Prof. Dr. Cahit Baltacı Müslüman olmaktan ve Müslüman yaşamaktan korkmayınız. F.K.: Efendim İslam'da vakıf denildiğinde neleri kapsıyor? Vakıf kelime olarak "durdurmak" demek, vakafa fiilinden durdurmak. Istılah olarak da bir şeyi, maddi imkânı bir maksat için durdurmak, vakfetmek, sadece ona tahsis etmektir. Böylece vakıf edilen mal ister gayrimenkul olsun isterse menkul, bunlar bir maksada yönelik durdurulur. Peki, bu maksat nedir? O kendisi neyi düşünüyorsa, mesela camii yapımı düşünüyor, tekke yapımı, medrese yapımı veya han, hamam, çeşme hangi maksadı düşünüyorsa o maksat için o sermayesini durduruyor ve sadece ona tahsis ediyor. Vakıfta o maksada verilen, tahsis edilen malı tekrar rücu ettirmek mümkün değil. Vakıfta "ben bunu 5 seneliğine, 10 seneliğine, 20 seneliğine verdim, tekrar alacağım" bu yok. Rıza-ı Bari Allah rızası için, ebedi olarak bir malın bir maksada tahsis edilmesidir vakıf. O zaman şu ortaya çıkıyor. Buradaki ferdi mülkiyet, mülkullah haline geliyor. Zaten her şey Allah'ın mülkü ama biz kendi malımızı tekrar onun rızası için tahsis ediyoruz. Vakfın tarihçesi insanlık kadar eski. Halil-ur Rahman vakıflarından bahsediliyor. Yani Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in, Kâbe yi inşa ettikten sonra oranın yaşaması için bazı şeyleri vakfettiği zikrediliyor eserlerde. Dolayısı ile vakfın tarihi oldukça eski. İslam medeniyetinde ise bizzat Peygamber Efendimiz bu tip vakıfları kurmuştur. Fedek hurmalığını, Hayber hurmalığını vakfetmiş. Bunlardan birisini havadisi dehre yani herhangi bir sıkıntı olduğunda tabii bir afet falan olduğunda zarar görenlere yardım etmek için, birisini de yolda kalmışlara vakfetmiştir. Hz. Ebubekir ve Hz Ömer zamanında böyle devam etmiştir vakıf. Zaten Kur'an-ı Kerim'de "Birr" dediğimiz bir şey vardır. "İnfak" dediğimiz bir şey vardır. Bunlar bizi hep vakfa teşvik ediyor. Efendimizin hadisi vardır ve birçok vakfiyenin baş tarafında bu hadis yazılmıştır. "İnsan öldüğü zaman onun amel defteri kapanır. Ancak şu üç amelden birini İşleyenin defteri kapanmaz. Faydalı bir ilim bırakmışsa devam eder, Salih bir evlat bırakmışsa devam eder. Yahut sadaka-ı cariye." Yani umuma hizmet eden, dine hizmet eden, insanlara hizmet eden müesseseler kurarak ibadullaha hizmet eder. Okuldur, camidir, tekkedir, köprüdür, handır, hamamdır. Bu tip şeyleri yapmaktır.
Müslümanlar demek ki Rıza-i Bari için ve amel defterinin açık olması için daima vakıflar kurmuşlardır. Sonra Kur'an-ı Kerim'de "hayırda yarışınız" diye ayet-i kerime vardır. Yani zekâtta, infakta, sadakada, ihsanda ve benzeri hayırlarda yarışmak. Bunların hepsi vakfa teşvik eden amellerdir. Bu maksatla İslam dünyasında çok sayıda vakıflar kurulmuştur. Vâkıf vakfı kurarken "vakfiye" dediğimiz bir senet, vakıf senedi dediğimiz bir şey yapıyor. Ona hamdele salvele ile başlıyor. Arkasından hangi maksatla bunu yaptığını, diyelim ki medrese yaptırıyor, "şurada bir medrese yapılması, burada müderrise şu kadar verilmesi, asistanına şu kadar verilmesi, talebelere şu kadar verilmesi, talebelere çeşitli isimler altında et parası, mum parası, efendim ekmek parası" gibi şeyleri zikrediyor. Orada çalışanlar ne alacak. Ayrıca bir de vakıf nâzırı tayin ediyor. O nazır da vakıfları kontrol edecek. Yani harcamaları, gelir-gideri kontrol edecek. Onun da bir maaşı var. Vakfın mütevellisi kim olacak, kendi ölümünden sonra kim olacak, onu tespit ediyor. En sonunda bir beddua kısmı koyuyor. Çünkü başka bir yaptırım imkânı yok, adam ölüp gidecek. F.K. : Vakıfların toplumsal hayata etkileri, Osmanlı Devleti ile ilişkileri nasıldı? Osmanlı dönemindeki İslam medeniyeti, sanki her şeyin yerli yerine oturduğu, billurlaştığı bir medeniyettir. Bunların içinde vakıfların yeri ayrıca çok önemlidir. Yani Osmanlı Devleti sadece insanlar arasında adaleti yaymak, insanlara hürriyeti tanıtmak, insanların can, mal, ırz emniyetlerini korumak ve fakir olanları da doyurmak gibi bir fonksiyonu icra etmekle kalmıyor, bunun dışındaki bütün faaliyetler hemen hemen sivil kuruluşlar ki bunlar vakıflardır, vasıtasıyla gerçekleştiriliyor. Elbette devlet adamlarının yapmış olduğu şeyler var. Ama bakıyorsun onlar bile devlet bütçesinden değil, şahsın kendi özel bütçesindendir. Mesela bu kadar medresesi var Osmanlının, bu kadar camii var, bu kadar tekkesi var, bunlar devlet bütçesinden yapılmış değil, tamamen vakıflar tarafından yapılmıştır. Camilerin hepsi vakıftır. Mesela Osmanlıdan bize Türkiye sınırı içinde zannediyorum 35.000 tane cami intikal etmiştir. Şu anda 76.000'in üzerinde camimiz var. Onu da yine bu millet hamiyeti ile yapmıştır. Cumhuriyet döneminde bu millet yapmıştır. O zaman da zaten vakıflar yani millet yapıyordu, bugün de millet yapıyor. Bizim millet olarak böyle bir alışkanlığımız var. Tekkeler, medreseler, eğitim kurumları, darüşşifalar, hastaneler bunların hepsi vakıflar tarafından yapılıyor. Devletin görevi, acaba buradaki mevcut varlık yerine harcanıyor mu değil mi, bunları kontrol ediyor. Ama her şeye müdahale etmiyor. Bakkallık yapan bir devlet değil Osmanlı Devleti. Hatta büyük şeyleri, mesela, Osmanlı'da diyelim ki köprü yapılacak, yol yapılacak, bunları da inşaatçılar loncasına ha vale ediyor, ona göre parası veriliyor. Köprüdür, yoldur, o yapıyor. Devlet bizzat kendisi yapmıyor. Hani bugün özel şirkete veriyorlar, o zamanlar da onlara veriliyor. Bir tarafta vakıflar, bir tarafta ticari amaçlı lonca kuruluşları var. Osmanlı arazisini düşünürsek, miri arazisi var. Yani miri arazi dediğimiz, devlet tarafından fetihle veya sulhla alınmış ve devlet elinde tutulan arazi. Miri arazinin bir kısmı, devlete büyük yararlılıklar yapmış olan insanlara tımar olarak veriliyordu. Selçuklularda buna ikta deniliyordu. Osmanlı'da has zeamet tımar şeklinde veriliyordu. Ama mülkiyeti onlara geçmiyordu. Bu arazinin bir kısmı da şahıslara temlik ediliyor, mülk olarak veriliyor. İşte bu mülk arazinin birçoğu zamanla vakıf haline geliyor.
Devletin üst kademesinde bulunan insanlar da, kendilerine ait haslardan bir kısmını vakıf haline getiriyorlardı. Böylece Osmanlı arazisi, ya miri haldedir, ya da vakıf arazisi halindedir. Ancak şehirlerdeki, küçük arsa diyeceğimiz arazilerde özel mülkiyet vardır. Büyük arazilerde özel mülkiyet göze çarpmaz. Arazi ya devletin mülküdür, ya da vakıf haline getirilerek halkın hizmetine sunulmuştur. Böylece vakıfların sayısı artıyor. Vakıfların tasarruf ettiği mamelek artıyor. Osmanlı'da bunu çokça gördüğümüzden, Osmanlı medeniyetine "Vakıf Medeniyeti" diyebiliriz. Çeşmesini o yapıyor, hanını o yapıyor, hamamını o yapıyor, tekkesini o yapıyor, medresesini o yapıyor, camisini o yapıyor, yolunu, köprüsünü, hatta sadaka taşını o yapıyor. Bu bir vakıf medeniyetidir. Mesela Haremeyn'de vefat eden insanların defni için kurulmuş vakıflar var, öksüz kalan çocukların bakımı için vakıflar var. Harpte babasını, kocasını kaybetmiş, dul kalmış kadınların ihtiyaçlarına binaen kurulmuş vakıflar var. Evlerde çalışan hizmetçilerin kırdıkları değerli eşyaları tazmin eden vakıflar var. Vakfın temelinde bir malın ibadullaha hizmeti gayesi olduğundan ibadullah kavramı çok geniştir. Sadece insan değil, her şey ibadullahtır. Hayvanlar da ibadullahtır, kuş da ibadullahtır. Kuşların korunması, doyurulması için, yabani hayvanların aç kalmaması için kurulmuş vakıflar var. Yani ibadullah kavramı, Allah'ın kulu olan bütün canlıları kapsıyor. O bakımdan vakfın böyle çok geniş bir açılımı vardır. Anadolu, Selçuklulardan, beyliklerden kalan vakıflarla dolu. Yeni fethedilen yerlerin İslamlaştırılması hep bu yerlere kurulan vakıflarla, müesseselerle sağlanmıştır. Vakıflar, o bölgenin bir İslam beldesi olduğunun açık tapusudur. Ülkeler kılıçlarla fethedilir ancak vakıflarla koru nurlar. Vakıf Osmanlı'da, ülkelerin tapusu olacak eserleri meydana getiriyor. Bu eserler olmasa orada sizin tapunuz yok demektir. Bizim medeniyetimizin üç saç ayağı var. Biri tekke, biri cami ve biri de medresedir. Bunları biz İslam memleketinin neresine gidersek orada görürüz. Bunların üçü de vakıftır. Tekke vakıftır, medrese vakıftır, cami vakıftır. Dolayısıyla Osmanlı medeniyetine Vakıf Medeniyeti demek çok doğru, isabetli olur. Osmanlı medeniyeti, İslam medeniyetinden ayrı bir medeniyet değil, İslam medeniyetinin bir merhalesi, bir gelişmesidir. Hz. Peygamber devrinde başlayan, Emevi'de, Abbasi'de, Memluk'ta, Eyyubiler'de, Selçuklular'da gelişen ve Osmanlı 'da artık kemale eren bir medeniyettir. F.K.: İlim Yayma Cemiyeti'ni Osmanlı'daki kurumlarla karşılaştırdığımızda konumu nedir? Bu milletin çocuklarının hepsi bizim çocuğumuz. İmam Hatip Okulunu önceliğe almanın bir sebebi vardı. Çünkü yoktu bu okullar. Benim talebeliğimde nerdeyse Mızraklı İlmihalden başka dini kitap yoktu. Sizler şanslısınız. Biz sabah yatağımızdan kalktığımızda, rahmetli Necip Fazıl'ın yazısını okuyacağız diye gazeteciye koşardık. Okuyacak bir şey yoktu. Ama şu an Türkiye'de yayın o kadar artmıştır ki okuyacak insan bulmakta güçlük çekiyoruz. Dolayısıyla onlar bu hizmetlerin neticesi. Ülkenin bütün çocuklarına hizmet vermemiz gerek. Şu anda mesela biz, devlet tarafından Kur'an Kursları, İmam Hatip Okulları ve İlahiyat Fakülteleri hakkında yapılan tasarrufları yadırgıyoruz.
Türkiye'de şu an 76.000 cami var. Her camiye iki kişi koyarsanız, bir kere 152.000 ilahiyatçıya ihtiyaç var sadece camilerimiz için. Öğretmenleri düşünün 300.000'in üzerinde ilahiyatçıya ihtiyaç var. İlahiyattan çıkanların hepsi imam olacak diye de bir şey yoktur. Elbette dileyen kendi işini kendi seçer. Siz ne yapıyorsunuz; diyorsunuz ki "efendim Türkiye de bu kadar imama ihtiyaç var mı?" diyorlar. Bir kere ihtiyacı bir karşılayın da ondan sonra var mı yok mu onun münakaşasına girin. Türkiye'de bir kere ihtiyaç çok fazla. Türkiye'de ilahiyat fakülteleri kurulduktan beri mezun olanların sayısı 50.000'i geçmez. Ölenler de dâhil. Ama ben 300.000'den bahsediyorum. Nasıl bu açığı kapatacaksınız? 600 kadar İmam Hatip Lisesi bu memleket için yeterli değilken siz onların büyük bir kısmını kapattınız. 80 tane üniversite var Türkiye'de, 500 tane üniversite olsun. Amerika ya da batı ülkelerinde bir problem yok. İmtihan yok; isteyen istediği üniversiteye gidebiliyor. Bu da olsun Türkiye'de. Türkiye'de yapılan yanlış bu. İnsanları çok sayıda yetiştirirsin, onun içinden seçer alırsın. Ben bir birey olarak istiyorum ki benim çocuğum ilahiyat tahsili yapsın, benim işimde otursun. Hayır, efendim, müsaade etmiyorsun. Jakoben bir anlayış var, yani yukarıdan yönlendirme, bundan kurtulmamız lazım. Japonya'da bir insan birkaç üniversite bitiriyor. Türkiye'nin imkânı da vardır. Eğer yok diyorsanız veliden talep edin. Deyin ki; "kardeşim tamam biz bu kadar üniversitenin masrafını karşılayamıyoruz, şu kadarını sen karşıla..." Ben buna razıyım. Bana müsaade et, ben gider Özel İmam Hatip Okulu açarım, gider Özel İlahiyat Fakültesi açarım. Sen de devlet olarak gel beni denetle. Memleketin ihtiyacı var. Vakıflarımız, demeklerimiz var, bunları açar ve çok güzel idare ederiz. Kendin yetiştirmiyorsun, yetiştirmek isteyene de müsaade etmiyorsun. Bunu nasıl izah edeceksiniz? Bu çok yanlış bir şey. İlim Yayma Cemiyeti İmam Hatip Okullarına öncelik verdiyse, bunun bir zaruriyeti vardı, bir ihtiyacı vardı onun için. Ama bu ihtiyaç hala kalkmış değil. Bununla beraber biz diğer çocukları da ihmal edemeyiz. Onlar da bizim evladımız. Üniversitenin hangi bölümünde okursalar okusunlar hepsi bizim çocuğumuzdur. İlim Yayma Cemiyeti İmam Hatip Liseleri dışında üniversite öğrencileri için yurtlar açarak burslar vererek bu hizmetlerini genişletmekle güzel bir şey yapmıştır. Elbette yurtlar açacağız, elbette o çocuklarımızı oraya alacağız koruyacağız. Onun için gidiş gayemiz doğrudur, gayet güzeldir. Bu bakımdan da İlim Yayma Cemiyeti'ni tebrik etmemiz lazım. Yani eğitime hizmet veren vakıf konumundasınız siz. Tarihteki vakıflar dernekler arasında yerimiz nerde diyorsanız, eğitim vakıfları var ya işte orada. Daruş-şifa öğrencisini vakıf yetiştiriyordu, Darul-hadis, Darul-kurra, diğerleri, hepsini vakıf yetiştiriyordu. Siz İlim Yayma Cemiyeti olarak aynı hizmeti görüyorsunuz. İlim Yayma Cemiyeti, kuruluşundan beri çok güzel hizmet içindedir. Bugün de ben takip ediyorum, görüyorum, fevkalade. Tabii hizmet eden birçok müesseselerimiz de oldu ama İlim Yayma Cemiyeti bunların öncüsüdür. F.K.: İlim Yayma Cemiyeti hangi boşluğu dolduruyor?
İlim Yayma Cemiyeti dediğimizde İmam Hatip Okulları ile birlikte düşünmek zorundayız. İlim Yayma Cemiyetinin kurucuları, ecdadımızın gördüğü ihtiyacı aynen duymuş insanlardır. Yakın tarihimizde bu konuda bir boşluk doğmuştur. 1924'te medreseler kapatılıyor. 1924'ten 1933'e kadar İmam-Hatip Mektepleri açılıyor, o da çok az. 1933'de bunlar da kapatılıyor. 1951'e kadar bu eğitim yok. Türkiye'de artık insanlar, Tahsin Banguoğlu'nun da anlattığı gibi, "köylerden devrin hükümetine mektuplar geliyor, cenazelerimizi gömecek hoca bulamıyoruz diye." Bunun üzerine CHP kurulunda karar alınıyor... Ondan sonra da yavaş yavaş Türkiye'de yeniden din eğitimi başlıyor. 1951 'de rahmetli Menderes ve arkadaşları bu işi daha ileri götürüyorlar. Dolayısıyla İlim Yayma Cemiyeti'ni kuranlar böyle bir ihtiyacı karşılamak, böyle bir sorumluluğu yerine getirmek ve amel defterlerinin de açık olmasını sağlamak maksadıyla bu işi yapmışlar ve fevkalade güzel bir iş yapmışlar. Bugün Türkiye'nin her tarafında netice almışlardır. Talebeliğimizde Adana'da bizim hocalarımız bize diyorlardı ki: "Evladım, biz çamura batalım, siz omuzlarımıza basarak çıkın yukarı" hakikaten biz çıktık yukarı, tepeye kadar çıktık. Bir tanemiz başbakan oldu. Üniversitelerde hocayız Allah'a şükür. Demek ki bunlar oldu. Belki o gün bir hayal gibiydi ama bunların hepsi gerçekleşti. Onun ötesinde Türkiye'de birçok şey değişti, belki insanlar bunun farkında değil. Mesela benim talebeliğimde yılbaşında Taksim meydanından geçilemezdi. Her taraf çam ağacıyla doldurulurdu, arabalar ve insanlar geçemezdi. Şimdi bir tane görebiliyor musunuz? Biz kürsülerde, camilerde hutbelerde bunun yanlış olduğunu, Hıristiyan geleneği olduğunu hep anlattık ömrümüz boyunca ve netice aldık işte, Allah'a çok şükür. Hâlâ daha da almaya devam ediyoruz. İlim Yayma Cemiyeti'nin tarihini yazmak gerekirse bunları teker teker anlatmak lazımdır. İlim Yayma Cemiyeti'nin kurucuları birer alperen, birer alp gazi gibi mübarek insanlardır Allah onlardan razı olsun. Başarılı bir hizmet olmuştur İlim Yayma Cemiyeti. Tarihi başarılarla doludur. Amaçlanan netice alınmıştır. Bugün konjonktürel olarak İmam Hatip Okullarımızda sıkıntılar vardır. Ama Türkiye'de artık cenaze namazına Türkiye'nin en tepesindekiler bile iştirak ediyorlar; sivil bürokrat olsun, askeri bürokrat olsun. Ama bizim zamanımızda bunlar olmazdı. Yani böyle bir atmosfer değişikliği oldu Türkiye'de. Bunun altında İlim Yayma Cemiyeti'nin hizmeti yatıyor. F.K: Gençlerimiz için söyleyecekleriniz nelerdir? Gençlerin hepsi bizim gençlerimizdir. Bu gençlerin hepsi peşin hükümlerden, propagandalardan kurtularak, kendi benliklerine, kendi kültürlerine, kendi medeniyetlerine, kendi dinlerine değer vermeli, dönmeli, bilmiyorsa öğrenmeli. Hiç birisi namaz kıldığı zaman, oruç tuttuğu zaman veya Müslümanca giyindiği zaman kendini baskı altında ya da korku içinde hissetmemeli. Biz İmam Hatip Okuluna gittiğimizde bize diyorlardı ki; "Siz ölü yıkayıcısı mı olacaksınız?" Ama Allah anamdan babamdan razı olsun, onlar ısrar ettiler, dediler ki buraya devam edeceksin. Gerekirse ölü de yıkarız, ama bu seviyelere çıktık. Hz. Mevlana'nın dediği gibi "ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol." Gençlerimize düstur olmalıdır.
Gençler, sizler cedleri Müslüman olan bir neslin devamısınız. Müslüman olmaktan ve Müslüman yaşamaktan utanmayınız, korkmayınız. Prof. Dr. Cahit Baltacı 1943 yılında Hatay Erzin'de doğdu. 1964'te Adana İmam-Hatip Okulundan, 1966'da Adana Erkek Lisesinden mezun oldu. 1969'da İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirdi. Aynı yıl İstanbul Müftülüğü emrinde başladığı memuriyet görevini çeşitli kademelerde sürdürdü. 1975 yılında İÜ Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nde XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri adlı teziyle doktor oldu. 1976 yılında İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsüne tarih öğretmeni olarak tayin edildi. Bir süre İstanbul Müftülüğü Şer'î Siciller Arşivi'nde uzman olarak çalıştı. 1981 yılında, Fatih Müftülüğü'ne vekâlet etmekte iken Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine, Yüksek İslâm Enstitüsü döneminde, öğretim üyesi olarak naklen tayin oldu. 1988 yılında doçent, 1994'te profesör unvanını aldı.