Necdet KARABACAK 1933 doğumluyum, babamlar Sürmene den göçerek, Yakakent e gelip yerleşmiş. Dayım Adem KAMİLOĞLU Sürmene de sandal yaparmış, Yakakent e gelince kürek yapmaya başlamış. Ben de ona yardım ederek, kürek yapmayı öğrendim. Dayım İstanbul a gidince bu işi on yıl kadar tek başıma yaptım. Kürek yapımında en uygun ağaç, gürgen ağacıdır. Kürek yapılacak ağaç hızarla biçilirse çeker. Bu nedenle kürek yapacağım gürgen ağaçlarını 12 cm kalınlığında, 15 cm genişliğinde balta ile yontarak kestirir, daha sonra onları işlerdim. Kürek yapılacak gürgen ağacı yarılgan olmalıdır. Yarılgan gürgen su gibi işlenir, çekmez. Yarılgan olmayan gürgen, çürüme derecesine gelse de çeker. Gürgen ağacının toprağa yakın kısımlarındaki damarları düz gelirse o gürgen yarılgandır. Damarlar eğri büğrü gelen gürgenler ise yarılgan olmayan gürgendir. Yarılgan gürgenin, bulunduğu yer veya yönle bir ilişkisi yoktur. Yarılgan ağaçtan yapılan küreklere, boyanmasa da bir şey olmaz. Gürgen ağaçlarını Çöküyen köyünden alırdım. Yaptığım kürekler piyasada çok tutulurdu. Gerze deki, Sinop taki kayıklar, ırmağa balıkçılığa gelen Sürmene kayıkları benden kürek ister, onlara kürek gönderirdim. Kürekleri göndermek sorun olur, kaçak köçek gönderebilirdim. Fahri Hoca nın (TÜRKMEN) babası kürek yapma işini bizden öğrendi. Kürek yapılırken kayışlık yeri gelişi güzel açılmaz. Kayışlığın açıldığı bıçağa fıçı bıçağı denir. Pala kısmı da aynı şekilde yapılır. Kürek çok ağır olmamalıdır. Günde, özen gösterdiğim için bir çift kürek yapabilirdim. Küreğin boy uzunluğu kayığa göre yapılır. Boy uzunluğunda ölçü karıştır. O zamanın büyük kayıkları olan 8-10 metrelik ırmak kayıklarının kürek boyu on üç karıştı. Çırnık kayıkların 278
kürekleri daha küçük olurdu. Kürek kayışlıktan tutulduğunda terazide olmalıdır. Yoksa kürek çekerken insanı yorar. Kayışlıktan sonraki uzunluk, kürek çekilirken birbirine çarpmayacak kadar uzunlukta, kayığın genişliği ile orantılı olmalıdır. Irmak balıkçılığı Irmakta balıkçılığa Çolak Şükrü (ÖZTÜRK), İkiz Osman (ŞAHİN), İkiz Ömer (ŞAHİN), Lütfü (YETMİŞBİR) reisler ile giderdim. Irmağa yılbaşından önce gidilir, yaza kadar orada çalışılır, daha sonra dönülürdü. Gidenlerden kimisi yaz balıkçılığı için kalır, dönmezdi. Irmakta her kayığın 4-5 gemicisi ve kamıştan yapılmış keliği (çadır) bulunurdu. Keliklerde ranzalar olur, orada yatılıp kalkılırdı. Ateş keliğin ortasında yakılır, ateşin üzerindeki kancaya kazan takılır, yemekler bu kazanda pişerdi. Ekmeğimizi taştan bilegiler vardı, onda yapardık. Bilegi güveç gibi, taştan oyulmuş bir kaptı, Sürmene den gelirdi. Bisiklet tekeri büyüklüğünde, 10 santim derinliğinde olurdu. Ateşi boy uzunluğunda yakar, bilegiyi üzerine kapatırdık. Ateş köz olduğunda bilegi taşı da iyice ısınmış olurdu. Bilegi taşı çok kızgınsa bir süre beklenirdi. Daha sonra mısır unu hamuru bileğinin içine basılır, sacı ile üzeri kapatılırdı. Sacın üzerine köz konurdu. Bilegi taşının altında da köz olmakla birlikte, olmasa da, taşın sıcaklığı ekmeği pişirmeye yeterdi. Mısır unu dışında buğday unundan da ekmek yapıldığı olurdu. Buğday unu hamuru mayalı olduğu için, kabarması da dikkate alınarak, bileginin içine ona göre hamur konurdu. Mısır unundan yapılan ekmek durdukça sertleşirdi. Irmak civarında köylerde yoğurt bol olur, köylüler bize getirir, bizde yoğurda karşılık onlara mersin balığı verirdik. Bilegide pişirdiğimiz mısır ekmeğini yoğurdun içine doğrayıp yerdik. Balık yemekten bıktığımız için bu bize değişik gelirdi. Irmakta balıkçılık yapan elli kadar kayık bulunurdu. Yakakent ten 5-6 kayık olurdu. Kayıkları ırmakta bağladığımız yer, denize 300-400 metre mesafedeydi. Irmağın suyu bazen arttığı için, kelikler ırmağın suyu kabardığında, suyun erişemeyeceği bir mesafede kurulurdu. 279
Mersin avcılığını kancalar ile yapardık. Kancalar Sürmene de yapılırdı. Bir ara Romanya da yapılmış kancalar da gelmişti. Kullanacağımız kancaları 20 cm mesafe ile boylamaya bağlardık. Kancalardan birine mantar bağlanır, diğeri mantarsız olurdu. Mantarlı kanca yukarıdan, mantarsız kanca aşağıdan balık avlardı. Bir takımda 100 kanca bulunur, kancaların olduğu takımları 3-4 günde bir köreldiği için alır eğelerdik. Eğeledikten sonra uçlarını katranla, fırça kullanarak boyardık. Eğelenmiş kancaların ucu iğneden ince olurdu. Kullanılan kancalar bir süre sonra eğelenmekten kötü olur, ıskartaya çıkar, bunlar tütün keviği yapılırdı. Kancaların bağlandığı ipi bir kez katrana sokardık. Çubuklara kancalar taşınmak için istif edilir, kayığını yanına konur, ırmak ağzına, denizdeki yerlerine götürüp yerleştirilirdi. Takımlar denize çakılarak sabitlenmiş aralıklı ve bir hizada üç kazığa bağlanırdı. Ortadaki kısım, iki uca göre çatı gibi daha yüksek olurdu. Kancalar suyun ortasında dururdu. Balık üremek için ırmağa girmek zorunda olduğundan, ırmağın bulanık suyuna gelirdi. Takımın çalışması için ırmağın suyunun akması gerekir. Akıntıda kancalar hareketlenir, mantarlı kancalar suyun hareketi ile oynardı. Balık ırmağa girerken kancaya takılır, takılınca çırpınır, çırpınınca diğer kancalar da balığa batardı. Takımlar sabah akşam kontrol edilirdi. Takımlar kontrol edilmeye aynı saatlerde çıkılır, herkes hangi takımın kimin olduğunu bilirdi. Bir seferinde herkes takımlarını kontrol etti, döndü. Biz biraz geç kaldık. Tam dönmek üzere iken yan tarafımızda bize ait olmayan bir takıma balık vurdu, takımı havaya kaldırdı. O takımın sahipleri dönmüş olduğundan, gidip o takımdaki balığı aldık. Döndüğümüzde o takımın sahibine verdik. Her kayığın elli kadar takımı olur, bunların hepsi kurulmaz, kurulmuş olanlarla değiştirilmek üzere bekletilirdi. Takımların değiştirilme kararı, suda durduğu süreye göre verilirdi. Sabah takımlar elledikten sonra, bazısını değiştirir, yerine yenisini koyardık. Değiştirdiğimiz 10-15 takımı dışarı getirir, onların kancalarını akşama kadar eğelerdik. Ertesi sabah tekrar gidildiğinde, değişmesi gereken diğer takımlar değiştirilirdi. Kancalara 200-300 kg lık balıklar takıldığı olurdu. 280
Takımlara levrek, kötek takıldığı da olurdu. Köteğin yüzüne bakan olmadığından, attığımız da olurdu. Yakalanmış olan balıklar keliğe sedyelerle götürür, taşırken başkasının nazarı değmesin diye üzeri örtülürdü. Mersinin havyarı daha iyi olur, erkeğine karaca denirdi 2. En fazla havyar şip balığından çıkardı. Şip balığının eti kadar havyarı olur, bu miktar bazen 30 kg ı bulurdu. Havyarın alınması Balığın karnını yardığımızda, havyarı dalak gibi bir zar içinde olurdu. Balık ölü ise havyarını torbaya yapardık. Başörtüsü gibi ince tülbentlerimiz vardı. Mastalya denen içinde tuz olan ağaçtan leğen benzeri kaplarımız bulunurdu. Havyarı mastalya içindeki tuza yatırırdık. Tuza yatırıldıktan sonra, havyarın tuzu çekip sertleşmesi beklenirdi. Havyar tuzun içinde 2-3 saatte sertleşirdi. Havyarın sertleşip sertleşmediğinin kontrolü elle yapılırdı. Sertleşen havyarları yarım cm göz açıklığındaki ağımızla un eler gibi elimizle elerdik. Yumurtalar aşağıya düşer, zar ağın üstünde kalırdı. Aşağıya düşen yumurtalar üç numara saçma büyüklüğünde ve tuzu çektiği için sertleşmiş olurdu. Eledikten sonra tuzunu aldığı için tülbendin içinde asılır, orada 10-15 gün dururdu. Ölmüş balıklarda işlem bu şekilde olmasına karşın, canlı balıkların havyarı kutuya basılırdı. Kutular müstecir tarafından verilir, bir kiloluk veya yarım kiloluk olurdu. Havyar için baştan tuz kullanılırken, sonradan özel ilaçlı tuzlar çıktı. Bir sezonda kayık başına işler rast gitmezse 20 kg, en fazla 150 kilo kadar havyar yapılırdı. Kayıklar tek tek kendi hesaplarına çalıştığı gibi birkaç kayığın ortak çalıştığı da olurdu. Yakaladığımız balıklardan elde etiğimiz havyarları, ırmağın müstecirine verirdik. Havyarların müstecir kimse, ona satılması mecburdu. Başkasına havyar satılmazdı. Kızılırmak ın müsteciri Bafra lı Ali İŞMAN, Çarşamba daki Yeşilırmak ın müsteciriyse, 2 Mersin balığının erkeği ve dişisine ilişkin balıkçıların bu tür adlandırması olmakla birlikte, bunun bilimsel bir açıklaması bulunmuyor. 281
Samsun lu Figocunun Şevki idi. Kızılırmak Yeşilırmak tan daha verimliydi. Müstecir havyarı bizden 33 liraya alırdı. Mersin avcılığında kancalar dışında, sade mersin ağları da kullanılırdı. Mersin ağları hava iyi ise her sabah ellenirdi. Ağlar kanca kadar verimli değildi. Balığın erkeği dişisi hemen anlaşılırdı. Erkekleri tartıp yükçülere verirdik. Canlı olursa erkeklerin solungaçlarından ip geçirip, ırmağa suyun içine bıraktığımız olurdu. Bu şekilde bıraktığımız balıklar günlerce bu şekilde orada durur, balıkları yükçüler gelince, onlara verirdik. Havyarlarını çıkardığımız balıkların leşlerini kendimiz satardık. Ancak çok para etmezdi, çoğunlukla köylülere yoğurda karşılık verirdik. Balık da tutarım, karpuz da satarım Akşamları denize çalışmaya, molozmaya giderdik. Molozmada avladığımız balıkları yükçülere verirdik. Bazen unumuz bittiğinde Çolağın Hamdi ile Yakakent e yelken kürek gider, Bekir Efendilerin (ARAT) değirmeninden un alırdık. Poyraz estiğinde ırmaktan Yakakent e gitmek kolay olur, yelkenle motor var gibi giderdik. Dönüşte meltem gibi karayel eserse o rüzgârla, esmezse akşamı bekler, dışarı rüzgârı ile ırmağa dönerdik. Molozmacılık dışındaki avlanma yöntemlerimizden biri de manyatçılık idi. Manyatla barbunya avlardık. Gugül balıktan kıpkırmızı gelirdi. İstavrit, izmarit çıktığı da olurdu. Hamsi için büyük manyat kullanılırdı. Hamsiyi kızarırtısını görüp sahilden fark eder, avlamak için denize çıkardık. Manyatı kayığa elleye elleye çeker, balığı sıkıştırır, çarpakla kayığa alırdık. İki kayığın arasında kalan manyatın içinde olan balıkların biriktiği kısımdaki balık yoğunluğu, balık alındıkça azalıp sulanır, bu durumda ağ tekrar çekilerek balık sıkıştırılırdı. Bir manyatta 2-3 kayığı hamsiyle doldurduğumuz olurdu. Avcılıkta manyat dışında, hamsi saçması kullanılırdı. Çolağın Hamdi nin hamsi saçması vardı, onunla hamsi avlardı. Avlanan hamsilerin satışında terazi, kilo kullanılmaz teneke ile satılırdı. Bir teneke hamsinin fiyatı genelde bir lira olurdu. 282
O dönemlerde, bugün kalmamış olmakla birlikte, uskumru bolca çıkardı. Uskumru için 100-150 metre boyunda sade ağlarımız vardı. Uskumru ağları Kasım, Aralık aylarında 3-4 kulaçlara akşam kurulur, sabah kaldırılırdı. Farklı bir avlanma yöntemi olarak Tahsin KOÇ un babası Deli Şevket bir ara Celevit in oraya ağ dalyan kurmuş, ancak bir randıman alamamıştı. Kayıklarımızı balıkçılık dışında başka işler içinde kullanırdık. Karpuz zamanı ırmakta, ova köylerinden satmak için satın aldığımız karpuzları kayığımızla taşırdık. Bir kayık 1,5-2 ton karpuz alırdı. Bu şekilde karpuz yüklediğimiz kayıklarımız ile giderken, karayel estiği için daha fazla gidemeyeceğimiz zamanlarda, kayığımızı dışarı çekmek zorunda kalırdık. Kayık yüklü olduğu için dışarı çekmek zor olduğundan, kayığın kıçını kenara yaslar, başını karayele çevirirdik. Deniz vurdukça, hem denizin kuvveti hem de yelkene bağladığımız ipi çekmemiz ile kayığı yatırır, içindeki karpuzları dışarı boşaltır, ondan sonra kayığı çekerdik. Karpuz dolu kayığımızla Yakakent e geldiğimizde, kayıkları meydanın oradan kıyıya yanaştırırdık. Kayığımızı daha sonra da asmalı kahvenin oraya kadar feleklerle çekerdik. Getirdiğimiz karpuzları asmalı kahvenin önünde satardık. Bazen bu şekilde karpuz getirmiş başka kayıklar da olurdu. Eğer çok kayık varsa, kayığımızı kıyıya çekmeden Gerze ye Sinop a götürüp, karpuzları orada satardık. O zamanlar denizden gitmek, karayolu ile gitmekten daha kolaydı. Kalkancılık Çerkezlerin kayığı ile kalkancılık yaptım. Çerkez in Zühtü (BATI) havanın eseceğini önceden anlardı. Hava süt liman iken bile, havanın bozacağını bilir, bize çocuklar işi bırakın, hava esecek dönüyoruz der, döndüğümüzde hava eserdi. Kalkan ağlarını kurmaya, diğer kayıklardan büyük olduğu için kalkancı motoru ya da kısaca motor diye isimlendirdiğimiz teknelerle giderdik. Bir kayıkta 4-6 kişi olur, denize 30-40 parça ağ kurardık. Kalkan ağı denizde 3-5 gün kalır, ağları kaldırdığımızda 300-400 balık alırdık. Kaldırdığımız kalkan 283
ağları suma olur, karaya getirdikten sonra onları açması, yıkaması, kurutması, ellemesi epeyce vaktimizi alırdı. Kalkan ağlarının altına kurşun yerine taş bağlanılırdı. Taşlar her ağ çekildiğinde çözülür, kayığa istiflenirdi. Eksik olan taşların yerine kıyıdan taş toplanırdı. O zamanlar kimse, şimdiki gibi demirden mapa yapmayı akıl etmemiş, taşlarla uğraşıp dururduk. Kalkan ağları tekne sahibinin olmakla birlikte, kurulan ağlardan kayıktaki herkes için birer tane ikbal ağı belirlenirdi. Bu ağdan çıkan balık, o ağ kiminse onun olur, paylaşıma girmezdi. Bir seferinde ikbal ağıma dokuz tane balık vurmuş, benim balığım herkesinkinden fazla olmuştu. Balıkları sattığımızda tanesi on liraya gelmişti. Bazen gemiciler anlaşır, tüm ikbal ağları ortak olur, bu ağlardan çıkan balıklar gemiciler arasında paylaşılırdı. Avladığımız kalkan balıklarını İstanbul a göndermek için, vapura vermek üzere Gerze ye götürürdük. Gerze de kar kuyuları vardı, balıkları sandıklara karla istif ederdik. Vapur Gerze ye uğradığında, vapura verirdik. Sürmene hatırası Babam Yakakent e göç etmiş olmakla birlikte göç etmeyip, Sürmene de kalmış olan amcalarım vardı. Çocuk denecek yaşta Sürmene ye amcamlara gitmiştim. Amcamla orada birkaç kez balığa çıkmıştık. Amcam bunlardan birinde beni yunus avcılığına götürdü. Yunusu alamana ağları ile avlıyorlardı. Yunus etrafı çevrildiğinde mantardan korkup, ağın içinden çıkamıyordu. Bir ağ sarıldığında içinde 200-300 balık oluyordu. Yunuslar ağın içinden kanca takılarak alınıyor, tekneye alınmadan önce nefes aldığı yere bıçak sokularak öldürülüyordu. 284
( ) Nihayet birbirini takiben kocaman motorlar leba leb yunus balıkları ile dolu olarak sahile geldiler. Sahil mahşeri bir kalabalık içinde herkes bayram yapıyordu. Osman Reis motordan atladı ve kendisi kucaklaştık. -Bey bu senin uğurlu ayağının bereketidir. Sürmene senelerdir böyle bir av az gördü dedi. Ben de kendisini tebrik ettim. Her biri 50 kiloya yakın yunus balıkları sahili boydan boya kaplamıştı. Sayısı 800 e yakın olan bu balıklar Osman Reisin 60 kulaç derinlik ve 800 kulaç uzunluğundaki alamanası ile avcılık maharetinin esiri olmuşlardı. Çekinerek -Reis, böyle bereketli bir avun maddi değeri ne olabilir? diye sorduğumda cevaben hatırımda kaldığına göre -20 binden eksik olmaz kanaatindeyim dedi. ( ) (Balık ve Balıkçılık Dergisinde, Saim ONAT tarafından yazılan Nisan Balığı başlıklı yazıdan özetlenmiştir. (Cilt II, Sayı:2-3 Şubat-Mart 1954, s. 1-3) Amcamın Sürmene den dönerken bana verdiği en güzel hediye, bir olta takımı olmuştu. O zamanlarda Yakakent te oltacılık yoktu. Kardeşim Necmi getirdiğim bu oltayı inceleyerek, olta yapmayı öğrendi, burada oltacılığı başlattı. 285
Denizden her zaman balık çıkmaz İkinci dünya savaşına denk gelen yıllar, Türkiye savaşa girmemişse de, tedirginliklerin olduğu yıllardı. Zaman zaman denizden torpiller çıktığı olurdu. Evimizin önüne denk gelen bir yerde, denizden torpil çıktı. Üzerinde memeleri vardı. Haber verdiler, Gerze den liman başkanı geldi. Ateş ederek patlatmaya karar verdiler. Patlayınca kimseye zarar vermesin diye yakın evlerdekileri evlerinden çıkardılar. Rahmetli annem, hiç unutmam, evden çıkarken en değerli eşyası olan dikiş makinesi yanına almıştı. Yakındaki herkes evini boşalttıktan sonra, torpile ateş ettiler, ancak patlatmayı başaramadılar. Bunun üzerine sökmeye karar verildi. Torpil sökülünce içinden lokum lokum beyaz barutlar çıkmıştı. Söküm işine askerliğini bahriyeli olarak yapmış, bu konuda deneyimi olan Dursun Ali Ofluoğlu da yardım etmişti. Barutlar torpilin içinden çıkarıldıktan sonra, torpil bir teknenin peşinde açığa çekilerek batırılmıştı. Bir seferinde de Kozköy altına torpil çıkmıştı. O torpilin üzerinde memeleri yoktu. Manyeto kablosu çekilerek patlatılmış, patladığında etraf simsiyah duman olmuştu. Torpilin patladığı yerde yirmi metrelik bir çukur açılmış, patlama nedeni ile bazı evlerin camları kırılmıştı. Karaboğaz da sahil askerlerinin olduğu bir karakol vardı. Yakakent te de sahil askerleri olur, geceleri görmezler mayına çarparlar diye denize çıkılmasına izin vermezlerdi. Balıkçılık sırasında bu tip patlayıcılar yanında diğer bir tehlikeli durum da zehirli balıklardı. Çarpan, tırgana gibi zehirli balıklar ağımıza geldiğinde, onları ağdan kurtarırken, bizi çarpmaması için dikkat ederdik. Buna rağmen zaman zaman zehirli balıkların elimize çarptığı olur, acısı geçsin diye çarptığı yere işerdik, iyi gelirdi. Denizden patlayıcılar çıkması dışında, zaman zaman bidon ve çantalar içinde yakıt çıktığı olurdu. Bu yakıtları motoru olanlar kullanırdı. 286
Sahil askerlerinin su ürünleri kontrolü ile ilgili görevleri varsa da, bu konuda balıkçılarla aralarında bir sorun olduğuna dair bilgilere rastlanmamaktadır. 22 Eylül 1943 te yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararı bugünkü düzenlemelerle karşılaştırıldığında hayli ilginçtir. 287