Engin Deniz İpek 21301292 Üniversite Üzerine Eğitim adı verilen şeyin aslında sadece ders kitaplarından, ezberlenmesi gereken formüllerden ya da analitik zekayı çalıştırma bahanesiyle öğrencilerin önüne çıkartılan onlarca farklı sınavdan ibaret olmadığını farkettiğiniz zamanı hatırlıyor musunuz? Ben
hatırlıyorum. Aslında sırasıyla gittiğim her eğitim kurumunun, anaokulundan başlayıp üniversiteye kadar uzanan her farklı okulun bende yerinin bambaşka olduğunu, hepsinin bana hayata dair farklı farklı şeyler kattığını düşünürüm. Annemin artan işleri dolayısıyla bana evde bakamamasının ardından ana sınıfına başladığım zaman dört yaşındaydım. Evimize yakın, küçük bir anaokuluna kaydım yaptırılmıştı. Okul hayatım gözyaşları, korku ve çekincelerle başlamıştı. Sınıfın kapısından ilk girdiğimde sınıfta yalnızca üç tane çocuk vardı. Fiziksel görünüş olarak bana benziyorlardı. Boylarımız, kilolarımız, yüz yapılarımız aynıydı. O günden önce kendi yaşıtlarımın olduğu bir ortama girmişliğim yoktu çünkü ne ailede ne de oturduğum mahallede benim yaşıtım herhangi bir çocuk yoktu. Sınıfa girdiğimde köşede kendi aralarında oyun oynayan bu üç çocuğu gözüme kestirip yanlarına gidip onların oynadığı oyuna katılmıştım, işte hayatımda kazandığım ilk şey buydu. Bu üç çocuğun sonsuza kadar sürecek dostluğunu kazanmıştım. Arkadaş olmayı, arkadaşlarla vakit geçirmeyi, onlarla üzülüp ağlamayı bazen de onları kıskanmayı orda öğrenmiştim. Lisede ayrılıp üniversitede
tekrar aynı yerde buluştuğum bu üç arkadaşım, küçük yaşta bana arkadaşlık kavramını öğretmişlerdi. Okulun sadece bir öğretim yerinden fazlası olduğunu, eğitimin de sadece derslerden ibaret olmadığını o zaman anlamıştım. İlkokula geldiğimde ise işler değişmişti, anaokulunda okuduğum dört kişilik sınıftan sonra sayıca daha fazla bir sınıfta olmak ilk başta garip gelmişti. Bu aşamada ilkokul ve ortaokulu birbirinden ayıramam çünkü ikisi de aynı okula bağlıydı ve ilkokulumla ortaokulum arasında ne arkadaş çevrem ne de okuduğum bina değişmişti. İlkokul ve ortaokulun bendeki yeri ise kim olduğunu, neylerden hoşlandığını ve karakterini hangi zemine oturttuğunu tanımlayabildiğim zamanlar olarak geçiyor. Çok keskin olmasa da iyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini, adil olanla adil olmayanı tanımaya bu dönemlerde başladığımı hatırlıyorum. Lise dönemi ise benim için bambaşka boyutlara, farklı dünyalara geçişimin sembolü adeta. Bunu düşünmemin en önemli sebebi ise ergenlik diye adlandırılan dönemin lise zamanlarına tekabül etmesi elbette. Aşk acılarının, dost kavgalarının, sosyal sınıf farklarının ve tanrının insanlara sunduğu eşitsiz yaşam koşullarının suratıma bir tokat gibi indiği dönem, lise dönemiydi. Dingin ruh halleriyle, anlık
acılarla kendimi ve hayatı sorgulamaya ilk lisede başlamıştım. Bedelleri tanımıştım, onların sadece maddi değil manevi de olabileceğini öğrenmiştim. Hayata tutunmak ve bir şeyler kazanmak için bazı fedakarlıklar yapmanın gerekliliğini kavramıştım. Bu sırada da çok güzel dostlar biriktirmiştim kendime. Her türlü dostu görmüştüm ama her ayrılıktan ya da her acıdan sonra arkamda olduğunu gördüğüm çok sayıda insan tanımıştım üniversiteye kadar. Üniversite dönemine kadar gelip geriye dönüp baktığımda görebildiğim tek somut şey dostluklarımdı. İçinde kötü niyet olmayan, sıkı dostluklardı fakat lisenin hayatımda ve kişiliğimde oynadığı etkin rolden sonra üniversite benim için bambaşka bir yer olmuştu. Daha önce bildiğim her şeyi unutuyordum sanki. Üniversiteye kadar kötü niyetli şeylerle karşılaşmadığım gibi neredeyse hiçbirine tanık bile olmamıştım. Yanımda kötü şeyler yapan insanlar olmadığı gibi kötü niyetli şeylerden konuşan insanlar bile yoktu çünkü. Üniversiteyi akademik ve insani olarak iki bölüme ayırmam gerekirse akademik kısmının muazzamlığının yanında insani kısmı beni kısmen hayattan soğutan ciddi bir sorun halinde. Bugün insanların
pragmatizmi felsefi düşünce formundan çıkarıp hayatlarına nasıl enjekte edebildiklerini şaşkınlıkla izliyorum. Sosyal imkanlarını kullanıp nasıl şeyler kovaladıklarına her gün hayretle bakıyorum. Ve bir insanın başka bir insanın kötü hissetmesini nasıl isteyebileceğini düşünüyorum. Anaokulunda öğrenmeye başladığım bütün ahlaki ve etik şeyleri sorguluyorum. Hayatın her zaman gökkuşağı temasında ya da pozitif bir havada geçmeyeceğini kabul ettim. Tecrübenin sadece iyi olmayacağını, hayatın kötü tarafları olduğunu kavradım ama bir gün barış, üç yüz altmış dört gün savaş yapmanın herhangi bir mantığının olmaması gibi bugün üniversiteye dair hatırlamak istediğim şeyler kötü arkadaşlıklar, kötü algılar, kötü niyetler ve CV doldurmak için düzenlenen samimiyetsiz kişisel gelişim seminerleri değil. Ahmet Kaya nın da dediği gibi: Bizi zaman yenecek ve anılar kalacak.