TÜRKİYE MİZDE İNGİLİZCE DİLİ TÜRKÇEMİZİ TEHDİT EDİYOR Gaflet Uykusundan Uyanmak İçin BEYNİNİZİN ALIŞKIN OLMADIĞI BİR YOLDAN DÜŞÜNÜNÜZ!.. Bir New York Rüyâsı Prof. Dr. Mustafa TEMİZ Öz yurdumuzda kendi dilimizi bir kenara atıp konuşmalarımızda, tabelâlarımızda, eşyâ, malzeme ve vâsıtalarımızın isimlendirilmelerinde, daha nice nice yerlerde, İngilizce kelimeleri kullanarak Türkçe mizi âdetâ aşağıladığımızın artık hiç farkında olamıyoruz.. Çünkü, bu durumu aklımız, fikrimiz, benliğimiz normalmiş gibi algılıyor. Halbuki, çok anormal bir durum bu!.. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu bu durumu Çünkü, önce kafalarımızı sömürgeleştirdiler. sözü ile ifâde etmektedir. Demek ki, sömürgeleşmiş bir beyin anormal durumları normal imiş gibi değerlendirebiliyor. Günümüzde bu hâliyle bu sömürgeleştirilmiş kafalardan kendimizi kolay kolay uzaklaştıramıyoruz/uzaklaştıramayız. Ama, tersinden hareket ederek, yâni beynimiz yerine durum ve memleket örneklerini değiştirerek, beynimizi alışılmamış bir durumu düşünmeye zorlayıp, bir an için elde edilen özgür ve normal bir düşünce akışıyla, sömürgeleşmiş beyinlerimizin gerçek fotoğraflarını çekebiliriz. Durum ve memleket örneğini değiştirerek sömürgeleşmiş beyinlerimizi bir an normal düşünce kanalına sokarak yanılgı ve gafletlerimizin resmini çekmeyi, nitekim, ilk defâ Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu yapmış bulunmaktadır. Onun bu konudaki yazısını aşağıya aynen alıyorum.
2 Yazıyı okurken, kendi beyninizin sömürgeleşmiş kalıplarının, sıcaklık karşısında çözünen ve eriyen bir buz parçası gibi, etkilenerek normalleşmiş şekline nasıl dönüştüğünü hayretle hissedeceksiniz. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu nun Bir New York Rüyâsı adlı yazısı Bir yaz günü uyuyakalmışım. Kendimi, rüyâmda, önceleri epey vakit geçirmiş olduğum New York şehrinde buldum. Aradan uzun yıllar geçmiş, 2050 li yıllara gelmişiz. Broadway den aşağı yürüyüp meşhur "Times Meydanı"na vardım. Gözlerim âşinâ olduğum koskoca American sigarası, Amerikan arabası reklamlarını arıyordu. Evet, gene o kocaman, dev binâ büyüklüğünde reklamlar vardı. Fakat hayret, gözlerime inanamayıp bir daha baktım. Bir ulu binânın tüm yüzünü kaplamış dev levhada Türkçe olarak (!) "Nefis Rize Çayı.. İşte Hakîki Çay!.." yazıyor. Yazının yanında lâle biçimli, ince belli cam bardakta tavşan kanı bir çay resmediliyordu. Sâdece en dipte küçücük harflerle İngilizce olarak "Drink-Real Tea" eklenmişti. Caddede sağıma soluma bakınarak biraz daha ilerledim. Dükkanların isimleri dikkatimi çekti. "Rahat Shoes", "Dilber Giyim Fashions", "Sultan Ahmet Leather", "World Gezim" gibi yarısı Türkçe, yarısı İngilizce isimler çoğunluktaydı. Bir de Türkçe "Merkez" lâfı, iyiden iyiye İngilizce "Center" sözcüğünün yerini almış görünüyordu. Büyük, görkemli bir binânın üstünde yanıp sönen ışıklarla Türkçe olarak "Alışveriş Merkezi" yazılıydı. "Car Merkezi", "Flower Merkezi", "Furniture Merkezi", "Hair Merkezi" de her yanda almış gidiyordu. Az ötede bir gazete, dergi bâyiine rastladım. Amerikan basın hayatında acabâ nasıl gelişmeler olmuş diye bir göz attım. Hatırladığım Amerikan dergileri yerine yepyenileri çıkmıştı. Kağıtları daha da parlak, renkleri daha da canlı idiler, ama garip, gâliba hepsi Türk dergileri idiler, çünkü adları Güncel, Hareket, Vurgu, Hanım Kız, Görüntü gibi Türkçe adlardı. Birkaç tânesini karıştırdım. Yooo Bunlar, Amerikan, İngiliz dergileriydi. Ancak içlerinde kullanılan dil çok tuhaftı. Meselâ, İngilizce güzelim media lafı dururken pek sık basın-yayın sözü geçiyordu. Bir de Türkçe seçenek lafına anlamlı
3 anlamsız ne çok rastlanıyordu öyle... Pek açık seçik, keskin bir sözcük olmamakla berâber, İngilizce alternative'e ne olmuş sanki "Anlaşılan Amerika da Türkçe sözcükler kullanmak moda olmuş" diye düşündüm. Acabâ niye? Yoksa kullananlara Anglo-Sakson oldukları için bir aşağılık duygusu mu gelmişti? Nasıl olur? Daha yüz yıl önce büyük bir devlet olan Amerika ya, onun da kökeninde olan eski imparatorluk İngiltere sine nasıl aşağılık duygusu gelirdi? Belli ki, bu Türkçe sözcüklerle bâzı yazarlar kendilerine bir üstünlük havası vermeye çalışıyor, bâzıları da pek iyi kavramadıkları konularda, halklarının anlamadığı yabancı Türkçe sözcükler arkasına saklanıyorlardı. Böyle düşüncelerle dolaşıp dururken yorulmuşum. Üstünde "Jimmy s Kahvehânesi" yazılı, şemsiyeli masaları sokağa taşmış sâkin bir yer gördüm. Girip bir masaya oturdum. Gelen görevli Türk olduğumu öğrenince arsız arsız sırıttı, bir iki kelime Türkçe bildiğini gösterme çabasına girişti. Kola yokmuş, ithal malı soğuk bir Susurluk marka ayran getirdi. Ayranımı içip dinlenirken yandaki masalar dolmaya başladı. Pek yer kalmamıştı. Tam o sıra, genç, iyi giyinmiş, efendi görünüşlü, belli ki onurunu yitirmemiş biri masama yaklaştı. "Afedersiniz, yer kalmamış, buraya oturabilir miyim?" dedi. "Hay hay, buyurun!.." dedim. Oturdu. Kahvesi gelirken havadan sudan konuşmaya başladık. İrlanda asıllıymış, anası babası; kendisi okul çağındayken Amerika ya göç etmişler, okuyup doktor olmuş. Bilimden, tıptan sonra da edebiyattan epey sohbet ettik. En sevdiği yazar 1970 lerde güzel sahne oyunları yazmış olan İrlandalı Brian Friel miş. Onun "Tercümeler" adlı bir oyunundan bahsetti. İngiliz lerin İrlanda yı işgal ettikleri zaman yaptıklarını temsil ediyormuş Özellikle, İrlanda lıların kendi köklü, İngilizce den çok daha eski, zengin dilleri Gaelik i yokedip yerine İngilizce yi koymakla, İngilizlerin nasıl İrlanda yı sonsuza dek boyundurukları altında tutmak istediklerini anlatıyormuş.
4 O ara lafa karıştım. "Özür dilerim ama bir şey soracağım. Buraların yabancısıyım. Gelince dikkatimi çekti. Dükkân levhaları, dergi adları falan hep Türkçe olmuş, Amerikan dilinde birçok Türkçe sözcük kullanılıyor. Kırk yıl önce gene gelmiştim, o zaman hiç böyle bir şey yoktu. Bu nasıl oldu? Amerika ya ne olmuş böyle?" dedim. Biraz durdu, yüzünü hüzünlü bir ifâde kapladı. "Ah sorma!.." dedi, "İrlanda nın yüz elli yıl önce başına gelen şimdi de Amerika nın başına gelmeye başladı. Şu farkla ki, bu sefer Türkler (Türk olduğumu fark etmemişti anlaşılan) aynı işi yaptırıyor. Biliyorsunuz, yirmi birinci yüzyılın başlarında Bağımsız Türk Devletleri Topluluğu dünyâda büyük bir iktisâdî güç oluşturdular. Kendi zengin hammadde ve neftyağı kaynaklarına sâhip çıktılar. Yetiştirdikleri çalışkan ve atılgan gençlik kendi dil, târih ve derin Asya kültürüne sarılıp ondan aldıkları mânevî güçle bilim ve teknikte de çok ileri gittiler. Çeşitli Asya, Orta-Doğu ve Güney Amerika ülkeleri ile sıkı sınâî, ticârî ilişkiler, yeni gümrük birlikleri kurdular. Onlar zenginleştikçe Avrupa ve Amerika gerilemeye devam etti. Biliyorsunuz, zâten daha yirminci yüzyılın sonlarına doğru bu Batı ülkeleri iyice bunalıma girmişti. Toplum hayatları, âile ve iş ahlâkları, insan ilişkileri kalmamıştı. Zâten hep başkalarının hammadde kaynakları ve tüketim pazarları ile ayakta duruyorlardı." "Evet" dedim, "Eğitim düzenleri ve gençlikleri de çok bozulmuştu." Devam etti: "Türk Elleri zenginleştikçe, haysiyetlerine sâhip çıktıkça, dünyâdaki îtibarları arttı. Her ülkede bol bol Türk TV dizileri, Türk filmleri seyredilmeye, her yanda avaz avaz Türk müziği duyulmaya başlandı. Türkler Batı dan öğrencilere burs vermeye, kendi evrenkentlerinde okutmaya başladılar. Bunu yaparken öğrencilerin Türkçe öğrenmesini şart koşuyorlardı." "Evet" dedim, "Daha önce Japonlar da böyle yapmıştı." Yeni İrlandalı dostum, (adı Collin miş) önündeki Türk kahvesinden bir yudum içti. Bir süre sustuk. "Buraya kadar iyi" dedi, "Bundan sonrası acıklı İrlanda nın başına gelen bu sefer Amerika nın başına gelmeye başladı." "Nasıl olur?" dedim, "Türkler Amerika yı işgal etmedi ki." "Aa" dedi. "İşte onun için daha da tehlikelisi oldu." Merakla yüzüne baktım. Görevliden bir su istedikten sonra anlatmaya
5 devam etti. "Türkler önce Amerika da azınlıklar için bütün derslerin Türkçe olarak öğretildiği Türk okulları açtılar. Fakat az sonra Amerikalı veliler de çocuklarını bu okullara göndermeye özendiler. Bu pahalı Türk okullarına gidenler âdetâ ayrı bir kültüre sâhip, kendilerini imtiyazlı gören bir sınıf oluşturdular. O ara dünyâda Japonca, Çince, Türkçe gibi dillerin önemi gittikçe artmaktaydı. Alışılagelmiş Amerikan okullarında (lise olsun, evrenkent olsun) eğitim dili İngilizce olmaya devam ediyordu. Yabancı diller de ayrıca yabancı dil derslerinde, özel yaz kurslarında yeterince öğretilebiliyordu. O günlerde eğitim düzeni başarılı olmaya başlamıştı. Gene de yabancı Türk okullarına rağbet artıyor, özenti körükleniyordu. Derken, tam kırk yıl önce en iyi bir özel Amerikan okuluna, mâlî durumu tam bozulmuşken, aniden on-on beş Türk, Kazak, Kırgız öğretmen geldi. Okulun o mâlî sıkıntısı arasında nasıl döviz bulduğunu bir-iki kişiden başka kimse merak etmedi. Ertesi yıl okulun eğitim dili (tüm dersler) Türkçe ye değiştirildi. O zaman için bu çok çarpıcı bir olaydı. İlk kez bir millî Amerikan okulu, bir yabancı Türk misyoner okuluna benzetiliyordu. Burada, Collin in sözünü kestim. "Ne olacak? Amerikan çocukları Türkçe yi böylece daha iyi öğrenmiş olur." Nerdeyse öfkelendi. "Öyle şey olur mu? Yabancı dil öğretmenin böyle bir yöntemi yoktur. Çocuk aynı anda zâten zor olan fiziği mi öğrensin, Türkçe yi mi? İkisini de öğrenemez, sâdece ezberci olur. Kendi dilinde düşünemeyen, her an dolaylı da olsa kendi dil ve kültürünün değersiz olduğu kendisine telkin edilen çocukta kimlik, benlik, haysiyet duyguları nasıl gelişebilir?" "Doğru diyorsunuz" dedim, "Zâten birkaç sömürge hâriç böyle bir eğitim düzeni, ya da yabancı dil öğretme yöntemi hiçbir aklı başında ülkede yoktur. Ama, öyle birkaç acâyip okuldan ne çıkar? Daha pek çok olağan Amerikan okulları var ya..." Collin âdetâ, ne kadar anlayışsız bu adam der gibi sabırsız bir havaya bürünmeye başlıyordu. Gene de bir nefes alıp açıklamaya çalıştı. Anlaşılan bu konu, İrlandalı geçmişi ile de bağlantılı olarak onu derinden tedirgin ediyordu. "İş o kadarla kalmadı" dedi, "Amerikan Eğitim Bakanlığı birkaç yıl içinde, sessiz sedâsız, eğitim dili Türkçe olan yüzlerce okul açtı. Arkasından birkaç da böyle evrenkent." "Türkler bu ayrıcalıklı evrenkentlere özellikle yardımlar yaptılar.
6 Sonunda gerçek Amerikan okulları ikinci sınıf durumuna düştüler. Bu sefer onlar da, bizim de eğitim dilimiz Türkçe olsun demeye başladılar. İşin kötüsü bu hâince kültürel soykırım oyunu Amerika ya oynanırken, kimseden ses çıkmıyor, herkes Amerika da baş gösteren iç karışıklıklardan, kısa vâdeli maddî çıkarlardan başka bir şey düşünemiyordu." "Tabii" dedim, "Bu yabancı eğitim hastalığı hızla arttıkça Amerika daki bilim, teknik, edebiyat seviyesi çok düşmüştür. En kötüsü de, kendine ve kendi toplumuna güveni olmayan, her şeyi Türk lere yalvarmaktan bekleyen, temel soruları sormasını, çözüm getirmesini bilmeyen nesillerin yetiştirilmesi olmuştur. Değil mi?" Collin, hüznü artarak (belli ki ülkesine bağlı, yanılmamışım, onurlu bir insandı) "Evet" dedi, "Sonuç olarak Amerika nın üretkenliği, üreticiliği, tabii sonra da dünyâdaki îtibârı kalmadı. Yabancı, Türkçe eğitim dilli okullardan yetişenler genellikle ya gezimcilik rehberi, ya Türk şirketlerine acente oldular. Ufak tefek iş yerleri açanlar da, başlıca mârifetleri yüzeysel bir Türkçe bilmekten îbâret olduğu için, o mârifetlerini gösterme iştiyâkıyla, iş yerlerine yarı Türkçe levhalar astılar." "Yazık" dedim, "Amerika bilime, tekniğe, tıbba büyük katkıları bulunmuş bir ülkeydi. Bu hallere mi düşecekti?" Verdiği izâhat için kendisine teşekkür ettim. Sonra da biraz olsun, mâneviyatını tâzelemek için "Üzülmeyin " dedim, "Sizin gibi bilinçli, ülkesinin, insanlarının geleceğini, haysiyetini düşünen fertleri oldukça, bir toplum yeniden yeşerir. Yılmayın, doğru bildiğiniz yolda devam edin!.." Bana insancıl gözlerle baktı. Vakit epeyi gecikmişti. Kalktım, el sıkışıp ayrıldık. Dışarı çıktığımda sokaklar işlerinden çıkanlarla iyice dolmuştu. Caddeler, kavşaklar beş dakikada ancak bir iki metre ilerleyebilen arabalar, simsiyah dumanlar çıkaran kırık dökük otobüslerle tıkanmıştı. Tozdan, dumandan göz gözü görmüyordu. Boğulacak gibi oluyor, pis havadan nefes alamıyordum. Hatırladığım eski New York ta da kalabalık olur, ama bu derece düzensizlik olmazdı.
7 Aklıma yeraltı treni geldi. Bu durumda ancak onunla bir yere gidebilirdim. Yedinci cadde ile otuz dördüncü sokaktaki girişi aradım. Yoktu. Eskiden olduğu köşeye yeni bir araba parkı daha yapılmıştı. Köşede, arabaların arasından karşıya geçme fırsatı bekleyen bir genç gördüm. Bir evrenkent öğrencisine benziyordu. Kızgın bir hâli vardı. Yanaşıp yeraltı trenini sordum. "Ne treni be" dedi, "Onlar tam kırk yıl önce sökülmüş... Haberiniz yok mu?" "Buralarda yoktum." diye mırıldandım. "Yeraltından rahatlıkla gidilir gelinirdi. Niye sökmüşler ki?" "Niye olacak" dedi, "Şu Türk lerin danışmanları trenin modası geçti. Araba demokrâsidir deyip söktürtmüşler. Tabii kendi arabaları burada daha çok satılsın diye!.. Şimdi işte gördüğünüz gibi arabası olan da perişan, olmayan da." Ve yanımdan bir hışımla uzaklaştı. Gördüklerim, işittiklerim beni iyiden iyiye şaşırtmış, bir hayli de üzmüştü. Kendi kendime "Allah Allah!.." dedim. "Bizim millet böyle fenâ değildi. Târihi boyunca gittiği yerlerde insanlık öğretmiş, kimsenin diline, dinine, kültürüne dokunmamış, hep birbirinin gırtlağında olan değişik kavimler arasında bile barışı sağlamıştı. Acabâ ne oldu? Törelerinde hangi etkilerle böyle köklü değişikler meydana geldi?" diye düşünürken çırpınarak, ter içinde uyandım. "Aa, iyi ki rüyâ imiş" dedim. Neden,... iyi ki rüyâ imiş diyor Sinanoğlu? Şimdi sen, Amerika yerine Türkiye yi; Türkçe yerine İngilizce yi koyarsan, bugünkü Türkiye mizin İngilizce karşısında içinde bulunduğu durumu ve Türk insanının ruh yapısını, sırasıyla yukarıdaki yazıda anlatılan Türkçe karşısındaki Amerika nın durumundan ve Amerikalı nın ruh yapısından benzetme yoluyla kolayca çıkarabilirsin!... Kaynaklar: http://www.dallog.com/tdve/nyork.htm http://biltec.org/posts-q260.htm http://www.bisohbet.com/form/index.php/topic,15644.0.html