Ayr nt : 567 Biyografi-Otobiyografi Dizisi: 2 Düşmanla Oynamak Nelson Mandela ve Bir Ulus Yaratan Maç John Carlin Kitab n Özgün Ad Playing The Enemy Nelson Mandela and The Game That Made a Nation ngilizce den Çeviren Elif Ersavcı Yay ma Haz rlayan Can Kurultay Son Okuma Gökçe Çiçek Çetin John Carlin, 2008 Bu çevirinin Türkçe yay m haklar Ayr nt Yay nlar na aittir. Kapak İllüstrasyonu Sevinç Altan Kapak Tasarımı Gökçe Alper Dizgi Esin Tapan Bask Kayhan Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 244 Topkapı/İst. Tel.: (0212) 612 31 85 Birinci Bas m 2010 Bask Adedi 2000 ISBN 978-975-539-586-9 SERT F KA No.: 16061 AYRINTI YAYINLARI Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No: 3 Cağaloğlu stanbul Tel.: (0212) 512 15 00 Faks: (0212) 512 15 11 www.ayrintiyayinlari.com.tr & info@ayrintiyayinlari.com.tr
Düşmanla Oynamak Nelson Mandela ve Bir Ulus Yaratan Maç John Carlin
Oğlum James Nelson a...
İçindekiler 1. Houghton da Kahvaltı... 17 2. Adalet Bakanlığı... 26 3. Ayrı Tesisler Yasası... 41 4. Timsah Avı... 51 5. Farklı Gezegenler... 61 6. Ayetullah Mandela... 72 7. Kaplan Kral... 87 8. Maske... 96 9. Kanlarının Son Damlasına Kadar... 118 10. Generali Romantikleştirelim... 128 11. Kalplerine Hitap Et... 137 12. Kaptan ile Başkan... 149
13. Springboks Serenatı... 159 14. Silvermine... 169 15. Şüpheci Thomas lar... 176 16. Altı Numaralı Forma... 184 17. Nelson! Nelson!... 193 18. Boğazda Kan... 204 19. Düşmanını Sev... 215 Sonsöz... 226 Şimdi Neredeler?... 229 Teşekkür... 233 Kaynaklar Üzerine Bir Not... 235
Beyinlerine değil, yüreklerine hitap edin. Nelson Mandela
Giriş B u kitabı yazma düşüncemi ilk açtığım kişi Nelson Mandela dır. Mandela yla Güney Afrika devlet başkanlığından emekli olmasından iki yıl sonra, 2001 yılının Ağustos ayında Johannesburg daki evinin oturma odasında buluştuk. Neşeli bir hoşbeşten, tatlı şakalaşmalardan sonra Mandela bu tip sohbetlerde de çok başarılıdır bir İngiliz gazetesinin Güney Afrika bürosunda çalıştığım yıllarıma rastlayan ve Güney Afrika nın zorlu siyasal değişimler geçirdiği günlere ait ortak anılardan söz ettik. Bu fasıl da bitince baklayı ağzımdan çıkardım. Söze çok genel temalarla başlayıp dünyadaki bütün toplumların bilerek ya da bilmeyerek ütopyalar arzuladığını söyledim. Politikacılar, insanların cenneti dünyada yaşayabileceği umudundan faydalanır. Ama bu doğru olmadığından, ulusların hayatı da tıpkı bireylerinki gibi hayal- 11
lerin peşinde geçen sürekli bir mücadele halidir. Mandela yı yirmi yedi yıllık hapis hayatında ayakta tutan hayal, Martin Luther King inkiyle aynıydı: Gün gelip, ülkesindeki insanların ten rengiyle değil, diğer kişilik özellikleriyle değerlendirilmesi. Ben konuşurken Mandela esrarengiz bir havaya bürünmüş, sfenks gibi hareketsiz bir şekilde oturuyordu; sohbet ciddileştiğinde dinleyici konumunda olan oysa hep böyle yapardı. Siz kendi halinizde saçmalamaya devam ederken o dinliyor mu yoksa kendi düşüncelerine mi dalıp gitmiş, emin olamazdınız. Ama M. L. King den alıntı yaptığımda büzülmüş dudaklarıyla çenesini sert bir şekilde aşağı indirip başını sallamasından beni dinlediğini anladım. Bundan cesaret alarak, yazmaya niyetlendiğim kitabın Güney Afrika da iktidarın beyazların yönetiminden çoğunluk yönetimine barışçıl bir şekilde geçisiyle ilgili olduğunu ve henüz hapishanedeyken hükümetle ilk kez politik temas kurduğu 1985 yılından başlayıp (burada da bir kafa onayı aldım) bunu izleyen 10 yıllık zaman dilimini kapsayacağını söyledim. Kitabın konusu, yeryüzündeki her yeri; yaratılıştan varolan kabilecilikle el ele giden anlayışsızlık ve güvensizlikten doğan çatışmaların görüldüğü her yeri kapsayacaktı. Kabilecilik kelimesini en geniş anlamıyla, ırk, din, milliyetçilik ya da siyasette uygulandığı haliyle kullanıyordum. George Orwell ın tanımıyla kabilecilik insanların böcekler gibi sınıflandırılabileceğini, milyonlarca hatta on milyonlarca insanın gönül rahatlığıyla iyi ya da kötü diye yaftalanabileceğini varsayma alışkanlığıydı. İnsanı insanlıktan çıkaran bu alışkanlık Nazizmin çöküşünden beri dünyanın hiçbir yerinde Güney Afrika daki kadar kurumsallaşmamıştı. Mandela da apartheid * rejimini ahlaki bir soykırım olarak tanımlıyordu; ölüm kampları değildi söz konusu olan, insanların kendilerine duydukları saygının sinsice yok edilmesiydi. Apartheid, Birleşmiş Milletler in tanımıyla insanlık suçu olarak kabul edilen tek politik sistemdi; hatta Soğuk Savaş ın en şiddetli döneminde bile pek çok ülke ABD, Sovyetler Birliği, Arnavutluk, Çin, Fransa, Kuzey Kore, İspanya, Küba bu konuda hemfikirdi. Öte yandan, bu destansı adaletsizlikten destansı bir uzlaşma doğacaktı. Mandela ya gazetecilik mesleğim boyunca Ortadoğu da, Latin Amerika da, Afrika da, Asya da barışı sağlamaya çalışan pek çok insanla tanıştığımı söyledim; Güney Afrika daki değişim bu insanların özendiği ideal örnek olmuştu. Soğuk Savaş ın sonlanması ve bütün dünyada * Apartheid: Afrikanca da ayrılık anlamına gelen sözcük, Güney Afrika Cumhuriyeti nde 1948-1994 yılları arasında hüküm süren ırk ayrımcı rejimi niteler. (ç.n.) 12
yerel çatışmaların patlak vermeye başlamasıyla filizlenen çatışma çözümü endüstrisinde, barışı politik yollarla sağlamanın kılavuzu Güney Afrika nın müzakereli devrim iydi. Daha önce hiçbir ülke despotizmden demokrasiye böylesine ustalıkla, böylesine insanca geçmemişti. Güney Afrika mucizesinin ayrıntıları hakkında çok şey yazılıp çizildiğini kabul ediyordum; ama bana göre eksik olan şey insan faktörüyle, mucizenin mucizeviliğiyle ilgili bir kitaptı. Aklımdaki kitabın hikâyesi insan denen hayvanı en iyi haliyle gösteren, pişmanlıklara mahal vermeyen olumlu bir hikâyeydi. Merkezinde kanlı canlı bir kahraman vardı; siyah çoğunluğun intikam naraları atmak yerine Mandela nın yolundan gidip dünyaya bilgelik dolu bir bağışlayıcılık dersi verdiği bir ülkeye dairdi bu hikâye. Kitabım hem siyah hem beyaz çok sayıda karakter içerecek, bu karakterlerin hikâyeleri Güney Afrika nın büyük arınma merasiminin yaşayan yüzünü yansıtacaktı. Ama aynı zamanda, tarihin etrafımızdaki liderlere bakıp da çoğunun ahlak özürlü olduğunu gördüğümüz (sfenks buna tepki vermedi) bir döneminde benim kitabım Mandela yı da merkeze oturtacaktı. Biyografiden ziyade, onun politik dehasına, insanları onların daha iyi yönlerine hitap ederek kazanma, Abraham Lincoln ün deyişiyle onların doğasındaki iyi meleği ortaya çıkarma yeteneğine ışık tutan bir hikâye olacaktı bu. Kitabın olay örgüsünü özel bir spor müsabakası çerçevesinde kurma niyetinde olduğumu söyledim. Spor kitlesel duyguları harekete geçirmek ve politik algıları şekillendirmek adına güçlü bir araçtı. (Burada da kısa ve keskin bir baş hareketiyle onaylandım.) Önce, Hitler in Ari ırkın üstünlüğü fikrini güçlendirmek için kullandığı ama Amerikalı siyah atlet Jesse Owens ın dört altın madalya alarak bu planı feci şekilde alt üst ettiği 1936 Berlin Olimpiyatları nı, sonra da Jackie Robinson ın ulusal beysbol liginde oynayan ilk siyahı sporcu olarak Amerika da büyük toplumsal değişimlerin yolunu açan bilinçlenmeyi harekete geçirmesini örnek verdim. Bir de Amerika nın 1980 Kış Olimpiyatları nda Sovyetler karşısında kazandığı beklenmedik buz hokeyi zaferinden bahsettim. Bu örneklerden sonra Mandela ya, kendisinin birkaç yıl önce Brezilyalı futbol yıldızı Pelé ye yaşam boyu başarı ödülü verirken söylediği sözlerden bir kısmını hatırlattım. Yanımda getirdiğim notlardan okuyup aktardığım üzere, şöyle demişti Mandela: Sporun dünyayı değiştirme gücü vardır. İlham verme ve başka çok az şeyde olan, insanları birleştirme gücü vardır... Spor ırksal bariyerleri yıkma hususunda iktidarlardan daha güçlüdür. Sonunda sadede gelip hikâyemin merkezinde ne olacağını ve kendisinin desteğine neden ihtiyaç duyduğumu açıkladım. Bir spor müsa- 13
bakasının biraz önce saydığım tüm müsabakaları gölgede bıraktığını, Mandela yla yaptığımız bu sohbet boyunca değindiğimiz bütün temaların o maçta bir araya geldiğini söyledim. Söz konusu maç Martin Luther King in hayallerindeki kardeşlik senfonisini mucizevi bir şekilde herkese hissettirmiş, bu maçta Mandela nın hayatı boyunca çabaladığı, uğruna acı çektiği her şey birleşmişti. Bahsettiğim maç... Birdenbire oda Mandela nın gülüşüyle aydınlandı; ne diyeceğimi anlayıp iri ellerini mutlulukla birleştirerek cümlemi tamamladı: 1995 Ragbi Dünya Kupası! Benim gülüşüm tahminini doğrulayınca ekledi: Evet. Evet. Kesinlikle! Aklındaki kitabı tamamen anladım dedi, seksen iki yaşında değilmiş de kırk yaş daha gençmiş gibi tok bir sesle. John, yapacağın şeyi bütün kalbimle onaylıyor ve destekliyorum. Neşe içinde tokalaşıp vedalaştık ve yakın bir zamanda tekrar buluşmak üzere sözleştik. İkinci görüşmede ses kayıt cihazının eşliğinde, henüz hapishanedeyken sporun politik gücüyle ilgili ilk fikirlerin aklına nasıl geldiğini, 1995 Ragbi Dünya Kupası nı Güney Afrika nın demokratik bir şekilde seçilen ilk devlet başkanı olarak görev yaptığı beş yıl süresince kendine koyduğu büyük stratejik hedef için bir araç olarak nasıl kullandığını anlattı; hedef, maçtan sadece beş yıl önce Mandela hapishaneden yeni çıktığında bir iç savaşa yol açacak bütün koşulların var olduğu bir ülkede, kalıcı bir barışın sağlanması için gerekli olan koşulları yaratmak üzere siyahlarla beyazları uzlaştırmaktı. Mandela bir iki kez kıkır kıkır gülerek kendi halkını ragbi takımını desteklemeye ikna ederken yaşadığı zorlukları anlattı; Güney Afrika takımının kaptanlığını yapan, apartheid rejiminin irikıyım sarışın çocuğu François Pienaar dan, Springboks tan, zarif, eski moda tarzıyla dört dörtlük bir beyefendi dediği dağ gibi bir diğer Afrikaner den, takım menajeri Morné du Plessis ten, övgü ve şefkatle bahsetti. Mandela yla o günkü konuşmamızdan sonra her türden insan benimle kitabım için konuşmayı kabul etti. 1989 dan 1995 e, Londra Independent ın büro şefi olarak Güney Afrika da çalıştığım çok olaylı geçen altı yıl boyunca hikâyem için gerekli olan malzemenin büyük bir kısmını biriktirmiş ve bunu izleyen on yıl boyunca yine görevli olarak Güney Afrika ya gidip gelmiştim. Ama insanlarla özel olarak bu kitap için görüşmeye Mandela yla konuştuktan sonra başladım. İlk görüşmem o şampiyon Springboks takımının yıldızlarından Hennie le Roux ylaydı. Bir ragbi oyuncusuyla röportaj yaptıktan sonra içinin ısınmasını, duygusallaşmayı pek beklemiyor insan. Ama hissettiğim buydu; çünkü le Roux, Mandela hakkında konuşurken ve kendisinin düzgün ama politik açıdan tecrübesiz bir Afrikaner olarak ülkesine iliş- 14
kin ulusal bir olayda nasıl rol oynadığından bahsederken bir hayli duygulanmıştı. Boş bir ofis odasında karanlık çökerken başlayan görüşme yaklaşık iki saat sürdü; kocaman adam hıçkırıklarını boğmak için üç dört kez cümlesini yarıda kesmek zorunda kaldı. Le Roux yla yaptığım görüşme bu kitap için yaptığım diğer düzinelerce görüşmenin tonunu belirledi. Pek çok kez muhataplarımın, özellikle de ragbi tayfasının gözlerinin dolduğu anlar oldu. Ve bütün görüşmelerde, konuştuğum insanlar ister Başpiskopos Desmond Tutu olsun karşımdaki, ister aşırı sağcı Afrikaner milliyetçi Genaral Constand Viljoen yahut onun sol eğilimli ikiz kardeşi Braam üzerine konuştuğumuz dönemleri kimi zaman coşkunluğa varan neşeli bir atmosferde tekrar yaşadılar sanki. Pek çok kişi, yazacağım kitabın kulağa bir fabl, bir mesel ya da peri masalı gibi geldiğini söyledi; hem de birkaç kez. Bunu söyleyenler şiddet dolu politik bir hikâyenin gerçek hayattaki kahramanları olunca kulağa komik gelse de, hakikat bu. Olayın Afrika da geçmesi ve bir ragbi maçını içermesi neredeyse bir tesadüf. Hikâye Çin de geçseydi ve olay örgüsü bir manda yarışı etrafında dönseydi de kalıcı bir örnek niteliğinde olacaktı. Zira başarılı bir peri masalının iki temel koşulunu yine yerine getirecekti: iyi bir hikâye ve yüzyıllarca geçerliliğini koruyacak bir ders. Bu kitap için biriktirdiğim malzemeyi bir araya getirdiğimde aklıma iki fikir daha geldi. İlki Mandela nın politik dehasıydı. Temeline inildiğinde politika insanları ikna etmek, onları kazanmakla ilgilidir. Bütün politikacılar profesyonel ayartıcılardır. İşleri icabı insanlara kur yaparlar. Eğer akıllılarsa, yaptıkları işi iyi yapıyorlarsa, halkın hassas noktalarını yakalama yetenekleri varsa başarılı olurlar; Lincoln de, Roosevelt de, Churchill de, de Gaulle de, Kennedy de, Martin Luther King de, Reagan da, Clinton ve Blair de vardı bu yetenek. Arafat ta da vardı. Ve hatta Hitler de de. Halklarını kendilerine, davalarına çekmişti bu insanlar. Mandela nın, bu anti-hitler in, diğerlerine göre üstünlük sağladığı, biricik olduğu nokta ise, tutkusunun kapsadığı alandı. Kendi halkını kazandıktan sonra ki bu da az bir başarı değildi; zira farklı inançları olan, farklı renklerdeki farklı kabilelerden oluşan, hiç de homojen olmayan bir halktı bu dışa açılıp düşmanını da kazandı. İşte bu kitabın ana konusu Mandela nın bunu nasıl yaptığı, yani onun mahkûmiyet kararını alkışlayan, ölmesini isteyen, onunla savaşmak için planlar yapan insanları nasıl kazandığıdır. Aklıma gelen ikinci düşünce de şuydu: Bu hikâye tarihin, hatta bir peri masalının ötesinde, insanlara gündelik yaşamlarını iyileştirme yö- 15
nünde modeller öneren sayısız kişisel gelişim kitabına, o niyetle yazılmasa da, bir ilave olabilirdi. Mandela dost edinme ve insanları etkileme sanatında yaşayan herkesten (ve büyük ihtimalle ölen herkesten de) daha iyiydi. Görüştüğüm insanların hepsi, başlangıçta aşırı sağcı ya da aşırı solcu olsa bile, önceleri Mandela dan korksa, nefret etse ya da ona hayran olsa bile, zamanla Mandela örneğiyle kendini yenilenmiş ve gelişmiş hissetmeye başlamıştı. Mandela dan bahsederken hepsi ondan aldığı ışığı saçıyordu sanki. Bu kitap da, haddi olmayarak, Mandela nın ışığını biraz olsun yansıtma çabasında. 16