağışlarla, doğrudan satın alma suretiyle zenginleştirilecektir. 1940 istatistiklerine göre 31 Halkevinde 116 Okuma odası açılmıştır. Bunların dışında köyler için seyyar kütüphaneler düzenleyebilen Halkevleri, bazı köylerde sabit kitap dolapları oluşturmuşlardır. 3.6.2.2.8. Köycülük Şubesi Köylülerin sıhhi, medeni, kültürel gelişme ve ilerlemesine, köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve bağlılık duygularının kuvvetlenmesine çalışmak. Çevre köylere geziler düzenlemek, köylüyü okutmaya çalışmak, hasta köylülerin şehir sağlık merkezlerinde muayene ve tedavilerini sağlamak, harp malulü köylülerle şehit köylülerin aile ve yetimlerini korumak ve bunların kasabadaki resmî işlerini kolaylaştırmak bu şubelerin görevleridir. Halkevleri, muhtarlar için açtıkları kursta alâkalı aydın ve memurlar vasıtasıyla aydınlatma çalışmalarında bulunmuş ve bu kurslarda köy kalkınması, köy kanunu, hayvan yetiştirilmesi, idari ve banka muameleleri ve temizlik mevzuları üzerinde yapılan konuşmalarla muhtarları eğitmişlerdir. Köycülük şubeleri; köylünün hastalarını kaza ve vilâyetteki hastanelerde tedavilerine çalışmıştır. Bu şubelere mensup kişiler, tayin edilen zamanlarda müracaat eden köylülerin dertlerini dinleyerek dileklerinin yerine getirilmesine çalışmışlar ve bu suretle köylünün bu uğurda eskiden maruz kaldığı müşkülat ve gecikme yerine kolaylık ve çabukluk, güler yüzlülükle karşılanmasını temin etmişlerdirler. Ayrıca, şehir ve kasabalarda kurulan pazarların tesadüf ettikleri günlerin akşamları köylünün şehir ve kasabalarda toplu bir hâlde bulunmalarından istifade ederek program dairesinde köylü geceleri tertip edilmiş ve muntazaman verilmekte olan temsiller, müsamereler ve millî oyunlardan istifade ettirilmiştir. Halkının büyük çoğunluğu köylerde yaşayan dönemin Türkiye Cumhuriyeti nde bu şubelerin yaptığı hizmetler büyüktür. 3.6.2.2.9. Müze ve Sergi Şubesi Adı daha sonra Tarih ve Müze olarak değiştirilen bu şubeler, muhitlerinin tarihlerini aydınlatacak araştırmalar yaparak millî tarihimiz için faydalı neşriyat yapmak, muhitlerindeki 74

tarihî anıtları korumak, önemli gördükleri Höyük vs. tarihî eserleri bu sahada çalışan kurumlara bildirmekle görevlidir. Ayrıca, millî kültür ve etnoloji ile ilgili belgeleri toplamak ve muhafaza etmek, mahallî folklor tetkikleri yapmak ve bunları neşretmek gibi çok önemli vazifeleri de üzerlerine almışlardır. Bu şubeler, mahallî tarih ve folklor tetkikleri yapmış ve bu tetkikleri dergilerinde veya ayrı kitaplar hâlinde yaymışlardır. Bazı şubeler, mahallî hususiyetlere ait maddi kültür malzemelerini toplayarak müze örnekleri vücuda getirmişlerdir. Halkevlerinin yurt dışındaki tek şubesi 1942 yılında açılan Londra şubesidir. Kurulduğu dönemde inkılapların halka tanıtılması ve halkın eğitimi konularında önemli hizmetler yapan Halkevleri çok partili hayata geçildikten sonra tartışma konusu olmaya başlamıştır. Türk Ocakları nın 1949 da tekrar açılması, 1950 de yaşanan iktidar değişikliği Halkevlerinin durumunu zora sokmuştur. Bir yandan Türk Ocakları, Halkevlerine devredilen mal varlıklarını istemiş, diğer yandan yeni iktidar partisi Halkevlerini CHP nin gençlik teşkilatları olarak değerlendirmiştir. 1951 yılında çıkarılan kanunla Halkevlerinin gayrimenkullerine, Halk Partisi ne ait bazı binalarla birlikte el konulmuştur. Mallarına el konan Halkevleri çalışamaz duruma gelmiş ve kapatılmıştır. 3.7. Türk İnkılabı nın Türk Tarihine ve Türk Milletine Özgün Yapısı Osmanlı Devleti nin son 150 yılı, bu yıllar içinde gelişen olaylar, gerçekleştikleri dönem için önemli etkilerinin yanında Türkiye Cumhuriyeti nin kurucularına kullanabilecekleri verileri ortaya çıkaran bir laboratuvar gibi olmuştur. Bu laboratuvardan elde edilen veriler ve yaşanılan tecrübe onlara rehberlik etmiştir. Bu dönemin etkilerini hisseden ve son aşamalarını da yaşayarak gören Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, yaşanan olumsuz gelişmelerin tekrarlanmasını önlemek için gayret etmişler, olumlu sonuçlar veren uygulamaları ise kendilerine örnek almışlardır. Örneğin Tanzimat döneminin iki başlı; yani geleneksel ile çağdaş kurumların yan yana yaşamasının ortaya çıkardığı sıkıntılar görülmüştür. Çağa ayak uyduramayan gelenekseli kaldırmak yerine aynı sahada yeni müesseseler açarak kurumlar arası çatışmaya yol açan ve ülkeyi zayıflatan Osmanlı usulü reform yerine, II. Mahmud un Vaka-yı Hayriye de uyguladığı gibi eskiyi tamamen kaldırıp yerine yeniyi getirme metodunu tercih etmişlerdir. Ayrıca bu dönemde, Osmanlı Devleti ndeki anayasal gelişmeler ve meşrutiyet uygulamaları, devletin ve milletin anayasa, meclis, demokrasi gibi kavramlarla tanışmasına, bunları belli bir oranda da olsa benimsemesine ve cumhuriyet için gerekli ortamın hazırlanmasına yardımcı olmuştur. Osmanlı Devleti, Türkiye Cumhuriyeti ne inkılaplar konusunda izlenecek yöntem ve toplumun hazırlanma düzeyi de dâhil pek çok miras bırakmıştır. Saltanat kaldırılırken önemsenecek derecede büyük bir tepkinin olmaması, II. Meşrutiyet döneminde saltanatın ikinci planda kalmasına ve halkın bunu kanıksamasına bağlanabilir. Her milletin kendine mahsus gelenekleri, kendine mahsus âdetleri, kendine göre millî hususiyetleri vardır. Hiçbir millet, aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle 75

bir millet, ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti içinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki acıdır. diyen Atatürk, inkılaplarını milletinin karakterine uygun olarak düzenlediği için uzun süreli başarılı sonuçlar elde etmiştir. Çünkü yine onun sözleriyle Bir milletin mutluluk saydığı şey, diğer bir millet için felâket olabilir. O hâlde bir millet, kendine göre mutluluk sayacağı bir şeye erişebilmek için başvurduğu vasıtalar, kendi ruhundan çıkarsa o vakit maksada varabilir. Bütün bunlar ışığında gördüğümüz odur ki; Türk İnkılabı Türkiye gerçeklerinden, Türk halkının ihtiyaç ve isteklerinden, Türk tarihindeki yaşanmışlıklardan kaynaklanmıştır. Türk milletinin aklın ve bilimin önderliğinde çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması, dünya milletleri ailesinin bağımsız, eşit bir üyesi olarak demokratik kurallar içerisinde mutlu bir yaşam sürmesi için uzunca bir tarihî olgunlaşma sürecinden sonra, Atatürk liderliğinde Türkiye şartları göz önüne alınarak gerçekleştirilmiştir. Atatürk İlke ve İnkılaplarının halkımız için ne derece önemli olduğu, Birinci Dünya Savaşı na kadar aynı sınırlar içinde yaşadığımız Orta Doğu ülkelerinin içinde bulundukları ve bir türlü çıkamadıkları keşmekeş ve günümüzdeki çağdaşlık düzeyleri göz önüne alındığında daha iyi anlaşılmaktadır. 76

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti Millî Mücadele nin üç safhada gerçekleştiği kabul edilir. Birinci safhası düşmanı yurttan kovmadır. Bu amaca silahlı mücadele ile ulaşılmıştır. İkinci safhası tam bağımsızlıktır. Bu amaca Lozan Antlaşmasında, kapitülasyonların her alanda kaldırılması ile ulaşılmıştır. Üçüncü safha ise millî, çağdaş, gelişmiş bir ülke olmaktır. İncelediğimiz dönem işte bu üçüncü safhaya ulaşmak için büyük gayretlerin gerçekleştirildiği bir dönemdir. Bu dönemde Halifelik kaldırılmış, eğitim öğretim birleştirilmiş, Harf İnkılabı gibi çok zor bir inkılap yapılmış, kılık-kıyafetten takvime, rakamlardan ölçü birimlerine, kadın-erkek eşitliği ve hukuktan sanata ve ekonomiye toplumsal hayatın hemen her alanında yenilikler getirilmiştir. Türk milletini çağdaş dünyanın saygın bir üyesi yapmak için gerçekleştirilen bu atılımlar, yüz yıllardır aynı toplumsal yapı içinde yaşamakta olan halkın belli bir kesiminde tepki doğmasına neden olmuş, bu tepki, bazen siyasi parti bazen de isyan ve suikast girişimleri şeklinde ortaya çıkmıştır. Atatürk ve dönemin devlet adamları ortaya çıkan ya da çıkacak olan tepkileri en aza indirmek, inkılapları halka benimsetmek ve öğretmek için yurt gezileri düzenlemişler, Millet Mektepleri ve Halkevleri gibi kurumları oluşturmuşlardır. Türk inkılabı, Osmanlı Devleti nde gerçekleşen yenileşme süreçlerini iyi değerlendirmiş, Batı da gördüğü her şeyi olduğu gibi almamış, alınması gerekenleri millî kültür içerisinde yoğurup millileştirmiştir. Örneğin ekonomide uygulanan devletçilik politikası, o zamana kadar dünyada uygulanan hiçbir ekonomik sisteme benzemez. Türkiye şartlarına uygun olarak bir sentez yapılmış ve yeni bir karma ekonomi modeli geliştirilmiştir. 77

Bölüm Soruları 1) Aşağıdakilerden ifadelerden hangisi 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu için yanlıştır? a) Eksik kaldığı yerlerde Osmanlı Kanun-u Esasi sinin maddeleri geçerli olacaktır. b) Türkiye Devleti nin idare şekli Cumhuriyettir. ibaresi ilk defa bu anayasada yer almıştır. c) Halifelik bu anayasa yürürlükte iken kaldırılmıştır. d) 23 Maddeden oluşan bir anayasadır. e) Çeşitli Değişikliklerle 1960 İhtilali ne kadar yürürlükte kalmıştır. 2) Aşağıdaki seçeneklerden hangisi Osmanlı Devleti nin son dönemlerinden itibaren birbirine zıt görüşlü insanlar yetiştirerek huzursuzluklara neden olan eğitim sistemini düzeltmek için yapılmış bir uygulamadır? a) Harf İnkılabı nın yapılması b) Tevhid-i Tedrisat Kanunu nun çıkarılması c) Millet Mektepleri nin açılması d) Halkevlerinin açılması e) Türk Ocakları nın kapatılması 3) I. Okuma yazmanın kolaylaştırılması, II. Eğitim ve Öğretimde birlik sağlanması, III. Arap harfleri ile kolay yazılamadığı için ihmal edilen Türkçenin kurtarılması. Yukarıda verilen ifadelerinden hangisi ya da hangileri Harf İnkılabı nın amaçları arasında yer alır? a) Yalnız I b) Yalnız I ve II c) Yalnız I ve III d) Yalnız II ve III e) I, II ve III 78

4) Aşağıdaki şıklardan hangisi eski milletvekillerinden Ziya Hurşit için doğru bir ifadedir? a) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nın kurucularındandır. b) Serbest Cumhuriyet Fırkası nın genel sekreteridir. c) Şeyh Sait İsyanı nda elebaşlarından biridir. d) İzmir Suikastı nda suikastçılardan biridir. e) Menemen Olayı nda eylemcilerden biridir. 5) I. Halk Evlerinin Kuruluşu II. Harf İnkılabı III. Millet Mekteplerinin Kuruluşu IV. Altı İlkenin Anayasaya Girmesi Bu gelişmelerinin kronolojik sıralaması hangi şıkta doğru verilmiştir? a) II, III, I, IV b) I, II, IV, III c) III, II, IV, I d) IV, II, I, III e) I, II, III, IV Cevaplar 1) e, 2) b, 3) c, 4) d, 5) a 79

Bölüm Kaynakçası Atatürk ün Söylev ve Demeçleri I - III, Ankara 1997. Atatürk ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, Ankara 1997. Avcı, Cemal; III. Dönem TBMM nin Yapısı ve Faaliyetleri (1927-1931), Ankara 2000. Avcı, Cemal; İzmir Suikastı, İstanbul 2010. Avcı, Cemal; Saltanattan Cumhuriyete Demokratik Olgunlaşma Tarihi, İstanbul 2013. CHF Halk Hatipleri Teşkilâtı Talimatı, İstanbul 1931. CHP; CHP Halkevleri ve Halkodaları 1932-1942, İstanbul - Ankara, 1942. D.İ.E.; Türkiye de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Ankara 1973. Ergün, Mustafa; Atatürk Devri Türk Eğitimi, Ankara 1982. 1985. Güneş, İhsan; Birinci Büyük Millet Meclisinin Düşünsel Yapısı (1920-1923), Eskişehir İstatistik Umum Müdürlüğü; Kültür İstatistikleri 1935-1936, Ankara 1937. Kalafat, Yaşar; Şark Meselesi Işığında Şeyh Sait Olayı, Karakteri, Dönemindeki İç ve Dış Olaylar, İstanbul 1992. Kocatürk, Utkan; Atatürk ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara 1999. Lewis, Bernard; Modern Türkiye nin Doğuşu, Ankara 1991. Maarif Vekâleti; Atatürk ün Maarife Ait Direktifleri, İstanbul 1939. Önder, Mehmet; Atatürk ün Yurt Gezileri, Ankara 1975. Özbudun, Ergun; 1921 Anayasası, Ankara 1992. Şimşir, Bilal N. ; Türk Yazı Devrimi, Ankara 1992. Tekeli, İlhan - İlkin, Selim; 1929 Dünya Buhranında Türkiye nin İktisadî Politika Anlayışları, Ankara 1977. Toker, Metin; Şeyh Sait İsyanı, Ankara 1968. Tunaya, Tarık Zafer; Türkiye de Siyasi Partiler, İstanbul 1952. 1981. Tuncay, Mete; Türkiye Cumhuriyeti nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, Ankara 80

Türkiye Cumhuriyeti nin Laikleşmesinde 3 Mart 1924 Tarihli Yasaların Önemi (Panel), Ankara 1995. Ülkütaşır, M. Şakir; Atatürk ve Harf Devrimi, Ankara 1981. Yalçın, Durmuş ve Diğerleri; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, Ankara 2002. Yetkin, Çetin; Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, İstanbul 1982. 81

4. TEK PARTİ DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARI (1923-1950) 82

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti nin mirası üzerine kurulmuştur. Bu nedenle Cumhuriyet in ilk yıllarında ekonomi alanındaki uygulamalar bu mirasın izlerini taşımaktadır. 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir de toplanan Türkiye İktisat Kongresi, yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti nin temel ekonomik tercihlerinin belirlendiği ve ilan edildiği bir toplantı olmuştur. Özel sektör eliyle sanayileşmeyi ana hedefine koyan ve o dönemin koşullarına göre liberal özellikler içeren ekonomi politikaları, 1929 Dünya Buhranı nın da etkisiyle başarısız olmuş ve yerini dünya çapında yaygınlaşan devletçi uygulamalara terk etmiştir. İkinci Dünya Savaşı nın da etkisiyle devletçilik uygulamaları ekonomide ağırlığını hissettirmiş ve silahlı tarafsızlık politikasının etkileriyle geniş halk kesimlerine ağır bir maliyetin yaşanmasına neden olmuştur. Oluşan tepkiler ve savaş sonrasında dış konjonktürdeki değişiklikler, Türkiye nin devletçi iktisadi politikalardan vazgeçmesine zemin hazırlamıştır. Cumhuriyet in ilk 25 yılında ağırlıklı olarak kurumsal altyapının ve ekonomik sistemin oluşturulmasına yönelik çabaların yoğunlaştığı tek parti iktidarı, başında liberal politikalar tercih edilmesine rağmen sonraları iç ve dış şartların zorlamasıyla giderek ağır devletçi uygulamalara sahne olan ve daha sonra yine aynı nedenlerden dolayı devletçilikten vazgeçildiği bir dönemi kapsamaktadır. Osmanlı dan devralınan sosyoekonomik miras konusuyla başlayan bölüm, Cumhuriyet in ilk yıllarındaki temel ekonomik tercihler, devletçiliğe geçiş ve sanayileşme çabaları ile tarımsal dönüşüm ve gelişmelerle devam etmekte, savaş ekonomisi ve uygulamaları ile İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik gelişmelerle sona ermektedir. Bu bölümde yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet inin ekonomi alanındaki tercihleri ve kurumsal altyapı çalışmalarının hangi iç ve dış şartlardan etkilendiği ile başarılı ve başarısız olunan alanların karşılaştırması yapılarak Cumhuriyet in ilk 25 yılına ilişkin genel bir değerlendirmede bulunmak mümkün olacaktır. 83

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular İzmir İktisat Kongresi niçin Cumhuriyet in ilanından önce toplanmıştır? Cumhuriyet in ilk on yılından sonra niçin devletçi ekonomi politikalarına geçilmiştir? Türkiye nin İkinci Dünya Savaşı na girmemesinin ekonomik sonuçları nelerdir? 84

Bu Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği Osmanlı Devleti nden Devralınan Sosyoekonomik Miras Cumhuriyet in İlk Yıllarında Temel Ekonomik Tercihler Devletçiliğe Geçiş ve Sanayileşme Çabaları Tarımsal Dönüşüm ve Gelişmeler Savaş Ekonomisi Uygulamaları İkinci Dünya Savaşı Sonrasındaki Ekonomik Gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti nin Osmanlı Devleti nden nasıl bir ekonomik miras aldığını açıklayabilmek Cumhuriyet in ilk yıllarındaki sanayileşme çabalarını değerlendirebilmek Devletçiliğe geçiş nedenlerini ve devletçilik uygulamalarını tartışabilmek Tarımda makineleşme ve modernleşme çabalarını değerlendirebilmek Savaş ekonomisi uygulamalarını ve sonuçlarını analiz edebilmek İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki değişimin nedenlerini tartışabilmek Osmanlı Devleti nin sosyoekonomik yapısının temel özelliklerini okuyarak Cumhuriyet in kuruluşunda sanayileşmeye öncelik verilmesinin nedenlerini araştırarak Cumhuriyetin ilk yıllarında liberal politikaları uygulamanın zorluklarını araştırarak Tarımda makineleşmenin gerekçelerine ilişkin fikir yürüterek Savaş ekonomisi uygulamaları ve sonuçlarını karşılaştırarak İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki politika değişikliğinin iç ve dış dinamiklerini araştırarak 85

1923 Türkiye İktisat Kongresi Devletçilik Sanayileşme Tarımda Makineleşme Millî Korunma Kanunu İktisadi Planlama Anahtar Kavramlar 86

Giriş Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluşuyla beraber sosyoekonomik yapıda köklü değişikliklere girişilmiş olsa da mevcut durum büyük ölçüde Osmanlı Devleti nin izlerini taşımaktadır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin Cumhuriyet dönemindeki gelişmeleri anlayabilmek için Osmanlı Devleti nden devralınan sosyoekonomik mirasın bilinmesine ihtiyaç vardır. Cumhuriyetin modern bir kapitalist ekonominin oluşması için öngördüğü mekanizmanın iktisadi kökleri, 1908 sonrası İttihatçıların millî iktisat kanadının fikirlerine dayanmaktadır. Yapının esası da 1923 Türkiye İktisat Kongresi nde oluşturulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluşunda ve daha sonra yönetiminde söz sahibi olan kadrolar, iktisadi gelişme ile sanayileşmeyi özdeş kabul etmiş ve kapitalist bir sanayileşme tarzıyla gelişmeyi amaçlamışlardır. Cumhuriyet in ilk yıllarından itibaren sanayileşme öncelikli politikalar izlenmesinin sonucu olarak tarıma verilen destekler sınırlı düzeyde gerçekleşmiştir. Bu dönemde tarımsal dönüşümün sağlanmasına yönelik hamleler kurumsal altyapının ve tarımda makineleşmenin sağlanmasına yönelik olmuştur. 1929 Dünya Buhranı, tüm kapitalist ülkeleri derinden etkilemiş, Türkiye ekonomisi de bundan nasibini almış ve liberal politikalardan vazgeçilerek daha aktif devletçilik politikalarına geçilmesini zorunlu kılmıştır. İkinci Dünya Savaşı koşullarının da etkisiyle ekonomideki devletçilik uygulamaları kapitalizmin sınırlarını zorlayacak seviyeye kadar ulaşmıştır. Türkiye İkinci Dünya Savaşı na girmemiş ancak hükümetin uyguladığı silahlı tarafsızlık politikası ve savaş koşulları nedeniyle Türk halkı ağır bir bedel ödemiştir. Bu dönemde yaşanan yüksek enflasyonun temel nedeni sıkı para ve maliye politikalarından vazgeçilmesi ve arz talep dengesinin bozulmasıdır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan iki kutuplu dünyada tercihini Batı dan yana kullanmıştır. Savaşta harap olan Avrupa nın yeniden imarında Türkiye ye verilen rolün bir sonucu olarak öncelik tarım sektörüne geçmiştir. 87

4.1. Osmanlı Devleti nden Devralınan Sosyoekonomik Miras Osmanlı Devleti nin Birinci Dünya Savaşı öncesinde toplam nüfusunun 30 milyon civarında olduğu tahmin edilmekle birlikte Anadolu Türkiye sinin nüfusu ise 12 milyonun altındadır. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan nüfus sayımında Türkiye nüfusu 12,4 milyon olarak tespit edilmiştir. Bu iki veriden hareketle nüfus artış hızının oldukça düşük olduğu ifade edilebilir. Özellikle genç yaştaki erkeklerin uzun süre askerlik hizmeti altında olmaları, olumsuz sağlık koşulları ve savaş kayıpları nedeniyle nüfus artışı çok düşük seviyede gerçekleşmiştir. Aynı zamanda bu olumsuz koşullar, nüfusun yaş ve cinsiyet dağılımını kadınlar ve gençler aleyhine etkilemiştir. Birinci Dünya Savaşı nda başta şehitlerimiz olmak üzere yitirdiğimiz veya ekonomik faaliyetlerden uzak kalan insanlarımız iktisadi açıdan da önemli bir kayıp olarak değerlendirilmelidir. Dönemin nüfusuna göre önemli sayılabilecek düzeyde genç nüfusun yitirilmesi gelecek dönemler için birçok açıdan problemi de beraberinde getirmiştir. Üstelik bu yitirdiğimiz insanların eğitim düzeyleri dikkate alındığında bu olumsuzluklar daha da derinleşmektedir. Zira bu dönemde eğitim düzeyleri oldukça düşüktür ve savaşta kaybedilenlerin önemli bir bölümü nispeten daha eğitimli olan gençlerden oluşmaktadır. Birinci Dünya Savaşı boyunca muharebelerde ve hastalanarak şehit olanlar ile kaybolanlar, esir ve yaralananların Anadolu nüfusunun yaklaşık olarak %10 luk bir bölümünü oluşturduğu tahmin edilmektedir. Birinci Dünya Savaşı ndaki insan kaybı dikkate alındığında en fazla zayiatın Çanakkale Cephesi nde verildiği anlaşılmaktadır. Toplam zayiatın eğitim seviyesi konusunda kesin bir bilgi söz konusu olmasa da oldukça genç olduğu konusunda şüphe yoktur. Nitekim Çanakkale Cephesi nde şehit olanların yaklaşık olarak %90 ı 35 yaşın altındadır. Her türlü kayba ve daha sonraki dönemlere yaptığı olumsuz etkilere rağmen Çanakkale Savaşı nda yaşanan zafer, Türk milletinin Millî Mücadele ruhunu yeniden ortaya çıkarmış ve bunu yönetecek kadronun hazırlanmasını sağlamıştır. Bu sayede oluşan özgüven, Türkiye Cumhuriyeti nin kurulmasına katkı sağlamış ve bu büyük bir kazanım olmuştur. Osmanlı Devleti nde nüfusun eğitim düzeyi hakkındaki bilgiler, oldukça düşük olduğu yönündedir. Okuma yazma bilenlerin sayısı %10 un altındadır. 1897 yılı istatistiklerine göre Osmanlı Devleti sınırları içerisinde 28614 ilkokul, 412 ortaokul ve yalnızca 55 lise mevcuttur. Bu okullarda okuyan öğrencilerin sayısı ise sırasıyla 854921, 31469 ve 5419 dur. İlkokul da cinsiyet oranı (Kız / Erkek) 0,40 iken bu oran ortaokulda 0,15 e düşmektedir. Osmanlı Devleti nin savaş öncesi dönemde mevcut okullarının önemli bir bölümü Anadolu topraklarında yer almaktadır. Nitekim toplam okul ve öğrenci sayısının %80 ninden biraz fazlası Türkiye sınırları içerisinde bulunmaktadır. Osmanlı Devleti nin sosyoekonomik yapısı büyük ölçüde tarıma ve toprağa dayalı olarak gelişmiştir. İmparatorluğun son yıllarında üretilen millî gelirin yaklaşık yarısının bu sektör tarafından sağlanmasına ve nüfusun yaklaşık ¾ lük bir kesimini barındırmasına rağmen tarım sektörü birçok yapısal sorunu da içerisinde barındırıyordu. Toprak düzeninin ve dolayısıyla tarımın en önemli unsuru olan miri arazi sisteminden vazgeçilmeye başlanması tarımsal potansiyelin kullanımında gerilemeye neden olmuştur. Kaynakların önemli bir bölümü 88

tarıma tahsis edilmesine rağmen zaman zaman bazı temel gıda maddeleri ithal yoluyla temin edilebiliyordu. Tarımsal üretim büyük ölçüde öz tüketime yönelik yapılıyor, artan ürünler ise iç piyasaları bütünleştirebilecek altyapıya sahip olunmadığından ancak yerel pazarlara ulaşabiliyordu. Sadece Duyunu Umumiye İdaresi tarafından üretimi teşvik edilen tütün ve koza ile pamuk ve fındık gibi ürünler ihracata konu olabiliyordu. İngiltere nin Sanayi Devrimi sonucunda gelişen tekstil sektörünün pamuk ihtiyacını alternatif pazarlardan temin etme çabaları, Osmanlı Devleti nin pamuk üretimini teşvik tedbirleriyle sonuçlanmıştır. Bu çerçevede, 1862 ve 1863 yıllarında pamuk üretimi için gerekli makinelerin ithalatında kolaylıklar sağlayan kararlar alınmıştır. Ayrıca 1863 yılında İstanbul da düzenlenen Sergiy-i Osmani de tarım alet ve makinelerini tanıtan bir stand açılmıştır. Ancak bu cılız girişimler, batının ihtiyaç duyduğu tarımsal hammaddelerin Osmanlı topraklarında üretilmesini ve dolayısıyla da makineleşme fırsatından faydalanmayı temin edememiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesi tarımın modernleştirilmesine yönelik birtakım iyi niyetli girişimler olmasına rağmen bu dönemde kayda değer bir gelişme olmamıştır. Birinci Dünya Savaşı nın başladığı dönemde Türkiye nin sınırları içerisinde 35 tek ve 25 çift buharlı pulluk bulunuyordu. Lokomobillerle çekilen ilk buharlı pulluk 1885 te, Adana Valisi Abidin Paşa tarafından Adana ve Silifke deki kendi çiftliklerinde kullanılmak üzere ithal edilmiştir. Harman makinelerinden Batöz, ilk olarak Trakya daki bir Türk çiftçi tarafından 1879 yılında getirilmiştir. 1920 li yıllarda, köylü ailelerin %20 sinin üretim araçlarından yoksun olduğu, üretim aracı olan ailelerde ise aile başına bir karasabanın bile düşmediği, tarım makinelerinin toplam makinelerin %1 ine bile ulaşmadığı bir görünüm söz konusudur. Osmanlı Devleti nin -Batı Avrupa ülkelerinin makineli üretime geçmediği- klasik döneminde sanayi yönünden gelişmiş ülkeler arasında yer aldığı kabul edilmektedir. Osmanlı Devleti nin klasik dönemi olarak nitelendirebileceğimiz bu süreçte ihtiyaç duyulan sanayi mallarının önemli bir bölümü ülke sınırları içinde üretilmektedir. İstanbul, İzmir, Kayseri ve Bursa da ipekli ve pamuklu dokuma, çinicilik, dericilik, silah ve gemi yapımı gibi alanlarda sanayi oldukça gelişmiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, bugünkü gelişmiş ülkelerin önemli bir bölümü ekonomik büyüme eğilimine girmiş ve Osmanlı ekonomisi de bu büyüme eğilimini yakalamıştır. Bu başarıda, Tanzimat sonrası yapılan reformların ve kurumsal dönüşümün yanı sıra açık ekonomi koşullarında tarım ağırlıklı ekonominin giderek ihracata yönelmesinin ve bu modelin yabancı sermaye yatırımlarıyla desteklenmesinin önemli rolleri olmuştur. Gelişen milliyetçilik akımlarının da etkisiyle, sanayileşme alanında dışa bağımlılığın ortadan kaldırılması ve yerli sanayinin geliştirilmesine yönelik olarak çeşitli girişimlerde bulunulmuştur. Bunlardan birincisi 1863 yılında kurulan Islahı Sanayi Komisyonu, ikincisi ise 1913 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu dur. İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından çıkarılan bu kanunla, belirli ölçütlere sahip sanayi kuruluşları için ücretsiz arazi, vergi ve harçlarda muafiyetler tanınmıştır. Bu kanun, sanayileşme konusundaki kararlığı göstermesi açısından önemli bir girişim olarak kabul edilmekle birlikte, Birinci Dünya Savaşı koşullarının olumsuzluğu, kredi kolaylıkları ve koruma tedbirleri içermediğinden uygulamada beklenen başarıyı gösterememiştir. 89

Osmanlı Devleti nin son döneminde, sanayileşmede geri kalmasının ve batı ülkeleri ile rekabet edememesinin en önemli nedeni, sanayileşmenin gerekliliği konusundaki kafa karışıklığıdır. II. Meşrutiyet e kadar ekonomik gelişmenin tarım ve ticarete dayalı olmasının gerektiği, sanayileşmenin kaynak israfına neden olacağı konusunda genel bir kabul söz konusudur. Osmanlı Devleti başta sanayi olmak üzere birçok alanda Batı Avrupa ülkelerine göre daha gelişmişken 18. yüzyıldan itibaren bu üstünlüğünü kaybetmeye başlamış ve İngiltere ile yapılan 1838 tarihli serbest ticaret anlaşmasıyla bu düşüş ivme kazanmıştır. Osmanlı toprakları bu anlaşmayla, Sanayi Devrimi sayesinde makineli ve seri üretime geçen kapitalist ülkelerin açık pazarı hâline gelmiştir. Dış rekabete dayanamayan Osmanlı sanayisi, göreceli olarak üstün olduğu sektörlerde bile hızla gerilemiş ve büyük bir düşüş yaşamıştır. Oluşan dış ticaret açığı önce kıymetli madenlerle daha sonra ise dış borçlarla finanse edilmiştir. Ayrıca Osmanlı da sermayenin tabana yayılmasına yönelik olarak oluşturulan sosyoekonomik yapı, sermayenin belirli bir kesimde toplanmasına imkân vermemiştir. Birinci Dünya Savaşı nedeniyle kapitülasyonların en azından fiilen sona ermesi nedeniyle sanayide bir kıpırdama beklentisi oluşmuştur. İstanbul, İzmir, Bursa ve İzmit gibi batı bölgelerindeki sanayinin mevcut durumunu saptama amacıyla Ticaret ve Ziraat Vekâleti tarafından sanayi sayımları yapılmış ve 1913-1915 Sanayi Tahriri adı altında bu sayımın sonuçları ilan edilmiştir. Osmanlı sanayinin Türkiye ekonomisine bıraktığı mirasın temel karakteristikleri aşağıdaki gibidir: Osmanlı Devleti nin ekonomik yapısı içerisinde tarım sektörünün önemli bir payı olduğu için sanayi de doğal olarak hammaddesi tarıma dayalı sektörler üzerinde yoğunlaşmıştır. 1915 sayımına göre gıda, toprak, deri, ağaç, kâğıt ve dokuma sektörlerinde faaliyet gösteren işyerlerin istihdam ve üretim içerisindeki payı %95 in üzerindedir. Sanayi üretiminin %70 i gıda sanayi tarafından gerçekleştirilirken, istihdamın %48 ini dokuma sanayi sağlamaktadır. Osmanlı sanayisinin önemli bir özelliği de bölgesel yoğunlaşma içerisinde olmasıdır. Sanayinin önemli merkezi 1912 yılında Balkan Savaşı nedeniyle Yunanistan a katılana kadar Selanik, daha sonra ise İstanbul dur. İstanbul da toplam sanayi tesislerinin %55 i kuruludur. Sanayinin yoğunlaştığı ikinci bölge ise İzmir dir. Bunun en önemli nedeni tüketim merkezlerine yakın olma isteği, ulaşım kolaylığı ile sanayi sektöründe önemli bir sermaye ve emek payına sahip olan gayrimüslim azınlıkların bu bölgelerde yoğunlaşmasıdır. Türklerin sanayideki sermaye ve emek payı ancak %15 civarındadır. 90

Tablo 2: Osmanlı Sanayinde Sermaye ve Emek Açısından Milliyetlerin Dağılımı Milliyet Sermaye % Emek % Türk 15 15 Rum 50 60 Ermeni 20 15 Yahudi 5 10 Yabancı 10 - Osmanlı sanayi içerisinde tüketim malları üretiminin önemli bir yeri vardır. Ara malı ve yatırım malı üretimi yok denecek kadar az olduğu için sanayi malları üretimi içerisinde tüketim mallarının oranı çok yüksektir. Osmanlı sanayisinde büyük ölçekli kuruluşların önemli bir bölümü, ordunun ve sarayın ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kamu mülkiyetindedir. Devletin işlettiği tesisler, sayı olarak azınlıkta bulunmasına rağmen istihdam, üretim ve çevirici güç içerisindeki payları oldukça yüksektir. Yabancı girişimcilerin Osmanlı topraklarına yönelik yatırımları, dış borçlanmanın artmasıyla yükselmiştir. Ancak, bankacılık, ulaşım ve ticaret gibi kârlı alanlara yatırım yapılmasından dolayı sanayi sektörü içerisindeki yabancı sermaye payı oldukça düşük kalmıştır. 1880 yılında Osmanlı Devleti nde kişi başına düşen millî gelir (satın alma gücü paritesine göre) 900 ABD doları iken, 1913 yılında 1200 dolar civarına yükseldiği tahmin edilmektedir. Bir başka çalışmaya göre 1890-1915 tarihleri arasındaki 25 yıllık sürede millî gelir toplam olarak %56, yıllık ise %1,8 civarında artmıştır. Nüfus artışı ise yıllık %1 olduğundan kişi başına düşen gelir %1 dolayında gerçekleşmiştir. Aynı dönemde ABD, Almanya, İngiltere, Kanada ve Japonya nın büyüme oranları ise %2,4-4,1 arasındadır. 4.2. Cumhuriyet in İlk Yıllarında Temel Ekonomik Tercihler Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluşunda ve daha sonra yönetiminde söz sahibi olan kadroların, iktisadi gelişme ile sanayileşmeyi özdeş kabul edip kapitalist bir sanayileşme tarzıyla gelişmeyi amaçladıklarını belirtmiştik. Askerî alanda batı ile mücadele eden bu kadro, batı medeniyetini hedef alan bir kalkınma stratejisi uygulamayı amaçlamıştır. Bu doğrultuda, millî burjuvazinin oluşturulmasını amaçlayan bir gelişme ve sanayileşme çabası içerisinde politikalar uygulamışlardır. 17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihleri arasında, Lozan görüşmeleri sürerken İzmir de toplanan Türkiye İktisat Kongresi, Türkiye Cumhuriyeti nin uygulayacağı iktisat politikalarının; serbest girişime dayalı, ithal ikameci, yabancı sermayeye izin veren ve iktisadi hayatın Müslüman-Türk tüccar ve sanayiciler eliyle yürütülmesini savunan esasların deklare edildiği bir toplantı olarak gerçekleşmiştir. Hükümet üzerinde 91

herhangi bir bağlayıcılığı olmayan hatta birbiriyle çelişen bazı kararların alındığı bu kongreye çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi grupları katılmış ancak İstanbul tüccarları tarafından temsil edilen tüccar grubu oldukça etkili olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan iktisat politikalarının, iktisadi yaşamda millî unsurların hâkimiyetini artırmayı hedefleyen, liberal unsurlar içeren ancak özel sektörün yetersiz kaldığı alanlarda devletin devreye gireceği karma bir ekonomik sisteme dayalı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu sistem, dönemler itibarıyla devletin ağırlığı değişse de uzun yıllar uygulanmaya devam etmiştir. Cumhuriyet in ilk yıllarında, dönemin koşullarına pek uymayan hatta oldukça liberal özellikler taşıyan bu sanayileşme politikasının başarılı biçimde uygulandığını ifade etmek pek mümkün değildir. Bu dönemde, sermaye, alt yapı, nitelikli eleman ve tecrübe yetersizliği içinde bulunan özel sektörden sanayileşme hamlesi beklemek oldukça iyimser bir yaklaşımdır. Nitekim Cumhuriyet in ilk on yılında sanayi sektöründeki büyüme, tarımın gerisinde kalmıştır. Cumhuriyet in ilk yıllarında hem genel hem de sanayileşme alanında kurumsal yapının oluşturulmasına gayret gösterilmiştir. 1924 yılında yarı resmî bir hüviyet taşıyan İş Bankası ve 1925 yılında, daha sonra sırasıyla Devlet Sanayi Ofisi ne ve Sümerbank a devredilecek olan Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur. 1913 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu revize edilerek genişletilmiş ve 1927 yılında yeniden uygulamaya konmuştur. Yeniden uygulamaya konulan bu kanunla teşvikten faydalanacak işletmelerin ileri teknoloji ve ölçekli olmasına dikkat edilmiştir. 1929 yılında çıkarılan yeni gümrük kanunu ile yurt içi sanayi üretiminin yurt dışı rekabetten korunması amacıyla gümrük vergileri yükseltilmiştir. Ekonomik yapının kurumsallaşmasına yönelik diğer girişimler ise Âli İktisat Meclisi ile Ticaret ve Sanayi Odaları nın yeniden düzenlenmesi ile İktisat Vekâleti nin kurulmasıdır. 1927 yılında Türkiye Cumhuriyeti nin sahip olduğu beşeri ve ekonomik varlığın bir dökümünü çıkarmak amacıyla nüfus, tarım ve sanayi sayımı yapılmıştır. Bu sayıma göre istihdamın %80,9 u tarım, %8,9 u sanayi ve %10,2 si hizmetler sektöründe çalışmaktadır. Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla içerisinde tarımın payı %49, sanayinin payı %14 ve hizmetler sektörünün payı ise %36 dır. İstihdamın %80 ini oluşturan tarım sektörünün hâsılanın ancak %49 unu üretebilmesi, bu sektördeki verimliliğin oldukça düşük olduğunu göstermesi açısından önemlidir. 1948 fiyatlarıyla hesaplanan 1923 yılı GSMH 2,9 milyon TL iken 1932 yılında 5,2 milyon TL olmuş, kişi başına düşen gelir ise 45 USD dan 39 USD a düşmüştür. Sanayi sektörüne yönelik verilen teşviklere ve korumacı tedbirlere rağmen serbest girişimcilerden beklenen başarının elde edilememesi, bu politikanın zaman ve para kaybına neden olduğu yönünde bir kanaatin yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır. 1929 Dünya Ekonomik Buhranı nın Türkiye ekonomisine yansıttığı olumsuz etkilerinin hissedilmeye başlanması, serbest girişime dayalı sanayileşme politikasından vazgeçilmesine neden olmuştur. Bunda, Lozan Anlaşması nedeniyle gümrük vergilerinin 1929 yılına kadar yükseltilememesi nedeniyle sanayi sektörüne yeterli korumanın sağlanamamasının rolü olmuştur. Diğer yandan ticaretin daha karlı ve riskinin düşük olması nedeniyle sanayi sektörüne beklenen yatırımların gerçekleşmemesi ile krizin etkilerinin merkezî plan ekonomilerinde daha az hissedilmesinin de etkisi olmuştur. Böylelikle, demiryollarının, sınırlı sayıda fabrika ve 92

işletmenin devlet tarafından işletildiği bir sistemden, devletçiliğin bir sanayileşme politikası olarak uygulandığı yeni bir sisteme geçilmeye başlanmıştır. Bunun en açık örneklerini de Birinci ve İkinci Beş Yıllık Sanayi Planları oluşturmaktadır. 4.3. Devletçiliğe Geçiş ve Sanayileşme Çabaları ABD kaynaklı 1929 Dünya Ekonomik Buhranı, tüm kapitalist ülkeleri derinden etkilemiş, Türkiye ekonomisi de bundan nasibini almıştır. Türkiye nin 1929 Buhranı ndan etkilenmesi önce dış ticaret yoluyla ekonomik göstergeler üzerinde gerçekleşmiş, daha sonra ise liberal politikalardan vazgeçilerek daha aktif devletçilik politikalarına geçilmesini zorunlu kılmıştır. Devletçilik uygulamaları, 1930 yılından itibaren her alanda etkisini hissettirmeye başlamıştır. Devletin iktisadi yaşama müdahalesi T.C. Merkez Bankası Kanunu (1930) ve Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu (1930) ile para piyasalarında, taban fiyat uygulamaları ve Toprak Mahsulleri Ofisi nin (1938) kuruluşu ile de tarım sektöründe gerçekleşmiştir. Devlet Sanayi Ofisi nin (1932), Türkiye Sınaî Kredi Bankası nın (1932), Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü nün (1935) ve Etibank ın (1935) kuruluşu ve sanayi planları ile sanayi sektöründe kamunun ağırlığı giderek artmaya başlamıştır. Devlet Sanayi Ofisi ile Türkiye Sınaî Kredi Bankası nın 1933 yılında kurulan Sümerbank a devriyle, bu kurum Cumhuriyet tarihi içerisinde devletin sanayi alanındaki varlığının en önemli göstergesi oluşturmuştur. 1933 Haziran ında kurulan Sümerbank ın temel görevi devlet imalat sanayi yatırım programlarını uygulamak ve kurulacak devlet fabrikalarını işletmektir. Kısa bir sürede çok hızlı bir gelişme gösteren kuruluşta, çalışanların sayısı 1933 yılında 3.000 iken 1950 sonunda 34.000 e çıkmıştır. Bazı tesislerinin kurulmasında Sovyetler Birliği nden kredi ve teknik destek alınan Sümerbank, bünyesindeki işletmelerde lojman ve sosyal tesisleri barındırması bakımından da ilk olma özelliğine sahiptir. Birçok tüketim malının %100 ünü, bir kısmının ise %50 sinden fazlasını tek başına üreterek devletçi sanayileşmenin en önemli kuruluşu olan Sümerbank ın 1987 yılında özelleştirmesine karar verilerek Özelleştirme İdaresi Başkanlığı na devredilmiştir. 1929 Dünya Ekonomik Buhranı Türkiye nin önemli bir eksikliğini de açık şekilde ortaya çıkarmıştır. Bu eksiklik bireylerin elindeki sermayenin yetersizliği ve devletin ekonomiyi yönlendirmekten ziyade bu alandaki yatırımları bizzat gerçekleştirme zorunluluğudur. Bu gelişmelere bağlı olarak, halkı eğiterek hesaplı yaşamaya ve israfla mücadeleye ve millî ürünleri kullanmaya teşvik amacıyla daha sonra Türkiye Ekonomi Kurumu na dönüşecek olan Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti 1929 yılında kurulmuştur. Cemiyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra da Millî Sanayi Numune Sergisi ile Sanayi Kongresi düzenlenmiştir. 22-23 Nisan 1930 tarihinde Ankara da toplanan Sanayi Kongresi nin temel amacı; Türkiye Sanayii, Türkiye Devleti gibi yeni ve ileri olmalıdır. biçiminde özetlenebilir. 93

Devletçilik uygulamalarının sanayi üzerindeki etkisi üç şekilde gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisi Birinci Sanayi Planı, ikincisi plan dışında devletin gerçekleştirdiği sanayi yatırımları, üçüncüsü ise özel kesimin sanayi faaliyetlerini düzenleme girişimleridir. Bu dönemde devletin ekonomik hayata müdahalesi artarken planlı ekonomi ile sanayi sektörünün geliştirilmesine çalışılmış aynı zamanda da özel kesimi güçlendirici tedbirler uygulanmıştır. Birinci Sanayi Planı na yönelik çalışmalar 1930 yılından itibaren başlamış, önce Sovyet daha sonra Amerikan uzmanların katkılarıyla 1934 yılında resmen uygulamaya konmuştur. Planın uygulama görevi ağırlıklı olarak Sümerbank a verilmiştir. Birinci Sanayi Planı, hammaddesi yurt içinde bulunan tüketim mallarının üretilmesine yönelik ithal ikameci bir sanayileşme stratejisine dayanmaktadır. Yatırım kararları makro hatta sektör düzeyinde bile değil işletme veya proje düzeyinde alınmış, üretim ölçeği ithalat miktarlarına göre belirlenmiştir. İşletmelerin yer seçimleri ise ekonomik, millî savunma ve bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi kaygılarına bağlı olarak yapılmıştır. Birinci Sanayi Planı nın yatırım maliyeti, maliyetlerin doğru hesaplanamaması, ölçek büyüklüklerinin öngörülenden fazla olması ve gerçekleşme sürelerinin uzaması nedeniyle 43,9 milyon liranın çok üzerinde gerçekleşmiştir. Yatırım finansmanında artan ihtiyaç nedeniyle Sovyetler Birliği ve İngiltere den dış kaynak sağlanmıştır. Devletçilik döneminde dış ticaret politikasının temelini dengenin sağlanması oluşturmuştur. Bunun için genellikle ithalatın yasaklanarak veya sıkı biçimde kontrol edilerek dış ticaret dengesinin sağlanması amaçlanmış, gerektiğinde ikili anlaşmalara gidilerek denetim altında tutulmaya çalışılmıştır. Böylelikle dış ticaret dengesi sağlanarak yurt dışından kredi veya borçlanmanın önüne geçilmiş, Türk lirasının değeri korunmuştur. 1938 yılına gelindiğinde 21 i dokuma, madencilik, kâğıt, seramik ve kimya sanayisi içerisinde yer alan 23 fabrikadan yalnızca 4 tanesinin temeli atılamamıştır. 1936 da Ankara da toplanan Sanayi Kongresi yle başlayıp 1938 yılında yürürlüğe konan İkinci Sanayi Planı nın, birinci planın halen devam etmesi ve İkinci Dünya Savaşı koşulları nedeniyle fiilen uygulanması söz konusu olmamıştır. Önceki plana göre daha geniş kapsamlı, ihracatı hedef alan bu planda 100 civarında işletme yer almaktadır. GSMH içinde sektörlerin paylarına dikkat edildiğinde tarım ve hizmetlerin dalgalı, sanayinin ise daha istikrarlı olduğu görülmektedir. Sanayi sektörünün GSMH içindeki payı incelendiğinde, 1933 yılında %14,2 iken 1943 yılında en yüksek değer olan %16 ya ulaştığı ve 1947 yılında %15,2 düzeyinde gerçekleştiği görülmektedir. 4.4. Tarımsal Dönüşüm ve Gelişmeler Cumhuriyet in ilk yıllarından itibaren sanayileşme öncelikli politikalar izlenmesinin sonucu olarak tarıma verilen destekler sınırlı düzeyde gerçekleşmiştir. Bu dönemde tarımsal dönüşümün sağlanmasına yönelik hamleler kurumsal altyapının ve tarımda makineleşmenin sağlanmasına yönelik olmuştur. Kurumsal altyapının oluşturulmasına yönelik gelişmelerin en önemlisi 1926 yılında kabul edilen İsviçre Medeni Kanunu ile toprak mülkiyetinin yasal 94

temellere oturtulması ve 1925 te aşar vergisinin kaldırılmasıdır. Böylelikle hem topraksız köylülere toprak dağıtılarak ekilen arazilerin genişletilmesi hem de köylü üzerindeki vergi yükünün azaltılması hedeflenmiştir. Ancak Aşar vergisinin kaldırılmasıyla köylü üzerindeki vergi yükü tüketim vergileriyle ikame edilerek şehirli kesim üzerine aktarılmıştır. 1925 yılında çıkarılan bir kanunla, sermayesi İş Bankası ile Sanayi ve Maadin Bankası ndan alınan hammaddesi yerli piyasadan temin edilebilen ve piyasası hazır bulunan şeker fabrikalarının kurulması teşvik edilmiştir. İlk şeker fabrikaları Alpullu ve Uşak ta kurulmuş, bu fabrikaları Eskişehir (1933) ve Turhal (1934) fabrikaları izlemiştir. Cumhuriyet döneminde geniş teşviklerle geliştirilmesine çalışılan ilk sanayi alt sektörü şeker üretimidir. Bu sektörün tercih edilmesinin temel nedenleri ise talebinin yüksek olması ve hammaddesinin yurt içinde üretilebilmesidir. Cumhuriyet in ilk yıllarından itibaren tarımsal üretimin modern araç ve gereçlerden faydalanılarak gerçekleştirilmesine yönelik politikalar uygulanmıştır. Bunun biri iç diğeri dış olmak üzere iki temel nedeni vardır. Başta Çanakkale Savaşı olmak üzere Osmanlı Devleti nin girdiği savaşlarda yitirdiği insanlar nüfusun genç ve nispeten eğitimli kesimini oluşturmaktadır. Çalışma çağındaki nüfusun azalması, tüm sektörler için ama daha ziyade en önemli geçim kaynağı olan tarım faaliyetleri için gerekli emek gücünün yetersiz kalmasına neden olmaktadır. Tarım sektöründe makineleşmenin yok denecek kadar zayıf olması da bu yetersizliği artırmaktadır. Toprağı bol ancak emeği kıt olan bir ülkede, emeğin etkinliğini çoğaltacak ziraat makineleri ve aletlerinin artırılması rasyonel bir tutumdur. Diğer taraftan Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan teknolojik gelişmeler sonucunda dünya makine sanayinin üretim kapasitesi yükselmiş ve bu makinelerin satılabileceği yeni pazarlar aranmaya başlanmıştır. Emeği kıt olan bir ülke kapasitesi artan bir sanayi için oldukça uygun bir pazardır. Bu dönemde uygulanan makineleşmeyi teşvik politikası üç esasa dayalıdır. Bunlardan birincisi tarım makinelerinde kullanılan akaryakıtın ve kimyevi girdilerin başta gümrük vergisi olmak üzere vergiden muaf tutulmasıdır. İkinci teşvik tedbiri, makine kullanan büyük çiftçilerin askerlikten muaf tutulmasıdır. Hatta bu teşvik sadece makine kullanan büyük çiftçileri değil kullanmayan büyük çiftçileri ve iki yardımcılarını da kapsamaktadır. Bu durum hükümetin tarım alanlarını genişletme ve aynı zamanda haksız rekabeti engelleme çabasını göstermektedir. Bu şekilde makineli tarım faaliyeti sürdüren büyük çiftçilere verilen teşvikin diğer büyük çiftçi ve sürü sahiplerinin aleyhine olmaması hedeflenmiştir. Üçüncü teşvik politikası ise hükümet malı traktörlerin büyük çiftçilere kiralanmasıdır. Bu çerçevede Ziraat Bankası yurt dışından 70 traktör ithal etmiş, bunun 40 ını çiftçilere dağıtmış kalan 30 unu ise kendisi işletmeye sokmuştur. Bu dönemdeki traktör sayıları konusunda farklı rakamlar verilmektedir. Örneğin diğer bir kaynağa göre 1924 yılında Almanya dan 221 adet traktör ithal edilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında traktörleri ve diğer tarım makinelerini tamir edecek elemanların yetiştirilmesi için okullar kurulması da teşvik politikalarının diğer bir sonucudur. Böylelikle 1927 yılına gelindiğinde 2 bin adedi traktör olmak üzere toplam tarım makinesi sayısı 15 bin e yükselmiş ve bu gelişme Birinci Zirai Makineleşme Hareketi olarak tanımlanmıştır. 95

Cumhuriyetin ilk on yılında uygulanan tarımsal makineleşme hareketinin sonuçları aşağıdaki gibidir: Tarımsal makineleşme Anadolu ya yaygınlaştırılamamış ancak bazı illerde geliştirilebilmiştir. Örneğin bu dönemde Adana da tarımsal alanların %10 u traktörlerle sürülmekte iken birçok bölgede traktör kullanımı söz konusu olmamıştır. Traktör ithalatının doruk noktasına çıktığı 1925 yılında Ziraat Bankası yalnızca Tarsuslu çiftçilere 50 Fordson traktör dağıtmıştır. Krizin tüm alanlarda etkili biçimde hissedilmesiyle beraber hükümetin sağladığı muafiyetleri kaldırması ellerinde tarım makineleri bulunanları oldukça zor durumu düşürmüş ve birçok bölgede makine mezarlıkları oluşmuştur. Bu duruma düşülmesinde traktörlerin önemli bir bölümünün ABD den ithal edilmesinin payı yüksektir. Yabancı özel şirketlerin çiftçilere sattığı traktörlerin bedelini piyasa fiyatından daha düşük satın aldığı ürünlerle tahsil etmesi, uzun vadede özellikle borçlarını ödeyemeyen çiftçilerin aleyhine bir durum sergilemiştir. 1924 ve 1926 yılında çıkarılan tarımda makineleşmeye yönelik teşvik tedbirleri, 1927 yılında genişletilerek uygulanmaya devam etmiş ancak 1930 yılında tarım makineleri sahiplerine büyük tazminatlar ödenerek kaldırılmıştır. Tarımda makineleşme politikasının doğru yönetilememesi ve yaşanan diğer sorunlar neticesinde Makineli ziraat mı, hayvanlı ziraat mı? tartışmaları yaşanmaya başlamıştır. Ekonomik krizin etkilerinin ortadan kalkması ve tarımsal ürün fiyatlarının yükselmesi, tarımda makineleşmeyi yeniden tartışmaya açmıştır. Ne var ki, makineleşme konusunda olumsuz bir deneyim geçiren çiftçiler, makine alımında oldukça çekingen davranmıştır. Bu nedenle devlet öncülüğünde 1937 yılında Zirai Kombinalar kurulmuştur. Çiftçilerin taleplerine göre uygun şartlarda kiralayabilecekleri ya da satın alabilecekleri imkânlar sunan bu kombinalar, sonraları amacından saparak nüfuzlu kişilerin çok ucuz fiyatlara tarlalarını sürdürdüğü bir konuma düşmüştür. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1940 yılında çıkarılan Millî Korunma Kanunu ile bu kombinalardaki makineler devlet arazilerinde kullanılmaya başlanmış ve daha sonra ise Devlet Üretme Çiftlikleri ne dönüşmüştür. 4.5. Savaş Ekonomisi Uygulamaları Türkiye İkinci Dünya Savaşı na girmemiş ancak hükümetin uyguladığı silahlı tarafsızlık politikası ve savaş koşulları nedeniyle hem millî gelirin azalması hem de fiyatların artması sonucunda Türk halkı ağır bir bedel ödemiştir. Bu dönemde yaşanan yüksek enflasyonun temel nedeni Cumhuriyet in kuruluşundan itibaren sıkı biçimde uygulanan sıkı para ve maliye politikalarından vazgeçilmesidir. Bu durum seferberlik hâliyle birleştiğinde aşağıdaki nedenlere bağlı olarak ülke genelinde arz ve talep dengesini bozulmuştur: Genç erkeklerin silahaltına alınması onları üretici konumdan tüketici konumuna dönüştürmüştür. Bu durum ise tarımsal üretimi olumsuz etkilemiş, silahaltındaki askerlerin beslenmesi amacıyla tarım ürünlerine olan talebi de artırmıştır. 96

Yüksek sayıda askerin barındırılması, savunma harcamalarının artmasına ve normal bütçe kaynakları ile karşılanamayınca Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası na başvurulmasına neden olmuştur. Hükümet savaş döneminde dış ticaret fazlası vermek için ihracatı teşvik etmiş ve ithalatı sınırlandırmıştır. Bu durum yurt içindeki mal arzını kısıtlamıştır. İklim koşullarının kötü gitmesi, tarımsal girdilerdeki azalma ve ithalattaki tıkanıklıklar hem tarım hem de sanayi üretimini olumsuz etkilemiştir. Hem köylüler hem de gayrimüslimler üzerine konan vergiler, geniş kesimlerin geleceğe ilişkin beklentilerini olumsuz biçimde etkilemiş ve ekonomide stokçuluk hâkim olmuştur. Hükümetin ekonomiye müdahale amacıyla 1940 yılında çıkardığı Millî Korunma Kanunu, hangi malın, kimin için ve nasıl üretileceği sorularına piyasanın verdiği cevaba göre hareket eden kapitalist sistemin sınırlarını zorlayan bir uygulama olmuştur. Bu kanunda, özel kişilere ait sanayi, madencilik ve tarım işletmelerinde hangi malların ne kadar üretebileceğine, gerek gördüğü durumlarda tazminat ödeyerek el koyabileceğine, taşıt araçlarının hükümetçe belirlenen fiyatlarla istenilen yerlerde çalışacağına, özel kesim yatırımlarının izin alınmak suretiyle yapılabileceğine, iç ve dış fiyatların hükümet tarafından belirlenebileceğine dair hükümler yer almaktadır. Millî Korunma Kanunu nda yer alan Halk ve Millî Müdafaa ihtiyaçlarını temine matuf bilumum ticari ve sınai muameleleri ifa etmek ve Hükümet tarafından bu kanundaki salahiyetler dairesinde verilecek diğer işleri görmek üzere İcra Vekilleri Heyeti karariyle hükmi şahsiyeti haiz müesseseler ihdas olunabilir. hükmü gereğince Petrol Ofisi ve Ticaret Ofisi ihdas edilmiştir. Tavan fiyat uygulamaları nedeniyle arz talep dengesi bozulmuş ve karne ile temel tüketim mallarının dağıtımı yapılmıştır. Temel gıda ve tüketim mallarının halka dağıtımı için Dağıtma Ofisi ve Mahalle Dağıtma Birlikleri kurulmuştur. Bu dönemde, hükümet fiyat artışlarını azaltmak ve mal darlığını gidermek üzere tavan fiyat ve tayınlama (karne ile dağıtım) uygulamalarına başvurmuştur. Ancak bu uygulamalar karaborsacılığı ortaya çıkardığı gibi ticaretten olağanüstü kazanç elde edilmesine de zemin hazırlamıştır. Savaş koşulları nedeniyle elde edilen aşırı kazançların vergilendirilmesine yönelik bir defalık bir servet vergisi olarak 11 Kasım 1942 de Varlık Vergisi Kanunu çıkarılmıştır. Böylelikle hem olağanüstü kazançlar vergilendirilerek savunma harcamaları finanse edilebilecek hem de ticarete egemen olan gayrimüslim azınlıkların ekonomi üzerindeki etkisi azaltılacak ve millî burjuvazi öne çıkarılmış olacaktı. Varlık Vergisi Kanunu yukarıdaki amaçlara ulaşılmasında etkili olamadığı gibi oluşturulan komisyonlara büyük takdir hakları sağladığı için adaletsizliklere yol açmıştır. Ayrıca vergisini ödemeyenlerin zorunlu çalışmaya tabi tutulması ve mallarına el konulması gibi hükümler içerdiğinden büyük tepkilere neden olmuştur. Büyük toprak sahiplerinin direnişlerine rağmen 1945 yılında kabul edilen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile devlete ait toprakların ve belirli büyüklükteki arazilerin kamulaştırılarak topraksız köylülere dağıtılması hedeflenmiştir. Büyük toprak sahiplerinin 97

etkinliğini azaltmaya yönelik olarak çıkarılan bu kanun, tam olarak amacına ulaşmamış ancak Türkiye Cumhuriyeti nin siyasi hayatına damga vuran partilerden Demokrat Parti nin doğuşuna vesile olmuştur. Sonuç olarak Millî Korunma Kanunu, Varlık Vergisi Kanunu (1942) ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (1945) nedeniyle gerçekleştirilen bu devletçi uygulamalara karşı geniş halk kesimleri arasında bir tepki oluşmuştur. Resim 1: Birinci Dünya Savaşı yıllarında Malatya Belediyesi tarafından verilen Ekmek Karnesi (http://www.eskimalatya.com/malatya/id5.htm) Türkiye nin savaş yıllarında uyguladığı dış ticaret politikalarının en önemli iki sonucu dengenin fazla vermesi ve Almanya nın ağırlığının artmasıdır. Almanya ile dış ticaretin gelişmesinin en önemli nedeni ihraç edilen ürünlere Almanya nın yüksek fiyat vermesidir. Türkiye, savaş yıllarında önceki dönemlere göre daha fazla dış kredi ve kaynaktan faydalanmıştır. Bunların sonucu olarak Türkiye nin altın ve döviz rezervi önemli ölçüde artmıştır. Savaş sona erdiğinde Türkiye nin altın ve döviz rezervleri ile dış borç tutarı eşitlenmiş ve böylelikle net borcu sıfırlanmıştır. 4.6. İkinci Dünya Savaşı Sonrasındaki Ekonomik Gelişmeler İkinci Dünya Savaşı esnasında ortaya çıkan dış ticaret koşulları ile Bretton Woods sistemine, 1944 tarihinde çok yanlı uluslararası ödemelerin düzenlenmesi için bağımsız devletlerin para birimlerini dolara, doların da altına endekslendiği para sistemi geçiş kararının alınmasıyla birlikte Türkiye, 7 Eylül 1946 tarihinde ekonomi politikalarında değişikliğe gitmiştir. Bu değişikliklerin en önemlileri dış ticaretin serbestleştirilmesi ve Türk parasının kıymetinin yabancı paralar karşısında düşürülerek devalüasyona gidilmesidir. Türkiye deki plancılık uygulamaları İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında da devam etmiştir. 1938 Planı nın uygulanamayan projelerini içerecek biçimde hazırlanan 1946 İvedili Sanayi Planı ve 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma (Vaner) Planı bunun en açık örneklerini oluşturmaktadır. Bu planlar aynı zamanda, korumacı ve ithal ikameci bir sanayileşme politikası ile liberal ve özel kesime dayalı bir kalkınma anlayışı arasındaki kararsızlığı göstermesi açısından oldukça önemlidir. 98

1946 İvedili Sanayi Planı, Kadro Hareketi nin önemli temsilcileri tarafından hazırlanmış ve Kadrocu Planlama anlayışı geniş ölçüde uygulanmak istenmiştir. Özel sektörün önem kazanmaya başladığı ve hatta ülkenin yabancı sermayeye tutumunu yumuşatmakta olduğu bir dönemde, kamu sektörüne ağırlık verilmesini öngörüyordu. Liberal bir ekip tarafından 1947 yılında hazırlanan Türkiye İktisadi Kalkınma Planı ise ağır sanayi yatırımlarını içeren uygulamalardan vazgeçilmesine ve tarımın öne çıkarılmasına rağmen dış kredi çevreleri tarafından desteklenmediği için uygulamaya sokulamamıştır. İkinci Dünya Savaşı nın bitiminde Cumhuriyet Halk Partisi hükümeti köylülere çeşitli tavizler vererek nüfusun büyük bir kısmını kendi iktidarına yakınlaştırma çabasına girmiştir. Amerikalı uzmanların tarıma yatırım yapma ve kırsal gelişme önerilerini bu yüzden istekle kabul etmişlerdir. 1948 den sonra traktörler ve tarımda üretkenliği artıracak sulama ve tohum ıslahı gibi diğer yatırım projeleri Türkiye de uygulanmaya başlamıştır. Ancak bu sürecin gerçek boyutları 1950 den sonra ortaya çıkmıştır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan iki kutuplu dünya oluşumunda tercihini NATO (Kuzey Atlantik Paktı), IMF (Uluslararası Para Fonu), IBRD (Dünya Bankası) ve OECD (Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) gibi küresel kurumlara üye olarak Batı dan yana kullanmıştır. Batı Blok unun İkinci Dünya Savaşı nda harap olan Avrupa nın yeniden imarında Türkiye ye biçtiği rolde ise sanayi sektörü değil tarım sektörü ön planda tutulmuştur. ABD nin Türkiye yi Marshall Yardımı kapsamında desteklemesi için öne sürülen şartlar arasında devletçilikten vazgeçilmesi, tarıma ve kara yolu yapımına önem verilmesi yer almaktadır. Savaş yıllarında uygulanan sıkı kontroller nedeniyle oluşan tepkiler ile dış konjonktürdeki gelişmelerin de etkisiyle uygulanan devletçi politikalardan vazgeçilmiş, çok partili sisteme geçişle birlikte 1950 yılında Demokrat Parti iktidara gelerek liberal iktisat politikaları uygulanmaya başlanmıştır. 99

Uygulama Soruları 1) Osmanlı iktisat tarihçileri arasında seçkin bir yere sahip olan Donald Quataert in Anadolu da Osmanlı Reformu ve Tarım başlıklı kitabı (İş Bankası Kültür Yayınları)nı okuyunuz. 1876-1908 döneminde reformların Anadolu da tarıma ve genelde iktisadi hayata nasıl yansıdığını, tarım bürokrasisinin gelişimi, ziraat okulları, örnek tarla ve çiftlik girişimleri, Ziraat Bankası nın ve Düyun-ı Umumiye nin tarım reformundaki rolü, tarımda makineleşme, Batılı ülkelerle ilişkilerin tarıma etkileri gibi birçok önemli konuyu incelemektedir. 2) Atatürk Orman Çiftliği, Cumhuriyet tarihi boyuncu tarımda makineleşmesinin simgesi olmuştur. Atatürk Orman Çiftliği nin tarihi konusunda geniş bilgi için İzzet Öztoprak ın, Atatürk Orman Çiftliği nin Tarihi, (Ankara 2006, Atatürk Araştırma Merkezi yayını) adlı kitaba bakabilirsiniz. 3) Sarı Traktör, tarımda makineleşmenin yeni yeni başladığı bir dönemde, bir Anadolu köyünü ve köylüsünü, bir delikanlının traktör tutkusu ekseninde son derece yalın bir dille aktarırken, köylük yerlerin doğasıyla da buluşturuyor. Talip Apaydın, Sarı Traktör, (İstanbul, 2007, Literatür Yayıncılık-Roman). 4) Yılmaz Karakoyunlu nun Salkım Hanımın Taneleri romanını okuyunuz veya beyaz perdeye aktarılan aynı isimli filmi izleyiniz. Savaş ekonomisi uygulamaları olarak nitelendirilebilecek Varlık Vergisi Kanunu nun gerekçelerini ve bu kanuna gösterilen tepkilerin neler olduğunu araştırınız. 100

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti Millî Mücadele sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti, uzun yıllar süren ve büyük bir tahribat yaratan savaşlar nedeniyle Osmanlı Devleti nden çökmüş ve oldukça geri bir sanayi devralmıştır. Üstelik genç ve erkek nüfusun önemli bir bölümü uzun bir süre iktisadi faaliyetlerden yoksun kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluşunda ve daha sonra yönetiminde söz sahibi olan kadrolar, iktisadi gelişme ile sanayileşmeyi özdeş kabul etmiş ve kapitalist bir sanayileşme tarzıyla gelişmeyi amaçlamışlardır. Askerî alanda Batı ile mücadele eden bu kadro, batı medeniyetini hedef alan bir kalkınma stratejisi uygulamayı hedeflemişlerdir. Henüz Cumhuriyet ilan edilmeden 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir de toplanan Türkiye İktisat Kongresi nde bu hedef ve politikalar ilgili kesimlere duyurulmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan iktisat politikalarının, iktisadi yaşamda millî unsurların hâkimiyetini artırmayı hedefleyen, özel sektörün yetersiz kaldığı alanlarda kamu sektörünün devreye gireceği karma bir ekonomik sisteme dayalı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu sistem, dönemler itibarıyla devletin ağırlığı değişse de uzun yıllar uygulanmaya devam etmiştir. Cumhuriyet in ilk yıllarında, dönemin koşullarına pek uymayan hatta oldukça liberal özellikler taşıyan bu sanayileşme politikasının başarılı biçimde uygulandığını ifade etmek pek mümkün değildir. Bu dönemde, sermaye, alt yapı, nitelikli eleman ve tecrübe yetersizliği içinde bulunan özel sektörden sanayileşme hamlesi beklemek oldukça iyimser bir yaklaşımdır. Nitekim Cumhuriyet in ilk on yılında sanayi sektöründeki büyüme, tarımın gerisinde kalmıştır. Sanayi sektörüne yönelik verilen teşviklere ve korumacı tedbirlere rağmen serbest girişimcilerden beklenen başarının elde edilememesi, bu politikanın zaman ve para kaybına neden olduğu yönünde bir kanaatin yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır. 1929 Dünya Buhranı nın Türkiye ekonomisine yansıttığı olumsuz etkilerinin de hissedilmeye başlanması, serbest girişime dayalı sanayileşme politikasından vazgeçilmesine neden olmuştur. Devletçilik uygulamaları, 1930 yılından itibaren her alanda etkisini hissettirmeye başlamıştır. Devletin iktisadi yaşama müdahalesi T.C. Merkez Bankası Kanunu (1930) ve Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu (1930) ile para piyasalarında, taban fiyat uygulamaları ve Toprak Mahsulleri Ofisi nin (1938) kuruluşu ile gerçekleşmiştir. Devlet Sanayi Ofisi nin (1932), Türkiye Sınaî Kredi Bankası nın (1932) ve Etibank ın (1935) kuruluşu ve sanayi planları ile sanayi sektöründe kamunun ağırlığı giderek artmaya başlamıştır. Devlet Sanayi Ofisi nin ile Türkiye Sınaî Kredi Bankası nın 1933 yılında kurulan Sümerbank a devriyle, bu kurum Cumhuriyet tarihi içerisinde devletin sanayi alanındaki en önemli göstergesini oluşturmuştur. Devletçilik uygulamalarının sanayi üzerindeki etkisi üç şekilde gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisi Birinci Sanayi Planı, ikincisi plan dışında devletin gerçekleştirdiği sanayi yatırımları, üçüncüsü ise özel kesimin sanayi faaliyetlerini düzenleme girişimleridir. İkinci Dünya Savaşı esnasında uygulanan politikalar nedeniyle arz talep dengesi bozulmuş ve fiyat artışları olmuştur. Hükümet fiyat artışlarını azaltmak ve mal darlığını gidermek üzere tavan fiyat ve tayınlama (karne ile dağıtım) uygulamalarına başvurmuştur. Ancak bu uygulamalar karaborsacılığı ortaya çıkardığı gibi ticaretten olağanüstü kazanç elde edilmesine de zemin hazırlamıştır. Savaş koşulları nedeniyle elde edilen aşırı kazançların vergilendirilmesine yönelik bir defalık bir servet vergisi olarak 11 Kasım 1942 de Varlık 101

Vergisi Kanunu çıkarılmıştır. Böylelikle hem olağanüstü kazançlar vergilendirilerek savunma harcamaları finanse edilebilecek hem de ticarete egemen olan gayrimüslim azınlıkların ekonomi üzerindeki etkisi azaltılacak ve millî burjuvazi öne çıkarılmış olacaktı. Varlık Vergisi Kanunu yukarıdaki amaçlara ulaşılmasında etkili olamadığı gibi oluşturulan komisyonlara büyük takdir hakları sağladığı için adaletsizliklere yol açmıştır. Ayrıca vergisini ödemeyenlerin zorunlu çalışmaya tabi tutulması ve mallarına el konulması gibi hükümler içerdiğinden büyük tepkilere neden olmuştur. Millî Korunma Kanunu, Varlık Vergisi Kanunu ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu nedeniyle gerçekleştirilen Cumhuriyet tarihinin en ağır devletçilik uygulamaları geniş halk kitleleri üzerinde tepkilere neden olmuştur. Savaş yıllarında uygulanan sıkı kontroller nedeniyle oluşan tepkiler ile dış konjonktürdeki gelişmelerin de etkisiyle uygulanan devletçi politikalardan vazgeçilmiş, çok partili sisteme geçişle birlikte 1950 yılında Demokrat Parti iktidara gelerek liberal iktisat politikaları uygulanmaya başlanmıştır. 102

Bölüm Soruları 1) Aşağıdakilerden hangisi Osmanlı Devleti nin son döneminde sanayileşme alanında geri kalınmasının temel nedenlerinden değildir? a) Osmanlı sanayisini dış rekabetten koruyacak tedbirler alınamamıştır. b) Sanayileşmenin gerekliliği konusunda fikir birliği oluşmamıştır. c) Sanayileşme için gerekli hammadde yetersiz kalmıştır. d) Sanayileşme için gerekli sermaye birikimi sağlanamamıştır. e) Osmanlı toprakları batının ürünleri için açık pazar hâline gelmiştir. 2) Aşağıdakilerden hangisi Osmanlı Devleti nden devralınan sosyoekonomik mirasın temel özelliklerindendir? a) İhracat ürünleri sanayiye dayalıdır. b) Osmanlı Devleti nden Türkiye Cumhuriyeti ne dış borç kalmamıştır. c) Modern bir tarım sektörü bırakılmıştır. d) Savaşlar ve göçler nedeniyle nitelikli iş gücü zayıflamıştır. e) Sanayileşme düzeyi oldukça ileridir. 3) Aşağıdakilerden hangisi Cumhuriyet in ilk yıllarında uygulanan tarımda makineleşme politikasının temel nedenlerinden biridir? a) Teknolojik gelişmeler b) Çiftçilerin iktidarda etkin olması c) Çalışma çağındaki nüfusun azalması d) Çiftçilere söz verilmiş olması e) Tarım arazilerinin makineleşmeye uygun olması 103

4) Aşağıdakilerden hangisi Cumhuriyet in ilk on yılında özel sektöre dayalı sanayileşme anlayışından vazgeçilmesinin nedenleri arasında sayılamaz? a) Özel sektörün yeterli sermaye birikimine sahip olamayışı b) Ticaretin daha karlı ve risksiz oluşu c) Altyapı imkânlarının kısıtlı oluşu d) Dış baskılar e) 1929 Dünya Buhranı 5) Aşağıdakilerden hangisi Cumhuriyetin ilk on yılında uygulanan makineleşme hareketinin temel sonuçlarından değildir? a) Çiftçiler yabancı şirketlere bağımlı olmuştur. b) Makineleşme Anadolu ya yaygınlaştırılamamıştır. c) Kriz nedeniyle verilen destekler sonlandırılmıştır. d) Makine mezarlıkları oluşmuştur. e) Tarımsal üretim gerilemiştir. Cevaplar 1) c, 2) d, 3) c, 4) d, 5) a 104

Bölüm Kaynakçası Coşar, Nevin, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası ve Sanayileşme, içinde Gülten Kazgan a Armağan- Türkiye Ekonomisi, İstanbul 2004, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları DİE, Türkiye de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı,, Ankara 1973, Devlet İstatistik Enstitüsü Yayını DİE, Osmanlı Devleti nin İlk İstatistik Yıllığı 1897, Ankara 1997, DİE Yayını Doğan, Mesut, Türkiye Ziraatinde Makineleşme: Traktör ve Biçerdöverin Etkileri, İ.Ü. Coğrafya Dergisi, Sayı: 14, İstanbul 2005, İstanbul Üniversitesi Yayını İTİA, Türk Ekonomisinin 50 Yılı, İstanbul 1973, İTİA Yayını Osmanlı Sanayii 1913-1915 İstatistikleri,, Hazırlayan: Gündüz Ökçün, Ankara 1984, 3. Baskı, Hill Yayın Karluk, Rıdvan, Türkiye Ekonomisinde Yapısal Dönüşüm, İstanbul 2007, Beta Yayınları Kazgan, Gülten, Türkiye Ekonomisinde Krizler (1929-2001), İstanbul 2005, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları Kazgan, Gülten, Tanzimat tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul 2006, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları Kepenek, Yakup, Türkiye nin 1980 Sonrası Sanayileşme Süreci, içinde 75 Yılda Çarklardan Chiplere, İstanbul 1999, Tarih Vakfı Yayını Mete, Hürol, Türkiye de İmalat Sanayiin Tarihsel Gelişimi, Millî Prodüktivite Merkezi 2011, http://www.mpm.org.tr/makaleler/sayfalar/default.aspx Pamuk, Şevket, Karşılaştırmalı Açıdan Türkiye de İktisadi Büyüme, içinde Korkut Boratav a Armağan, 4. Baskı Derleyenler: A.H.Köse, F.Şenses, E.Yeldan, İstanbul 2007, İletişim Yayınları Pamuk, Şevket, Osmanlı dan Cumhuriyet e Küreselleşme, İktisat Politikaları ve Büyüme, İstanbul 2007, Türkiye İş Bankası Yayınları Silier, Oya, Türkiye de Tarımsal Yapının Gelişimi (1923-1938), İstanbul 1981, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları Şahin, Hüseyin, Türkiye Ekonomisi, 10.Baskı, Bursa 2009, Ezgi Kitabevi Şahinkaya, Serdar, Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası, Ankara 2009, ODTÜ Yayıncılık 105

Tekeli, İlhan, Ekonomik Bunalımın ve Bunalımdan Çıkmak İçin İzlenen Politikaların Toplumsal Sonuçları, içinde Türkiye de ve Dünyada Yaşanan Ekonomik Bunalım, Ankara 1984, Yurt Yayınları Tekeli, İlhan -Selim İlkin, Savaş Sonrası Ortamında 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı, Ankara1981, ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi Yayını Tekeli, İlhan -Selim İlkin, Uygulamaya Geçerken Türkiye de Devletçiliğin Oluşumu, Ankara1982, ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi Yayını Tekeli, İlhan -Selim İlkin, 1929 Dünya Buhranında Türkiye nin İktisadi Politika Arayışları, Ankara 1983, ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi Yayını Tekeli, İlhan- Selim İlkin, Devletçilik Dönemi Tarım Politikaları, Türkiye de Tarımsal Yapılar, Derleyenler: Pamuk, Şevket-Zafer Toprak, Ankara 1988, Yurt Yayınları Tezel, Yahya Sezai, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, 3. Baskı, İstanbul 1994, Tarih Vakfı Yurt Yayınları Türkdoğan, Orhan, Türkiye nin Sanayileşmesi, Ankara 1981, Töre Devlet Yayınevi T.C. Merkez Bankası, İmalat Sanayi Kapasite Kullanım Oranı-Aylık Toplu Sonuçları, Ankara 2010, TCMB Yayını TÜİK, İstatistik Göstergeler 1923-2009, Ankara 2010, TÜİK Yayınları TÜSİAD, Yeni Rekabet Stratejileri ve Türk Sanayisi, İstanbul 2002, TÜSİAD Yayını TÜSİAD, Türkiye Sanayine Sektörel Bakış, İstanbul 2008, TÜSİAD Yayını Yaşa, Memduh, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi 1923-1978, İstanbul 1980, Akbank Yayını Yeldan, Erinç, Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, İstanbul2001, İletişim Yayınları Yumuşak İ.G. Çanakkale Savaşında Şehit Olan Çanakkalelilerin Sosyo-Kültürel Analizi, Gelibolu: Tarih,Efsane ve Anı, Editörler: İbrahim Güran Yumuşak Mehdi ilhan, İstanbul 2013, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Yayını Yumuşak İ.G. Ottoman Loss Of Human Capital In The Gallipoli Campaign, in: Gallipoli: History and National Imagination, Ed.: M. Mehdi İlhan, Ankara 2014, Türk Tarih Kurumu Yayını 106

5. ATATÜRK İLKELERİ 107

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? 1) Türk İnkılabının Fikir Esaslarını 2) Atatürk İlkelerinin Oluşması Sürecini 3) Cumhuriyetçilik, Halkçılık ve Milliyetçilik İlkelerinin Parti Programına Girişini 4) Altı İlkenin Tarihî Arka Planı ve Atatürk Düşüncesindeki Yerini 5) Atatürk İlkelerinin Uygulama Esaslarını 108

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular 1) Altı asırlık bir devlet deneyiminden sonra oluşturulan yeni yapının esaslarında köklü değişiklikler oldu mu? 2) Atatürk ilkeleri bir anda ve topluca mı ortaya çıktı? 3) Cumhuriyet Halk Fırkası nın tüzük ve programında ilkeler ne şekilde yer aldı? 4) Altı ilkenin hepsi aynı değerde midir? 5) Atatürk ilkelerinin uygulama esasları var mıdır? 109

Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği Türk İnkılabının Fikir Esasları İnkılabı yürüten kadronun devlet, vatan, millet ve vatandaş gibi temel kavramlara hangi anlamları yüklediğini anlamak Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılmakla Atatürk İlkelerinin Oluşması Süreci Cumhuriyetçilik, Halkçılık ve Milliyetçilik İlkelerinin Parti Programına Girişi Altı İlkenin Tarihî Arka Planı ve Atatürk Düşüncesindeki Yeri Atatürk İlkelerinin Uygulama Esasları Atatürk ilkelerinin hangi aşamalardan geçerek parti programı ve anayasaya konularak devletin temel vasıfları hâline geldiğini farkına varmak İlk parti tüzüğünde yer alan cumhuriyetçilik, halkçılık ve milliyetçilik ilkesinin geçirdiği değişimi takip edebilecek Devletin vasıfları olan ilkelerin gerek Türk tarihinde gerekse batı düşüncesindeki gelişimini takip ederek mukayese yapabilecek Atatürk ilkelerine dinamik vasfını veren uygulama esaslarını öğrenecek ve empati yaparak kendi hayatında olabilirliğini tartışacak Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılmakla Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılmakla Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılmakla Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılmakla 110

Anahtar Kelimeler İnkılabın Fikir Yapısı / Fikriyatı / İdeolojisi Parti Programı / Tüzüğü Uygulama Esasları Cumhuriyetçilik Halkçılık Milliyetçilik Laiklik Devletçilik İnkılapçılık 111

Giriş Türkiye Cumhuriyeti nin ilanını takip eden birbiri ardına inkılaplar, on iki yıllık savaşın yıkımını ortadan kaldırabilmek için girişilen eğitim ve ekonomik seferberlikler yöneticileri ciddi manada meşgul etmiştir. Toplumun millileşmesi, modernleşmesi ve medeni milletler seviyesine ulaşması amacıyla yapılan yenilik ve değişikliklere geleneksel yapıdan kaynaklanan muhalefet ve tepkiler Cumhuriyetin ilk on yılının önemli satır başları olmuştur. Bu tepkileri son üç yüzyılda girişilen reform ve yeniliklere gösterilen tepkiler ile kıyaslarsak daha kapsamlı değişikliklere karşılık daha küçük çaplı siyasi ve toplumsal bir muhalefetin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Önceki bölümlerde izah edilen tepkileri, 1929 yılında başlayan dünya ekonomik buhranının etkilerini ve bilhassa Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimi sırasında yaşananları dikkate alan Atatürk ve hükümet, İnkılabın esaslarını ortaya koymak ve halka doğrudan anlatmak konusunda harekete geçmişlerdir. Bunun için de öncelikle 23 Nisan 1920 den itibaren millî, medeni, çağdaş bir devlet ve millet olma yolunda ardı ardına gerçekleştirilen inkılapların fikriyatını ortaya koymak gerekmiştir. Bu konudaki ilk düzenleme 1927 yılı kongresinde yapılmıştır. 1923 parti tüzüğünün geliştirilmesi ve bizzat önderin gözünden yaşanan sürecin değerlendirilmesi yapılmıştır. Parti tüzüğünde değiştirilemeyecek esaslar belirlenmiştir. İkinci önemli hamle, Cumhuriyet Halk Partisi nin 1931 kongresinde parti programının oluşturulmasıdır. Burada ortaya konan ilkelerin 1937 yılında Anayasaya girmesi sürecin son aşamasıdır. Türk İnkılabına yön veren fikirlerin teşekkülü yukarıda işaret edildiği üzere Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla başlamıştı. Bu aşamada öncelikli olarak mücadelenin iki fiili hedefi belirlenmişti. Bunlar ülkenin düşman işgalinden kurtarılması, devlet merkezinin ve başkanının esaretten kurtarılması idi. Fikir bazında ise en temel olan husus Teşkilat-ı Esasiye Kanunu nda ortaya konmuştur. Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Bundan sonraki bütün icraat, bu esasın hayata geçirilmesine yönelik olacaktır. Kanun ve şekil olarak kabul edilen ve Millî Mücadele yi yürüten Meclis in şahsında gerçekleştirilen bu esasın millet için bir yaşam biçimi hâline getirilmesi ve içselleştirilmesi ülkenin düşman işgalinden kurtarılmasından sonraki esas hedefi oluşturmaktadır. İnkılabın fikriyatını oluşturma konusunda adım adım şekillenen düşünceler partinin resmî belgelerinden takip edilebilecek mahiyettedir. 112

5.1. İnkılap Fikriyatının Esasları Halk Fırkası nın 1923 tarihli ilk nizamnamesinin umumi esaslarında gaye; a-millî hâkimiyetin halk tarafından ve halk için icrasına rehberlik etmek, b-türkiye yi çağdaş (asrî) bir devlet hâline yükseltmek, c-türkiye de kanunun otoritesini bütün kuvvetlerin üstünde hâkim kılmaya çalışmak, şeklinde sıralanmıştır. Kısaca millî egemenlik, çağdaşlık ve kanun hâkimiyeti yani Cumhuriyet in içselleştirilmesi hedeflenmiştir. 1923 Nizamnamesinde sadece halkçılık ilkesine vurgu yapılırken, 1927 Nizamnamesinde partinin vasıfları cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi şeklinde sayılmıştır. İlke olarak belirtilmese de hiçbir veçhile tebdil edilemez kaydı konulan ilk altı esasın içinde genel başkanın partinin kurucusu Atatürk olduğunu tespit etmiş, laiklik, çağdaşlık, millî egemenlik ve milliyetçilikten ne anlaşıldığını da ortaya koymuştur. 1931 programı ise inkılabın başlangıcından o güne kadar olan icraata yön veren fikirlerin programa temel teşkil ettiği tespiti ile başlamaktadır. Partinin ana vasıfları olarak cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı şeklinde sayılan altı ilkenin ilk defa bir arada belirtildiği metin 1931 programı olmuştur. Burada vatan, millet ve devlet kavramlarından ve vatandaş haklarından ne anlaşıldığı da formül şeklinde ortaya konmuştur. İlkeleri izah etmeye geçmeden önce bu hususlara değinmekte fayda vardır. Vatan: Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde mevcudiyetlerini muhafaza eden eserleri ile yaşadığı bugünkü siyasi sınırlarımız içindeki yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir bütündür. Bu tespitle tarihî birikim ve mevcut hâlin birleştirildiği dikkat çekmekte ve mevcut hâlin değiştirilmesinin kabul edilemez olduğu vurgulanmaktadır. Millet: Dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimaî heyettir tanımı sosyolojik bir tarifle ortak tarih, kültür ve hedef birliğine işaret etmektedir. Devlet: Türk milletinin idare şekli, kuvvetler birliği esasına dayanmaktadır. Bu sistemde Büyük Millet Meclisi, millet namına hâkimiyet hakkını kullanır. Cumhurbaşkanı ve hükümet, Meclisin içinden çıkar. Hâkimiyet birdir, kayıtsız şartız milletindir. Devlet şeklinin en uygununun bu olduğuna parti kanaat getirmiştir. Burada da millet adına parti öncülüğünde bir sürece işaret edilmektedir. Kuvvetler birliği ilkesi Cumhuriyeti kuran kadroların fikir kaynaklarına belli ölçüde ters olsa da Türkiye nin şartları dikkate alındığında tercihin sebebi daha anlaşılır olmaktadır. Vatandaş: Türk vatandaşlarına Anayasanın verdiği ferdî ve sosyal hürriyet, eşitlik dokunulmazlık ve mülkiyet haklarını muhafaza etmek partinin önemli esaslarından sayılmıştır. Bir dereceli seçimi tatbik etmek yüksek emellerdendir. Ancak vatandaşı seçeceğini tanıyabilecek vasıflar, şartlar ve vasıtalarla donatmak gereklidir. Parti, bu hedefe ulaşıncaya kadar, vatandaşı; yakından tanıdığı ve güvendiği insanları seçmekte serbest bırakmayı demokrasinin hakiki esaslarına daha uygun bulduğunu belirtmektedir. Sadeleştirerek verdiğimiz bu esaslardan da anlaşılacağı üzere kişi temel hak ve hürriyetleri korunacak, tek 113

dereceli seçim vatandaş seçimi layıkıyla yapacak hâle gelene kadar iki dereceli seçim devam edecektir. Kavram bakımından parti vesayetini makul gösterecek şekilde; vatandaşın bilgi birikimi ve kendini temsil edecekleri seçmek bakımından yetersiz görüldüğünü söylemek mümkündür. Vatandaş, yöneticilerini seçme konusunda yetkin hâle gelene kadar sadece ikinci seçmenleri belirlemek hakkına sahip olacaktır. Bu tavrı kuruluş döneminin yöneticilerindeki eskiye dönme ihtimaline karşı bir emniyet arayışı olarak görmek de imkân dâhilindedir. Çok partili, tek dereceli seçimlerle demokrasiyi hedefleyen görüntüsüyle Halk Fırkası nın çağdaşlarından ilerde olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. Bununla birlikte eski devlet ve rejimden farklılaşırken meşruiyeti sağlamak için öne çıkarılan millet hâkimiyeti kavramına mukabil, aynı toplumun temsilcilerini seçmekte yetersiz olduğu görüşünü ortaya koymanın ayrı bir paradoks oluşturduğunu gözden kaçırmamak gerekmektedir. Parti, vatandaşların haklarını sağlamak konusunda cinsiyet ayrımı gözetmemektedir. Türk tarihinde kadın ve erkeğin sosyal hayatın her noktasında birlikte olduğu bilinciyle kadınlar için uygun zemini hazırlamayı taahhüt etmektedir. Ancak bu şekilde tarihî ve şerefli yaşantının yeni şartlara uygun şekilde canlandırılabileceğine inanılmaktadır. 5.2. Atatürk İlkeleri Atatürk ilkeleri olarak 1931 de Parti programında, 1937 yılında ise Anayasa da yer alan ilkeler cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, inkılapçılık şeklinde sıralanmaktadır. Bunlardan bilhassa cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik Atatürk ün her şartta ısrarla üzerinde durduğu ilkelerdir. Bununla birlikte diğer ilkeler de Türk inkılabıyla Atatürk ve eserini anlamak için vazgeçilmez ögelerdir. Millet egemenliği düşüncesinden hareketle farklı yaklaşımların da olabileceğini öngören Atatürk, 1931 seçimlerinde ikinci seçmenlere hitaben yayınladığı beyannamede; Halk Fırkası nın aday göstermediği yerlerden bağımsız olarak seçilmesine imkân tanınan muhaliflerin de mutlaka cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik temelinden hareket etmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir. Zira bu üç ilke rejimin ve mücadelenin zeminini oluşturmaktadır. 5.2.1. Cumhuriyetçilik Kelime anlamı halk, topluluk, halk idaresi olan cumhuriyet, Arapça halk, ahali, büyük kalabalık anlamına gelen cumhur kelimesinden türetilmiştir. Siyasi terim olarak devlet başkanının seçimle belirlendiği idare tarzına işaret etmektedir. Halkın devlet başkanının seçimlerine katılımının oranı cumhuriyetin de vasfını belirlemektedir. Halkın büyük bir çoğunluğunun katıldığı seçimlerle olduğunda demokratik, belirli bir zümrenin katılımıyla olduğunda aristokratik, çok az sayıda katılımla belirlendiğinde oligarşik olarak nitelendirilmektedir. Dolayısıyla cumhuriyet idaresinde yönetenlerin meşruluğunu sağlayan güç halkın desteğine sahip olmaktır. Halkın kendi seçtiği meclis üyeleriyle iradesini ortaya koyması, devlet başkanını doğrudan veya seçtiği vekiller eliyle belirlemesinin de belirli aralıklar ile yenilenmesi esastır. Türkiye Cumhuriyeti demokratik cumhuriyet idealini ortaya koyarak buna ulaşmaya çalışmıştır. 114

Fransız ihtilâlinden sonra ortaya çıkan cumhuriyet kavramı, J.J. Rousseau ve Montesquieu gibi aydınların fikirlerinden büyük oranda etkilenmiştir. Her iki düşünürün de altını çizdiği hususun kuvvetler ayrılığı olması halkın yöneticilerin tahakkümüne maruz kalmasının önüne geçmek amacına yönelikti. Kanun yapanla uygulayanın aynı güç olması hâlinde istibdadın ortaya çıkacağını savunan batılı aydınlar, cumhuriyetin kuruluş aşamalarında bu yola sapabileceğini de öngörmüşlerdi. Osmanlı Devleti nin devam ettirilebilmesi için girişilen yenileşme hareketleri sırasında aydınların Türkiye nin geleceği için tartıştığı, ancak sosyal yapısı dolayısıyla uygunluğunu öne sürmediği bir yönetim biçimidir. Atatürk ve neslinin fikir kaynaklarından olan Yeni Osmanlı aydınları da hâkimiyet hakkını halka vermeyi cumhuriyet olarak tanımlarken, çok etnikli yapısı dolayısıyla uygun olmadığını ifade etmişlerdir. Jön Türklerin de cumhuriyet idaresini ve faydalarını tartıştıklarını, ancak halkın henüz bu idareyi yaşatacak seviyede olgunlaşmadığı sonucuna vardıklarını biliyoruz. İkinci Meşrutiyet döneminde II. Abdülhamid in tahttan indirilmesinden sonra Sultan V. Mehmed Reşad ın tahta çıkarılması sırasında Meclis oylaması yapılmışsa da bu şekilde kalan bir durumdur. Ağustos 1909 da yapılan anayasa değişiklikleri sonucu Padişahın yetkilerinin kısıtlanmasına mukabil Meclis-i Mebusan ın yetkilerinin üst düzeye çıkarılması cumhuriyet getirme isteği olarak nitelendirilmekle birlikte eleştirilmiştir. Atatürk, Millî Mücadele yi başlattığı zaman kafasında olan sistem cumhuriyettir. Bunun milletin tarihî ve kültürel birikimine en uygun sistem olduğuna inanmış ve gerçekleştirmeye çalışmıştır. Samsun a çıktıktan sonra hükümete yazdığı raporlarda milletin mevcut hükümete sadık olmakla birlikte yekvücut irade-i milliye düşüncesine sahip ve onu gerçekleştirmek için hazır olduğunu ifade etmiştir. Bu süreçte her adımda milleti ancak kendi azim ve kararının, mücadelesinin kurtaracağını ilan etmiş, halkı öne çıkarmıştır. Amasya Tamimi nde milleti ancak kendi azim ve kararının kurtaracağını ilan etmiş, Erzurum ve Sivas kongrelerinde millî iradeyi hâkim kılmanın esas olduğunu vurgulamıştır. Öyle ki İngiliz diplomatlar, Erzurum Kongresi sırasındaki gelişmeleri takip eden konsoloslarının raporlarından hareketle Anadolu da bir cumhuriyete gidildiği tespitini daha o günlerde yapabilmişlerdi. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisini millî iradenin ortaya çıktığı merkez sayarak mücadeleyi bu zeminde millete dayandıran Atatürk ün dönemin şartlarını ve mücadeleye dâhil olan kadroların yapılarını da dikkate alarak adım adım getirdiği nokta saltanatın kaldırılması ve millete verilmesi olmuştur. 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu nun ilk maddesinde yer alan Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. ilkesi fiilen cumhuriyet idaresinin hayata geçişi olarak değerlendirilebilir. Asırlarca bir aile yönetimi altında yaşamaya alışmış, hanedana ve üyelerine bir çeşit kutsallık atfetmiş olan toplumun bu durumu anlaması ve içselleştirmesi kolay olmayacağından ancak silahlı mücadele dönemi bitirildikten sonra gündeme getirilmiştir. Nitekim 29 Ekim 1923 tarihli tavzihan tadil(açıklayarak düzeltmek) teklifi meclise geldiğinde Abdurrahman Şeref Efendi bu kanuna atıfta bulunarak Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin dedikten sonra, Bunun adı cumhuriyettir, doğan çocuğun adı şimdi konulmaktadır değerlendirmesini yapılmıştır. 115

29 Ekim 1923 te Türkiye Devleti nin hükümet şekli cumhuriyettir ifadesi anayasada yerini almıştır. Böylece Atatürk ün egemenlik kayıtsız şartsız milletindir düşüncesinden hareketle saltanat yönetimi terk edilerek milletin yönetime katılacağı bir rejim kurulmuştur. Bu özellik 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında Türkiye Devleti bir cumhuriyettir şeklinde değiştirilerek cumhuriyet kavramına bir devlet şekli anlamı verilmiştir. Atatürk, cumhuriyeti şöyle açıklamaktadır. Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun idare, cumhuriyet idaresi demektir. Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. Cumhuriyet yüksek ahlakî değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet, millet ve millet hükümettir. 1931 tarihli parti programında; Fırka cumhuriyetin, millî hâkimiyet idealini en iyi ve en emin şekilde temsil edip uygulayan devlet şekli olduğuna kanidir tespiti ile millî hâkimiyet ülküsüne vurgu yapılmıştır. Atatürk de çeşitli konuşmalarında farklı yönlerini ortaya koyduğu cumhuriyetin fazilet olduğunun altını çizmektedir. Buradaki faziletten maksat Eşitlik ve vatan sevgisidir. Cumhuriyet fazilettir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. cümleleri ile vatandaş kavramına atıfta bulunulmaktadır. Gerçekten de eşitlik hakkına sahip çıkan, hak ve sorumluluklarının bilincindeki vatandaşlar bu durumu vatan sevgisinin de gereği olarak hayata geçirmelidirler. Zira hâkimiyet hakkını herhangi bir düşünce ile başkasına devrettiği zaman milletler için felaketli zamanların başlaması demektir. Atatürk e göre egemenlik mutlaka millete ait olmalıdır: Egemenliğinden vazgeçmeye rıza gösteren bir milletin akıbeti elbette felakettir, elbette musibettir. Milletler kendi egemenliklerini ellerinde tutmak mecburiyetindedirler. Şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felaketler kendi talih ve kaderini başka birisinin eline terk etmesinden kaynaklanmıştır. Bu kadar acı tecrübeler geçiren milletin egemenliğini bir kişiye vermesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ve milletin olacaktır. Atatürk ün bu hususu özellikle askerî mücadelenin bitiminden sonra çıktığı yurt gezilerinde kendisini karşılayanlara bir görev olarak vermesi önemlidir. Mücadelenin liderine her şeyi onun yaptığı düşüncesiyle insanüstü bir vasıf atfeden kalabalıkları o daima uyarmıştır. 1923 Adana Türk Ocağı nda çiftçilerle konuşurken: Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki, şeref hiçbir vakit bir adamın değil, bütün milletindir. Eğer yapılan işler mühimse, gösterilen başarılar inkâr edilemeyecek kadar büyükse, değişim dikkate değerse, her fert kendini tebrik etmelidir. Çünkü böyle büyük şeyleri ancak çok kabiliyetli olan büyük milletler yapabilir ve bu milletin her ferdi böyle en kabiliyetli ve büyük bir millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin demek suretiyle cumhuriyeti mümkün kılan başarıyı millete mal etmiştir. Gençlerin ülkenin istikbali olduğuna inanan Atatürk, Afyonkarahisar ziyaretinde kendisine olağanüstülük atfedilen bir konuşmaya karşılık: Arkadaşlarım, ben zannediyorum ki, milletin fertlerinin hiç birinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla teşebbüs görüldüyse bu benden değil, milletin özünden çıkan bir teşebbüstür. Sizler olmasaydınız, 116

sizlerin vicdanî kanaatiniz bana dayanak teşkil etmemiş olsaydı; bendeki teşebbüsatın hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız şahıslara veren anlayış, eski idarelerin sistem ve usul meselesinden kaynaklanıyordu. Vaktiyle mevcut devlet ve devletlerin varlık sebebi sırf bir şahsın menfaat ve arzularını tatmine yönelikti. Şahısların bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden katiyen pay alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete verilirdi. Bugün bu hal mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi cihana göstermişse, fazlalık bende değil, mevcut sistemin yapısındandır. Bu şekil mevcut oldukça, bu mevkie çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz. Arkadaşımızın hakkımdaki sözleri beni duygulandırdı. Fakat bana karşı söylediğiniz sözlerin asıl samimiyeti, bana karşı gösterdiğiniz harekâtın asıl ciddiyeti, ancak bugünkü idare şeklinin muhafazasında göstereceğiniz yiğitlikle ispat edilecektir sözleriyle millet ve devlet bütünleşmesinin örneklerini vermekteydi. 5.2.2. Milliyetçilik Çoğunlukla aynı coğrafyada yaşayıp aralarında dil, his, menfaat ve düşünce birliği olan, ortak bir geçmişe ve geleceğe dair ideallere sahip insan topluluğuna millet adı verilmektedir. Türkçede millet kelimesinin karşılığı bodun kelimesidir. Ancak Anadolu Türkçesinde Arapça mille kelimesinden gelen millet, Fransızca nation kelimesinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Avrupa da Katolik Kilisesinin din, dünya ve toplum hayatının her sahasına yayılan belirleyiciliğine karşı tepki şeklinde ortaya çıkan Protestan hareketiyle başlayan millî kiliseler döneminde devletlerin kendi dillerini kullanmaları, millet oluşumunda önemli bir aşama oluşturmaktadır. Fransız ihtilâlinden sonra soy ve dil birliğinin de öne çıkması üzerine aynı değerlere sahip milletlerin, ayrı devletler kurmaya çalışmaları çok uluslu imparatorlukları derinden sarsmıştır. 19 ve 20. yüzyıllar âdeta bir milliyetler asrı hâlinde imparatorlukların sonu ve millî devletlerin dünya siyasetine yön verdiği zamanlar olmuştur. Her insan topluluğunun mensubu olduğu milletin iyiliğini istemesi ve bunun için çalışması tabii bir duygudur. Ancak milletin belirleyici öğesini sadece ırk a hasreden ve kendi ırklarının üstünlüğü nazariyesini işleyen bazı örnekler diğerlerine hâkim olmak ve dünyayı yönetmek hırsına kapılarak dünya savaşlarına da yol açmışlardır. Tarihinin en eski dönemlerinden itibaren kendine özgü değerleri çerçevesinde, gittikleri her coğrafyada bir siyasi idare birliği kurarak devlet hâlinde yaşama özelliğine sahip Türk milletinin cihan hâkimiyeti idealini bununla karıştırmamak gerekmektedir. Zira kurdukları her devlette farklı dil, din ve kültürden insanlara hoşgörü ile yaklaşan ve kabiliyetleri ölçüsünde değer veren bir yönetim anlayışını emperyalist bir tahakküm anlayışı ile karıştırmamak gerekir. İslam öncesi dönemden itibaren sosyolojik manada bir millete aidiyet duygusu Türkler arasında yaygındı. Asya Hunlarında Tanhu Çiçi nin, Göktürklerde Bilge Kağan ın, Türk milletinin hususiyetleri ve bunları korumak için gösterdikleri hassasiyet kaynaklara yansımıştır. Bu manada Orhun Abideleri nde yer alan yaratılış, yönetim ve millî varlığı koruma bilinci ilk milliyetçilik örnekleri olarak son derece değer taşımaktadır. Köktürklerden sonra Uygurların Çin kültüründen etkilenerek yaşadıkları değişim millî kimlik bilinci bakımından önemli bir örnektir. Selçukluların İslam dinine girmeleriyle başlayan sosyal ve kültürel değişim ise Türk tarihine ve kimliğine olumlu katkılar sağlamıştır. Selçuklu müessese ve yönetim 117

anlayışından aldığı değerleri gittikleri coğrafyalardaki farklı şart ve değerler ile harmanlayarak bir dünya devleti hâline gelen Osmanlı ise çok farklı dil, din, ırk ve renkten insanları asırlarca bir arada, barış içinde yaşatmakla daha gelişmiş bir hâkimiyet anlayışını hayata geçirmiştir. Pax Ottomana (Osmanlı Barışı) kavramı bu anlayışın evrensel bir neticesi olmuştu. Ancak bilhassa 19. asır Osmanlı Devleti nin de milliyetçilik akımının sonuçlarına maruz kaldığı bir dönem olmuştur. Bağlı unsurlar birer birer milliyetçilik düşüncesinin ve bölgenin stratejik özelliğinin de tesiriyle uluslararası güçlerin faaliyet alanı hâline gelirken, Osmanlı mevcut birliği en geniş sınırlar ve en kalabalık nüfusla devam ettirmeyi amaçlamaktaydı. Ancak Balkan isyanları, Trablusgarp ve Balkan Savaşları nın yıkıcı sonuçları farklı unsurların bir arada yaşama ülküsüne ağır darbeler vurunca, Türk unsuru Osmanlılık ve İslamcılık düşüncesinden Türk milliyetçiliği düşüncesine yönelmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu aşamada da Türk milliyetçiliği düşüncesinin sistematiğini oluşturan Yusuf Akçura ve bilhassa Ziya Gökalp gibi aydınlar ırk esaslı değil, kültürel birlik esaslı bir milliyetçilik düşüncesini formüle etmişlerdir. Gerçekten de ırk, dil ve din dışında kader birliği, tarih ve kültür birliği, his birliği özellikleri de vurgulanarak Türk milliyetçiliği öne çıkarılacaktır. Milliyetçilik Türk İnkılabının temel prensibi olduğu kadar, fertlerini Türk milletine bağlayan manevi bir köprü, milleti huzur ve refaha yönelten en güçlü bağ olmuştur. Cumhuriyeti yönetenler, dönemin tek partisine üye olmayı hariçten gelip Türk tâbiyet ve harsını (kültürünü) kabul eden her fert için mümkün görmüştür (CHF 1923 Nizamnamesi). Anlaşılacağı üzere Atatürk ün düşüncesinde soydan, ırktan kaynaklanan bir milliyetçilik değil, tamamen kültürel, ideal ve düşünce birliğine dayanan bir anlayış söz konusu olmuştur. Atatürk, milliyetçilik anlayışını Afet İnan a hazırlattığı Vatandaş İçin Medeni Bilgiler adlı kitapta şöyle anlatmıştır; Ortak bir tarih, beraber yaşama arzusu ve kültür birliğinden oluşan topluluklar millettir. Atatürk, Türk milletini oluşturan doğal ve tarihî olguları şöyle açıklamaktadır. Siyasi varlıkta birlik, dil birliği, yurt birliği, ırk ve köken birliği, tarihî yakınlık ve ahlakî yakınlık. Bu hususlardan siyasi varlıkta birlik son derece önemlidir. Bu bir milletin siyasi bakımdan kişiliğini ortaya koyması, varlık durumuna erişmesidir. Nitekim 1924 Anayasası nın 88. maddesinde Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın, vatandaşlık itibarıyla, Türk denir ifadesiyle yeni devletin milliyetçilik anlayışının kültür temelli olduğu ve vatan toprağı içinde yaşayan bütün bireyleri eşit kabul ettiği açıkça ifade edilmiştir. Bu anlayış 1927 yılı nizamnamesinin değiştirilemez olarak kabul ettiği umumi esaslarında vatandaşlar arasında en kuvvetli bağın dil birliği, his birliği, fikir birliği olduğuna kani olmak şeklinde formüle edilmiştir. Bunu gerçekleştirmek için Türk dilini ve kültürünü hakkıyla yaymak ve geliştirmek için her sahada çalışarak bütün fertlerine eşit olarak uygulamayı taahhüt etmiştir. Atatürk ün milliyetçilik anlayışı birleştirici ve bütünleştiricidir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir soyun evlatları ve hep aynı cevherin damarlarıdır. Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçisiyiz, Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluma dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur ; demek suretiyle 118

milliyetçiliğin etnik temele dayanmadığını vurgulamıştır. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti ni kuran halka Türk milleti denir diyerek etnik temele dayanmayan, kapsayıcı, gayet açık ve pratik bir millet tanımı yapmıştır. Atatürk, milliyetçiliği, millî bütünlüğün en temel özelliği sayarak bütün farklılıkları hep aynı cevherin evlatları olarak ifade etmiştir. O na göre milletin birliği ve bütünlüğü en büyük güç kaynağıdır. Atatürk ün milliyetçilik anlayışı, akılcı, çağdaş, uygar, ileriye dönük, demokratik, toparlayıcı, birleştirici, yüceltici, insancıl ve barışçıdır. Buna paralel olarak ırkçılığa karşıdır. Atatürk ün isteğiyle yazılan Türk Tarihinin Ana Hatları kitabında millet tanımında ırkçılık dışlanmış, milletlerin ırkların bir karışımı olduğu, önemli olanın akıl ve ülkü birliği olduğu ifade edilmiştir. Atatürk Türk milletini etnik unsura ayırma çabalarını toplumsal düzeni bozmaya yönelik, bozguncu, alçak, vatansız, milliyetsiz ve beyinsizlerin saçmaları, gizli ve kirli emellerin oyunu olarak görmektedir. Türkler bir ırk ve etnik gurup olmaktan ziyade siyasi ve sosyolojik topluluktur. Eski devirlerden kalma Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri, Lazlık veya Boşnaklık fikri milletin bütünlüğünü bozan kasıtlı, yanlış adlandırmalardır. Atatürk ün milliyetçilik anlayışında başka milletlerin hukukuna ve milliyetçiliğine de saygı vardır. Türk milliyetçiliğinin başka milletlere düşmanlık beslemeyeceğini şu sözleriyle belirtmektedir: Bizimle birlikte çalışan milletlere hürmet ve riayet ederiz onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz her hâlde bencil ve mağrurane bir milliyetçilik değildir. Bu doğrultuda yurtta ve dünyada barışı öngörmektedir. Bu anlayış her türlü emperyalizme ve sömürgeciliğe de karşıdır. Millî bütünlüğün temeli olarak görülen milliyetçilik ilkesi, fertlerin millî tarihlerine, mazideki yaşanmışlıklara karşı derin bir hürmet ve bağlılık hissi olarak tanımlanabilir. Kendini aynı millete ait sayanların aynı sınırlar içinde bir arada yaşama ve oluşturdukları toplumu yüceltme isteği olarak da tarif edilmektedir. Türk milletine mensup olmakla övünmeyi, millete inanmayı, güvenmeyi esas alarak bu hususu Ne Mutlu Türk üm Diyene vecibesi ile açıklamış ve bu fikri Türk Öğün! Çalış, Güven! düsturu ile harekete dönüştürmüştür Atatürk dil, tarih ve millî kültürü devletin temeli saymaktadır. Millî birliğin sağlanmasında son derece önemli olan bu konularda konuşmakla kalmamış uygulamada da maddi mirasının gelirlerini bıraktığı Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarıyla ilim alanında mesafe alınmasına imkân sağlamıştır. 5.2.3. Halkçılık Lügat manası: Arapça yaratma, yaratış, manasına gelen Halk a Türkçe de, insanlar, cemiyet-i beşeriye gibi karşılıklar verilmiştir. Almancada volk: ahali, nüfus, sekene, bir yerde ikamet edenler, İngilizcede people: bir ırka, millete veya cemaate ait bütün insanlar, belli bir coğrafyada belirli bir milliyet altında yaşayan insanlar, bir ülkenin oy kullanma hakkına sahip vatandaşları, toplumda özel bir statüsü veya pozisyonu olmayan insanlar manalarında kullanılmaktadır. Osmanlı Türkçesindeki kullanımının Arapçadaki mahlûk yani yaratılmış, manasına uygun olarak her hangi bir ayırımı söz konusu etmeden bütün yaratılmışları 119

kapsaması dikkat çekmektedir. Türk tarihinin İslam öncesi döneminde halk karşılığı olarak bodun/budun tabiri kullanılmıştır. Yönetme gücünün meşruiyetini simgeleyen ve tanrı tarafından verildiğine inanılan kuta sahip olmanın vesilesi boduna / halka hizmettir. Aç ise doyurulacak, çıplak ise giydirilecek, yoksul ise zengin kılınacak olan halkın rızasını kazanan kişi bey olacaktır. İslami dönemde de aynı anlayışın bir devamı sayabileceğimiz; yöneticilere Allah ın emaneti olarak kıymetlenen halkın, 20. yüzyılda yeniden başlangıçtaki konuma benzer bir şekilde devleti yönetme yetkisinin meşruluk kaynağı hâline gelmesi dikkat çekici bir sonuçtur. Türkiye tecrübesine baktığımızda ise halk, Osmanlı Devleti nin klasik dönemi sonrasında, uzun savaş yılları boyunca canı ve malıyla devletin hizmetinde olmuştur. Son yüzyılda ise memnuniyetsizliği padişahların tahttan indirilmesinde geçerli sebep olarak gösterilirken bir yandan da etrâk-i bî idrak / akılsız, anlayışsız Türk şeklinde vasıflandırılmaktan kurtulamamıştır. İkinci Meşrutiyet dönemi halkçı anlayışın Türk düşünce hayatına gerçek manada girdiği dönemdir. Rusya daki Narodnizm/halkçılık hareketinin etkilerinin de bu dönemde görüldüğü bilinmektedir. Gerçekten de Narodnizmin temel felsefesi olan halka doğru gidiş bu dönemde yaygın bir şekilde seslendirilmiştir. Nitekim Türk Ocağı nın yayınladığı Halka Doğru da dönemin önde gelen fikir adamlarının büyük kısmı yazı yazmaktaydı. Halka Doğru, çıkış gerekçesinde aydın-halk farklılaşmasını tespit etmekte, eleştiriler getirerek çözüm önerileri ortaya koymaktadır. Normal zamanlarda arayıp hâlini hatırını sormayan, gerektiğinde bütün suçları üzerine atan, pratikte işlerliği olmayan kanun ve kurallar yaparak halkı içinde boğan bir idari anlayışa karşı, halkın kendi adetlerini, canlı kanunlar yaparak hayatiyetini koruduğu tespitinden hareket edilmiştir. Akçura, Sırp, Bulgar ve Rum toplumlarından örnekler vererek Türk aydınının da halka doğru gitmesi gerektiğini vurguluyordu. Üniversiteden mezun olan bu millet gençlerinin merkezlerde kolay para kazanarak rahat hayat yaşamak yerine köylerine giderek insanlarını bilgilendirmek, sağlık ve eğitimi ile ilgilenmek yolunu seçmeleri takdir edilmekteydi. Bu yazılarda halkların bağımsızlıklarını sağlayan en önemli sebebin aydınlanma olduğu ima ediliyordu. Türk Ocağı nda da halk üzerine toplantılar yapılıyor, halka gitme, halkı görme, öğrenme gerekliliği kabul ediliyor, halkın sıkıntıları, hastalıkları, üretim ve yaşam standardından doğan problemleri, fakirliğinin kaynakları incelenmeye çalışılıyordu. Neticede en önce, halkın uğramakta olduğu hastalıklarla, bunların sebeplerini öğrenmek için çalışmaya karar verilmiştir. Türk Ocağı da ilk günden itibaren gençleri Anadolu ya gitmeye özendirmiş, bunu millî bir görev olarak takdim etmişti. Ancak Ocak tan bağımsız şekilde, 1913 yılı yaz aylarında birkaç Tıbbiyeli yayan olarak halk arasında seyahat etmek (halka gitmek) için harekete geçmişlerdi. Memleketin hayat hakkını Türk köylüleri yükseltmekle kazanacağına derin ve sarsılmaz bir iman ve itikatla inanan gençlerin yanlarına aldıkları eşyalar, gitmekte oldukları yerin durumuna işaret etmektedir.... Edindiğimiz erkân-ı harp haritalarımızı, yol pusulalarımızı, köylülere meccanen (bedava) dağıtmak için aldığımız birçok sulfato şişelerini, çiçek aşısı yapmak için aldığımız aşı tüplerini yüklenerek.... Tıbbiyeli öğrencilerin bu teşebbüsleri sembolik bir mahiyet taşısa da köylünün sıhhî konulardaki bilgisizliğini giderecek 120

her seviyeden faaliyete şiddetle ihtiyaç olduğu açıktır. Hedef kitlenin ihtiyaçlarından da anlaşılacağı üzere bu dönemde halkçılık düşüncesinin muhatabı köylerde yaşayan, az topraklı veya topraksız, başkalarının topraklarında ücretle çalışan alt gelir gruplarındaki insanlardı. Burada bir köycülük akımının ilk belirtilerini görmek mümkündür Siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda halka dayanmak anlamına gelen halkçılık; Millî Mücadele yi yapan Türk milletinin zaferden sonra yönetime ortak olması ve kalkınma çabasıdır. Halkın hâkimiyetin mutlak sahipliğine geçmesi ancak Atatürk düşüncesiyle söz konusu olabilmiştir. Halkçılık halktan yana bir tutum içinde olmak demektir. Bütün inkılapçı kuvvetlerin halktan yana olması şarttır. Halkın desteği sağlanmadıkça hiçbir şey kazanılamaz. Bu nedenle Cumhuriyet sıkı sıkıya dediğim ilkeye bağlı kalacaktır. Devletimiz halkın devletidir. İç politikadaki esas olan halkçılık yani milleti bizzat mukadderatına hâkim kılmak esası Teşkilat-ı Esasiye kanunuyla tespit edilmiştir. Nitekim Atatürk kurduğu partiye halkçılık ilkesinden hareketle Halk Fırkası ismini vermiştir. Atatürk halkçılık kavramını demokrasi ile eş anlamlı olarak görmüş ve kullanmıştır. Bizim hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümettir. ve lisanımızda bu hükümet halk hükümeti diye yâd edilir. Atatürk ün halkçılık ilkesiyle amacı Türkiye de siyasi demokrasiyi gerçekleştirmektir. Bu sebeple halkçılık ile demokrasiyi aynı anlamda kullanmıştır. Ona göre; İrade ve hâkimiyet milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi prensibi millî hâkimiyet şekline dönüşmüştür. Demokrasi esasına dayanan hükümetlerde hâkimiyet halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi hâkimiyetin millette olduğunu, başka yerde olamayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi, siyasi kuvvetin, hâkimiyetin, kaynağına ve geçerliliğine temas etmektedir. Türk halkını, ırken, dinen, kültür bakımından birbirine saygılı, özveri duygularıyla dolu, geleceği ve çıkarları ortak olan toplumsal bir heyet olarak tarif eden Atatürk ün gözünde Türk toplumu sınıfsız bir bütündür, fertleri arasında hiçbir fark yoktur. Bu temel çizgi, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren partinin programında ve tüzüğünde de yerini almıştır. Nitekim 1931 tarihli parti programında irade ve hâkimiyetin kaynağı olarak milleti işaret eden bu anlayış, söz konusu irade ve hâkimiyeti hem vatandaşın devlete, hem de devletin vatandaşına karşı olan görevlerinin hakkıyla yerine getirilmesi için kullanılmasını başlıca esaslardan kabul etmiştir. Halkçılık anlayışı 1923 nizamnamesinde yer alan ve esasları belirlenen ilk ilkelerden birisi olmuştur. Halk Fırkası na göre halk kavramı, herhangi bir sınıfa ait değildir. Hiçbir imtiyaz iddiasında bulunmayan ve umumiyetle kanun nazarında mutlak bir eşitliği kabul eden bütün fertler halktandır. Halkçılar hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir ferdin imtiyazlarını kabul etmeyen ve kanunları koymakta mutlak hürriyet ve istiklâli tanıyan fertlerdir. Bu yaklaşım 1927 nizamnamesinde millî hâkimiyet ve idarenin ilgili olduğu bütün faaliyet sahalarında halk tarafından ve halk için kaidesini hâkim kılmayı gaye edinmiştir ifadesiyle güçlendirilmiştir. 121

1930 lu yıllarda formüle edilen bakış açısına göre Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş bir yapı olarak değerlendirmekten ise, bireysel ve toplumsal hayat için işbölümü esasına uygun şekilde çeşitli iş gruplarına ayrılmış bir camia olarak görmek daha doğrudur. Bu çalışma grupları: küçük çiftçiler, küçük sanayi erbabı ve esnaf, amele ve işçi, serbest meslek erbabı, sanayi erbabı, büyük arazi ve iş sahipleri ve tüccardır. Bunların her birinin çalışması diğerinin ve umumi camianın hayat ve saadeti için zaruridir. Bu tespitin hedefi sınıf mücadelesi yerine sosyal düzen ve dayanışmayı sağlamak ve menfaat çatışmasının önüne geçmektir. Menfaatlerin kabiliyet ve çalışma derecesiyle uyumlu olması idealize edilmektedir. Atatürk düşüncesinde halkçılık, milletin bütün fertlerini kucaklayan, hedefinde demokrasi olan millî, orijinal ve halk için halk ile birlikte gerçekleştirilmeye çalışılan bir mahiyettedir. Orijinaldir; Atatürk TBMM de hayata geçirdiği Meclis hükümeti sistemi için: Herhangi bir sisteme benzememesiyle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz, çünkü biz bize benzeriz demişti. Atatürk, Halka doğru gitmeyi, halkın yürüyüşünü hızlandırırken aydını da halka doğru daha hızlı yürütmeyi sosyal meselelerin çözüm yolu olarak görmüştür. Atatürk ün halkçılık anlayışının temelinde çalışmak vardır. Millet ancak çalışarak, üreterek var olma iddiasını ortaya koymalıdır. Toplumda her fert yerini çalışmasıyla orantılı olarak elde edecektir. Atatürk, İstanbul gazetelerinin temsilcileriyle 16 Ocak 1923 tarihinde yaptığı basın toplantısında Meclisin hedefini: milleti çağdaş medeniyet ve insanlığın gerektirdiği seviyeye çıkarmak için bütün çalışma kollarında en doğru yolları aramak, bulmak ve millete anlatarak çabuk ve geniş adımlarla bütün milleti yürütmeyi sağlamak şeklinde tespit etmiştir. Millî hedefi bu şekilde ortaya koyduktan sonra ona ulaşmak için gereken yolları bulmakta yalnız bir tek şeye çok ihtiyacımız vardır; Çalışkan olmak. Sosyal hastalıkların en önemlisi olan tembelliği gidermek ve milleti çalışkan yapmak ilk hedef olmalıdır. Zira servet ve onun tabii neticesi olan refah ve saadet yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır. Bu sözlerde milletin her şeyi yukardan yani devletten bekleme anlayışı ile tembelliğe itildiğine dolaylı bir işaret mevcuttur. Milleti ilerletmek için münevverlerine büyük iş düştüğünü söyleyen Atatürk bu vazifeyi Meclisin yapacağını söylediğine göre seçkinlerin adresi için başka yer aramaya gerek kalmamaktadır. Millet Meclisi millet seçkinlerinin toplandığı yerdir. Millî Mücadeleye başladığında gerek aydın kesimden gerekse İstanbul daki hükümet çevrelerinden gereken desteği göremeyen Atatürk, aciz, kararsız ve korkak insanların memleket mücadelesinde yerinin olmadığını, bunların telkinlerine kapılmamak gerektiğini işaretle, derler ki, biz adam değiliz ve olamayız. Biz bila kayd ü şart mevcudiyetimizi bir yabancıya verelim. Balkan savaşlarından sonra milletin ve ordunun başında bulunanlar da başka tarzda ve fakat aynı zihniyeti takip etmişler; Ordunun modernleşmesini yabancı subaylara vermişlerdir. Öyle ise aynı sıkıntılara yeniden düşmemek için yapılacak şey Türkiye nin düşünen zihinlerini büsbütün yeni bir imanla donatmak, bütün millete sağlam bir maneviyat vermek olacaktır. Türk milletinin kendisine güvenmesi çok çalışarak, tükettiğinden fazlasını üreterek zenginleşmesi ve çağdaş uygarlığın nimetlerinden faydalanması halkçılık ilkesinin hedefleri arasındadır. Atatürk ün halkçılık anlayışı millîdir. Millete hedef gösterdiği muasır medeniyet 122

seviyesine ulaşmak için dünyanın bütün ilminden, buluşlarından istifade etmenin yanında asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetini unutmamalıyız diyerek her sistemin her ülke ve toplumda aynı sonucu vermeyeceğine, bir millet için saadet olan bir şeyin diğer biri için felaket olabileceğine dikkat çekmektedir. 5.2.4. Laiklik Laik (Latince laikos) sözlük manası olarak din adamları sınıfına mensup olmayan, dinî sıfat ve yetkisi olmayan kişi anlamına gelmektedir. Siyasal sistemde din işleri ile devlet işlerinin birbirlerinden ayrı olmaları esasını savunmaktır. Fertlere akıl ve vicdani tercihleri noktasında hür olduklarından hareketle bir dokunulmazlık alanı varsayar. Hukuken ise kanun yapıcının dinî kurallardan etkilenmeden sosyal yaşamı düzenlemesi anlayışı laikliktir. Laiklik, batıda Katolik Kilise nin merkezî ve baskıcı yapısına karşı başlayan muhalefet hareketinin çeşitli etkenlerle gelişmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Avrupa da, Reform ve Rönesans la birlikte başlayan Aydınlanma Çağı, aklı hayatın merkezine alarak kilisenin dayattığı dinî doğmaların bilim, siyaset, sanat ve felsefe üzerindeki baskısını kaldırmayı amaçlamıştır. Bu bağlamda laiklik, Fransız İhtilali ile Avrupa ya yayılmıştır. Fransız ihtilâlinden sonraki ilk yüzyılda şekillenen anlayış Cumhuriyetçilerin kiliseleri her türlü siyasi ve idari gücü kullanmaktan ve bilhassa eğitim sisteminden uzak tutmak ve bir adım sonrasında kiliseyi kontrol etmek anlayışını simgelemektedir. Fransa da Cumhuriyetçiler 1880 de Cizvit tarikatını yasaklamış, 1882 de ilköğretim okullarını devletleştirmişlerdir. 1901 de Dernekler ve Tarikatlar Yasası nı çıkarmışlardır. Böylece tarikatlar dernek statüsüne alınmış, kurulmaları devlet iznine bağlanmış ve okul yönetmeleri yasaklanmıştır. Bu sürecin son adımı 19 Aralık 1905 te kilise ile devletin ayrılmasını sağlayan kanunun çıkarılması olmuştur. Temelde bu üç kanunun oluşturduğu hukuki statü 1946 da Fransız anayasasına iki madde ile girmiştir. 1- Cumhuriyet vicdan özgürlüğünü sağlar. Dinlerin kamu düzeniyle ilgili aşağıdaki sınırlamalarla özgürce icra edilmelerini güvence altına alır. 2- Cumhuriyet herhangi bir dini ne tanır, ona ne ücret verir ne de ödenek ayırır. Laik devletin dini olmamakla beraber, toplumun mevcut dinlerinden hiçbiri diğerine üstün tutulmaz. Devlet, din ve mezhepleri farklı, hatta inanmayan vatandaşlarına hukuken eşit mesafede durur. Ayrıca kişiler dinî inançlarından dolayı baskı ve ayrım görmezler. Ancak devlet toplumun dinî gereksinimlerini sosyal bir ihtiyaç olarak gözetir. Laik düzen, din özgürlüğünün doğal sonucu olarak bütün dinleri kamu düzenini bozmadıkları sürece tanır. Laik düzende dinî ve dünyevi otoriteler ayrılmıştır. Laiklik cumhuriyetin ve demokratik rejimin önemli koşullarından biri olarak algılanmaktadır. Batı daki gelişme sürecine kısaca değindikten sonra Türk tarihindeki din ve devlet ilişkisine kısaca değinmek gerekir. İslam dinine girmeden önceki dönemde Türklerde hakan, Gök Tanrı tarafından milleti yönetmek üzere tahta çıkartılmıştır. Bununla birlikte hakanın görevleri arasında dinî konular yoktur. Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra İslam hukukunu esas almışlardır. Bununla birlikte toplumun sosyal yaşantısını belirleyen kuralları tanımlayan Türk töresi ile Padişahlar tarafından çıkarılan kanunnamelerin oluşturduğu örfî 123

hukuk da geçerliliğini sürdürmekteydi. İslam hukukunun düzenlemediği alanlarda idarecilerin İslam ın temel prensiplerine aykırı olmamak kaydıyla kanun yapma yetkisi vardı. Kuruluşundan itibaren devleti dinî esaslara göre yönetmeğe özen gösteren Osmanlı Devleti nde dinî kavram ve söylemin daha belirleyici hâle gelmesinde I. Selim in 1517 senesindeki Mısır seferinden sonra kutsal emanetleri İstanbul a getirmesi ve Şeyhülislamlık makamını kurması etkili olmuştur. Bu seferle ilişkilendirilen Hilafetin Osmanlı Devleti ne geçmesi söyleminden daha önemlisi, Osmanlı padişahının dünyevi ve dinî yetkileri tek elde toplaması olmuştur. Bu gelişmelerden sonra Osmanlı Devleti nde din, devlet ve toplum hayatında daha etkili hâle gelmiştir. Devletin askerî alanda gücünü yitirdiğini gören yöneticiler 18. asrın son çeyreğinden itibaren siyaseten elden çıkan beldeleri Halife sıfatını kullanarak devlete bağlamayı bir çıkar yol olarak görmüşlerdir. 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rus Çarı Osmanlı ülkesindeki Ortodoks tebaayı himaye etme hakkını elde ederken, Osmanlı Padişahının da Rusya Müslümanlarının halifesi olduğu belirtilmiştir. Osmanlı Devleti İslamî hukuk sistemini Tanzimat dönemine kadar uygulamıştır. Tanzimat Fermanı yla dinî kurallara ve kanunlara uyulmamasından dolayı devlette zafiyet meydana geldiği vurgusu yapılarak, yeni kanunlar çıkarılması kararlaştırılmıştır. Bu dönemde yapılan kanunlarda yargılama ve ticaret hukuku gibi bazı alanlarda laik nitelikli Batı kanunları benimsenmiştir. Diğer taraftan aile ve miras hukuku gibi alanlarda dinî hukuk kurallarına bağlı kalınmıştır. Bu durum birbirinden farklı şer i ve laik nitelikli kanunların aynı anda yürürlükte olmasına yol açmıştır. Böylece hukuk alanında farklı mahkemelerin ortaya çıkmasıyla bir ikilik yaşanmaya başlamıştır. Bu durum, Cumhuriyet e kadar devam etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti nde laikliği önemli bir esas olarak ortaya koyan Mustafa Kemal Atatürk ün ilham kaynağı da büyük ölçüde Fransız deneyimidir. Bununla birlikte Türkiye deki uygulama ülke, millet ve yakın tarihte yaşananlardan yapılan çıkarımlar etrafında şekillenmiştir. Büyük Millet Meclisinin 23 Nisan 1920 de Ankara da toplanmasıyla birlikte dinî ve mistik hâkimiyet görüşü yerine, laik ve millî egemenliğe dayalı bir yönetime doğru ilerleme kaydedilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin Ankara da açılışının ertesi günü, 24 Nisan 1920 tarihinde, Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisinin üstünde hiçbir kuvvetin bulunmadığını belirtmiştir. Böylece siyasi hâkimiyetin kaynağı noktasında bir değişim de başlamış olmaktadır. Hanedan ailesinin yerine halkın hâkimiyetinin geleceği bir süreç başlatılmış olmaktadır. Bu dönüşümde genelde din ve özelde İslamiyet karşıtlığı söz konusu değildir. Atatürk ün İslam dinine bakışı son derece rasyonel ve akılcıdır: Bizim dinimiz en makul, en tabii bir dindir. Ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabi olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf hâlinde mevcudiyetini muhafaza hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dinî emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini din duygusunu, imanı öğrenmek için bir yere muhtaçtır orası da mekteptir.. Siyasi sistemin temeline halk iradesinin konulması sahasında gelişen laiklik; Saltanatın 124

kaldırılması (1 Kasım 1922), Cumhuriyet ilan edilerek hâkimiyet hakkının halka verilmesi (29 Ekim 1923), Hilafetin kaldırılması, Şer iye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılması, Tevhidi Tedrisat (3 Mart 1924) gibi temel düzenlemeler ile esaslarını ortaya koymuştur. Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925), Medeni Kanun un kabulü (17 Şubat 1926), Allah adına yemin edilmesinden vazgeçilmesi ile devletin dinî hükmünün anayasadan kaldırılması (10 Nisan 1928) ve nihayet 5 Şubat 1937 de anayasanın birinci maddesine Türkiye devletinin laik olduğu ibaresinin eklenmesiyle kanunlar açısından tamamlanmıştır. Oluşturulan sistem din hürriyetini, ayin ve ibadet haklarını tanır. Nitekim 1924 Anayasası nın 75. maddesinde bu durum açıkça belirtilmiştir: Hiçbir kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefî içtihadından dolayı kınanamaz, eleştirilemez. Asayiş, umumi görgü kuralları ve kanunlara aykırı olmamak üzere her türlü dinî ayinler serbesttir. Yine 1961 Anayasası da aynı güvenceyi devam ettirmiştir. Mayıs 1931 de Cumhuriyet Halk Fırkası nın üçüncü büyük kongresinde: Devlet idaresinde bütün kanunların, nizamların ve usullerin, ilim ve fenlerin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere göre yapılması ve tatbik edilmesi prensibi kabul edilmiştir. Din telakkisi vicdanî olduğundan, parti yönetimi din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş uygarlığa ulaşması için ana yol olarak görmüştür. Atatürk düşüncesinde laiklik, cumhuriyetçilik ile birlikte rejimin ve devletin teminatı olarak algılanmıştır. Zira eski rejime dönme ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Geleneksel anlayıştaki toplumu devlet ve rejim aleyhinde harekete geçirecek en önemli vasıta halkın dinî duygularına hitap etmek olmuştur. Osmanlı dönemindeki yenilik çabalarına karşı çıkanların dinî çevrelerin iş birliği ile netice aldıkları unutulmamıştır. Cumhuriyet döneminde rejime karşı ortaya çıkan hareketlerde de halkın dinî hassasiyeti kullanılmaya çalışıldığı görülmüştür. Atatürk düşüncesinde laiklik din karşıtı değildir. İslam dinini akla, mantığa ve milletin menfaatine en uygun din olarak tanımlayan Atatürk, bütün yurttaşlara ibadet hürriyetini en mükemmel şekilde sağladığının altını çizmektedir. Dinin doğru anlaşılması hâlinde devlet ve rejim için tehdit oluşturmayacağı inancıyla halkın kendi lisanından dinini öğrenmesi çalışmaları yapılmıştır. Kuran-ı Kerim in Türkçeye tercüme ve tefsirlerinin yapılması çalışmaların destekleyen Atatürk, dinin siyasete alet edilmesinin de şiddetle aleyhinde olmuştur. Atatürk, laikliğin bütün yurttaşların vicdan ve ibadet hürriyetlerini gözetmenin yanında bağımsız yaşamaya ve kendi ayakları üzerinde durmaya önem verdiğini de vurgulamıştır; Dinimiz, milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Aksine, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini korumalarını emrediyor.... Atatürk, İslam dinine saygılı olduğu kadar diğer fikir ve inançlara saygılıdır. Bunu şöyle ifade etmektedir: Dinî fikir ve inançlara hürmetkâr olmak, tabii ve umumi bir anlayıştır. Bunun aksini düşünmek için sebep yoktur. Laiklik, Türk toplumuna rasyonel gerçeğe, deneye ve araştırmaya dayanan bilimsel bir zihniyet kazandırmış, çağdaşlaşmanın yollarını açmıştır. Bu anlayış, fikir vesayetini reddeden, 125

farklı görüşlerin bir arada yaşamasını mümkün kılan, akılcı ve insancıl bir düşünce sistemini getirmiştir. 5.2.5. Devletçilik Devletçilik anlayışı Cumhuriyet Halk Fırkası nın 1931 programına: Bireysel çalışma ve faaliyeti esas almakla birlikte mümkün olduğu kadar az zaman içinde dinamik ideale kavuşmak için milletin genel çıkarlarının gereğine göre, bütün işlerde özellikle ekonomik alanda devletin fiilen ilgilenmesini benimser şeklinde girmiştir. Devletçilik, bilhassa ekonomide devletin ilgilenmesi, yapma, yaptırma, yönlendirme, teşvik, yardım etme, yapılanları düzenleme ve kontrol etmesi anlamına gelir. Devlet kendini daha güçlü kılmak için vatandaşların eğitimi, güvenliği ve sağlığı ile ilgili işleri yapar veya yaptırır. Devletçilik ilkesi, bireysel ekonomik teşebbüse öncelik vermekte, ekonomik hayatı düzenleme ve kontrol etme görevinin ise devlete ait olduğunu varsaymaktadır. Toplum yararına hizmet eden kuruluşların artırılmasına önem verir. Aynı zamanda memleket içinde güvenliği ve adaleti sağlamak, vatandaşların hürriyetini güven altında bulundurmak, dış siyaset ve diğer milletlerle olan ilişkileri iyi idare etmek, savunma kuvvetlerini daima hazır tutmak ve milletin bağımsızlığını sağlamak, devletin öncelikli görevleridir. Bu ilkenin uygulanmasındaki en önemli etkenlerin başında, özel sektörü teşvik edici tedbirler alınmış olmasına rağmen, istenilen düzeyde bir gelişme elde edilememiş olması gelmektedir. Yeterli yerli sermaye birikiminin olmayışı kadar girişimci sınıfın yetersizliği, teknik bilgisizlik, yabancı sermayenin olumsuz tutumu ve Teşvik-i Sanayi Kanunu nun bütün desteklerine rağmen yatırımların yeterli olmaması Atatürk ün devletçilik ilkesine yönelmesini ve uygulamaların esaslarını netleştirmesini sağlamıştır. Bunun yanında 1929 da ortaya çıkan dünya ekonomik bunalımı, zaten zayıf olan Türkiye ekonomisini daha da zor duruma sokmuştur. Bütün bu sebepler yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti nin devletçiliğe yönelmesinde önemli rol oynamıştır. Türkiye de devletçilik ilkesinin uygulanmasının sebeplerinde biri de sosyal adalet ve bölgeler arasındaki dengeyi sağlamaktır. Bu durum ancak geri kalmış bölgelerde sanayi kuruluşları kurmakla mümkün olabilirdi. Devletçilik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti nin ekonomik bağımsızlığını muhafaza ederek millî kaynaklarını değerlendirmesini sağlamıştır. 10 yıllık savaşın yarattığı maddi ve manevi tahribatın bir an evvel giderilmesi hedeflenmiş, herhangi bir sistem taklit edilmemiş, ülke şartları belirleyici olmuştur. Atatürk, devletçilikten ne anladığını şu sözler ile izah etmiştir: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi menfaatlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Prensip olarak devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. Kesin zaruret olmadıkça piyasalara karışılmaz; bununla beraber piyasa da başıboş değildir. Görüldüğü gibi bu yaklaşım ekonomik faaliyetin tamamen devletin tekelinde olduğu katı bir devletçilik uygulaması değildir. Atatürk, Afet İnan a hazırlattığı Medeni Bilgiler kitabında Türkiye şartlarında takip 126

edilmesi gereken ekonomik politikayı ve kendisinin mutedil (ılımlı) devletçilik anlayışını şöyle ifade etmektedir: Türkiye Cumhuriyeti ni idare edenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber mutedil(ılımlı) devletçilik prensibine uygun yürümeleri, bugün içinde bulunduğumuz hâllere, şartlara ve mecburiyetlere uygun olur. Bizim takibini muvafık gördüğümüz mutedil devletçilik prensibi; bütün istihsal(üretim) ve tevzi(dağıtım) vasıtalarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dâhilinde tanzim etmek gayesini takip eden sosyalizm prensibine müstenit(dayanan) kolektivizm yahut komünizm gibi hususî ve ferdî iktisadi teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir. Yukarıda izah edilen anlayış çerçevesinde devletin attığı adımları şöyle sayabiliriz: Mevcut demiryollarının millileştirilmesi ve yeni hatların inşa edilmesi. Bankacılık sektörünü millileştirmek ve özel girişimcilere destek sağlamak üzere İş Bankası nın kurulması(1924). Sanayi ve Maadin Bankası nın kurulması(1925). Aşar vergisinin kaldırılması (1925). İnşaat ve konut sektörüne destek olmak için Emlak ve Eytam Bankası nın kurulması (1926). Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılarak yeni işletmelerin açılması(1927). Yerli sanayi ve ticareti korumak üzere yeni gümrük tarifeleri uygulamaya konulması(1929). Sanayi ve Maadin Bankası vasıtasıyla Hereke, Feshane, Bakırköy Mensucat, Bünyan, Isparta iplik fabrikaları, Maraş, Tosya çeltik fabrikaları, Beykoz deri ve kundura, Uşak şeker, Malatya ve Aksaray elektrik ve Kütahya çini fabrikalarına ortak olunması. 1933 te kurulan Sümerbank on yedi yeni fabrika kurmuştur. 1934 te Birinci Beş yıllık sanayi planı yürürlüğe konarak kimya, sanayi, demir, kâğıt ve selüloz, kükürt, süngercilik, pamuk ve mensucat sanayine öncelik verilmiştir.1935 yılında madencilik alanında yatırım yapmak üzere Etibank kurulmuştur. Ham maddesi ülke içinde bulunan yatırımlar yapılarak dışarıya döviz gitmesi önlenmeye çalışılmıştır. Bu planlı ekonomi döneminde sanayileşme atılımına girişilmiştir. Atatürk bunu şöyle dile getirmektedir: Endüstrileşmek en büyük millî davalar arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimiz de mevcut olan büyük küçük her çeşit sanayi kurup işleteceğiz. En başta vatan savunması olmak üzere mahsullerimizi kıymetlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve refahlı Türkiye idealine ulaşmak için bu bir zorunluluktur. Uzun yılların ihmallerine ve 12 yıllık savaşın yıkımlarını bir an evvel gidermek isteyen devletin hedefi sanayileşmeyi hızlandırmak, tarım üretimini arttırmak, ulaşımı ülke sathına yaymak ve bankacılık sistemini modernleştirmektir. Böylelikle toplumun refah düzeyi yükseltilmeye çalışılmış ve mümkün olduğunca fazla insanın bu refahtan yararlanması amaçlanmıştır. Devletçiliğin ekonomik sahada olanın yanında bir de siyasi anlamda devletçilik fikrine işaret etmeliyiz. Kadim Türk düşüncesinden bu yana devleti ilelebet yaşatmak esasına dayanır. Fert ve cemiyetten önce devletin varlığını muhafaza etmek, devamlılığını ve otoritesini sağlamak ilk hedeftir. Devletin gerektiğinde şevketini, ihtiyaç olduğunda şefkatini göstermesi gerektiğine inanılmaktadır. Bu çerçevede devlet kavramının bağımsızlık düşüncesiyle eşdeğer kabul edildiğini söyleyebiliriz. Günümüzün liberal demokrasi düşüncesine aykırı gibi görülse de halkın temel değerlerinin korunması ve devam ettirilmesinin, refah, mutluluk ve huzurunun ancak devlet sayesinde sağlanabileceği düşüncesinden temellenir. 127

5.2.6. İnkılapçılık Kelime anlamı olarak bir durumdan başka bir duruma geçiş, dönüşüm; siyasi terim olarak ise toplum düzenini ve yapısını daha iyi duruma getirmek için yapılan köklü değişiklik, iyileştirme anlamlarına gelmektedir. İnkılap kavramını ifade etmek için 1934 teki dilde sadeleştirme politikalarından sonra devrim kelimesi kullanılmışsa da bu durum inkılap ile ihtilali aynı sanmaktan kaynaklanmaktadır. Nitekim Türk İnkılabının önderi Atatürk de hukuk inkılabının ilk adımlarını atmaya başladığı 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi nin açılışında konuyu ele almış ve Türk İnkılabı nedir? Bu inkılap kelimesinin ilk anda işaret ettiği ihtilal manasından başka ondan daha geniş bir değişikliği ifade etmektedir. Bugünkü devletimizin şekli asırlardan beri gelen eski şekillerini ortadan kaldıran, en gelişmiş tarz olmuştur. tespitinde bulunmuştur. Görüldüğü gibi Atatürk, ihtilâl ve inkılabı bir birinden ayırmıştır. Bu konuşmada Atatürk, devletin idare şeklinin değiştirilmesinden sonra devletin ve milletin varlığını sürdürebilmek için fertleri arasında kurduğu ortak bağın da şeklinin değiştirilmek istendiğini ifade etmiştir. Din ve mezhep esaslı birliğin yerine milletin fertleri arasındaki ortak bağın Türk milliyeti olması amaçlanmıştır. Millete, dünya milletleri arenasında hayatta kalmak, kuvvetli olmak için gerekli bilgi ve aracın çağdaş medeniyete dâhil olmaktan geçtiğini anlatmak gerekli görülmüştür. Bu anlayış çerçevesinde toplum idaresini düzenleyen kanunların da şartların değişmesiyle beraber değişecek bir dünyevi bakış etrafında yapılması benimsenmiştir. Bütün bunlar ihtilâlden çok ilerde, yüksek ve büyük değişimlerdir, inkılaptır. Atatürk, yaptığı birçok konuşmada inkılabı; son asırlarda Türk milletini geri bırakmış kurumları yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni kurumları kurmak olarak açıklamıştır. Fransız ihtilâli, Bolşevik ihtilâli örneklerinde değişim ve dönüşümler çok kanlı olmuştur. İdareyi ele alışı mevcut şartlara uygun olarak gelişen Alman ve İtalyan faşizminde ise milletler adına çok kanlı değişim ve dönüşümler yaşanmıştır. Türk İnkılabı hem altı asırlık hanedan idaresine kansız bir şekilde son vermiş, hem de milleti daha müreffeh, daha çağdaş bir seviyeye taşımıştır. Bu çerçevede inkılap: Türk milletini asırlardır geri bırakan müesseseleri yıkarak milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır diyebiliriz. Yapılan inkılap hareketleri Türk milletinin en azından üç yüz seneden beri çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ve nimetlerinden faydalanmak çabasının geldiği son nokta olarak görülebilir. Türk İnkılabının esası çağdaşlık, medeniyet ve refah mücadelesidir. Atatürk e göre göre asırlardır modernleşmek için yapılan fedakârlıkların neticesi buna bağlıdır. Mutlaka ileri gidilmelidir. Geçmişe takılmak mahvolmak sebebidir, zira dünya milletleri daima ileriye doğru akan bir sel gibi güçlenmektedirler. Bilim ve teknolojinin çağdaş ürünleri karşısında ortaçağdan kalma zihniyetlerle yürümeye çalışmak mahvolmaya mahkûm olmaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurularak millî egemenlik düşüncesinin hayata geçirilmesi, saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı, hilâfetin kaldırılması siyasi ve idari anlamda büyük değişimlerdir. Öğretimin birleştirilmesi, kılık kıyafetin değiştirilmesi, hukuk düzeninin laikleştirilmesi, kadınlara yeni haklar tanınması, yeni takvim, saat ve ağırlık ölçülerinin kabulü, Arap harfleri yerine Latin esaslı Türk harflerinin kabulü; tarih ve dil anlayışında değişim, soyadı kanunu ise hukuki, sosyal ve kültürel alanda büyük değişim 128

hamleleridir. Saydığımız bu değişimler ile onları yapmaya imkân veren Millî Mücadele süreci Türk inkılabı olarak değerlendirilmektedir. Değişim alanları ve yapılan düzenlemeler dikkate alındığında yapılan bir ihtilal değil inkılaptır. Zira söz konusu değişimler 1860 lı yıllardan beri çeşitli platformlarda tartışılarak olgunlaştırılmış, geliştirilmiş hususlardır. Ancak hayata geçirilmeleri Atatürk ün girişimleriyle olmuştur. Fikir tartışmalarının olgunlaşması kadar hayata geçirilmesi için uygun ortam ve onu yönetecek lider de son derece önemlidir. Türk modernleşme tarihinde köklü değişim ve dönüşüm öneren pek çok devlet adamı bunu hayatıyla ödemiştir. Yapılan yenilikler kanlı bir şekilde durdurulmuş, devlet ve millet her seferinde yeniden başlamak zorunda kalmışlardır. Atatürk önderliğinde verilen Millî Mücadele, Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında herkesi bir araya toplamayı başarmıştı. Ancak askerî mücadeleden sonra gidilecek yol öncü kadro arasında da ayrılıklara yol açmıştır. Taraflar arasında tercihlerin netleşmesinden sonra büyük bir kısmı son asrın tartışma mevzuu olan konular Atatürk ün eliyle uygulama imkânı bulacaktır. Atatürk e bu başarıyı sağlayan onun düşünce ve eylem ilkeleridir. Yukarıda düşünce esaslarını ayrıntılı incelemeye çalıştık. Uygulama esasları ise daha kısa ve nettir: 1 Kasım 1937 tarihli TBMM açış konuşmasında dile getirdiği hususlardır: Atatürk ün ifadesiyle Türk İnkılabının yolunu çizen ilkeler üzerinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız millet ve tarihin sayfalarından çıkardığımız derslerdir. Dolayısıyla ülkenin şartları, milletin tarihî ve kültürel birikimi, insan ve coğrafya imkânları ölçüsünde çağdaş çizgiyi temsil etme mücadelesi inkılapçılıktır. Atatürkçü inkılapçılık anlayışı, akıl, bilim ve ileri teknolojinin yol göstericiliğinde sürekli gelişmektir. Bu nedenle Atatürk Büyük davamız, en medeni ve refah seviyesi yüksek bir millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de köklü bir inkılap yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek zorundayız. Bu teşebbüste başarı, ancak, türeli bir planla ve en akılcı bir şekilde çalışmakla olur. demek suretiyle fikirlerin uygun hareketlerle ve tedbirlerle zaman kaybetmeden hemen uygulanmasını istemiştir. 5.3. Atatürk İlkelerinin Uygulama Esasları Uygulama esasları Atatürk ün yukarıda maddeler hâlinde izah edilen ilkelerini destekleyen, besleyen temel fikirlerdir. Bu fikirler ilkeler hâlinde yazılmamışsa da hemen her ilkenin üzerinde yükseldiği kaidelerdir. Esas itibarıyla milletlerin bağımsız siyasi teşekküller hâlinde yaşamasını temin eden bu hususlar zamanın değişmesiyle değişmeyen, eskimeyen mahiyetleriyle Atatürk düşüncesinin de daima canlı, uygulanabilir kalmasını sağlamaktadırlar. Çağdaşı ülke liderlerinin büyük çoğunluğunun fikirleri terk edilmiş, kendileri unutulmuşken Atatürk ve düşüncesinin şimdi ve gelecek için rehber olmasına imkân sağlayan bu hususları üç ana başlık altında toplayabiliriz. 5.3.1. Tam Bağımsızlık Atatürk düşüncesinin temelinde yatan, bütün uygulamalarda belirleyici olan vasfı siyasi, iktisadi, mali, adlî ve kültürel olarak tam bağımsız olmaktır. Bunlardan herhangi birisindeki eksiklik millet ve memleketin gerçekte bütün bağımsızlığından mahrum olmaktır. Atatürk 129

düşüncesinde esas: Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esasın ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla elde edilebileceğine dikkat çeken Atatürk, zengin de olsa bağımsızlıktan mahrum bir milletin medeni dünyanın karşısında uşak olmaktan daha iyi bir muameleye layık olamayacağını hatırlatmaktadır. Yeni Türkiye Devleti nin barışçı olduğunu, belirtirken de barışçılığın tam bağımsızlık istiyoruz demek olduğunu, bunu sağlamaya kudretin yeteceğinin altını çizmekteydi. Bu düşüncelerle İstiklâl Harbi ne başlarken ya istiklâl ya ölüm parolasıyla yola çıkılmış, savaş sürerken kültürel ve ekonomik bağımsızlık için toplantılar yapılmış, düşmanı yurttan kovduktan sonra sıra askerî zaferi ekonomik zaferlerle taçlandırmaya gelmiştir. Zira inanılmaktadır ki, ekonomik bağımsızlıkla desteklenemeyen başarılar devamlı olamaz, kısa zamanda biter. Aynı şekilde adlî, kültürel, sosyal sahalarda da çağdaş düzenlemeler birbiri ardına uygulamaya konularak Türk milletinin millî egemenliği benimsemesi ve memlekette yegâne hâkim ve amilin kendisinden ibaret olduğunu unutmaması bir yaşam biçimi hâline getirilmeye çalışılmıştır. 5.3.2. Çağdaşlık Atatürk ün asıl yönlendirici figür olarak işlev gördüğü Türk İnkılabının en çok tartışılan cephelerinden biri dâhil olunmak istenen medeniyet anlayışıdır. Atatürk ün amacı bu yeni sistem ile milleti her hâli ve tavrı ile medenileştirmekti. Atatürk düşüncesinin gayesi açık ve net bir şekilde budur. Hangisine dâhil olunacağı söz konusu edildiğinde Atatürk ün cevabı kesindir; Memleketler muhteliftir. Fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lazımdır. Osmanlı Devleti nin kendini Avrupa ya bağlayan bağları kestiği gün çökmeye başladığına inanan Atatürk aynı yanlışı yapmayacaklarını vurgulamaktadır: Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye de asrî, binaenaleyh garbî bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girip de garba teveccüh etmemiş millet hangisidir? Bu kararlılık Atatürk düşüncesinde bir var olmak mücadelesi olarak yer almaktadır: Memleket behemehâl (mutlaka) asri (çağdaş), medeni ve müteceddit (yenilenmiş) olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır. Bütün fedakârlığımızın semere(netice) vermesi buna mütevakkıftır (bağlıdır). Türkiye ya yeni fikirle mücehhez(donanmış), namuslu bir idare olacaktır veyahut olamayacaktır. Halkın son derece yenilik taraftarı olduğuna dikkat çeken Atatürk bu hızlı ve köklü değişikliklerden endişe duyanlara da seslenmekten onları düşüncesine kazanmaya çalışmaktan asla vazgeçmemiştir. Arkadaşlar (kesinlikle) telaffuz ediyorum. Korkmayınız, bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve mühim bir neticeye isal ediyor(götürüyor). Böylesine mühim bir neticeye ulaşmak için gerekirse kurbanlar vermenin dahi önemli olmadığına dikkat çeken Atatürk, Bu hâlin muhafazasında taannüt(inatlaşma) ve taassup, hepimizi her an kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz. Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir ve o, gafil ve itaatsizler hakkında çok bîamandır(acımasızdır). ihtarında bulunmaktadır. Burada Batı medeniyetinden farklı bir tercih olabilir mi? Sorusu da akla gelebilir. Ancak 20. yüzyıl insanı için doğu - batı tercihi manasızdı. Çünkü Doğu, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren neredeyse tamamen Batı nın siyasi ve ekonomik hâkimiyeti altına girmişti. Tam bağımsız, ayakları üzerinde durabilen bir İslam devleti yoktu. Saltanat ve 130

hilafet makamının sahibi olmakla dünya Müslümanlarının ümit merkezi hâline gelen Osmanlı Devleti nin içine düştüğü durumu Atatürk ve nesli bizzat yaşamışlardı. Dolayısıyla Batı medeniyeti tercihi zamanın ve zeminin ortaya çıkardığı tabii bir tercihti. Diğer yandan medeniyet bahsinde Atatürk ün vurguladığı husus ilim ve fen çerçevesinde ortaya çıkan neticedir. Atatürk ün ifadelerinden Batı medeniyetinin kültür ürünlerinden ziyade teknik konularda takip edileceğini anlamak gerekir. Medeni olarak vasıflandırılan milletlerin yöntemini almak, onların hâkim bulunduğu ortamda yaşayabilmenin, onlarla boy ölçüşebilmenin yegâne şartıdır. Aksi takdirde her an o tehlikeye maruz yaşamak zorunda kalınacaktır. Mevcut zihniyetle zaten onların esiri olmaktan başka bir netice ihtimali yoktur. Dolayısıyla daha önceki bahislerde de ifade edildiği üzere Atatürk ün gözünde geçmişte ve şimdi Türk insanı medenidir, ancak teknik alanda geri kaldığı için onları almak durumundadır. Mesela musikide de tamamen millî hisleri ve duyguları medeni âlemin vasıtaları ile işlemek zaruretini ön plana çıkarmıştır. Türk inkılabı adına yapılan her şeyin netice vermesinin mutlaka çağdaş, yenilikçi ve medeni olmasına bağlı olduğunu, bu gerçekleştirilmez ise yaşayamayacağını belirten Atatürk ün düşünce, kültür, siyasi, idari ve sosyal sahalarda inkılaplar yapmanın yanı sıra düşüncedeki değişikliğin bir göstergesi olarak şekilde de birtakım düzenlemeler yaptığını hatırlatmalıyız. Temelde Türk milletinin tarihinin her safhasında medeni olduğunu belirten Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti halkı, fikriyle, zihniyetiyle, medeni olduğunu ispat ve izhar etmek mecburiyetindedir. Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzı ile medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir. demektedir. Kısaca, Atatürk; medeniyim diyen Türkiye nin hakikaten medeni olan halkı başından aşağıya dış görünüşüyle dahi medeni ve olgun insanlar olduğunu fiilen göstermeye mecburdur, anlayışını seslendirmekteydi. Bu yaklaşımda mevcut dış görünüşün zaten millî olmamasının da büyük payı vardır. Nitekim O, halk ile yaptığı sohbetlerde mevcut kıyafetlerin ne milli, ne de uluslararası olduğuna işaretle, O hâlde kıyafetsiz millet olur mu? sorularını sorarak bu aşamada millîdir diyerek Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeğe gerek olmadığını, millete layık olanın medeni ve uluslararası kıyafet olduğunu ve onun giyileceğini belirlemiştir. Diğer sahalarda da bize ait orijinal tarih, sanat ve kültür değerlerinin medeni seviyeyi temsil eden memleketlerde kullanılan şekil ve yöntemleri kullanarak dünyaya sunulmasını istemiştir. Bununla Türk milletinin de kendine özgü değerleri olduğunun gösterilerek dünya milletlerinin saygıları kazanılmak istenmiştir. Bu daha önceki dönemlerin tenkit edilen taklitçilik anlayışı değildir. Ana hatları ile geleneksel olanın modernleştirilerek hayatiyetini devam ettirme çabasıdır. 5.3.3. Müspet İlime ve Akla Tâbi Olmak Atatürk ün bütün eylem ve yaşamı insan aklına ve ilme verdiği değeri gösteren örneklerle doludur. Ülke ve dünya ölçüsünde olaylara hissî ve dogmatik bir yaklaşımla, peşin hükümle değil, akıl ve ilmin ışığında faydacı açıdan bakılması Atatürk ün prensibi olmuştur. Onun muasır medeniyet seviyesine ulaşma hedefi aynı zamanda insan aklının bir ürünü olan ilim ve teknolojide zirveyi yakalamaktır. Çağdaş olmak da olaylara bu gözle ve anlayışla 131

bakabilmenin bir sonucudur. Atatürk ülkenin düşman işgalinden kurtarılmasında da ilim ve aklın belirleyici rol oynadığını şu sözlerle ifade etmekteydi: Yurdun en bakımlı, en şirin, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı dize getiren başarının sırrı nerededir biliyor musunuz? Orduların yönetilmesinde bilim ve fen ilkelerini rehber edinmemizdedir. Milletimizin siyasi ve içtimai hayatı ile düşünce eğitiminde de yol göstericimiz bilim ve fen olacaktır. Osmanlı Devleti nin belli bir seviyeye geldikten sonra dünyadaki gelişmeleri takipten vazgeçmesinin nelere yol açtığını gören Atatürk, gözlerimizi kapayıp mücerret (tek başına) yaşadığımızı farz edemeyiz. Bilakis müterakki (ilerlemiş) ve mütemeddin(modernleşmiş) bir millet olarak medeniyet sahası üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. şeklinde durumu ifade etmiştir. İlmin maddi ve manevi bütün başarıların kapısını açan anahtar olduğu inancı Atatürk te esastır. Samsun da Ticaret Mektebi öğretmenlerine söylediği şu sözler kendisinden sonra takip edilecek yolu da göstermektedir: Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir. İlmi gelişmeleri yakından takip ederek yenilikleri daima hayata uygulamak başarı için şarttır. Dünya her sahada her geçen zaman diliminde gelişip değişirken yüzyıllar öncesinin anlayış ve metotlarını takip etmenin akıl ve mantıkla bir ilişkisi olmamak gerektir. Bu tarz düşünce Atatürk te hayatının sonuna kadar temel hayat düsturu olarak yaşamıştır. Nitekim Türk milletine bıraktığı manevi mirasın ilim ve akıl olduğunu, onu benimsemek isteyenlerin ilim ve aklın rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçıları olacaklarını ifade etmiştir. 132

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluşunu mümkün kılan Büyük Millet Meclisinin açılması, mücadeleyi yürütmesi ve milleti çağdaş uygarlıklar seviyesine çıkarmak için yaptığı her türlü düzenleme ve köklü değişim hareketlerinin bir fikrî temel üzerine inşa edildiğini görüyoruz. Osmanlı Devleti nin son dönemlerinde girişilen reform çabalarına karşın önlenemeyen çöküşe karşılık Cumhuriyet kendi politikalarını bu deneyimden dersler çıkararak insan faktörünü, tarih birikimini dikkate alarak belirlemiştir. Vatan, millet, devlet ve fert kavramlarının içine hangi özelliklerin aşama aşama konulduğunu görmek mümkündür. Öncelikli olarak vatanın bölünmez bütünlüğünü, milletin egemenliğin tek sahibi olduğunu, bu bağlamda ferdin biraz daha geri planda düşünüldüğünü görüyoruz. Kendini yönetecekleri seçme konusunda gerekli olgunluğa eriştiği zaman tek dereceli seçimlerin hayata geçirileceğini belirten Cumhuriyet Halk Fırkası nın yöneticileri demokrasinin zeminini hazırlamak gerektiğini de dolaylı olarak ifade etmiş oluyorlardı. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve halkçılık zemininde yükselen yeni yapı, rejimin kendisini muhafaza edebilmek ve geçmişin bozulmuş birtakım anlayışları tarafından engellenmemek için laiklik ilkesiyle dinin devlete müdahalesinin önünü tıkamayı tercih etmiştir. Ümmetten millete geçiş, millî devletin şartlarının hazırlanması kadar gelinen noktada durağanlaşmadan daima ileriye gidişin, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın anahtarı olarak inkılapçılık ilkesinin önemini görüyoruz. Bu kısımda genellikle altı çizilen ekonomik devletçilik anlayışının yanı sıra devleti esas kabul eden bir siyasi devletçilik anlayışının da var olduğunu dikkatten kaçırmamak gereklidir. Altı ilkenin ifade ettiği manaları izah kadar bu anlayışın hayata geçirilmesinde hangi noktalardan hareket edildiği de önemlidir. İlim ve aklı ön plana almak doğru anlaşılması gereken bir yaklaşım tarzıdır. Laiklik din karşıtlığı anlamına alınmamalıdır. Zira tarihî arka planında kilise - devlet çatışmasından kaynaklandığına dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla Türkiye de rejime muhalif olanların halkı da yanlarına alarak tehdit oluşturmalarının önüne geçilmek için laiklik ilkesi önemsenmiştir. Bunun yanı sıra devletin son yüz elli yılda ekonomik bağımlılık ve dış borçlar dolayısıyla maruz kaldığı aşağılanmalar ve dış müdahaleleri yaşayan Atatürk ve neslinin diğer sahalarda da başarılı olmak için tam bağımsızlık ilkesine sıkı sıkıya sarılmış olmaları son derece manidardır. Bu iki esastan hareketle modern zamanların gereklerini yerine getirmek mümkün olacaktır. Dünya üzerinde vatandaşlarına insan hak ve haysiyetine yakışır bir hayat sağlamak isteyen her idarenin takip etmesi gerekecek bu esaslar pratikte Atatürk düşüncesinin de güncelliğini korumasının en önemli unsuru olmuştur. 133

Bölüm Soruları 1) 1927 Nizamnamesi nde Cumhuriyet Halk Fırkası nın hangi vasıfları vurgulanmıştır? a) Cumhuriyetçi, Halkçı, Milliyetçi b) Laik, Cumhuriyetçi, Devletçi c) Cumhuriyetçi, Laik d) Cumhuriyetçi, Laik, Devletçi, İnkılapçı, Halkçı, Milliyetçi e) Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Laik 2) Atatürk ilkeleri olarak bilinen altı ilke anayasaya hangi tarihte konulmuştur? a) 1927 b) 1931 c) 1935 d) 1937 e) 1947 3) Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde mevcudiyetlerini muhafaza eden eserleri ile yaşadığı bugünkü siyasi sınırlarımız içindeki yurttur. 1923 Nizamnamesi ndeki bu tanım aşağıdakilerden hangisini tanımlamaktadır? a) Devlet b) Vatan c) Vatandaş d) Millet e) Halk 134

4) Halkın devlet başkanının seçimlerine katılımının oranı de vasfını belirlemektedir. cümlesinde boş yere aşağıdakilerden hangisi gelecektir? a) Devletçiliğin b) Laikliğin c) Cumhuriyetin d) Milliyetçiliğin e) Halkçılığın 5) Bu manada Orhun Abideleri nde yer alan yaratılış, yönetim ve millî varlığı koruma bilinci ilk örnekleri olarak son derece değer taşımaktadır. cümlesinde boşluğa hangi kavram gelmelidir? a) Milliyetçilik b) Halkçılık c) Devletçilik d) Cumhuriyetçilik e) Laiklik Cevaplar 1) a, 2) d, 3) b, 4) c, 5) a 135

Bölüm Kaynakçası Atatürk ün Söylev ve Demeçleri IIII., Ankara 1997. C.H.F. Programı, İstanbul 1931. 2003. Eraslan, Cezmi, Yakın Dönem Türk Düşüncesinde Halkçılık ve Atatürk, İstanbul Eroğlu, Hamza, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1990, s. 423-424. Giritli, İsmet, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, İstanbul 1980. İnan, Afet, Mustafa Kemal Atatürk ten Yazdıklarım, Ankara 1969. İnan, Afet, Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti n Birinci Sanayi Planı, Ankara 1972. Karpat, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi -Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller-, İstanbul 1996. Özkaya, Yücel, Atatürk ve Halkçılık Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Ankara 1995 Soyak, Hasan Rıza, Atatürk ten Hatıralar II, İstanbul 1974. Toprak, Zafer Osmanlı Narodnikleri: Halka Doğru Gidenler, Toplum ve Bilim, 24, Kış 1984, s. 69-81. Toprak, Zafer, Halkçılığın Türkiye deki Boyutları, Tarık Zafer Tunaya ya Armağan, İstanbul 1992. 1992. Tunçay, Mete, T.C. nde Tek Parti Yönetimi nin Kurulması (1923-1931), İstanbul Yalçın, Durmuş ve Diğerleri, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, Ankara 2003, 136

6. ATATÜRK DÖNEMİ KÜLTÜR POLİTİKALARI 137

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? 6.1. Cumhuriyetin İlk Yıllarında Toplumun Kültürel Yapısı 6.2. Dil Çalışmaları ve Türk Dil Kurumu 6.3. Tarih Çalışmaları ve Türk Tarih Kurumu 6.4. Arkeoloji Çalışmaları ve Müzecilik 6.5. Sanat Alanındaki Gelişmeler 6.5.1. Müzik 6.5.2. Opera ve Bale 6.5.3. Resim ve Heykel 6.5.4. Tiyatro ve Sinema 138

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular 1) Atatürk dönemi kültür politikasına damga vuran gelişmeler nelerdir? 2) Atatürk kültürü hangi sözlerle tanımlamıştır? 3) Atatürk döneminde yürütülen kültür politikasının en temel hedefleri nelerdir? 4) Atatürk sanat ı ve sanatçı yı nasıl tanımlamıştır? 5) Atatürk döneminde kültürel bağımsızlığı gerçekleştirmek adına atılan adımları nelerdir? 139

Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği ve geliştirileceği Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumun kültürel yapısı Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumun kültürel yapısını analiz eder. Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılarak Dil Çalışmaları ve Türk Dil Kurumu Eğitim ve Öğretimin geliştirilmesi ve çağdaşlaşma yolunda dil çalışmalarının önemini değerlendirir. Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılarak Tarih Çalışmaları ve Türk Tarih Kurumu Tarih ve kültür politikalarının oluşumunda Atatürk ün öncü rolünü fark eder. Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılarak Arkeoloji Çalışmaları ve Müzecilik Atatürk ün kültür ve sanat ile ilgili görüşlerini kavrar. Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılarak Sanat Alanındaki Gelişmeler Kültürel alanda yapılan inkılapları bir bütün olarak değerlendirir. Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılarak 140

Anahtar Kelimeler Kültür Sanat Türk Dil Kurumu Türk Tarih Kurumu Belleten Konservatuar Müzik Opera Bale Resim Heykel Tiyatro Sinema Arkeoloji Müze 141

6.1. Cumhuriyetin İlk Yıllarında Toplumun Kültürel Yapısı Bağımsız, güçlü ve modern bir Türkiye için Millî Mücadele yi başlatan, kazanılan büyük zaferin ardından da 1923 te yeni bir devlet kuran Atatürk, bundan sonraki enerjisini kazanılan zaferi siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel zaferlerle taçlandırmak için harcamıştır. Bu sebepten ötürü Gazi, özellikle 1930 ve sonrasında ülkesini çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırabilmek ve Türk kültürünü yükseltip zenginleştirebilmek adına kültürel alanda uzun, yorucu ve bitmeyen bir mücadele içerisine girmiştir. Aslında otuzlu yıllara damgasını vuran ve ondan sonra değişerek de olsa devam eden kültür politikasını, Türk millî kültürünü geniş bir tabana yaymak, onu güçlendirmek ve aydın ile halkı bütünleştirerek topyekûn bir kültür seferberliğine gitmek şeklinde tanımlamak mümkündür. O, bu süreçte askerî dehasının ve devlet adamlığının yanı sıra kültür adamı kimliğini de ortaya koymuş ve Türk halkını harekete geçirmek için çalışmalarına yepyeni bir boyut kazandırmıştır. Nitekim kültür politikasının yaratıcısı olan Atatürk ün üstlendiği bu rol, ona sadece Türkiye de değil, tüm dünyada Türkiye deki sosyal ve kültürel inkılap hareketinin önderi gözüyle bakılmasına neden olmuştur. Mesut olmayı başarılı olmakla bir tutan Atatürk ün gözünde kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, intibah etmek, düşünmek, zekâyı terbiye etmek tir. Osmanlı dan beri süregelen kültür-medeniyet tartışmalarına girmeye lüzum görmeyen ve kavramlar arasındaki ikiliği ve kargaşayı yok etmek isteyen Atatürk, öncelikle kültür ve medeniyet ayrımına son noktayı koyarak kültürü medeniyetin içerisinde ele almış, daha doğrusu medeniyetin sınırlarını geniş tutmaya çalışmıştır. Bu yaklaşım ile herkese Batı medeniyetinin evrensel olduğunu ve buna bizim de önemli katkılarımızın bulunduğunu ispatlamaya çalışmıştır. O, bu şekilde Türkiye yi güçlü, yüksek kültürlü ve modern bir devlet yapmayı hedeflemiş ve bu yolda da önceliği millî duyguları ve kültürü kuvvetlendirmeye vermiştir. Atatürk, 1930 sonrası millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini sağlamak için başta dil ve tarih konularına, sonra da sanata ağırlık vermiştir. Çünkü milletleşme sürecinin tamamlanmasında kültür unsurlarının başında gelen ve kültürün en önemli ifade vasıtaları olan dil, tarih ve sanat gibi öğeler, şüphesiz bir milleti millet yapan ana unsurlardır. Millî şuurun ayakta kalması ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz şiarıyla yola çıkan Atatürk, bu bağlamda Türk halkına kendi tarihini ve dilini tanıtarak, geçmişiyle gurur duymasını sağlamak ve böylelikle devletine sahip çıkmasına vesile olmak amacıyla Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu nun kurulmasına, kongreler tertip edilerek tezler üretilmesine öncülük etmiştir. Atatürk, bu süreçte sanata da büyük önem ve değer vermiştir. Farklı sanat dalları halkla tanıştırılmış ve halkın ilgisi çekilmeye çalışılmıştır. Bu yolda sanat eğitimi veren okullar, konservatuarlar açılmış, yurt dışından çok sayıda uzman getirtilerek genç sanatçılar yetiştirilmiştir. Dolayısıyla sanat eğitimi, üzerinde özellikle durulan temel konulardan biri olmuştur. Kültürel alandaki bu hareketlilik, zamanla topluma da canlılık kazandırmıştır. Şu unutulmamalıdır ki kültür, bir milletin karakterinden ve onun yaratma kabiliyetinden doğmaktadır. Bu kabiliyet ile insan kültür alır verir ve bu alışveriş de en çok ruh alanında yani 142

sanat ve edebiyat alanında gerçekleşir. Neticede sanat ve edebiyat da inanca dayanır. Goethe nin de dediği gibi, Yürekten yüreğe ulaştıramazsınız Yüreğinizden gelmeyeni... Atatürk müzik icra eden, tiyatro oynayan ya da resim yapan bir sanatçı değildir. Ancak O; kişiliğiyle, güzel söz söyleme ve konuşma yeteneğiyle, sanata ve sanatçılara verdiği önem ve yüklediği misyonla ve hatta giyim tarzıyla sanatçı kişiliğini ispatlamış bir devlet adamıdır. Bu konuda Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade söz ile olursa şiir, ezgi ile olursa müzik, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık olur. tarzında pek çok sözü de mevcuttur. Atatürk ün sanatçı kişiliği, onun sanata ve sanatçıya olan bakışını, yaklaşımını ve beklentilerini çok etkilemiş, hatta verdiği bu değer söylem ve eylemlerine kadar yansımıştır. Kısaca ifade etmeye çalıştığımız tüm bu gelişmeler, Atatürk ün 1931-1938 yılları arasında başlatıp uygulamaya çalıştığı kültür politikasının temel basamaklarıdır. Bu hareketin ortak amacı ise çağdaşlaşmak, ilerlemek ve yükselmek olarak belirlenmiştir. Temel ilke istiklâl-i tam yani tam bağımsızlık, hedef ise çağdaşlaşmaktır. Bağımsızlık aslında her alanı kapsamaktadır. Kültürel bağımsızlık ise bunlar içerisinde en önemli olanıdır. Bu bağlamda Türk inkılabının başlı başına bir kültürel değişim ve inkılap modeli olarak tarihe geçtiğini söylemek mümkündür. 6.2. Dil Çalışmaları ve Türk Dil Kurumu Latin alfabesi meselesi Osmanlı İmparatorluğu nun son dönemlerinde, bilhassa II. Meşrutiyet döneminde tartışılmaya başlanmış önemli bir konudur. Çok sayıda aydın, meseleyi uzun süre konuşup tartışmış, bunlardan bir kısmı meseleye şiddetle tepki gösterirken bir kısmı da hararetle desteklemiştir. Meşrutiyet dönemi aydınlarını böyle bir mücadeleye iten ana sebep, şüphesiz toplumun pratik, kolay okunup yazılabilen ve anlaşılabilen bir alfabeye duyduğu ihtiyaçtır. Alfabe konusu, Cumhuriyet döneminde ilk kez Türk İktisat Kongresi nde gündeme gelmiştir. Şubat 1923 te İzmir de toplanan kongrede İzmirli Nazmi adında bir işçi, Latin harflerinin kabulü konusunda kongreye bir önerge vermiştir. 1924 yılında konu, TBMM de bütçe görüşmelerinin yapıldığı sırada tekrar gündeme getirilmiştir. Şükrü Saracoğlu, yaptığı konuşmada halkın okuma yazma oranının %2 civarında olduğunu, bunun sorumlusunun da Arap harfleri olduğunu söylemiştir. Şubat 1926 da toplanan Bakü Uluslararası Türkoloji Konferansı alfabe meselesini tekrar alevlendirmiştir. Kongrenin ana konusu Türklerin Latin yazısını alıp almayacağıdır. Yapılan oylamada olumlu karar çıkmış, bu kararı Azerbaycan ın 1928 yılında Latin alfabesini benimsemesi takip etmiştir. Atatürk ün konuyla ilgili ilk icraatı, 23 Mayıs 1928 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile bir heyetin oluşturulmasıdır. Latin harfleriyle yeni Türk alfabesini hazırlamakla görevlendirilen bu dil encümeninin çalışmaları sonucunda İbrahim Grantay ın kaleme aldığı Alfabe Raporu, 143

İstanbul konuşma dilini ve tek harfli yazı sistemini esas almıştır. Heyetin yaklaşık 5-6 yılda işlev kazanacağını söylediği proje, Atatürk ün direktif ve çabaları sonucunda 3 ay gibi kısa bir sürede tamamlanmıştır. Hazırlanan alfabe raporunun ardından CHP nin Sarayburnu nda 9-10 Ağustos 1928 günü düzenlediği geceye katılan Atatürk, yaptığı tarihî Sarayburnu konuşmasında, yeni Türk harfleri hakkındaki düşüncelerini ve bu vasıtayla milletimizin yazısile, kafasile bütün âlemi medeniyetin yanında olduğunu göstereceğine dair inancını dile getirmiştir. Ardından da yeni yazıyı halka tanıtmak ve sevdirmek amacıyla Başöğretmen sıfatıyla çıktığı yurt gezilerinde Atatürk, elinde tebeşir halkına yeni alfabeyi öğretmeye koyulmuştur. Gezilerine öncelikle Marmara Bölgesi nden başlayan Atatürk ün ilk durağı ise Tekirdağ olmuştur. Ekim 1928 ve sonrasında ise yeni Türk alfabesi devlet dairelerinde yavaş yavaş uygulanmaya başlamış, hatta Atatürk ün isteği üzerine Cumhurbaşkanlığı Musiki Heyeti Öğretmeni Zeki Üngör tarafından bir de Harf Marşı bestelenmiştir. Bütün bu gelişmelerden sonra, Mecliste yapılan toplantı sonucunda 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun oybirliği ile kabul edilmiştir. Yasa 3 Kasım 1928 günlü Resmî Gazete de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Böylece kültür hayatımızın temel meselelerinden biri olan alfabe sorunu çözülmüş, kararın kanunlaşması neticesinde de harf inkılabının ilk adımı atılmıştır. Atatürk alfabe değişimini, Türk milletini cehaletten kurtaracak, kendi güzel ve asil diline kolay uyum sağlayacak bir vasıta, daha doğrusu bir anahtar olarak görmüştür. 1928 yılında yapılan Harf İnkılabı, beraberinde yabancı kökenli kelimelerin Türkçeden atılması ve yerine yeni karşılıklar bulunması gibi bir problem yaratmıştır. Bu problem, özellikle 1932 sonrası başlayacak olan dilde sadeleşme çabalarının hareket noktası olarak karşımıza çıkmaktadır. Atatürk ün bu noktadaki hedefi, hem Türk dilinin eskiliğini ve zenginliğini ortaya koymak hem de dili ulusal gücü içinde geliştirmektir. Dildeki yabancı kelimelere savaş açmak ve dili onlardan kurtarmak gibi çabaların dünyada da örnekleri çoktur. Örneğin 16. yüzyıla kadar Latince ve Fransızca egemenliğinde olan Almanca sonradan özleştirilmiştir. Yine 16. yüzyılda İtalya, 17. yüzyılda Fransa, 18. yüzyılda Macaristan da Latinceye karşı bir savaş açılmış ve dilin özleştirilmesi için çaba harcanmıştır. Başlatılan çalışmalar çerçevesinde Ankara da bir komisyon toplanmış ve iki konuda anlaşmaya varılmıştır. 1. Dilin sınırlarını çizmek, kelime hazinesini belirlemek, 2. Türkçeden yabancı kelimeleri ayıklamak ve yerine yeni Türkçe karşılıklar bulmak. Bu doğrultuda, Atatürk ün inisiyatifi ve himayesinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti nin kurulması ve Dil Encümeni nin de bu cemiyete bağlanması kararlaştırılmıştır. Nitekim 12 Temmuz 1932 de kurulan bu cemiyet, Türk Dil Kurumu nun da ilk nüvesini oluşturmuştur. Türk Dili Tetkik Cemiyeti nin kurulmasının hemen ardından yapılan çalışmalar neticesinde, Dolmabahçe Sarayı nda 26 Eylül 1932 günü Birinci Dil Kurultayı toplanmıştır. Burada, Türk 144

dilinin dünü, bugünü ve gelecekteki durumunu konuşmak ve bu konuda bir program hazırlamak hedeflenmiştir. Kurultayda ilk olarak, Dil Encümeni nin adı Dil Cemiyeti olarak değiştirilmiştir. 1932-1936 yılları arası, kelime derleme ve tarama çalışmalarının en yoğun olduğu dönemdir. Bu çalışmaların sonucunda 1934 yılında Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi, Eylül 1935 te de Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu ile Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu yayımlanmıştır. Yabancı kelimelere Türkçe karşılık bulma ve öz Türkçe kelime türetme çalışmalarının hız kazandığı bu günlerde, 18-25 Ağustos 1934 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı nda II. Türk Dil Kurultayı toplanmıştır. Bu kurultayda, Türkçenin dünya dilleri arasındaki yeri ile son iki yılda yapılan çalışmalar üzerinde durulmuştur. Kurultaya Sovyet Rusya, Lehistan, Almanya gibi ülkelerden akademisyenler katılmıştır. Kurultayın ardından 26 Eylül de ise Öz Dil Bayramı kutlanmıştır. İki yıl sonra, 24-31 Ağustos 1936 tarihleri arasında ise III. Türk Dil Kurultayı toplanmıştır. Bu kurultayın aldığı önemli kararlardan biri, Türk Dili Tetkik Cemiyeti nin adının Türk Dil Kurumu olarak değiştirilmesidir. Yerli ve yabancı çok sayıda dilcinin katıldığı kurultayın esas konusunu Güneş-Dil Teorisi oluşturmuştur. Viyanalı dilci Kvergic e ait olan bu teori, bütün dillerin başlangıç noktasının Orta Asya dolayısıyla tüm dillerin de Türkçe kökenli olduğu esasına dayandırılmıştır. Dilde sadeleştirme çalışmaları sonucunda 1935 sonrası verilen anlaşılmaz nutuklar ve yazışmalar üzerine Atatürk, içinde bulunulan çıkmazın farkına vararak bu gidişattan küçük bir manevra ile dönmenin çarelerini aramaya başlamıştır. İşte bu noktada Güneş-Dil Teorisi ona istediği manevrayı sağlamış ve şimdiye kadar kullanılan kelimelerin de yine kendi dilimize ait olduğu ispatlanmaya çalışılmıştır. Yapılan bu çalışmaların, aynı günlerde yürütülen Türk Tarih Tezi ile de yakın ilgisi olduğu açıktır. Çünkü bu tarihte Türk tarihinin geçmişi, eskiliği, Türklerin tarihteki rolü araştırılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla bu çabanın, 1930 larda oluşturulmaya çalışılan resmî tarih görüşünün ve felsefesinin bir uzantısı olduğunu söylemek mümkündür. Fakat tüm bu çabalara rağmen Güneş-Dil Teorisi, bilimsellikten ziyade politik bir yaklaşım ve çözüm yolu arayışı, hatta adı üzerinde sadece bir teori olmaktan öteye geçememiştir. Atatürk, kurultay sonrası bir de Geometri kitabı yazmıştır. 1936 sonlarında yazdığı kitabın amacı, geometri öğretenlerle, bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olmak tır. Atatürk bu çalışmasıyla çok sayıda matematik terimini Türkçeye kazandırmıştır. Bunlardan bazıları açı, boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, yay, çember, taban, eğik, yatay, düşey, dikey, üçgen, dörtgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, pay, payda, çarpı, bölü, artı, eksi, türev ve yöndeştir. Bu dönemde, dil ve tarih çalışmalarının bilimsel bir temele oturtulması için çok ciddi bir adım atılmış ve Türk Dilinin, Türk Tarihinin ve Coğrafyasının kaynaklarına inilerek araştırılması ve Türk bilim adamlarının yetiştirilmesi için Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi açılmıştır. 14 Haziran 1935 te 2795 sayılı yasayla açılan ve adını Atatürk ün koyduğu bu fakülte, Ankara Üniversitesinin ilk fakültesi olmuş ve 9 Ocak 1936 da eğitime başlamıştır. 145

6.3. Tarih Çalışmaları ve Türk Tarih Kurumu Tarih okumak, tarih bilmek, tarih yazmak ve bir tarih şuuruna sahip olmak... Bu meziyetlerin hepsine sahip olduğunu gördüğümüz Atatürk, daha öğrencilik yıllarından itibaren tarih derslerini çok sevmiş, tarihle daima meşgul olmuş ve bilgisini artırmak için de büyük bir merakla okumuştur. Milletçe girdiği mücadelede ve Cumhuriyete attığı ilk adımda da bu kuvvetli tarih bilinciyle hareket etmiştir. Kütüphanesindeki kitaplardan, onlara düştüğü notlardan dünya tarihi, İslam tarihi, özellikle de Türk tarihi ile yakından ilgilendiğini öğreniyoruz. Devleti kurduktan sonra da Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinden kuvvet bulacaktır. felsefesiyle hareket eden Atatürk ün tarihi, milliyetçiliğin bir parçası ve bir ulusu ayakta tutabilmenin de temel unsurlarından biri olarak gördüğü son derece açıktır. Montesquieu nun Bir saatlik bir okumanın gideremeyeceği üzüntü yoktur. sözünü sık sık tekrarladığı söylenen Atatürk e, tarih ilmine olan ilgisi ve katkısından ötürü 19 Eylül 1923 te İstanbul Üniversitesi tarafından fahrî Tarih Profesörlüğünün verilmiş olduğu da unutulmamalıdır. Afet İnan ın anlatımına göre tarih alanındaki çalışmalar, Atatürk ün 1928 yılında Fransız coğrafya kitaplarının birinde, Türk ırkının sarı ırka mensup olduğu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci sınıf bir insan tipi olarak gösterildiğini okuması ile başlamıştır. Batı dünyası, Türkler ve Türk tarihi hakkında son derece önyargılı idi. Onların gözünde dünya medeniyetinde Türklere yer yoktu ve bu düşüncelerini eserlerinde sürekli dile getiriyorlardı. Cumhuriyet döneminde, her şeyden önce Batılıların hafızalarındaki bu taassup silinmeye, Türklere kendi tarihleri öğretilmeye, belgelere ve ilmi metotlara dayalı bir tarih anlayışı geliştirilmeye çalışılmıştır. Tarih alanındaki çalışmaların başlaması, Atatürk ün 28 Nisan 1930 da Türk Ocakları Kurultayı nın son toplantısında söz alarak konuşma yapmasıyla başlamıştır. Konuşmasında Türk tarihinin ve milletinin eskiliği, onların kurduğu uygarlıklar, Türklüğün ve Türkün ne olduğu üzerinde durmuştur. Konuşmaların ardından verilen bir önergenin kabulü ile de 16 kişiden oluşan bir Türk Tarih Heyeti kurulmuştur. Bugünkü Türk Tarih Kurumu nun çekirdeğini oluşturan bu heyet ilk toplantısını 4 Haziran 1930 da yapmış, 15 Nisan 1931 tarihinde de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adını alarak tüzel kişilik kazanmıştır. Cemiyet, kuruluşunu takip eden bir yıllık süreçte, ortaya atılan tarih tezini içeren Türk Tarihinin Ana Hatları isimli 620 sayfalık bir kitap hazırlamıştır. Satışa çıkarılmayan ve sadece kendi üyelerine ve ilgili kişilere dağıtılan kitap 11 bölümden meydana gelmiştir. Eserde, dünya tarihi içinde Türk tarihinin yeri tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmadan hemen sonra, Türk Tarihine Medhal ve Orta Asya bölümlerinden oluşan 74 sayfalık bir broşür daha hazırlanmış ve Türk Tarihinin Ana Hatları Medhal Kısmı adıyla Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 1931 yılında bastırılmıştır. 1932 yılında, Türk Tarihinin Ana Hatları kitabının son incelemeler ve belgelere göre yeniden yazılması, liseler için hazırlanan dört ciltlik tarih kitabının tekrar gözden geçirilerek 1932-33 öğretim yılına yetiştirilmesi ve ilkokullar için yeni bir tarih kitabının yazılması gündeme gelmiştir. Millî Eğitim Bakanlığı bundan sonraki günlerde ortaokullar için 3, ilkokullar için de 2 ciltlik yeni tarih kitaplarını yazdırmaya başlamıştır. 146

Diğer bir çalışma ise 1929-1932 yılları arasında şekillenen tarih tezini tanıtmak, tarih kitaplarını geliştirebilmek ve bu tezin tüm öğretmenlere anlatılmasını sağlamak maksadıyla bir kurs düzenlemek olmuştur. 14 Şubat 1932 de Atatürk, Temmuz ayı içinde tarih öğretmenlerinin de iştiraki ile bir Tarih Öğretmenleri Kursu toplanmasını istemiş fakat daha sonra bu toplantıya Birinci Tarih Kongresi adı verilmiştir. Millî Eğitim Bakanlığının iş birliği ile düzenlenen kongrenin amacı, özellikle üniversite tarih öğretim üyeleri ile ortaokul ve lise tarih öğretmelerini buluşturmak, tarih ders kitapları hakkında onların görüşlerini almak, yeni tarih tezi üzerinde bir tartışma zemini yaratmak ve tez hakkındaki soruları cevaplandırmak olarak belirlenmiştir. 2-11 Temmuz 1932 tarihlerinde toplanan Birinci Tarih Kongresi, Atatürk ün ve çok sayıda davetlinin katılımı ile açılmıştır. Kongreye çok sayıda akademisyen ve öğretmen katılmıştır. Açılış konuşmasını dönemin Maarif Vekili Esat Sagay ın yaptığı kongrede, 33 kişi de konferans vererek müzakerelere katılmıştır. Çalışmaların hızla sürdüğü o günlerde, Türk inkılabının halka tüm ayrıntılarıyla anlatılması gerektiği fikri ağırlık kazanmıştır. Bunu da en iyi şekilde İnkılabı yaşayanların yapacakları düşüncesiyle sürecin içinde yer alan isimlerin bu dersleri yapması kararlaştırılmıştır. Bu düşünceden hareketle, Üniversite reformu çerçevesinde 31 Temmuz 1933 te Türk İnkılabı Enstitüsü kurulmuştur. Söz konusu düzenlemede Türk İnkılabı Enstitüsü ile birlikte Millî İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü, Türkiyat Enstitüsü, Coğrafya Enstitüsü, İslam Tetkikleri Enstitüsü, Morfoloji Enstitüsü, Kimya Enstitüsü ve Elektro-Mekanik Enstitüsü de kurulmuştu. İstanbul Üniversitesi Rektörü Cemil Bilsel in ifadesiyle bu enstitü, öğrencilere Türk inkılabının, Cumhuriyetin ve onun eserlerinin inançla benimsetilmesi için kurulmuştur. Yapılan hazırlıklardan sonra ilk ders 4 Mart 1934 tarihinde Yusuf Hikmet Bayur tarafından verilmiştir. Dersler daha sonra Recep Peker, Mahmut Esat Bozkurt, Yusuf Kemal Tengirşenk gibi isimler tarafından da verilmeye başlanmıştır. Ankara ve İzmir Halkevlerinde de İnkılap Tarihi dersleri başlatılmıştır. Başlatılan bu uygulama ve adı geçen dersin 1934 yılından itibaren yükseköğretim kurumlarında okutulmaya başlaması, Türk inkılabını her yönüyle daha geniş kitlelere yaymak ve benimsetebilmek maksadıyla yapılmıştır. Tarih kongrelerine temel teşkil eden birinci kongrenin ardından İkinci Türk Tarih Kongresi de Atatürk döneminde yapılmıştır. 20-25 Eylül 1937 tarihleri arasında yine Dolmabahçe Sarayı nda toplanan kongre altı gün sürmüş ve kongreye ilk defa yabancı bilim adamları da katılmıştır. 97 bildirinin sunulduğu kongrede, yabancı dilde yazılan bildiriler Türkçeye çevrilerek broşürler hâlinde katılımcılara dağıtılmıştır. Tarih kongreleri Atatürk ün ölümünden sonra da toplanmaya devam etmiştir. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, 3 Ekim 1935 tarihinde dil inkılabının da etkisiyle Türk Tarih Kurumu adını almıştır. Kurum, kurulduğu günden itibaren yoğun bir çalışma temposu içinde olmuş ve çok sayıda yayın yapmıştır. Yayımlamaya başladığı en önemli eserlerden biri, üç aylık periyotlar hâlinde çıkan Belleten adlı dergidir. Adını bizzat Atatürk ün koyduğu bu dergi, Ocak 1937 den itibaren çıkmış ve tarih, arkeoloji ve antropoloji çalışmalarına yer vermiştir. Bütün amaç, Türk araştırmacıların yayınlarını, çalışmalarını hem Türkiye hem de dünyaya tanıtmak olarak belirlenmiştir. Belleten in bir diğer özelliği de Atatürk ün son gördüğü 147

eser olmasıdır. Afet İnan ın anlattığına göre Atatürk, 15 Ekim 1938 günü Kurumun faaliyetleri hakkında bilgi almak istemiş ve ondan sonra da derginin 5 / 6 sayısını incelemiştir. 6.4. Arkeoloji Çalışmaları ve Müzecilik Osmanlı Devleti nin son yıllarında başlayan kazı çalışmaları ve müzecilik faaliyetleri, daha sağlam temellere oturtulmak ve daha modern metotlarla sürdürülmek amacıyla Cumhuriyet döneminde tekrar gündeme getirilmiştir. Atatürk, Türk medeniyetinin derinlemesine incelenmesi ve eski uygarlıkların tanınması için arkeoloji ve antropolojiye önem vermiş, büyük bir ileri görüşlülükle bu alandaki çalışmalara öncülük etmiştir. Arkeoloji araştırmalarının temeli, milletimizin başka milletlere kültür önderliği ettiğini ispat eden eserlerin ortaya çıkarılması ve bunların korunması teması üzerine kurulmuştur. 1936 yılında Bu eserler hepimizin ulusal, müşterek malıdır. Onun için bu eserleri yıkılmaktan, harap olmaktan, yabancı ellere ve emellere geçmekten korumak her Türk için bir vazifedir. denilerek eski eserlerin ortaya çıkarılmasının, sahip çıkılmasının ve korunmasının millî bir görev olduğu üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda Atatürk, özel bir çalışma programı hazırlatmıştır. Buna göre, bütün tarihî eserlerin korunması, açıkta bulunan kültür eserlerinin devlet tarafından koruma altına alınması, halkın bu eserlere sahip çıkması için popüler yayın ve propagandaların yapılması, memlekette bulunan eserlerin kopyalarının yaptırılması, belli şehirlere müzeler açılması, arkeolojik ve antropolojik araştırma ve kazılar yapılması, küçük çaplı kazılara başlanması karara bağlanmıştır. Aynı günlerde ülkenin pek çok yerinde kazı çalışmaları başlamış, özellikle yabancı uzmanların yürüttüğü bu kazılardan çok sayıda tarihî eser çıkartılmıştır. Yabancı uzmanlar haricinde 1936 yılında Türk arkeologlardan Arif Müfid Mansel de Trakya da Lüleburgaz ve Alpullu bölgelerinde kazı çalışmasına başlamıştır. 1938 yılı boyunca bu kazılar devam etmiş, kazı bittikten sonra bulunan eserler İstanbul a nakledilerek Dolmabahçe Sarayı nda teşhir edilmiştir. Atatürk, yapılan çalışmalardan duyduğu memnuniyeti 1937 yılında Meclisin açılış toplantısında dile getirmiş ve şunları söylemiştir: Tarih Kurumu; yaptığı kongre, kurduğu sergi, yurt içindeki hafirler, ortaya çıkardığı eserlerle, şimdiden bütün ilim dünyasına kültürel vazifesini ifaya başlamış bulunuyor. Trakya dan getirtilen bu eserlerin bir başka özelliği de Atatürk ün gördüğü son arkeolojik eserler olmasıdır. O günlerde ülkede Osmanlı döneminden kalan büyük miras, Âsâr-ı Atîka adı altındaki İstanbul Arkeoloji Müzeleri, Türk - İslam Eserleri Müzesi, İzmir de küçük bir müze ile bazı şehirlerdeki depolardı. Cumhuriyet ilan edildiğinde Arkeoloji müzelerinin başında müzenin kurucusu, Âsâr-ı Atîka Nizamnamesi nin yaratıcısı ve ressam Osman Hamdi Bey in kardeşi, araştırmacı, tarihçi, arkeolog Halil Edhem Eldem bulunuyordu. Arkeolojide müzeciliğin gerçekten büyük bir önemi ve yeri vardı. Atatürk ün bu bilinçle açtığı ilk müze 1924 yılında Topkapı Sarayı idi. Saray ın onarımı, düzenlenmesi ve ziyarete açılması ise yıllarca sürmüştür. 1927 yılında ilk bölümleri açılan Topkapı Sarayı nı Atatürk 10 Şubat 1933 te ziyaret etmiştir. En son ziyareti de yine 10 Şubat 1936 tarihine denk gelmiş ve Atatürk burada saatlerce kalarak incelemeler yapmıştır. Bu arada 1925 yılı Ocak ayında Topkapı Sarayı Müzeler İdaresi, Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayları ile birlikte Millî Saraylar adı altında kurulacak müdürlüğe bağlanmıştır. 148

Cumhuriyet döneminde müzeler, Osmanlı Sarayları, Açık Hava Müzeleri, Anıt Müzeler gibi çeşitli gruplara ayrılmıştır. Anıt Müzeler kapsamına Ayasofya, Kariye ve Trabzon daki Ayasofya gibi yerler alınmıştır. Bu çerçevede ele alınan başka bir çalışma da Ankara da Etnografya Müzesi nin açılmasıdır. 25 Eylül 1925 tarihinde temeli atılan müze binası ancak 1927 yılında tamamlanabilmiştir. 1250 parça eserin teşhir edildiği müzeyi Atatürk 15 Nisan 1928 de ziyaret etmiştir. Ancak müzenin resmî açılışı, Atatürk ü Ankara da ilk ziyaret eden devlet başkanı Afgan Kralı Amanullah Han ın ziyareti sırasında (20 Mayıs 1928) yapılmıştır. Atatürk ün kurulmasını çok arzu ettiği ve çalışmalarını yakından takip ettiği Etnografya Müzesi, ölümünden sonra O nu, naaşının Anıtkabir e nakledildiği 1953 yılına kadar tam on beş sene misafir etmiştir. 6.5. Sanat Alanındaki Gelişmeler 6.5.1. Müzik Sanatın her dalıyla yakından ilgilendiğini gördüğümüz Atatürk, özellikle müzik için yoğun mesai harcamıştır. 1930 lu yıllara damgasını vuracak olan Musiki İnkılabı nın en büyük hedefi; klasik Türk müziğinin evrensel boyutlarda bir müzik türü hâline gelebilmesi ve çok sesli müziğin Türk halkına benimsetilmeye çalışılması olarak belirlenmiştir. Aslında bir asker ve devlet başkanı olarak Atatürk ün müzik sanatına olan ilgisi gençlik yıllarına dayanmaktadır. Daha Sofya da askerî ateşe iken bir operada Carmen i izleme fırsatı bulmuş ve bunun yarattığı etki ve hayranlık ile de yanındaki arkadaşı Şakir Zümre ye Biz Bulgarları çoban bilirdik. Bak, biz farkına varmadan, onlar nasıl ilerlemişler, balesi Bulgar, şefleri Bulgar... Biz, bu uygarlık düzeyine ulaşamazsak, bize yaşam hakkı yok... demiştir. Osmanlı döneminde Muzıka Mektebi nden sonra belki de ikinci konservatuar diyebileceğimiz bir kurum olan Dârülelhan (güzel sesler, nağmeler evi), 10 Ocak 1917 tarihinde Türk ve Batı Müziği alanlarında müzik öğretmenleri yetiştirmek üzere açılmış bir kurumdu. Cumhuriyet döneminde bu kurumda da radikal bir değişime gidilmiş ve Okul, Maarif Vekâletinin 9 Aralık 1926 ve 22 Ocak 1927 tarihlerinde aldığı kararlar neticesinde İstanbul Belediyesine bağlanarak adı İstanbul Belediye Konservatuarı na çevrilmiştir. Dârülelhan, Cumhuriyetin Osmanlıdan devraldığı güçlü müzik kurumlarından biri olarak önemli bir yere sahiptir. Okul tamamen yeni zihniyet ve anlayışın etkisiyle yapılanmış ve çalışmalarında daha çok Batı müziğine ağırlık verilmiştir. 1934 yılında, İstanbul Belediye Konservatuarı bünyesinde Cemal Reşit Rey in şefliğinde bir de Yaylı Orkestra kurulmuştur. Bu tarihten itibaren etkinlik gösteren Yaylı Orkestra, 1944 yılında İstanbul Şehir Orkestrası na dönüşmüştür. 1972 de ise İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası adını alan orkestra, çalışmalarını bugün de başarıyla sürdürmektedir. Cumhuriyetin ilanı sonrası İstanbul daki bu gelişmeleri Ankara da Musiki Muallim Mektebi nin açılması takip etmiştir. 1 Eylül 1924 tarihinde kurulan Mektebin amacı, sanatçıdan çok öncelikle orta öğretim için müzik öğretmeni yetiştirmek, ikinci olarak da sonraki süreçte Millî Musiki ve Temsil Akademisi nin kurulmasını sağlamak şeklinde belirlenmiştir. Nitekim bu amaç doğrultusunda çok sayıda müzik eğitimcisi yetiştirilmiş ve bunlardan istifade edilmiştir. Musiki Muallim Mektebi 1934 yılında önemli bir değişim geçirmiştir. Bu tarihte 1) 149

Musiki Muallim Mektebi 2) Riyâseticumhur Filârmoni Orkestrası 3) Temsil Şubesi olmak üzere okul, üç bölüm hâlinde varlığını sürdürmeye başladı. Bir süre bu şekilde öğretime devam eden Mektep ten Haziran 1936 tarihinde ilk olarak Riyâseticumhur Filârmoni Orkestrası koptu. Ardından da 1936-1937 öğretim yılında yine Musiki Muallim Mektebi bünyesinde bir Millî Musiki ve Temsil Akademisi oluşturuldu. Ancak yeterli görülmeyen bu akademi yerine 6 Mayıs 1936 tarihinde kabul edilen bir yasayla Ankara Konservatuarı kuruldu. Ankara Devlet Konservatuarı nın kurulması Atatürk ün en büyük kültür inkılaplarından biri olarak tarihe geçmiştir. Onun yıllarca özlemini duyduğu ve kurulması için büyük emek harcadığı bu konservatuar, ilk mezunlarını 3 Haziran 1941 de vermiştir. Atatürk, hayatı boyunca en zor inkılap olarak nitelendirdiği Müzik İnkılabı için çok mesai harcamıştır. 1933 yılında Muzıka-yı Hümayun, İstanbul dan Ankara ya getirilmiştir. Riyâseticumhur Musiki Heyeti adını alan heyete önceleri Osman Zeki Üngör, daha sonra da Adnan Saygun şeflik yapmıştır. Heyetin adı 1933 yılında Cumhurbaşkanlığı Filârmoni Orkestrası, 1958 de ise Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası olarak değiştirilmiştir. Orkestra aynı isimle günümüzde de çalışmalarını sürdürmektedir 6.5.2. Opera ve Bale Opera, İstanbul da yabancı sanatçılar tarafından düzenlenen gösteriler ile Saray ın bu sanata olan ilgisinin artması sonucu 18. yüzyılın sonlarından itibaren gelişme göstermiştir. Bilhassa Abdülmecid döneminde Dolmabahçe Saray Tiyatrosu nun açılması ile birlikte gelişimini sürdüren opera, Abdülaziz döneminde farklı bir sürece girmiştir. Naum Tiyatrosu na giderek opera seyrettiği ve Avrupa seyahati sırasında da operaya gittiği bilinen Sultan ın saltanatının son yıllarında yaşanan mali sıkıntı yüzünden masraflarda kısıtlamaya gidilmiş ve saraydaki opera çalışmalarına ara verilmiştir. II. Abdülhamid döneminde ise sanat daha çok sarayın tekeli altına girmiştir. Opera ve tiyatroya düşkünlüğü ile bilinen Sultan, sarayında tiyatronun yanı sıra İtalyan sanatçılardan oluşan bir de opera heyeti bulundurmuştur. Cumhuriyet döneminde operanın önem kazanması ve eğitim kurumlarında yerini alması ise Atatürk ün kişisel çabalarının bir sonucudur. Musikiyi hayatın ruhu ve neşesi olarak nitelendiren Atatürk ün bu konuda yaptığı çalışmaların en mühimi, eğitim amacıyla yurt dışına çok sayıda öğrencinin gönderilmesidir. Nitekim bu politikanın sonucunda, Batı nın belli başlı akademilerinden mezun olan ve çağdaş bilimin oluşturduğu tekniklerden faydalanarak eserler veren ünlü besteciler yetişmiştir. Özellikle çok sesli müzik alanında yetişmiş ve güzel eserler vermiş isimlerin başında Türk Beşleri olarak da bilinen Cemal Reşit Rey (1904-1985), Ferit Alnar (1906-1978), Ulvi Cemal Erkin (1906-1972), Ahmet Adnan Saygun (1907-1991) ve Necil Kâzım Akses (1908-1999) gelmektedir. Bu süreçte çok sesli müzik alanında önemli eserler ortaya konulmuştur. Örneğin Cemal Reşit Rey, 1933 yılında sözlerini Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel in yazdığı Onuncu Yıl Marşı nı bestelemiştir. Rey in Cem Sultan, Lüküs Hayat, Saz Caz, İstanbul Masalı gibi çok sayıda opera ve opereti mevcuttur. Aynı şekilde Ahmet Adnan Saygun un en önemli eserlerinden biri 1934 yılında sözlerini Münir Hayri Egeli nin yazdığı 3 perdeden oluşan 150

Özsoy Operası dır. Tarihe ilk Türk Operası olarak geçen bu eser, 19 Haziran 1934 tarihinde konuk İran şahı Rıza Pehlevi ve Atatürk ün huzurlarında ilk kez sahneye konmuştur. Bu yıllarda opera deyince akla ilk gelen isim, ülkeye davet edilen yabancı uzmanlardan Carl Ebert tir. Onun yardım, rapor ve önerileri doğrultusunda ülkede tiyatro ve opera bölümleri oluşturulmaya çalışılmıştır. Ebert in çabasıyla hazırlanan kanun tasarısının 1 Haziran 1940 tarihinde yürürlüğe girmesiyle Devlet Konservatuarı, Müzik ve Temsil bölümü şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Temsil kısmı da kendi içinde Opera, Tiyatro ve Bale olmak üzere üç daldan oluşturulmuştur. Devlet Konservatuarı ilk mezunlarını 3 Haziran 1941 de vermiştir. Osmanlı döneminde baleyle ilgili ilk ciddi çalışmalar ise Sultan II. Mahmud ve Abdülaziz dönemlerinde yapılabilmiştir. Hatta bu dönemde Osmanlı sarayında müzik derslerinin yanı sıra dans derslerinin verildiği ve bir de Kız Bale Heyeti nin bulunduğunu biliyoruz. 19. yüzyıl sonlarından itibaren ise İstanbul daha çok bale gösterisine sahne olmuş ve saray dışında da ilgi görmeye başlamıştır. Yabancı bale grupları, Halepli Naum Efendi nin Beyoğlu Tiyatrosu ve Güllü Agop Tiyatrosu nda oyunlar sergilemişlerdir. Cumhuriyet döneminde de bale sanatı ile yakından ilgilenilmiş, İstanbul da bir Rus göçmeninin çabasıyla bale eğitimi verilmeye çalışılmıştır. Burada özel bir bale stüdyosu kurarak bale eğitimi veren Lydia Krassa Arzumanova nın Türkiye ye gelmesini sağlayan ve onun görüşlerini alan kişi ise Atatürk tür. St. Petersburg Bale Okulu nda eğitim gören ve Atatürk ün daha o tarihlerde verdiği destek ile çalışmalarını sürdüren Arzumanova nın öğrencileri ilk gösterilerini 1931 yılında gerçekleştirmiştir. Arzumanova, bu dönemde hem İstanbul Belediye Konservatuarı nda hem de yeni açılan Ankara Devlet Konservatuarı nda eğitmenlik yapmış ve Türk balesinin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Bu başarılar Arzumanova nın 1941 yılında Tepebaşı Belediye Konservatuarı nda klâsik bale dersleri vermesi ve akabinde de Eminönü Halkevi nde ilk Bedii Raks okulunu açmasına kadar gitmiştir. Bale okulunun açılması ile ilgili ilk teşebbüs ise 1945-1946 dönemine rastlamaktadır. Bu dönemde Muhsin Ertuğrul, ünlü İngiliz Kraliyet Balesi yöneticisi Dame Ninette de Valois ile temasa geçmiş ve onu bir bale okulu kurması için ülkeye davet etmiştir. 1947 yılında İstanbul a gelen Valois in yoğun çalışmaları sonucunda ilk bale okulu 1948 de Yeşilköy de açılmış ve Türkiye de bale eğitimi başlamıştır. Yeşilköy Bale Okulu, Mart 1950 de çıkan bir kanun sonucunda Ankara ya taşınmış ve Ankara Devlet Konservatuarı nda bir bölüm olarak yerini almıştır. 6.5.3. Resim ve Heykel Türk resim sanatının gelişmesinde, Paris te eğitimlerini tamamlayarak Batılı anlamda Türk resminin temelini atan Osman Hamdi, Şeker Ahmet ve Süleyman Seyid gibi isimlerin ülkeye dönmesi, 1883 yılında Sanâyi-i Nefîse Mektebi nin açılması ve 1908 yılında Osmanlı Ressamlar Cemiyeti nin kurulması gibi gelişmeler önemli bir yer tutmuştur. II. Meşrutiyet sonrasında ise gençler daha yoğun ve düzenli bir şekilde Avrupa ya eğitim için gönderilmişlerdir. Bu grupların içinde, Birinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa ya resim eğitimi 151

almaya giden 1914 Kuşağı ya da Çallı Kuşağı olarak bilinen sanatçılar (İbrahim Çallı, Avni Lifij, Namık İsmail vs.) da yer almışlardır. Savaşın çıkmasıyla birlikte yurda dönmek zorunda kalan bu sanatçılar, batıda öğrendikleri yeni resim teknik ve anlayışlarını da ülkeye beraberlerinde getirmeyi başarmışlardır. Cumhuriyet döneminde bu alanda gerçekleştirilen icraatların başında, resim dersinin okullara zorunlu ders olarak konulması ve dersi verecek öğretmenlerin yetiştirilmesi kararı gelmiştir. Osmanlı döneminde resim, askerî mühendis okullarında teknik ve askerî amaçlarla kullanılmıştır. Bu durum, daha sonra batı tarzı resmin okullara girmesini sağlamış ve ardından açılan Sanâyi-i Nefîse Mektebi ile de resim sanatının gelişimine katkıda bulunulmuştur. 1932 yılında ise Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü kurulmuştur. İş ve sanat eğitimine gönülden inanan birisi olan İsmail Hakkı Tonguç, kurduğu bölüm ile Türkiye de resim öğretmeni yetiştirme işini kurumlaştırmayı başarmıştır. İlk ve orta öğretimlerin ders programlarına resim dersinin zorunlu ders olarak konulduğu bu dönemin en önemli gelişmesi, şüphesiz, Sanâyi-i Nefîse Mektebi nin 1927 yılında Güzel Sanatlar Akademisi ne dönüştürülmesidir. Yüksek sanat eğitimi veren bu kurum, Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de önemli kültür ve sanat kurumlarından biri olarak varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Atatürk döneminin belki de son sanatsal etkinliği, 20 Eylül 1937 günü İstanbul Resim ve Heykel Müzesi nin açılmasıdır. Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi nin tahsis edildiği bu müze Atatürk ün emriyle açılmıştır. Gerek Osman Hamdi Bey gerekse Halil Edhem Bey dönemlerinde toplanan eser ve yaptırılan kopyalardan çok değerli bir koleksiyon oluşturulmuş ve bu zengin koleksiyonun sürekli olarak belli bir salonda sergilenmesi, Atatürk ün Veliaht Dairesi ni bu iş için düzenletmesi ile gerçekleşmiştir. Başta Atatürk olmak üzere dönemin yöneticileri ve özellikle de sanatçıları, topluma resim ve heykel sanatını sevdirmeyi, sanatı duyurmayı ve ulusal sanat zevkini geliştirip yaygınlaştırmayı hedeflemişler ve bunun için de büyük uğraş vermişlerdir. Heykel sanatı ise Osmanlı döneminde sadece belli dönemlerde bazı cüretkâr girişimler ile varlığını hissettirmiştir. Bu girişimlerin ilki, Kanuni Sultan Süleyman ın Mohaç seferi dönüşünde Sadrazam Damat İbrahim Paşa nın Budapeşte den getirdiği heykeller ile sarayını süslemesi, ikincisi 1868 yılında Mısır ı modernleştirme çabası içinde olan Hidiv İsmail Paşa nın babası İbrahim Paşa nın heykelinin Kahire meydanına dikilmesi, bir diğeri de Sultan Abdülaziz in kendi heykelini yaptırmasıdır. Avrupa gezisine çıkan Sultan, oralarda gördüğü heykellerden etkilenmiş, yurda dönünce de kendi heykelinin yapılması için harekete geçmiştir. Nitekim Sultan Abdülaziz i at üzerinde gösteren heykel, 1871 yılında C. F. Fuller isimli bir heykeltıraşa yaptırılmıştır. Osmanlı sanatında geleneği olmayan heykelin bir sanat dalı olarak kabul edilip gündeme gelmesi ancak Sanâyi-i Nefîse Mektebi nin açılışı iledir. Bilindiği gibi Sanâyi-i Nefîse resim, hakkâklık (gravür), mimari ve oymacılık olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır. O dönemde, heykelden oymacılık olarak bahsedilmektedir. Sanâyi-i Nefîse de eğitim alarak Avrupa nın çeşitli merkezlerine giden öğrenciler zamanla yurda dönmüşlerdir. Heykel sanatçıları, başta Galatasaray sergileri başta olmak üzere o dönemde açılan sergilerde eserlerini sergileme fırsatı bulmuşlardır. 152

Heykel sanatının bizde gerçek anlamda ön plana çıkarak gelişmesi Cumhuriyet ile birliktedir. Bilhassa Cumhuriyet in ilk on yılında çok sayıda sanatçı (Mahir Tomruk, Ali Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Sabiha Bengütaş vs.) Güzel Sanatlar Akademisi nde hoca olarak birikimlerini öğrencileriyle paylaşmışlardır. 1929 yılında kurulan Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği ile heykel sanatçıları da bu cemiyette yerlerini almışlardır. Heykel sanatçıları, 1930 ve sonrasında Türkiye deki sanat ortamını hareketlendiren çok sayıdaki sergide, sınırlı sayıdaki eserleriyle kendilerini tanıtmaya ve sanatı halka benimsetmeye çalışmışlardır. Atatürk, heykel sanatını topluma ulaştırmak ve sanatçıları teşvik etmek için anıt heykellerin yapılmasına da öncü olmuş ve onlara destek vermiştir. Başlangıçta Atatürk heykelleri dikmekle başlayan hareket, zamanla genişlemiş ve çeşitlenmiştir. Bu kapsamda hızla Cumhuriyet i ve Millî Mücadele yi anlatan heykeller ortaya çıkmaya başlamıştır. Anıt heykellerin ilki 3 Ekim 1926 günü Sarayburnu nda açılan Atatürk Heykeli dir. Sarayburnu na dikilen heykel, Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel tarafından yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde bir Türk sanatçısı tarafından yapılan ilk anıt ise Nijat Sirel in İzmir Atatürk Heykeli (1929) dir. Atatürk sadece kendi heykellerinin yapılmasını istememiştir. Türk Tarih Kurumu na gönderdiği 2 Ağustos 1935 tarihli el yazısında Sinan ın heykelini yapınız emrini de vermiştir. Fakat bu emirle ilgili çalışmalar ancak 1954 yılında başlayabilmiştir. Emlâk Kredi Bankası nın öncülüğüyle heykeltıraş Hüseyin Anka ya yaptırılan heykel, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi nin bahçesine 1956 yılında dikilmiştir. Türk büyüklerinin hatırlanmalarını sağlamak için başlatılan bu gelenek, 1944 yılında Ali Hadi Bara ile Zühtü Müridoğlu nun yapmış oldukları Beşiktaş taki Barbaros Anıtı ile devam ettirilmiştir. 6.5.4. Tiyatro ve Sinema Sahne sanatları içinde önemli bir yere sahip olan tiyatro, Batı da olduğu gibi bizde de geleneklerimiz çerçevesinde belli bir gelişme göstermiştir. Batı tarzı tiyatronun ülkeye girmesine kadar olan süreçte Türk tiyatrosu, Karagöz-Hacivat, ortaoyunu, tuluat gibi geleneksel tiyatromuzun örnekleri ile varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Tiyatro sanatı başlangıçtan günümüze kadar belli bir çevrenin ilgi alanı olmuştur. Aydınlar için özel bir sanat ve uğraş alanı olan tiyatro, halk için ise sıradan eğlencelerden biri olarak görülmüştür. Ancak Osmanlı döneminde tiyatronun benimsenmesinde, yerleşmesinde ve gelişmesinde asıl rolü yine saray oynamıştır. Türk tiyatrosunu Tanzimat Tiyatrosu (1839-1908), Meşrutiyet Tiyatrosu (1908-1923) ve Cumhuriyet Tiyatrosu (1923 ten günümüze) şeklinde üç bölümde değerlendirmek mümkündür. Tanzimat döneminin en önemli simgesi Gedikpaşa daki Güllü Agop un Osmanlı Tiyatrosu dur. Bu tiyatro Türk tiyatrosunun ilk aktörlerinin yetiştiği önemli kültür mekânlarından biri olmuştur. Meşrutiyet dönemi, Cumhuriyet dönemi sanat kurumlarının temellerinin atıldığı bir süreçtir. Trablusgarp, I. ve II. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ile Millî Mücadele döneminde halk fakirleşmiş, morali bozulmuş ve sıkıntılı günler yaşamıştır. İşte böyle bir dönemde çeşitli yardım kuruluşları tiyatro faaliyetleriyle yoksullara yardım 153

etmeye çalışmıştır. Millî Mücadele döneminde, özellikle orduya yardım sağlamak için tiyatrolar düzenlenmiştir. Ayrıca yine bu günlerde tiyatro oyuncuları arasına Türk gençleri de katılmaya başlamıştır. Onlardan biri Afife Jale dir. 1920 yılında Hüseyin Suat ın Yamalar adlı oyunuyla Kadıköy deki Apollon Tiyatrosu nda sahneye çıkan Afife Jale (1902-1941), sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadın tiyatro oyuncusu unvanına sahiptir. Cumhuriyet döneminde kültür alanındaki en önemli gelişmelerinden biri 1914 yılında kurulmuş olan ve Güzellikler evi manasına gelen Dârülbedâyi nin İstanbul Belediyesine bağlı bir kurum hâline getirilmesidir. Kurumun bu yeniden yapılanma sürecinde, yurt dışından yeni dönen Muhsin Ertuğrul un 1927 yılında Dârülbedâyi nin başına getirilmesi son derece etkili olmuştur. 1930 yılında, Dârülbedâyi belediyeden ödenek alan bir tiyatro durumuna gelmiş ve sağlam temeller üzerine oturmuştur. Dârülbedâyi, 1931 yılında alınan bir karar ile Şehir Tiyatrosu ve Ekim 1934 te de İstanbul Şehir Tiyatrosu adını almıştır. Şehir Tiyatrosu nun kurulması, kadınların sahnede yerini alması ve en mühimi de Ankara Devlet Konservatuarı nın açılması, tiyatro adına Cumhuriyet dönemine damgasını vuran gelişmelerin başında gelmiştir. 1936 yılı, Ankara Devlet Konservatuarı nda hem müzik hem de tiyatro bölümü için gerçek anlamda bir dönüm noktasıdır. Kuruma, Musiki Muallim Mektebi nin Temsil Sınıfları ismiyle yeni bir bölüm eklenmiştir. 6 Mayıs 1936 tarihli karar gereğince de bu şube Devlet Konservatuarına dönüştürülmüştür. Carl Ebert in çabaları ve yapılan çalışmalar sonucunda 1940 yılında Devlet Konservatuarı Kanunu çıkartılmıştır. Ebert in kurduğu teşkilât sayesinde kurumda çok sayıda öğrenci yetiştirilmiştir. Öyle ki, bu dönemde yetişmiş isimler daha sonra Türk tiyatro ve operasında adından sıkça söz edilen isimler olmuşlar ve yönetime kadar gelmişlerdir. Sinemanın Türkiye deki serüveninin başlangıcı noktasında henüz kesin bilgilere sahip değilsek deülkenin sinematograf aleti ile tanışıklığının 1896 yılı başlarında olduğu, sinema aletine lazım olan elektrik lambalarının Fransız sefareti vasıtasıyla gümrüksüz geçirildiği ve yine o yıllarda özellikle İstanbul a çok sayıda sinema makinesinin girdiği artık netleşen ayrıntılardır. Halka açık ilk sinema gösterisi ise 16 Ocak 1897 tarihinde Galatasaray daki Sponeck isimli bir birahanede gerçekleştirilmiştir. Bu ilke imza atan kişi, Fransız Pathe-Freres Sinema Şirketi nin Türkiye temsilcisi Romanya uyruklu Polonya Yahudisi Sigmund Weinberg dir. İkinci Meşrutiyet in ilanına kadar olan süreçte sinema, Osmanlı topraklarında hızla yayılmış ve halkın rağbet gösterdiği eğlencelerden biri olmaya başlamıştır. Bu ilgi, zamanla sinema salonlarına olan ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. Bunun üzerine, Türkiye de sinemanın kökleşmesinde önemli bir yeri olan Weinberg, ilk sinema salonunu 30 Ocak 1908 de Pathe Sineması adıyla açmıştır. Weinberg, Taksim Tepebaşı nda yaptırdığı bu sinema ile hem sinemanın salonlara yayılarak İstanbul un eğlence dünyasındaki yerini almasını hem de İstanbul un beyaz perdenin merkezi hâline gelmesini sağlamıştır. Türklerin çektiği ilk film ise Fuat Uzkınay ın 14 Kasım 1914 te çektiği Ayastefanos taki Rus Abidesinin Yıkılışı isimli belgeseldir. Bugün, tiyatro ile pek ilgisi olmayan ilk gerçek sinemacı ve ilk Türk belgeselcisi olarak tanınan Fuat Uzkınay, Osmanlı Devleti nin 1914 154

yılında İtilaf Devletleri ne karşı savaşa girmesi üzerine Yeşilköy de Ruslar tarafından dikilen anıtın bombalanmasını filme çekmiştir. Bu çalışmayı 1915 yılında, bir İslam ülkesindeki ilk resmî sinema teşkilâtı olan Merkez Ordu Sinema Dairesi nin kurulması takip etmiştir. Birinci Dünya Savaşı başında Almanya ya giden ve burada sinema ile tanışarak Alman ordu sinemasının çektiği filmleri izleyen Enver Paşa, yurda döner dönmez bir sinema kolunun kurulması emrini vermiştir. 1922 yılında ise Kemal ve Şakir Seden kardeşler tarafından Türkiye nin ilk özel yapımevi olan Kemal Film kurulmuştur. Cumhuriyetin ilanına kadar Türkiye deki sinema çalışmalarını bu kurum yürütmüştür. 1923 ve sonrasında Türk sineması genellikle Tiyatrocular Dönemi (1923-1939) olarak nitelendirilmiştir. Çünkü bu dönemde sinema, hem tiyatronun en ünlü isimlerinden biri olan Muhsin Ertuğrul hem de Dârülbedâyi sanatçılarının etkisi, daha doğrusu tekelinde kalmıştır. Öncelikle bir tiyatrocu olan Muhsin Ertuğrul, 1922-24 döneminde Kemal Film, 1928-1939 arası da İpek Film adına filmler çekmiştir. Cumhuriyet in ilanından altı ay önce gösterime giren Ateşten Gömlek filmi ise Ertuğrul un ve Türk sinema tarihinin ilk önemli filmi olarak kabul edilmiştir. Muhsin Ertuğrul, 1932 yılında Kurtuluş Savaşını konu alan Bir Millet Uyanıyor isimli filmi de çekmiştir. Senaryosunu Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu nun yazdığı filmin bir bölümünde Atatürk ün görüntüsünün kullanılması söz konusu olmuştur. Filmin senaryosunu inceleyen Atatürk, çekilecek olan filmde poz vermeyi kabul etmiş, çekimler esnasında siyah bir perde önünde kameraya poz vererek, ülke ve dünya sorunları üstüne konuşmasını yapmıştır. Türkiye de inkılapların hızla gerçekleştirildiği bu dönemde Atatürk, kültür sanat üzerine yaptığı konuşmalarda zaman zaman sinemaya da yer ayırmış ve sinemaya gereken önemin verilmesini şu ifadeler ile dile getirmiştir: Sinema öyle bir keşiftir ki bir gün gelecek, barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir. Sinema insanlar arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz Sonuç itibarıyla sinema, Ankara nın gözünde etkili bir iletişim sanatı, halk terbiyesinde kullanılacak bir eğitim ve eğlence vasıtası olarak yerini almış ve Cumhuriyetin ilk günlerinden itibaren gelişimini sürdürmüştür. Bu süreçte Atatürk, sinemaya olan ilgisini zaman zaman dile getirmiş ve çeşitli şekillerde de göstermeye çalışmıştır. 155

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti Millî Mücadele nin ardından ve özellikle 1930 sonrasında Atatürk, Türkiye yi çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırabilmek ve Türk kültürünü yükseltip zenginleştirmek hedefine yönelmiştir. Atatürk dönemi kültür politikalarının en temel amaçları, Türk millî kültürünü geniş bir tabana yaymak, onu güçlendirmek ve aydın ile halkı bütünleştirerek topyekûn bir kültür seferberliğine gitmektir. Nitekim Atatürk kültür kavramını okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, intibah etmek, düşünmek, zekâyı terbiye etmek olarak tanımlamıştır. Türkiye yi güçlü, yüksek kültürlü ve modern bir devlet yapmayı arzulamış ve bu yolda da önceliği millî duyguları ve kültürü kuvvetlendirmeye vermiştir. Bu dönemde aynı zamanda kültürel bağımsızlığı gerçekleştirmek adına da önemli olan Türk dili ve tarihi çalışmalarına büyük bir önem verilmiştir. Sanatı güzelliğin ifadesi olarak tanımlayan Atatürk ün gözünde sanat ve sanatçı son derece değerli olmuştur. Türkiye de bütün sanat kollarının geliştirilmesi ve sanat kurumlarının açılması teşvik edilmiştir. Diğer taraftan arkeolojik kazıların yapılması ve eski eserlerin derlenmesi çalışmalarına hız verilmiş, bu eserlerin sergilenebileceği müzeler açılmıştır. Bir yandan da Türk kültürel değerlerinin ve mirasının dünyaya tanıtılması çalışmaları yürütülmüştür. 156

Bölüm Soruları 1) Dilde sadeleşme çalışmaları istenen sonucu vermeyince çalışmalardan bir manevrayla dönmek amacıyla gündeme getirilen ve Viyanalı dilci Kvergic e ait olan teori aşağıdakilerden hangisidir? a) Dil-Güneş Teorisi b) Kvergic Teorisi c) Dil Donkişotluğu Teorisi d) Güneş-Dil Teorisi e) Ay - Güneş Teorisi 2) İnkılap Tarihi dersinin yükseköğretim kurumlarında okutulmasına hangi tarihte karar verilmiştir? a) 1923 b) 1934 c) 1950 d) 1961 e) 1982 3) Atatürk ün naaşı, öldüğü 10 Kasım 1938 tarihinden Anıtkabir e taşındığı 1953 yılına kadar nerede tutulmuştur? a) Topkapı Sarayı b) Dolmabahçe Sarayı c) Etnografya Müzesi d) Resim-Heykel Müzesi e) Çankaya 157

4) Sahneye çıkan ilk Türk kadın tiyatro sanatçımız kimdir? a) Bedia Muvahhit b) Cahide Sonku c) Semiha Berksoy d) Afife Jale e) Yıldız Kenter 5) Güzellikler Evi manasına gelen ve 1914 yılında kurulmuş olan Dârülbedâyi, 1934 yılından bu yana hangi isimle perdelerini açmaktadır? a) Devlet Opera ve Balesi b) Şehir Tiyatrosu c) İstanbul Şehir Tiyatrosu d) Ankara Devlet Tiyatrosu e) İstanbul Belediye Konservatuarı Cevaplar 1) d, 2) b, 3) c, 4) d, 5) c 158

1982. Bölüm Kaynakçası ALTAR, Cevat Memduh, Opera Tarihimiz, C. IV, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul AND, Metin, Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1983. ARSEVEN, Celal Esat, Türk Sanatı, Cem Yayınları, İstanbul 1984. 1991. ATAMAN, Sadi Yaver, Atatürk ve Türk Musikisi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara Atatürk ün Söylev ve Demeçleri, C. I-III, TTK, Ankara 1997. BEHAR, Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih, Afa Yayınları, İstanbul 1992. CUNBUR, Müjgân, Atatürk ve Millî Kültür, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1973. ÇOKER, Fahri, Türk Tarih Kurumu Kuruluş Amacı ve Çalışmaları, TTK, Ankara 1983. DELEON, Jak, Cumhuriyet Dönemi Türk Balesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1992. DORSAY, Atilla, Sinema ve Çağımız, Remzi Kitabevi, İstanbul 1998. ELİBAL, Gültekin, Atatürk, Resim-Heykel, İş Bankası Yayınları, İstanbul 1973. 1956. EMRE, Ahmet Cevat, Atatürk ün İnkılap Hedefi ve Tarih Tezi, Ekin Basımevi, İstanbul GEZER, Hüseyin, Cumhuriyet Dönemi Türk Heykeli, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1984. HEİD, Uriel, Türkiye de Dil Devrimi, Çev. Nejlet Öztürk, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2001. KANTARCIOĞLU, Selçuk, Hükümet Programlarında Kültür, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987. KUBAN, Doğan, 100 Soruda Türkiye Sanatı Tarihi, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1988. LEVEND, Agâh Sırrı, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, TTK, Ankara 1960. MÜLAYİM, Selçuk, Yüzyılın (1900-1999) Kültür ve Sanat Kronolojisi, Kaknüs Yayınları, İstanbul 1999. SCOGNAMİLLO, Giovanni, Türk Sinema Tarihi, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2003. SEVENGİL, Ahmet Refik, Türk Tiyatro Tarihi, MEB, İstanbul 1962. 159

ŞİMŞİR, Bilâl N, Türk Yazı Devrimi, TTK, Ankara 1992. ULUSKAN, Seda Bayındır, Atatürk ün Sosyal ve Kültürel Politikaları, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2010. 160

7. DÜNDEN BUGÜNE TÜRKİYE DE EĞİTİM SİSTEMİ Bölüm Yazarı Prof. Dr. Cemil ÖZTÜRK 161

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? 1) Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminin tarihsel temellerini açıklayabileceksiniz. 2) Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminin kuruluş sürecini açıklayabileceksiniz. 3) Millî Eğitim Sistemini tanımlayabileceksiniz. 4) Türkiye Cumhuriyeti eğitim ve öğretim sisteminin gelişimini açıklayabilecek bilgi ve beceriye sahip olabileceksiniz. 162

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular midir? 1) Osmanlı Devleti nde eğitimi modernleştirmek adına reform gerçekleştirilmiş 2) Osmanlı da eğitimi modernleştirmek ihtiyacı hangi konularda eksiklik hissedilmesinden kaynaklanmıştır? 3) Osmanlı da eğitimi modernleştirmek çabaları ne zaman başlamıştır? 4) Tevhid-i Tedrisat Kanunu nun amaçları ve hedefleri nelerdir? 5) Cumhuriyet in ilk yıllarında eğitim sistemindeki köklü değişiklikler nelerdir? 6) Cumhuriyet döneminde Millî Eğitimin amaçları nelerdir? 7) Cumhuriyet döneminde eğitim hangi esaslar üzerinde yapılandırılmıştır? 8) Eğitimin kademeleri nelerdir ve bu kademelerde toplumun hangi ihtiyaçlarına cevap verilmek istenmektedir? 163

Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği Giriş Türkiye de Modern Eğitimin Doğuşu: Osmanlı Eğitim Reformları Cumhuriyet Eğitim Sisteminin Kuruluşu Millî Eğitim Sistemi Eğitim ve Öğretimin Gelişimi Bölüm içinde ele alınacak konular hakkında fikir sahibi olmak Cumhuriyet in Osmanlı dan aldığı eğitim kurumları ve Osmanlı Devleti nde gerçekleştirilen eğitim reformlarını öğrenmek Tevhid-i Tedrisat Kanunu ndan başlayarak, Cumhuriyet döneminde eğitimi yeniden yapılandırmak konusundaki icraatlar hakkında fikir sahibi olmak Cumhuriyet dönemi millî eğitim sisteminin amaçlarını ve dayandığı temel esasları kavramak Okul öncesi eğitiminden başlayarak yükseköğretime kadar, eğitimin her kademesi hakkında genel bilgiye sahip olmak Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılarak Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılarak Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılarak Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılarak Okuyarak, fikir yürüterek, tartışmalara katılarak 164

Anahtar Kelimeler Modernleşme Ulus Devlet Laik Eğitim Öğretim Birliği Okullaşma Çağ Nüfusu Millî Eğitim Eğitim Sistemi Örgün Eğitim Yaygın Eğitim Uzaktan Eğitim 165

Giriş Türkiye Cumhuriyeti eğitim sistemi, Osmanlı Devleti nden devralınan miras üzerine kurulmuştur. Geleneksel İslam okullarıyla, yabancı ve gayrimüslim okullarının yanı başında gelişen modern eğitim kurumları, Cumhuriyet in kuruluş sürecinde iki şekilde başrol oynamıştır. Bunların ilki, Cumhuriyet i kuran sivil ve asker bürokratların büyük kısmının bu okulların eseri olması, ikincisi ise bunların Mustafa Kemal Atatürk ün liderliğinde gerçekleşen eğitim devrimleri için uygun zemin oluşturmasıdır. Bu kritik rol dolayısıyla aşağıda ilk olarak Osmanlı eğitim reformları ele alınmıştır. İkinci kısımda Cumhuriyet eğitim sisteminin kuruluşu, üçüncü kısımda millî eğitim sistemi, dördüncüsünde ise bu sistemin Cumhuriyet tarihi boyunca gelişimi irdelenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminin bu şekilde geçmiş - gelecek bağlamında yorumlanması, entelektüel derinliğin, bilimsel bakış ve yöntembilimin gereğidir. 166

7.1. Türkiye de Modern Eğitimin Doğuşu: Osmanlı Eğitim Reformları Diğer çevre ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti nde de eğitimde modernleşme, benzer nedenler dolayısıyla askerî eğitim alanında başlamıştır. Sivil eğitimin modernleşmesi ise daha geç ve tedricî olarak seyretmiştir. Aşağıda bu iki alandaki modernleşme hareketleri, sözü edilen tarihî akışa uygun olarak kısaca ele alınmıştır. 7.1.1. Askerî Eğitimde Modernleşme II. Viyana Kuşatması (1683) sonrasında Orta/Batı Avrupa devletleri orduları karşısında kötü sonuçlar almayı sürdüren Osmanlı Devleti; 18. yüzyıl ortalarından itibaren Batıya karşı var olmak için Batılılaşmak anlayışıyla askerî eğitim alanında kapsamı giderek genişleyen bir modernleşme süreci başlatmıştır. İlk Batı tipi askerî okulun açılışıyla (1734) başlayıp Birinci Dünya Savaşı ile sona eren Osmanlı modernleşme tarihinin ilk yarısı, aşağı yukarı yalnız askerî eğitimin yenileşmesiyle geçmiştir. Bu sonuçta iki faktör etkili olmuştur. Bunlardan ilki, gerilemenin temel sebebinin askerî geri kalmışlıktan ibaret zannedilmesi; ikincisi ise İmparatorluktaki tarihî güç unsurlarının [ilmiye (ulema) ve seyfiye (asker)] aktif ve pasif direnişleridir. Sultan II. Mahmud un 1826 da Yeniçeri Ocağı nı kaldırması; Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluş ve şekillenişi üzerinde etkili olacak eğitim kurumlarının açıldığı yeni bir reform dönemi başlatmıştır. Askerî muhalefetin yok edilmesinden sonra açılan iki okul, Mekteb-i Tıbbiye (Tıp Okulu) ve Mekteb-i Harbiye (Harp Okulu), bir taraftan yeni kurulan ordunun subay ve doktor ihtiyacını karşılamaya başlarken, diğer taraftan da modernitenin temel değerlerinin İmparatorluğa giriş kanalları olmuştur. Tanzimat devrinde açılmaya başlanan askerî ortaokullar (rüşdiye) ve liseler (idadi) de bir taraftan Harbiye ve Tıbbiye nin nitelikli öğrenci ihtiyacını karşılamaya çalışırken, diğer taraftan da Batı medeniyetine özgü değerlerin taşraya yayılmasını kolaylaştırmıştır. YANA ÇIKMA Mekteb-i Tıbbiye ve Modernizm Mekteb-i Tıbbiye eğitim ve öğretimi tümüyle bir Batı dilinde yapan ilk Osmanlı devlet okulu olarak Müslüman hekim adaylarının yerleşik düşünce ve inanç dünyalarında yıkıcı bir depreme yol açmıştır. Kur an ve diğer kutsal kitapların anlattığı Yaradılış öğretisini bilimsellikten uzak bir hurafe olarak gören ve zaman içinde onun yerine Charles Darwin tarafından geliştirilen Evrim Kuramı, yürütülen tıp eğitiminin kuramsal temellerinden birini oluşturmuştur. Tıbbiye de görev yapan Batılı öğretmenler de Aydınlanma Felsefesi ile Fransız Devrimi nin siyasi fikirlerinin öğrenciler arasında yayılmasında önemli rol oynamıştır. Zengin bir Fransızca kitap koleksiyonuna sahip olan okul kütüphanesi de okulun söz konusu rolü etkin bir biçimde oynamasına katkı yapmıştır. Harbiye de modernizmin ülkeye girişinde etkili olmuştur. 167

Modern askerî okulların Osmanlı yenileşme tarihinde oynadığı roller şöyle özetlenebilir: Mekteb-i Tıbbiye etrafında şekillenen entelektüel çevrede bilgi felsefesi bakımından apriori (deneyle kanıtlanmamış) bilginin yerini aposteriori (deney sonucu oluşan) bilgi almaya, metafizik anlayışın yerine pozitivizmin geçmeye başlaması sonucunu beraberinde getirmiştir. Pozitivizmin metafizik bilgiye olan güveni zayıflatması, dinin devlet ve toplum üzerindeki belirleyici rolünü tartışılır hâle getirmiştir. Tanzimat Devri nden itibaren Halifelik ve mutlak monarşi sorgulanmaya, meşrutiyete geçilmesi istenmeye başlanmıştır. Bu fikrî oluşum Tıbbiye ve Harbiye öğretmen ve öğrencilerini mevcut rejime muhalif fikrî ve siyasi hareketler içinde ön plana taşımıştır. Dahası bunlar benimsedikleri değerlerin hayata geçirilmesi ve muhafazası için askerî müdahaleyi meşru görmeye başlamıştır. Modern ordu İmparatorluğun son elli yılında üç kez siyasete müdahale etmiştir. İkinci Meşrutiyet Devri nde ordunun siyasallaşmasının ülkenin istikrar ve güvenliğini tehdit ettiğine tanıklık eden Mustafa Kemal Atatürk, ordunun siyaset dışında kalmasını vasiyet etmiştir. Modern askerî okullar Cumhuriyet in kuruluşu ve ideolojik yapılanması üzerinde de etkili olmuştur. Öyle ki kurucu kadroda yer alanların büyük bir kısmı, Sultan II. Abdülhamid Devri nde mevcut rejime karşı muhalefetin beşiği hâline gelen bu okullarda öğrenciydi ve modernleşmenin ülkenin geleceği bakımından hayatî öneme sahip olduğuna inanmışlardı. Atatürk nesli subayların duygu ve düşünce dünyalarının oluşumunda okullarında aldıkları eğitim kadar İmparatorluk ve dünyadaki siyasi, askerî, iktisadi, felsefî ve fikrî gelişmeler de etkili olmuştur. Bunların en önemlisi, Sultan II. Abdülhamid in saltanat dönemine denk gelen yıllarda Fransa da III. Cumhuriyet in (1870-1940) inşa edilmesidir. Bu yıllarda Fransa da ilköğretimin zorunlu ve parasız olması, Fransızcanın tek eğitim dili olarak kabul edilmesi, kilise vakıflarına bağlı geleneksel okulların kapatılarak tek okul anlayışının hayata geçirilmesi ve nihayet din eğitiminin tümüyle kiliselere bırakılması amacıyla bir dizi yasa çıkarıldı. Bu reformlar Türk Eğitim Devrimi sırasında Mustafa Kemal ve çalışma arkadaşlarına örnek oluşturdu. 7.1.2. Modern Genel Eğitim Sisteminin Kuruluşu Türkiye Cumhuriyeti ni kuran nesil, şüphesiz yalnız askerî okulların mezunlarından oluşmamıştır. Nitekim Sultan II. Mahmud tarafından temelleri atılan, Tanzimat Devri nde sistem bütünlüğüne kavuşan, Sultan II. Abdülhamid zamanında genişleyen ve nihayet II. Meşrutiyet Devri nde son şeklini alan modern sivil eğitim sistemi; laiklik, akılcılık, bilimcilik ve demokrasi (meşrutiyet) gibi değerleri içselleştiren, İmparatorluğun bekasını, tebaanın refah ve esenliğini güvence altına almanın bunları hayata geçirmekle mümkün olduğunu düşünen bir zümrenin ortaya çıkmasına önemli katkı yapmıştır. 168

7.1.2.1. II. Mahmud Devri: İlk Yapı Taşları Sultan II. Mahmud (1808-1839) Cumhuriyet in miras aldığı askerî eğitim sisteminden başka modern sivil eğitim sisteminin de temellerini atarak Osmanlı eğitim tarihinde tarihî bir rol oynamıştır. O, vefatından kısa bir süre önce, İmparatorluğu eski ihtişamına kavuşturmak için eğitim alanında neler yapılabileceğini araştırmak üzere bir komisyon oluşturmuştur. Bu komisyon sunduğu raporda, İmparatorluğun geri kalıp kayıplara uğramasının en önemli sebeplerinden birinin mevcut eğitim sisteminin güncel ihtiyaçları karşılayamaması olduğunu öne sürerek, girilen çıkmazdan kurtulmak için Batı tipi, üç kademeli yeni bir eğitim sistemi kurulmasını teklif etmiştir (1838). Birkaç yıl önce kurulmaya başlanan Batı tarzı yeni devlet teşkilatının ihtiyacı olan memurları yetiştirmek amacıyla açılan Mekteb-i Maarif-i Adlîye ve Mekteb-i Ulûm-i Edebîye adlarındaki -başlangıçta tek olan- iki okul, sivil modern eğitimin ilk yapı taşları olmuştur. Öğretmen ve öğrencilerini uzun yıllar medreselerden sağlayan bu okulların adı geçen kurumlardan farkı, dinî dersler ile Arapça ve Farsçanın yanında bir Batı dili -bu fiilen Fransızca olmuştu- ile sosyal ve fen alanlarına özgü disiplinlere dair derslere de yer vermesiydi. Bu fark, esasen henüz doğum sancıları yaşayan Batı tipi okullar ile medreselerde hâkim olmaya başlayan zihniyetler arasındaki zıtlığa işaret ediyordu. Zira bu yıllarda medrese çevresi, ünlü tarihçi, hukukçu ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa nın bir medrese öğrencisi olarak bizzat tanıklık ettiği gibi hâlâ, Müslümanların Batı dillerini öğrenmesine şiddetle tepki gösteriyor; dinî ilimlerin haricindeki disiplinlere itibar etmiyordu. Bu tutumları medreselerin Sarayın himayesinde gelişmeye devam eden mektepler karşısında giderek artan bir yoğunlukta işlev ve itibar kaybına uğramalarına yol açmıştır. 7.1.2.2. Tanzimat Devri: Sistemin Kuruluşu Sultan II. Mahmud un temellerini attığı modern eğitim sistemi, Tanzimat Devri nde yapılaşmasını önemli ölçüde tamamlanmıştır. Bu bağlamda 1869 yılında yürürlüğe giren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi [MUN] (Genel Eğitim Tüzüğü) en önemli kilometre taşıdır. Fakat bu noktaya gelene kadar Osmanlı Devleti eğitim alanında önemli gelişmeler kaydederek Nizamnamede kurulması öngörülen modern eğitim sisteminin gövdesini büyük ölçüde oluşturmuştur. Sözü edilen gelişmeler şöyle özetlenebilir: 7.1.2.2.1. Genel Eğitim Sistemi Modern genel eğitim sisteminin kurulmasına ortaöğretim kademesinden başlanmıştır. Nitekim ilk genel okullar 1846 yılında açılmaya başlanan Batı tipi ortaokullar (rüştiye) olmuştur. İki yıl sonra söz konusu okullara öğretmen yetiştirmek için Dârülmuallimîn adıyla İmparatorluğun ilk öğretmen okulu açılmıştır. 1850 yılında, açılacak üniversiteye öğrenci hazırlamak üzere lise seviyesinde Dârülmaârif adlı bir okul açılmıştır. Muhtelif sebeplerle verdikleri eğitimin seviyesi hedeflenenin altında seyreden bu okulların açılması ile modern eğitim sisteminin ortaöğretim kademesi şekillenmeye başlamıştır. Aşağıda görüleceği gibi 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, diğer alanlar gibi ortaöğretimde de önemli düzenlemeler getirmektedir. Tanzimat Devri, İslam dünyasında kızların eğitiminin gelişim sürecinde çok seçkin bir yere sahiptir. Zira 1859 yılında İstanbul da açılan ilk kız ortaokulu (inas rüştiyesi) on yaş üstü 169

Müslüman kızlara 3-4 yıl fazla öğrenim görme fırsatı sunmuş; 1870 yılında açılan kız öğretmen okulu (Dârülmuallimât) ise yükseköğrenim görme, öğretmen olma yolunu açmıştır. Çok köklü bir sosyal ve kültürel değişimi beraberinde getiren bu gelişmeler, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz in himayeleri altında gerçekleşmiştir. 1850 li yıllarda bir yandan geleneksel sıbyan mektepleri ıslah edilmeye çalışılırken diğer yandan da Batı tipi ilkokullar (iptidaiye) açılmaya başlanmıştır. Bu okullara öğretmen yetiştirecek bir ilköğretmen okulu (Dârülmuallimîn-i Sıbyan) 1868 yılında açılmıştır. Tanzimat Devri nde örgün sivil mesleki ve teknik eğitimin de temelleri atıldı. Yukarıda belirtildiği gibi, daha önceleri mesleki eğitim, usta - çırak ilişkisine dayanarak, meslek birliklerinde yani loncalarda veriliyordu. Tanzimat tan sonra, 1840 lı ve 1850 li yıllarda bazı meslek okulları açılmış ise debunların ömrü kısa olmuştu. Fakat 1860 lı yıllarda açılan kız ve erkek meslek okulları (ıslahhaneler ve sanayi mektepleri), Türkiye de örgün mesleki eğitimin kurumlaşmasına zemin hazırladı. Daha sonraki dönemlerde açılan birçok yeni mesleki eğitim kurumu, ülkenin nitelikli meslek erbabı ihtiyacını karşılamada önemli katkılarda bulundu. Tanzimat ın en başarısız olduğu öğretim kademesi yükseköğretimdir. 1840 ların ortalarında başlayan Batı modelinde bir üniversite kurma çabaları, ancak 1863 te sonuç verdi. Bu tarihte, İstanbul da, Darülfünun adıyla açılan üniversitede dersler, halka açık konferanslar şeklinde veriliyordu. Derslerde teorik bilgilerin yanı sıra, elektrik, fizik, kimya ve biyoloji deneyleri de yapılıyordu. İlk günlerde, bu dersler büyük ilgi görmüş; dershaneler halkın talebini karşılayamamıştı. Katılımcılar arasında sadrazam ve nazırlar da bulunuyordu. Fakat 1865 te, Darülfünun binası, kütüphanesinde bulunan 4.000 kitap ile beraber yandı. Bunun üzerine üniversite, fiilen kapandı. 1869 tarihli nizamname, İstanbul da Dârülfünûn-ı Osmanî adıyla bir üniversite açılmasını öngörüp, bunun örgüt yapısı ve programını ayrıntılı olarak hükme bağlamıştı. Üniversite, 1870 te parlak bir törenle yeniden açıldı. Ancak, bu kez mutaassıp çevrelerin baskısına maruz kaldı. Müdürü, tabiî bilimlerle ilgili olarak yaptığı deneyler nedeniyle dinsizlikle suçlanıp, görevinden uzaklaştırıldı. Öğrenci sayısı 100 ü geçmeyen bu kurum, 1873 te kapatıldı. Fakat 1874 te hukuk, mühendislik ve edebiyat okullarına sahip olarak Galatasaray Sultanîsi içinde hizmete girdi. Bu kurum da 1881 de kapandı. Tanzimat Devri nde üniversite kurma girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının birçok nedeni vardır. Bunlar arasında mali sıkıntılar, yeterli sayı ve nitelikte öğretim elemanı bulunmaması, plânsız girişimler ve tutucu medrese çevresinin muhalefeti önemli bir yere sahiptir. 7.1.2.2.2. Gayrimüslimlerin Eğitimi ve Misyoner Okulları Tanzimat Devri nde gayrimüslimlerde eğitim alanında da önemli gelişim ve değişim süreçleri yaşandı. Bu yıllarda, gayrimüslimler arasında da laik eğitime geçiş din adamlarının direnmelerine rağmen hızlandı. Bunda Avrupa ile yapılan ticari iş birliği sonucunda ortaya çıkan güçlü gayrimüslim burjuvazinin de rolü oldu. Geleneksel eğitim kurumları, bu sınıfa mensup çocukların eğitim gereksinimlerini karşılayamadı. Bunlar iyi bir yabancı dil eğitimi veren laik okullar istiyorlardı. Bunda gayrimüslimler arasında güçlenen milliyetçilik akımının 170

da etkisi vardı. Çocuklarını Amerikan ve Avrupalı misyonerlerin açmış olduğu okullara göndermek istemeyen cemaatler, çareyi kendi okullarını bunlara gerek bırakmayacak kadar geliştirmekte buldu. Balkanlardaki Hıristiyanlar, modern eğitim sistemlerini kurarak bunu başardı. Fakat Anadolu ve Orta Doğu da yaşayan gayrimüslim çocukları, misyoner okullarına büyük bir rağbet gösterdi. Bunda Ermeniler başı çekti ve Osmanlı Devleti dağılana kadar, binlerce Gregoryen Ermeni çocuğu bu okullarda Katolik veya Protestan mezheplerinin öğretileri doğrultusunda eğitildi. Bu okullar, Hıristiyan Araplar arasında da oldukça etkili oldu. Misyoner okullarının bu bölgelerde etkili olma nedeni, buraların Balkanlara göre daha yoksul olmasıydı. Bu yoksulluk onları, misyonerlerin sunduğu sağlık ve sosyal yardım hizmetlerine muhtaç etmişti. Dinin sağladığı psikolojik reaksiyon sayesinde misyoner okulları, hemen hiçbir yerde, Müslüman toplumlar üzerinde fazla etkili olamadı. Öte yandan, Osmanlı topraklarında açılan yabancı misyoner okulları, Osmanlı Devleti nin zayıflamasından istifade ederek, Türk olmayan Osmanlıları devlet aleyhine kışkırtarak, ülkenin parçalanmasında önemli bir rol oynadı. Çünkü bu okullarda yapılan propagandalar ve verilen iyi yabancı dil eğitimi, Fransız Devrimi nin ürünü olan milliyetçilik akımının, önce gayrimüslim ve sonra da Müslüman gayrı Türk unsurlar arasında hızla yayılmasını sağladı. 7.1.2.2.3. Osmanlı Bilim Akademisi Tanzimat Devri, sadece örgün eğitimin modernleşmesine sahne olmakla kalmadı; fakat aynı zamanda, Batı daki gibi modern bilim akademilerinin kurulması yolunda ilk denemelerin gerçekleştirilmesine de şahit oldu. Bu devrin üç önemli aydın ve siyaset adamının - Âli Paşa, Fuat Paşa ve Cevdet Paşaların - çabaları sonunda, 1851 yılında, İstanbul da Encümen-i Dâniş adıyla bir bilim akademisi kuruldu. İngiliz asıllı ünlü sözlükçü J.Redhouse ve ünlü tarihçi Hammer de bu Encümen e atandı. Daha çok dil ve tarih konuları üzerine çalışan bu kurum, Kırım Savaşı ndan (1853-1856) önce kapatıldı. Fakat yaklaşık on yıl sonra, yeni bir akademinin kurulmasına teşebbüs edildi. 1862 de Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye kuruldu. Bu Cemiyet, doğa bilimleri üzerine çalıştı. Onun yayınladığı Mecmua-yı Fünûn adlı dergi aracılığıyla halk, çeşitli bilimsel konularda eğitilmeye çalışıldı. Ne var ki, tüm bu çabalar, istikrarsız ve gerekli alt yapıdan yoksun olduğu için, Osmanlı Devleti nde köklü bir bilimsel araştırma geleneğinin oluşumuna olanak vermedi. 7.1.2.2.4. Yönetim ve Organizasyon Tanzimat a kadar Osmanlı eğitim hayatı millet sistemi ne göre yapılandırılmıştı. Bu sisteme göre kitabî dinlere mensup her topluluk ayrı birer millet olarak kabul edilmişti. Her millet eğitim ve hukuk gibi alanlarda bir tür özerkliğe sahipti. Kamusal alan İslam hukukuna göre düzenlenmişti. Bu genel yapı içerisinde her millet kendi eğitim sistemini kurmuştu. Söz konusu sistemler merkezî bir üst sisteme bağlı olmadıkları için yapısal bir bütünlüğe sahip değillerdi; bundan dolayı Tanzimat tan önce Osmanlı Devleti nde eğitim yapı bakımından çoklu sistem görünümü arz ediyordu. Her sistem ait olduğu milletin ruhanî başkanlıklarına (Hahambaşılık, Ortodoks Patrikhanesi vd.) bağlı idi. Devlet kamu düzenini bozmadığı sürece bu milletlerin eğitim işlerine müdahale etmiyordu. 18. yüzyıl sonlarına kadar geniş bir 171

coğrafyada egemen olan Osmanlı Barışı nın sonuçları arasında yer alan bu düzende her sistem, 1789 Fransız Devrimi nden etkilendi. Osmanlı Devleti ve Avusturya - Macaristan gibi çok uluslu imparatorlukların dağılma sürecini başlatan fikirlerin kök salıp yayıldığı, devletin gözetim ve denetiminden uzak gettolara dönüştü. Bu durum Tanzimat tan itibaren Osmanlı Devleti ni eğitim birliğini sağlama arayışına itti. Bu tarihî zeminde 1857 de Batı modelinde açılan okulların yönetimi, denetimi ve geliştirilmesi için bir Maarif Nezareti kuruldu. Devlet, yabancı devlet, yabancı vakıf vs. tüm okullar Maarif Nezareti ne bağlandı. Bu arada Müslümanlara ait medreseler ve sıbyan mektepleri Meşihat a bağlıydı. Dolayısıyla Müslüman halka hitap eden okullar iki ayrı sistem içinde yer almaktaydı 7.1.2.2.5. Maarif-i Umumiye Nizamnamesine Göre Kurulan Modern Eğitim Sistemi Osmanlı modern eğitim sisteminin kuruluş ve gelişiminde bazı Batı devletlerinin etkili olduğu görülmektedir. İngiltere ve Almanya nın da aralarında yer aldığı bu devletlerin başında Fransa gelmektedir. Napolyon Bonapart tarafından 19. yüzyılın başında kurulan ve çevre ülkelerinin yanı sıra merkez/batı ülkeleri tarafından da örnek alınan Fransa eğitim sistemi; modern eğitim sistemini kuran Osmanlı yöneticilerine model oluşturmuştur. Dahası Osmanlı eğitim sistemini yeniden yapılandıran 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi [MUN] (Genel Eğitim Tüzüğü) Fransız eğitim yasasından iktibas edilmiştir. Nizamname Osmanlı eğitim sistemini ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim şeklinde üç kademeli olarak yapılandırıyordu. Nizamnameye göre; ilköğretim sıbyan mektepleri ve rüştiyelerden; ortaöğretim idadî ve sultanîlerden; yükseköğretim ise Darülfünun (Üniversite), yüksek öğretmen okulları ile farklı alanlara ait yüksekokullardan oluşacaktı. Nizamname Osmanlı eğitim sistemine birçok yeniliği beraberinde getirmişti. Bir kısmı Tanzimat Devri nde devletin eğitim, kültür ve kamu yönetimi gibi alanlardaki politikalarına tesir etmeye başlayan Osmanlıcılık akımının izlerini taşıyan bu yenilikler şöyle özetlenebilir: 1) 1869 Nizamnamesinin eğitim hayatına getirdiği en önemli düzenleme, Osmanlı millet sisteminde gayrimüslim dinî cemaatlerin ruhanî liderliklerine (Ortodoks Patrikhanesi, Gregoryen Patrikhanesi, Hahambaşılık vd.) bağlı olarak gelişen eğitim yapıları ile yabancı devlet ve misyoner okullarını Özel Okullar (Mekâtib-i Hususiye) olarak tanımlayarak, hukuken devletin yönetim ve denetimi altına almasıdır. Fakat Osmanlı Devleti, bu okullar üzerinde yasal denetim hakkını kullanma imkân/gücünden çoğu zaman mahrum olmuştur. Bu sorun Lozan Konferansı nda müzakere edilmiş ve imzalanan barış antlaşması ile Türkiye nin söz konusu okullar üzerindeki egemenlik hakları tanınmıştır. 2) Osmanlıcılık siyasetinin etkisiyle -ilköğretim hariç- farklı dinlere mensup çocukların aynı okullarda öğrenim görmeleri hükme bağlanmıştır. Böylece Namık Kemal in Osmanlı birliği için uygulanmasını gerekli gördüğü karma eğitim (muhtelit terbiye) ilkesini hayata geçirme yolunda önemli bir adım atılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk ün vatanseverlik duygularının gelişiminde en etkili isim olan ünlü şaire göre, çocukluk ve ergenlik yıllarında hiç bir araya gelmeyen farklı din/cemaat ve soylara mensup Osmanlı çocukları yabancılaşıyor ve 172

bir millet (Osmanlı milleti) hâline gelemiyordu. Nizamnamenin amacı bu gidişe bir son verip yeni nesillerde ortak duygu ve düşüncelerin gelişmesini sağlamaktı. Karma eğitim yapılacak kurumlarda resmî dil olan Türkçenin yanı sıra, devam eden öğrencilerin ana dillerinin öğretilmesi; öğrencilerin din derslerini kendi dinlerine mensup din adamlarından alabilmesi öngörülmüştü. Ne var ki, Nizamnamenin karma eğitime yönelik hükümleri, pratikte karşılaşılan sorunlar yüzünden uygulanamamıştı. Bu sorunların en önemlisi, gayrimüslim cemaatlerin (Ortodoks, Gregoryen, Musevi vd.) çocuklarını kendi okullarına göndermeyi tercih etmeleriydi. Nitekim müteakip yıllara ait Osmanlı eğitim istatistikleri, karma eğitim yapılan en yaygın kurum olan idadîlerdeki gayrimüslim öğrenci oranının İmparatorluk genelinde %10 geçmediğini gösteriyordu. Esasen Tanzimat ın sonlarında gayrimüslimler, farklı bir mezhebe mensup dindaşları tarafından açılan okullara dahi çocuklarını göndermek istememişlerdi. 3) Medreseler ile ilgili herhangi bir düzenleme yoktur. Böylece medreseler İmparatorluğun geleceğini şekillendiren kurumlardan biri olmaktan uzaklaşmaya devam etmiştir. 4) İlköğretimi zorunlu hâle getirmiştir. Bu zorunluluk birkaç yıl sonra yayınlanan Osmanlı Anayasası nda (Kanun-ı Esasi) da hükme bağlanmıştır. 5) Eğitim yönetimi ve finansmanı alanlarında yarı merkeziyetçi/yerinden yönetimci bir anlayış benimsenmiş; böylece yerel yönetimler ve halkın katkısıyla tanımlanan sistemin süratle kurulması amaçlanmıştır. 7.2. Cumhuriyet Eğitim Sisteminin Kuruluşu Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu sırada, yukarıda da değinildiği gibi, ciddi eğitim sorunları ile karşı karşıya bulunuyordu. Devlet ve rejimin bekası, ülkenin kalkınıp halkın refah ve esenliğe kavuşması, eğitimin nicelik ve nitelik yönünden gelişmesine bağlıydı. Fakat bu gelişme, hem nicelik hem de nitelik olarak yetersiz durumdaki mevcut sistem ile mümkün değildi. 7.2.1. Eğitim Devrimleri Türk İnkılabı Osmanlı Devleti nin enkazı üzerinde modern bir ulus devlet kurma sürecidir. Cumhuriyet in ilanıyla başlayan bu süreçte eğitim hem özne hem de nesne olmuştur. Çünkü Atatürk ün birkaç ünlü söylevinde ifade ettiği gibi Cumhuriyet öğretmenlere emanet ediliyordu; ama her şeyden önce öğretmenlerin/eğitimin Cumhuriyet in değerlerine uygun nitelikte olması gerekiyordu. Bu nedenle eğitimin değişen felsefî ve siyasi temeller üzerinde yeniden yapılanması kaçınılmazdı. 7.2.1.1. Öğretimin Birleştirilmesi Tanzimat tan sonra ortaya çıkan mektep - medrese çatışması Millî Mücadele nin en kritik günlerinde bile sürüp gitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Tanzimat tan beri sürüp gitmekte olan mektep - medrese çatışması ile yabancı ve azınlık okullarının her türlü denetimden yoksun faaliyetlerinin devamına daha fazla göz yumamazdı. 173

Cumhuriyet in ilanıyla başlayan altı aylık süreçte TBMM, rejimi kuran ve temel niteliklerini belirleyen beş yasa çıkarmıştır. Bunlardan 3 Mart 1924 te kabul edilip İnkılap Kanunları diye adlandırılan yasalar, rejimin biçimlenmesi için olduğu kadar eğitim sisteminin yapılanması bakımından da önemlidir. Bu yasaların ortak hedefi Türkiye yi laikleştirmektir. Yasalardan biri Halifeliği, bir diğeri Şer iye ve Evkaf Vekâletini kaldırarak Tanzimat tan beri sürmekte olan laikleşmeyi nihaî aşamaya getirmiştir. Bir ay sonra kabul edilecek Teşkilât-ı Esasîye Kanunu (1924 Anayasası) İslam ın devletin resmî dini olduğu hükmüne yer verse de hedef laikleşmedir; nitekim 1926 yılında Türk Medeni Kanunu nun kabulü, 1928 yılında ise resmî dinle ilgili ibarenin kaldırılması ile devlet ve toplum hayatının laikleşme süreci büyük ölçüde tamamlanmıştır. Cumhuriyet, aynı gün kabul edilen bu iki yasa ile İmparatorlukla ideolojik bağlarını tümüyle koparırken, Tevhîd-i Tedrisat Kanunu ile kendini yaşatacak ve ileri götürecek yani geleceği inşa edecek yeni bir eğitim sisteminin kuruluş sürecini başlatmış oluyordu. Bu kanunun eğitimi yapılandıran beş maddesi vardır. Bunlar eğitim sisteminde gerçekleştirdiği düzenlemelerin amacı bakımından ikiye ayrılabilir. Adındaki tevhîd-i tedrisat ibaresinden de anlaşılacağı gibi Tevhîd-i Tedrisat Kanunu nun esas amacı öğretimi birleştirmektir. Nitekim bu amaç doğrultusunda Türkiye deki tüm bilim ve eğitim kurumları Eğitim Bakanlığı na bağlandı. Buna paralel olarak diğer bakanlıklara bağlı okullar da adı geçen Bakanlığa devredildi. Buna Millî Savunma Bakanlığı na bağlı ortaokullar ve liseler de dâhildi; fakat pratikte yaşanan sorunlar nedeniyle bu okullar kısa süre sonra iade edildi. Böylece Cumhuriyet, Tanzimat tan beri sık sık gündeme getirilen öğretim birliği idealini gerçekleştirmişti. Ne var ki gerçekleştirilen sadece kanun metninde ifade edilen yapısal bütünleşmeydi ve bu, yasanın kısa vadeli hedefiydi. Tevhid-i Tedrisat Kanunu nun nihaî hedefi TBMM Başkanlığına sunulan kanun teklifinin gerekçesinde vurgulanmıştır. Gerekçeye göre Kanun, Türkiye Cumhuriyeti nin ulus devlet niteliğinin güçlendirilmesi bakımından hayatî öneme sahiptir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu nun uygulanması sürecinde öğretim birliğini sağlamaya yönelik uygulamalar ve laikleş(tir)me girişimleri genellikle birbirleriyle iç içe gelişmiştir. Bunun nedeni, eğitimdeki ikili / çoklu yapının oluşumunda din/mezhep temelli Osmanlı millet sisteminin belirleyici rol oynamasıdır. 7.2.1.2. Eğitimde Laikleşme ve Din Eğitimi Tevhid-i Tedrisat Kanunu nun da içinde bulunduğu 3 Mart 1924 tarihli üç yasa Türkiye yi laikleştiren kanunlar olarak da adlandırılmaktadır. Burada laikleşmenin gerçekleştirildiği alanlardan biri eğitim olmuştur. Fakat söz konusu laikleştirme sürecinin ilk aşamasında öne çıkan olay, Tevhid-i Tedrisat Kanunu nun uygulanması değil, Şer iyye ve Evkaf Vekâleti nin kaldırılmasıdır. Çünkü bu Bakanlığın kaldırılması ve din işlerine bakmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı nın kurulması, devletin dini siyasi bir figür olmaktan çıkarma politikasının önemli bir bileşenidir. Ayrıca böylece -henüz kaldırılmamış olan- medreseler ve dinî hizmetleri yürüten imam, hatip ve vaizler devlet memuru yapılmıştır. Bu politika Fransız 174

Devrimi sonrasında Katolik kilisesine ait vakıflara el konarak ruhbanların devlet tarafından maaşa bağlanması uygulamasıyla örtüşmektedir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu din eğitimini düzenleyen tek maddeye sahiptir. Bu madde din alanında uzmanlar yetiştirmek üzere Darülfünun bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi ile imam ve hatip yetiştirmek amacıyla imam ve hatip mektepleri açılmasını hükme bağlamıştı. Kanun aynı yıl içinde uygulamaya konmuş; Darülfünun a bağlı bir İlahiyat Fakültesi ile ülkenin çeşitli bölgelerinde 29 imam ve hatip mektebi açılmıştı. Bu şekilde medreselerin işlevini görecek yeni kurumlar oluşturulmuş; bundan dolayı da hükümet kısa süre sonra medreseleri kapatmıştı. Fakat medreselerin yerini alan kurumların ömürleri de fazla uzun olmadı; 1926-1927 öğretim yılında Kütahya ve İstanbul İmam-Hatip Mektepleri dışındakiler kapandı. 1928 de, Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ndan devletin resmî dininin İslam olduğunu belirten ibarenin çıkarılması, Türkiye Cumhuriyeti nin -anayasal statüsünü 1937 de kazansa da- laik bir devlet hâline gelmesini sağladı. Bu tarihten sonra izlenen laiklik politikasına paralel olarak devlet din eğitimi veren okullardan maddi desteğini çekti. Bu gibi kurumları destekleyecek ayrı bir din örgütü ve onun mali kaynakları olmadığı için imam ve hatip mektepleri, 1931-1932 öğretim yılında öğrenci olmadığı gerekçesiyle kapandı. İlahiyat Fakültesi ise 1933 Üniversite Reformu sırasında İslam İncelemeleri Enstitüsü ne dönüştürüldü. Ayrıca Din Dersi 1927 de ortaokulların, 1930 da ise ilkokulların programlarından kaldırıldı. 1930 ilkokul programına göre, sadece beşinci sınıf öğrencileri, velilerinin talepte bulunması hâlinde, program dışı olarak, haftada yarım saat verilecek Din Dersi ne devam edebilecekti. Köy ilkokullarında ise bu ders, 1939 yılına kadar verilmişti. Din eğitiminin yeniden başlaması İkinci Dünya Savaşı ndan sonra oldu. Halkın talepleri ve muhalefetin baskısı sonunda CHP tek partili iktidarının sonlarında din eğitimini tekrar başlattı. Sağ partilerin iktidar olduğu yıllarda din eğitimi derslerinin programlardaki ağırlığı biraz daha arttı. Nihayet 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi nden sonra Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ilk ve ortaöğretimde zorunlu hâle getirildi. Tevhid-i Tedrisat Kanunu yabancı okullarda da öğretim birliği ve laik eğitim ilkelerinin uygulanmasını sağladı. Cumhuriyet hükümetleri bu okullarda din propagandası yapılmasını ve dinî sembol ve resimlerin kullanılmasını yasakladı. Bu yasaklara uymayan bazı yabancı okullar kapatıldı. Kullanılacak ders kitaplarında Türklük ve Türkiye aleyhinde bir ibareye yer verilmemesi istendi. Böylece Cumhuriyet rejimi, bu kurumlar üzerinde de kesin bir denetim mekanizması kurdu. Devletin bu kararlı tutumu, yabancı okulları da laikleşmeye itti. 7.2.1.3. Karma Eğitim Kız ve erkek öğrencilerin aynı mekânda öğrenim gördüğü eğitim şekline karma eğitim denir. Türkiye de ilköğretimin dışındaki ilk karma eğitim uygulaması, Millî Mücadele yıllarında işgal altındaki İstanbul da meydana geldi. 1920 yılında, Dârülmuallimat-ı Âliye den (Yüksek Kız Öğretmen Okulu) ayrılan İnas Darülfünunu (Kız Üniversitesi) Darülfünun a (bu tarihe kadar yalnız erkeklerin devam ettiği Üniversite) bağlandı. Bu yeni yapılanma plânına göre, Darülfünun da aynı fakülte veya bölümün kız ve erkek öğrencileri günün ayrı saatlerinde 175

ders göreceklerdi. Fakat İnas Darülfünunu na devam eden kız öğrenciler, bu uygulamayı protesto ederek, erkeklerin derslerine devam etmeye başladı. Darülfünun yönetimi, 16 Eylül 1921 de bu oldubittiyi kabul etmek zorunda kaldı ve böylece, Fen ve Edebiyat Fakültelerinde kız ve erkek öğrenciler karma eğitim almaya başladı. Cumhuriyet i kuran kadro için karma eğitim, kadın - erkek bütün vatandaşların her alanda eşit olarak istikbale yürümelerini sağlama politikasının bileşenlerinden biriydi. Zira eşitliğin yolu her iki cins için de okullaşma oranlarını en üst seviyelere çıkarmaktan geçiyordu. Fakat böyle bir şey, sahip olunan kıt mali imkânlarla mümkün değildi. Bu arada, ülkenin birçok yerinden kız çocuklar için ortaokul açılması yönünde talepler gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine, 1924 yılından itibaren ortaokullarda karma eğitime geçilmeye başlanmış ve bu süreç 1927 de tamamlanmıştı. Liselerde karma eğitime geçiş biraz daha geç oldu. Çünkü 1930 ların başında bile, Maarif Vekâletinin merkez ve taşra örgütündeki hâkim görüş, kız ve erkek liselerinin ayrı olması yönündeydi. Fakat 1926 da Türk Medeni Kanunu nun kabulü ile başlayıp, 1934 te kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde edişine kadar uzanan süreç, Türkiye de kadınların devlet ve toplum hayatında erkeklerle eşit bir konuma gelmesini sağlamıştır. Bundan böyle, eğitimin her kademesinde de kadın - erkek eşitliğinin sağlanması kaçınılmazdır. Nitekim 1934-1935 öğretim yılından itibaren liselerde de karma eğitime geçilmeye başlanmıştır. 7.2.1.4. Harf İnkılabı ve Millet Mektepleri Türkiye de Tanzimat tan sonra yoğun bir alfabe tartışması başlamıştır. Alfabe tartışmasını başlatanların çıkış noktası, yüzyıllardan beri kullanılmakta olan Arap alfabesinin Türkçenin gramer ve ses yapısına uygun olmadığı tezi idi. Bu tür tartışmalar Millî Mücadele nin ardından yeniden başlamıştır. Üzerinde konuşulan çözüm yollarından birisi de Latin alfabesinin kabul edilmesiydi. Türkiye de alfabe tartışmaları yeniden canlanırken, aynı konuda Türkiye dışındaki Türk toplulukları arasında da önemli gelişmeler yaşanıyordu. Azerbaycan 1922 yılında Latin alfabesine geçmişti. 1926 da toplanan Bakü Türkoloji Kongresi nde bütün Türk topluluklarının Latin esaslı tek bir alfabeyi kabul etmesi kararlaştırılmıştı. Bu karar, başta Özbekistan olmak üzere, diğer Türk cumhuriyetlerinde uygulama yoluna girmişti. Yeni alfabe, bu toplulukların eğitim hayatında ciddi bir canlanmaya zemin hazırlamıştı. Bu gelişme, Türkiye de yazı devriminden yana olan politikacı ve aydınlara, görüşlerini daha yüksek bir sesle açıklama cesareti vermişti. Nitekim 1926 yılında Latin alfabesine geçilmesi fikri daha geniş bir kabul görmeye başladı. Mustafa Kemal Paşa, 1927 yılında, Maarif Vekâletinden Latin alfabesine geçiş için hazırlıklara başlanmasını istedi. Bu hazırlık sürecinde, alfabe değişiminin teknik ve hukuki alt yapısı oluşturuldu. Nihayet, 1928 yılında yayınlanan 1353 sayılı yasa ile resmen, Latin esaslı yeni Türk alfabesine geçildi. Hükümet yeni Türk alfabesiyle okuma yazma seferberliğini, örgütlü ve disiplinli bir eğitim faaliyetine dönüştürmek için, mevcut çalışmaları kurumsallaştırmaya karar verdi. Bu karar doğrultusunda, 11 Kasım 1928 de Millet Mektepleri Teşkilâtı kuruldu. Böylece, Millet Mekteplerine yalnız okuma yazma öğretme değil, fakat aynı zamanda halk ve yurttaşlık eğitimi 176

görevi de yüklenmiş oldu. Mayıs 1932 ye kadar bu okullara devam edenlerin sayısı 2,5 milyonu geçmişti. 7.2.2. Millî Eğitim Sisteminin Yapılandırılması Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunu izleyen yıllarda, bir yandan Osmanlı eğitim sisteminin teşkilât ve mevzuat alt yapısını kullanırken diğer yandan da onun yerine Cumhuriyet in vizyonunu gerçekleştirebilecek yeni bir sistem kurmaya çalışmıştır. Bu yeniden inşa sürecinin Millî Eğitim Temel Kanunu nun yürürlüğe girdiği Cumhuriyet in 50. yılına kadar devam ettiği söylenebilir. 7.2.2.1. Sistem Birliğinin Sağlanması Cumhuriyet rejimi Osmanlıdan birbirine paralel olarak gelişmiş iki sistem devralmıştır. Bunlardan biri 1857 yılında kurulan Maarif Nezareti nin çatısı altında gelişen modern eğitim sistemidir. Bu Nezarete bağlı kurum ve kuruluşlar Millî Mücadele yıllarında idari bakımdan ikiye bölünmüş; Osmanlı Hükümeti ne bağlı kısım adı geçen Nezaret, TBMM Hükümeti ne bağlı kısım ise yeni kurulan Maarif Vekâleti tarafından yönetilmiştir. Saltanatın kaldırılmasının ardından Osmanlı Devleti ne ait tüm kurum ve kuruluşlar TBMM Hükümeti nin ilgili bakanlığına devredilirken Maarif Nezareti ne bağlı örgüt ve okullar da Maarif Vekâleti ne devredilmiştir. Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye deki modern eğitim sistemi bu Bakanlığa bağlı idi. Cumhuriyet in devraldığı ikinci eğitim sistemi ise şeyhülislamlık makamına bağlı olarak varlığını sürdüren geleneksel eğitim sisteminin devamıdır. Bu sistem de Millî Mücadele yıllarında idari bakımdan ikiye bölündükten sonra Cumhuriyet e Şer iye ve Evkaf Vekâleti nin çatısı altında birleşmiş olarak intikal etmiştir. Bir ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, birbirinden her bakımdan farklı iki sistemin varlığının millette duygu ve düşünce birliği ve dayanışma ruhunu zayıflatacağı gerekçesiyle bu ikili yapıyı sonlandırmaya karar vermiştir. TBMM tarafından 3 Mart 1924 günü kabul edilen Tevhîd-i Tedrisat Kanunu ile Türkiye deki bütün eğitim ve bilim kurumları Maarif Vekâleti ne bağlanarak Osmanlı dan kalan eğitimdeki idari ikilik / ikili sistem sona erdirilmiştir. Bu Vekâlet bazı isim ve yapı değişikliklerine uğrayarak bugünkü Millî Eğitim Bakanlığı na dönüşmüştür. 7.2.2.2. Sistemin Yeniden Yapılandırılması Ulus Devlet ve Eğitim Birliği 19. yüzyılda geleneksel eğitimin yanında modern eğitimin de gelişip örgütlendiği bütün ülkelerde bu ikili yapı ortaya çıkmıştır. Fransa 20. yüzyılın başında laik Cumhuriyet için tehdit oluşturduğu gerekçesiyle geleneksel eğitime son vererek, tek millet tek eğitim anlayışını Eğitim sistemini yapısal olarak düzenlemeye yönelik ikinci adım, 1926 yılında 789 sayılı Maarif Teşkilâtına Dair Kanun un yürürlüğe girmesi olmuştur. Bu Kanun, Maarif Vekâleti örgütünün bütünüyle ilgili tanımlamalar yapmak yerine Cumhuriyet in eğitim 177

misyonu bakımından önemli bazı stratejik yenilikler getirmiştir. Bunlardan sistemin yapısıyla ilgili olanları şunlardır: 1) Talim ve Terbiye Dairesi: Maarif Vekâletinin sürekli bilimsel danışma ve karar alma birimi olarak Talim ve Terbiye Dairesi kurulmuştur. Adı birkaç kez değişmiş olan bu daire, 1983 yılında Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı adını almıştır. 2) Maarif Şurası: Millî Eğitim Bakanı nın daveti üzerine belirlenecek gündemle ilgili konuları müzakere edip tavsiye kararları almak için tüm paydaşların temsilcilerinin katıldığı Maarif Şurası toplanması hükme bağlanmıştır. Şura ilk toplantısını 1939 yılında yapmıştır. 3) Dil Heyeti: Bakanlık bünyesinde dil ile ilgili çalışmalar yürütmek üzere bir Dil Heyeti kurulmuştur. 4) Maarif Mıntıkası: Türk eğitim sistemine Maarif Mıntıkası (Eğitim Bölgesi) adıyla bir yerinden yönetim modeli getirilmiştir. Yasa uyarınca birkaç il gruplandırılarak bir Maarif Mıntıkası oluşturulmuş, başlarına da birer Maarif Emini atanmıştır. 1927 yılında başlayan Maarif Mıntıkası uygulaması 1931 yılında kaldırılmıştır. Maarif Teşkilâtına Dair Kanun okul sistemi, öğretmenlik ve öğretmen yetiştirme konularında da önemli düzenlemeler getirmiştir. Yasanın hazırlanmasında Amerikalı eğitimci John Dewey in raporunun etkisi vardır. Maarif Vekili Mustafa Necati Bey Mecliste bu gerçeği birkaç kez ifade etmiştir. Buna rağmen sistemi yapılandırırken Cumhuriyet hükümeti de İmparatorluk gibi Fransa yı model almıştır. 7.2.2.3. Çok Partili Dönemdeki Yapısal Düzenlemeler İkinci Dünya Savaşı nın sona ermesinin ardından başlayan çok partili siyasal rejim döneminde eğitim sisteminde önemli bazı yapısal düzenlemeler yapılmıştır. Bunların gerçekleşmesini sağlayan kanunlar şunlardır: 1) İlköğretim ve Eğitim Kanunu: 1961 yılında çıkarılan 222 Sayılı bu Kanun, ilköğretimin Bakanlık teşkilatındaki yeri, örgütlenme biçimi ve ildeki ilköğretim görevlileri/teşkilatı ile ilgili hükümlere yer vermiştir. Bu kanunun ilköğretim kurumları ve öğretim süresiyle ilgili maddelerinde 1973, 1997 ve 2012 yıllarında önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu düzenlemeler aşağıda İlköğretim alt başlığı altında belirtilmiştir. 2) Millî Eğitim Temel Kanunu: Türk eğitim sistemini bir bütünlük içinde ele alması bakımından son derece önemlidir. 1973 yılında çıkarılan 1739 Sayılı bu Kanun; Türk eğitim sistemini örgün eğitim ve yaygın eğitim olmak üzere, iki ana bölüme ayırmıştır. Kanun, Türk millî eğitiminin düzenlenmesinde esas olan amaç ve ilkeler, eğitim sisteminin genel yapısı, öğretmenlik mesleği, okul bina ve tesisleri, eğitim araç ve gereçleri ve devletin eğitim ve öğretim alanındaki görev ve sorumluluğu ile ilgili temel hükümleri bir sistem bütünlüğü içinde kapsar. 178

3) Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun: 1926 tarihinde kabul edilen 789 Sayılı Maarif Teşkilâtına Dair Kanun dan sonra Millî Eğitim Bakanlığının örgüt yapısını kapsamlı bir biçimde ele alan ve değiştiren yasadır. 1992 yılında çıkarılan 3797 sayılı bu Kanun ile Millî Eğitim Bakanlığı merkez örgütü, taşra örgütü, yurt dışı örgütü ve bağlı kuruluşlar olmak üzere dört bölüm den oluşturulmuştur. Aşağıda bu bölümlere kısaca değinilecektir. 2011 yılında uygulamaya konan 652 Sayılı KHK (Kanun Hükmünde Kararname) de merkez örgütünde köklü değişiklikler yapmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı kurulduğu günden beri 8 kez isim değişikliğine uğramıştır. Bu isimler kronolojik sıraya göre şöyledir: Maarif Vekâleti (1920-1935), Kültür Bakanlığı (1935-1941), Maarif Vekilliği (1941-1946), Millî Eğitim Bakanlığı (1946-1950), Maarif Vekâleti (1950-1960), Millî Eğitim Bakanlığı (1960-1983), Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı (1983-1989), Millî Eğitim Bakanlığı (1989 - ). 4) Diğer Yeniden Kurmacı Eğitim Uygulamaları: Cumhuriyet döneminin büyük bir bölümünde farklı ideolojilerin şekillendirdiği siyasi sistemlere sahip ülkelerde iki eğitim felsefesi hâkim olmuştur: İlerlemecilik ve yeniden kurmacılık. Her iki felsefe de eğitimde değişim ve ilerleme kavramlarını merkeze almıştı. Cumhuriyet in ilanından sonra Maarif Vekâleti tarafından Türkiye ye davet edilen ve yaptığı incelemeler sonunda hazırladığı raporla bazı eğitim reformlarının şekillenmesinde önemli rol oynayan John Dewey, ilerlemeci felsefenin öncülerinden biriydi. Bu felsefeden farklı olarak yeniden kurmacılık, toplumun yeniden inşasında eğitimin daha etkin bir rol oynamasını öneriyordu. Bu bakımdan Türk İnkılabının eski /geleneksel değerlerin yerine yeni / modern olanları ikame etme hedefine son derece uygun görünüyordu. Bu felsefî akımların en fazla etkiledikleri kurumlar, nüfusun yaklaşık %80 inin yaşadığı köyleri modernleştirmek üzere açılan köy enstitüleri idi. Esasen tüm eğitim kurumlarının amacı, modern Türkiye nin kurulmasına zemin hazırlamaktı. Bu bağlamda Darülfünun reformu ve millet mektepleri teşkilâtının kurulması da son derece önemliydi. 7.2.2.4. Darülfünun Reformu: Devlet, İdeoloji ve Üniversite Darülfünun, Osmanlıdan Cumhuriyet e intikal eden yükseköğretim kurumlarının en önemlisiydi. Cumhuriyet, ondan hem bilim üretmesini hem de inkılaplara siyasi / ideolojik destek vermesini bekliyordu. Ne var ki Cumhuriyet i kuran kadro, Türkiye yi baştan aşağı yeniden yapılandıran inkılaplar ve kültür hareketleri sırasında Darülfünundan beklediği desteği görememişti. Darülfünunun çalışmalarını yeterli bulmayan Cumhuriyet hükümeti, 1932 yılında İsviçreli Prof. Albert Malche i Türkiye ye davet ederek, kendisinden Darülfünunun düzeltilmesi için çözüm önerilerini içeren bir rapor hazırlamasını istedi. Prof. Malche hazırladığı raporda Türkiye nin geleceği için bu kurumda köklü bir reform yapılması gerektiğini belirtti. Bu görüş ve gelişmelere paralel olarak 1933 yılında yapılan yasal düzenlemelerle Darülfünun kapatıldı ve yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Bu reform sırasında, eski öğretim kadrosundan 71 i profesör olmak üzere 157 kişi açıkta bırakıldı. 180 179

kişilik yeni öğretim kadrosunda 38 i ordinaryüs profesör ve 4 ü profesör olmak üzere toplam 42 yabancı bilim adamı da görev almıştı. 1933 reformu, Türkiye de çağdaş bilim anlayışının yerleşip kurumsal bir nitelik kazanmasında önemli bir rol oynamıştır. Özellikle Almanya daki Nazi zulmünden kaçıp Türkiye ye yerleşen, bu yıllarda dünyada haklı bir şöhret kazanmış bilim adamları, ülkede birçok bilim dalının gelişmesini sağlamış; bazı bilim dalları onlar tarafından bizzat kurulmuştur. Bunlar, Cumhuriyet Dönemi nin birçok ünlü Türk bilim adamını da yetiştirerek Türkiye yükseköğretim ve bilim tarihinde kalıcı izler bırakmıştır. 7.3. Millî Eğitim Sistemi Bu kısımda yukarıda tarihî temellerini ele aldığımız Türk millî eğitim sisteminin bugünkü durumu irdelenecektir. 7.3.1. Sistemi Düzenleyen Genel Esaslar Türkiye Cumhuriyeti, millî eğitim sistemini düzenleyen genel esaslar 1973 yılında yürürlüğe giren Millî Eğitim Temel Kanunu nda belirtilmiştir. Türkiye de eğitim alanındaki tüm düzenlemelerin yasal dayanağını oluşturan bu Kanun; söz konusu genel esaslardan başka eğitim sisteminin genel yapısı, öğretmenlik mesleği, okul bina ve tesisleri, eğitim araç ve gereçleri ve Devletin eğitim ve öğretim alanındaki görev ve sorumlulukları ile ilgili temel hükümleri içermektedir. Cumhuriyet in elli yıllık eğitim birikiminin ürünü olan Kanun Türk Millî Eğitim Sistemini Düzenleyen Genel Esaslar başlığı altında millî eğitimin genel amaçları ile temel ilkelerini tanımlayan hükümlere yer vermektedir. Türkiye Cumhuriyeti nde izlenen eğitim politikaları / uygulamaları için temel referans oluşturan bu hükümler aşağıda iki alt başlık altında ele alınmaktadır. 7.3.1.1. Türk Millî Eğitiminin Genel Amaçları Millî Eğitim Temel Kanunu Türkiye Cumhuriyeti nde gerçekleştirilecek eğitim ve öğretim faaliyetlerinin genel amaçlarını hükme bağlamıştır. Önemi dolayısıyla BELGE -2 olarak buraya aynen alınan bu hükümler, esasen Devletin eğitim ve öğretim sistemi vasıtasıyla Türk milletinin bütün bireylerini vatandaş, kişi ve meslek sahibi olarak hangi özelliklere sahip kılınacağını göstermektedir. Kanun bu amacın gerçekleşmesiyle (1) toplumun refah ve mutluluğunun artırılmasını, (2) millî birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmanın hızlandırılmasını ve (3) Türk milletinin çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı hâline gelmesini öngörmektedir. Böylece o, millî eğitime, Mustafa Kemal Atatürk ün Türkiye Cumhuriyeti için gösterdiği, sonsuza kadar payidar (kalıcı) olma ve çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmayı gerçekleştirme yolunda çok önemli bir misyon yüklemektedir. 7.3.1.2. Millî Eğitimin Temel İlkeleri Millî Eğitim Temel Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti nde eğitim ve öğretim sisteminin yukarıda belirtilen genel amaçları gerçekleştirecek şekilde düzenlenmesini, buna paralel olarak tüm eğitim kurumlarının özel amaçlarının da söz konusu amaçlara uygun olarak belirlenmesini 180

hükme bağlamıştır. Kanun ayrıca, eğitim ve öğretimle ilgili tüm düzenleme ve uygulamaların bu genel amaçlardan başka Türk Millî Eğitiminin Temel İlkeleri başlığı altında tanımladığı şu 14 ilkeye dayanmasını öngörmüştür. TÜRK MİLLÎ EĞİTİMİNİN TEMEL İLKELERİ Genellik ve eşitlik Eğitim kurumları dil, ırk, cinsiyet ve din ayırımı gözetilmeksizin herkese açıktır. Eğitimde hiçbir kişi veya gruba imtiyaz tanınamaz. Demokrasi eğitimi Demokrasi bilinci, yurt yönetimine ait bilgi, anlayış ve davranışlarla sorumluluk duygusu ve manevi değerlere saygı kazandırılır/geliştirilir. Ferdin ve toplumun ihtiyaçları Eğitim hizmeti, vatandaşların istek ve kabiliyetleri ile toplumun ihtiyaçlarına göre düzenlenir. Laiklik Türk millî eğitiminde laiklik esastır. Din kültürü ve ahlak öğretimi zorunlu dersler arasında yer alır. Yöneltme Fertler, eğitimleri süresince, ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde ve doğrultusunda çeşitli programlara veya okullara yöneltilerek yetiştirilirler. Bilimsellik Ders programları ve eğitim metotlarıyla ders araç ve gereçleri, bilimsel ve teknolojik esaslara ve yeniliklere, çevre ve ülke ihtiyaçlarına göre sürekli olarak geliştirilir. Eğitim hakkı İlköğretim görmek her Türk vatandaşının hakkıdır. İlköğretim kurumlarından sonraki eğitim kurumlarından vatandaşlar ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde yararlanırlar. Planlılık Milli eğitimin gelişmesi iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınma hedeflerine uygun olarak planlanır ve gerçekleştirilir. Fırsat ve imkân eşitliği 181

Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkân eşitliği sağlanır. Yoksul, özel eğitime ve korunmaya muhtaç çocukların öğrenimleri için gerekli tedbirler alınır. Karma eğitim Okullarda kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır. Ancak eğitimin türüne, imkân ve zorunluluklara göre bazı okullar yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir. Süreklilik Fertlerin genel ve mesleki eğitimlerinin hayat boyunca devam etmesi esastır. Eğitim kampüsleri ve okul ile ailenin iş birliği Aynı alan içinde birden fazla örgün ve/veya yaygın eğitim kurumunun bir arada bulunması hâlinde eğitim kampüsü kurulabilir Atatürk İnkılap ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği Eğitim ve öğretim faaliyetlerinde Atatürk inkılap ve ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır Her yerde eğitim Milli eğitimin amaçları yalnız resmî ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır. (Millî Eğitim Temel Kanunu, Madde 4-17 <Kısaltılmıştır>) Görüldüğü gibi Millî Eğitim Temel Kanunu tarafından tanımlanan Türk Millî Eğitim Sistemini Düzenleyen Genel Esaslar genel amaçlar ve temel ilkelerden oluşmaktadır. Eğitime dair tüm yasama ve yürütme faaliyetlerini düzenleyen bu amaç ve ilkeler, Türkiye nin imzaladığı uluslararası anlaşmalar ile uyum içinde olmak zorundadır. Bu bakımdan en kapsamlı ve etkin anlaşma/sözleşmeler AB müktesebatına aittir. Türkiye Cumhuriyeti nde hükümetlerin eğitim politikalarını yönlendiren unsurlardan biri de millî eğitim şûralarının almış olduğu kararlardır. Birincisi 1939 yılında toplanan eğitim şûralarında alınan kararlar tavsiye niteliğindedir. 182

7.3.1.3. Millî Eğitim Bakanlığı Teşkilâtı Türkiye Cumhuriyeti millî eğitim sistemi üç temel bileşenden oluşmaktadır. Bunlar Millî Eğitim Bakanlığı [MEB] örgütü, Yükseköğretim Kurulu ve Üniversitelerarası Kurul dur. Millî Eğitim Bakanı bu sistemin başıdır ancak yükseköğretimle ilgili yetkileri sınırlıdır. 2011/652 Sayılı KHK, yukarıdaki amaçları gerçekleştirmek için MEB teşkilatını da aşağıdaki şekilde düzenlemiştir. Kararnameye göre MEB teşkilatı; (i) merkez, (ii) taşra ve (iii) yurt dışı teşkilatlarından oluşmaktadır (bkz. Şema 1). YANA ÇIKMA AB Müktesebatı ve Ulusal Eğitim Sistemleri AB hukuk sistemi/mevzuatı genel olarak AB Müktesebatı olarak adlandırılmaktadır. Aday ülkeler diğer alanlarda olduğu gibi eğitimde de hukuk mevzuatını AB Müktesebatı ile uyumlu hâle getirmek zorundadır. 1999 yılında yapılan Helsinki Zirvesi nde AB için aday ülke olarak kabul edilen Türkiye bu yönde birçok düzenleme yapmıştır. Şema 1: Millî Eğitim Bakanlığı Teşkilâtı - 2015 183

Merkez Teşkilâtı: MEB merkez örgütü Bakan, Müsteşar ve yardımcıları, Talim ve Terbiye Kurulu, ana hizmet birimleri, danışma ve denetim birimleri ile yardımcı birimlerden oluşmaktadır. Bu birimlerden ikisi millî eğitim sistem ve uygulamalarının şekillenmesi bakımından son derece önemlidir. Bunlar Talim ve Terbiye YANA ÇIKMA Kurulu ile Millî Eğim Şurası dır. Millî Eğitim Şuraları Taşra Teşkilâtı: Millî Eğitim Bakanlığı ilgili mevzuat hükümleri çerçevesinde taşra teşkilâtı kurmaya yetkilidir. Her ilde ve ilçede bir millî eğitim müdürlüğü bulunmaktadır. Yurt Dışı Teşkilâtı: Millî Eğitim Bakanlığı yurt dışı teşkilatı kurmaya yetkilidir. Yurt dışında çalışan Türk vatandaşlarının öğrenim çağındaki çocuklarını okutmak, yükseköğrenim görmek üzere yurt dışına giden Millî Eğitim Şuralarının tarihî temellerini 1921 Maarif Kongresi ve Heyet-i İlmiye Toplantıları oluşturur. İlk kez Hasan Âli Yücel tarafından 1939 da toplanmıştır. Millî Eğitim Bakanı nın çağrısı üzerine belli bir gündemle toplanır. Aldığı kararlar tavsiye niteliğindedir. öğrencilerin işlerini yürütmek üzere MEB in yurt dışında da örgütü vardır. Bakanlık, yurt dışındaki çocukların eğitimi için bazı branşlarda öğretmen göndermektedir. Çalışma Grupları: Millî Eğitim Bakanlığı görev alanına giren konularla ilgili olarak çalışmalarda bulunmak üzere diğer bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, özel sektör temsilcileri ve konu ile ilgili uzmanların katılımıyla geçici çalışma grupları oluşturabilmektedir. 7.3.1.4. Eğitim ve Öğretim Sistemin Genel Yapısı İNTERNET Millî Eğitim Bakanlığı Teşkilâtı Millî Eğitim Bakanlığının web sayfasını (www.meb.gov.tr) ziyaret ederek yukarıda sözü edilen birimlerin gelişim/değişim süreçleri ve görev alanları hakkında bilgi edinebilirsiniz. Eğitim sistemleri varoluşlarının gereği olarak bir yandan bulundukları ülkelerin geçirdiği farklı siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişim evrelerini şekillendiren unsurların ilk sıralarında yer alırlarken, diğer yandan da bu süreçlerden en fazla etkilenen unsurlardan biri olagelmiştir. Kurulduğu günden beri her alanda önemli atılımlar yapan Türkiye Cumhuriyeti nde de eğitim sistemi, ülkenin sahip olduğu imkânların artmasına, eğitim ihtiyacı duyulan sahaların çeşitlenmesine paralel olarak sürekli biçimde genişlemiştir. Bu genişleme birçok hukuki düzenlemeyi beraberinde getirmiştir. Bunların en önemlisi, 1973 yılında yürürlüğe giren 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu [METK] dur. Millî Eğitim Temel Kanunu Türk millî eğitiminin düzenlenmesinde esas olan amaç ve ilkeler, eğitim sisteminin genel yapısı, öğretmenlik mesleği, okul bina ve tesisleri, eğitim araç ve gereçleri ve Devletin eğitim ve öğretim alanındaki görev ve sorumluluğu ile ilgili hukuki 184

düzenlemeler getirmiştir (METK, madde: 1). Bu kanun Türk eğitim sistemini örgün eğitim ve yaygın eğitim olmak üzere iki bölüme ayırmıştır. Örgün Eğitim: Örgün eğitim; belirli yaş grubundaki ve aynı seviyedeki bireylere, amaca göre hazırlanmış programlarla, okul çatısı altında düzenli olarak yapılan eğitimdir. Örgün eğitim; okul öncesi, ilkokul, ortaokul, ortaöğretim ve yükseköğretim kurumlarını kapsamaktadır. Aşağıda bu kurumların gelişimi hakkında bilgi verilecektir. Yaygın Eğitim: Yaygın eğitimin özel amacı, örgün eğitim sistemine hiç girmemiş ya da herhangi bir kademesinde bulunan veya bu kademeden çıkmış vatandaşlara, örgün eğitimin yanında veya dışında; okuma - yazma öğretmek, eksik eğitimlerini tamamlamaları için sürekli eğitim imkânları hazırlamak; çağımızın bilimsel, teknolojik, iktisadi, sosyal ve kültürel gelişmelerine uymalarını sağlayıcı eğitim imkânları hazırlamak; millî kültür değerlerimizi koruyucu, geliştirici, tanıtıcı, benimsetici nitelikte eğitim yapmak vs.dir. Yaygın eğitim, genel ve mesleki - teknik olmak üzere iki temel bölümden meydana gelmektedir. Uzaktan Eğitim: Türk vatandaşlarına, eğitimde fırsat eşitliği sağlamak, ilk, orta ve yükseköğretim kurumlarında verilen eğitimi desteklemek ve hayat boyu eğitim ilkesini hayata geçirebilmek amacıyla uzaktan eğitim hizmetleri verilmektedir. Türkiye deki ilk uzaktan eğitim uygulaması 1974 yılında başlatılan mektupla öğretim sistemidir. İlk ve ortaöğretim düzeyinde Açık İlköğretim Okulu, Açık Öğretim Lisesi ve Mesleki Açık Öğretim Lisesi hizmet vermektedir. Ayrıca, en az ilköğretim mezunu olmak şartıyla herkesin yararlanabileceği sertifikaya yönelik mesleki eğitim programları ise Mesleki ve Teknik Açık Öğretim Okulu tarafından sunulmaktadır. 1982-1983 öğretim yılından itibaren Anadolu Üniversitesi bünyesinde Açık Öğretim Fakültesi kurulmuştur. Anadolu Üniversitesi açık öğretim sisteminde ön lisans programları, lisans programları, ön lisans tamamlama ve lisans tamamlama programları açılmaktadır. Son yıllarda İstanbul ve Atatürk üniversitelerine bağlı açık/uzaktan eğitim/öğretim fakülteleri de açılmıştır. Ayrıca yükseköğretim mevzuatında yapılan düzenlemeyle örgün eğitim ve öğretim yapan yükseköğretim kurumlarının bir kısım derslerini uzaktan eğitim yoluyla alması sağlanmıştır. Açık / uzaktan eğitim / öğretim sistemi, ulusal sınırları aşarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk vatandaşlarına eğitim hizmeti sağlamaktadır. Ayrıca yabancı uyrukluların da Türk eğitim sistemine girişini kolaylaştırarak, küreselleşen dünyada etkin bir rol oynamaktadır. 7.4. Eğitim ve Öğretimin Gelişimi Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu sırada, yukarıda da değinildiği gibi, ciddi eğitim sorunları ile karşı karşıya bulunuyordu. Devlet ve rejimin bekası, ülkenin kalkınıp halkın refah ve esenliğe kavuşması, eğitimin nicelik ve nitelik yönünden gelişmesine bağlıydı. Fakat bu 185

gelişme, mevcut sistem içinde mümkün değildi. Bundan dolayı, Atatürk Devri boyunca Türk eğitim sistemini çağdaş yönelimlere uygun hâle getirmek için bazı reform ve devrimler yapılmıştı. Çok Partili Dönemde de eğitimi çağdaş standartlara yükselterek ülkenin muasır medeniyet seviyesi ne çıkma hedefini gerçekleştirecek nesilleri yetiştirecek bir eğitim sistemine sahip olma yönündeki çabalar devam etti. 7.4.1. Okul Öncesi Eğitim Okulöncesi eğitim, isteğe bağlı olarak zorunlu ilköğretim çağına gelmemiş çocukların eğitimini kapsamaktadır. Cumhuriyet, okul öncesi eğitim alanında Osmanlıdan çok cılız bir miras devralmıştır. Gerçekten de 1923-1924 öğretim yılında ülkedeki tüm anaokullarının sayısı yalnızca 80 idi. Bu okullarda 136 öğretmen görev yapıyor ve 5.880 öğrenci öğrenim görüyordu. Bu durumun ortaya çıkmasında bazı sosyokültürel ve ekonomik faktörler de etkili olmuştur. Geniş aile yapısı, kadınların tarım dışı alanda çalışma hayatının dışında olması, eğitim altyapısının yetersizliği vb. bu yaş grubundaki çocukların okullaşmasına engel olmuştur. Kalkınma ve modernleşme 1970 li yıllardan itibaren okul öncesi eğitime erişim oranını artan bir hızla yükseltmiştir. Nitekim 2011-2012 öğretim yılında okul sayısı 28.625 e, öğretmen sayısı 55.883 e öğrenci sayısı 1.169.556 ya çıkmış; 5 yaş grubunun okula erişim oranı %66 ya yükselmiştir. Son çeyrek yüzyılda kalite göstergelerinde de olumlu gelişmeler kaydedilmiştir. 7.4.2. İlköğretim 1961 yılında yürürlüğe giren İlköğretim ve Eğitim Kanunu na göre zorunlu temel eğitim olan ilköğretimin amacı öğrencileri millî gayelere uygun olarak zihnî, ahlakî ve bedenî bakımdan yetiştirmektir. Bu eğitimin süresi ve yapılacağı okul türü, ülkenin kaynak durumuna ve temel eğitimde verilmesi gereken bilgilerin artmasına paralel olarak değişmiştir. 1924 yılında 5 yıl olarak belirlenen ilköğretimin süresi, 1973 yılında yürürlüğe giren Millî Eğitim Temel Kanunu ile ortaokullar ilköğretime kaydırılarak 8 yıla çıkarılmıştır. Bu tarihten itibaren ilköğretim kademesinde iki kademeli ilköğretim okulları, bağımsız ortaokullar ve liselerin bünyesindeki orta kısım lar olmak üzere farklı okul türleri yer almıştır. 1997 yılında yapılan bir yasal düzenlemeyle sekiz yıllık kesintisiz temel eğitime geçilmiş; buna paralel olarak ortaokullar fiilen sona ermiştir. Fakat 2012 yılında yapılan yasa değişikliği ile yeniden kesintili eğitime dönülmüştür. Bu sırada ilkokul ve ortaokulun öğretim süresi 4 er yıl olarak belirlenmiş; 7 olan temel eğitime başlama yaşı 6 ya indirilmiştir. Cumhuriyet in başında ilköğretim çağı nüfusun okullaşma oranı çok düşüktü. Bunun en büyük sebebi okul ve öğretmen yokluğu idi. Nitekim 1935 yılı itibarıyla nüfusun yaklaşık 3/4 ünün yaşadığı 40 bin civarında köyün %88 inde okul mevcut değildi. Okullaşmayı geciktiren etkenlerin en önemlisi mali kaynak darlığıydı. Bu nedenle 1923-1950 döneminde temel eğitim hedeflerinden biri olarak görülen ilköğretimin geliştirilmesi için kamu maliyesine en az yük getiren çözüm yolları tercih edildi. Örneğin öğretmen açığını kapatmak için başlatılan eğitmen kursları ve köy enstitüleri, geleneksel imece yöntemi kullanılarak, öğretmen ve 186

öğrencilerin de yapımında bizzat çalıştıkları maliyeti düşük projelerdi. 20. yüzyılın ikinci yarısında da ilköğretim politikaları okullaşma oranını arttırmaya odaklandı. Buna paralel olarak, zaman zaman alan dışından öğretmen atama, uzaktan eğitim ve hızlandırılmış öğretmen yetiştirme yoluna başvuruldu. Bu uygulamalar genellikle eğitimin niteliğini olumsuz etkiledi. Türkiye de sanayileşmeye paralel olarak hızlanan kentleşme, ilköğretime ilişkin nicel sorunları kentlere taşıdı. 1970 li yıllardan itibaren köyden kente göçün hızlanmasıyla, köylerin mahallelerine ve mezralara kadar ulaştırılan on binlerce okul, yeterli öğrenci bulunamadığı için kapandı. Sözü edilen yıllara kadar köylerde yaşanan kalabalık sınıflar ve ikili öğretim uygulaması köylerden gelen göç dalgalarının beraberlerinde getirdikleri büyük kitleleri bırakarak geri çekildikleri kentlerde eğitime damgasını vurmaya başladı. Cumhuriyet hükümetleri Türkiye nin sosyoekonomik ve demografik yapısındaki tarihî dönüşümün bir neticesi olan bu durumun iyileştirilmesi için kayda değer yatırımlar yaptı. Bununla beraber 21. yüzyıla girildiğinde Türkiye de derslik başına düşen öğrenci sayısı OECD ülkeleri ortalamasının çok üstündeydi; bu sayı göç almaya devam eden büyük kentlerde daha fazlaydı. Demografik yapının değişmesi hükümetleri nüfusu azalan ve/veya dağınık hâlde bulunan köylerin okul ihtiyacını karşılamaya yönelik çözümler üretmeye zorladı. Bunların en önemlileri yatılı ilköğretim bölge okulları (YİBO) ve taşımalı sistemdir. 2011-2012 öğretim yılına gelindiğinde Türkiye Cumhuriyeti, %99 a yaklaşan okullaşma oranı ile ilköğretimde nicel hedeflere ulaşmış bulunuyordu. Okul sayısı 32.108 e, öğretmen sayısı 515.852 ye, öğrenci sayısı ise 10.979.103 e çıkmıştı. Gerçek o ki Türkiye Cumhuriyeti ilk günden itibaren tüm vatandaşlarının asgari temel eğitim sahibi olmalarını sağlamayı amaçlamıştır. Bunu yaparken eğitimde çağdaş yönelimleri yakından izlemeye, bunları programlar ve ders kitaplarına yansıtmaya da çalışmıştır. Ayrıca dünyadaki gelişmeye paralel olarak hizmet öncesi öğretmen eğitiminin süresi artmış, kapsamı genişlemiştir. Eğitim araç - gereçlerinin geliştirilmesi ve hizmete sunulması için önemli yatırımlar yapılmıştır. Ne var ki ulusal ve uluslararası sınavlara dair bulguların da gösterdiği gibi, ilköğretimde niteliğin genel görünümü arzu edildiği gibi değildir. 7.4.3. Ortaöğretim Türk eğitim sisteminde ortaöğretim, ilköğretime dayalı, en az dört yıllık genel, mesleki ve teknik öğretim kurumlarının tümünü kapsamaktadır. Ortaöğretimin amacı, öğrencilere asgarî ortak bir genel kültür vermek, birey ve toplum sorunlarını tanıtmak ve çözüm yolları aramak, ülkenin sosyoekonomik ve kültürel kalkınmasına katkıda bulunacak bilinci kazandırarak öğrencileri ilgi, yeti ve yetenekleri doğrultusunda hem yükseköğretime hem mesleğe/iş alanlarına ve geleceğe hazırlamaktır. İlköğretimi tamamlayan ve ortaöğretime girmeye hak kazanmış her öğrenci ortaöğretime devam etme ve ortaöğretim olanaklarından ilgi, yeti ve yetenekleri ölçüsünde yararlanma hakkına sahiptir. Cumhuriyet döneminde ortaöğretimin gelişimini genel ve mesleki teknik öğretim şeklinde iki grupta ele alarak incelemek gerekir. 187

7.4.3.1. Genel Ortaöğretim Cumhuriyetin ilan edildiği 1923-1924 öğretim yılında Türkiye de ortaöğretim, ortaokul, lise ve ilköğretmen okullarını kapsıyordu. 1973 Millî Eğitim Temel Kanunu ile sekiz yıla çıkarılana değin ilköğretimin süresi beş yıldı. Bu düzeydeki tek eğitim kurumu ilkokullardı. Ortaöğretim kademesinin süresi altı yıldı. Bu kademede, ortaokul ve lise olmak üzere, üçer yıl öğretim süreli, birbirini tamamlayan iki öğretim kurumu vardı. 1973 yasal düzenlemesiyle, ortaokullar ilköğretime dâhil edilerek, sekiz yıllık ilköğretim okulları oluşturulmuş; ortaöğretim farklı türlerde liselerden meydana gelen bir öğretim kademesine dönüşmüştür. 7.4.3.1.1. Ortaokullar 1923-1924 öğretim yılında ülkede 72 ortaokul, 796 öğretmen ve 5.905 öğrenci mevcuttu. Cumhuriyetin başında kız ve erkeklerin ayrı ortaokul ve liseleri bulunuyordu. Yukarıda belirtildiği gibi, 1927-1928 öğretim yılından itibaren ortaokullarda karma eğitime geçilmeye başlanmıştı. Cumhuriyetin ilanını izleyen yıllarda, ortaöğretimde okullaşma oranı çok düşüktü ve bu oranın yükseltilmesi Cumhuriyet hükümetlerinin önemli hedefleri arasında yer almıştır. Atatürk Devri nde ortaokul sayısı yaklaşık iki kat artmıştır. Bu yıllarda ülkenin içinde bulunduğu ağır mali koşullar ve öğretmen açığı, bu seviyede okullaşma hızını yavaşlatmıştır. Öğretmen ihtiyacını karşılamak için 1926 yılında Konya da Orta Muallim Mektebi açıldı. Bir yıl sonra Ankara ya taşınan ve Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü adını alan okul; ortaokullara öğretmen yetiştirmeden başka görevler ile donatıldı. Bu görevlerin başında dünyadaki pedagojik yenilikleri izleme / aktarma, diğer öğretmen okullarına rehberlik etme ve öğretmen yetiştirme ve ülkenin müfettiş ihtiyacını karşılama da bulunuyordu. 1940 lı yıllardan itibaren ortaokulların sayısı, bu okullara öğretmen yetiştiren kurumların sayılarının ve kapasitelerinin artmasına paralel olarak sürekli bir artış gösterdi. Bu artışta sosyoekonomik ve kültürel gelişmenin tetiklediği okul talebi önemli rol oynadı. Nitekim ortaokulların varlığına son veren Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim uygulamasına geçilmeden önce, 1996-1997 öğretim yılına gelindiğinde toplam ortaokul sayısı 9.830, öğrenci sayısı 2.622.594 e, aynı dönemde öğretmen sayısı da 72.164 e çıktı. Bu tarihte ortaokul çağı nüfusun okullaşma oranı yaklaşık %53 e yükselmişti. 2012 yılında yapılan yasa değişikliğiyle yeniden oluşturulan ortaokullarda bu oran %97 ye ulaşmıştır. 7.4.3.1.2. Liseler Cumhuriyetin ilan edildiği günlerde Türkiye de 23 lise vardı; bunlar İmparatorluktan kalan idadî ve sultanîlerin devamıydı. Atatürk Devri sonunda eldeki kıt mali imkânlar ve öğretmen yokluğuna rağmen bu sayı 68 e çıkarılmıştı. Ülkemizdeki lise sayısı çok partili dönemde artarak devam etmiştir. Hiç kuşkusuz bu artışta liselere öğretmen yetiştiren yüksek öğretmen okullarındaki nicel ve nitel gelişim de önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca sanayileşme ve kentleşmenin hızlandırdığı sosyoekonomik ve kültürel gelişme de okullaşmanın artış hızını tetiklemiştir. Zira bu süreçte bir yandan daha uzun süreli ve kapsamlı eğitim ile birey ve toplum hayatının niteliği arasında doğru bir ilişki olduğuna dair bir bilinç oluşmuş; hem de iş piyasasında büyük bir istihdam alanı ortaya çıkmıştır. Nüfusun yaklaşık %60 ının köyden kente göç ettiği son elli yılda, ortaöğretime erişim koşulları da iyileşmiştir; fakat bazen kontrol altına alınamayan bu dev göç dalgaları, kent ve kasabalarda eğitimin kalitesini düşüren sorunlara da 188

yol açmıştır. Örneğin; öğretmen ve derslik başına düşen öğrenci sayısının standardın üzerine çıkması. Uygulanan politikalar sonunda Cumhuriyet in ilanından beri genel orta öğretimde büyük artış kaydedilmiştir. 2011-2012 öğretim yılı verilerine göre resmî ve özel liselerin sayısı (Açık Öğretim dâhil) 4.071 e, öğretmen sayısı 122.716 ya öğrenci sayısı 2.666.066 ya yükselmiştir. Fakat öğrenci sayısındaki 1.950 katlık artışa rağmen çağ nüfusunun lise mezunu olma oranı yalnız %68 dir. Oysa AB ülkelerinde bu oran %90 lara yaklaşmıştır. Türkiye de genel ortaöğretim alanında nitelikle ilgili sorunlar da vardır. 7.4.3.2. Mesleki ve Teknik Öğretim Bugün mesleki ve teknik öğretim okulları; erkek teknik öğretim okulları, kız teknik öğretim okulları, ticaret ve turizm öğretimi okulları, din öğretimi okulları, çok programlı liseler ve sağlık eğitimi okullarından oluşmaktadır. a- Sanat Ortaokulları. Cumhuriyet döneminde mesleki eğitim veren ortaokullar da açılmıştır. 1987-1988 öğretim yılı itibarıyla toplam sayısı 729 a ulaşan mesleki ve teknik eğitim veren bağımsız kız sanat ortaokulu, kız meslek lisesi bünyesindeki ortaokullar, Anadolu meslek liseleri bünyesindeki ortaokullar imam - hatip liseleri bünyesindeki ortaokullar, sağırlar orta sanat okulu, körler orta sanat okulu, ortopedik özürlüler orta sanat okulu, eğitilebilir çocuklar iş okulu ve özel Türk meslek liseleri bünyesindeki ortaokullar da Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu İlköğretim Yasası nın yürürlüğe girmesiyle tarihe karışmıştır. 2012 yılında yapılan düzenlemeyle gerekli görülmesi hâlinde bu alanda da ortaokul açabilmeye yasal zemin oluşturuldu. b- Mesleki ve Teknik Liseler. Osmanlı İmparatorluğu tarihe karıştığında Türkiye henüz bir tarım ülkesi görünümündeydi. Nüfusun yaklaşık %90 ı köylerde yaşıyordu. Bu köylerin de %80 inde okul yoktu. Tanzimat tan beri süre gelen sanayileşme çalışmaları gibi mesleki ve teknik eğitimi geliştirme yolunda atılan adımlar da kalkınmış ülkelerdeki nicel ve nitel gelişmelere göre son derece yetersizdi. Bundan dolayı, Mustafa Necati Bey in Maarif Vekilliği döneminden itibaren mesleki ve teknik eğitimin geliştirilmesi Türkiye nin öncelikli hedefleri arasında yer aldı. Cumhuriyet Devri nde sözü edilen çabaların sonucu olarak mesleki ve teknik ortaöğretimde Osmanlı mirasıyla kıyaslanamayacak bir gelişme kaydedildi. 1923-1924 öğretim yılında birkaç branşta eğitim ve öğretim veren 20 kız ve erkek mesleki ve teknik öğretim kurumu bulunurken, bu sayı 2001-2002 öğretim yılında 3.428 e çıktı. Aynı yıllar arasında öğrenci sayısı, 2.558 den 821.895 e, öğretmen sayısı da 325 ten 66.176 ya yükseldi. Bugün mesleki ve teknik öğretim okulları; erkek teknik öğretim okulları, kız teknik öğretim okulları, ticaret ve turizm öğretimi okulları, din öğretimi okulları, çok programlı liseler ve sağlık eğitimi okullarından oluşmaktadır. 189

7.4.4. Yükseköğretim Yükseköğretimin amacı, ülkenin bilim politikasına, toplumun yüksek düzeyde ve çeşitli kademelerdeki insan gücü gereksinimine göre öğrencileri ilgi, yeti ve yetenekleri doğrultusunda yetiştirmek, bilimsel alanlarda araştırmalar yapmak, bunların sonuçlarını toplum ve insanlığın hizmetine sunmaktır. Atatürk Devri nde cumhuriyet hükümetleri bir yandan İstanbul daki Darülfünun un yerine İstanbul Üniversitesini kurarken, diğer yandan da yeni başkentte Ankara Üniversitesinin temel taşlarını atmıştır. Laik cumhuriyetin ihtiyaç duyduğu kamu yöneticilerini ve hukukçuları yetiştirmek üzere Hukuk Mektebi ve Mülkiye Mektebi (Siyasal Bilgiler Okulu) Ankara ya taşınarak yeniden yapılandırılmıştır. Harbiye (Harp Okulu) nin de Ankara ya taşınmasıyla sivil ve askerî bürokrasinin personel kaynağı olan stratejik kurumlar yeni başkentte toplanmıştır. Gazi Orta Muallim Mektebi (Gazi Eğitim Enstitüsü) açıldıktan bir yıl sonra Ankara ya taşınıp ülkenin en seçkin kurumlarından biri hâline gelmesi, Cumhuriyet in öğretmene yüklediği hayatî rolün yansımasıdır. Ayrıca millette duygu ve düşünce birliği ve dayanışma ruhunun güçlendirilmesi bakımından olmazsa olmaz olarak görülen ulus devlet kültürünün bilimsel temellere oturtulması amacıyla Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ile Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi açılmıştır. Bu arada yükseköğretim mevzuatı yeniden düzenlenmiş, Almanya ve Avusturya daki Nazi zulmünden kaçıp gelen bilim adamlarının yaptığı katkıyla etkileri uzun yıllar sürecek bir üniversite kültürü doğmuştur. Atatürk Devri ndeki bu yeniden kurma sürecinin ardından Türkiye de yükseköğretimin gelişimi şöyle özetlenebilir: Yükseköğretim kurumları 1933 yılından 1978 yılına kadar her bakımda Millî Eğitim Bakanlığına bağlıdır. Yalnız 1946 yılına çıkan Üniversiteler Kanunu ile üniversitelerde bilimsel özerklik sağlanmıştır. 1981 yılında çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Türkiye deki bütün yükseköğretim kurumları yeni kurulan Yüksek Öğretim Kurulu nun çatısı altında toplanmıştır. Böylece sistem bütünlüğüne kavuşan üniversitelerde özerklik tartışmaları devam etmektedir. Erken Cumhuriyet Dönemi nde yükseköğretim politikalarında elitist eğitim anlayışı hâkim olmuştur. Bu anlayış son yıllarda giderek değişmiş, yükseköğretim büyüme stratejisine kitle eğitimi anlayışı damgasını vurmaya başlamıştır. Nitekim dönemin sonlarındaki artışa rağmen 1978 yılına kadar yalnız 19 üniversite açılırken bu sayı son otuz yılda hızlı bir artış sürecine girmiş, 2006 da 93 e, 2013 te 168 e çıkmıştır. Dikkati çeken hususlardan biri 2000 li yıllardaki artışta yeni vakıf üniversitelerinin belirleyici olmalarıdır. Zira bu üniversitelerin toplam içindeki oranı 2006 da %27 (n = 25) iken 2013 te %37 ye (n = 37) çıkmıştır. 2012-2013 öğretim yılı itibarıyla öğrenci sayısı yaklaşık 984 bine, öğretim elemanı sayısı da 130 bine ulaşmıştır. Bununla beraber, sözü edilen nicel gelişmeye karşın Türkiye deki üniversiteler, kapasite itibarıyla çağ nüfusunun yükseköğrenime devam etme talebini karşılayamamaktadır. Nitekim 21. yüzyılın başında (2000-2001) yükseköğretim çağ nüfusunun okullaşma oranı yalnız %12 190

idi; on yıl sonra bu oran %33 e çıkmış ise de OECD ülkeleri ortalamasının oldukça altındaydı. Bu durum yükseköğretim kurumlarının sayı ve kapasitelerini artırmaya yönelik çalışmaları ısrarla sürdürmek gerektiğini göstermektedir. Nitelik açısından bakıldığında kısaca şunlar söylenebilir: Türkiye uluslararası indeksler tarafından taranan yayın organlarında yayınlanan makale sayısı bakımından 17. sıradadır. Bu bakımdan ekonomik büyüklük hacmine göre belirlenen sırasıyla aynı konumdadır. Üniversitelerin sayısı arttıkça performans göstergeleri açısından en iyilerle diğerleri arasındaki fark giderek artmaktadır. 7.4.4.1. Yaygın Eğitim Yaygın eğitim, örgün eğitimin yanında veya dışında düzenlenen eğitim faaliyetlerinin tümünü kapsar. Bu amaçlar doğrultusunda Türkiye de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından gerekli görülen alanlarda pek çok yaygın eğitim programı yürütülmektedir. Bu programlar genel ve mesleki teknik eğitime ait olmak üzere iki gruba ayrılır. Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından plânlanan bu programlar, illerde halk eğitim başkanlığı aracılığıyla yürütülür. Yaygın eğitim programları ilçe bazında halk eğitim merkezleri aracılığıyla uygulanır. Halk eğitim merkezlerinde meslek ve genel bilgi kursları, sosyal ve kültürel kurslar ile okuma yazma kursları açılmaktadır. Ayrıca çıraklık merkezlerinde de mesleki eğitim yapılmaktadır. Öte taraftan, endüstri pratik sanat okulları, akşam endüstri pratik sanat okulları, pratik kız sanat okulları, olgunlaşma enstitüleri ve ilköğretim okulları da yaygın eğitim vermektedir. 191

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti Türk eğitim sistemi köklü ve zengin bir tarihsel birikim üzerine kurulmuştur. Orta Asya da İslamiyet e girmeden önce kendilerine özgü alfabeler geliştiren ve çağına göre oldukça gelişmiş bir eğitim sistemi kuran Türkler, İslamiyet e girdikten sonra güçlü eğitim ve bilim kurumları oluşturmuştur. Fakat 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı eğitim ve bilim kurumları çağdaş gelişmeleri izleyemediği için işlevselliklerini kaybetmiştir. Bunun üzerine Osmanlı devlet adamları askerî eğitimden başlayarak, Batı modelinde yeni bir eğitim sistemi kurmaya çalışmıştır. Türkiye Cumhuriyeti nicel ve nitel açıdan bazı yetersizliklerine karşın, demokratik ve laik bir rejimin kurucularını yetiştirmeyi başaran bir eğitim sistemini miras almıştır. Cumhuriyet in ilanından sonra eğitim Yeni Türkiye nin inşasında kullanılacak en önemli araç olarak görülmüştür. Buna paralel olarak, eğitimi gelişmiş ülkelerdeki standartlara yükseltmek için birçok girişimde bulunulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminin dayanakları şunlardır: (i) Atatürk ün eğitim düşüncesi, (ii) Anayasalar, (iii) Millî Eğitim Temel Kanunu, (iv) Hükümet ve parti programları, (v) Eğitim şuraları, (vi) Türk Eğitim Devrimi ve Avrupa Birliği müktesebatı. Türk eğitim sistemi Cumhuriyet in ilanından bu yana ilköğretimden yükseköğretime, örgün eğitimden yaygın eğitime her alanda nicel ve nitel önemli gelişmeler kaydetmiştir. Bununla beraber her iki boyutta da öngörülen hedeflere tam olarak ulaşamamıştır. Fakat bu hedeflere ulaşma yolundaki çabalar yoğun bir biçimde sürdürülmektedir. 192

Bölüm Soruları 1) Aşağıdakilerden hangisi Osmanlı eğitim modernleşmesinin genel özelliklerinden biri değildir? a) II. Mahmud zamanında tıp eğitimi Fransızca yapılmaya başlanmıştır. b) Genel eğitim alanında ilk modern okul Tanzimat tan önce açılmıştır. c) 1869 yılında Osmanlı eğitim sistemi Fransız modeline göre yapılandırılmıştır. d) Tanzimat Devri nde köklü bir medrese ıslahatı yapılmıştır. e) II. Abdülhamid laik hukuk eğitiminin gelişimine katkı yapmıştır. 2) Aşağıdakilerden hangisi Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminin dayanaklarından biri değildir? a) Atatürk ün eğitim düşüncesi b) Maarif-i Umumiye Nizamnamesi c) Millî Eğitim Temel Kanunu d) Eğitim şuraları e) Avrupa Birliği müktesebatı 3) Aşağıdakilerden hangisi Atatürk devri eğitim tarihi bakımından doğru değildir? a) Millet mektepleri açılmıştır. b) Halkevleri açılmıştır. c) İlahiyat Fakültesi açılmıştır. d) İmam hatip mektepleri açılmıştır. e) Kızlar yükseköğrenim görmeye başlamıştır. 193

4) Türkiye de öğretimin birleştirilmesi aşağıdakilerden hangisi ile sağlanmıştır? a) Tevhid-i Tedrisat Kanunu b) Maarif-i Umumiye Nizamnamesi c) Heyet-i İlmiye Kararları d) Milli Eğitim Temel Kanunu e) Teşkilât-ı Esasiye Kanunu 5) Türkiye de ilkokul öncesi eğitim kurumları hangi dönemde açılmaya başlanmıştır? a) Tek Parti Dönemi b) Çok Partili Dönem c) II. Abdülhamid Dönemi d) Millî Mücadele Dönemi e) II. Mahmut Dönemi Cevaplar 1) d, 2) b, 3) e, 4) a, 5) c 194

Bölüm Kaynakçası Akyüz, Yahya (2012). Türk Eğitim Tarihi, Ankara. Arslan, Ali (1995). Darülfünundan Üniversiteye, İstanbul. Ayhan, Halis (1999). Türkiye de Din Eğitimi, İstanbul. Cicioğlu, Hasan (1985). Türkiye Cumhuriyeti nde İlk ve Ortaöğretim (Tarihi Gelişim), Ankara. Devlet İstatistik Enstitüsü (1973). Millî Eğitimde Elli Yıl (1923-1973), Ankara. Devlet İstatistik Umum Müdürlüğü (1939). Maarif 1937-1938 İstatistiği, İstanbul. Ergin, Osman (1977). Türk Maarif Tarihi, V, İstanbul. Ergün, Mustafa (1982). Atatürk Devri Türk Eğitimi, Ankara. İstanbul Valiliği Millî Eğitim Müdürlüğü (1996). Millî Eğitim İle İlgili Bilgiler, 1995-1996, İstanbul. Kantarcıoğlu, Selçuk (1987). Türkiye Cumhuriyeti Hükûmet Programlarında Kültür, Ankara. Maarif Vekâleti (1944). Türkiye Cumhuriyeti Maarifi 1923-1943, Ankara. Maarif Vekilliği (1940). Maarifle İlgili Kanunlar, İstanbul. Milli Eğitim Bakanlığı (2010). Cumhuriyet Döneminde Türk Millî Eğitim Sistemindeki Gelişmeler, 1920-2010, Ankara. Millî Eğitim Bakanlığı (1973). Cumhuriyetin 50. Yılında Rakam ve Grafiklerle Millî Eğitimimiz, İstanbul. Milli Eğitim Bakanlığı (1988). Cumhuriyet Döneminde Türk Millî Eğitim Sisteminde Gelişmeler (1923-1988), Ankara. Millî Eğitim Bakanlığı (2001). 2002 Yılı Başında Millî Eğitim, Ankara. Milli Eğitim Bakanlığı (2001). Millî Eğitim Sayısal Veriler 2001, Ankara. Milli Eğitim Bakanlığı (2012). Millî Eğitim İstatistikleri, 2011-2012, Örgün Eğitim, Ankara. Öztürk, Cemil (1996). Atatürk Devri Öğretmen Yetiştirme Politikası, Ankara. Öztürk, Cemil (2005). Dünden Bugüne Türkiye de Öğretmen Yetiştiren Kurumlar, Ankara. 195

Öztürk, Cemil (2006). Çağdaş Eğitim ve Bilim, İmparatorluktan Ulus Devlete Türk İnkılap Tarihi, (Ed.: Cemil Öztürk), Ankara, s. 237-259. Wright, C. H. C. (1916). A History of Third French Republic, Boston and New York. Yücel, Hasan Âli (1994). Türkiye de Orta Öğretim, Ankara, Yükseköğretim Kurulu (2007). Türkiye nin Yükseköğretim Stratejisi, Ankara. Web tabanlı kaynaklar: Yükseköğretim Kurulu: www.yok.gov.tr Milli Eğitim Bakanlığı: www.meb.gov.tr 196

8. KURULUŞ DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI (1920-1945) 197

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? 8.1. Türk Dış Politikasının Dayandığı Esaslar 8.2. Türk - İngiliz İlişkileri 8.3. Türk - Fransız İlişkileri 8.4. Türk - Yunan İlişkileri 8.5. Türk - İtalyan İlişkileri 8.6. Türk - Sovyet İlişkileri 8.7. Türkiye nin Milletler Cemiyeti ne Girişi (1932) 8.8. Balkan Antantı (1934) 8.9. Montreux Boğazlar Sözleşmesi (1936) 8.10. Sadabad Paktı (1937) 8.11. Hatay ın Anavatana Katılması 8.12. İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye 198

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular 1) Türk dış politikasının temel ilkeleri nelerdir? 2) Türkiye nin cumhuriyetin ilk yıllarındaki ikili ilişkileri nasıl gelişmiştir? 3) İkinci Dünya Savaşı sürecinde Türkiye nin diğer devletlerle ilişkileri ve durumu nasıldır? 199

Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği Atatürk Döneminde Türk Dış Politikası 1920-1945 yılları arasındaki dış politikanın temel ilkeleri, ikili ilişkiler ve gelişmeleri hakkında bilgi sahibi olur. Sebep sonuç ilişkisi kurma Kronolojik düşünme Tarihî terminolojiyi doğru ve yerinde kullanma Görüş geliştirme Tarihsel analiz ve yorum 200

Anahtar Kelimeler Dış Politika Milletler Cemiyeti Balkan Antantı Sadabad Paktı Hatay Musul Mübadele İkinci Dünya Savaşı 201

Giriş Birinci Dünya Savaşı sonrasında, o zamana kadar uluslararası politikada etkin bir rol oynayan Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı Devleti ile birlikte Çarlık Rusyası gibi dört büyük siyasal gücün zayıflaması veya yıkılması, genel güç dengesinde birtakım boşluklar meydana getirdi. Barış antlaşmaları, sadece galip devletlerin çıkarlarını gözettiğinden dolayı, devamlı ve sağlam bir barış yerine istikrarsızlık ortamını beraberinde getirdi. Nitekim 21 yıl gibi kısa bir zaman sonra dünyanın yeniden büyük bir savaşa sürüklenme sürecine bakıldığında, savaş sonrası yapılan antlaşmaların olumsuz etkileri görmezden gelinemez. Bu bakımdan Birinci Dünya Savaşı nı sona erdiren barış antlaşmalarının imzalanmasına ve bu barış antlaşmalarıyla dünyaya yeni bir düzen verilmek istenmesine rağmen masa başında ve kâğıt üzerinde belirlenen politikalar, istenilen neticeyi ortaya çıkarmadı. Mondros Mütarekesi sonrası başlayan işgaller üzerine Türk halkının, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde gerçekleştirdiği Millî Mücadele hareketinin esasları, Misak-ı Millî içerisinde yer bulmuştur. Millî Mücadele dönemi Türk dış politikası, temelde Misak-ı Millî ilkeleri olmak üzere dönemin şartları ve gelişmeleri çerçevesinde şekillendi. Bu bakımdan Millî Mücadele nin dış politikasını da Misak-ı Millî belirlemiştir demek yanlış olmasa gerektir. Bununla birlikte iç ve dış gelişmelerin deizlenen dış politikaya etkilerinin olacağı kuşkusuzdur. Lozan Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı ndan sonra galip devletler tarafından mağluplara zorla kabul ettirilen öteki barış antlaşmaları mahiyetinde değildir. Bu antlaşma, Millî Mücadele hareketine girişen ve bu mücadeleden başarıyla çıkan Türk milleti ve onun temsilcisi olan TBMM hükümeti ile galip devletler arasında eşit şartlara göre yapılan bir antlaşmadır. Birinci Dünya Savaşı nda yenilgiye uğrayan devletlerden bir tek Türkiye, böyle bir antlaşma yapabilme başarısını göstermiştir. Bununla beraber Türkiye, 1923 ten sonra Avrupa nın güçlü devletleri ile komşu durumuna da gelmiştir. 202

8.1. Türk Dış Politikasının Dayandığı Esaslar Öncelikle ifade etmek gerekir ki, ele alınan dönemde Türk dış politikasını Mustafa Kemal Atatürk ve onun koyduğu esaslar belirlemiştir. Millî Mücadele dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dış politikanın temel hedefini ise, yeni Türk devletinin uluslararası alanda bağımsızlığının ve varlığının tanınması ve/veya tanıtılması düşüncesi oluşturmuştur. Lozan da Misak-ı Milli nin büyük oranda gerçekleştirilmesinden sonra, millî çıkarlar ve eşit devlet ilkesi göz önünde tutularak yalnızlıktan kurtulmaya ve yayılmacı olmayan batılı devletlerle iyi ilişkiler kurmasına gayret edilmiştir. Bununla birlikte 1920-1945 yılları arasında izlenen dış politikayı, belirli devrelere ayırmak mümkündür. Şöyle ki, birinci devre Millî Mücadele ve ikincisi Lozan dan Atatürk ün ölümüne kadar geçen dönem olup sonuncusu ise, İkinci Dünya Savaşı yılları olarak ele alınabilir. Millî Mücadele dönemi Türk dış politikasının temel özelliği, savaş ve diplomasinin birlikte yürütülmesidir. Lozan Antlaşması nın ardından takip edilen dönem dış politikasının en büyük özelliği, barışçı bir siyaset izlenmeye çalışılması ve sorunların sulh yoluyla halledilmek istenmesidir. Son dönemde ise, ülke gerçekleri yanı sıra ikinci defa ortaya çıkan dünya savaşının getirdiği yeni ittifak ve gelişmeler siyasete yön vermiştir. Bilhassa bu dönemde, tarafsızlık politikası izlenmeye çalışılarak savaşın getireceği sıkıntılardan mümkün olduğu oranda uzak kalmaya çalışılmıştır. Nihayetinde ele alınan dönemde yürütülen dış politikanın temel ilkeleri, şu şekilde özetlenebilir: Gerçekçilik: Bu dönemde izlenen dış politika, maceracılıktan uzak, kendi güç ve imkânlarını cesur ve onurlu bir şekilde değerlendiren bir yapıya sahiptir. Bunun yanı sıra, amaç ve hedef tespitinde de doğru bir yol takip edilmiştir. Bağımsızlık: Millî Mücadele ve Cumhuriyet in ilk yıllarında, diğer ülkelerle yürütülen her türlü ilişkide bağımsızlıktan ödün vermeyen bir politika izlenmiştir. Barışçılık: Devletlerarası ilişkilerde yurtta sulh cihanda sulh anlayışı takip edilerek uyumlu bir politika izlendiği görülmektedir. Bununla birlikte barışçılık anlayışındaki sınır, ülke ve millet menfaatleri olup bunların gerektirdiği durumlarda savaşa hazır olunmuştur. Güvenlik Politikası ve İttifaklar Sistemi: Ülke güvenliği ve millî çıkarlar çerçevesinde çeşitli ittifaklara girilerek bir nevi denge politikası takip edilmiştir. Batıcılık: Çağdaşlaşma ideali çerçevesinde batılı ülkelerle iyi ilişkiler kurulmasına önem verilmiştir. Akılcılık: Uluslararası hukuka bağlı bir şekilde aklı ve bilimi esas alan bir dış siyaset yürütülmüştür. 203

8.2. Türk - İngiliz İlişkileri Türk - İngiliz ilişkileri, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı nın ardından büyük bir kırılma yaşamıştır. Bundan sonra İngiltere, Osmanlı Devleti nin topraklarından pay alma yarışına dâhil olmuş ve gelişen olaylar, Birinci Dünya Savaşı nda iki tarafı karşı karşıya getirmiştir. Büyük Savaş ın ardından geçilen dönemde İngiltere, Osmanlı topraklarında birçok bölgeyi işgal eden bir devlet olarak ona karşı politikalar geliştiren ve baskı uygulayan devletlerin başında gelmiştir. Bu bakımdan Millî Mücadele döneminde iki taraf arasında doğrudan bir sıcak savaş yaşanmasa da dolaylı bir savaş ortamı cereyan etmiştir. Türk - İngiliz dolaylı savaşı, Lozan Barış Antlaşması ile sona ermiştir. Lozan sonrası Türk - İngiliz ilişkilerindeki en önemli konu ise, Musul Meselesi olmuştur. Aslında Musul Meselesi, Mondros Mütarekesi ne aykırı olarak, 3 Kasım 1918 tarihinde İngiltere nin bölgeyi işgaliyle başlamıştır da denilebilir. Zira TBMM, Misak-ı Millî uyarınca Türk sınırları içerisinde kabul edilen Musul un geri alınması amacıyla daha Millî Mücadele döneminde harekete geçmiş ve Milis Yarbayı Şefik [Özdemir] Bey in emrindeki Kuva-yı Milliye birliklerini bölgeye göndermiştir. Yarbay Şefik Bey in emrindeki birlikler İngilizlere karşı bazı küçük başarılar elde etmesine rağmen Musul un kurtarılması mümkün olmamıştır. Sonuçta İngiltere, zengin petrolleri ve Hindistan yolunun güvenliği gibi nedenlerle Musul u elinde tutmaya önem vermiştir. Musul Meselesi, Lozan Konferansı nda ele alınan en önemli ve hararetli konulardan biridir. Burada yapılan görüşmelerde Türk heyeti, Musul un Türkiye ye bırakılmasında ısrar etmiştir. Konferansta İsmet Paşa, bölgede halk oylaması yapılmasını teklif ederken İngiliz temsilci Lord Curzon ise, bölge halkının oy verme alışkanlığının olmadığı ve yöre halkının, halk oylamasının amacını anlayamayacakları gerekçesiyle söz konusu teklifi kabul etmemiştir. Konferansta gerçekleştirilen ikili görüşmelerde de çözümlenemeyen ve belki de antlaşmanın imzalanmasını önleyebilecek bu soruna bir ara çözüm yolu bulunmuştur. Nitekim 24 Temmuz 1923 te imzalanan Lozan Barış Antlaşması nın 3. maddesinin 2. fıkrasında, Türkiye-Irak sınırının 9 ay içerisinde taraflar arasında belirlenmesi öngörülmekte olup anlaşmazlığın devam etmesi hâlinde konu, Milletler Cemiyeti ne götürülecektir. Bundan sonra Türk - İngiliz görüşmeleri, 19 Mayıs 1924 tarihinde İstanbul da başladı. Ancak bu süreçte de taraflar eski görüşlerinde ısrar ettiler. Musul un Irak ta kalmasını savunan İngilizler, konunun Milletler Cemiyeti nde görüşülmesini istiyordu. Çünkü İngilizler, Milletler Cemiyeti nin en etkin üyesi idi. Bu şekilde anlaşmazlıkla sona eren Haliç Konferansı sonrasında mesele, Milletler Cemiyeti ne intikal etti. Cemiyet kurulu, konuyu incelemek üzere Macar, Belçikalı ve İsveçli üyelerden oluşan üçlü bir komisyon kurulmasına karar verdi. Ancak komisyonun bölgedeki incelemelerini sürdürdüğü sırada Şeyh Sait İsyanı nın çıkması, Türkiye nin elini bir hayli zayıflattı. Komisyonun hazırladığı rapor, 16 Temmuz 1925 tarihinde Milletler Cemiyeti ne sunuldu. Raporda Musul da bir halk oylamasının mümkün olmadığı, Musul un Irak ın bir parçası olduğu, Irak ın 25 yıl süreyle İngiltere nin mandası altında kalmasının en iyi çözüm olduğu gibi esaslar vurgulanıyordu. Görüldüğü üzere komisyon, İngiltere nin lehine bir rapor hazırlamıştı. Bu durumda Türkiye, uluslararası hukuka dayanarak haklılığını ileri sürdü ve raporu kabul etmedi. Fakat yıpratıcı bir savaştan çıkmış olması, iç 204

düzenini sağlamak zorunda bulunması, kendisini destekleyen kuvvetli bir müttefikinin olmaması ve Şeyh Sait İsyanı nın olumsuz etkileri gibi sebeplerle İngiltere ye taviz vermek zorunda kalan Türkiye, Musul u İngiltere nin mandaterliğindeki Irak a bıraktı. Bu durumu düzenleyen ve 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye, İngiltere ile Irak arasında Ankara da imzalanan Sınır ve İyi Komşuluk Antlaşması, özetle şu hükümleri ihtiva etmekteydi: 1) Türkiye ile Irak arasındaki sınır, Milletler Cemiyeti nin 29 Ekim 1924 te saptadığı Brüksel Hattı olacaktır. Bununla birlikte bu hat, Tşuta ve Alamun un güneyinde ve bu iki yeri birbirine bağlayan yolun Irak topraklarından geçen kısmını Türkiye ye bırakmak üzere değiştirilmiştir. 2) Taraflar bu sınırı, kesin ve saldırıdan uzak olmak üzere kabul edip bunu değiştirmeğe yönelik her türlü girişimden kaçınmağı taahhüt ederler. 3) Taraflar, sınır bölgesinde birbirleri aleyhinde hiçbir propaganda örgütüne ve toplantıya izin vermeyeceklerdir. 4) Irak hükümeti, antlaşmanın yürürlüğe girmesinden başlayarak 25 yıl süreyle, 14 Mart 1925 te Turkish Petroleum Şirketi ile yaptığı petrol ayrıcalığı sözleşmesinin 10. maddesine göre, bu şirketlerden veya kişilerden ve 33. maddesine göre kurulacak yardımcı şirketlerden elde edeceği gelirin %10 unu Türkiye hükümetine ödeyecektir. 5) Irak hükümeti, kendi topraklarında oturan kişilerden bu antlaşmanın imzalanmasına kadar Türkiye lehinde siyasal eylemlerde bulunmuş olanları, bundan dolayı cezalandırma yoluna gitmeyecek ve ayrıca genel bir af çıkaracaktır. Türkiye nin güneydoğu sınırına kesin şeklini veren adı geçen antlaşma, Misak-ı Milli den fedakârlık etmek pahasına da olsa, Türkiye nin İngiltere ile olan son büyük anlaşmazlığını ortadan kaldırdı. Yine Türkiye, 1952 yılına kadar Irak petrollerinden 3,5 milyon sterlin aldı. Bu antlaşma, Türkiye nin diğer dünya ülkeleriyle olan ilişkileri üzerinde de etkili oldu. Nitekim bu süreçte devam eden Türk - Fransız görüşmelerinde olumlu bir tesir meydana getirirken Sovyetler tarafından ise, olumsuz bir şekilde değerlendirildi. Musul Meselesi nin çözümlenmesinin ardından Türk - İngiliz ilişkileri, iyileşme göstermeye başladı. Bilhassa 1930 lu yıllardan itibaren iki ülke ilişkilerinin geliştiği gözlerden kaçmamaktadır. Bu meyanda Türkiye, Milletler Cemiyeti ne dâhil oldu. İtalya nın Habeşistan ı işgali karşısında İngiltere, Yunanistan, Yugoslavya ve Türkiye arasında 1936 yılında bir Akdeniz Paktı kuruldu. Aynı yıl düzenlenen Montreux Boğazlar Konferansı nda İngiltere, Türkiye nin tezlerine destek verdi ki; imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türk - İngiliz ilişkilerinde yeni bir dönüm noktası oldu. Zaten bir süre sonra İngiltere Kralı VIII. Edward, İstanbul a gelerek resmî bir ziyarette bulundu. Taraflar arasındaki yakınlaşma, ekonomik alanda da kendisini göstermiş ve Karabük Demir Çelik Fabrikası nın kurulması için İngiltere den 10 milyon Sterlinlik bir kredi temin 205

edilmiştir. Bunun yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı nın hemen başında (19 Ekim 1939) Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında karşılıklı yardım antlaşması imzalanmış olup bu antlaşmayla birlikte Türkiye, yayılmacı olmayan devletlerin yanında yer aldığını göstermiş oluyordu. 8.3. Türk - Fransız İlişkileri Mondros Mütarekesi nin ardından Anadolu nun çeşitli yerlerini işgal etmeye başlayan Fransa, Millî Mücadele nin başlarında sıcak savaş yürütülen ve silahlı mücadele edilen bir devlettir. Güney Cephesi nde konuşlanmış olan Kuva-yı Milliye birliklerinin hem Fransız ordusuna hem de Ermeni çetelerine karşı yaptıkları direniş mücadelesi, Fransa nın Anadolu daki durumunu sorgulaması ve 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması nı imzalayarak işgal ettiği Anadolu topraklarından çekilmesi sonucunu doğurmuştur. Müttefiklerinden ayrı olarak Ankara Antlaşması nı imzalayan Fransa, TBMM yi tanıyan ve Türk isteklerini kabul eden ilk İtilaf devleti olmuştur. Ayrıca adı geçen antlaşmayla birlikte Türkiye nin güney sınırları, İskenderun Sancağı hariç olmak üzere belirlenmiştir. Neticede hem bu gelişme hem de İngiltere ile Fransa arasında ortaya çıkan sorunlar, ilerleyen dönemde Türk - Fransız yakınlaşmasını gündeme getirmiştir. Ancak bu durum çok uzun sürmemiştir. Nitekim Lozan Antlaşması nın ardından iki taraf arasında, Osmanlı dan kalan borçların ödenmesi, Fransız misyoner okullarının durumu, Bozkurt-Lotus Davası ve Hatay Sorunu gibi çeşitli problemler ortaya çıkmıştır. Lozan ın ardından iki taraf temsilcileri arasında yapılan görüşmelerle, Türkiye ile Suriye arasındaki kesin sınırın çizilmesi yolunda harekete geçildi ve 30 Mayıs 1926 da imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Sözleşmesi ile birlikte sınır hattının belirlenmesi konusunda genel bir uzlaşmaya varıldı. Sözleşmeye göre, tarafsız bir başkanın idaresinde olan bir karma komisyon kurulacaktı. Ardından 1929 Haziran ında Cizre-Nusaybin sınırı konusunda her iki tarafı da memnun edecek bir çözüme varıldı. Osmanlı dan kalan borçların ödenmesi konusu, en büyük alacaklının Fransızlar olmasından dolayı, Türk - Fransız ilişkilerini olumsuz etkileyen bir diğer sorundu. Bu bakımdan taraflar arasında süren müzakereler neticesinde, 13 Haziran 1928 de Türkiye nin Paris büyükelçisi ile Düyun-ı Umumiye yetkilileri arasında bir antlaşma imzalandı. Anlaşmaya uyarınca Düyun-ı Umumiye İdaresi kaldırılarak borçların nasıl ödeneceği konusu kararlaştırıldı. Ancak bu antlaşmadan kısa bir süre sonra ortaya çıkan 1929 Dünya Ekonomik Buhranı nın etkisiyle Türkiye, borçların ödenmesi hususunda bazı sıkıntılar yaşamaya başladı. 23 Nisan 1933 te Türkiye ile alacaklılar arasında yapılan görüşmelerde borçların yeniden yapılandırılmasına karar verildi. Ayrıca borcun, kâğıt para ve taksitle ödenmesi usulü de benimsendi. Bunlar, Türkiye nin lehine olan düzenlemelerdi. Sonuçta Türkiye, 1952 yılına kadar Osmanlı dan kalan bütün borçlarını ödedi. Türk - Fransız ilişkilerinde sıkıntı yaratan diğer bir mesele, Türkiye deki Fransız okullarıydı. Cumhuriyetin ilanının ardından millî eğitim alanında yapılan düzenlemeler uyarınca Türkiye, yabancı okullardaki tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından 206

Türkçe okutulmasına karar verdi. Fransa, bu karara karşı çıkmasına rağmen yönetimin kararlı duruşu ve geri adım atmaması üzerine yeni düzenlemeyi kabul etmek zorunda kaldı. Bozkurt adlı bir Türk gemisi ile Lotus adlı bir Fransız gemisi, 2 Ağustos 1926 tarihinde Midilli açıklarında çarpıştı. Bunun üzerine iki ülke, Bozkurt - Lotus Davası nda karşı karşıya geldi ve bu konudaki anlaşmazlık, 1927 yılında Uluslararası Adalet Divanı na götürüldü. Nihayetinde Adalet Divanı, Türkiye nin lehine ve haklılığını ortaya koyan bir karar verdi. Fransızlar tarafından işletilen Adana-Mersin demiryolunun millileştirme kapsamında satın alınmak istenmesi, ilişkileri gerginleştiren bir diğer konuydu. İlk başlarda Fransa nın karşı çıkmasına rağmen Türkiye, 1929 yılında yapılan bir sözleşmeyle birlikte zikrolunan demiryolunu satın aldı. Bütün bunların ötesinde iki taraf arasındaki en önemli mesele, Hatay Sorunu olup bu sorun, iki taraf arasındaki ilişkileri uzunca bir süre meşgul etti. 8.4. Türk - Yunan İlişkileri Yunanistan, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir i işgal edip daha sonraki dönemde Anadolu ve Trakya nın çeşitli bölgelerinde haksız işgallerde bulunan bir devlettir. Bu bakımdan Millî Mücadele dönemi içerisindeki Türk - Yunan ilişkileri, savaşlar ve gerginliklerle iç içe geçti. Büyük Zafer in ardından Türk ordusunun Yunanlıları Anadolu dan çıkarmasının ardından iki taraf arasında diplomatik görüşme ve temaslar da gerçekleşmeye başladı. Yunanistan ın Küçük Asya yenilgisinden sonra Kral Konstantin ve Gunaris Hükümeti, bir grup subay tarafından işbaşından uzaklaştırılırken kralın yerine oğlu tahta geçti. Yenilginin sorumlusu olarak görülen sivil ve askerî yetkililer kurşuna dizilerek cezalandırıldılar. Venizelos, 1924 yılında Yunanistan Başbakanı olmuşsa da ülkede uzun süre istikrar ve huzur ortamı sağlanamadı. Cumhuriyetin ilk yıllarında taraflar arasında gerginliğe sebep olan konuların başında, Türk - Yunan nüfus mübadelesi gelmekteydi. Lozan Konferansı sırasında Dr. Nansen tarafından ortaya atılan mübadele konusu, Türk ve Yunan hükümetleri tarafından kabul edilmişti. Daha konferansın birinci döneminde, 30 Ocak 1923 te, Türk - Yunan Ahalisinin Mübadelesine Dair Mukavelename ve Protokol, Türk ve Yunan delegeleri tarafından imzalandı. Bu sözleşmeye göre, Türkiye de kalan Rumlarla Yunanistan daki Türklerin değişimi yapılacaktı. 30 Ekim 1918 den önce İstanbul belediye sınırları içinde yerleşmiş olan Rumlarla Batı Trakya Türkleri mübadelenin dışında bırakıldı. Uluslararası Mübadele Komisyonu, 1923 Ekim inde Rumlarla Türklerin değişimini başlattı. Fakat kısa bir süre sonra, yerleşmiş yani etabli deyiminin kapsamı konusunda anlaşmazlık ortaya çıktı. İstanbul da daha fazla Rum bırakmak isteyen Yunanistan, 30 Ekim 1918 den önce İstanbul da bulunan her Rum un yerleşmiş sayılması gerektiğini ileri sürerken Türkiye, söz konusu fikre karşı çıkmaktaydı. Karma Komisyon da çözümlenemeyen soruna, Milletler Cemiyeti ve ardından Milletlerarası Daimî Adalet Divanı da çözüm bulamadı. Misilleme olarak Yunanistan, Batı Trakya Türklerinin mallarına el koyarak buralara Türkiye den gelen Rumları yerleştirdi. Bu yaklaşım iki devlet arasındaki gerginliği daha da artırdı. Bu sırada taraflar, gerginleşen ilişkilere siyasi bir çözüm bulma yoluna giderek 1 Aralık 1926 tarihinde Atina da 207

bir antlaşma yaptılar. Buna göre, karma komisyonun belirlediği fiyat üzerinden Batı Trakya da el konulan malların Yunan hükümeti tarafından satın alınması kararlaştırılırken Türkiye ise, 1912 yılından önce memleketi terk eden Rumlara ait emlakı sahiplerine iade edecekti. Bununla birlikte mübadele konusu, 1930 yılına kadar gündemde kalmaya devam etti. Türk - Yunan ilişkilerini etkileyen diğer bir sorun, İstanbul da bulunan Ortodoks Kilisesi patrikliğine Arapoğlu Konstantin in seçilmesi olmuştu. Zira Arapoğlu Konstantin, değişime tabi bir kimseydi ve dönemin Yunan hükümeti, Konstantin in mübâdele dışında tutulmasında ısrar etti. Türkiye ise Konstantin in görevden uzaklaştırılarak yerine başkasının seçilmesini istedi. Herhangi bir uzlaşmanın sağlanamaması üzerine Türk hükümeti, Arapoğlu Konstantin i sınır dışı etti. Bu sırada Konstantin in görevden çekilmesi sonrası mesele çözülerek iki devlet arasındaki gerginlik azaldı ve 1925 yılında Cevat Bey, Türkiye nin Yunanistan daki ilk sefiri olarak Atina ya gönderildi. Fakat Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler, 1930 yılına kadar istenilen seviyeye ulaşamadı. Bu durum, İtalya nın Akdeniz de Türkiye ve Yunanistan ı da içine alan bir dostluk ve ittifak sistemi kurma çabası sebebiyle düzelmeye başladı. İki ülke arasında sürüncemede kalan mübâdele konusu, 10 Haziran 1930 da imzalanan Ankara Antlaşması yla çözümlendi. Bu antlaşma ile yerleşme tarihleri ve doğum yerleri ne olursa olsun İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türklerinin tamamı yerleşmiş sayıldı. Ayrıca her iki ülkenin azınlıklarına ait mallar konusunda da bazı düzenlemeler yapıldı. Aynı yıl Yunan Başbakanı Venizelos un, Türkiye ye gerçekleştirdiği ziyaret sırasında iki devlet arasında birçok yeni antlaşma imzalandı. Bu sırada Yunanistan, her geçen gün artan İtalyan tehlikesi karşısında Türkiye ile birlikte hareket etmeye başlamış ve taraflar arasında Balkan Antantı nın kurulması sırasında iş birliği yapılmıştır. Hatta Venizelos, Atatürk ü Nobel Barış Ödülü ne aday dahi göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı sürecinde de olumlu bir seyir izleyen Türk - Yunan ilişkileri, savaş sonrasında yeniden gerginleşmeye başlamıştır. 8.5. Türk - İtalyan İlişkileri Millî Mücadele dönemindeki Türk - İtalyan ilişkileri, Türk ordusunun kazandığı başarılar ve gelişen şartlar çerçevesinde bazı farklılıklar gösterdi. Ancak İtalya, diğer işgalci devletlerle olan bazı problemlerinin de etkisiyle, Türkiye ye karşı onlardan bağımsız ve olumlu bir politika izlemiş olup birçok durumda, TBMM hükümeti lehine bir tavır sergiledi. İtalyanlar, diğer işgalcilerin yaptıkları gibi baskı ve korku metodunu takip etmeyip kendilerini halka sevdirmek, benimsetmek ve nüfuz etmek yolunu tercih ettiler. Bu bakımdan İtalya, işgalci bir devlet olarak kabul edilmesine rağmen Ankara hükümeti tarafından ehven-i şer olarak kabul edildi. Millî Mücadele döneminde kısmen dostane ilişkiler şeklinde seyreden Türk - İtalyan ilişkileri, Mussolini nin iktidara gelmesiyle birlikte yerini endişe ve tedirginliğe terk etti. Faşist İtalyan yönetiminin yayılmacı açıklama, hedef ve politikaları, Türkiye için her zaman üzerinde dikkatle durulan bir konu oldu. Zira İtalya nın Akdeniz ve çevresindeki yayılmacı siyaseti, komşusu durumundaki Türkiye yi de doğrudan hedef almaktaydı. Bununla beraber 208

Türkiye nin, Lozan sonrası İngiltere ve Fransa ile yaşadığı sorunları düzeltmesinde İtalya nın oluşturduğu tehdidin de önemli bir payı olduğu kabul edilmektedir. Cumhuriyetin ilanının ardından Türkiye ve İtalya arasındaki ilk sıkıntı, İtalya nın 1924 yılı ilkbaharında Sicilya ya yığınak yapıp Rodos a yeni askerî birlikler göndermesi sonucu ortaya çıktı. Musul Meselesi dolayısıyla İstanbul da Türk ve İngiliz yetkilileri arasındaki müzakerelerin devam ettiği bir dönemde meydana gelen bu olay, Türkiye tarafından Güneybatı Anadolu ya karşı bir tehdit ve burayı ele geçirmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirildi. Bunun üzerine İtalyan temsilciler, Rodos taki gövde gösterisinin Türkiye ye yönelik olmadığını beyan ettiler. Bu ortamda Türkiye, üzerinde hissettiği tehdidi ortadan kaldırmak amacıyla İtalya ile bir antlaşma yapma gereğini duydu. Taraflar arasında devam eden müzakereler sonucunda Türkiye-İtalya Tarafsızlık, Uzlaşma ve Yargısal Çözüm Antlaşması, 30 Mayıs 1928 tarihinde imzalandı. 5 maddelik bir metinle 9 maddelik bir protokolden oluşan söz konusu antlaşma uyarınca taraflar, birbirlerine karşı hiçbir siyasi ve iktisadi antlaşmaya katılmayacakları gibi birisinin saldırıya uğraması hâlinde diğer devlet tarafsız kalacaktı. Bunun yanı sıra, iki ülke arasında ortaya çıkacak sorunlar diplomasi yoluyla çözümlenecekti. Ancak bu olmadığı takdirde, yargı yoluna gidilecekti. 1928 tarihli Türk - İtalyan Antlaşması nın imzalanmasına rağmen yine de iki devlet arasındaki ilişkiler dostane bir seyir takip etmedi. Nitekim sonraki dönemlerde derodos ve On İki adadaki askerî düzenlemelerin yanı sıra İtalyan temsilcilerin sert açıklamaları, taraflar arasındaki ilişkileri gerginleştirmeye devam etti. Bununla birlikte İtalya nın yayılmacı politikaları çerçevesinde 1935 te saldırdığı Habeşistan ı zamanla işgal etmesi karşısında Türkiye, Milletler Cemiyeti nin İtalya ya yönelik ambargo kararına iştirak etti. Bilhassa iki taraf arasındaki ekonomik ilişkilerin yüksekliği bakımından bu olay, Türkiye için olumsuz bir sonuç doğurdu. Buna karşın İtalya ise, 1936 yılında Montreux de boğazlarla ilgili yapılan toplantıya katılmadı. 8.6. Türk - Sovyet İlişkileri Millî Mücadele dönemi içerisinde Türk - Sovyet ilişkileri, iki tarafın çıkarları ve beklentileri çerçevesinde şekillendi. Zira ortak düşman olan İtilaf Devletleri ne karşı TBMM hükümetinin yaptığı mücadele, Sovyetlerin de istediği ve işini kolaylaştıran bir durum ortaya çıkarmaktaydı. Neticede her iki tarafın da menfaatine uygun olarak gelişen ilişkiler, bazı dönemler sıkıntı geçirse deikinci Dünya Savaşı na kadar dostane bir şekilde devam etti. Cumhuriyetin ilanın ardından Türkiye, Lozan Antlaşması ndan kalan sorunları çözmeye dayalı bir politika izledi. Ancak Musul Meselesi hakkında İngilizlerle yapılan görüşmelerden bir sonuç alınamaması yanı sıra bu konuda Milletler Cemiyeti nin aldığı olumsuz karar, Türkiye yi Sovyetler Birliği ne daha da yaklaştırmış ve iki devlet arasında 17 Aralık 1925 tarihinde Paris te bir tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre, taraflardan biri saldırıya uğrarsa diğeri tarafsızlığını koruyacaktı. Taraflar birbirlerine saldırıda bulunmayacaklardı. Her iki ülke, diğer devletlerle kendilerine karşı oluşmuş bir ittifak veya siyasi mahiyeti olan herhangi bir antlaşmaya katılmayacaktı. Ayrıca taraflar, antlaşma 209

dışındaki devletler tarafından girişilecek düşmanca bir harekete de iştirak etmeyeceklerdi. Neticede bu antlaşma, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türk - Sovyet dostluğunu sağlamlaştırırken ilerleyen tarihlerde yapılan protokollerle uzatılarak İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar uygulamada kalmıştır. 1925 tarihli antlaşmanın ardından Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ticari uyuşmazlıkları çözmek amacıyla 11 Mart 1927 de Ankara da bir ticaret ve deniz ulaşım antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Sovyetler Birliği, Türkiye den yapacağı ithalata yıllık değer sınırlaması koyduğu gibi Türkiye, Kars ve Artvin dışındaki birkaç şehirde Sovyet ticari temsilciliklerinin kurulması ve bunların bazı diplomatik ayrıcalıklardan yararlanması gibi hususları benimsedi. Aynı zamanda Sovyetler Birliği detürkiye nin isteği üzerine, üçüncü bir devlete gönderilecek malların iki devletin topraklarından gümrüksüz olarak transit geçmesini kabul etti. Antlaşmaya konan bu hüküm, Batum limanının Türkiye tarafından kullanılmasına imkân vermekteydi. Türkiye nin 1929 da Litvinov Silahsızlanma Protokolü ne katılması iki ülkeyi daha da birbirine yaklaştırdı. Ayrıca İsmet Paşa nın 1932 yılında gerçekleştirdiği Moskova ziyaretinde, iki ülke arasındaki ilişkilerin müzakeresiyle birlikte bir kredi antlaşması da imzalandı. Buna göre Türkiye, Rusya dan 8 milyon altın tutarında 20 yıl vadeli ve faizsiz bir kredi temin etmiş olup söz konusu kredi, I. Beş Yıllık Sanayi Planı uyarınca gerekli bazı yatırımlarda kullanıldı. Başlangıçta hem Türkiye hem de Sovyetler, Milletler Cemiyeti ni büyük devletlerin kendilerine karşı yapacakları bir hamlede kullanacakları bir araç olarak görüyorlardı. Bu yüzden Sovyetler Birliği, Milletler Cemiyeti ne girmediği gibi kendisinden uzaklaşacağı düşüncesiyle Türkiye nin de katılmasını istemiyordu. Fakat ilerleyen dönemde Türkiye de, cemiyete katılma yönünde bir eğilim belirdi. Zira Milletler Cemiyeti ne girdiği takdirde toprakları üzerinde emelleri olan İtalya ve Yunanistan a karşı kendisini koruyabileceğini düşünüyordu. Bu bakımdan Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında Milletler Cemiyeti ne üye olma konusunda ortaya çıkan görüş ayrılığı, Türkiye nin ardından Sovyetlerin de cemiyete katılmasıyla birlikte çözümlenmiş oldu. Buna karşın Montreux Boğazlar Sözleşmesi nin imzalanmasından sonra, iki ülke arasındaki dostane ilişkiler yavaş yavaş bozulmaya başladı. Bilhassa 1939 yılında Moskova da yapılan görüşmeler sonrası Türkiye, Sovyet tehdidi ve endişesi ile karşı karşıya kaldı. 8.7. Türkiye nin Milletler Cemiyeti ne Girişi (1932) Yasası, 10 Ocak 1920 tarihinde yürürlüğe giren ve aynı yıl içerisinde çalışmalarına başlayan Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam), Birinci Dünya Savaşı nın galip devletleri tarafından uluslararası barışı korumak, iş birliğini artırmak ve mevcut düzenin korunması gibi amaçlarla kurulmuştu. Lozan Antlaşması nın çerçevesi içinde Türkiye, cemiyetin otorite ve yetkisini fiilen tanımıştı. Fakat İngiltere nin kontrolü altındaki Milletler Cemiyeti ne giriş fikrine, özellikle Musul meselesindeki taraflı tutumu sebebiyle sıcak bakmadı. Ayrıca müttefiki durumunda olan Sovyet Rusya nın, Milletler Cemiyeti ne üye olmaması da bu kuruluştan uzak durmasında etkili oldu. 210

Bununla birlikte 1928 yılından itibaren uluslararası çalışmalarda sıklıkla yer almaya başlayan Türkiye, Briand-Kellogg Paktı na katıldığı gibi Silahsızlanma Konferansı nda da yer aldı. 1931 yılına gelindiğinde ise, Milletler Cemiyeti ne katılma yanlısı bir tutuma yöneldi. Ancak bu konuda Sovyet Rusya nın endişelerini dikkate alarak iki taraf arasındaki antlaşmalardan doğan yükümlülükleri hususunda ona güvence verme gereğini duydu. Türkiye, Mustafa Kemal Paşa nın isteği üzerine, Milletler Cemiyeti ne kendisi başvurarak değil cemiyet tarafından yapılacak bir davetten sonra girmek istiyordu. Bu sırada Milletler Cemiyeti Genel Kurulu, 6 Temmuz 1932 de, Çin-Japon anlaşmazlığını görüşmek üzere olağanüstü bir toplantı yaptı. Toplantıda İspanya nın teklifi ve Yunanistan ın da desteğiyle Türkiye nin üyeliğe davet edilmesi kararlaştırıldı. Kararın Türkiye ye bildirilmesi üzerine, bu davet kabul edildi. Sonuçta Milletler Cemiyeti, 18 Temmuz 1932 de 43 üyesinin oybirliğiyle Türkiye yi üyeliğe kabul etti. Bu şekilde Türkiye, dünya barışına ve uluslararası iş birliğine önem verdiğini bir kere daha göstermiş oldu. 8.8. Balkan Antantı (1934) Türkiye, Millî Mücadele den sonra barışın korunması ve bölgesel ittifaklara dayalı bir dış siyaset takip etti. Bilhassa bölgesinde bulunan devletlerle olumlu ilişkiler kurmak amacıyla 15 Aralık 1923 te Arnavutluk, 18 Ekim 1925 te Bulgaristan ve 25 Ekim 1925 te Yugoslavya ile birer dostluk antlaşması imzaladı. Bu ortamda, dünyadaki siyasi gelişmelerin yanı sıra 1930 yılından itibaren yaşanan Türk - Yunan yakınlaşması, Balkan devletleri arasındaki yakınlaşmanın ve iş birliğinin önünü açtı. 6-10 Ekim 1929 tarihleri arasında Milletlerarası Barış Bürosu nun Atina da düzenlediği Evrensel Barış Kongresi nde Yunanistan ın eski başbakanlarından Papanastasiyu, bir Balkan birliği kurulması önerisinde bulundu. Bunun ardından 5 Ekim 1930 tarihinde Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında gerçekleştirilen ilk Balkan ülkeleri konferansını benzer toplantılar takip etti. Balkan ülkeleri arasında iş birliği yapılmasına yönelik bu toplantılar zamanla Balkan ittifakı kurulması çalışmalarına yöneldi. Ancak Arnavutluk ve Bulgaristan gibi ülkelerin Balkanlardaki statükoyu değiştirme yanlısı tutumları, birliğe katılmak istememeleri sonucunu doğurdu. Nihayetinde Türkiye, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya temsilcilerinin 9 Şubat 1934 tarihli toplantısında Balkan Antantı nın kurulması kararlaştırıldı. Balkan Antantı, üye devletler açısından birbirlerinin sınırlarını korumayı ve Balkanlarda mevcut durumu değiştirmek isteyen ülkelere karşı önlem almayı öngörüyordu. Ayrıca taraflar, bu antlaşmayı imzalamamış olan başka bir Balkan devletine karşı birbirine haber vermeden herhangi bir siyasi harekette bulunmamayı ve yükümlülük altına girmemeyi garanti ediyorlardı. Antant, Balkanlarda mevcut durumun korunmasına, üyeler arasında iş birliğinin sağlanmasına ve dünya barışına katkıda bulunmaya yönelikti. Bununla birlikte Türkiye, Sovyetler açısından ve Yunanistan ise İtalya ile ilgili çekincelerini ortaya koymuşlar ve antanta katılmış olmakla, bu devletlerle bir savaşa girişemeyeceklerini belirtmişlerdi. 211

Bu şekilde meydana getirilen Balkan Antantı ile birlikte, siyasi alanda bazı menfaatler de elde edildi. Örneğin İtalya nın Habeşistan a saldırısı üzerine Milletler Cemiyeti kararlarına birlik hâlinde iştirak eden üyeler, Montreux Boğazlar Sözleşmesi nde de Türkiye yi desteklediler. Aynı zamanda Balkan Antantı, yürürlükte kaldığı süre boyunca, Türkiye nin batı sınırlarının güvence altına alınmasında etkili oldu. Fakat antant, gerek oluşum gerekse dayanıklılık açısından Türkiye nin beklediği seviyenin altında kaldı. Bu meyanda antant, büyük devletlerin iktisadi ve siyasi yayılma girişimleri karşısında çok geçmeden çözülmeye başladı. Yugoslavya nın Bulgaristan ve İtalya ile dostluk antlaşmaları imzalaması, Yunanistan ın İtalya ya yaklaşması ve hem Türkiye nin hem de Yunanistan ın daha başlangıçta ifade ettikleri çekinceler, Balkan Antantı nı giderek zayıflattı. Bundan sonra Balkan Antantı nı yıkan olaylar süratle gelişmiş ve antant üyeleri son toplantılarını 1940 yılında Belgrad da icra etmişlerdir. 8.9. Montreux Boğazlar Sözleşmesi (1936) 20. yüzyıl başlarına kadar Boğazlar, tartışmasız bir şekilde Osmanlı egemenliğindeydi. Lozan Konferansı sırasında Türkiye ile galip devletler arasında bir boğazlar sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme, Türkiye nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını kısıtlıyordu. Boğazlar, askerden ve silahtan arındırıldığı gibi uluslararası bir Boğazlar Komisyonu kurularak Çanakkale ile İstanbul Boğazları nın kontrol ve yönetimi adı geçen komisyona bırakılmıştı. Barış zamanında bütün gemilerin geçişlerinin serbest olduğu boğazlardan, savaş zamanındaki geçişlerde Türkiye nin durumuna göre bazı kısıtlamalar getirilmişti. Aynı zamanda boğazlarla ilgili bir tehlikenin ortaya çıkması hâlinde Milletler Cemiyeti, Türkiye ye teminat veriyordu. 1923-1936 yılları arasındaki uluslararası kontrol döneminde İstanbul ve Çanakkale Boğazları, sıkıntılı bir sürece sahne oldu. Başkanının bir Türk olmasına rağmen boğazlar komisyonundaki yabancı üyeler, İngiliz temsilcinin yönlendirmelerine muhatap oldular. Ayrıca Lozan da imzaladığı boğazlar sözleşmesini daha sonra onaylamayan Sovyetlerin bu komisyonda yer almaması, Türkiye nin yalnız kalması sonucunu doğurdu. Boğazlar Komisyonu nun üyeleri, mukavelede açık olarak ifade edilmeyen veya yer bulmayan hususlarda, Türkiye nin menfaatlerine zarar verebilecek bir eğilim sergilemişlerdi. Bununla birlikte dönemin hükümetleri, imkânlar ölçüsünde, Boğazlar Komisyonu nun olumsuz faaliyetlerine engel olmak ve boğazların savunması yolunda bazı tedbirler almak gibi çeşitli girişimlerde bulundular. Türkiye, boğazlar üzerindeki egemenliğini sınırlayan söz konusu sözleşmeyi, Lozan da kabul etmek zorunda kalmıştı. Ancak zaman içerisinde Milletler Cemiyeti, kendisinden beklenen güvenlik sistemini başarıyla gerçekleştiremedi. Aynı zamanda Almanya, İtalya ve Japonya gibi devletlerin yayılmacı emelleri, giderek tehlikeli boyutlara ulaşmaktaydı. Dünya barışını tehlikeye sokan bu gelişmeler karşısında Milletler Cemiyeti ne karşı sorumlu olan Boğazlar Komisyonu nun yönettiği ve silahtan arındırılan İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Türkiye nin güvenliğini tehlikeye atan bir durum ortaya çıkarmaktaydı. Neticede Türkiye, uluslararası ilişkilerde yaşanan bu gergin ortamı değerlendirerek Boğazlar Sözleşmesi ni imzalayan ülkelere bir çağrıda bulundu. 11 Nisan 1936 tarihinde yayınlanan notada, şartların 212

değiştiği beyan edilip Boğazların silahlandırılması ve Boğazlar Komisyonu nun kaldırılması talep edildi. Bu istek, İtalya dışında bütün taraf devletler tarafından olumlu karşılandı. 22 Haziran 1936 tarihinde İngiltere, Fransa, Bulgaristan, Yunanistan, Sovyet Rusya, Japonya, Romanya ve Yugoslavya temsilcileri İsviçre nin Montreux şehrinde bir araya geldiler. Türkiye, konferansta 13 maddeden oluşan tezini ileri sürerek Boğazlar üzerindeki tam egemenliğinin gerçekleştirilmesini istedi. Türkiye nin tezine karşılık İngiltere ve Sovyet Rusya da birer tez ortaya attılar. Müzakere sürecinde İngiltere, Sovyet Rusya nın Boğazlarda ayrıcalık elde etmek istemesi sebebiyle Türk tezine destek verdi ve hazırlanan sözleşmede, Türkiye nin istediği bazı önemli değişiklikler dikkate alındı. Sonuçta 20 Temmuz 1936 tarihinde 29 madde, 4 ek ve bir protokolden oluşan Montreux [Montrö] Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. Montreux Boğazlar Sözleşmesi uyarınca, Boğazlar Komisyonu ve boğazların askerden arındırılması gibi şartlar kaldırıldı. Ticaret gemileri için tam bir geçiş serbestliği sağlandı. Boğazlardan geçiş ve deniz taşımacılığı, Türkiye ve Karadeniz e kıyısı olan devletlerin güvenliğini koruyacak şekilde düzenlendi. Karadeniz e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine cins, tonaj ve büyüklük gibi sınırlamalar getirilirken Karadeniz e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerinin geçişlerinde ise serbestlik tanındı. Sözleşmenin yürürlük süresi 20 yıl olarak belirlendi. Bununla beraber, sürenin bitiminden en az iki yıl önce taraflardan hiçbiri sözleşmenin feshini istemezse süre kendiliğinden uzayacaktı. Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye de büyük bir mutluluğa sebep olurken diplomatik bir zafer olarak da kabul edildi. Bu sözleşmeyle birlikte, Türkiye nin Boğazlar üzerindeki egemenliği temin edildi ve boğazların güvenliği Türkiye ye bırakıldı. Yürürlük süresinin 1956 yılında sona ermesi gerektiği hâlde taraflardan hiçbirinin fesih istememesinden dolayı Montreux Boğazlar Sözleşmesi, günümüzde de yürürlüğünü devam ettirmektedir. 8.10. Sadabad Paktı (1937) Türkiye, Batılı devletlerle ilişkilerini geliştirirken İslam ülkeleriyle de iyi ilişkiler kurmaya gayret etti. Böylece hem Batı da hem de Doğu da bir güvenlik kuşağı oluşturmuş olacaktı. 30 Haziran 1930 da imzalanan İngiltere - Irak İttifak Antlaşması, Irak ın bağımsız bir devlet olmasını sağladı. Ardından Irak Kralı Faysal, 6-7 Haziran 1931 de Türkiye yi ziyaret etti. 1933 yılında İran ile Irak arasında yaşanan yakınlaşma, Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin gelişmesine yol açtı. Bir yıl sonra ise, İran Şahı Rıza Pehlevi Türkiye ye bir ziyaret düzenledi. Bütün bu gelişmeler Türkiye, İran ve Irak ı birbirine yaklaştırdı. Bununla birlikte üç devleti bölgesel iş birliği çabalarına yönelten en önemli etken, İtalya nın yayılmacı idealleri çerçevesindeki Orta Doğu politikası olmuştu. Sonuçta bu üç ülke, 2 Ekim 1935 te Cenevre de bir araya gelerek üçlü bir antlaşma yaptılar. Bir süre sonra Afganistan da bu antlaşmaya katıldı. Nihayetinde 8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran daki Sadabad Sarayı nda bir araya gelen Türkiye, İran, Irak ve Afganistan temsilcileri, Sadabad Paktı nı imzaladılar. Beş yıl süreli bu pakta göre üye ülkeler, sınırlara saygı göstermeye, dostluk ilişkilerini devam ettirmeye, 213

birbirlerine saldırmamaya, birbirlerinin içişlerine karışmamaya ve Briand-Kellogg Paktı ndaki esaslara uymaya söz verdiler. Neticede hukuki açıdan İkinci Dünya Savaşı ndan sonra da varlığını korumuş olan Sadabad Paktı, 1955 te Bağdat Paktı nın kurulması üzerine değerini yitirirken Afganistan da komünist bir rejimin ortaya çıkması ve ardından İran ile Irak ın savaşa tutuşmasıyla birlikte ortadan kalktı. Bununla birlikte Türkiye, diğer Orta Doğu ülkeleriyle de ikili ilişkilerini geliştirmeye önem verdi. Bu meyanda, 7 Nisan 1937 de Mısır ile bir dostluk antlaşması imzalanırken Ürdün Kralı Abdullah, Atatürk ün misafiri olarak 31 Mayıs - 8 Haziran 1937 tarihleri arasında Türkiye ye geldi. Ne var ki tüm bu çabalara rağmen Arap ülkelerinin tam bağımsız olmaması, taraflar arasında sağlıklı ilişkiler kurulmasına engel oldu. 8.11. Hatay ın Anavatana Katılması İskenderun Sancağı, Mondros Mütarekesi nden sonra işgal edildiği için Misak-ı Millî sınırları içerisine dâhildir. 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması nda İskenderun Sancağı na özel bir statü verilerek Fransız mandasındaki Suriye ye bırakıldı. Aynı zamanda buradaki Türklerin haklarının korunmasına ve Türk kültürünün yaşatılmasına özen gösterilmesi gibi hususlar da antlaşmada yer aldı. Lozan Antlaşması nda da benimsenen bu statü, başlangıcından itibaren bölge halkı ve Türkiye tarafından tasvip edilmedi. 1925 yılında Suriye de bazı güçlüklerle karşılaşan Fransız hükümeti, M. De Jouvenel i yüksek komiser olarak tayin etti. De Jouvenel in bölgede izlediği liberal politika, Suriye ve İskenderun da yaşayanlar tarafından kendilerine muhtariyet verileceği umudunu doğurdu. Nitekim Ocak 1926 da sancağın Suriye meclisindeki temsilcileri, Suriye den ayrılıp doğrudan doğruya Fransız yüksek komiserliğine bağlanmayı talep ettiler. Bu isteği kabul eden Fransa, İskenderun Sancağı temsilcilerinin ayrı bir meclis kurmalarına izin verdi. Sancak temsilcilerinin oluşturduğu meclis ise, Mart 1926 da bir anayasa hazırlayarak sancağın bağımsızlığını ilan etti. Fakat bu bağımsızlık ilanına, Suriye makamları büyük tepki gösterdiler. Bunun üzerine Fransızların aracılığıyla Suriye hükümeti ile sancak temsilcileri arasında yapılan görüşmeler sonunda sancak meclisi kararından dönerek İskenderun un Suriye içerisinde muhtar bir bölge olarak kalmasını kabullendi. 1936 yılına gelindiğinde, Hatay Sorunu nda yeni bir gelişme ortaya çıktı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı na doğru gidilen bu süreçte Fransa, Suriye üzerindeki mandaterliğini kaldırdı ve yaptığı bir antlaşmayla beraber, İskenderun daki tüm yetki ve haklarını Suriye ye devretti. Fakat Türkiye, bu duruma sert bir karşılık vererek Fransa dan İskenderun Sancağı na da bağımsızlık vermesini istedi. Bunun üzerine Fransız hükümeti, böyle bir karara yetkili olmadığını ve Milletler Cemiyeti ne başvurulmasını teklif etti. 14 Aralık 1936 tarihinde sancak konusunu ele alan Milletler Cemiyeti, incelemelerde bulunması için 3 kişilik bir komisyon kurulmasına karar verdi. Sonuçta cemiyet genel kurulunda İngiltere nin de desteğiyle Türkiye nin tezleri kabul edilerek İskenderun a özel bir statü verildi. Buna göre sancak, içişlerinde serbest olup dış işlerinde Suriye ye bağlı bir hâle getirildi. Resmî dili Türkçe idi ve 214

bir anayasası olacaktı. Anayasa, Türkiye ile Fransa arasındaki bir antlaşmayla güvence altına alınacaktı. Sancak anayasasının Milletler Cemiyeti tarafından kabulünden sonra yeni Türkiye- Suriye sınırı da çizilmiş oldu. Ancak bu sırada bölgede başlayan karışıklıklar sonucunda, taraflar arasındaki ilişkiler yeniden gerginleşti. Mustafa Kemal Paşa, Adana gezisi sırasında kendisini karşılayan Antakyalılara Kırk asırlık Türk yurdunun düşman elinde kalamayacağını söyleyerek Türkiye nin bölgeye yönelik tavrını ve arzusunu ortaya koydu. Bu sırada 2.500 mevcudu Türk askerlerinden oluşan 6.000 kişilik bir kuvvet oluşturulup asayişin sağlanması amacıyla bölgede görevlendirildi. 1938 yılında yapılan seçimlerde, sancak meclisindeki 40 milletvekilliğinden 22 sini Türkler kazandı. Bundan sonra devletin resmî adı Hatay ve rejimi ise cumhuriyet olarak belirlendi. Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen, Başbakanlığa ise Abdurrahman Melek seçildi. Ardından Hatay Millet Meclisi, oy birliğiyle Türkiye ye katılma kararı aldı ve 23 Temmuz 1939 da Hatay, Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına dâhil oldu. Böylece M. Kemal Atatürk ün gerçekçi, kararlı ve akılcı politikasıyla birlikte Avrupa nın içinde bulunduğu durum ve İngiltere nin Türkiye ye verdiği destek gibi faktörlerin etkisiyle, diplomatik alanda büyük bir başarı kazanıldı. Aynı zamanda Lozan Antlaşması nda Misak-ı Milli den verilen bir taviz de Türkiye lehine çözümlenmiş oldu. 8.12. İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye Cumhuriyetin ilanının ardından Türkiye, öncelikle Lozan dan arta kalan sorunlarını halletme mücadelesi verdi. Bunun yanı sıra, silahsızlanma hareketlerini destekleyerek barışın korunmasına ve mevcut durumun devamına yönelik politikalar benimsedi. Zaman içerisinde Milletler Cemiyeti ne girdiği gibi Balkan Antantı ve Sadabad Paktı nın kurulmasına da öncülük etti. Aynı dönemde Sovyet Rusya, Türkiye nin Almanya ve Fransa ya yaklaşmasını istemiyordu. Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu nun 1939 yılının Eylül-Ekim aylarında gerçekleştirdiği Moskova ziyaretinde Sovyetler, Türk heyetinden çok ağır taleplerde bulundular. Söz konusu görüşmelerde Sovyet tarafının boğazların ortak savunulması ve Montreux Boğazlar Sözleşmesi nde değişiklik yapılması gibi talepleri karşısında Türk temsilciler, bu istekleri kabul etmedi. Bu durum, Türkiye ile Sovyet Rusya ilişkilerinde belirsizlik ve endişe ortamı oluşmasına neden oldu. 1930 lu yıllar içerisinde Türkiye, Almanya ve İtalya gibi yayılmacı hedefler peşinde koşan devletlere karşı İngiltere ve Fransa ile olan ilişkilerini geliştirme yoluna gitti. Bir süredir devam eden görüşmeler neticesinde Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında 19 Ekim 1939 da bir ittifak antlaşması yapıldı. Bu ittifak uyarınca İngiltere ve Fransa ya bir Avrupa devletinin saldırısı hâlinde veya İngiltere ve Fransa nın katıldığı bir savaşın Akdeniz e yayılması durumunda adı geçen iki ülke, Türkiye ye destek verecekti. Buna karşın Türkiye ise, onların yanında savaşa girecekti. Türkiye, İngiltere ve Fransa arasındaki ittifak görüşmelerinin devam ettiği sırada Alman ordularının Polonya sınırını geçmeleri üzerine İngiltere ve Fransa, Almanya ya savaş ilan ettiler. Böylece İkinci Dünya Savaşı da başlamış oldu. Türkiye, savaşın başlarında tarafsız kalmaya büyük özen gösterdi. 215

1940 Haziran ayında İtalya nın, Almanya nın yanında ve Mihver devletleri bloğunda savaşa girmesi üzerine İngiltere ve Fransa, yaptıkları ittifaka dayanarak Türkiye nin savaşa katılmasını istedi. Zira taraflar arasındaki ittifak, Türkiye nin savaşa girmesini gerektiriyordu. Fakat Türkiye, kendisine vaat edilen mühimmatın verilmemesi gibi bazı gerekçeler ileri sürerek savaş dışı kalmaya devam etti. Zaten müttefiklerden biri olan Fransa nın, Almanya ile mütareke imzalaması da İngiltere nin bu konuda ısrarcı olmasını önledi. Bu sırada Almanların Balkanlar a inmesinin ardından Türkiye ile Almanya arasında bir saldırmazlık antlaşması imzalandı. Türkiye nin Almanya ile bir saldırmazlık antlaşması imzalaması, müttefik devletler tarafından hiç hoş karşılanmadığı gibi ona krom satması da müttefikleri rahatsız ediyordu. Üstelik Türk - Alman antlaşmasından dört gün sonra Almanya, Sovyetlere de savaş ilan etti. Bu ortamda müttefikler, Türkiye nin kendi yanlarında savaşa katılması için yaptıkları baskıyı arttırdılar. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill arasında 30 Ocak - 1 Şubat 1943 tarihleri arasında Adana da yapılan görüşmelerde, en geç 1943 yılı sonuna kadar Türkiye nin savaşa katılması istendi. Türkiye ise, savaş için gerekli araç-gereç eksikliğinin tamamlanması isteğiyle birlikte Almanya nın yenilmesi hâlinde Sovyetlerin Avrupa ya hâkim olacağı endişesini ileri sürdü. Bundan dolayı İ. İnönü, Türk sınırlarının güvenceye alınmasını ve askerî ihtiyaçların giderilmesini talep etti. Adana Görüşmeleri sonunda, Türkiye nin askerî bakımdan desteklenmesi kararlaştırılmasına rağmen Türkiye nin isteklerini karşılayamayan müttefik devletler, yine de savaşa girme konusunda ısrarcı olmaya devam ettiler. Sovyetlerin de isteğiyle müttefikler, Türk hava sahasını kullanmak istiyorlardı. Türkiye ise müttefiklere üs vermektense savaşa katılmayı tercih edeceğini bildirdi. Türkiye nin savaşa girdiği takdirde silah ve ordusunun diğer ihtiyaçlarının da karşılanmasını isteyeceğini bilen İngiltere, hava sahasını kullanmaktan ziyade yalnızca üs verilmesini talep etti. Bu sırada 4-7 Aralık 1943 tarihleri arasında Cumhurbaşkanı İ. İnönü, İngiltere Başbakanı W. Churchill ve ABD Başkanı F. Roosevelt arasında Kahire de yapılan görüşmelerde, Türkiye nin savaşa katılması konusu masaya yatırıldı. Israrlar karşısında İ. İnönü, Türkiye nin savaşa girmesini prensipte kabul etti. Bununla birlikte, Türk ordusunun eksikliklerinin giderilmesi isteğini yineledi ve eksiklikler giderilmeden savaşa giremeyeceğini kararlı bir şekilde vurguladı. Talep edilenler arasında 7.000 kamyon, 2.000 traktör, 300 uçak ve binlerce uçaksavar yer alıyordu. İngiliz heyetinin, Türkiye nin fazla silah istediğini öne sürmesi üzerine iki taraf arasında devam eden yardım görüşmeleri kesildi. Savaşın sonunun yaklaştığı bir dönemde Türkiye, 23 Şubat 1945 te, Almanya ve Japonya ya savaş ilan ederek İkinci Dünya Savaşı na müttefikler yanında dâhil oldu. Bu şekilde, savaş sonrası Yeni Dünya Düzeni ni kuracak olan San Francisco Konferansı na katılabilme hakkını elde etti. Ancak tam da bu dönemde, 19 Mart 1945 günü, Sovyet Dışişleri komiseri Molotov, Moskova Büyükelçisi Selim Sarper ile yaptığı bir görüşmede, 1925 tarihli Türk - Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması nı savaş şartlarında meydana gelen derin değişikliklerden dolayı feshetmek istediklerini bildirdi. Söz konusu durum, Sovyetlerin istek ve düşüncelerini göstermesi açısından, Türkiye için 1939 dan sonraki ikinci aşamaydı. Bunun ardından dönemin Şükrü Saraçoğlu hükümeti, antlaşmanın yenilenmesi amacıyla Sovyetlerin ne gibi talepleri olduğunu öğrenmek istedi. Haziran ayında S. Sarper ile bir görüşme daha yapan 216

Molotov, yeni bir paktın imzalanmasından önce bazı sorunların çözümlenmesi gerektiğini söyleyerek Türk - Rus sınırlarında değişiklik, herhangi bir saldırı karşısında ortak savunmayı sağlamak üzere boğazlarda Sovyetlere üs verilmesi ve Montreux Boğazlar Sözleşmesi nin yeniden gözden geçirilmesi prensibi üzerinde iki hükümet arasında bir antlaşma yapılması gibi taleplerde bulundu. Sonuç olarak savaşın büyük bir felaket olduğunu bilen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Türkiye nin İkinci Dünya Savaşı boyunca tarafsızlığını koruyarak savaş dışı kalma başarısını gösterdiler. Ne var ki Türkiye, dışında kalmasına rağmen savaşın sıkıntılarını büyük oranda yaşadı. Herhangi bir saldırı olabileceği endişesiyle 1 milyonun üzerinde insan silahaltına alındı. Büyük kentlerde karartma uygulandı. Ekonomi bozulduğu gibi enflasyon yükseldi; ekmek ve şeker gibi temel gıda maddeleri karneyle dağıtıldı. Bu sıkıntıları gidermek için TBMM, 18 Ocak 1940 tarihinde Millî Korunma Kanunu nu kabul etti. Ekonominin her alanına müdahale hakkı veren Millî Korunma Kanunu ile birlikte vatandaşlara yeni yükümlülükler getirildi. 11 Kasım 1942 de servet üzerinden alınan Varlık Vergisi Kanunu çıkarıldı. Bu vergiyle Türkiye de yaklaşık 315 milyon lira gelir elde edildi. Ayrıca 7 Haziran 1943 te çıkarılan Toprak Mahsulleri Vergisi ile de çiftçiye ağır yükümlülükler getirildi. 217

. Uygulamalar 1) Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde Türkiye nin komşusu bulunan devletleri, bir harita üzerinde inceleyerek karşılaştırınız. 2) Atatürk dönemi Türk dış politikasını, devletler ve konular açısından ayrı ayrı inceleyiniz. 3) Atatürk dönemi Türk dış politikası ile ilgili en az bir film veya belgesel izleyiniz. (İnternet ortamından yasal olarak kullanıma açık bu konuyla ilgili belgesellere ulaşmanız mümkündür.) 218

Uygulama Soruları 1) Osmanlı dan Cumhuriyet e boğazlar sorunu hakkında bilgi veriniz. 2) Musul Sorunu nu gelişim süreci ile birlikte değerlendiriniz. 3) Atatürk dönemi Türk dış politikasındaki temel ilkeleri açıklayınız. 4) 1923-1938 yılları arasında Türkiye nin katıldığı uluslararası teşkilatlanmalar hakkında bilgi veriniz. 5) İkinci Dünya Savaşı sürecindeki Türk dış politikasını değerlendiriniz. 219

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti 1) Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasi alanlarda köklü değişikliklerle millî bir devlet olarak çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkma idealini benimsemiştir. 2) Türk dış politikasında genel hatlarıyla gerçekçilik, bağımsızlık, barışçılık, batıcılık, akılcılık, güvenlik politikası ve ittifaklar sistemi gibi ilkeler geçerli olmuştur. 3) Millî Mücadele döneminin dış politikadaki temel hedefi, Türk devleti ve milletinin uluslararası alanda bağımsızlığının ve varlığının tanıtılması olmuştur. 4) Misak-ı Milli nin gerçekleşmesini Lozan da büyük oranda sağlayarak millî çıkarlardan taviz vermeden yalnızlık politikasından kurtulmaya ve yayılmacı olmayan batılı devletlerle iyi ilişkiler kurmaya gayret göstermiştir. 5) Aslında 1923-1930 yılları arasında Lozan Antlaşması nın bıraktığı sorunlar çözülmeye çalışılmıştır. 6) 1930 dan sonraki yıllarda ise Milletler Cemiyeti ne Giriş, Balkan Antantı, Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Sadabad Paktı ve Hatay Sorunu gibi gelişmeler meydana gelmiştir. Ardından başlayan İkinci Dünya Savaşı nda ise, tarafsız bir politika izlenmeye çalışılmıştır. 220

Bölüm Soruları 1) Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi, kaç yılında imzalanmıştır? a) 1928 b) 1932 c) 1934 d) 1936 e) 1937 2) 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması, Türkiye ile hangi ülke arasında imzalanmıştır? a) İngiltere b) Rusya c) Almanya d) Fransa e) İtalya 3) I. Bağımsızlık II. Gerçekçilik III. Barışçılık Yukarıdakilerden hangisi, 1920-1945 yılları arasındaki Türk dış politikasının temel nitelikleri arasında gösterilebilir? a) Yalnız I b) Yalnız II c) Yalnız III d) I ve III e) I, II ve III 221

4) Aşağıdakilerden hangisi, Türkiye nin Milletler Cemiyeti ne üye olduğu yıldır? a) 1923 b) 1932 c) 1934 d) 1936 e) 1937 5) Türkiye ile Yunanistan arasındaki mübadele sorununu çözümlendiren 10 Haziran 1930 tarihli antlaşma aşağıdakilerden hangisidir? a) Moskova Antlaşması b) Mondros Ateşkes Antlaşması c) Ankara Antlaşması d) Montreux Boğazlar Sözleşmesi e) Adana Görüşmeleri Cevaplar 1) d, 2) d, 3) e, 4) b, 5) c 222

Bölüm Kaynakçası AKŞİN Aptülahat, Atatürk ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Ankara 1991. ARMAOĞLU Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, İstanbul 2010. Atatürk ve Türk İnkılap Tarihi, (Ed.Fatma Acun), Ankara 2010. BOZKURT Abdurrahman, Türk Boğazlarında Uluslararası Kontrol (1918-1936), İstanbul 2014. ÇAĞLAR Günay, Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasının Temel İlkeleri, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S.15, Erzurum 2000, s.317-322. ÇELEBİ Mevlüt, Atatürk Dönemi Dış Politikasında İtalya Faktörü (1923-1938), Türkler, (Ed.Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), C.16, Ankara 2002, s.661-671. GÖNLÜBOL Mehmet - Ömer Kürkçüoğlu, Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasına Genel Bir Bakış, Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası-Makaleler-, (Yay. Haz. Berna Türkdoğan), Ankara 2000, s.3-27. GÜRÜN Kamuran, Türk - Sovyet İlişkileri (1920-1953), Ankara 1991. KODAL Tahir, Yakın Dönem Türk Politik Tarihi, Ankara 2006. KÜRKÇÜOĞLU Ömer, Türk - İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara 1978. Montreux Boğazlar Konferansı Tutanaklar Belgeler, (Çev. Seha L. Meray, Osman Olcay), Ankara 1976. ÖKSÜZ Hikmet, Atatürk Döneminde Balkan Politikası (1923-1938), Türkler, (Ed.Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), C.16, Ankara 2002, s.625-642. SOYSAL İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları İle Birlikte Türkiye nin Siyasal Andlaşmaları (1920-1945), C.I, Ankara 2000. Türk Dış Politikası, C.II, (Ed.Baskın Oran), İstanbul 2001. Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, C.II, (Durmuş Yalçın vd.), ATAM, Ankara 2002. 2009. YEL Selma, Değişen Dünya Şartlarında Karadeniz ve Boğazlar Meselesi, Ankara 223

9. ÇOK PARTİLİ DÖNEMİN EKONOMİ POLİTİKALARI (1950-2010) 224

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? İkinci Dünya Savaşı esnasında uygulanan aşırı devletçi politikalara, refah ve enflasyondaki olumsuz gelişmeler de eklenince geniş halk kesimleri üzerinde büyük bir tepki oluşmuştu. Türkiye nin savaş sonrasında oluşan iki bloklu yapıda tercihini batıdan yana kullanmasıyla da bu politikaların yerine daha liberal yeni politikalara geçiş süreci hızlanmıştır. 1950-1960 yılları arasında Demokrat Parti nin uyguladığı politikaların temel özelliklerini 4 başlık altında özetlemek mümkündür: a. Tarım sektörüne öncelik tanınarak dış yardımların da desteğiyle tarımsal mekanizasyonun artırılması hedeflenmiştir. b. Sanayi sektörüne tanınan kamusal ayrıcalıklara son verilerek özel sektöre devredilmesi planlanmıştır. c. Dış ekonomik ilişkilerde daha serbest politikalar uygulanmış, yabancı sermaye teşvik edilmeye çalışılmıştır. d. 1954 sonrasında ortaya çıkan ekonomik istikrarsızlıkları gidermek üzere devlet müdahalelerine geri dönülmüştür. 1950 li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan ekonomik darboğazların giderilmesi konusunda geniş kesimlerin üzerinde ittifakla kabul ettiği görüş plancılıktır. Sanayiciler, bürokrasi, dış kredi çevreleri ve akademik kesim, plancılık sayesinde ekonomik istikrarsızların önüne geçileceği beklentisi içerisine girmişler ve 27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra Türkiye planlı kalkınma hamlesi başlatmıştır. Türk plancılığının temel özellikleri şunlardır: a) Doktriner değil pragmatik amaçlıdır. b)yüksek büyüme hızı ve sanayileşme öncelikli hedeftir. c) Türkiye nin dışa bağımlılığını ortadan kaldırmaya yönelik olarak ithal ikameci bir sanayileşme stratejisi öngörülmektedir. d) Planlarda kamu kesimi yatırımlar yoluyla doğrudan, özel kesim ise teşvik, özendirme ve koruma politikaları yoluyla makroekonomik yapının tümü planlanmaktadır. e) Planlarda amaç bolluğu söz konusudur. İttihat ve Terakki yle başlayan millî burjuva yetiştirme hedefi, 1960 lı yıllarda meyvesini vermiştir. 1950 li yıllarda zenginleşen büyük toprak sahipleri, yabancı şirketlerin temsilciliğini alan tüccarlar, genişleyen eğitilmiş insan gücü tabanından gelen meslek sahipleri yeni sanayi burjuvazisini oluşturmuştur. Ancak ithal ikamesine dayalı sanayileşme politikası, rekabetçi olmayan, geri teknoloji kullanan, ölçek ekonomilerinden yararlanamayan ve eksik kapasite ile çalışan, rekabet ve maliyet endişesinden uzak yer seçimi yapan bir sanayi ortaya çıkarmıştır. 225

1980 lere gelindiğinde sanayinin ithal girdi talebinin giderek artması, kalkınma planlarının en temel amacı olan ekonominin dışa bağımlılıktan kurtulması hedefinin tam aksi yönde bir sonuç meydana getirmiştir. Türkiye nin bu krizi atlatmaya yönelik çabaları sonuç vermeyince, ekonomide radikal dönüşümleri ve Neo-Liberal bir iktisat felsefesini içeren kararlar 24 Ocak 1980 de kabul ederek uygulamaya sokmuştur. 24 Ocak 1980 kararları; kamunun ekonomideki etkinliğine son vererek piyasa mekanizmasının işlerliğini sağlamak, enflasyonist eğilimleri kırmaya yönelik olarak toplam talebi kısmak ve devalüasyon yoluyla dış ödemeler dengesi açıklarının kapatılmasıdır. 1980 sonrasında kamu sektörü adım adım sanayiden çekilmeye başlamış ve 2000 li yıllarda bu süreç hızlanmıştır. Sanayileşme sürecinin özel sektöre bırakıldığı bu dönemde üretimin yanı sıra ihracatın da ithalata bağımlılığı devam etmiştir. Ara ve yatırım malı gereksinimi Türkiye nin dış ticaret açığını artırmıştır. 226

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular 1) Planlı kalkınma modeline geçilmesinin sebepleri nelerdir? 2) Planlar, Türkiye nin sanayileşme hedeflerine ulaştırmış mıdır? 3) 24 Ocak 1980 kararlarının özellikleri nelerdir? 4) Ekonomik krizler Türkiye nin kaderi midir? 227

Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde edileceği veya geliştirileceği 1950-1960 Demokrat Parti Dönemi Demokrat Parti dönemindeki iki alt dönemi karşılaştırabilme 1950-1960 Demokrat Parti dönemini okuyarak 1960-1980 Planlı Kalkınma Dönemi Planlı kalkınma hamlesinin sebep ve sonuçlarını açıklayabilme Planlamaya geçişin nedenlerini ve sonuçlarını araştırarak Sanayi Sektörünün Gelişimi ve Özellikleri Sanayileşme politikalarındaki değişim ve sonuçlarını tartışabilme Sanayileşme politikalarındaki dönüşümü araştırarak Tarımsal Yapıda Dönüşüm Tarımsal politikalardaki dönüşümü izleyebilme Tarıma yönelik alternatif politikaları karşılaştırarak Ekonomik Krizler ve İstikrar Programları Krizlerin nedenleri ve sonuçlarını karşılaştırabilme Türkiye de yaşanan krizlerin nedenlerini araştırarak 228

Anahtar Kavramlar Devlet Planlama Teşkilatı Kalkınma Planları 24 Ocak 1980 Kararları İhracata Dönük Sanayileşme Ekonomik Krizler ve İstikrar Programları Tarım Politikaları 229

Giriş Çok partili dönemde uygulanan ekonomik politikalar ve gösterilen performanslar homojen olmaktan uzaktır. 1950 yılından itibaren çok farklı uygulamalara sahne olan ekonomik yaşam, birbirinden farklı ekonomik tercihlere ve krizlere sahne olmuştur. Bu süreçlerde iç dinamikler kadar dış dinamiklerin de rolü söz konusudur. Türkiye nin çok partili yaşamı birden fazla politika tercihlerine konu olduğundan 1950 yılından günümüze kadar geçen süreyi dönemlere ayırmak ve her bir dönemi kendi içinde iktisadi analize tabi tutmak yerinde olacaktır. Türkiye nin çok partili siyasal yaşama geçtiği 1950 yılı önemli bir tarih olmasına rağmen Demokrat Parti nin ekonomik uygulamaları iki alt dönemde incelenebilir. Serbestleşme ve genişleme yılları olarak ifade edebileceğimiz 1950-1954 yılları özellikle tarım kesiminin refahını önemli ölçüde artırmış ve bundan sonraki yıllarda bu partinin geleneksel tabanını oluşturmuştur. 1954 yılından sonra ortaya çıkan istikrarsızlık olgusu bu on yılın sonuna kadar devam etmiş ve askerî bir darbeyle de son bulmuştur. 1960 yılından başlayıp 1980 yılına kadar devam eden 20 yıllık süreç planlı kalkınma dönemi olarak tanımlanmaktadır. Zira Devlet Planlama Teşkilatı tarafından hazırlanıp kamu sektörü için zorunlu, özel sektör için teşvik edici unsurlar içeren kalkınma planları döneme damgasını vurmuştur. Türkiye nin sanayi açısından dışa bağımlı olmaktan kurtarmaya yönelik olarak hazırlanan ve uygulanan planlar, amacı ile çelişir bir şekilde sonuçlanmış, 24 Ocak 1980 kararları ile de planların ekonomi üzerindeki etkinliği azalmıştır. İthalatı yapılan malların yurt içinde üretilerek döviz tasarruf etmeye yönelik ithal ikameci sanayileşme politikasının iflası ve dış konjonktürün desteği, Türkiye yi ihraca yönelik sanayileşme stratejine itmiş, 1980 sonrasında dışa açık ve dünya ile rekabet edebilir bir ekonomik yapı oluşturulması sürecini başlatmıştır. Dışa dönük ve ihracat yoluyla döviz kazandırıcı politikaların uygulanması, Türkiye de periyodik krizlerin yaşanmasına da neden olmuştur. 5 Nisan 1994 İstikrar Programı, 2000 Enflasyonla Mücadele Programı ve 2001 Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ortaya çıkan krizlerin IMF desteğiyle giderilmesine yönelik uygulanan istikrar programlarıdır. 230

9.1. 1950-1960 Demokrat Parti Dönemi İkinci Dünya Savaşı esnasında uygulanan aşırı devletçi politikalara, refah ve enflasyondaki olumsuz gelişmeler de eklenince geniş halk kesimleri üzerinde büyük bir tepki oluşmuştu. Türkiye nin savaş sonrasında oluşan iki bloklu yapıda tercihini batıdan yana kullanmasıyla da bu politikaların yerine daha liberal yeni politikalara geçiş süreci hızlandı. 1950-1960 döneminde Demokrat Parti nin uygulayacağı liberal iktisat politikalarının ilk göstergesi Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) özelleştirileceği vaatleri ile ortaya çıkmış daha sonra ise Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu (1951) ve Petrol Kanunu (1954) ile mevzuata yansımıştır. Dış ticaret üzerinde özellikle ithalatın kısıtlanmasına yönelik uygulamalar gevşetilerek dışa açık, genişlemeci para ve maliye politikaları izlenmiştir. 1950-1960 yılları arasında Demokrat Parti nin uyguladığı politikaların temel özelliklerini 4 başlık altında özetlemek mümkündür: a. Tarım sektörüne öncelik tanınarak dış yardımların da desteğiyle tarımsal mekanizasyonun artırılması hedeflenmiştir. b. Sanayi sektörüne tanınan kamusal ayrıcalıklara son verilerek özel sektöre devredilmesi planlanmıştır. c. Dış ekonomik ilişkilerde daha serbest politikalar uygulanmış, yabancı sermaye teşvik edilmeye çalışılmıştır. d. 1954 sonrasında ortaya çıkan ekonomik istikrarsızlıkları gidermek üzere devlet müdahalelerine geri dönülmüştür. 9.1.1. Tarım Sektörüne Öncelik Verilmesi ve Tarımsal Makineleşmenin Gelişmesi Bu dönemde kamu yatırımlarının sektörel dağılımı daha dengeli yapılmış, sanayi sektörüne verilen önceliklere son verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı ndan sonra tarımda teknolojik yenilikler ve makineleşme hızlanmıştır. Bunda tarım sektörünü önceleyen Marshall Yardım Planı nın 1948 yılında devreye sokulması ile 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti hükümetlerinin tarımsal kalkınmaya yönelik olarak uyguladığı politikalar önemli rol oynamıştır. Tarımda makineleşmenin gelişmesi sonucu olarak hasat kaybı azalmış, üretim ve verimlilik artmıştır. Buna ilaveten ekilen toprakların genişlemesi, iklim koşullarının iyi gitmesi, Kore Savaşı nedeniyle tarım ürünleri fiyatlarının yükselmesi, Demokrat Parti nin tarım ürünlerine verdiği sübvansiyonlar ve tarımsal kredilerin artması kırsal kesimde görülmemiş bir refah artışına neden olmuştur. Kırsal kesimdeki refah artışı Demokrat Parti nin tabanını kuvvetlendirirken beraberinde köyden şehire göçü de getirmiş ve buna bağlı olarak tarım sektörünün istihdamdaki payı gerilemiştir. Bu gelişme bir dizi sosyal problemlerin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. 231

9.1.1.1. Tarımda Mekanizasyonun Etkileri Bu dönemde başta traktör olmak üzere tarımsal makinelerin sayısında önemli artışlar meydana gelmiştir. 1948 yılında Türkiye de 1750 adet traktör varken bu sayı 1950 de 16 bine, 1955 te 40 bine yükselmiştir. Ekilen toprak miktarı 1948 yılında 140 milyon dönüm iken 1950 de 220 milyon dönüme yükselmiştir. Ayrıca büyük şehirlerdeki nüfus artmış, karayolları ağı genişlemiş ve kendi toprağını işleyen çiftçi sayısı 2,3 milyondan 3,1 milyona artmıştır. Bu dönemde tarımın ekonomi ile bütünleşmesi sağlanarak tarım sektörü ile diğer sektörler arasındaki girdi alış-verişi hızlanmıştır. Montaj şeklinde ilk traktör üretimi 1955 yılında Türk Traktör Fabrikası nda gerçekleştirilmiştir. Ancak mekanizasyon araçlarının tarımsal girdiler içerisinde pahalı olması, akaryakıt fiyatlarındaki artışlar, tarımsal kredi faizlerinin yüksek olması, işletme büyüklüklerinin mekanizasyon araçlarına göre yetersiz kalması ve üreticinin satın alma gücünün zayıf olması gibi nedenlerle tarım alet ve makinelerinin kullanımındaki artış hızı giderek yavaşlamıştır. Türk tarımında görülen mekanizasyon olgusu yeni farklılaşmalara neden olmuştur. Bunlardan birincisi köylülüğün tasfiye edilip ücretli işçileşmesine ve kente göç etmesine yol açmasıdır. İkincisi ise tarımsal üretimin hane ekonomisinden sıyrılarak ticarileşmesi ve pazara yönelmesini sağlamasıdır. Böylelikle traktörsüz küçük toprak sahipleri traktör kiralayarak tarımsal üretim yapmışlar, traktörlü girişimci çiftçiler köylerde olduğu kadar kentlerde de sıklıkla karşılaşılır hâle gelmiştir. 1954 yılında ortaya çıkan elverişsiz hava şartları nedeniyle tarımsal üretim hacminde önemli bir düşüş gözlenmiş başta buğday olmak üzere bazı gıda maddelerinin ithalatına başlanmıştır. Bu durum, kalkınmada tarıma olan umutların kaybolmasına, tarıma verilen önemin azalmasına neden olmuştur. 9.1.1.2. Tarımda Makineleşmenin Sosyal Etkileri Resim 2: Tarımda makineleşme ve sosyal etkileri Hanımın Çitliği, Orhan Kemal in Vukuat Var ve devam romanı olan Hanımın Çiftliği romanlarının birleştirilmesi ve uyarlanmasıyla oluşturulmuş bir dönem dizisidir. Eski bir CHP li olan Muzaffer Bey, seçimlerden önce ticari çıkarları için Demokrat Parti ye geçmiş ve Marshall Planı yla gelen yardımlarla çiftliğine yeni traktörler ve iş makinaları almaya başlamıştır. Adana da geçen dizide, faaliyete geçen traktörlerin işsiz kalan işçiler tarafından taşlanması, tarımda makineleşmenin sosyal etkilerini gösteren oldukça ilgi çekici bir sahnedir. 9.1.2. Sanayileşmenin Özel Kesimin Öncülüğünde Yürütülmesi Özel kesimin sanayi sektöründe önemli gelişmeler gerçekleştirmesine rağmen kamunun varlığı da sürmüştür. Sanayi sektöründe kamu ve özel sektör arasında karşılıklı olarak bir 232