T.C. EGE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı

Ebat: px
Şu sayfadan göstermeyi başlat:

Download "T.C. EGE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı"

Transkript

1 T.C. EGE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı AHMED HAMDÎ NİN BELÂGAT-İ LİSÂN-I OSMÂNÎ SİNDEKİ TERİMLERİN TANIMLARI VE TASNİFİ ÜZERİNDE BİR ARAŞTIRMA DOKTORA TEZİ KADRİYE YILMAZ DANIŞMANI : Prof. Dr. Rıza FİLİZOK İZMİR-2009

2 Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğüne sunduğum Ahmed Hamdî nin Belâgat-i Lisân-ı Osmânî sindeki Terimlerin Tanımları ve Tasnifi Üzerinde Bir Araştırma adlı doktora tezinin tarafımdan bilimsel, ahlâk ve normlara uygun bir şekilde hazırlandığını, tezimde yararlandığım kaynakları bibliyografyada ve dipnotlarda gösterdiğimi onurumla doğrularım. Kadriye YILMAZ

3

4 I İ Ç İ N D E K İ L E R ÖNSÖZ VIII KISALTMALAR XI GİRİŞ XII BELÂGAT KAVRAMI VE TARİH BOYUNCA BU KAVRAM ÜZERİNDE YAPILAN ÇALIŞMALAR XII A. İslâmiyet te Belâgat Çalışmalarının Tarihi ve Ekoller..... XIII 1. İlk Dönem Belâgat Çalışmaları... XIII 2. Belâgat Çalışmalarının Dönemleri... XVI a) Birinci Dönem (Kur ân ı Kerîm - X. yüzyıl) XVI b) İkinci Dönem (X. yüzyıl - XIV. yüzyıl) XVI c) Üçüncü Dönem (XIV. yüzyıl ortaları - XIX. yüzyıl sonları) XVII ç) Dördüncü Dönem (XIX. yüzyıl sonları - günümüze kadar).... XVII 3. Belâgat Ekolleri... XVII B. Türkçe Belâgat Çalışmaları... XVIII 1. Tanzimat a Kadar Yapılan Belâgat Çalışmaları.... XVIII 2. Tanzimat Döneminde Yapılan Belâgat Çalışmaları... XX C. Retorik ve Belâgat İlişkisi... XXV BİRİNCİ BÖLÜM AHMED HAMDÎ ŞİRVÂNÎ NİN HAYATI VE ESERLERİ A. HAYATI ( ) B. ESERLERİ Sanat Eserleri İlmî Eserleri Tercümeleri C. BELÂGAT-İ LİSÂN-I OSMÂNÎ Eserin Telif Sebebi ve Baskıları Eserin Muhtevası a) Eserin Özeti b) Eserin Plânı Eserin Önemi ve Değeri Eserde Kullanılan Anlatım Metodu Eserin Dili, Üslûbu ve Eserde Yazarın Üslûpla İlgili Görüşleri Neşir Meseleleri

5 II İKİNCİ BÖLÜM METİN BELÂGAT-İ LİSÂN-I OSMÂNÎ İHTÂR BELÂGAT-İ LİSÂN-I OSMÂNÎ MEBHAS-I EVVEL İLM-İ MEÂNÎ BEYÂNINDADIR.. 45 Fasl-ı Evvel İsnâd-ı Haberînin Ahvâli Beyânı Fasl-ı Sânî Müsnedün-İleyhin Ahvâli Beyânı Fasl-ı Sâlis Müsnedin Ahvâli Beyânı.. 59 Fasl-ı Râbi Müte allikât-ı Fiil ve Mütemmimât-ı Cümle Beyânıdır İstitrâd. 67 Fasl-ı Hâmis Cümle-i İnşâiyye Beyânındadır Fasl-ı Sâdis Vasl u Fasl Beyânındadır Fasl-ı Sâbi Îcâz ve Itnâb ve Müsâvât Beyânı MEBHAS-I SÂNÎ İLM-İ BEYÂN BEYÂNINDADIR Fasl-ı Evvel Aksâm-ı Teşbîhi Beyân Eder.. 84 Fasl-ı Sânî Hakikat ve Mecâz Beyânı Fasl-ı Sâlis Kinâye Beyânı MEBHAS-I SÂLİS FENN-İ BEDÎ DİR Fasl-ı Evvel Vücûh-ı Tahsîn-i Kelâmdan Muhassennât-ı Maneviyye Beyânındadır Bâb-ı Sânî Muhassinât-ı Lafziyye Beyânı İSTİTRÂD 123 İ TİZÂR 125 İLÂVÂT 125 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM İNCELEME A. BELÂGAT-İ LİSÂN-I OSMÂNÎ NİN TERİM SİSTEMLERİNİN ARAŞTIRILMASI Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin Belâgat Kitapları Geleneği İçindeki Yeri a. Belâgat-i Lisân-ı Osmânî den Önceki Belâgat Kitaplarındaki Tasnifler. 127 b. İlk Türkçe Belâgat Kitapları ve Belâgat-i Lisân-ı Osmânî deki Konuların Tasnifi c. Belâgat-i Lisân-ı Osmânî den Sonra Yazılan Belâgat Kitaplarının Konu Tasnifleri Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin Temel Terimlerinin Tanımları ve Açıklamaları 145 Belâgat

6 III a. Ahmed Hamdî nin Belâgat Konularını Tasnifi b. Tanımlar ve Açıklamaları Fesâhat a. Ahmed Hamdî nin Fesâhat Konularını Tasnifi. 151 I. Kelimenin Fesâhati (Tanımlar ve Açıklamaları) tenâfür-i hurûf garâbet muhâlefet-i kıyâs II. Kelâmın Fesâhati (Tanımlar ve Açıklamaları) za f-ı telîf tenâfür-i kelimât ta kîd. 154 a) ta kîd-i lafzî b) ta kîd-i manevî kesret-i tekrâr tetâbu-i izâfât 156 III. Mütekellimin Fesâhati (Tanımlar ve Açıklamaları) b. Değerlendirmeler Meânî a. Ahmed Hamdî nin Meânî İlminin Konularını Tasnifi b. Tanımlar ve Açıklamaları. 161 Kelâm İsnâd İsnâd-ı Haberî/Cümle-i Haberiyye/Kelâm-ı İhbârî a. hakikat-ı akliyye b. mecâz-ı aklî karîne-i lafziyye karîne-i âdiyye karîne-i akliyye Müsnedün-ileyh a) Öznenin düşmesinin gerektiği hâller b) Öznenin söylenmesinin gerektiği hâller Müsned a) Yüklemin söylenmesinin gerektiği hâller b) Yüklemin düşmesinin gerektiği hâller 173 c) Özne ve yüklemin aynı anda düşmesinin gerektiği hâller ç) Yüklemin özneden önce getirilmesinin gerektiği hâller Müte allikât-ı Fiil - Mütemmimât-ı Cümle

7 IV Takdîm-Tehîr Zikir-Terk 179 Kasır Cümle-i İnşâiyye a. inşâ-yı talebî b. inşâ-yı gayr-i talebî Vasl u Fasl cihet-i câmi a a. cihet-i câmi a-i akliyye ) ittihâd ) irtibât/temâsül ) tezâyüf b. cihet-i câmi a-i vehmiyye ) şibh-i temâsül ) tezâd ) şibh-i tezâd c. cihet-i câmi a-i hayâliyye Îcâz-Itnâb-Müsâvât a. îcâz ) îcâz-ı muhil ) îcâz-ı makbûl hazıf b. ıtnâb ) ıtnâb-ı mümil/kabîh ) ıtnâb-ı makbûl/hasen Beyân a. Ahmed Hamdî nin Beyân İlminin Konularını Tasnifi b. Tanımlar ve Açıklamaları. 204 İlm-i beyân delâlet ) sözlü tabiî delâlet ) sözlü aklî delâlet ) sözlü vaz î delâlet a) mutâbakat b) tazammun c) iltizâm Teşbîh 209 Algılama Vasıtalarına Göre Müşebbeh ve Müşebbehün-bih

8 V 1. Vech-i Şebehin Algı Esasına Göre Tasnifi Vech-i Şebehin Niteliklere Göre Tasnifi Vech-i Şebehin Nicelik ve Yapı Bakımından Tasnifi a) tek vech-i şebeh b) müteaddid vech-i şebeh c) birleşik (mürekkeb) vech-i şebeh Teşbihin Taraflarının Nicelik ve Yapısına Göre Tasnifi Benzetme edatı (edat-ı teşbîh) Teşbîhin Kullanım Amaçları Hakikat ve Mecâz. 228 Mecâz a) mecâz-ı mürsel b) istiâre. 239 İstiârenin türlere ayrılması Kinâye Bedî a. Ahmed Hamdî nin Bedî İlminin Konularını Tasnifi. 246 b. Tanımlar ve Açıklamaları. 246 Bedî A. Muhassinât-ı maneviyye sanat-ı tıbâk sanat-ı tekâbül sanat-ı mürâ ât-i nazîr (sanat-ı telfîk / i tilâf / tevfîk /tenâsüb) 251 teşâbüh-i etrâf îhâm-ı tenâsüb irsâd ve teshîm sanat-ı müşâkele sanat-ı müzâvece tecâhü l-i ârif sanat-ı tevriye (sanat-ı îhâm / sanat-ı tevcîh / sanat-ı temsîl) sanat-ı aks sanat-ı rücû sanat-ı tecrîd sanat-ı tevcîh / muhtemilü z-zıddeyn sanat-ı leff ü neşr sanat-ı cem sanat-ı tefrîk sanat-ı taksîm.. 263

9 VI 16. cem ma a t-tefrîk cem ma a t-taksîm cem ma ü t-tefrîk ve l-taksîm mübâlağa-i makbûle tefsîr-i celî tefsîr-i hafî edeb-i taleb ve hüsn-i sû al hüsn-i tahallüs / girîzgâh sanat-ı hüsn-i ta lîl sanat-ı tefrî te kîdü l-medh bimâ yüşebihü z-zemm / istidrâk te kîdü z-zemm bimâ yüşebihü l-medh B. Muhassinât-ı lafziyye cinâs sanat-ı kalb ittihâd-ı iştikâkî cinâs-ı iştikâk terdîd reddü l-acüz ale s-sadr irsâl-i mesel telmîh sanat-ı iktibâs sirkat fıkra seci sanat-ı muvâzene lüzûm-mâ-lâ-yelzem (iltizâm / tazmîn / teşdîd / i nât) sanat-ı tersî i tirâzu kelâm kable t-temâm sanat-ı tensîku s-sıfât siyâkatü l-a dâd B. AHMED HAMDÎ NİN BELÂGATTE ELE ALDIĞI KONULARIN BİLİM DALLARI VE ÇAĞDAŞ TEORİLERLE İLİŞKİLERİ 1. Dilbilim-Belâgat İlişkisi a. Dilbilimin Temel Yaklaşımları ve Ahmed Hamdî nin Yaklaşımıyla İlişkisi ) Bir Sistem Olarak Dil ) Dil-Söz Ayrımı ) Dilin Keyfîliği

10 VII 4) Dilin Çizgiselliği ) Gönderge-Gösteren-Gösterilen a) Kelime Analizi ve Belâgatçilerin Kelime Analizleri. 292 b) Kelime ile Mana Arasındaki İlişki. 293 b. Anlambilim ve Belâgat İlişkisi Anlambirimcik Çözümlemesi a) Benzetmede yaklaşım modeli (psikoloji) b) Benzetme yönünün kendisine benzetilenle ilişkisi Kelime Alanı Teorisi ve Belâgat İlişkisi 298 a) Kelime Alanı ve Tenâsüp Sanatı b) Bağdaşıklık ve Cihet-i Câmi a (Ortak Kesişim Kümesi) Yerdeşlik (Fr. İsotopie) ve Belâgat İlişkisi Figür-Tem ve Belâgatte Edebî Sanatlar Gramatikal / Sentakstik Özelliklere Göre Anlam Çözümlemeleri Göstergebilim - Belâgat İlişkisi Bildirişim Teorisi ve Belâgat İlişkisi a) Bildirişim ve Meânî İlişkisi b) Belâgatte Alıcı-Vericinin Bilgi ve Haber Karşısındaki Durumları 314 Pragmatik ve Belâgat İlişkisi Çağdaş Kompozisyon Anlayışlarının Belâgatle İlişkisi Mantık-Belâgat İlişkisi a. Mantıkta İşaret Teorisi (Delâlet / Signification) ve Belâgat İlişkisi b. Mantıkta Düşünce-Tasavvur-Tasdikat-Kıyas ve Belâgat İlişkisi c. Beş Sanat ve Belâgatle İlişkisi ç. Mantıkta Cevher-Âraz Ayrımı ve Belâgatle İlişkisi SONUÇ KAYNAKÇA

11 VIII ÖNSÖZ İslâm medeniyeti içinde doğup gelişen belâgat bilimi, eski eğitimimizin temel konularından biriydi. Bu ilim, sözün nasıl, ne şekilde kullanılacağının öğretimi işine yarar ve meânî, beyân, bedî kısımlarını ihtiva eder. Meânî bölümünde genel olarak yazılı ve sözlü anlatımımızın temel ilkeleri izâh edilir, beyân bölümünde dilin estetik boyutuna geçilir ve bedî bölümünde ise dili süslemede kullanılan tezât, tenâsüp, cinâs gibi edebî sanatlar kavratılır. Dünkü eğitimimiz içinde önemli bir yer tutan belâgat biliminin temel yaklaşımlarının araştırılmasının günümüz edebiyat araştırmalarına da ışık tutacağı düşüncesiyle Ahmed Hamdî Şirvânî nin belâgat kitabını incelemeye karar verdik. Dünden bize miras kalan belâgat kitaplarının içerdiği bilgiler, eski düşünce sistemi ve dayandığı teoriler ve bilimler, yeterince tanınmadığından günümüz okuyucusu tarafından tam olarak kavranamamaktadır. Belâgat kitaplarında yer alan en temel kavramların bile doğru tanımlarının bulunmadığını gördük. Ayrıca belâgatte yer alan temel kavramların, ait oldukları temel sınıflandırmaların içinde değerlendirilmediğini fark ettik. Tâhir-ül Mevlevî nin Edebiyat Lügati gibi en güvenilir kaynaklarda dahi bu kavramların, sistematiği içinde verilmediğini tespit ettik. Meselâ şiir kavramının yahut hitâbet kavramının tek başına, ait olduğu sistemi dışında anlaşılması, kavranması ve anlatılması mümkün değildir. Bu kavramlar, eski belâgat sistemimizde bir tedrîc (registire) sistemi içinde yer alırlar. Burhân, cedel, hitâbet, şiir, mugâlata, safsata sıralaması bir teoriyi içerir. Bu, belâgatin dayandığı temel teorilerden birisidir. Bu teori, söylenen sözleri, doğruluk açısından sınıflandırır: En doğru söz, delilleri yakîniyyât tan olan burhân dır. En yanlış söz ise delilleri vehmiyyât olan safsata dır. Diğer türler, bu ikisi arasında orta derecede doğruluk değeri taşırlar. Bu sınıflandırma hem bir tür sınıflandırmasıdır, hem de bir değer sınıflandırmasıdır. Sınıflandırma, doğruluk ilkesine göre yapılmıştır. Bu ilke bilinmeden bu sekiz kavramın bilinmesi, tanımlanması, anlaşılması mümkün değildir. İşte bu tezi hazırlamada asıl amacımız, Ahmed Hamdî tarafından verilen bilgilerin aydınlık bir anlayışına ulaşmak ve onları mantığın ve belâgatin dayandığı temel sistematik düşünme biçimleri içinde kavrayarak ortaya koymaktır. Bunu bir bütün

12 IX olarak başardığımızı söylemek mümkün değildir. Ancak bu çalışmada temel sınıflandırmaları ortaya koymayı başardık. Tarihî belâgat bilgilerinin sistematik olarak anlaşılması eski edebiyatı daha iyi kavramamızı sağlayacaktır. Ayrıca çağımız retorik bilimlerini daha doğru anlamamıza da imkân verecektir. Tanzimat döneminde mekteplerde bir ders kitabı olarak okutulan Ahmed Hamdî Şirvânî nin Belâgat-i Lisân-ı Osmânî si, birinci sınıf bir belâgat kitabı değildir. Ancak belâgat tartışmalarının gittikçe arttığı bu dönemde eser, temel bölümlerinin tam olması ve verdiği örnekler dolayısıyla bir önem kazanmıştır. Tezimiz esas olarak bir giriş ve üç bölümden meydana gelmektedir. Aşağıda çalışmamızda yer alan bölümlerin özelliklerini veriyoruz. Giriş bölümünde belâgat kavramı ve tarihi hakkında bilgiler verdik. İslâmiyet te belâgatin dönem dönem tarihî gelişim çizgisini üzerinde durduk. Eski Türklerde ve daha sonra Osmanlı medreselerinde bu ilme verilen önem ve başlıca belâgat eserlerimiz hakkında bilgiler sunduk. Giriş bölümünün sonunda retorik-belâgat ilişkisine değindik. Tezimizin Birinci Bölüm ünde Osmanlı belâgat geleneği içinde yer alan müellifimiz Ahmed Hamdî Şirvânî nin biyografisi ve eserleri hakkında bilgilerin ardından Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin baskıları, şekil özellikleri, muhtevası ve önemi üzerinde durduk. Tezimizin İkinci Bölüm ünü aktarımını gerçekleştirdiğimiz Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin metnine ayırdık. Eserin günümüz alfabesine aktarımını yaparken XIX. yüzyıla ait bir eser olmasını göz önünde bulundurduk. Bundan dolayı Agâh Sırrı Levend in Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri kitabının XIX. yüzyıl imlâmız hakkındaki görüşlerini esas almayı uygun gördük. Tezimizin Üçüncü Bölüm ü olan İnceleme bölümü iki ana kısımdan oluşur. İlk kısımda aktarımını gerçekleştirdiğimiz eserin belâgatle ilgili terimlerinin tasnif sistemlerini, tanımlarını ve gerekli açıklamalarını içerir. Bu bölümde Belâgat-i Lisân-ı Osmânî de geçen bütün terimlerin tanımlarını ele almadık. Eserde geçen başlıca

13 X terimlere yer verdik. Bu terimlerin, temel ve anlaşılır olmasına ve sistematikleri içinde kavranmasına özen gösterdik. Bu terimleri örneklerle zenginleştirmeye çalıştık. Muğlak olan tanım ve örnekler üzerinde durmayarak belirgin olanı yakalamaya gayret ettik. Eserin kapalı kaldığı noktalarda diğer kaynaklardan da yararlandık (edebî sanatlar gibi). Diğer belâgat kitaplarımızın kullanımını -doğrudan konumuz olmamakla birlikte- eserin anlaşılması için gerekli gördük. İnceleme bölümünün ikinci temel kısmını Ahmed Hamdî nin belâgatte ele aldığı konuların bilim dalları ve çağdaş teorilerle ilişkilerine ayırdık. Burada kitaptan tespit ettiğimiz görüşlerin semantik, pragmatik, semiotik gibi çağdaş teorilerle ve mantık gibi bilimlerle ilişkilerini göstermeye gayret ettik. Burada şunu da ifade etmek gerekir ki belâgat, asırlar içinde kendi terimlerini oluşturma gayretine gitmiş ve bu terimlerin sınıflandırma ve adlandırmalarında çeşitli tartışmalara da sahne olmuştur. Bu münakaşa süreçlerini sergileme yoluna gitmeden, eseri merkeze alarak konuyu sınırladık. Bundan dolayı çalışmamız art zamanlı (diakronik) değil, eş zamanlı (senkronik)dır. Dipnot ve kaynakça yazımında Halil Seyidoğlu nun Bilimsel Araştırma ve Yazma El Kitabı esas alınmıştır. Beni doktora tez öğrenciliğine kabul ettiği ve çalışmam boyunca klâsik Osmanlı Belâgatine yeni bir yaklaşım tarzı ile bakmayı sağladığı için hocam Prof. Dr. Rıza Filizok a; Arapça ve Farsça ibarelerin çözümünde kendisine her başvurduğumda yardımlarını esirgemeyen Bayram Orak a; maddî ve manevî destekleriyle beni yalnız bırakmayan aileme çok teşekkür ederim.

14 XI KISALTMALAR a.g.e. : adı geçen eser a.g.m.: adı geçen makale a.g.t.: adı geçen tez a.g.y.: adı geçen yazı AEKMK: İstanbul Millet Kütüphanesi Ali Emiri Kısmı b.: baskı BDK: Beyazıt Devlet Kütüphanesi Eski Harfli Basma Eserler Koleksiyonu Bk.: bakınız Bl.: bölüm BL: Belâgat-i Osmâniyye BLO: Belâgat-i Lisân-ı Osmânî C.: cilt çev.: çeviren DTCF: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi H.: Hicrî Haz.: Hazırlayan İA: İslâm Ansiklopedisi MEB: Milli Eğitim Bakanlığı MİL: Milli Kütüphane Muvakkat Katalogu OALT: Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi OCLT: Osmanlı Coğrafya Literatürü Tarihi OTTLT: Osmanlı Tabii ve Tatbiki Bilimler Literatürü Tarihi ÖZEGE: M. Seyfettin Özege Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Katalogu S.: sayı s.: sayfa TBTK: Türkiye Basmaları Toplu Katalogu TDV: Türkiye Diyânet Vakfı TDVİA: Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi TDK: Türk Dil Kurumu TTK: Türk Tarih Kurumu tsz.: tarihsiz vb.: ve benzeri vd.: ve diğerleri Yay.: yayınları YKY: Yapı Kredi Yayınları

15 XII GİRİŞ Bu bölümde genel olarak belâgatin tarihî gelişimi ve bu gelişim sürecinde yer alan belli başlı belâgat kitapları üzerinde durularak Ahmed Hamdî Şirvânî nin bu çizgi içerisindeki yeri tayin edilecektir. BELÂGAT KAVRAMI VE TARİH BOYUNCA BU KAVRAM ÜZERİNDE YAPILAN ÇALIŞMALAR Belâgat, güzel söz söyleme, yazma ve insanları iknâ etme sanatı olarak tanımlanır. Belâgatin ne olduğu hakkındaki en yaygın kabul budur. Düşünce ve duygunun sözlü ya da yazılı olarak gereken yerde, gereken zamanda ve gerektiği kadar, ifade edilmesi yolunda bir gayret ve tefekkür her zaman var olagelmiştir. Hemen hemen bütün eski medeniyetlerde (Çin, Hint, Fars vs.) bu yolda çalışmalar olduğuna dair tarihî kayıtlar bulunmaktadır. Bu gayret ve tefekkürün bilhassa iki medeniyet, eski Yunan ve Araplar tarafından oldukça kapsamlı ve sistematik bir şekilde ele alınıp, işlendiğini ve geliştirildiğini görüyoruz. Bu iki medeniyete sonradan dâhil olan çeşitli milletler ise dâhil oldukları medeniyetin belâgat anlayışını benimsemişler ve bunun geliştirilmesine katkıda bulunmuşlardır. Bu cümleden olmak üzere Türkler, X. yüzyılda dâhil oldukları İslâm medeniyetinin belâgat anlayışını benimsemişler ve geliştirilmesinde etkin bir rol oynamışlardır. İslâmiyet öncesi yazılı, sözlü mahsulleri günümüze kadar intikâl eden Türklerin bu dönemlerinde hangi belâgat anlayışı içerisinde yer aldıkları bilinmemektedir. Yukarıda da söylediğimiz gibi Türkler, İslâm medeniyeti içerisinde yer aldıktan sonra bu medeniyetin belâgat anlayışını benimsemiş ve bu anlayışın gelişmesinde aktif olarak rol almışlardır. Bu aktif rolü, üç dönem içerisinde mütalaa edebiliriz: Birinci dönem, mevcut Arapça belâgati öğrenme ve bütünleşme dönemidir (Zemahşerî, Râzî, Sekkâkî). İkinci dönem, belâgatin tanım ve tasniflerini Türkçe ifade etme dönemidir. Bu dönemde örnekler, henüz Arapça ve Farsçadır (XV. yüzyıl - XIX. yüzyıl). Üçüncü dönemde ise belâgatin hem teorik konuları ve hem de örnekleri Türkçeleşmiştir (Ahmed Cevdet Paşa). Tezimizin konusu olan üzerinde çalıştığımız Ahmed Hamdî nin kitabı da bu üçüncü aşamada yer almaktadır.

16 XIII Türklerin içerisinde yer aldıkları Arap belâgat (İslâm) anlayışı, tarihin bazı dönemlerinde Yunan retorik anlayışı ile karşılaşmış ve ondan etkilenmiştir. Bu belâgatretorik ilişkisinden ayrı bir alt başlık hâlinde bölümün sonunda kısaca bahsedeceğiz. Burada yukarıda bahsedilen İslâm medeniyeti belâgatinin tarihsel sürecinden kısaca söz edeceğiz. A. İslâmiyet te Belâgat Çalışmalarının Tarihi ve Ekoller Arapların Câhiliye devrinde, edebiyatta zirvede oldukları tarihî bir gerçektir. Nitekim Arapçada arap kelimesi, merâmını en güzel ve en net bir şekilde anlatabilen kimse için kullanılıyordu. O zaman, dili rahat konuşamayan, ifadesi kapalı kimseleri de a cem olarak tanımlamaktaydılar. Bu dönemde Araplar arasında şiir tenkitçiliği de son derece önemliydi. 1 Mekke civarındaki Ukâz da kurulan panayırlarda düzenlenen şiir yarışmalarında özellikle genç şairler, hakeme şiirlerini takdim ederler ve bu şiirler yapılan edebî tenkit ve tahliller sonucunda değerlerine göre sıralanırdı. Bu dönemde el-medresetü l-evsiyye adı verilmiş, şiirleri çok titiz tenkitlere tâbi tutmakla ünlü olan bir ekolden de söz edilir. Muallakâtü s-seb a dan birinin sahibi ve Kasîde-i Burde yi söyleyen Ka b ın babası olan Zuheyr b. Ebî Sulmâ (ö. 13/609) ya nispet edilen bu şiir ekolü, şiir tenkidinin yanı sıra şiir rivâyetleriyle de uğraşmış ve pek çok ünlü şairin yetişmesine katkıda bulunmuştur. Bu dönemin edebî tenkit açısından en önemli özelliği, şiir ve hitâbette ifadelerin şeklî sanatlara boğulmaması ve her yönden duruma uygun ( muktezâ-yı hâl ) ölçülerde tutulması için gösterilen titizliktir İlk Dönem Belâgat Çalışmaları Arap edebiyatında belâgat çalışmaları edebî tenkit ile başlar. 3 İslâmî dönemde ise hem Kur an-ı Kerîm in i câzı ile ilgili görüşler, hem de edebî tenkit çalışmaları 1 Cüneyt Eren, Arap Belâgatının Kur ân-ı Kerîm in Anlaşılmasına Katkısı, Dokuz Eylül Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. XX, İzmir 2004, s Mehmet Yalar, El-Hatîb El-Kazvînî ve Belâgat İlmindeki Yeri, Basılmamış Doktora Tezi, (Danışman: Hulusî Kılıç), Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 1997, s. 38.

17 XIV sebebiyle daha da hız kazanır. Amaç Kur ân ın her yönüyle anlaşılması olunca, müfessirlerin yanı sıra, usûlcüler de, haber, inşâ, hakikat ve mecâz gibi belâgat konularını bolca işlemişlerdir. Belâgatçiler de fıkıh usûlünden yararlanmışlardır. 4 İslâm dünyasının sınırlarının genişlemesi ve Arap olmayan Müslüman toplulukların Kur ân-ı Kerîm i yanlış anlaması endişesi ortaya çıkınca Arap dili gramerinin kurallar hâlinde tespitine ihtiyaç duyuldu. İslâm ın ilk asırlarında bu kâideler tespit edilirken dil ve edebiyat bütün olarak ele alındığı için belâgat kâideleri de bu ilimler içinde incelenmekteydi. Yine bu dönemde yabancı kültürlerle siyasî, sosyal, kültürel temas sonucunda ortaya çıkan problemlerin çözüme kavuşturulması için kelâm ilmindeki gelişmeler belâgat ilminin de gelişmesine katkılar sağladı. 5 Kelâmcılar özellikle belâgat ilmi terminolojisinin ilk kurucuları sayılmışlardır. 6 Belâgat, Arap dili ve edebiyatı ile ilgili ilimlerin, bağımsızlığına en geç kavuşanıdır. Zira Kur ân-ı Kerîm in i câzının hakkıyla anlaşılabilmesi için Müslümanların, bu konu üzerinde uzunca bir süre çalışıp belâgatin ilkelerini, metot ve terminolojisini ortaya koymalarını beklemek gerekmiştir. 7 Kısaca İslâmî dönemde belâgat, Kur ân ın inceliklerini anlamaya yönelik gayretler, gramer ve tefsir ilmi ve edebî tenkit çalışmaları sonucunda bağımsızlığını kazanır. 8 Ancak belâgat konuları, müstakil bir ilim hâline gelinceye dek çeşitli isimlerle 3 M. Akif Özdoğan, Klasik Arap Edebiyatında Edebî Tenkit ve İbn Raşìú al-úayravànì nin Edebî Tekitteki Yeri, Basılmamış Doktora Tezi, (Danışman: Osman Keskiner), Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun 2000, s M. Yalar, a.g t., s Hulusî Kılıç, belâgat, TDVİA, C. V, İstanbul 1992, s M. Yalar, a.g.t., s Komisyon, belâgat, Türk Dili ve Edebiyat Ansiklopedisi, Dergâh Yay., C. I, İstanbul, s. 388; H. Kılıç, belâgat, TDVİA, C. V, s ; A. Schaade, belâgat, Milli Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi, C. II, İstanbul 1979, s. 464; Bruijn, J. T. P. de, Balâğat, The Encyclopaedia Iranica, 8 İbü l-enbârî den naklolunan rivâyete göre ilk asırlarda edebî ilimler, lugat, sarf, nahiv, arûz, kafiye, Arap tarihi, Arap soy bilgisi (ilmü l-ensâb) ve şiir sanatı olmak üzere sekiz guruptan oluşuyordu. Belâgat ise şiir sanatı gurubunda mütalaa ediliyordu. Zaman geçtikçe edebî ilimler gelişme kaydetmiş ve 8 asîl ve 4 feri olmak üzere oniki ye bâliğ olmuştur. Bunlardan lûgat, sarf, nahiv, maani,

18 XV de yapılmaktadır. Bu gelişim süreci içerisinde belâgat kavramı için kullanılan kelimeleri aşağıda gösteriyoruz. 9 beyân Câhiz (ö. 255/869) bedî İbnü l-mu tez (ö. 269/908) nakdü ş-şi r Kudâme b. Ca fer (ö. 377/932) es-sınâteyn Ebû Hilâl el-askerî (ö. 400/1009) fesâhat İbn Sinân el-hafâcî (ö. 466/1073) belâgat ve delâilü l-i câz Abdülkâhir el-cürcânî (ö. 471/1078) meânî ve beyân Zemahşerî (ö. 538/1144) meânî, beyân ve bedî Bedreddin b. Mâlik (ö. 680/1277) ulûmü l-belâga Hatîb el-kazvînî (ö.739/1338) B e l â g a t İbnü l-mu tez in Kitâbü l-bedî i, el-câhiz in el-beyân ve t-tebyîn i, Seleb in Kavâidü ş-şi r i, Kudâme b. Cafer in Nakdü ş-şi r i Arap belâgatinde ilk önemli eserler olarak kabul edilir. Fakat Arap belâgatini asıl sistemleştiren Miftâhu l-ulûm u ile Sekkâkî olur. Sekkâkî nin bu eserinin kısaltılması Kazvînî nin Telhîsü l-miftâh adlı eseri, genişletilmesi ise Taftazânî nin Mutavvel i adlı eserini var eder. 10 Miftâhu l-ulûm, Telhîsü l-miftâh, Mutavvel ve yine Taftazânî ye ait Muhtasar, bu dört kitap, Osmanlı medreselerinin temel ders kitapları olarak asırlarca okutulmuşlardır. 11 Yukarıda da ifade edildiği üzere İslâm edebiyatlarında, Kur ân ın daha iyi anlaşılması, yorumlanması ve onlardaki söz güzelliklerinin bulunmasına yönelik çabaların bir sonucu olarak ortaya çıkan belâgat çalışmaları, özellikle miladî IX. yüzyılda hız kazanır ve XIII. yüzyıla kadar gelişerek devam eder. beyan, bedi, arûz ve kafiye sekiz asıl; diğer dördü olan hat, inşâ (kitabet), karz-i şiir (şiirin güzel ve kötü yönünü tanıtan ilim) ve tarih gibi konular ise ferî olmuştur. Nasrullah Hacımüftüoğlu, Fahruddin er-razî, Nihâyetü l-icâz fi Dirâyeti l-i câz ının Tahkikli Neşri ve Abdülkahîr el- Cürcânî nin Belâgat Alanındaki Eserleriyle Mukayesesi, Basılmamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Erzurum 1987, s.1. 9 N. Hacımüftüoğlu, İ câz ve Belâgat Deyimleri, Ekev Yay., Erzurum 2001, s. 17; Halil İbrahim Kaçar, Edebî Yönden Hazif Üslûbu, Basılmamış Doktora Tezi, (Danışman: İsmail Durmuş), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2002, s Kâzım Yetiş, Belâgattan Retoriğe, Kitabevi Yay., İstanbul 2006, s K. Yetiş, Türk Edebiyatı Tarihi, C. III, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., İstanbul 2007, s. 269.

19 XVI 2. Belâgat Çalışmalarının Dönemleri Kaynaklar, Arap edebiyatında belâgat çalışmalarının safhalarını kronolojik olarak Kur ân-ı Kerîm le başlatır ve tarihsel olarak şu dönemlere ayırırlar: a) Birinci Dönem (Kur ân ı Kerîm - X. yüzyıl) Bu dönemde yetişen dilci ve edebiyatçılar aynı zamanda tefsirle de uğraşmışlardır. Bu tefsirlerde belâgatin kapsamına giren bilgilere de rastlanır. Yine bu dönemde kelâmcılar, Kur ân ın i câzı üzerinde dururken daha tam olarak ayrılmamış olan belâgat ve fesâhat bahsine de girerler. Çalışmalarda henüz Arap olmayan Müslüman âlimlerin araştırmalarının etkisi hissedilmez. b) İkinci Dönem (X. yüzyıl - XIV. yüzyıl) Belâgatin, terimleri ile müstakil bir bilim hâlini almaya başladığı devresidir. Bu dönemin sonuna doğru belâgat, meânî, beyân ve bedî olarak sistemli olarak ayrılmıştır. Bu dönemin en dikkate değer eseri, Abdülkâhir el-cürcânî (ö. 471/1078) nin Delâ ilü l-i câz ı ve Esrârü l-belâga sıdır. Bu asrın gerçek dâhisi dil ve gramer âlimi Zemahşerî (ö. 538/1143) dir. el- Keşşâf adlı tefsirinde Cürcânî nin görüşlerini de esas alarak Kur ân ı belâgati bakımından açıklar. İbn Haldûn (ö. 808/1406) a göre, Zemahşerî ye gelinceye kadar, kelâmcılara ait tefsirlerin çoğunda belâgat yeterince işlenmemiştir. 12 Fahruddin er-râzî (ö. 606/1209) belâgat ilminin usûl, kâide ve delillerini sistemli bir şekilde Cürcânî nin iki eserinin özeti mahiyetindeki Nihâyetü l-îcâz fî Dirâyeti l-i câz min Esrâri l-belâga ve Delâ ilü l-i câz adlı eserleriyle mantıkî ve felsefî bir zemine oturtmuştur. Ya kûb es-sekkâkî nin (ö.626/1229) Miftâhu l-ulûm u bu dönemin diğer önemli eserlerindendir. Kendi görüşleri ile önceki âlimlerin görüşlerini ustalıkla kaynaştırmıştır. Belâgat ilmini daha sonra tasnifler bahsinde de açıklayacağımız gibi iki ana bölüme -meânî ve beyân- ayırdıktan sonra, bedî nin de bazı sanatlarına yer verir. 12 M. Yalar, a.g.t., s. 39.

20 XVII XIII. yüzyıl, belâgat ilminin tümüyle diğer edebî mevzulardan ayrılıp müstakil bir ilim olarak ortaya çıkması bakımından önem arz eder. Bu yüzyılda meânî, beyân ve bedî ilimleri olmak üzere üç ana bölüm içinde belâgatle ilgili bahislerin tamamı toplanır ve terimleri istikrara kavuşur. Tarif ve kuralları bakımından günümüze kadar gelen son şeklini alır. 13 c) Üçüncü Dönem (XIV. yüzyıl ortaları - XIX. yüzyıl sonları) Bu döneme şerh ve hâşiye dönemi de denilebilir. Bu dönemde Hatîb el- Kazvînî nin, Sekkâkî nin Miftâhu l-ulûm adlı eserinin üçüncü bölümünden faydalanarak oluşturduğu Telhîsü l-miftâh adlı eserine çok sayıda şerh ve hâşiye yazılmıştır. Bu eserlerde belâgatte bir takım incelikler ve detaylara gidildiği görülür. Sekkâkî ve Kazvînî nin eserleri, belâgat ilminin tarihî seyri bakımından oldukça önemlidir. Sekkâkî nin Miftâhu l-ulûm u belâgatin klâsik kaynağı hâlini alır. 14 ç) Dördüncü Dönem (XIX. yüzyıl sonları - günümüze kadar) Bu dönem belâgat eserlerinde klâsik tarzı devam ettirenlerin yanında klâsik tarza yenilikler getiren eserlere de rastlanmaktadır. Modern tarzı geliştirenler Batı edebiyatını takip eden ve inceleyenlerdir. 3. Belâgat Ekolleri Yukarıda dört dönem olarak verilen süreç içerisinde belâgat ekollerinin nitelikleri şu şekilde tespit edilip incelenmiştir: Bu ekoller, temel nitelikleri bakımından edebî ve kelâmî olarak ikiye ayrılır. Bunun dışında İbn Haldûn (ö. 1406), belâgat âlimlerini sosyal ve coğrafî çevreleri içinde değerlendirmiş ve Meşârika ve Megâribe olmak üzere iki temel belâgat ekolünden söz etmiştir. Belâgatte mantık ve felsefenin ağırlıklı olduğu ve anlamın yoğun olarak düşünüldüğü Horasan ve Maveraünnehir mıntıkasına Meşârika, 13 Ömer İshakoğlu, Türklerin XV-XVI. Asırlarda Arapça Belagata Yaptığı Katkılar, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (Danışman: Ahmet Suphi Furat), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2004, s Menderes Coşkun, Sözün Büyüsü Edebî Sanatlar, Dergâh Yay., İstanbul 2007, s

21 XVIII edebiyatın ağırlıklı olduğu Mısır, Şam ve Bağdat bölgesine Arap ve Bülegâ, bedî sanatların ağırlıklı olduğu bölgeye de Megâribe adı verilmiştir. İbn Haldûn un yaptığı tasnife ek olarak Anadolu da yapılan belâgat çalışmaları bunlara eklenmiştir. Aşağıda bu ekolleri ve özelliklerini tablo hâlinde gösteriyoruz Meşârika (Kelâm ve Felsefe) Ekolü (Horasan ve Maveraünnehir) Şekilden ziyâde mana öne çıkarılır. Edebî örnekler az. Taksimat ve tasnifler geniş. Temsilcileri: Razî (ö. 1209), Nihâyetü l-îcâz fî dirâyeti l-i câz Sekkâkî (ö. 1229), Miftâhu l- ulûm. 2. Arap ve Bülegâ Ekolü (Mısır-Şam-Irak) Şekilden ziyâde lafız öne çıkarılır. Edebî örnekler çoktur. Taksimat az. Temsilcileri: Halepli İbn Sinân el-hafâcî (ö. 1073), Sırru l-fesâha İbnü l-esir (ö. 1256), el-meselü s-sâir 3. Megâribe (Bedî ciler) Ekolü (Afrika-Endülüs) Özellikle bedî sanatlarına değer verilir. Temsilcileri: İbn Reşîk, el- Umde 4. Anadolu Belâgat Çalışmaları Üç belâgat ekolünün özelliklerini taşır ve terkipçidir. Diline göre Arapça ve Türkçe yapılan çalışmalar olarak ayırmak mümkündür. Arapçalar şerh ve hâşiye, Türkçeler ise telif ve tercüme niteliği taşır. B. Türkçe Belâgat Çalışmaları 1) Tanzimat a Kadar Yapılan Belâgat Çalışmaları Türkçe ilk müstakil belâgat kitapları XV. yüzyıla aittir, ama bütün belâgatçilerin eserlerinde üzerinde durdukları işaret teorisi nin sahibi İbn Sînâ dır. Bu bakımdan belâgat çalışmalarımızın başlangıcını İbn Sînâ (Buhârâ Hemedân 1037) ya kadar dayandırabiliriz N. Hacımüftüoğlu, a.g.t., s ; Belâgat Ekolleri ve Anadolu Belâgat Çalışmaları, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S. 8, Erzurum 1988, s İbn Sînâ, Risaleler, (Çev.: A. Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu), Kitâbiyât Yay., Ankara 2004, s ; Kitâbu ş-şifâ Mantığa Giriş, (Çev.: Ömer Türkoğlu), Litera Yay., XV+232 s.

22 XIX Belâgat çalışmalarımızın başlangıcında şerhler, hâşiyeler, tercümeler ve telifler içiçedir. Bunlar içinde çoğunluğu şerhler ve hâşiyeler oluşturur. 17 Üzerine en çok şerh ve hâşiye yazılan kitap, medreselerde belâgati temel ders kitabı olarak okutulan Miftâhu l-ulûm dur. Bu esere 130 kadar şerh ve hâşiye yapılmıştır. Bu şerh ve hâşiyelerin de ele alınıp dikkatle incelenmesi gerekmektedir. Bu dönemde yapılan önemli şerhlerden biri de Telhîsü l-miftâh a Altıparmak Mehmed Efendi (ö. 1623) tarafından yapılan şerhtir. 18 Bu şerhlerden başka telif eserler de vardır. Telif eserlerden ilki Molla Lütfî (ö. 1495) nin Risâle-i Mevlânâ Lütfî sidir. Bu eser belâgate dair yazılmış ilk müstakil Türkçe eserdir. 19 İkinci telif eser, XVI. yüzyılda Taşköprüzâde Ahmed Efendi (ö. 1561) tarafından Arapça olarak Mevzû âtü l-ulûm dur. Belâgatin üç ana bölümünü de kapsayan bu eser Taşköprüzâde nin oğlu Kemâleddin Mehmed Efendi (ö. 1621) tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Üçüncü telif eser, XVII. yüzyılda İsmâil Ankaravî (ö. 1041/ ) nin Telhîs i okumak isteyen öğrencilerine kolaylık sağlamak düşüncesi ile hazırladığı Miftâhü l-belâga ve Misbâhü l-fesâha adlı eseridir. 20 Yukarıda saydıklarımız belâgati bir bütün olarak ele alan eserler ve çalışmalardır. Bir de belâgatin sadece bir cüzünü ele alan eserler vardır. 17 Ahmet Sami Benli, Başlangıçtan Fatih Devri Sonuna Kadar Belagata Dair Eser Veren Osmanlı Alimleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (Danışman: A. Suphi Furat), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1991; Ö. İshakoğlu, a.g.t., s Miftâhu l-ulûm ve Telhîs için yapılan şerhler, hâşiyeler ve diğer çalışmaların listesi için Atabey Kılıç, Üskübî nin Şerh-i Telhîs i, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (Danışman: T. Kortantamer), Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 1990, s Mustafa Aksoy, Molla Lütfì nin RisÀle-i MevlÀnÀ Lütfì si, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (Danışman: T. Kortantamer), İzmir 1991, s. II. 20 Fatih Ülken, Şeyh İsmail Ankaravî nin MiftÀhu l-belàga ve MısbÀhu l-fesàha sı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (Danışman: Tunca Kortantamer), Ege Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 1990, 87 s.

23 XX Bunlardan ilki Alî b. Hüseyin Hüsâmeddîn Amasî (ö. 875/1470) tarafından kaleme alınan Risâletün mine l- arûz ve Istılâhı ş-şi ir dir. 21 İkinci eser, Akkoyunlular zamanında yaşayan Şeyh Ahmed el-bardâhî el- Âmidî nin Kitâbü Câmî Envâ i l-edebi l-fârisî (907/1502) adlı eserin fi s-sanâyîi ledebiyye Mine l-arûz ve t-ta miye adlı bölümüdür. Bardâhî, eserinin bu kısmında bazı edebî sanatlarla şiir türleri, aruz ve muamma hakkında bilgiler verir. 22 Bir diğer eser, Mustafa Sürûrî ( ) nin 1549 da kaleme aldığı ve ağırlık noktasını teşbîh konusunun oluşturduğu Bahrü l-maârif idir. 23 Mu îdî (ö. XVI. yüzyıl ortaları) nin Miftâhü t-teşbîh adlı eseri ise çoklukla Ahmed Paşa dan alınan örneklerle sevgiliye ait benzetmeleri içeren bir risâledir. 24 Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi (ö. 1787) nin Istılâhâtü ş-şi iriyye (1773) sini de bu çerçevede zikretmek gerekir. 25 Örnekleri az olmakla birlikte eserde şiirle alâkalı terimler ve bilgiler bulunmaktadır. 2. Tanzimat Döneminde Yapılan Belâgat Çalışmaları XIX. asra gelindiğinde belâgat çalışmalarının hız kazandığı bir dönemin başladığı görülür. II. Mahmud ( ) zamanında Türkçenin de kendine ait bir belâgati olacağı görüşü ve tartışmaları gündemdedir. 21 M. Coşkun, Edebî Terimler ve Aruzla İlgili Bir Eser: Alî b. Hüseyin Hüsâmeddîn Amasî nin Risâletün Mine l- Arûz ve Istılâhı ş-şi r i, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, S. 8, İstanbul 2003, s Kemal Eraslan, Eski Bir Belâgat Kitabı, Birinci Türkoloji Kongresi Tebliğler, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkiyat Enstitüsü Yay., İstanbul 1980, s Halil İbrahim Okatan, Sürÿrì nin Bahru l-ma Àrif i -İnceleme ve Mukaddime Metni-, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (Danışman: T. Kortantamer), Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 1986, 86 s.; İsmail Güleç, Bahrü l-ma ârif de Geçen Edebiyat Terimleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (Danışman: A. Atilla Şentürk), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1997, 100 s. 24 İsmail E. Erünsal, Mu îdî nin Miftâhu t-teşbih i, Osmanlı Araştırmaları, S. VII-VIII, İstanbul 1988, s Harun Tolasa, 18. Yüzyılda Yazılmış Bir Divan Edebiyatı Terimleri Sözlüğü-Müstakîzâde nin Istılâhâtü ş-şi riyye si-, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Dergisi, S. 2, İzmir 1981, s

24 XXI Belâgat üzerine bu asırda çok yazılıp çizilmesi ve yapılan münâkaşalar bir problemin varlığını da gösterir. Bilindiği gibi askerî ve siyasî alandaki başarısızlıklar yüzünden III. Selim ( ) den itibâren hükümdarlar hâlka seslenme ihtiyacı duymuşlar ve halkın bilim seviyesinin yükseltilmesi için tedbirler almışlardır. Belâgat tartışmalarının gündemde oluşunun sebebi dili ve ifadeyi kullanarak imparatorluğu güç durumundan kurtarmaktır. Bu dönemde belâgat üzerinde çalışan aydınlarımızı a) Eski belâgat geleneğinden ayrılmayanlar, b) Batı retoriğini getirmeye çalışanlar, c) Eski belâgatimizden hareketle yeniyi kurmak isteyenler tarzında üç gruba ayırabiliriz. Daha sonra Eserin Dili ve Üslûbu ve Yazarın Eserde Üslûpla İlgili Görüşleri bahsinde de üzerinde durulacağı gibi belâgatin ilk gelişim çağında belâgatçiler üslûpta şekil ile muhteva arasında denge kurmuşlar, ancak zamanla üslûbu süsleme merakı, süsün fikrin önüne geçmesi sonucunu doğurmuştur. XIX. yüzyıldan itibaren hemen bütün belâgatçiler, bu yanlışlıktan dönülmesi gereğini vurgulamışlardır. Belâgatteki fikirler beğenilmekle birlikte zamanla bir aşırılaşma ve fikrin süse ve şekle feda edildiği başta Ahmed Hamdî olmak üzre pek çok âlim tarafından düşünülür. Bilimsel faaliyetlerde Arapçayı merkeze alan aydınlara göre de bu böyledir. Askerî ve siyasî alandaki gerilemeler devleti de dil ve anlatım konusu üzerinde düşünmeye zorlar. Devrin aydınlarının pek çoğu dilin süsten kurtarılması taraftarıdır. Ahmed Hamdî de bu tarafı ile döneminde yenilikçidir. Yeni iki kaynaktan gelir: a) Batı Retoriği, b) Eski Doğu Belâgatinin yenileştirilmesi Yenileştirmede tartışma yoktur. İlk belâgatçilerin çok güzel şeyler yaptığı Osmanlı da da böyle olduğu; ama sonra süse kaydıkları şeklindeki görüşler birleşir. Bu dönem belâgatçileri genel olarak, eski Türk-İslâm belâgatçilerinin fikri birinci plâna alan eğilimlerini takdir etmekte, ancak daha sonraları bu yoldan uzaklaşılıp süslü ifadeye yönelinmesini doğru bulmamaktadırlar.

25 XXII İşte bundan dolayıdır ki eski belâgate tekrar dönülmüş ve eski belâgat eserlerimiz tekrar basılmıştır. Örneğin daha önceki asırlarda medreselerde okutulan Taftazânî ye ait Mutavvel 1873 te yeniden basılmış, 26 yine bu asırda Mevlânâ İsâmüddin e ait Mîzânü l-edeb tercüme edilerek 1841 de basılmıştır. 27 Miftâhü l-belâga ve Misbâhü l-fesâha 1867 de bu yeniden basılan eserler arasındadır. Bu dönemde belâgat âdeta bir Rönesans yaşar. Ahmed Hamdî, bunların başlangıç noktasında durur ve durduğu yer sağlamdır. Recaîzâde, Talîm-i Edebiyat ı ile hem Batı retoriğini hem de kendi belâgatimizin sistemini terkip etmeye çalışır. Ancak ikincisinin bilgisine sahip değildir. Bu açıdan Ahmed Hamdî, daha tutarlıdır. Recaîzâde Ekrem, doğru ancak güç bir iş yapmaya çalışır. Ekrem, eskiyi Ahmed Hamdî ve Cevdet Paşa kadar bilmez. Batıyı da Batılı kadar bilmez. Bugün bile hâlâ bu zorluk ortadan kaldırılmayı beklemektedir. Tanzimat tan sonra eski belâgat kitaplarımızın yeniden basımında olduğu gibi yeni teliflerde de bir artış görülür. Kaynaklar bunun sebebi olarak, eğitim kurumlarının değişmesi ve buna paralel olarak müfredat değişikliğinin yeni belâgat kitapları ihtiyacı olarak verir. Ayrıca bu dönemde yabancı diller karşısında ana dilin daha sağlam öğretilebilmesi keyfiyetinden dolayı belâgate önem verilmiştir. Bu yeni telifler, genellikle öğrenciye yönelik pratik amacı olan eserler olur. XIX. asırda garplılaşma hareketinin hız kazanması, medresenin dışında yeni ve Avrupaî öğretim müesseselerinin açılması, medresenin eski güç ve ehemmiyetini kaybetmesi, Arapça nın geçmiş devirlerdeki kadar yaygın surette bilinen bir dil olmaktan çıkması gibi âmiller, belâgat konusunda yeni ihtiyaçlar doğurmuştur. Yeni açılan mekteplerde talebeye ulûm-ı edebiyye yi tanıtabilmek gayesiyle konulan Türkçe kitâbet, belâgat ve edebiyat dersleri için kitaplar kaleme alınmıştır. 28 Bu dönemin telif ilk eseri, Dârülmuallimîn hocalarından olan Mehmed Nüzhet in Mugni l-küttâb (1286 /1869) ıdır. Bu eser ders notlarının dikte edilmesi usûlü 26 Taftazânî, Tercemetü t-telhîs ve l-mutavvel I-II, (çev.: Abdünnâfi Efendi), Bosna Vilâyet Matbaası, Bosna, 1289, 381 s.; Matbaa-i Âmire, İstanbul 1290, 244 s. 27 İsâmüddin, Terceme-i Mizânü l-edeb, (çev.: Mehmet Tâhir Selâm), Takvimhâne-i Âmire Matbaası, İstanbul 1257/ K. Yetiş, Talîm-i Edebiyat ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sâhasına Getirdiği Yenilikler, s. 2.

26 XXIII ile oluşturulmuştur. Bir yıl sonra Selim Sâbit, rüştiye öğrencileri için Miyârü l-kelâm (1287/1870) ı hazırlar. Nâmık Kemâl, 1866 da Tasvîr-i Efkâr da yayınlanan ve yeni edebiyatın ilk beyânnâmesi olarak kabul edilen Lisân-ı Osmânî nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir makalesinde Batıdan da gelen bazı unsurlarla edebiyatımızı değerlendirir. Burada eski edebiyatımıza çeşitli tenkitler -özellikle hakikate uygunluk konusunda- yapılır. Dilimize özel bir belâgat kitabının yazılmamış olmaması ve buna ihtiyaç duyulduğu ifade edilir. 29 Tanzimat sonrasında Batı edebiyatına yönelişlerle birlikte belâgat anlayışımız da değişime uğrar. Süleyman Paşa tarafından telif edilen Mebâni l-inşâ ( ) Arap ve Fars belâgatinin yanına Fransız retoriğini de koyar. Eser, belâgat konusunda Batı retoriğine yönelen ilk kitaptır. 30 Bundan sonra gelen kitaplar ya eski geleneği devam ettirirler ya da Batı retoriğinden faydalanma yolunu seçerler. Belâgatimiz hakkındaki yazısında Kâzım Yetiş, 1867 den sonra basılan belâgat eserlerimizi üç kategoride değerlendirir. XIX. yüzyılın başlıca belâgat kitaplarının kapsamına göre sınıflandırmasını aşağıya aynen aldık. 31 a. Belâgati tam kadrosu ile veren eserler 1. Ahmed Hamdî, Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, İstanbul, 1293/1876, Matbaa-i Âmire, 128 s. 2. Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-i Osmâniyye, İstanbul / , Mahmud Bey Matbaası, 204 s. b. Belâgatin bir veya iki şubesini ihtivâ eden, fakat edebî sanatlara dâir bilgilere ve şiirle alâkalı hususlara ağırlık veren eserler 1. Mehmed Mihrî, Fenn-i Bedî, 88 s. 2. Ahmed Hamdî, Teshîlü l-arûz ve l-kavâfî ve l-bedâyî, İstanbul, (1872), Terakkî Matbaası, s. 3. Ali Cemâleddin, Arûz-ı Türkî (İlm-i Kavâfî, Sanâyi-i Şiiriyye ve İlm-i Bedî), İstanbul 1291/1874, 168 s. 4. Mihalici Mustafa Efendi, Zübdetü l-beyân, İstanbul 1297/1880, Mihran Matbaası, 100 s. 5. el-hac İbrahim, Hadîkatü l-beyân, İstanbul 1298/1881, Mihran Matbaası, 136 s. 29 K. Yetiş, Dönemler ve Problemler Aynasında Türk Edebiyatı, Kitabevi Yay., İstanbul 2007, s K. Yetiş, Mehmet Kaplan a Armağan, Dergâh Yay., İstanbul 1984, s K. Yetiş, Talîm-i Edebiyat ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sâhasına Getirdiği Yenilikler, s

27 XXIV c. Belâgatten bir-iki şubeyi veya tamamını almakla birlikte zengin kadrosu ile daha çok, umûmî edebiyat bilgileri kitabı olmak mahiyeti taşıyan eserler 1. İsmâil Ankaravî, Miftâhü l-belâga ve Misbâhü l-fesâha, İstanbul, 1284/1867, Tasvîr-i Efkâr Matbaası, 218 s. 2. Mehmed Nüzhet, Mugni l-küttâb, İstanbul 1286/1869, Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne Matbaası, 466 s. 3. Selim Sâbit, Mi yârü l-kelâm, İstanbul 1287/1870, Matbaa-i Âmire, 46 s. 4. Süleyman Paşa, Mebâni l-inşâ, I-II cild, İstanbul / , Mekteb-i Fünûn-ı Harbiye-i Hazret-i Şâhâne Matbaası, 272, 290 s. Bu tasnifte de görüldüğü üzere belâgatimizi tam kadrosu ile veren eserler arasında Kâzım Yetiş, Ahmed Hamdî nin Belâgat-i Lisân-ı Osmânî sini ve Cevdet Paşa nın Belâgat-i Osmâniyye sini verir. Her iki kitap da ders kitabı olarak hazırlanmıştır. Fakat Cevdet Paşa nın eseri döneminde ciddî tartışmalara yol açmıştır 32. Cevdet Paşa, eski belâgat geleneğimizi ve tasnifini devam ettirmekle birlikte döneminde 8 kere basılmıştır. Bir taraftan da sadece Batı retoriğini öğretmeyi amaçlayan çalışmalar da görülmektedir. Recaîzâde Mahmûd Ekrem in, Talîm-i Edebiyat (1882) ı gibi. Talîm-i Edebiyat da, Cevdet Paşa nın ve Ahmed Hamdî nin eseri de ders notlarından meydana gelmiştir. Bu devir belâgat eserlerinin bir diğer özelliği de çoğununun tamamlanamamış olmasıdır yılları arası edebiyatımızda belâgat üzerinde en fazla durulan dönemlerindendir. Tartışmalar ve ikiliklerin kendini sıkça hissettirdiği bu dönemde Süleyman Paşa ve Ekrem ile eski belâgat ile Batı retoriğini birleştirme isteğindeki ikilik devam eder. Bazı yazarlar eskiyi aynen devama, bazıları yeni ile eskiyi birleştirmeye uğraşır. Menemenlizâde nin Osmanlı Edebiyatı (İstanbul 1310), Mehmed Celâl in Osmanlı Edebiyatı Numûneleri (İstanbul 1312), Ta lîm-i Edebiyat ı devam ettirirler. Diğer taraftan Abdurrahman Süreyyâ, Mîzânü l-belâga (İstanbul 1303/1885) ile Sefîne-i Belâgat inde (İstanbul 1305/1887), Diyarbekirli Said Paşa Mîzânü l-edeb inde (İstanbul 1305/1887) eski belâgati aynen devam ettirirler. 32 Belâgat-ı Osmâniyye tartışmaları, eski- yeni tartışması değil, eskinin kendi içinde bir tartışmasıdır. Yine bu tartışmalar aydınlarımızın belâgat konusundaki ilk uyanışıdır. Tabiatıyla bu tartışmalar Türkçenin Arapça, Farsça karşısında istiklâl kazanması, gramerinin, lügatinin, belâgatının hazırlanması noktalarında yoğunlaşacaktır. Bk. K. Yetiş, Belagattan Retoriğe, s. XIV.

28 XXV Mehmed Rif at ın Mecâmiü l-edeb i (1308) bu alanda daha önce yazılan eserlerin en hacimlisidir. Konularında eski anlayışı devam ettir, fakat yeniye de açıktır. Görüldüğü gibi XIX. yüzyıl belâgatimiz hem eskinin hem de yeninin iç içe olduğu bir dönemdir. Bu yüzden bütün bu çalışmalar içinde Ahmed Hamdî Şirvânî nin eseri kendine has bir özelliğe hâizdir. C. Retorik ve Belâgat İlişkisi Yukarıda etkili söz söyleme üzerinde iki medeniyetin düşünceleri olduğunu söylemiştik. Arap-İslam medeniyeti bu sisteme belâgat adını verir, Yunan medeniyeti ise oluşturduğu sisteme rhétorique adını verir. Kitabımız belâgat ağırlıklı olduğu için burada belâgat terimi üzerinde çok fazla durmadan retoriğe geçiyoruz. İlk defa Eflâtun (M.Ö ) da rastlanan rhétorique kavramı, eski Yunan sofistlerince müdafaa edilen bir iknâ tarzına ad olmuştur. 33 Bilindiği gibi retorik, söz söyleme ve bununla paralel olarak iknâ etme ve hakkını savunma yöntemidir. M.Ö. 5. yüzyılda Eski Yunan da ortaya çıkan retorik Antik çağdan bu yana devam edegelmiştir. 34 Tarih içerisinde gösterdiği gelişmelere göre Eski Retorik (klâsik retorik) ve Yeni Retorik (Fr. Nouvelle Rhétorique; İng. New Rhetoric) olmak üzere ikiye ayrılır. Elokans (éloquence) terimi eski retorik yerine kullanılmakla birlikte retorik, kurallarla ilgilidir, elokans ise bu kuralların uygulanması ve pratiğini karşılar. 35 Adı retorikle bütünleştirilen ve retorik dendiğinde akla ilk gelen kişi Aristoteles (M.Ö ) tir. M.Ö. 345 lerde yazdığı Retorika adlı eseri günümüze kadar değerini korumuştur. 36 Aristoteles ten beri retorik şu dört bölümü içerir: Komisyon, belâgat, Türk Dili ve Edebiyat Ansiklopedisi, Dergâh Yay., C. I, İstanbul, s Aristoteles, Retorik, (çev.: Mehmet H. Doğan), YKY, İstanbul 1995, s. 37. Retorik belli bir durumda, elde var olan inandırma yollarını kullandırma yetisi olarak tanımlanabilir. ( ) Biz retoriğe, bize sunulan hemen hemen her konu üzerinde inandırma yollarını kullanma gücü olarak bakıyoruz 35 Ali Ak, Retorik Figürleri,

29 XXVI 1. konuşulacak konuyu bulma, icât (l invention) 2. bu konuları sıraya dizip tanzim ve tertip etme (disposition) 3. bunların yazımı, üslûp ve ifadesi (élocution) 4. konuşma esnasında alınan tavır (action) Roma da şahsî çıkarlarını elde etmek amacıyla diğer insanları iknâ etmek için kullanılan önemli araçlardan biri olarak görülen retorik geniş ölçüde Yunan retoriğine dayanır. 38 Hitâbetin önemli olduğu bu süreç içerisinde Roma da bugün bile önemini yitirmemiş olan Çiçero (M.Ö ) ve Quintilien (M.S ) gibi çok önemli hatipler yetişmişti. Her iki retorikçi de temelde Sokrates (M.Ö ), Platon (M.Ö ) ve Aristoteles (M.Ö ) çizgisini devam ettirirler. Bunlardan Quintilien, retoriği güzel söz söyleme sanatı olarak tanımlar ki bu tanım bugün bile geçerliliğini sürdürmektedir. Roma nın önemini yitirdiği ve millî devletlerin ortaya çıkmaya başladığı 13. yüzyıldan sonra da retorik, Avrupa ülkelerinde asırlarca ders olarak okutulmaya devam etmiştir. 39 Ancak Hıristiyanlığa dayalı resmî eğitimin ve Ortaçağ üniversitelerinin yükselmesi neticesinde retorik çalışmaları değer yitirir. Retorik bu süreçte inşâ (mektup) ve vaaz hâlini alır. Trivium un (Ortaçağ eğitiminde gramer, mantık ve retorik için kullanılır) bir parçası olan Retorik, mantık çalışmalarına göre ikinci dereceydi ve bu çalışmalar oldukça skolastikti. Her ne kadar bir hatip olarak kabul edilmese de St. Augustine ( ) Milano da Latin retoriği öğretmenliği görevinde bulunmuştur. Hıristiyan olduktan sonra da Pagan kabul edilen bu sanatların kullanımını kendi dini içinde yaymakla uğraştı. Retoriğin bu yeni kullanımı vaazların ( homiletics ) belîğ kullanımlarının konu edildiği De Doctrina Christiana adlı kitabının dördüncü cildinde 36 Retorika üç bölümden oluşur: Birinci Kitap retorik kavramına ve retorik ile diyalektik arasında kurulan sıkı ilişkiler, İkinci Kitap hatîbin duygu hâllerini ifade etmesi, fikirlerini kanıtlaması ve karşıdaki fikri nakzetmesi yolları, Üçüncü Kitap biçim, üslûp ve edebî sanatlar. Bk. Aristoteles, a.g.e., 229 s. 37 K. Yetiş, Belagattan Retoriğe, s. IX; Tansu Açık, Retorik Kuramının Doğuşu, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (Danışman: C. Şentuna), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1989, s. 42; Reyhan Ekiyorum, Richard A. Lanham ın Retorik Terimleri Tipolojisi Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 1999, s K. Yetiş, Talîm-i Edebiyat ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sâhasına Getirdiği Yenilikler, s. XVIII. 39 Komisyon, belâgat, Türk Dili ve Edebiyat Ansiklopedisi, Dergâh Yay., C. I, İstanbul, s. 389

30 XXVII izâh edilir. Retorik Rönesans a kadar eski yüksek değerini elde edemeyecektir; ancak bazı yeni çalışmalar biraz olsun ilerlemesini sağlayacaktır. Boethius (480?-524), Overview of the Structure of Rhetoric adlı kitapçığında retoriği diyalektiğe bağlayarak Aristoteles in sınıflandırmasını devam ettirir. Özellikle Endülüs le ilişkiler sonucu Avrupa ya İslâm biliminin girmesiyle Aristoteles e ve klâsik düşünceye karşı ilgi yenilendi. Pek çok Ortaçağ gramer, retorik ve şiir çalışmaları ortaya çıktı. 40 XVIII. ve XIX. yüzyıla gelindiğinde Avrupa da retorikle ilgili müthiş bir birikim meydana gelmiştir. Bu dönemlerde kitaplarda rhétorique, belles-létters, littérature kavramlarıyla karşılaşılır. Rhétorique ismini taşıyan kitaplar hitâbet ve kısımları, üslûp, edebî sanatlar, kısmen kompozisyon kurallarına yer verirler. Rhétorique le yakından ilgili olduğu kabul edilen belles-létters adını taşıyan kitaplar ise esas olarak seçkin örneklere ağırlık vermelerinin yanında içlerinde edebiyat nazariyeleri ve edebî türler hakkında bilgiler de bulundururlar. 41 Littérature kavramı ise bu yüzyılda yazılı ve basılı her türlü bilgiyi kapsayacak bir anlamda kullanılmaktadır. 42 XIX. yüzyıldan sonra Romantizmin yaygınlaşmasıyla birlikte iyice kuralcı bir hâl almış olan retorikten bir uzaklaşma yaşanır. Bu kopuş 1950 lere, modern dilbilimin kurulmasına kadar devam eder. Modern dilbilimin kurulması sadece grameri değil; retorik gibi edebiyatla ilgili diğer alanları da etkiler. Bunun devamında Batıda XX. yüzyılın ikinci yarısında Chaim Perelman ve Lucie Olbrechts-Tyteca nın önderliğinde başlatılan dönem, Yeni Retorik olarak tanımlanır. Yeni Retorikte sözcükler ve bağlam daha fazla önem kazanır. 43 Tzvetan Todorov, A. Khibédi Varga, Jacques Lacan, Gérard Genette ve Henri Lefébre nin çalışmalarının retoriğe tekrar yönelmede büyük katkıları olmuştur te Roland Barthes retorik çalışmalarına yeni açılımlar getirmiştir rhetoric, Wikipedia - The Free Encyclopedia, 41 K. Yetiş, Talîm-i Edebiyat ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sâhasına Getirdiği Yenilikler, s. XVIII. 42 K. Yetiş, Türk Edebiyatı Tarihi, s Salih Özer, Hadislerin Anlaşılmasında Bir Yöntem Olarak Retorik Analiz: Vadettikleri ve Sınırlılıkları, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, S. 2, 2006, s Komisyon, belâgat, Türk Dili ve Edebiyat Ansiklopedisi, Dergâh Yay., C. I, İstanbul, s. 389.

31 XXVIII Tarihî gelişimi bu şekilde cereyan eden retoriğin daha önce de söylediğimiz gibi Arap (İslâm) belâgat anlayışı ile tarih içerisinde iki büyük karşılaşması olduğunu söylemiştik. Şimdi bu karşılaşmalardan söz edelim. İlk karşılaşma Emevîler döneminde Yunan medeniyetine ait eserlerin (Poetika, Rhetorika, Organon gibi) Arapçaya tercümesi kanalı ile olur. Dolayısıyla bu karşılaşmadan İslâm belâgat anlayışı etkilenir. İkinci karşılaşma ise İslâm belâgat anlayışının durgunlaştığı Batı retorik anlayışın geliştiği XIX. yüzyılda gerçekleşir. Batı retoriğinde Aristoteles ten sonraki süreç hitâbet ağırlıklıdır. Roma da da hitabet son derece önemlidir. Orta Çağ da bu vaaz ve cedel e dönüşür. Rönesans aydınlanma döneminden itibaren retorik, hitâbetin sultasında kurtulup edebî meseleler de önem kazanmaya başlar. Kur ân ın i câzı çalışmaları ile başlayan İslâm belâgatinde ise başlangıçtan itibaren hitâbet ve şiir bir arada ele alınmıştır. Belâgat ve retorik arasındaki temel fark buradadır. Belâgat ve retorik arasındaki ikinci fark hitabet şiir ayrımına dayalı olarak sınıflandırmada ortaya çıkar. Aristoteles ten beri retorik, l invention (buluş), disposition (tanzim), élocution (üslûp), action (sunuş) kısımlarına ayrılırken klâsik belâgat bilimi, söz ve ifade şekillerinin ele alındığı meânî, hakikat ve mecâz ayrımlarının yer aldığı beyân, süslemeye dayalı sanatların verildiği bedî bölümlerine ayrılarak incelenir. Her iki terimin kendine özgü tarafları, ekleri ve uygulama alanları vardır. Bu bakımdan belâgat ve retoriğin tam olarak örtüştükleri söylenemez. 45 Belâgat ve retorik, ancak edebî sanatlar bakımından müşterektirler. Beyân ve bedî bakımından benzerlikler olmakla birlikte meânî belâgatin kendine mahsus bölümüdür. Belâgat ve retorik anlayışlarının gelişme süreçleri ait oldukları medeniyetlere ait toplumların gelişme süreçleri ile yakından ilgilidir K. Yetiş, Talîm-i Edebiyat ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sâhasına Getirdiği Yenilikler, s. XXIV. 46 Aykar Sönmez, Batı Retoriğinin Genel Terimleri Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Doktora Tezi, (Danışman: Rıza Filizok), Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2008, s.1.

32 1 BİRİNCİ BÖLÜM AHMED HAMDÎ ŞİRVÂNÎ NİN HAYATI VE ESERLERİ A. HAYATI ( ) Ahmed Hamdî Şirvânî Efendi, XIX. yüzyılın tanınmış Osmanlı müellif ve ediplerindendir. Pek çok alanda eser vermiş bir bilgin ve devlet adamımızdır. Sayısı yirmiyi aşan kitabına rağmen kaynaklardan hayatı hakkında yeterince bilgiye sahip olamadığımız Ahmed Hamdî nin doğum tarihi, ansiklopedi ve çeşitli kaynaklarda olarak kaydedilmekle birlikte torunlarından Fatma Rezan Hürmen 48 tarafından nakledilen son bilgiye dayanarak doğum tarihini, 1828 olarak kabul ediyoruz. 49 Buna göre 1828 de Şirvân 50 da doğan Ahmed Hamdî nin, babası Müderris Abdullah Efendi dir. 51 Ahmed Hamdî nin İstanbul a geldiğini ve tahsilini tamamladıktan sonra rüşdiye muallimliği ve tahrîr memûriyeti gibi bazı görevlerde bulunduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. 52 Ahmed Hamdî nin öğrencileri arasında Ziya Paşa da yer almaktadır. 53 Ahmed Hamdî hakkında Osmanlı Müellifleri nde Ahmed Hamdî Efendi Şirvânî başlığı altında şu bilgiler kayıtlıdır: 47 Komisyon, Ahmet Hamdi Efendi, Türk Ansiklopedisi, C. I, Maarif Matbaası, Ankara 1943, s.256; Komisyon, Şirvanlı Ahmed Hamdi Efendi, Meydan Larousse, C. II, Meydan Yay., İstanbul 1981, s. 794, Komisyon, Şirvanlı Ahmet Hamdi, Büyük Larousse, C. XXI, s Fatma Rezan Hürmen, Ahmed Hamdî Efendi nin tek oğlu Tevfik Hamdî Biren ile Naciye Neyyal Hanımın üç kızından en büyüğü olan Meliha Zafir Yenerden in kızıdır. Bk. Ümit Beyazoğlu, Hatırda Kalmaz Satırda Kalır, 49 Şirvanlı Ahmed Hamdî Efendi, Seyahatnâme (Hindistan, Svat, Afganistan), (Haz.: Fatma Rezan Hürmen), Arma Yayınları, İstanbul 1995, s. 5; Ekmeleddin İhsanoğlu vd. (Haz.), Osmanlı Coğrafya Literatürü Tarihi,, C. I, IRCICA, İstanbul 2000, s Şirvân: Kafkas beldelerinden Hazar Denizinin güney sahilinden ve Kafkas sıradağlarıyla Kür nehrinin aşağı kısmı. Bk. Şemseddin Sâmi, Kâmûsü l-a lâm, C. IV, Kaşgar Neşriyat, Ankara 1996, s Komisyon, Ahmed Hamdi Efendi, Türk Ansiklopedisi, C. I, Maarif Matbaası, Ankara 1943, s Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. II, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul 1996, s. 590; Şemsettin Sâmi, Kâmûsü l-a lâm, C. III, Tıpkı Basım, Kaşgar Neşriyat, Ankara 1996, s İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, C. IV, Dergâh Yay., İstanbul 1988, s

33 2 Maârifmend bir zât olup (Şirvân)lıdır. İstanbul a vürûdundan ve ikmâl-i tahsîl ile bazı memûriyetlerde bulunduktan sonra mülgâ Encümen-i Teftîş ve Muâyene riyâsetine nasbolunmuş bir fâzıldır. 54 Ahmed Hamdî, müderris ve mollalık görevlerinin ardından 1882 de kurulan Encümen-i Teftîş ve Muâyene de memûr olarak çalışır. 1297/1880 tarihli Tarih-i Tabiî Kısm-ı Evvel Kuşlar adlı risâlesindeki kayda istinaden kendisinin Mekteb-i Hukuk ta usûl-i fıkıh hocalığı yaptığını biliyoruz /1879 da Tercüme ve Fünûn Müdürlüğü nün ardından, Telîf ve Tercüme İdâresi ile Matbaalar İdâresi nin yerine daha geniş kadrolu olarak kurulan Encümen-i Teftîş ve Muâyene ye reis olur. 56 Bu heyet, Osmanlı da basılacak Türkçe, Farsça, Bulgarca, Rumca, Ermenice kitap ve broşürler ile yabancı ülkelerden gelen çeşitli dillerdeki yayınların gümrüklerde kontrolü ve okulların teftişini yürüten bir birimdir. 1305/1887 de Meclis-i Maarif azası olur 57 ve aynı yıl içinde Hindistan a gönderilir. Bu seyahatindeki intibalarını daha sonra Hindistan ve Sivat ve Afganistan Seyahatnâmesi adı ile neşreder (1307/1890) Ocak 1890 (12 Cemâziyelevvel 1307) da vefat eder; mezarı, Eyüp Kabristanı ndadır. 59 Ahmed Hamdî nin, İstanbullu olması dışında hakkında bir bilgi bulamadığımız eşinden iki kızı ve bir oğlu olduğunu öğreniyoruz. Oğlu, Tevfik Hamdî Biren ( ), Mülkiye den birincilikle mezun olduktan sonra önemli görevlerde bulunmuş bir 54 Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri ve Ahmed Remzî Akyürek Miftâhu l-kütüb ve Esâmî-i Müellifîn Fihristi, (Haz.: C. Kurnaz-M. Tatcı), C. I, Bizim Büro Basımevi, Ankara 2000, s E. İhsanoğlu vd. (Haz.),Osmanlı Tabii ve Tatbiki Bilimler Literatürü, C. I, IRCICA, İstanbul 2006, s Mehmed Süreyya, a.g.e., s. 590; Teyfur Erdoğdu, Maarif-i Umumiyye Nezareti Teşkilatı -I, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Ankara 1997, C. 51, S. 1, s Mehmed Süreyya, a.g.e., s. 590; Ahmed Hamdi Efendi, Türk Ansiklopedisi, C. I, s E. İhsanoğlu vd. (Haz.), Osmanlı Coğrafya Literatürü Tarihi, C. I, s Bursalı Mehmed Tâhir, a.g.e., 246; Mehmed Ali Kırboğa, Kâmûs-ül-Kütüb ve Mevzûâtil müellefât,, Yeni Kitap Basımevi, Konya 1974, s. 242; Mehmed Süreyya, a.g.e., s. 590.

34 3 devlet adamımızdır. 60 Yirmi yaşında atandığı Kudüs Müstakil Mutasarrıflığından sonra (29 Ekim Mayıs 1901) Selânik, Konya, Yemen, Bursa ve Ankara valiliği ve Şûrâ-yı Devlet ve Divan-ı Muhâsebet Reisliği ve Mâliye Nâzırlığı görevlerinde bulunmuştur. 61 Kaynaklar, Ahmed Hamdî nin ilme olduğu kadar şiire ve nazma da muktedir olduğunu ve Türkçenin dışında Arapça ve Farsçayı da bildiğini ( Elsine-i selâsede inşâ ve nazma muktedir idi. ) nakleder. Molla Câmî nin Na at-ı Cenâb-ı Nebevî sine yaptığı Farsça Tahmîs inden bir kıtayı aşağıya alıyoruz: 62 در ازل داد مرا يار بغم پرورشی عاشق غمزده ام هست چنينم روشی شد ازينم فرح و شادي دل درد کشی "لی حبيب عربی مدنی قرشی که بود درد و غمش مايە شادی و خوشی" Şirvânî nin, Arap ve Fars dili gramerlerinin hâricinde Pierre Cortambert ile François Eugéne nin coğrafya kitabına Usûl-i Coğrafya (1283/1867; s.) ve Usûl-i Coğrafya-yı Kebîr (Nüzhetü l-buldân li-teşniti l-ezhân; 1292/1875; s.) adı ile yaptığı tercümeleri Fransızcayı da iyi derecede bildiğinin kanıtıdır. 63 B. ESERLERİ Torunu Fatma Rezan Hürmen, dedesi Ahmed Hamdî ye ait 19 kitap olduğunu nakletmekle birlikte bunların isimlerinden ve içeriklerinden bahsetmez. 64 Katalog ve diğer kaynaklardan yaptığımız taramalar sonucunda Ahmed Hamdî adına kayıtlı olan 19 telif ve 5 tercüme kitap hakkındaki bilgileri aşağıya alıyoruz; 65 ancak buna geçmeden 60 Fatma Rezan Hürmen (Haz.), Ressam Naciye Neyyal in Mutlakiyet Meşrutiyet ve Cumhuriyet Hatıraları, 2. Baskı, Pınar Yayınları, İstanbul 2004, s Tevfik Biren in hatıraları için Fatma Rezan Hürmen (Haz.), Bürokrat Tevfik Biren in II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Hatıraları, C. I-II, Pınar Yay., İstanbul 2006, s. 62 Bursalı Mehmed Tâhir, a.g.e., s E. İhsanoğlu vd. (Haz.), Osmanlı Coğrafya Literatürü Tarihi, C. I, IRCICA, İstanbul 2000, s Fatma Rezan Hürmen (Haz.), Seyahatnâme (Hindistan, Svat, Afganistan), s M. Seyfettin Özege, Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu, I-V, İstanbul, , Müjgan Cunbur, Dursun Kaya, (Haz.), Türkiye Basmaları Toplu Kataloğu Arap Harfli Türkçe Eserler ( ) 1 c. 1 bl., Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Başkanlığı, Ankara 1990, s ;

35 4 Ahmed Hamdî nin çok geniş bir ilgi alanı olduğunu, coğrafyadan matematiğe, edebiyattan, biyolojiye, fıkıhtan seyahat yazılarına kadar birbirinden farklı sahalarda uğraştığını ifade etmek gerekir. Bu çok yönlülük, XIX. yüzyıl çözülüş devrimizin bir özelliği olarak diğer aydınlarımızda da görülmektedir; örneğin Cevdet Paşa nın eserlerine bakıldığında birbirinde farklı alanlarda çalıştığı görülecektir. 66 Ahmed Hamdî ye ait bu eserleri, konuları bakımından sanat eserleri, ilmî eserleri ve tercümeleri şeklinde tasnif edip künye ve baskı bilgilerine katalog kayıtlarını da ilâve ederek aşağıya aldık. Bu bilgiler, başta Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası (Arap, Ermeni ve Yunan Alfabeleriyle) adlı Millî Kütüphane yayını CD den yaptığımız taramalara ve OALT, OCLT ve OTTLT deki bilgilere dayanmaktadır. a) Sanat Eserleri: 1. HindistÀn ve Sivat ve AfàÀnistÀn SeyÀóatnÀmesi, Mahmûd Bey Matbaası, İstanbul 1300/1883, 293 s., 1 harita, 1 levha. Katalog kaydı 67 : AEKMK-BDK-ÖZEGE; 7654, TBTK; 1438 İkinci baskı: Günlük Gazetesi Tesisleri, İstanbul tsz. II. Abdülhamid tarafından şehbender (konsolos) olarak gönderildiği Hindistan seyahati esnasındaki (H yılının Recep ayının ilk perşembesi /M. 12 Temmuz 1877) İstanbul dan Eski Harfli Basma Türkçe Eserler Bibliyografyası (Arap Ermeni ve Yunan Harfleriyle) , Milli Kütüphane Yayını, Ankara 2001, CD. 66 K. Yetiş, Cevdet Paşa nın Belâgat-ı Osmâniyesi ve Uyandırdığı Akisler, Kubbealtı Akademi Mecmuası, S. 1, İstanbul 1983, s Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası (Arap, Ermeni ve Yunan Alfabeleriyle) adlı CD den yaptığımız taramalarda geçen katalog kısaltmalarının açılımını aşağıya alıyoruz: AEKMK: İstanbul Millet Kütüphanesi Ali Emiri Kısmı BDK: İstanbul Beyazıt Devlet Kütüphanesi Eski Harfli Basma Eserler Koleksiyonu MİL: Milli Kütüphane Muvakkat Kataloğu ÖZEGE: M. Seyfettin Özege, Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu, I-V, İstanbul TBTK: Türkiye Basmaları Toplu Kataloğu (Arap Harfli Türkçe Eserler I-V (AH), Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Başkanlığı, Ankara )

36 5 Lloyd Company in gemisi ile başlayan seyahat 1878 de son bulur. 68 ) gelenek, inanç ve çeşitli izlenimleri hakkındaki seyahatnâmesidir. 69 Kitap, günümüz alfabesi ile de torunu Fatma Rezan Hürmen tarafından Seyahatnâme (Hindistan, Svat, Afganistan) adı ile yayınlanmıştır İlmî Eserleri: 1) äuveru l-kevàkib fî Harìùati s-semà, Tasvîr-i Efkâr Matbaası, İstanbul 1284, 55 s., 1. levha. 71 Katalog kaydı: AEKMK, ÖZEGE; 18378, TBTK; ) MaúÀletü l- urefà fì MesÀ ili l-óukemà, Tasvîr-i Efkâr Matbaası, İstanbul 1285/1869, 83+1 s. 72 Katalog kaydı: BDK, MİL, ÖZEGE; TBTK; ) İlm-i KavÀfì ve l-bedàyi, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1287/1871, 52 s. Katalog kaydı: AEKMK 4) Teshìlü l- arÿz ve l-úavàfì ve l-bedàyi, Terakkî Matbaası, (3 Kısım) İstanbul 1289/1872, s. Katalog kaydı: BDK, ÖZEGE; 20795, TBTK; ) ÒulÀãatü l-ferà iø (fì Óalli l-àavàmız), Şeyh Yahyâ Efendi Matbaası, İstanbul 1291/1874, 136s., 1 levha. Katalog kaydı: BDK-ÖZEGE; 7971, TBTK; ) BelÀàat-i LisÀn-i OsmÀnì, İstanbul 1293/1876, Matbaa-i Âmire, 128 s. 68 Syed Tanvir Wasti, Two Muslim Travelogues: To and From Istanbul, Middle Eastern Studies, C. 27/3, London 1991, s İlber Ortaylı, 19. Asırdan Zamanımıza Hindistan Üzerine Türk Seyahatnameleri, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. 47, S. 3-4, Ankara 1992, s Fatma Rezan Hürmen (Haz.), Seyahatnâme (Hindistan, Svat ve Afganistan), Arma Yay., İstanbul 1995, 173 s. 71 Astronomi ile ilgilidir. Bk. E. İhsanoğlu vd. (Haz.), Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, C. II, IRCICA, İstanbul 1997, s Kitap üzerinde yapılmış yüksek lisans tezi için bk. Mahmut Özcan, Ahmet Hamdi Şirvani nin Makaletü l-urefa fi-mesaili l-hükema Adlı Eserinin Sadeleştirilmesi ve Değerlendirilmesi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ 2005.

37 6 Katalog kaydı: AEKMK, BDK, ÖZEGE; 1805, TBTK; ) İlm-i MünÀõara, El-Hac Mustafa Efendi Matbaası, İstanbul 1293/1876, 18 s. Katalog kaydı: BDK, TBTK; ) İlm-i Cedel, El-Hac Mustafa Efendi Matbaası, İstanbul 1293/1876, 42 s. Katalog kaydı: AEKMK, BDK, TBTK; ) Telòìs-i äarf ve Naóv-i Arabì, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul 1297/1880, s. Katalog kaydı: AEKMK, BDK, TBTK; 1416, 1454, ÖZEGE; ) NeãÀyióü ş-şübbàn, Mehmed Esad Efendi Matbaası, İstanbul 1298/1881, 144 s. 73 Katalog kaydı: Ahmed Hamdî Duru ÖZEGE; 15156, TBTK; 1449, ) MünÀzaradan RisÀle, İstanbul 1298/1881, 18 s. Katalog kaydı: AEKMK 12) Muótaãar Manùıú, El-Hac Mustafa Efendi Matbaası, İstanbul 1293/1876, 24 s. Katalog kaydı: TBTK; 1405, AEKMK 13) Muótaãar Manùıú, Matbaa ve Kitabhâne-i Esad, İstanbul 1299/1882, 40 s. Katalog kaydı: BDK, ÖZEGE; 14243, 21585, TBTK; ) TÀrìò-i Tabi ì, Úısm-ı Evvel Úuşlar, Mekteb-i Sanâyi-i Şâhâne Matbaası, İstanbul, 1297/1880, 16 s. 74 Katalog kaydı: ÖZEGE; 19915, TBTK; ) ÚavÀ id-i Selìmiye, Esad Efendi Matbaası, İstanbul 1299/1882, 72 s. 75 Katalog kaydı: ÖZEGE; 10421, TBTK; 1443 İkinci baskı: Matbaa-i Osmâniyye, İstanbul 1302/1886, 56 s. Katalog kaydı: ÖZEGE; 10421, TBTK; ) Medòal-i İnşÀ, Mahmud Bey Matbaası, Kitapçı Arakel, İstanbul 1299/1882, 148 s. Katalog kaydı: ÖZEGE; 12670, TBTK; Pend-nâme türündedir. 74 Mekteb-i Hukuk, usûl-i fıkıh muallimiyken kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşlar hakkında yazdığı eseridir. Bk. E. İhsanoğlu vd. (Haz.), Osmanlı Tabii ve Tatbiki Bilimler Literatürü Tarihi,, C. I, s Farsça grameridir.

38 7 İkinci baskı: Mahmud Bey Matbaası, Kitabçı Arakel, İstanbul 1302/1885, s. Katalog kaydı: AEKMK, ÖZEGE; 12670, TBTK; ) ÚavÀ id-i FÀrisì, İstanbul 1300/1883, 52 s. Katalog kaydı: TBTK; ) Muótaãar Uãÿl-i Fıúıh, Mihran Matbaası, İstanbul 1301/1884, 136 s. 76 Katalog kaydı: ÖZEGE; 21586, TBTK; 1419, 1455, BDK *** Ahmed Hamdî nin makale genişliğinde üçü biyoloji, biri fotoğrafçılık alanında dört yazısı daha olduğunu kaynaklardan biliyoruz. Aşağıya künyelerini ve konularını alıyoruz 77 : 1) Bülbül: Hazine-i Evrak, S. 2, 1297, s ; S. 4, 1297, s de yayınlanan bir makaledir. Bülbülden bahseder. 2) Kastor: Hazine-i Evrak, S. 5, 1297, s ; S. 6, 1297, s de yayınlanan bir makaledir. Kastor adlı hayvan hakkında bilgiler verir. 3) Tarih-i Tabiî: Hazine-i Evrak, yıl 2, S. 3, 29 Kânûn-ı Sânî 1298, s ; yıl 2, S. 4, 5 Şubat 1298, s ; yıl 2, S. 7, 26 Şubat 1298, s ; yıl 2, S. 7, 26 Şubat 1298, s ; yıl 2, S. 14, 16 Nisan 1299, s ; S. 34, 1297, s ; S. 37, 1297, s ; S. 38, 1297; S. 39, 1297, s te yayınlanır. Muhtelif kuş cinslerinden bahseder. 4) Tarih-i Tabiî Kuşlar: Hazine-i Evrak, S. 9, 1297, s ; S. 14, 1297, s ; S. 16, 1297, s ; S. 20, 1297, s ; S. 21, 1297, s ; S. 34, 1297, s de yayınlanmış makaledir. Mevcut kısım bir baykuş cinsi hakkındadır. 5) Ucuz ve Çabuk Resim Çıkarmak: Hazine-i Evrak, S. 8, 1297, s da yayınlanan fotoğrafçılıkla alâkalı bir makaledir. A. H. müstearını kullanmıştır. 3. Tercümeleri: 1) Ebu Muhammed El-Kâsım Harîrî, Tercüme-i MaúÀmÀt-ı Óarìrì, C. I-II, Yahya Efendi Matbaası, İstanbul 1290/1873, s., s. 78 Katalog kaydı: BDK, MİL, ÖZEGE; 20633, TBTK; Cevdet Paşa, Tezâkir 40-Tetimme, (Yay.: Cavid Baysun), TTK Yay., Ankara 1967, s E. İhsananoğlu vd. (Haz.), Osmanlı Tabii ve Tatbiki Bilimler Literatürü Tarihi, C. I, s Cevdet Paşa, a.g.e., s. 119.

39 8 Katalog kaydı: AEKMK, BDK, MİL, ÖZEGE; 20633, TBTK; ) Ebu Said Muhammed el-hadimî, LevÀmiü d-deúàyıú fî Tercüme-i MecÀmii lóaúàyıú, Mustafa Efendi Matbaası, İstanbul 1293/1876, 312 s. Katalog kaydı: BDK, MİL 3) Cortambert, Pierre - François Eugéne, Uãÿl-i Coàrafya, Tasvîr-i Efkâr Matbaası, İstanbul 1283/1866, s., 7 harita. Katalog kaydı: ÖZEGE; 22115, TBTK; ) Cortambert, Pierre - François Eugéne, Uãÿl-i Coàrafya-yı Kebìr (Nüzhetü l-buldàn li-tenşìti l-eõhàn), Şeyh Yahyâ Efendi Matbaası, İstanbul 1292/1875, s. Katalog kaydı: BDK, ÖZEGE; 22116, TBTK; ) Uãÿl-i Coàrafya-yı äagìr, İstanbul 1288/1871, 1+156, 3 levha Katalog kaydı: BDK, ÖZEGE; 22117, TBTK; 1456 İkinci baskı: Matbaa-i Âmire, İstanbul 1295/1878, 140 s. Üçüncü baskı: İstanbul, tsz., 171 s., 8 levha. Katalog kaydı: ÖZEGE; Yukarıdaki tercümelerinden son üçü, isimlerinden de anlaşıldığı gibi coğrafya alanındadır. 79 Belâgat-i Lisân-ı Osmânî dışında belâgatle ilgili diğer eserleri hakkında tanıtıcı bilgileri özet hâlinde aşağıya alıyoruz: 1) İlm-i KavÀfì ve l-bedàyi : Teshîlü l-arûz ve l-kavâfî ve l-bedâyî adlı kitabının ikinci ve üçüncü kısmında yer alan bilgileri içermektedir. 2) Teshìlü l- arÿz ve l-úavàfì ve l-bedàyi : Muhammed b. Kays Harezmî nin Mu cem i ile Behrâm-ı Serahsî nin Gâyetü l- arûzeyn inden faydalanarak hazırladığını ilk sayfada belirtir. İki mukaddime, üç bölüm ve bir hâtimeden oluşur. Başta şiirin tarihçesi hakkında genel bilgileri, birinci bölümde (Teshîlü l-arûz ve l-kavâfî ve l-bedâyi, 171 s.) arûzu, ikinci bölümde kâfiyeyi (İlm-i Kavâfî ve l-bedâyi, 52 s.) ve son bölümde edebî sanatları (İlm-i 79 E. İhsanoğlu vd. (Haz.), Osmanlı Coğrafya Literatürü Tarihi, C. I, IRCICA, İstanbul 2000, s

40 9 Bedâyi, 59 s.) ele alır. 80 Doğrudan bir eseri tercüme etmeyip, bu konuların kendine göre bir tasnif içinde inceler. 81 3) Medòal-i İnşÀ : İnşâ hakkında bilgi ve örnekleri içeren şu sekiz bölümden oluşur. Bâb-ı Evvel Fenn-i İnşâya Dâir Malûmat-ı Tarihiyye, Bâb-ı Sânî Hatta Dâir Malûmat-ı Tarihiyye, Bâb-ı Sâlis Terkib-i Kelâm, Bâb-ı Râbi Tarih-i İfade-i Meram, Bâb-ı Hâmis Muharrirat, Bâb-ı Sâdis Tanzim-i Hikâyat ve Rivâyat, Bâb-ı Sâbi Mevâiz yani Hutbe ve Nutuk, Bâb-ı Sâmin Tavsifat. C. BELÂGAT-İ LİSÂN-I OSMÂNÎ 1. Eserin Telif Sebebi ve Baskıları: Tespitimize göre Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, ilk defa 10 Ekim 1876 (H. 20 Ramazan 1293) tarihinde İstanbul da Matbaa-i Âmire de basılmıştır. 128 sayfa olan bu baskı dışında eserin yeni baskılarına veya her hangi bir yazmasına rastlanılamamaktadır. 82 Bu Osmanlıca basmanın Prof. Dr. Tunca Kortantamer in danışmanlığında yürütülen bir bitirme tezinde, günümüz alfabesine transkripsiyonlu aktarımı gerçekleştirilmiştir. 83 Bunun dışında eserin yeni harflerle transkripsiyonlu bir neşri de, Atabey Kılıç tarafından yapılmıştır. 84 Bizim çalışmamız üçüncüsüdür. Ahmed Hamdî tarafından kitabın ön kapağına An A zâ-yı Meclis-i Ma ârif Ahmed Hamdî imzasıyla konulan İhtâr başlıklı bir sayfalık açıklamadan, eserin Cevdet Paşa nın isteği üzerine ilm-i belâgat hocalığı esnasındaki misâlleri Türkçe olarak yaptığı derslerinin notlarından oluştuğunu ve kitaba bu ismin Maarif-i Umûmiye Nezâreti tarafından verildiğini öğrenmekteyiz. 80 K. Yetiş, Belâgat, TDVİA, C. V, İstanbul 1992, s K. Yetiş, Talîm-i Edebiyat ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sâhasına Getirdiği Yenilikler, s Seyfettin Özege, Eski Harfle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu, Forma 8, İstanbul 1972, s. 124; M. Cunbur, D. Kaya, Türkiye Basmaları Toplu Kataloğu Arap Harfli Türkçe Eserler ( ) 1. c. 1. bl., Milli Kütüphane Basımevi Ankara 1990, s. 187, Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası (Arap, Ermeni ve Yunan Alfabeleriyle) , Milli Kütüphane Yay. CD, Ankara Seyhan Dündar, BelÀàat-ı LisÀn-ı OåmÀnì Ahmed Hamdî, Basılmamış Bitirme Tezi, (Danışman: Tunca Kortantamer), Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Böl., İzmir 1994, 113 s. 84 Aómed Óamdì, BelÀàat-ı LisÀn-ı OsmÀnì (İnceleme-Metin-Dizin), (Haz.: Atabey Kılıç), Laçin Yayınları, Kayseri 2007, 125 s.

41 10 2. Eserin Muhtevâsı: Bu bölümde kitabın bütünü değerlendiren bir özetle birlikte kitabın plânı ortaya konulmaya çalışılacaktır. a) Eserin Özeti: Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, temel olarak İhtâr başlıklı bir not, üç mebhâs ve ek olarak İtizâr ve İlâvat kısımlarından meydana gelmektedir. İlk sayfada yer alan İhtâr başlıklı notta, kitabın dönemin Maarif-i Umûmiye Nâzırı Cevdet Paşa tarafından görevlendirildiği derslerin bir neticesi olduğu şeklindeki açıklamaları bulunur. Bir sayfalık bu hatırlatmadan sonra adı konulmasa da giriş özelliği taşıyan bölümde, belâgatin ana bilimlerinin temel özelliklerinden kısaca bahseder. Belâgatin asıl mercileri olarak gördüğü ilm-i meânî (meramın ifadesi ve maksadın anlatımında hata yapmayı engelleyen ilim) ve ilm-i beyân (anlam kapalılığı ve kinâyede uzak anlama geçiş zorluğundan kurtulmayı sağlayan ilim) kavramlarını genel olarak değerlendirir. Bunlardan ilkinin basit ve hakikî metin kurmayı ( terkîb-i basit ve hakikî ), ikincisinin muhayyel tarzda metin kurmayı ( tarz-ı muhayyel ) öğrettiğini ifade eder. İlm-i bedî yi (sözü süsleme yollarını öğreten fen) ise bunlardan ayrı tutarak, bu üçüncü dalın lafız sanatları ( sanâyi-i lafziyye ) ve anlam sanatlarının ( sanâyi-i maneviyye ) anlaşılması amacıyla sonradan kurulduğunu ifade eder. Ardından belâgat teriminin sözlerin ( elfâz ) sıfatı olduğundan kelimeyi ( müfred lafız ) değil, metin ve cümleyi ( telif ü isnâd ) içeren kelâm ve kelâmın sahibi olan konuşmacıyı ( mütekellim ) nitelediğini açıklar. Girişte işlenen konulardan biri de fesâhat (bir sözün kelimelerinde ve bütününde lafız, mana ve âhenk yönünden kusur bulunmaması)tir. Kelimenin fesâhati, kelâmın fesâhati (metnin fesâhati) ve mütekellimin fesâhati (konuşmacının fesâhati) üzerinde durarak, kelâmın belâgati ve mütekellimin belâgati ne geçiş yapar. Buraya kadar yer alan giriş bölümünün ardından eserin ilk esas bölümü olan ilm-i meânî gelir. Ahmed Hamdî nin verdiği başlıkları ve sırayı takip ederek kitabı özetlemeye devam edeceğiz.

42 11 MEBHAS-I EVVEL İLM-İ ME ÂNÎ BEYÂNINDADIR (BİRİNCİ BÖLÜM MEÂNÎ İLMİ HAKKINDADIR) Kitap, belâgat ilminin malûm sınırları içinde düzenlenmiştir. İlk bölüm İlm-i Meânî dir ve ifade edilmek istenen anlamın en iyi şekilde aktarılması için gerekli olan kelimelerin seçimi, cümlenin en uygun biçimde şekillendirilmesi ve söz dizimi (nahiv, sintax)ne ait özellikleri içerir. Ahmed Hamdî, meânî ilmini haber cümlesi, özne, yüklem, tümleç, dilek-şart cümlesi, cümleleri bağlama-ayırma ve uzatma-genişletme şeklinde yedi bölüm hâlinde verir. Aşağıda sırayla bu bölümlerin özetlerine yer veriyoruz: 1. Fasl-ı Evvel İsnâd-ı Haberînin Ahvâli Beyânı (Birinci Bölüm Haber Cümlesinin Özellikleri) Haber cümlesini ( isnâd-ı haberî ) tanımlar ve bu tanımın daha iyi anlaşılması için isnâd ın (yüklemin gösterdiği işin özneye dayandırılması) izâhına geçer. İsnâdı, haber cümlesi ( cümle-i haberiyye / kelâm-ı ihbârî, vukuu dış dünya ile ilgili, doğru veya yanlış olması muhtemel cümle) ve inşâ cümlesi ( cümle-i inşâiyye, gerçeğe uygunluk ya da aykırılık ilişkisi olmayan, doğru veya yalan söz konusu olmayan cümle) olarak ayırıp izah eder. Konuşanın niyetine göre haberin, fâide-i haber (konuşanın dinleyene bilmediği bir hususu bildirmesi) ve lâzım-ı fâide-i haber (konuşanın dinleyene bildiği bir hususta bilgisi olduğunu bildirmesi) ayrımlarına geçer. Haber cümlesinin dinleyenin bilgi durumuna göre ibtidâiyye (dinleyene bilmediği bir haberi vermek), talebiyye (dinleyene daha önce bildiği, ama tereddüt içinde bulunduğu bir haberi vermek) ve inkâriyye (dinleyenin inkâr ettiği bir haberi tekrarlamak) şekillerinden birinin, hâlin gerektirdiği ( muktezâ-yı hâl ) ilgiye göre konuşmacı tarafından tercihi üzerinde durur. Fiilin fâile dayandırılmasıyla ( isnâd ) ilgili olarak eylemin gerçek fâiline yüklenerek söylenmesi hakikat-i akliyye ve eylemin başka bir fâile yüklenmesi mecâz-ı aklî ayrımlarını verir. Mecâz-ı aklînin anlaşılmasında lafzî, âdî ve aklî şeklindeki üç ipucu ( karîne ) olması üzerinde durarak özne konusuna geçiş yapar.

43 12 2. Fasl-ı Sânî Müsnedün-İleyhin Ahvâli Beyânı (İkinci Bölüm Öznenin Özellikleri) Cümlenin gösterdiği işte, öznenin rolü vardır. Cümlenin temel yapısı özne ve yüklemdir. Bundan dolayı Ahmed Hamdî, cümlenin temel ögesi ( rükün ) özneye ( müsnedün-ileyh ) geniş yer ayırır. Kitapta öznenin söylenmemesi ( terk ), söylenmesi ( zikir ) ve pekiştirilmesinin ( tekîd ) gerektirdiği hâller tafsilatlı bir şekilde örnekleri ile verilir. 3. Fasl-ı Sâlis Müsnedin Ahvâli Beyânı (Üçüncü Bölüm Yüklemin Özellikleri) Bu bölümde cümlenin asıl öğelerinden olan yüklemin ( müsned ) çeşitli sebeplerden söylenmesi ve düşmesi ( zikir ve terk ), öncelenmesi veya sonraya alınması ( takdîm ve tehîr ) örnekleriyle kavratılır. 4. Fasl-ı Râbi Müte allikât-ı Fiil ve Mütemmimât-ı Cümle Beyânındadır (Dördüncü Bölüm Fiilin İlgilileri ve Cümlenin Tamamlayıcı Unsurları) Müellif, bu bölüme cümlenin, asıl öğelerinden olan yüklem ve özneden başka mef ûl (tümleç) ve zarf gibi fiile bağlı olan ve cümleyi tamamlayan öğeleri ( müteallikkât ve mütemmimât ) olduğuna işaretle girer. Ahmed Hamdî, öneminden dolayı öncelikle tümleçlerin ( mef ûl ) açıklamalarına geçer. İstitrâd (Ek) Müellif, meânî bölümünde dördüncü faslın ardından İstitrâd başlığını verdiği ek bölümde meânî bahsine ilişkin kasır (isnâdı ancak, yalnız gibi kelimelerle sınırlandırma) konusu ile ilgili açıklamalarına yer verir. 5. Fasl-ı Hâmis Cümle-i İnşâiyye Beyânındadır (Beşinci Bölüm İnşâ Cümlesinin Özellikleri) Ahmed Hamdî bu bölümü, dış dünya ile uygunluk ya da aykırılık ilişkisi bulunmayan, bir niyet veya duygunun ifadesi olan inşâ cümlesi bahsine ayırır. Cümlenin bir istek ifade edip etmemesine göre inşâ cümlelerini, inşâ-yı talebî (dilek, temenni cümleleri) ve inşâ-yı gayr-i talebî (istek bildirmeyen inşâ cümleleri) olmak üzere iki ana kısımda değerlendirir.

44 13 Dilek, temenni cümleleri ( inşâ-yı talebî ), bir işin yapılması veya yapılmaması isteğini bildiren cümlelerdir. Ahmed Hamdî, bu tip cümleleri emir, nehiy (yasaklama), temennî (dilek), tendîm (pişmanlık verdirmek), istifhâm (soru), arz (istek) ve nidâ (ünlem) olmak üzere yedi bölüm hâlinde örnekleriyle açıklar. Müellif bundan sonra bir istek bildirmeyen inşâ-yı gayr-i talebî konusunu, medih (övgü), zem (yergi), ta accüb (şaşma), mukârebe (yaklaşma), ukûd (sözleşme), kasem (yemin), tereccî (umma) gibi kısımlara ayırarak verir. 6. Fasl-ı Sâdis Vasl ve Fasl Beyânındadır (Altıncı Bölüm Bağlama ve Ayırmanın Özellikleri) Bu fasılda Ahmed Hamdî, önce bağlı ve sıralı kullanımına göre cümleyi cümlei mevsûle (bağlaç grupları teşkil edenler, bağlı cümle) ve cümle-i mefsûle (bağlaç grupları teşkil etmeyenler, sıra cümlesi)yi tanımlar. Ahmed Hamdî ye göre bir birine bir bağlaçla bağlanacak cümleler arasında bir kesişim kümesi ( cihet-i câmi a ) bulunması gereklidir. Kitapta bundan sonra bu kesişim kümesinin niteliğine göre akliyye, vehmiyye ve hayaliyye çeşitleri örneklerle verilir. Müellif ardından konuyla alakalı gramatikal açıklamalarda bulunur. Buna göre cümleler arasında hiçbir yönden cihet-i câmi a bulunmazsa ayrı ayrı ve bağlaçsız getirilmelidir. Cihet-i câmi a olan cümleler arasında bağlaç ( harf-i âtıfa ) yerine zarf fiil ( fi l-i atfî ) veya diğer bağlantı fiileri ( ef âl-i râbıta ) de kullanılabildiğini belirterek faslı sonlandırır. 7. Fasl-ı Sâbi Îcâz ve Itnâb ve Müsâvât Beyânı (Yedinci Bölüm Kısaltma, Uzatma ve Eşit Söz Söylemenin Özellikleri) Ahmed Hamdî, bölüme konunun göreceli ( umûr-ı nisbiyye ) olmasından dolayı bu bahiste örf e (norm) dayanıldığını ifade ederek girer. Ardından müsâvât (söz ve mananın birbirine denk söylenmesi), îcâz (mananın az sözle ifadesi) ve ıtnâb (mananın çok sözle ifadesi) sırası ile tanımlanır. Normu bilen belâgatçilere göre ( enzâr-ı ehl-i örf ), konuşan ( mütekellim ), kelâmı meramına eşit lafızla ifade ederse

45 14 müsâvât, maksudunu fazla lafızla söylerse ıtnâb, az lafızla söylerse îcâz denildiğini izâh eder. Müellif, bundan sonra ıtnâb ve icâzın alt türlerine geçer. Niteliği bakımından ıtnâbı makbûl (veya hasen ) ve mümil (veya kabîh ) olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra îcâzı, muhil ve makbûl olmak üzere ikiye ayırarak makbûl îcâzın oluşumu ile ilgili açıklamalara yer verir. Bu açıklamalarda hazf konusu da detaylı olarak izâh edilmiştir. Müellif, meânî ile ilgili bu yedi faslın ardından kitabın ikinci esas bölümü, ilm-i beyân (maksadı değişik yollarla ifade etmeyi öğreten ilim) bahsine geçer. MEBHAS-I SÂNÎ İLM-İ BEYÂN (İKİNCİ BÖLÜM BEYÂN İLMİ) Ahmed Hamdî, bu bölüme de giriş mahiyetinde iki sayfalık bir yazı ile başlar. Bu bölümde ilm-i beyân ın merâmın tasvir edilmesi ve düşüncenin açıklanmasında kelâmı süslü ve renkli kılmak için kullanılan mecâz, istiâre, teşbîh ve kinâye yi öğreten bilim olduğu üzerinde durur. Müellif bundan sonra belâgatçilerin beyân ilmi hakkındaki tanımlarına geçer. Beyânı konuşmacı veya münşinin amaçladığı bir anlamı o anlama delâlet etmede bir kısmı diğerinden daha vâzıh (açık) olan terkip ile söylemeye muktedir kılan meleke veya tümel kurallar olarak tanımlar. Kitapta bundan sonra beyân ilminde söz ile anlam arasındaki işarete delâlet (gösterge) çeşitlerine yer verir. Ahmed Hamdî bu girişten sonra ilm-i beyân ın teşbîh, mecâz ve kinâye yi konu alan bir fen olduğunu söyler. Bundan dolayı üç fasıl (bölüm) hâlinde kurulduğunu ifade ederek ilk bölümün konusu olan teşbîhe geçer. 1. Fasl-ı Evvel Aksâm-ı Teşbîhi Beyân Eder (Birinci Bölüm Teşbîhin Kısımları) Beyân bölümünün ilk ve en detaylı faslı teşbîh e (benzetme) ayrılmıştır (69-87 sayfalar arası). Ahmed Hamdî, konuya teşbîhin tanımı ile girer. Teşbîh, bir şeyin diğer bir şeyle bir manada ortak olmasını gösteren sanat olarak tanımlanır. Teşbîhteki göstergelerin tahkîkî istiâre (gerçek istiare), kinâyeli istiâre gibi tecrîd li olmaması ge-

46 15 rektiğini belirtir. Örneğin Zeyd, arslandır denildiğinde Zeyd in arslan ile kahramanlık kavramında; bir atasözü olan Kızların kulağı sağır ve gözü kör ve ayağı topal olmalıdır denildiğinde kör ile (kötü şeyleri) görmeme ve sağır ile (duyup da ) duymamak ve topal ile (fazla) gezmemek manalarında ortaklık kasdedildiği üzerinde durur. Yoksa hakikatte arslan, kör ve topal olmak maksûd değildir. Müellif bundan sonra, teşbîhin dört rüknü olan müşebbeh (benzetilen), müşebbehün-bih (kendisine benzetilen), edat-ı teşbîh (benzetme edatı) ve vech-i şebeh (benzetme yönü) ile ilgili açıklamalarına geçer. Benzetilen ve kendisine benzetileni, beş duyu ( hissî ) veya akılla ilgili ( aklî ) şeyleri ilgilendirmesi bakımından ayrımlarını verir. Ardından benzetme edatının kullanıp kullanılmaması bakımından teşbîh çeşitleri olan teşbîh-i mü ekked (benzetme edatı kullanılarak yapılan teşbîhler), teşbîh-i mürsel (benzetme edatı kullanılmadan yapılan teşbîhler) hakkında bilgiler verir. Mübâlağanın teşbîhle orantılı olduğunu izâh ettikten sonra sadece benzetilen ve kendisine benzetilen unsurları ile yapılan teşbîh çeşidi olan teşbîh-i belîğ in tanımını vererek Bugün hamamda bir arslan gördüm cümlesindeki mübâlağanın Bekir, şecaatte aslan gibidir cümlesinden daha fazla olduğu gösterir. Bundan sonra müellif, benzetme yönü ( vech-i şebeh ) üzerinde durur. Burada da benzetme yönünün hissî, aklî, hayalî ve vehmî çeşitlerinden bahseder. Yine benzetme yönünün ( vech-i şebeh ) kendisine benzetilenle ( müşebbehünbih ) ilişkisine göre benzetilenlerin özsel niteliğinde olduğu gibi sıfatında da olabileceği ( zâtî ve vasfî ) ayrımı hakkında bilgiler verir. Vech-i şebeh-i zâtî vech-i şebehin (ortak özellik), müşebbehün-bih in (kendisine benzetilen) özsel niteliği ( zatî ) olması durumudur. Bu gömlek, o gömlek gibi ketendir. Vech-i şebeh-i vasfî vech-i şebeh (ortak özellik) müşebbehün-bih in (kendisine benzetilen) özsel niteliği olmayıp, o şeyin sıfatı olmasıdır. Bu sıfat iki durum gösterir. Ya sıfat-ı hakîkiyye (beş duyu ile algılanan ya da akılla algılanan sıfatlar) ya da sıfat-ı izâfiyye (benzetilen ile kendisine benzetilen arasında gidip gelen bir olgu)dur.

47 16 Delili, açıklıkta parlayan güneşe benzetilmesinde sıfat-ı izâfiyye vardır. Bu benzetmede güneş ve delil, belirsizliğin giderilmesi işinde ortak olurlar. Belirsizliğin giderilmesi işi ikisi arasında gider gelir. Benzetme yönü ( vech-i şebeh ) ile ilgili son ayrım, teşbîhin temel iki unsuru olan benzetilen ve kendisine benzetilenin tek olması ( müfred ), birden fazla unsurdan oluşması ( mürekkeb ) veya tekrar ediliyor olması ( müteaddid ) durumlarına göre teşbîhi çeşitli ayrımlarını verir. Bu fasıl, teşbîh-i mücmel çeşitlerinden teşbîh-i zâhirî (herkesin anladığı) teşbîh-i hafî (havasın anlayabildiği) ile ilgili bilgilerle tamamlanır. 2. Fasl-ı Sânî Hakikat ve Mecâz Beyânı (İkinci Bölüm Hakikat ve Mecâz) Müellif, bu bölüme aklî hakikat ve aklî mecâz ı (bir işin failinin gerçek ya da mecâz olması durumları) değil, lügavî hakikat ve lügavî mecâz ı (bir sözün gerçek ya da mecâz olarak kullanılması) ele alacağını açıklayarak girer. Bundan sonra hakikat, mecâz, galat ve kinâye ayrımlarına geçer. Hakikat ve mecâz ayrımının konulma ( vaz ) açısından olduğunu ifade ederek bir lafzın, vaz olunduğu anlamda ( ma nâ-yı ma-vuz ia-leh ) kullanımının hakikat i, bu anlamın dışında bir anlamda kullanımının mecâz ı gösterdiğini ifade eder. Ardından lügavî hakikat çeşitleri olan mürtecel (bir ilişki gözetilmeden bir anlamdan bir başka anlama taşınan söz) ve menkûl ü (bir ilişkiden dolayı sözlük anlamı dışında ikinci bir hakikî anlama sahip olan söz) açıklar. Menkûl ü de ıstılâhî (bilimlerde kullanılan terimler, esmâ-yı ulûm ), örfî (halkın yaptığı menkûl) ve şer î (din âlimlerinin yaptığı menkûl) olmak üzere üç çeşit olarak verir. Bundan sonra mecâzın mecâz-ı müfred ve mecâz-ı mürekkeb olmak üzere ikiye ayrıldığı ifade edilir. Mecâz-ı müfred i, vaz olunduğu (konulduğu) anlamın dışında kullanılan, ancak vaz edildiği anlamı kastetmeye engel bir ipucunun ( karîne ) varlığıyla birlikte doğru ve geçerli olacak şekilde ( vech-i sahîh ) kullanılan kelime olarak tanımlar. Mecâz-ı mürekkeb ise mübâlağa için teşbîh ve temsîl yoluyla asıl anlamına benzetilen bir diğer anlamda kullanılan lafız şeklinde tanımlanmaktadır.

48 17 Müellif, galat ve kinâye den mecâz ı geçerli ve doğru bir ilişki ( alâka ) bakımından ayırır. Mecâzda geçerli ve doğru bir alâka bulunması gerekmektedir. Mecâzî anlam ile gerçek anlam arasında olması gereken geçerli alâka ( alâka-i musahhaha ), benzerlik alâkası olursa istiâre, benzerlik dışında bir alâka ise mecâz-ı mürsel olduğunu ifade ederek benzerlik dışındaki diğer alâka çeşitlerine geçer. Belâgatçilerin yirmi beş çeşit alâkadan söz ettiklerini fakat kitabına Türkçede kullanılan on yedi alâka çeşidini aldığını açıkladıktan sonra sırası ile bu alâka çeşitlerini verir. Bu fasıl içinde istiâre konusununa da yer verir. İstiârenin önce lügat anlamından hareketle terim anlamına geçer. Lügatte âriyyet (ödünç) yani eğreti bir şey almaya denildiği, ödünç alınan bir şeyde alan ile verenin arasında mutlaka bir alâka ve münâsebet olması gerektiği gibi istiârede de müste ârün-minh (istiâre eden) ile müste ârün-leh (kendisine istiâre edilen) arasında bir münasebet ve ilginin olması gerektiğini ve konuşanın, kendisine benzetilenin ( müşebbehün-bih) ismini teşbîh edatını benzetilende ( müşebbeh ) gizleyerek kullanmasına istiâre denildiğini izâh eder. Buna göre istiârenin rükünleri müste ârün-minh ve müste ârün-leh ve müste âr dır. Örneğin aslan lafzı, ödünç olarak müşebbehün-bih ten yani bildiğimiz hayvandan müşebbeh için yani cesur bir insan için istenmiş bir elbise makamında olduğu için buna istiâre denir. İstiârenin unsurları ( rükün ) hakkındaki bu bilgilerden sonra Türkçede yoğun olarak kullanılan dört istiâre çeşidi istiâre-i musarraha (açık istiare, benzetilen yok), istiâre-i mekniyye (kapalı istiare, kendisine benzetilen yok), istiâre-i tahyîliyye (kendisine benzetilen yok), istiâre-i temsîliyye (= mecâz-ı mürekkeb, atasözleriyle kurulan istiâre, kendisine benzetilen yok) izâh edilir. İstiareye ayrılan bu kısa bölümün ardından beyân bahsinin üçüncü ve son faslı kinâye konusuna geçilir. 3. Fasl-ı Sâlis Kinâye Beyânı (Üçüncü Bölüm Kinâye) Müellif bu fasılda kinâye nin lafzın, gerçek anlamının kastedilmesine engel bir karîne (ipucu) olmaksızın lâzımını (kendisi dışındaki bir başka kelimeyi) kastetmek şeklindeki tanımını verir. Örneğin bir adam için, cömertliğini kastederek, Kapısı açıktır denildiğinde hakikatte kapısının açık olması da kastedilmiş olabileceğini, mecâzda ise

49 18 gerçek anlamın kastedilmesine engel bir karîne bulunduğu için mecâzî anlam ile gerçek anlamın birlikte kastedilemesinin mümkün olmadığını ifade eder. Ahmed Hamdî, kinâye çeşitlerini üçe ayırarak izâh eder. Bunların ilkinde kinâyeyi oluşturan lafızla bu lafzın nitelediği bir şeyin ( mevsûf ) kastedilmesine göre kinâye-i müfrede - kinâye-i mürekkebe yer alır. Örneğin mahall-i hased deyip de kalbi kastetmek gibi. Bunda tek olan şeyin anlamı (tekil) kastedildiği için kinâye-i müfrede denir. Fakat birkaç anlamı içeren sıfatlar ile tek bir mevsûfun kastedilmesine kinâye-i mürekkebe denir. Örneğin doğru boylu, tırnağı enli hayvan deyip de insan ı kastetmek gibi. İkincisinde kinâyeyi oluşturan lafızla (bu lafzın hakikatine) sıfat (nitelik) olan bir şeyin kastedilmesine göre karîne-i vâzıhalı kinâye - karîne-i hafiyeli kinâye - kinâye-i ba îde yer alır. Kastedilen sıfata ( sıfat-ı matlûba ) intikâl hiç düşünmeden ve vasıtasız olursa bu kinayeye karîne-i vâzıhalı kinâye denir. Örneğin Filan kimsenin kılıcının bağı uzundur denildiğinde zihin, o kimsenin boyunun uzun olmasına tefekkürsüz ve vasıtasız intikâl eder. Eğer zihin kastedilen manaya vasıtasız ama bir süre düşündükten sonra intikal ediyorsa bu kinayeye karîne-i hafiyyeli kinâyedir. Örneği Filan adamın kafası kalındır diyerek o adamın ebleh olması kastedildiğinde bu kelamdan ebleh e geçiş biraz düşünme ile mümkündür. Veya kinayeyi oluşturan lafızla kastedilen sıfat ( sıfat-ı matlûba ) ancak bir vasıta ile intikal olur. Bu tür kinayeye kinâye-i ba îde denir. Örneğin bir kimsenin cömertliğini Filan kimsenin kapısı açıktır diyerek anlatmak istediğimizde zihin önce kapı açıklığı ndan o kimsenin konağına gelip gidenlerin çok olduğuna ve buradan da yedirip içirmesinin çokluğuna ve buradan da kişinin cömertliğine intikal eder. Kinâyenin üçüncü kısmı kinayeyi oluşturan lafızla bir nisbet i kastedilen kinâyedir. Filan kimse pâk-dâmendir diyerek o kimseyi takvasına nisbet etmek gibi. Bir kelâmda kinâye yâ övgü ya da yergiyi göstermek için ya da çirkin bir şeyi göstermek için kullanılır. Kinâye ile ilgili bu bölümün ardından son mebhas olan Fenni Bedî ile ilgili üçüncü mebhas gelmektedir.

50 19 MEBHAS-I SÂLİS FENN-İ BEDÎ DİR (ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BEDÎ İLMİ) Bu mebhas a bundan önceki ilm-i meânî ve ilm-i beyân mebhaslarını özetleyen bir giriş ile başlanır. Burada müellif, terkîb kelâm ve tasvîr-i merâm ın üç tür özellik ( hassa ) üzerinde durduğu söyledikten sonra bu hassaları açıklamaya geçer. Bunlardan ilki terkîbin kendisi nin ifadesi cihetiyle kelâmın muktezâ-yı hâl ve i tibâra münâsebet ri âyeti yle oluşturmaktır. İkincisi terkîbin manâya delâleti (işareti, göstermesi) yönünden olan hassasıdır. Münşî veya mütekellimin murâd ettiği manaya delâlette vâzıh terkîb i (kelimelerin birleşiminin açıklığı getirmesi) kullanmaya muktedir olmasıyla meydana gelmektedir. Ahmed Hamdî, kitabında buraya kadar bu iki hassanın ilm-i me ânî ile ilm-i beyân ın verildiğini ifade ettikten sonra bu ana bölümün konusu olan üçüncü özelliğin ( hassa ) insicâm ve intisâk-ı kelâmda sem a mülâyim ve hoş gelecek ve hüsn-i tertîbe letâfet verecek tenâsüb-i kelimat ve tecâvüb-i fıkarat hassası olarak tarif edildiğini ve bunun da sanâyî -i maneviyye ve lafziyye yi içeren fenn-i bedî yi bilmekle meydana geldiğini ifade eder. Müellif, bundan sonra bu mebhasının ilk faslını sözü geçen sanayi-i maneviyyeye ayırır. 1. Fasl-ı Evvel Vücûh-ı Tahsîn-i Kelâmdan Muhassinât-ı Ma neviyye Beyânındadır (Birinci Fasıl Sözü Süslemenin Özelliklerinden Mana Sanatları Hakkındadır) Bu fasılda Ahmed Hamdî, Türkçe metinlerde edipler tarafında mer îyyü l-icrâ (kullanılmakta olan) anlam sanatlarına ve bunlarla ilgili örnek ve açıklamalara yer vermektedir. Eserde muhassinât-ı maneviyye başlığı altında ele alınan sanatlar şunlardır: Sanat-ı tıbâk, sanat-ı mürâ ât-ı nazîr (sanat-ı telfîk / i tilâf / tevfîk / tenâsüb), irsâd ve teshîm, sanat-ı müşâkele, sanat-ı müzâvece, tecâhül-i ârif, sanat-ı tevriye (sanat-ı îhâm / sanat-ı tevcîh / sanat-ı temsîl), sanat-ı aks, sanat-ı rücû, sanat-ı tecrîd, sanat-ı tevcîh (muhtemilü z-zıddeyn), sanat-ı leff ü neşr, sanat-ı cem, sanat-ı tefrîk, sanat-ı taksîm, cem ma a t-tefrîk, cem ma a ttaksîm, cem ma ü -tefrîk ve l-taksîm, mübâlağa-i makbûle, tefsîr-i celî, tefsîr-i hafî, edeb-i taleb ve hüsn-i sû al, hüsn-i tahallüs (girîzgâh), sanat-ı hüsn-i ta lîl, sanat-ı tefrî, te kîdü l-medh bimâ yüşebbihü z-zemm (istidrâk), te kîdü z-zemm bimâ yüşebbihü l-medh tir.

51 20 Ahmed Hamdî, bir sanattan diğerine Muhassinât-ı ma neviyyeden biri de...-dir. şeklinde geçiş cümleleri kullanır. Bu cümleler esas alındığında eserde toplam 27 manevî sanat yer aldığı görülmektedir; ancak bunların dışında biri diğerinden çıkmış, biri diğerine tâbi ve mülhak olan sanatlara da yer vermiştir. Bu sanatları ait bulunduğu sanatın hemen sonuna ilâve etmek suretiyle müstakil birer sanat olarak kabul etmez. Ardından bu bölümün lafzî sanatlarla ilgili kısmına geçilir. 2. Bâb-ı Sânî Muhassinât-ı Lafziyye Beyânı (İkinci Fasıl Lafız Sanatlarının Beyânı) Burada cinâs, terdîd, reddü l- acüz ale s-sadr, irsâl-i mesel, temlîh, sanat-ı iktibâs, sirkat, fıkra, seci, sanat-ı muvâzene, lüzûm-mâ-lâ-yelzem (iltizâm / tazmîn / teşdîd / i nât) sanatlarına yer verir. Bu bâb tan sonra İstitrâd başlıklı bölüm gelir. İstitrâd (Ek) Ahmed Hamdî, bu bölümde secinin söze güzellik verdiğinin inkâr edilemeyeceğini, ancak yazarların pek çoğunun buna kapılarak sözün anlamının kuvvetini ve güzelliğini feda ettiklerini ancak sözün değerinin bedî ile değil, belâgati bakımından olması gerektiğini ifade eder. İstitrâd bölümünde seci ile ilgili görüşlerinin dışında bedî sanatların en değerlilerinden biri olarak kabul ettiği sanat-ı tersî hakkında bilgiler verir. Ele aldığı diğer lafzî sanatlar i tirâzu kelâm kable t-temâm, sanat-ı tensîku s-sıfât, siyâkatü l-a dâd dır. Kitapta bedî bahsinde verilen sanatların bir kısmının konu ile ilgisi oldukça meânî bahsinde de ele alındığını belirtelim. Bunlar irsâd ve teshîm, reddü l- acüz ale s-sadr, berâa tü l-istihlâl ( hüsn-i ibtidâ ve hüsn-i matla ), tarîz, ( munsif, istidrâc ), ihtibâk ve tekrîr dir. Son bölümde Bi-minneti teâlâ işbu Belâgat-i Lisân-ı Osmânî padişah-ı maarif-perver şevketlü Sultan Abdülhamid Han Efendimizin zaman-ı saltanat-ı uzmâlarında mekâtibde tedrîs olunmak için tabbolunarak şeref-i intişâr buldu. (s. 125) cümlesi ile kitap tamamlanır. Bu cümlelerin ardından eserin basılış tarihi Temmet fî 20 Ramazâni l-mübârek sene 93 (9 Ekim 1876) ve basıldığı yeri gösteren Matba a-i Âmire de tabbolunmuştur. kaydı gelir.

52 21 Ahmed Hamdî, imlâ konusundaki yanlışlarını içiren İ tizâr adını verdiği bölümü, anlamı ihlâl edeceğini düşündüğü bazı yanlışlarını içeren İlâvât bölümü ve bir doğru-yanlış cetvelini de ekleyerek kitabını tamamlar. b) Eserin Plânı: Eserin toptan muhtevasına bakıldığında meânî, beyân ve bedî bahislerini içermesi bakımında klâsik belâgatimizin plânına sahip olduğu görülecektir. Eser, temel olarak üç mebhas tan kurulmuştur. Bunların altında fasıl lar yer almaktadır. Birinci mebhas yedi, ikincisi üç ve üçüncüsü iki fasıldan meydana gelmektedir. Bunlara ayrılan sayfa adedi bilgilerini tablo hâlinde aşağıya aldık: Bölüm Sırası Adı Fasıl Sayfa Adet 1. Mebhas-ı Evvel İlm-i Me ânî Beyânındadır Mebhas-ı Sânî İlm-i Beyân Beyânındadır Mebhas-ı Sâlis Fenn-i Bedî dir Görüldüğü gibi en çok sayfa İlm-i Meânî için ayrılmıştır. Aşağıda kitabın sayfa sistemi ve ana başlıkları tablo olarak verilmiştir: İHTÂR 1 BELÂGAT-İ LİSÂN-I OSMÂNÎ (Giriş) 2 1. MEBHAS-I EVVEL İLM-İ ME ÂNÎ BEYÂNINDADIR 11 Fasl-ı Evvel İsnâd-ı Haberînin Ahvâli Beyânı 11 Fasl-ı Sânî Müsnedün-ileyhin Ahvâli Beyânı 17 Fasl-ı Sâlîs Müsnedin Ahvâli Beyânı 33 Fasl-ı Râbi Müte allikât-ı Fi il ve Mütemmimât-ı Cümle Beyânıdır 40 İSTİTRÂD (Kasır) 46 Fasl-ı Hâmis Cümle-i İnşâiyye Beyânındadır 47 Fasl-ı Sâdis Vasl u Fasl Beyânındadır 54 Fasl-ı Sâbi Îcâz ve Itnâb ve Müsâvât Beyânı MEBHAS-I SÂNÎ İLM-İ BEYÂN BEYÂNINDADIR 66 Fasl-ı Evvel Aksâm-ı Teşbîhi Beyân Eder 69 Fasl-ı Sânî Hakikat ve Mecâz Beyânı (İsti âre) Fasl-ı Sâlis Kinâye Beyânı MEBHAS-I SÂLİS FENN-İ BEDÎ DİR 94 Fasl-ı Evvel Vücuh-ı Tahsîn-i Kelâmdan Muhassinnât-ı Ma neviyye Beyânındadır 95 Bâb-ı Sânî Muhassinât-ı Lafziyye Beyânı 111 İSTİTRÂD 122 İ TİZÂR 126 ( İLÂVÂT)

53 22 Yukarıdaki şemada yer alan İ tizâr ve İlâvât başlıklı bölümden sonra bir de doğru-yanlış cetveli bulunmaktadır. Kitabın ne başında ne de sonunda içindekileri gösterir bir fihristi bulunmamaktadır. Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin muhtevasının detaylı plânını genişletilmiş bir içindekiler şeklinde aşağıya alıyoruz. Giriş Sayfa İlm-i meânî (terkîb-i basît ve hakikî) 2 İlm-i beyân (tarz-ı muhayyel) 3 İlm-i bedî 4 Muktezâ-yı hâl 4 Fesâhat 5 Kelimede fesâhat 5 1. tenâfür-i hurûf 5 2. garâbet 6 3. muhâlefet-i kıyâs 6 Kelâmda fesâhat 1. za f-ı telîf 7 2. tenâfür-i kelimât 7 3. takîd 7 4. kesret-i tekrâr 8 5. tetâbu -i izâfât 9 Mütekellimde fesâhat Kelâmın belâgati 10 Mütekellimde belâgat Eserin temel ilk bölümü olan meânî ile ilgili kısmının plânını veriyoruz. Mebhas-ı Evvel İlm-i Meânî Beyânındadır Fasl-ı Evvel İsnâd-ı Haberînin Ahvâli Beyânı 11 Kelâm 11 İsnâd 12 cümle-i haberiyye/kelâm-ı ihbârî 12 fâide-i haber lâzım-ı fâide-i haber kelâm-ı ihbârî ibtidâiyye talebiyye inkâriyye 14 hakikat-i akliyye - mecâz-ı aklî 15 a) karîne-i lafziyye 15 b) karîne-i âdiyye 15 c) karîne-i aklîye Fasl-ı Sânî Müsnedün-ileyhin Ahvâli Beyânı 17 Müsnedün-ileyhin terki Müsnedün-ileyhin zikri irsad berâ tü l-istihlâl iltifât 3. Fasl-ı Sâlis Müsnedin Ahvâli Beyânı 33 Müsnedin zikri 33 Müsnedin terki

54 23 tarîz / munsif / istidrâc Fasl-ı Râbi Müteallikât-ı Fiil ve Mütemmimât-ı Cümle Beyânındadır 40 Mefûl 40 izmâr kable z-zikir 41 İstitrâd Kasır 46 a) kasr-ı hakikî b) kasr-ı gayr-i hakikî Fasl-ı Hâmis Cümle-i İnşâiyye Beyânındadır 47 İnşâ-yı talebî 47 İnşâ-yı gayr-i talebî Fasl-ı Sâdis Vasl u Fasl Beyânındadır 54 Cümle-i mevsûle / sebk-i mevsûl 54 cihet-i câmia 1. cihet-i câmi a-i akliyye cihet-i câmi a-i vehmiyye 3. cihet-i câmi a-i hayâliyye Cümle-i mefsûle / sebk-i mefsûl Fasl-ı Sâbi Îcâz ve Itnâb ve Müsâvât Beyânı 58 Itnâb 59 a. ıtnâb-ı makbûl/hasen 59 b. ıtnâb-ı mümil /kabîh Müsâvât 59 Îcâz 59 a. îcâz-ı muhil b. îcâz-ı makbûl Kitabın İlm-i Beyân ile ilgili ikinci kısmının plânını veriyoruz. Mebhas-ı Sânî İlm-i Beyân Beyânındadır 66 Delâlet Fasl-ı Evvel Aksâm-ı Teşbîhi Beyân Eder 69 Teşbîh 1. teşbîh-i mü ekked teşbîh-i mürsel Teşbîh-i belîğ 71 Vech-i şebeh ve çeşitleri 72 Teşbîh Çeşitleri tahyîl-i şâ irâne ve ulviyet-i fikirli teşbîh âdi bir teşbîh 74 Tarafeynin ifrâd ve terekkübü ve ta addüdü itibarıyla teşbîh 75 1) müfred-i mutlakı müfred-i mutlaka 2) müfred-i mukayyedi müfred-i mukayyede teşbîh 3) müfred-i mutlakı müfred-i mukayyede teşbîh 4) müfred-i mukayyedi müfred-i mutlaka teşbîh 5) mürekkebi mürekkebe teşbîh 77 6) müfred-i mukayyedi mürekkebe teşbîh 7) müfred-i mukayyedi mürekkebe teşbîh 8) tarafeynin ikisi de müte addid teşbîh 78 Teşbîh çeşitleri a. teşbîh-i melfûf b. teşbîh-i mefrûk taraflarından biri müfred ve diğeri müte addid olan a. teşbîh-i tesviye b. teşbîh-i cem 80

55 24 Vech-i şebehin zikri ve terkine göre teşbîh çeşitleri a. teşbîh-i mücmel b. teşbîh-i mufassal 2. Fasl-ı Sâni Hakikat ve Mecâz Beyânı 87 Hakikat 87 Mürtecel 87 Menkûl 1. menkûl-i ıstılâhî 2. menkûl-i örfî 3. menkûl-i şerrî Mecâz mecâz-ı müfred 2. mecâz-ı mürekkeb Galat 88 Kinâye 88 Mecâz-ı mürsel ve alâka çeşitleri 88 İstiâre ve çeşitleri istiâre-i musarraha a. mutlaka b. müreşşaha c. mücerrede istiâre-i mekniyye 3. istiâre-i tahyiliyye 4. istiâre-i temsiliyye /mecâz-ı mürekkeb Fasl-ı Sâlis Kinâye Beyânı kinâye-i müfrede ve kinâye-i mürekkebe 2. karîne-i vâzıhalı kinâye kinâye-i baîde Kitabın İlm-i Bedî ile ilgili üçüncü kısmının plânını veriyoruz. Mebhas-ı Sâlis Fenn-i Bedî 94 I. Fasl-ı Evvel Vücûh-ı Tahsîn-i Kelâmdan Muhassinât-ı Maneviyye Beyânındadır sanat-ı tıbâk sanat-ı mürâ ât-ı nazîr (sanat-ı telfîk / i tilâf / tevfîk /tenâsüb) irsâd ve teshîm sanat-ı müşâkele sanat-ı müzâvece tecâhü l-i ârif sanat-ı tevriye (sanat-ı îhâm ve sanat-ı tevcîh ve sanat-ı temsîl) sanat-ı aks sanat-ı rücû sanat-ı tecrîd sanat-ı tevcîh (muhtemilü z-zıddeyn) sanat-ı leff ü neşr sanat-ı cem sanat-ı tefrîk sanat-ı taksîm cem ma a t-tefrîk cem ma a t-taksîm cem ma ü -tefrîk ve l-taksîm mübâlağa-i makbûle tefsîr-i celî tefsîr-i hafî 107

56 edeb-i taleb ve hüsn-i sû al hüsn-i tahallüs (girîzgâh) sanat-ı hüsn-i ta lîl sanat-ı tefrî te kîdü l-medh bimâ yüşbihü z-zemm / istidrâk te kîdü z-zemm bimâ yüşbihü l-medh 110 II. Bâb-ı Sânî Muhassinât-ı Lafziyye Beyânı cinâs terdîd reddü l- acüz ale s-sadr irsâl-i mesel telmîh sanat-ı iktibâs sirkât fıkra seci sanat-ı muvâzene lüzûm-mâ-lâ-yelzem (iltizâm / tazmîn / teşdîd / i nât) 121 İSTİTRÂD (Seci ile ilgili açıklamalar) sanat-ı tersî i tirâz-ı kelâm kalbe t-temâm sanat-ı tensîku s-sıfât siyâkatü l-a dâd Eserin Önemi ve Değeri: Bu bölümde eserin önemi hakkındaki tespitlerimizi maddeler hâlinde sunuyoruz. 1) Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, belâgatimize yenilik getirmekten çok kendinden önceki belâgat geleneğine bağlı kalmıştır. Eser, döneminde klâsik belâgatimizi devam ettiren kitaplar arasında yer alır. Belâgatin tarihî gelişimini verirken de ifade ettiğimiz gibi ciddî değişimlerin yaşandığı XIX. asırda Tanzimat (1839) la birlikte kaleme alınan belâgat kitaplarına bakıldığında bunları iki grupta değerlendirmek mümkün olduğu görülür: Klâsik belâgati aynen devam ettiren eserler ve klâsik belâgati Batı retoriği ile telif etmeye çalışan kitaplar. 85 Belâgat-i Lisân-ı Osmânî dışında Ahmed Cevdet Paşa nın Belâgat-i Osmâniyye (1299); Abdurrahman Süreyyâ nın Mîzânü l-belâga (1303) ile Sefîne-i Belâgat (1305); Diyarbekirli Said in Mîzânü l-edeb (1305) gibi kitapları Avrupaî ölçüler ve modellere 85 K. Yetiş; Belâgat-Türk Edebiyatı, TDVİA, C. V, İstanbul 1992, s ; K. Yetiş, Talîm-i Edebiyat ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sâhasına Getirdiği Yenilikler, s. 4; K. Yetiş, Tanzimat Sonrası Belâgat ve Rhétorique Kitaplarımıza Fransız Rhétorique Kitaplarının Tesiri, Belâgattan Retoriğe, Kitabevi Yayınevi, s. X.

57 26 gitmekten çok klâsik belâgat anlayışını sürdüren eserler arasında yer alırlar. Diğer grup olan Batı retoriği ile belâgatimizi birleştirmeye çalışan eserler arasında ise Süleyman Paşa nın Mebâni l-inşâ ( ) ve Recâizâde Ekrem in Ta lîm-i Edebiyât (1299) ı gelir (Her iki eserde de (Émile Lefranc ın Traité Théorique et Pratique Littérature, Paris 1839 etkilerinden söz edilir). 86 2) Giriş in ardından sırasıyla İlm-i Meânî, İlm-i Beyân ve Fenn-i Bedî şeklinde üç Mebhâs ının bulunduğu Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, edebiyatımızda belâgati tam kadrosu ile ihtiva eden ilk matbu kitap olarak kabul edilir (basım tarihi 20 Ramazâni l-mübârek 1293 / 9 Ekim 1876). 87 Eser, döneminde Ahmet Cevdet Paşa nın Belâgat-i Osmâniyye ve Ekrem in Talîm-i Edebiyat ı kadar ilgi uyandırmamakla beraber ilk olma vasfı taşımasından dolayı öne çıkar. Türkçe nin Osmanlı sahasındaki ilk gramer kitabı olarak kabul edilen Kavâ id-i Osmâniyye 88 (1851) de Ahmet Cevdet Paşa ile Fuat Paşa tarafından birlikte kaleme alınmıştır. Dönemin belâgatimiz ve gramerimiz açısından yayın faaliyetleri bakımından hareketli olduğu görülmektedir. 89 3) Ahmed Hamdî, eserinin daha ilk sayfalarında meânî ilmini tanımlarken diğer belâgat kitaplarından farklı olarak Türkçe kavramını, tanımının içine yerleştirir: İlm-i meânî, elfâz-ı Türkiyyeyi muktezâ-yı hâle mutâbık kılan hâlâttan bahseder (s. 11). Dilin adının tanımın içine yerleştirmesi bir farklılıktır. Bu da eserin genel belâgat için değil, Türkçenin belâgati olarak telif edildiğinin bir göstergesidir. 4) Aslında dönemindeki pek çok kitap gibi Ahmed Hamdî de kitabını ders kitabı olarak tertip etmiş olduğundan eser, pedagojik amaçlıdır. Dolayısıyla da metin tipleri teorisine göre Ahmed Hamdî nin eseri didaktik ve enformatik metin tipi grubuna girmektedir. 90 Eski Türk Edebiyatında enformatik metinlerin güzel örneklerinden biridir. 86 K. Yetiş, Talîm-i Edebiyat ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sâhasına Getirdiği Yenilikler, s K. Yetiş, a.g.e., s Ahmet Cevdet Paşa-Fuat Paşa, Kavâ id-i Osmâniyye, (Haz.: Nevzat Özkan), TDK Yay., Ankara 2000, s Kaynaklar ilk Türkçe yazılmış gramer kitabı olarak Cevdet Paşa nın Kavâ id-i Osmâniyye sini gösterseler de Türkçe yazılmış ilk gramer kitabı XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman devrinde Bergamalı Kadri tarafından kaleme alınan Müyessiretü l-ulûm dur. 90 R. Filizok, Metin Tiplerini Tanıyalım,

58 27 Kitabın ilk sayfasında yer alan İhtâr başlıklı bölümde Cevdet Paşa nın isteği üzerine yaptığı ilm-i belâgat hocalığı esnasında verdiği ders notlarından eserin oluşturulduğunu öğreniriz. Fakat Ahmed Hamdî, eserini tam olarak hangi mektep için hazırlandığına dair bir açıklamada bulunmamaktadır. Kaynaklarda ortaokul ve liselerde (Rüşdiye ve İ dadiye) okutulmak üzere kaleme alındığı bilinmekle birlikte bundan başka bir bilgi de bulunmamaktadır. 91 Ahmed Hamdî den sonra kaleme alınan Belâgat-i Osmâniyye de Cevdet Paşa nın mekteb-i hukuk öğrencileri için verdiği derslerin bir neticesidir. Her iki eser de eğitim amaçlı olmakla birlikte farklı düzeydeki farklı sınıflarda yer alan öğrenciler için hazırlanmışlardır. 5) Kitabın pedagojik amacına bağlı olarak örneklerinin de anlaşılır ve toplayıcı bir nitelik taşıdığı görülmektedir. Eserde verilen örnekler, mümkün olduğunca kısa tutulmuş ve sade örneklerdir. Ahmed Hamdî, eserin başlangıç sayfasında örneklerini Türkçeden seçtiğini açıklar misâlleri Türkçe olarak ( ) tab u neşrine karâr verilmiştir. Bazı kaynaklarda örnekleri bakımından Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin zayıf olduğu iddia edilir. Biz bu kanaatte değiliz. 92 Bizce eserin pedagojik amacından dolayı örnekleri özellikle basit ve daha güncel metinlerden seçilmiştir. Ahmed Hamdî nin eserinden sonra kaleme alınmasına rağmen Manastırlı Mehmed Rifat, eserinde terimleri açıklamakta kullandığı örnekleri sırasıyla Arapça, Farsça ve Türkçeden seçer. Mecâmiü l-edeb (1891) 93 örnekleme bakımından üç dilli bir özellik taşır. Buna karşın Belâgat-i Lisân-ı Osmânî de örnekler sadece Türkçe ile sınırlı tutulur. 6) Muhteva kısmındaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere, klâsik belâgat kitaplarının plânına sahiptir. Giriş ten sonra, birinci bölümde ilm-i meânî, ikinci bölümde ilm-i beyân, üçüncü bölümde de ilm-i bedî kendi içinde fasıllara ayrılarak işlenir. Mehmed Altıparmak ın şerh ettiği Telhîs ile mukayese edecek olursak, Ahmed Ahmed 91 M. A. Yekta Saraç, Osmanlı Döneminde Belâgat Çalışmaları, Journal of Turkish Studies, V. 28/I, Harvard Üniversitesi, 2004, s. 336; K. Yetiş, Talîm-i Edebiyat ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sâhasına Getirdiği Yenilikler, s K. Yetiş, Belâgattan Retoriğe, s. 5; K. Yetiş, Belâgat, TDVİA, c. V, İstanbul 1992, s Mehmed Rifat, Mecâmiü l-edeb, Dersaadet, 1308/1891, 936 s.

59 28 Hamdî nin Belâgat-ı Lisân-ı Osmânî si meânî ve beyân bölümlerinde büyük ölçüde benzerlik arz ederken, özellikle son bölümde yani bedî faslında bir hayli farklıdır. Telhîs te tıbâk, irsâd, tevriye, tenâsüb, aks gibi 14 edebî sanat yer alırken, Ahmed Hamdî nin eserinde sanatları manevî ve lafzî olarak ikiye ayırmış ve sayıca daha fazla sanata yer vermiştir. Belâgat-ı Lisân-ı Osmânî nin bedî kısmında 42 edebî sanata yer verilmektedir. Yine Cevdet Paşa nın 30 edebî sanata yer verdiği Belâgat-i Osmâniyye sine göre bedî kısmında daha fazla sanat içerdiği görülür. 94 (Şunu da belirtmek gerekir ki Ahmed Hamdî den farklı olarak Cevdet Paşa, târih sanatını eserine alır. İki kitap arasındaki daha da önemli bir fark, Cevdet Paşa nın kitabının başına mantıkla ilgili bir Lâhika koymasıdır. Burada mantıkla ilgili temel bilgilere yer verdikten sonra, geniş bilgi için Miyâr-ı Sedâd adlı mantık kitabına bakılmasını tavsiye eder. 95 Araştırmacılarımız tarafından belâgatimize devrinde pek bir yenilik getirmediği düşünülen Belâgat-i Lisân-ı Osmânî yi tez konusu olarak belirlememizin sebebi a) Belâgat-ı Lisân-ı Osmânî nin yazıldığı tarihten günümüze kadar zaman kopukluğu oluşmasından dolayı bugünün okuyucusu için güç ve karmaşık görünen noktalarını anlayabilmek ve anlaşılır kılma düşüncesi. b) Döneminde Ahmed Hamdî nin okullarda belâgati daha anlaşılır kılmak için yaptığı iş, bugün bu doktora çalışmasında yapılmaya çalışıldı. c) Döneminde belâgatle ilişkili bulunan fıkıh, kelâm, mantık gibi bir takım bilimlerin bugün belâgat için öneminin anlaşılamadan belâgatin de yeterince anlaşılamayacağı kanaati ile fıkıh ve mantık kaynakları göz ardı edilmeksizin eseri anlamaya çalışmak. 4. Eserde Kullanılan Anlatım Metodu: Eski belâgat kitaplarımızda mutlaka her terimin tanımından sonra o tanımı daha anlaşılır kılacak ve güçlendirecek en az bir ya da iki örneğe yer verilir. Eğer konu karışık ve anlaşılması güçse bu örnek adedi üçe ve daha fazla sayıya çıkarılabilir. 94 Aómed Óamdì, BelÀàat-ı LisÀn-ı OsmÀnì (İnceleme-Metin-Dizin), (Haz.: Atabey Kılıç), Laçin Yayınları, Kayseri 2007, s Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, (Haz.: Turgut Karabey, Mehmet Atalay), Akçağ Yay., Ankara 2000, s

60 29 Bugünkü Batı eğitiminde de anlatımda örneğin önemi anlaşılmış ve isabetli örneklerin terimin daha iyi kavratılması ve uygulama alanına taşınması için kullanımına yönelik bir metoda doğru yönelinmiştir. Belâgat-i Lisân-ı Osmânî de tanımlardan sonra verilen örnekler, kitabın hemen üçte birini oluşturmaktadır. Bugünkü edebiyat öğretiminin noksanlarından kabul edilen örnek yokluğu ve doğru örneklemede yaşanan güçlükleri eserde göremeyiz. Ahmed Hamdî, mümkün olduğunca örneklemeye dikkat eder. Cevdet Paşa ve Ahmed Hamdî nin örnek seçimi konusunda benzer bir tavır gösterdikleri görülür. Örnek, klâsik belâgat öğretimi için en az terimler ve tanımların kendileri kadar önem teşkil etmektedir. Bütün belâgat kitaplarında kullanılan bazı gelenekselleşmiş örneklere Belâgat-i Lisân-ı Osmânî de de rastlamak mümkündür. Meselâ teşbîhin anlatımında kullanılan Zeyd, aslandır vb. Bu ve bunun gibi örnekler diğer belâgat kitaplarından devrederek gelirler ve belâgatçiler tarafından birer kıstas muamelesi görürler. Ahmed Hamdî bu değişmez örneklerin dışında kitabına dönemine göre sade ve yeni örnekleri de almayı tercih etmiştir. Ahmed Hamdî kitabında hem Türk şiirinden seçilmiş güzel nazım örnekler kadar günlük hayatı ilgilendiren basit örneklere de yer verir ki bu da eserin estetik boyutu kadar hâl-i hazırdaki dili kullanım özelliklerini de göstermektedir. Şu cümleleri aşağıya kitaptan örnek olarak alıyoruz. misâl Efendiler dışarda durmayın dışarıda, girin içeri gibi. Takdîri İçeri girin içeri demekdir ve kezâlik şart ve cezâ cümlelerinden birinin hazfıyla olur. Meselâ cezânın hazfına misâl Efendi sen de emekdâr isen ben de emekdârım gibi yani Hiç kurulma demekdir. Şartı hazfına misâl Bu eser-i âcizâne bendenizindir takdîri Eğer bilmek istersen demekdir. (s. 127) Eserini Ahmed Hamdî den sonra kaleme almasına rağmen Manastırlı Mehmed Rifat, eserinde terimleri açıklamakta kullandığı örnekleri sırasıyla Arapça, Farsça ve Türkçeden seçer. Mecâmiü l-edeb (1891) 96 de örnekler her üç dilden seçilirken Belâgat-i Lisân-ı Osmânî de örnekler sadece Türkçe üzerinden verilir. Bu bakımdan eserin Türk Parantez içinde verdiğimiz sayfa numaraları, Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin orijinal metnine aittir. 96 Mehmed Rifat, Mecamiü l-edeb, Dersaadet, 1308/1891, 936 s.

61 30 belâgatinin öğretimini esas aldığı söylenebilir. Konunun daha iyi kavranabilmesi için aşağıya Mecâmiü l-edeb in tezâd konusu ile ilgili kısmı aynen alındı. 97 Tezâd: Zıddıyla olan tıbaktır ki nesr-i Arabiden Hazret-i Haydar Efendimizin (İnne i zamuzunnubu masagir inde sahibe) kelâm-ı hikmet istimalindeki i zâm sagir ve nazm-ı Arabîden: Yâ rubbe mubkiyetin fî óılti müøóıketin 98 Ve rubbe mü limetin fî õiyyi leõõàtin beytinde øaók ile bükâ ve leõõet ile elem ve Fârisîden Úamerî nin Bedîd ÀrÀst adl ü ôulm pinhàn 99 Muòalif endek ü nàãıó firàvàn beytinde adl ile ôulm ve endek ile firàvàn ile muòalif ile nàãıó ve Türkî den Aynî nin: Maórem olmuş sÿruna úahpe cihànıñ màtemi Duóterîn tezvîc eden màder hem aàlar hem güler beytindeki sÿr ile màtem ve aàlar ile güler gibi. Görüldüğü gibi Ahmed Hamdî, döneminde yazılmış Manastırlı nın kitabından daha öz ve kısa bir anlatımı tercih eder. 5. Eserin Dili, Üslûbu ve Eserde Yazarın Üslûpla İlgili Görüşleri: Eserin diline geçmeden önce Belâgat-ı Lisân-ı Osmânî nin de içinde bulunduğu, dil ve düşünce sahasında dönüşümlerin yaşandığı Tanzimat devrinde dil hakkındaki görüşler üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Çeşitli dil tartışmalarının yaşandığı ve aydınlarımızın zihninde lisân-ı Osmânî, edebiyat-ı Osmâniyye, lisân-ı Türkî gibi kavramların gezindiği XIX. yüzyılda dili- 97 Yüksel Akgün, Mecâmiü l-edeb, Basılmamış Lisans Tezi, (Danışman: Tunca Kortantamer), Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İzmir 1993, s Bir gülünç ve komik şeyin beraberinde nice ağlatıcı şey vardır. Lezzetlerin içinde de nice acı ve ızdırap verici şeyler bulunur. 99 Adalet ortada, zulüm gizli; ters kişi az, öğüt veren bol.

62 31 miz hakkında en gerçekçi düşünceler Şemsettin Sâmi ye ait görünür. 100 Ancak Agâh Sırrı nın da belirttiği gibi Şemsettin Sâmi nin görüşlerinde bile bir ikilik göze çarpmaktadır. Dönem aydınlarının dil konusunda bir kararsızlık yaşadıkları muhakkaktır. Bütün bu duraksama ve kararsızlıklara rağmen dil hakkında bu düşüncelerin büyük bir değeri ve önemi olduğu şüphesizdir. İşte böyle bir dönemde telif edilen eserin öncelikle adında geçen Lisân-ı Osmânî ve eserin içinde geçen elfâz-ı Türkiyye ve Türkçe kavramlarına değinmek gerekmektedir. Son iki kavramın kitapta geçtiği kısımları aşağıya alıntılıyoruz. Cevdet Paşa Hazretlerinin âsâr-ı lutf u inâyetleri olmak üzere ( ) buyurmuş oldukları ilm-i belâgat hocalığı münâsebetiyle misâlleri Türkçe olarak (s. 3) İlm-i meânî, elfâz-ı Türkiyyeyi muktezâ-yı hâle mutâbık kılan hâlâttan bahseder fen (s. 11) Kitabın adı Belâgat-i Lisân-ı Osmânî olmakla bile kitaptan alıntı yapılan her iki cümleden de anlaşıldığı gibi Ahmed Hamdî nin belâgatini oluşturmaya çalıştığı dilin Türkçe olduğunun farkında olduğu anlaşılır. Kitabın adının bu şekilde seçilmiş olması siyasî bir mülâhazadan kaynaklanmaktadır. Bu da müellifin kendisine özgü bir yaklaşım olmayıp dönemin anlayışını yansıtmaktadır. Devlet-i Osmâniyye, edebiyat-ı Osmâniyye gibi söyleyişler döneminde bu yaklaşımı gösterir. Bu dönemde Osmanlılık-Osmanlıcılık anlayışını Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan Osmanlılık- Osmanlıcılık anlayışından ayırt etmemiz gerekir. Tanzimat dönemi Osmanlıcılık anlayışı, Türklük anlayışından pek uzak değildir; birbirinin müteradifi gibi algılanmalıdır. Çünkü henüz Batıdan gelen milliyetçilik anlayışları toplumda tam olarak yerleşmiş değildir. Meşrutiyet öncesi ve sonrası millet-milliyet anlayışları arasındaki fark burada aranmalıdır. Bu millet-milliyetçilik anlayışları elbette dilde de yansımasını bulur. Ahmed Hamdî, eserinde yer verdiği elfâz-ı Türkiyye kavramı ile sadece Türkçe kelimeleri kastetmemektedir. Aynı zamanda o gün dilde kullanılan bütün yapıları da kasteder. 100 Agah Sırrı Levend, Türk Dilinin Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, 3. Baskı, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara 1972, s. 138.

63 32 Ahmed Hamdî nin biri dilin adı ve diğeri kelimeleri ile ilgili verdiği lisân-ı Osmânî ile ve elfâz-ı Türkiyye kavramları ile anlatmak istediklerinin örtüştüğünü düşünüyoruz. Bu kısa açıklamalardan sonra eserin dil özelliklerine geçebiliriz. Eserin dönemindeki diğer eserlerle özellikle de Cevdet Paşa nın Belâgat-i Osmâniyye si ile kıyaslandığında daha belirgin anlaşılacağı görüşünden hareketle burada Cevdet Paşa nın eserinden de örnekler alarak mukayese yoluna gidiyoruz: Öncelikle her iki eserin cümle yapısına bakıldığında Ahmed Hamdî nin kitabında daha uzun ve sıra cümlelerinin kullanıldığı görülecektir. Cevdet Paşa, daha kısa ve net cümlelerle tanım yapma yoluna giderken Ahmed Hamdî birbirine bağlı cümleleri tercih eder. Bu bakımdan Cevdet Paşa ile tezat teşkil eder. Bu onun eski nesre bağlı olduğunu Cevdet Paşa nın ise Tanzimat tan sonra gelişen üslûba dâhil olduğunu gösterir. Örneğin aşağıya alıntılanan müsnedün-ileyh (özne) hakkındaki bölümden her iki eserdeki anlatımı kıyaslamamız mümkündür. Müsnedün-ileyh kelâmın rüknü olmakla zikri ehemm ü mültezem olduğu için müsnedin mâ-kablinde zikrolunduğu gibi kelâmın haşviyyâtını azaltıp metânet ve selâset vermek mülâhazasından ve sâ ir esbâbdan nâşî terk dahi olunur. (s. 17) Müsnedün-ileyh kelamın birinci rüknüdür. Ber-kâide müsned üzerine takdim olunur. Ve bazen kasr manasını ifade için te hîr kılınır. (s. 43) Görüldüğü gibi Cevdet Paşa nın dili çok daha olgun bir dildir ve daha kesindir. Bu dönemde Reşid Paşa ( ) ile başlayan resmî yazılarda sadeleşme düşüncesi devam eder. Bu açıdan Ahmed Hamdî, daha eski görüştedir. Kendinden önceki klâsik orta nesrin ve resmî yazı dilinin özelliklerini takip eder. Reşid Paşa dan sonra Türk nesri değişir. Ahmed Hamdî, bunun etkisinde kalmamıştır. Cevdet Paşa ise etkisindedir. Ahmed Hamdî nin cümleleri uzun olduğu gibi anlatımı da terkiplidir. Klâsik nesirde olduğu gibi gerundium ve partisiple birbirine bağlı cümleler kurar. Bu eski nesrin başlıca özelliklerindendir. Yani anlayış olarak Reşid Paşa dan sonra gelen yolda değil eskilerin yolundadır. Cümle yapısında eski geleneğe bağlı olduğu gibi imlâda da bu eski geleneğe bağlı kalır. Eserinde parantez ve yıldız işaretleri dışında imlâ işaretleri kullanmamıştır. Bu da onun eski geleneğe bağlı olduğunu göstermektedir.

64 33 Ahmed Hamdî, anlatımında fesâhatten ve belâgatten bazı unsurlardan faydalanır ama teşbîhe dayalı süsleyici sanatları pek kullanmaz. Bütün belâgatçilerde böyle bir eğilim vardır. Cevdet Paşa da dâhil olmak üzere son devir belâgatçilerimiz bu sanatları ancak konuyu açıkladığı sürece kullanmaktadırlar, dolayısıyla Ahmed Hamdî nin bilim dili sanatlı değildir. Zaten belâgatte de sözün duruma uygun kullanımı düşüncesi bilim dilinin sanatlı olmamasını gerektirmektedir. Bedî kısmında edebî sanatları geniş tutması üslûpta da bunlara değer verdiğini göstermekle birlikte bedi sanatlardan seci konusuna ek olarak koyduğu İstidrâd bölümünde şunları ifade eder ki aslında sözün süsünden ziyade anlamca kuvvetli olması gerektiği düşüncesine sahip olduğu buradan anlaşılmaktadır. Secinin kelâma şetâret ve hüsn-i revnak îrâs ettiği inkâr olunamaz ise de ekser küttâb ve müellifînin buna kapılarak kelâmın manâca olan kuvvet ü revnakını bunun uğruna fedâ ettikleri görülmektedir. Bu da muhassinât-ı bedî iyyenin belâgatten addolunduğu zaman-ı evvelin bakiyyesidir. Hatta şimdiki hâlde ekser üdebânın bile müterâsil ve seciden ârî ibârelerin belâgatini müstelzim olan itibârât-ı hafîyyesi enzâr-ı celiyyelerinden nihân kalarak secisiz, sâde ve âdî görünür. Hâlbuki belâgatçe kelâmın itibârâtına bakılmalıdır. Hatta eblağ-ı küll olan lisân-ı nübevvet-i hâtemiyyeden pek çok müterâsil mekâtîb ve hutbe-i belîğa sudûr etmiştir. (s. 122) Görüldüğü gibi Ahmed Hamdî, eski belâgat geleneğinde süs ve fikrin aynı ölçüde önemli olduğuna inanır. Zamanla süsün, sözün manasının azaltacak kadar öne çıkarıldığını söyler. XIX. yüzyılın birçok yazarlarının süs için anlamı feda etmelerini eleştirir. Ahmed Hamdî nin temel fikri bu olmakla birlikte bu fikrini eserine yansıtamaz. Konuları verirken uzun cümlelerden kurtulamaz. Bilindiği gibi askerî ve siyasî alanda gerilemelerin başlaması ile III. Selim ( ) den itibaren hükümdarlar kamuoyuna hitap etme gereğini duymuş ve belâgat çalışmalarını da desteklemişlerdir. 101 Reşid Paşa ( ) ile dilde sadeleşme yoluna gidilir. Cevdet Paşa da Reşid Paşa nın açtığı bu yolu tercih eder. 102 Ahmed Hamdî de süse karşıdır; ancak onlar kadar 101 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 7 b., Çağlayan Kitabevi, İstanbul Ankara 1988, s. 176.

65 34 başarılı değildir. Bu dönemde birçok aydınımız dil ve anlatım özelliklerinde yenilik arayışı içindedir. Bu yenilik fikri bilindiği gibi iki kaynaktan beslenmektedir: Birincisi Avrupa, ikincisi eskide tasfiyeye gitme. Ahmet Hamdi Tanpınar, yeniliğin üç büyük muharri rinden biri olarak Şinasi yi görür ve onun Fransız cümlesinden aldığı dersi Türk cümlesine uyguladığını düşünür. Şinasi nin nesri Batıdan gelen eğilimlerle sadeleşir. 103 Buna karşılık yeniliğin bu üç büyük muharririnden biri olarak kabul ettiği Cevdet Paşa nın dilini eskinin tasfiyesi ile elde edilmiş bir sade dil olarak görür. Bu üslup kendi geleneğinde kapalıdır. Onun dili, eskinin kendi içinde yaptığı bir ayıklamadır. Daima güzel ve bize yakın kalmakla beraber, nesrimizin gelişmesinde hemen hiç tesiri olmaması bu yüzdendir. 104 Bu devirde dil hakkındaki görüşleri üç grupta toplayabiliriz. Birinci grup eskide olduğu gibi Arapça merkezli eğitimin yapılmasını istemektedir. Konularını verirken hareket noktası olarak Arapçayı alan El-Hac İbrahim in Hadîkatü l-beyân ı bu grup kitaplara örnek verilebilir. 105 İkinci grubu eski belâgatin Türkçe devamını isteyenler oluşturur. Cevdet Paşa ve Ahmed Hamdî nin eseri bunlar arasındadır. Üçüncü grup ise Batı retoriği ile Doğu belâgatini birleştirmek isteyenlerdir. Bunlardan ilk akla gelenler Ta lîm-i Edebiyat ı ile Recaîzâde dir. Bu üç gruptan başka tamamen Batı belâgatini merkeze koyanlar da bulunmaktadır. İlm-i Belâgat-La Rhétorique adlı eseri ile Münif Paşa bu grupta yer alır. Ahmed Hamdî eserini Türkçe yazmıştır. Eserin tercüme değil telif olması onun eğitimde yeni bir yol açmak istediğini gösterir. Türk öğrencileri için Türk belâgatini sunmayı amaçlamaktadır. Eserin bu pedagojik tarafı bakımıdan Cevdet Paşa ile ortak görüşe sahiptir. Eserin Ahmed Hamdî den sonra kaleme alan Cevdet Paşa da onun açtığı bu yoldan gider. Belâgat-i Osmâniyye sini daha çok Türkçe örneklerle Türk çocukları için yazar. 102 A. Hamdi Tanpınar, a.g.e., s A. Hamdi Tanpınar, a.g.e., s A. Hamdi Tanpınar, a.g.e., s K. Yetiş, Belâgattan Retoriğe, Kitabevi Yay., İstanbul 2006, s. 72.

66 35 Ahmed Hamdî nin eserinde bulunan terimlere bakıldığında dilimize girmeye başlayan Batı retoriğine ait terimleri kullanmamış olduğu dikkati çeker. Ahmed Hamdî nin eserinden aşağı yukarı beş sene önce telif edilen Mebâni l-inşâ ( ) adlı eserde Süleyman Paşa Batılı terimleri ilk kullanan belâgatçilerimizden biri olarak öne çıkar. Örneğin style gibi bazı terimleri müstakil bir bahis olarak eserinde ilk defa ele alan Süleyman Paşa dır. 106 Görüldüğü gibi Süleyman Paşa eski belâgat kitaplarımızın plânında da değişiklik yapar. Tarih olarak daha sonraya ait olmakla birlikte Batı retoriğine ait yeni terimleri kullanma ve getirme eğilimi Ahmed Hamdî de görülmez. O, terimleri ve sistemi bakımından klâsik belâgatimize bağlı kalmayı tercih eder. Diğer belâgat kitaplarımız Arapça, Farsça örnekleri de eserlerine dâhil ederler. Diyarbakırlı Said in Mîzânü l-edeb ini buna örnek verebiliriz. Ahmed Hamdî nin Arapça ve Farsçadan örneklemeye gitmemesi rüşdiye öğrencileri için yazılmış pedagojik bir kitap olmasından kaynaklanmakta ve asıl amacının anlaşılmak olduğunu ortaya koymaktadır. Örneklerdeki bu sadeliğe rağmen teorik konularda daha ağırlaştığı görülür. 6. Neşir Meseleleri: Belâgat-i Lisân-ı Osmânî yi, günümüz alfabesine aktarırken bir takım tasarruflar yapma yoluna gittik. Bunların temel amacı, metnin bölümlerinin, paragraflarının ve beyitlerinin kolayca kavranmasını sağlamak ve mümkün olduğunca çağdaş alışkanlıklarımıza uygun hâle getirmekti. Metinde yaptığımız başlıca tasarrufları maddeler hâlinde aşağıya sıralıyoruz: 1) Eserde kullandığımız transkripsiyon alfabesi, geleneksel Türk transkripsiyon alfabesidir. 2) Metinde kitabın orijinal sayfa numaralarını köşeli ayraçlarla [ ] gösterdik. 3) Asıl metin geçiş döneminde yazıldığından parantez ve yıldız ( ) işaretleri dışında bir noktalama kullanılmamıştır. Uzun cümleleri zaman zaman bir takım anlama güçlüklerini de beraberinde getirdiğinden metninin esasına zarar vermeden gerekli yerlerde ve doğru biçimde imlâ işaretlerini kullanma yoluna gitmeyi tercih ettik. 106 K. Yetiş, a.g.e., s. 301.

67 36 4) Uygun ve gerekli görülen yerlerde parantezler kaldırıldı. Bu yerler şunlardır: a) Eserde temel belâgat terimleri parantez içinde verilmiştir. Biz aktarımda okumayı kolaylaştırmak ve dikkati sağlamak için bu parantezleri kaldırarak italik ve koyu olarak belirginleştirme yoluna gitmeyi uygun gördük. b) Eserde nazım örneklerine geçişte (beyit) ibaresi kullanılmıştır. Biz bu ibarelerin parantezini kaldırmayı ve italik olarak vermeyi uygun gördük. c) Eserin orijinalinde nesir örnekleri parantez içine konularak verilmiştir. Bu örnekleri parantezlerinden çıkararak italik olarak verdik. seçtik. 5) Konunun gereğine göre paragrafları gerektiği yerde bölüp birleştirme usûlünü 6) Örnek olarak verilen beyitlerde algılamayı kolaylaştırmak için mısraları alt alta verme yoluna gittik. 7) Metinde yapılan yanlışları düzelterek dipnotta belirttik. 8) Cinâs, kalb gibi yazıya dayalı sanatların örneklerini konunun daha iyi anlaşılabilmesi için eski yazısı ile verdik. 9) Metinde geçen Arapça ve Farsça dan yapılmış iktibâslarda günümüz alfabesine aktarmaksızın orijinal şekilleri ile verdik ve tercümelerini dipnotta gösterdik. 10) Metinde herhangi bir sebepten dolayı olması gerekip de olmayan kelime, bağlaç ve diğerlerini anlamı ve şiir için vezni esas alarak ekledik. Yapılan bu eklemeleri metin içinde dipnotlarla gösterdik. 11) Metnin sonuna müellif tarafından konulan İlâvât ve Hata-Savab Cetveli nde yer alan tashihleri metnin içine yansıtarak verdik.

68 İKİNCİ BÖLÜM METİN BELÁáÁT-İ LİSÁN-I OæMÁNÌ

69 37 İÒÙÁR UnvÀn-ı faøl u berà ati òıùùa-i edebiyyàtı tezyìn ve mücelledàt-ı mü ellefàtı kütübòàne-i aãóàb-ı ilm ü kemàlàtı teşóìn etmiş ve bióaúúın mesned-i NeôÀret-i Ma Àrif-i Umÿmiyye ye revnaú-efzà olan vezìr-i Arisùo-tedbìr ve ma Àrif-pìrÀ devletlü Cevdet Paşa Òażretleriniñ ÀåÀr-ı luùf u inàyetleri olmaú üzere bundan aúdem uhde-i ÀcizÀneme ióàle buyurmuş olduúları ilm-i belààat òocalıàı münàsebetiyle miåàlleri Türkçe olaraú dikte uãÿlü üzere oúunan dersler bir yere cem olunduúda bir risàle hey etini kesb etmekle neôàret-i müşàrün-ileyhà ùarafından BelÀàat-i LisÀnı OåmÀnì nàmıyla ùab u neşrine úaràr verilmiştir. An A żà-yı Meclis-i Ma Àrif Aómed Óamdì

70 38 2 Bismi llahi r-raómàni r-raóìm BELÁáAT-İ LİSÁN-I OæMÁNÌ İfÀde ve inşà-yı kelàmda kelimeleriñ ãÿret-i tertìb ü terkìbi ma nà-yı maúãÿdeden ibàret olan taãavvuràt-ı müteselsileniñ tevàlì vü tetàbu una tàbi olduàundan beyàn-ı efkàr ve ìfà-yı meràmdan ìràd olunan kelìmàt, faãìh ü selìs olmaàla beràber yà taãavvuràtıñ revìş-i ùabì si üzere getirilir ya ni kelàmı, terkìb ü tetmìm eden kelìmelerden muúteżà-yı şìve-i ifàde õikri ìcàb edenler õikir ve terki ìcàb edenler terk ve cümleler daòi óàl ve maúàm iútiżà etdigi hey etle ìràd olunur ki ibàreniñ ãÿret-i meõkÿre üzere terkìbine terkìb-i basìù ü óaúìúì denir. Bize bu yolda inşà ve ifàdeyi ögretmege ilm-i me Ànì tekeffül eder. 3 Ve yàòud beyàn-ı efkàr ve ifàde-i meràmda kelimàt, taãavvuràtıñ reviş-i ùabì si üzere ve terkìb-i basìt ile edà olunmayıp belki ibàre, ziyàde mażbÿt u keskin ve ziyàde müzeyyen ü rengìn úılınmaú için teşbìh ve isti Àre ve mecàz ve kinàye ùarìúıyla ìràd olunur ki bizi, bu ùarz-ı muòayyel üzere kelàm inşàsına muútedir etmege mütekeffil ilm-i beyàndır. Bu iki fen, belààatiñ merci -i haúìúì ve mevúÿfün- aleyh-i aãlìsidir. Çünkü merci -i belààat, iki şeyden ibàret olup biri, terkìb-i kelàma bàdì olan aàràż ve ma nàyı muràdı óàl ve maúàma münàsib ìràd etmemek òaùàlarından iótiràzdır. ZìrÀ bir kelàm, her ne úadar faãìh de olsa maúàma münàsib olmadıúda úabà ió ü òaùìyyàtdan addolunur. MeåelÀ bir ùaşra me mÿru, maóall-i me mÿriyyetine óìn-i vürÿdunda ìràd edecegi nuùúunda ahàlì-i úurànıñ óavãala-ı úàbiliyyetlerine sıàmayacaú ifàde-i faãìóànede bulunması ne derece úabà ió-i kelàmiyyeden addolunursa bir cemi iyyet-i ilmiyye a żàsına köylülerle muòàùaba edercesine ìràd-ı nuùú u kelàm etmek ol derece úabà ió-i kelàmiyyeden ma dÿd olmaàla úà iline bàdì-i taòùıe vü teşnì ve mÿcib-i ùa n ü taúbìó olur.

71 39 Ve dìgeri, kelàm-ı faãìóiñ àayr-i faãìóden temyìzidir. MeåelÀ selàset ve feãàóatden behresi olmayan bir kelàm, muúteżà-yı óàle 4 muùàbıú ìràd olunmuş ise de yine belìà addolunmaz zìrà belààat, kelàmıñ feãàóatiyle beràber muúteżà-yı óàle muùàbaúatidir. Merci -i belààat olan bu iki emirden faãìhi, àayr-i faãìhden temyìz etmekde sà ir bazı fünÿnuñ daòi medòalleri var ise de ya ni feãàóatiñ ta rìfinde me òÿz Àtıyü l-beyàn àaràbet-i elfàôı bilmek için luàat ve ta úìd-i lafôì ve muóàlefet-i úıyàsı ve ża f-ı te lìfi bilmek için ãarf ü naóv ve tenàfürü añlamaú için óiss ü vicdàn daòi ilm-i mezbÿruñ merci leri ise de làkin belààatiñ muúavvim-i aãlì ve cüz -i óaúìúìsi olan ifàde-i meràm ve te diye-i ma nà-yı muràdda kendisiyle òaùàdan iótiràz olunmaàa vàsıùa olan ilim, ilm-i me Ànìdir. Ve ta úìd-i ma nevìden ya ni kinàyàtda ma nà-yı ba ìdden intiúàl keyfiyetinden iótiràzı bildirecek ilim, ilm-i beyàndır. Demek oldu ki her ne úadar belààat, ilm-i me Ànì ve beyànıñ àayrı ulÿma daòi ràci ve mevúÿf olur ise de merci -i aãlì ve muúavvim-i haúìúìsi yalñız bu iki ilmi addetmişlerdir. Bundan soñra ulemà-yı belààat, tevàbi -i belààati bilmek için bir ilm-i Àòara muótàç olaraú bunuñ için de ilm-i bedì i vaż etmişlerdir ki ilm-i meõkÿr, belààatden soñra vücÿh-ı taósìn-i kelàmı bildirir fendir. 5 ZìrÀ kelàm-ı belìà, feãàóatden ve muúteżà-yı óàle muùàbaúatden soñra kelàma óüsn ü revnaú ìràå eden ãanàyi -i lafôiyye ve ma neviyyeyi daòi müştemil olur ise derecàt-ı belààatden bir mertebe-i Àlü l- Àlì ióràz etmiş olacaàı gibi, ãanàyi -i meõkÿreden biriniñ yerleşdirilmesi için kelàma, ża f-ı te lìf Àrıż olsa kelàma óüsn ü revnaú vermesi degil belki bil akis belààat ve feãàóatini iòlàl edecegi bì-iştibàhdır. BelÀàat denilen şey -kelàm, kendisi için iãààa vü te lìf olunan àaraż u maúsÿdu beyàn ü ifàde etmesi i tibàrıyla- elfàôıñ ãıfatı olduàundan bunuñla lafô-ı müfred tavãìf olunamayıp belki te lìf ü isnàdı muótevì olan kelàm ve hem kelàmıñ mü ellifi olan mütekellim tavãìf olunur. Fe-emmÀ feãàóatle kelime ve kelàm ve mütekellimden her biri

72 40 tavãìf olunur. MeåelÀ Şu kelime, faãìódir ve Bu kelàm, faãìódir ve Bu adam, faãìhdir denildigi gibi Şu kelàm, belìàdir ve Bu adam, belìàdir denilir de Bu kelime, belìàdir denilmez. berì olmasıdır. Kelimeniñ feãàóati, tenàfür-i óurÿfdan ve àaràbetden ve muòàlefet-i úıyàsdan TenÀfür denilen şey, hangi kelimede olursa olsun -õevú-yàb-ı edeb olanlarıñ meõàúına muóavvel bir keyfiyyet ise de- ekåeriyà maòrecleri mütteóid veyà birbirine yaúın olan ba żı 6 óurÿfatıñ yek-dìgere telàúìsinden õevú-i sàmi a bir nev teneffürü ìràå etmesi münker degildir. MeåelÀ feãàóat muúàbili olan fehàhet ve kÿhhà ve şişirerek kelimelerinde tenàfür bulunduàunu inkàra mecàl yoúdur. áaràbet, isti màli àayr-i me nÿs ve vaòşì olan elfàôdır. MeåelÀ eski Türkçede AllÀhü Te ÀlÀ Óażretlerine Çalap ve úasıràaya úuyun denilir diye tekkellüm ve inşàda úullanmaú muòill-i feãàóatdir. MuòÀlefet-i úıyàs, lafıô lisànıñ úà ide-i ãarfiyye ve naóviyyesine muòàlif bulunmasıdır. MeåelÀ Türkçeniñ úà ide-i ãarfiyyesinde óareke-i åakìle bulunan bir lafôıñ maãdarı, -maú مق lafôına müntehà olması úà ide iken o miåilli kelimeye -mek مک lafôı ile maãdar yapmaú ve óarekeleri óareke-i òafìfe olan lafıôlarıñ maãdarı, -mek مک lafôına müntehà olması kà ideden iken -maú مق lafôına müntehà úılmaú gibi. MeåelÀ tuóaf-lıú ت حفلق ve masòara-lıú لق مسخره yerine tuóaf-lik تحفلک ve masòara-lik لک مسخره demek muòàlif-i úıyàsdır. KelÀmıñ feãàóati, kelimeleriniñ muòill-i feãàóat olan maóàõirden sàlim olmaàla beràber, ża f-ı te lìfden ve tenàfür-i kelimàt ve ta úìdden ve keåret-i tekràrdan ve tetàbu -ı iżàfàtdan beri olmasıdır. 7 Ża f-ı te lìf, eczà-yı kelàm, úanÿn-ı naóiv ve büleàà-yı ehl-i lisànıñ şìve-i ifàdelerine muààyir olmasıdır.

73 41 Bu da ba żan kelàm-ı üdebàda seci ve cinàs gibi ãan at yapmaú için ma nàyı, elfàô ve terkìbe tàbi úılaraú ibàreniñ sebkini bozmaú ile ve ÀóÀd-ı nàs kelàmlarında şìve-i ifàdeye adem-i isti dàddan óàãıl olur. MeåelÀ bir fi il veyà òaberiñ úaydını kendi yanında ityàn etmeyip müte alliúı yanında ityàn etmek gibi. MiåÀli Seni gördükde ol derece memnÿn oluyorum yerinde Ol derece seni gördükde memnÿn oluyorum demek ve emåàli yerlerde taúdìm ü te òìr etmek gibi. TenÀfür-i kelimàt daòi kelimeleriñ lisàna åaúìl gelmesidir. MiåÀli teúàùur-ı úaùaràt-ı úaùràn ve gülgeşt-i heşt-behişt ve Úaryeliler, úuràdan úarye-be-úarye firàra úaràr verdiler gibi. TenÀfürden muràd, bizim lisànımızda olan tenàfürdür yoúsa ecnebì lisànlarınıñ ekåer kelimàtı, bize ve bizimki, onlara mütenàfir görünür. Ta úìd, iki úısımdır. Biri, ta úìd-i lafôì; dìgeri, ta úìd-i ma nevìdir. Ta kìd-i lafôì, kelimeleriñ ma nà-yı muràd üzere delàleti, ôàhir ve vàżıó olmamaúdır ki bu da naôm-ı kelàmda vàúi òalel cihetiyle óàãıl olur. Ża f-ı te lìfde olduàu gibi ve keõà maúàm-ı te òìrde taúdìm ve maúàm-ı taúdìmde te òìr yàòud maóal-i 8 õikirde óaõf ve maóal-i iôhàrda ıżmàr ve emåàli esbàbdan nàşì tertìb-i elfàô, õihinde olan tertìb-i me Ànìye munùabıú olmaz. MiåÀli beyit Dÿzaòa girmez sitemiñden yanan ÚÀbil-i cennet degil ehl-i aõàb gibi ki bu beyitde keåret-i maóõÿfàt, ta úìde bàdì olmuşdur. Taúdìri Bir kimse bu dünyàda sitemiñle sÿzàn olsa bir daha Àòiretde aõàb-ı caóìmi görmez, zìrà o kimse maôlÿmiyeti cihetiyle úàbil-i cennet olduàu için müsteóaú-ı aõàb olmaz demekdir. Ża f-ı te lìf ile ta úìd-i lafôì meyànında, umÿm òuãÿã min-vech vardır ki ba żı màddede birleşirler ve ba żısında iftiràú ederler.

74 42 Bu ta úìd-ı lafôì, teràkib-i menåÿre ve manôÿmede çoú vàúi olur. Menåÿrdan miåàli úandìl-i cevàmi -i ãıvà -ı ààret ve mendil-i ãavàmi -i riúà -ı òasàret gibi. Ta úìd, ba żan bir dereceye vàãıl olur ki kelàmdan hiçbir şey añlaşılmaz. Ba żı kimseniñ O şey i şey ettiñ mi demesi gibi ve ÓÀøır ol bezm-i mükàfàta eyà mest-i àurÿr Raòne-i seng-i siyeh penbe-i minàdandır beytinde olduàu gibi. Ta úìd-i manevìde kelàmıñ ma nà-yı muràd üzere delàletiniñ adem-i ôuhÿru, kelàmıñ ma nà-yı evvelinden muràd-ı mütekellim olan ma nà-yı åànìye intiúàlde òalel vàúi olduàu için olur. Bu òalel de ma nà-yı maúãÿda dàll úarìneleriñ òafàsıyla beràber vesà iù-i keåìreye muótàc olan levàzım-ı ba ìde ìràd olunmasından 9 neş et eder. MeåelÀ beyit Firúatiñ ister göñül vaãlıñ edince Àrzÿ Çünkü devreyler muràd aksine çarò-ı pür-sitem Müncemid olsun diyü Àb-ı sirişkim dìdede Mürdüm-i çeşmim döker seylàb-ı ekşim dem-be-dem Naômında incimàd-ı sirişkden sürÿr-ı úalbe intiúàl, úarìneniñ òafàsı ve vesà iùiñ vücÿdu cihetiyle ààyet ãu ÿbetlidir. Keåret-i tekràr, ibàrede lüzÿmsuz bir lafôı tekràr etmekdir. MiåÀli Bir óükümdàrıñ óàli pek fenàdır, çünkü kendisi, óükm ü idàre eder gibi göründügü bi lcümle kesànıñ esìri olup onlar için yapılmış gibi bütün càn u teni onlara maóãÿr ve fikr ü õihni onlarıñ kàffe-i iótiyàcàtınıñ tedàrikine me mÿrdur. Umÿmen bütün milletiñ adamı olmaàla onlarıñ meràmlarınca óareket etmesi, onları pederàne ıãlàó u terbiye eylemesi ve onları muúbil ü mes ÿd úılması üzerine làzımdır ibàresinde onlarıñ

75 43 lafôınıñ tekràrı gibi ki bu ma nà, başúa bir selìs ibàre ile edà olunsa onlar lafôı bu úadar tekràr etmez. TetÀbu-i iżàfàt, nihàyeti dörtden ziyàde elfàôıñ birbirine iøàfesidir. MiåÀli Fuøÿlì-i meróÿmuñ Óadìúatü s-sü edà da EbkÀr-ı encüm, tàb-ı neôàre-i meãà ib-i òavàtìn-i óarem-serà-yı nübüvvet getiremeyip perde-i óicàba girdi ibàresinde, altı kelimeniñ birbirine iøàfeti gibi. 10 Mütekellimiñ feãàóati, elfàô-ı faãìóa, ta bìràt-ı selìse ile mütekellimi maúãÿdunu ifàdeye muútedir úılır melekedir. KelÀmıñ belààati, feãàóatiyle beràber olduàu óàlde kelàmı óàl ve maúàma muùàbıú úılmasını bildirir fendir. Mütekellimde belààat, insànı kelàm-ı belìà te lìfine ya nì kelàmı, óàl ve maúàma muùàbıú ìràd etmege muútedir úılır melekedir. KelÀmıñ maóal ü maúàmı, mütefàvit ve her bir söz mütelàyimiyle mütenàsibdir. MeåelÀ erkàn ve levàóiúat-ı kelàmiyyeden her bir kelime için ãoóbetinde bulunan kelime-i uòrà ile beràber bir maúàm vardır ki o kelimeye, aãıl ma nàda müşàrik olan dìger kelime ile bulunduúda maúàm-ı mezbÿre münàsib olmaz. Ve keõàlik her kelimeniñ óaõf u terki maúàmı, õikri maúàmına ve cümle-i mü ekkedeniñ maúàmı, cümle-i àayr-i mü ekkede maúàmına ve cümle-i iòbàriyye maúàmı, cümle-i inşà iyye maúàmına ve cümle-i mevãÿle maúàmı, cümle-i mefãÿle maúàmına ve ıùnàb maúàmı, ìcàz veyà müsàvàt maúàmına ve Àlimle muòàùaba maúàmı, càhil ile muòàùaba maúàmına mübà in ve àayr-i münàsibdir. Bu cihetle belìà olan kimseniñ maúàm-ı kelàmı bilmesi làzımdır. İnde l-büleàà bir kelàmıñ óüsn-i úabÿl ve úuvvet ü metànetde irtifà -ı şàn u feòàmeti, muúteżà-yı óàl ve i tibàr-ı münàsibe muùàbaúat ve muvàfaúatı ile olduàu gibi

76 44 kelàmıñ inóiùàù-ı şàn u celàleti 11 daòi i tibàr-ı münàsibe adem-i inùibàú ve àayr-i muvàfaúati óasebiyledir. KelÀmıñ belààatçe iki ùarafı vardır. Biri, yuúarı ùarafıdır ki müntehà-yı belààat olan derece-i i càzdır ve dìgeri aşaàı ùarafıdır ki kelàm ol dereceden biraz daha tenezzül ederse sözlükden çıúıp aãvàt-ı óayvànàt idàdına dàòil olur. Bu iki ùaraf beyninde birbirinden mütefàvit bir çoú derecàt olup gerek feãàóati iòlàl edecek esbàbdan mübà adeti ve gerekse tefàvüt-i maúàmàtla i tibàr-ı münàsibe ri Àyeti cihetiyle ba żısı, ba żısından a là ve Àósen olur.

77 45 MEBÓAæ-I EVVEL İLM-İ ME ÁNÌ BEYÁNINDADIR İlm-i me Ànì, elfàô-ı Türkiyyeyi muúteżà-yı óàle muùàbıú úılan óàlàtdan baóåeder fen olmaàla kelàmıñ erkàn-ı åelàåesi olan isnàd-ı òaberì ve müsnedün-ileyh ve müsnediñ ve levàóiúàt-i kelàmiyyeden mefà ìliñ aóvàlini ve cümle-i inşà iyyeniñ aúsàm u aóvàlini ve cümel-i mevãÿle ve mefãÿleniñ ve cümlelere làzım gelen ıùnàb ve ìcàz ve müsàvàtıñ aóvàlini mütekeffil olduàundan yedi faãlı muótevì bulunmuşdur. FAäL-I EVVEL İSNÁD-I ÒABERÌNİÑ AÓVÁLİ BEYÁNI KelÀm, isnàdla muttaãıf şol iki kelimeye derler ki söylendigi vaúitde muòàùab, başúa bir şeye muntaôır olmayıp onlarıñ ma nàsından istifàdesi tàm ola. 12 İsnÀd, muòàùaba fà ide óàãıl olup kelàm-ı Àòara muntaôır olunmayacaú ãÿretde kelimelerden biriniñ dìgerine nisbet olunmasına derler. Bir şeyiñ vuúÿ veyà adem-i vuúÿ nu ifàde eyledikde nisbet-i åübÿtiyye veyà selbiyyesi òàrice muùàbıú olan veyà olmayan kelàma, cümle-i òaberiyye ve kelàm-ı iòbàrì derler. Vuúÿ a miåàl İstanbul, deñiz kenàrındadır. Adem-i vuúÿ a miåàl İstanbul uñ soúaúları, muntaôam degildir gibi. Evvelkinde İstanbul, deñiz kenàrında bulunmasınıñ vuúÿ nu iddi Àdan ibàret olan nisbet-i åübÿtiyye ve ikincide soúaúlarınıñ intiôàmınıñ adem-i vuúÿ nu iddi Àdan ibàret olan nisbet-i selbiyye, òàrice ve vàúı a muùàbıú olur ise úà ili ãàdıú ve olmaz ise kàõibdir. Amma cümle-i inşà iyye, òàrice muùàbıú veyà àayr-i muùàbıú nisbeti olmayan kelàma derler ki ancaú o nisbet, kelàm-ı meõkÿruñ nefsiyle óàãıl olur. ÒÀrice adem-i nisbeti cihetle bu kelàm, ãıdú ve kiõbe muótemil olmaz. MeåelÀ cümle-i inşà iyyeden emirde Dìn ve meõhebiñize ãàdıú oluñ ve nehiyde FenÀ adamlarla görüşmeyiñ

78 46 diyerek kelàmlar, evvelkisiyle bir kimseden ãadàúat ve ikincisiyle görüşmemek ùaleb olunduúda o kelàmıñ òàrice nisbeti olmadıàı için ãıdú u kiõbe iótimàli olmaz. Bir şey i birisine òaber veren kimseniñ iòbàrından àarażı, yà muòàùaba 13 óükmü ifàde ve i làm olur. MeåelÀ bir kimse İndimde ırż u nàmÿsla olan faúr-ı óàl úabàóatle úazanılan åervete müreccaódır dedikde o kimseniñ bu kelàmdan àarażı o miåilli åervete faúrıñ rücóàniyyetinden ibàret olan óükmü, muòàùaba i làm ve ifàde olmuş olur ve yàòud óükme olan ilmini, ifàde ve i làm olur. MeåelÀ bir kimse birisine Sen bu gece uyumadıñ diye òaber verdikde muòàùabıñ uyumadıàına ma lÿmàtı olduàunu kendisine i làm ve ifàde olmuş olur ki evvelkine fà ide-i òaber ikincisine làzım-ı fà ide-i òaber denir. AãhÀb-ı belààat, ba żı kere muòàùab fà ide-i òabere Àlim olup làkin ilmi mÿcibince amel etmedigi için càhil menziline tenzìl ederek óükmü oña ifàde eder. MeåelÀ eõàn-ı cum ayı işidip namàza gitmeyen kimseye EõÀn oúundu demesi gibi. Bir münşì veyà mütekellim, ifàde edecegi kelàmı lüzÿmundan ziyàde uzatmamalıdır. MeåelÀ bir kimse, bir òaberi, muòàùaba ifàde edecegi zamàn eger vuúÿ ve adem-i vuúÿ nda tereddüd ve şüphe olunmayacaú màdde ise o cümleyi te kìdsizce ìràd etmelidir. MeåelÀ vuúÿ a miåàl CenÀb-ı Óaú mevcÿddur. Adem-i vuúÿ a miåàl Bir şey, hem var hem yoú olamaz gibi ki bu kelàmlar, bedìhiyyàtdan olduàu 14 için vuúÿ ve adem-i vuúÿ nda şüphe ve tereddüd olunmayacaàından bu cümleleri ifàdede te kìd iútiżà etmez. Ve eger vuúÿ ve adem-i vuúÿ nda şüphe ve tereddüd olunacaú màdde ise muòàùabdan tereddüdü izàle etmek için kelàmı, te kìd ile taúviye etmek müstaósen olur. EdÀt-ı te kìd ki elbette ve şüphesiz ve muóaúúaú ve ãaóióàn ve úaù an ve inan ki ve emåàli lafıôlardır. Bunlarıñ biriyle taúviyesi làzım gelir. Te kìdi müstaósen olan kelàmıñ miåàli Şüphesiz AllÀhu Ta ÀlÀ Àdil ve müntaúimdir elbette maôlÿmuñ intiúàmını ôàlimden alacaúdır. Burada her ne úadar AllÀhu Ta ÀlÀ Óażretleriniñ ãıfat-ı

79 47 adli ve müntaúimligi ìcàbınca ôàlimden maôlÿmuñ intiúàmını alacaàı, cày-ı şübhe vü inkàr degilse de làkin keyfiyyet-i intiúàm, vaút-i merhÿnuna mevúÿf olduàundan fi lcümle tereddüd-i sàmi ìni mÿcib olacaàı cihetle bu miåilli kelàmları, te kìd ile ìràd etmek müstaósen olur. Eger vuúÿ veyà adem-i vuúÿ u, inkàr olunacaú màdde ise bi l-ìcàb te kìdle ìràd etmek làzımdır. MiåÀli ÚanÀ atle yaşamaú, ãaóìóan zenginlikdir gibi. Bu kelàm, ôàhir óàlde úabÿl olunmayacaú bir màdde olduàu için bi l-ìcàb edàt-ı te kìd ile ìràd olunmuşdur. Bu maúÿle kelàm-ı iòbàrìniñ evvelkine ibtidà iyye 2 ùalebiyye 3 inkàriyye ta bìr ederler ki bu üslÿb üzere ìràd olunan kelàma, muúteżà-yı óàle muùàbıú denir. 15 LÀkin esbàb-ı adìdeden nàşì büleàà, kelàmı ôàhir-i muúteżà-yı óàle muòàlif daòi iòràc ederler. Nitekim bir kimse, bedìhiyyàtdan bir màddeyi inàdla inkàr eyledikde óasbe l-inkàr muúteżà-yı óàl, te kìdle ìràdı làzım iken òilàf-ı ôàhir olaraú te kìdsiz ìràd olunduàu gibi. Ba żı kere àayr-i münkir olan muòàùabda emàre-i inkàr görünmekle münkir maúàmına tenzìl ederek kelàmı, te kìdle ìràd ederler. MiåÀli dinde mübàlàtı olmayan kimseye Elbette AllÀh vardır denilmesi gibi. KelÀmıñ rüknünden olan isnàd, yà haúìúat-i aúliyye veyà mecàz-ı aúlì olur. Haúìúat-i aúlìyye, kelàmda fi iliñ fà il-i óaúìúìsine isnàd olunmasına derler. MiåÀli CenÀb-ı ÒallÀú-ı Àlem, muúallib-i aóvàl-i ümem ve münbit-i nebàtàt ve muóyì ve mümìt-i benì Àdemdir gibi. Burada ióyà ve imàte ve inbàt fi illeriniñ fà il-i haúìúìsi, AllÀhu Te ÀlÀ Óażretleridir ki oña isnàd olundular. MecÀz-ı aúlì, fi iliñ fà il-i óaúìúìsiniñ àayrısına ya ni sebeb ve zamàn ve mekàna ve emåàli müte alliúàtına isnàd olunmasına derler. Sebebe isnàdıñ miåàli Faãl-ı bahàr, inbàt-ı nebàtàt ve ezhàr eyledi. Burada inbàtıñ bahàra isnàdı, fà il-i haúìúìsiniñ àayrı olan sebebe isnàddır ve mekànla sebebe isnàdıñ miåàli CereyÀn-ı enhàr, eúalìme ilúà-yı şevú ü mesàr eyledi gibi.

80 48 MecÀz-ı aúlìde, úarìne-i lafôiyye veyà Àdiyye veyà aúliyyeden biriniñ vücÿdu 16 làzımdır. Úarìne-i lafôiyyeye miåàl sàbıúda CenÀb-ı ÒallÀú-ı Àlem, muúallib-i aóvàl-i ümem ve muóyì ve mümìt-i benì Àdemdir kelàmından soñra Áh bu ãurÿf-ı leyàlì vü eyyàm, insànı ìãàl-i fenà ve mülàúì-yi adem eyler denilmesi gibi ki kelàmıñ ibtidàsında CenÀb-ı Haúú ıñ muúallib-i aóvàl-i ümem olduàunu beyàndan soñra ãurÿfı leyàlì vü eyyàm, insànı ìãàl-i fenà ve mülàúiyy-i adem eyler denilmesinde isnàd-ı mecàzì olduàu tebeyyün eder. Úarìne-i Àdiyyeye miåàl FilÀn askeriñ úumandanı, asàkir-i bì-şümàr-ı a dàyı münhezim ü perìşàn eyledi kelàmı gibi ki yalñız úumandan olan bir kimseniñ asàkir-i bì-şümàrı münhezim etmesi, Àdeten muóàl olduàı için ma nà-yı fi il olan münhezim lafôınıñ isnàdı, fà il-i haúìúìsiniñ àayrıya olduàu ôàhir olur; zìrà münhezim eden úumandanıñ kendisi olmayıp belki askeridir. Ve keõà PÀdişÀh, filàn maóalle úal a yapdı ve FilÀn kimse, falàn maóalle càmi yapdı daòi fi iliñ sebebe isnàdı úabìlinden olup úarìnesi, úarìne-i Àdiyyedir zìrà óaúìúatde úal ayı ve càmi yi yapan, amele olup úal ada pàdişàh ve binàda o kimse sebeb olduàu için onlara isnàd olmuşdur. Úarìne-i aúliyyeye miåàl Beni buraya seniñ muóabbetiñ getirdi denildikde bu daòi fi iliñ sebebe isnàdı úabìlinden olup úarìnesi, úarìne-i aúlìyyedir zìrà muóabbet, araż olmaàla araż olan muóabbet fi ili onuñla úà im olamaz. 17 FAäL-I æánì MÜSNEDÜN-İLEYHİÑ AÓVÁLİ BEYÁNI Müsnedün-ileyh, kelàmıñ rüknü olmaàla õikri, ehemm ü mülteõem olduàu için müsnediñ mà-úablinde õikrolunduàu gibi kelàmıñ óaşviyyàtını azaldıp metànet ve selàset vermek mülàóaôasından ve sà ir esbàbdan nàşì terk daòi olunur.

81 49 EsbÀb-ı meõkÿreden biri, tekràr ve abeåden iótiràz mülàóaôasıyla sÿ al úarìnesine i timàden terkidir. Nitekim bir şeyiñ kendi óaúìúatinden veyà óàl ve ma nàsından sÿ al olunduúda sÿ alde vàúi kelàmıñ müsnedün-ileyhi, cevàbda lafôen terk olunaraú yalñız müsned, ìràd olunur. MeåelÀ Ses nedir diye sÿ al olunduúda cevàbında mu arref olan ses lafôı, tekràr olunmayaraú yalñız ta rìfden ibàret olan Bir maòrecden òurÿcla hava vàsıùasıyla ãımàòı úar dan óàãıl olan bir keyfiyyetdir denildigi gibi. Ve keõà Efendiler geldiler mi ve yàòud Gelmediler mi ve Ders oúundu mu ve yàòud Okunmadı mı sÿ aliniñ cevàbında yalñız Geldiler veyà Gelmediler ve Oúundu veyà Oúunmadı denir. İşte bu mülàóaôaya mebnì birúaç cümleden ibàret olan bir ibàreniñ cümle-i ÿlàsınıñ ibtidàsında vàúi olan müsnedün-ileyh ile iktifà olunup her ne úadar cümle-i müteúaddime ile cümle-i tàliyye, bir ùaúım mütemmimàt ve levàóikàt-ı kelàmiyye aralarına girerek 18 birbirinden uzaú bulunsalar bile kelàmıñ metànetine òalel ìràå etmemek için cümle-i tàliyyeniñ ibtidàsına müsnedün-ileyh getirilmeyip aùıf ale lmüsned veyà òaber ba de l-òaber úà idesi üzere ìràd olunur. MiåÀli FeżÀ-yı Àlem-i rü yà, mesìre-i ervàó-ı aãfiyàdır ve geh geh nev-i benì Àdemiñ her şaòãına rÿ-nümà bir temàşà-gàh-ı ma nàdır ibàresi, iki cümleden ibàret olup bunuñ ibtidàsında müsnedünileyh olan feżà-yı Àlem-i rü yà õikrolunduàu için cümle-i tàliyyede õikrolunmayıp müsnede aùfolunaraú getirilmişdir. Ve keõàlik Size tavãiye etmiş olduàum õàt, ilm ü hünerle memlÿ olup on úadar lisàn üzere söyler ve ààyet a là oúur ve yazar ve bir lisàndan dìger lisàna ãÿret çıúarır gibi tercüme eder ibàresi de birúaç cümleden ibàret olmaàla ibtidàsında gelen müsnedün-ileyh ile iktifà olunmuşdur. EsbÀb-ı meõkÿreden ikincisi, müsnedün-ileyhiñ şànına i tinà ve ulüvv-ı ka bına ìmà için terk olunur. MeåelÀ bir vàlìniñ òurÿcuna muntaôır olanlara terbiyeli bir õàt,

82 50 müsnedün-ileyh olan VÀlì Paşa lafôını ta ôìm ve tefòìm için õikretmeyerek yalñız Çıúdılar demesi gibi. İşte bu sebebden nàşì, rütbe-i Àliyye aãóàbından bir õàta yazılan taórìràtda ìràd olunan fi illeriñ fà illerinden ibàret olan 19 müsnedün-ileyh, ta ôìmen terk olunaraú ef Àl-i meõkÿre meçhÿl sìàalarıyla getirilir. MeåelÀ ÕÀt-ı Àlìleri, óaúú-ı ÀcizÀnemde bì-dirìg buyurduúları teveccühàt denilecegi maóalde Ùaraf-ı vàlàlarından, óaúú-ı ÀcizÀnemde bì-dirìg buyrulmaúda olan teveccühàt denilmesi gibi. Ve keõàlik mektÿb ve aràìøiñ unvànında, mektÿb yazılan adamıñ ismi õikrolunmayaraú meåelà Aùÿfetlü Óasan Efendi Óażretleri denilecek maóalde Aùÿfetlü Efendüm Óażretleri denmesi gibi. Ve ziyàde ta ôìm làzım geldikde isim ve elúàb õikrolunmayaraú Ma rÿø-ı bendegànemdir denilmesi gibi. Ve mektÿbuñ üzerinde daòi ismi yazılmayıp meåelà Pìş-gÀh-ı NeôÀret-i Celìle-i Ma Àrif-i Umÿmiyye ye yazılması üdebà-yı küttàb beyninde mer ìü l-icrà úavà id-i ta ôìmiyyedendir. Ve keõàlik bir kimse sevdigi bir adamı åenà eyledikde ismini õikretmeyerek yalñız Ne güzel õàtdır demesi gibi. EsbÀb-ı meõkÿreden üçüncüsü, müsnedün-ileyhiñ õikri, kerìh addolunduàu için terk olunur. MiåÀli ÚÀtiller nasıl öldüler diye sÿ al eden kimseniñ cevàbında ÚÀtiller lafôı kerìh addolunaraú õikrolunmayıp Ma ÀõallÀhu Ta ÀlÀ ãalb u úatlolundular denilmesi gibi. 20 Ve keõàlik bir kimseniñ sevmedigi bir adamıñ ismi õikrolunacaú olur ise müsnedün-ileyh maúàmında olan ismi õikrolunmayaraú Ne fenà óerìfdir denilmesi gibi. Ve keõàlik bir dÿn rütbeli adam, bir büyük adama mektÿb yazdıúda fi illeri nefsine isnàd etmeyerek meçhÿl síàasıyla getirmesi daòi bu mülàóaôaya mebnìdir. MiåÀli MuúaddemÀ pìş-gàh-ı Àlìlerine taúdìm olunan arìża-i Àcizì müfàdı üzere. Ve yine bir şeyiñ adem-i õikri, feżà at ve şenà ati cihetiyle mütekellimiñ lisànı üzere icràsı uyamayacaàı ve yàòud sàmi a, mÿcib-i tevaóóuş ve żucret olacaàı dereceye bülÿàunu iş Àr için olur. MeåelÀ bir beliyye-i aôìmeye mübtelà olan kimseden sÿ al ile FilÀn adam naãıl oldu denildikde cevàbında Ma ÀõallÀh ondan sÿ al etme denir.

83 51 Dördüncüsü, ìcàbı óàlinde inkàrı úolay olmadıàı için terk olunur. MeåelÀ sevmedigi bir adama ìmà ile ŞeyùÀn lafôı õikrolunmayaraú AõÀbda gerek denilmesi ve keõà Òabìådir denilmesi gibi ve keõàlik büyük me mÿrlardan biri, màliyye òazìnesine òasàr-ı küllì etmiş olduàunu bilen kimse úorúusundan o şaòãı õikre taòãìã etmeyerek Vah vah beytü l-màl, itlàf ve seref olundu denmesi gibi. Ve keõà müsnedün-ileyh, ma lÿm veyà meçhÿl olduàu için ve yàòud muràd, fi iliñ fà ile vuúÿ u olduàu için fi il, meçhÿl síàasıyla getirilip müsnedün-ileyh õikrolunmaz. Evvelkine miåàl FilÀn õàta, rütbe verildi gibi. İkinci ve üçüncüye miåàl FilÀn adam, muóàrebede vuruldu gibi. Müsnedün-ileyh, kelàmıñ cüz -i aãlìsi ve óükmüñ màdde-i esàsiyyesi 21 olmaàla kelàmda õikri, ehemm-i umÿrdan ise de làkin bu ehemmiyetden mà adà õikrinden ba żı i tibàràt daòi mülàóaôa olunur. Şöyle ki úà ide-i sàbıúa mÿcibince õikri, tekràr gibi görülen maóallerde yine ta ôìm ve tefòìm için müsnedün-ileyh, levàóikàti ile beràber õikrolunur. MiåÀli Şimdiki óàlde càlis-i serìr-i salùanat-ı uzmà, Àdil bir pàdişàh mıdır diye sÿ al eden kimseniñ cevàbında ta ôìm ü tefòìm eclinden müsnedünileyh, levàóiúàtiyle beràber tekràr olunaraú ıùnàb-ı kelàm úà idesi üzere demek gibi ki Şimdiki óàlde càlis-i serìr-i salùanat-ı uzmà ve evreng-pirà-yı òilàfet-i kübrà bir pàdişàh-ı ma delet-iktinàhdır. Ve yàòud müsnedün-ileyh, taóúìr ü tevhìn için õikir ve ìràd olunur. MiåÀli Derdest olunan eşúıya mücàzàt olundular mı diye sÿ al eden kimseye cevàben Evet, mahÿd eşúıyàdan, óasbe l-úanÿn, kimisi úatl ve kimisi pıranàa-bend olundular denilmesi gibi. Müsnedün-ileyhiñ kelàmda õikri, muvàfıú-ı muúteżà-yı óàl ve maúàm olduúdan soñra mevrid-i kelàm tekellüm veyà òiùàb ve àaybetden birini iútiżà ettigi için żamìr olaraú ìràd olunur. MiåÀli Biz düşmanıñ ùabyalarına hücÿm eyledigimizde onlar 22 ùoplarıñ aàızlarını bize çevirip bizi nişàneye aldıúda siz ãaà cenàódan yürüyüp ùabyayı

84 52 żabtetdiñiz. İşte burada biz ve siz ve onlar cümlesi, müsnedün-ileyhlerdir ki óasbe lmaúàm żamìr olaraú ìràd olundu. Ve yine müsnedün-ileyh, şaòãen õihn-i sàmi de hàżır olduàu için alemiyetle getirilir. MiåÀli Yÿsuf Efendi, cümleden a là imtióàn verdi. Ve yàòud alem, medói müş ir laúab olacaàından ta ôìm ü tevúìr için müsnedünileyh laúabla ìràd olunur. MiåÀli AllÀme, bir rìãàle úaleme aldı gibi. VeyÀ õemmi müş ir laúab olacaàından taóúìr için laúabla ìràd olunur. MiåÀli BÀúil Efendi, ifàde-i meràm edemedi gibi. Ve yine müsnedün-ileyhiñ şànına ta ôìm için şerefli bir şey e iøàfe ederek ìràd olunur. MiåÀli NÀôır Paşanıñ ketòüdàsı, dün bize teşrìf ettiler gibi. VeyÀ taóúìr için muóaúúar bir şey e iøàfe olunaraú ìràd olunur. MiåÀli Terbiyesiz kimseniñ evlàdı, terbiyesiz olur gibi. Ve keõà ta ôìm için müsnedün-ileyh tavãìf olunduàu gibi taóúìr için daòi muóaúúar bir şey ile tavãìf olunur. Evvelkine miåàl Eñ ziyàde medóimize şàyàn olan şey, fażìletdir ibàresi gibi ki burada şey, müsnedün-ileyh olup medóimize şàyàn lafôıyla tavãìf olundu. İkinciye miåàl Ruóuñ 23 illetleri olan şehevàt-ı nefsàniyye aúlımızıñ aleyhine iãyànımızdan neş et eder ibàresidir ki burada şehevàt-ı nefsàniyye, müsnedün-ileyh olup taóúìr için illet-i rÿóla tavãìf olunmuşdur ve keõàlik ta ôìm ve taóúìri ìmà eden iøàfe vü tavãìfe miåàl-i dìger Bir vereúà-yı ulüvv-i serìret ki besàtìn-i Àlem-i bàlà-yı rÿóanìden perìde ve Àúibeti làne-i bÿm u àuràb olan ser-i bàmı beden-i insàna resìdedir gibi. Ve yine müsnedün-ileyhiñ mefhÿm ve medlÿlini taúrìr için te kìd ile getirilir. MiåÀli Kendi gözümle gördüm gibi veyà mecàz tevehhüm olunmasın diye te kìdle getirilir. MiåÀli Bu mektebde bulunan şàkirdàn, kàffeten imtióàn verdiler gibi ki miåàli evvelde kendi ve miåàli åànìde kàffeten lafıôları te kìddirler. Ve yine müsnedünileyhiñ muttaãıf olduàu evãàfdan ãılanıñ àayrı olan óàl ve şe nine muòàùabıñ ma lÿmàtı olmadıàı için müsnedün-ileyh, mevãÿl olaraú ìràd olunur.

85 53 EdÀt-ı mevãÿl, Türkçede şol bir kimse ve şol bir şey ve yàòud ol ki ve neler lafıôları ise de làkin şìve-i ifàdeyi taãóìó için mevãÿl bu lafıôlarla õikrolunmayıp belki bunları ìmà eden bir lafıôla õikrolunur. MiåÀli Bizi medóedenler, be-her-óàl bize òoş görünürler ibàresiniñ taúdìri, Şol bir kimseler ki bizi medóederler demekdir. Ve yàòud 24 bizõàt müsnedün-ileyhe terettüb edecek òaberiñ òayır ve şer ve sürÿr ve kederden ne olursa olsun ùarìúiniñ binà ve åübÿtuna ìmà için müsnedün-ileyh, mevãÿl getirilir. Òayra miåàl İlm ve hüner ögrenmege çalışanlar, maúbÿl ve mes ÿd oldular gibi. Şerre miåàl Çalışmayanlar, òà ib ve òàsir úaldılar gibi. Sürÿra miåàl Bugün aàlayanlar, yarın güleceklerdir gibi. Kedere miåàl beyit: Ol ki her sà at gülerdi çeşm-i giryànım görüp Aàlar oldu óàlime bì-raóm cànànım görüp beytinde olduàu gibi. Ve keõàlik miåàl olaraú İşbu ùàú-ı nüh revàúı ref eden AllÀhu Ta ÀlÀ Óażretleri, bizim için de Àimi erfà olan bir beyt ya nì Ka be-i Şerìf binà eyledi gibi ve Onlar ki kibr ü naóvet ederler, elbette Àúıbet õüll ü hevàna dÿçàr olurlar. Bunlar hep kelàmıñ evveli, Àòiri neye müncer ve müntehà olacaàını ìmà eder nükte-i ma neviyye-i belààatdendir. Fe-emmÀ beyne l-üdebà mer iyyü l-icrà olan úà ideden olaraú mekàtib ve ma Àrife dà ir olan mevàd taórìrinde SÀye-i ma Àrif-vÀye-i şàhànede evlàd-ı ahàlìniñ terbiyesi için mektebler küşàd olunaraú bu mekteblerde her türlü fünÿn-ı nàfi a taóãìli için làzım gelen maãàrifàt òuãÿãunda fedàkàrlıúlar olunuyor. 25 Ve keõàlik nàfi aya dà ir màdde taórìrinde SÀye-i teshilàt-vàye-i veyà umràn-vàye-i şàhànede ÀsÀyiş ve refàh-ı ahàlì için memàlik-i maórÿsanıñ her ùarafına yollar açılıyor.

86 54 Ve meóàkime dà ir mevàd yazıldıúda SÀye-i adàlet-vàye-i şàhànede ióúàú-ı óuúÿú-ı ibàd için aókàm-ı úanÿniyye, iótiyàcàt-ı aãra tevfìú buyruluyor yazılması bu nükteden degildir. İrãÀd, daòi bu üslÿbda ise de làkin o ãanàyì -i ma neviyye ve muóasenàt-ı bedì yyedendir. Meõkÿr irãàd, bir fıúra veyà beyitde óarf-i revì ne idigi ma lÿm olduàu bilindikde evvelinde acüze delàlet edecek bir nesne ìràd olunmasına derler. Naôım olaraú miåàli beyit Ol müsta ìn-i ism-i celàlim ki def aten Fetó-i kelàma úudretimi Müste Àn verir gibi. Burada müsta ìn, Müste Àn a delàlet eder. Ve keõàlik teshìm daòi bu üslÿbda olup o da kelàmıñ evvelinde delàlet-i lafôiyye ve ma neviyye ile Àòirine delàlet eder bir şey ìràdına derler ki bunuñ delàlet-i lafôiyye ile delàlet eder úısmı irãàda yaúın olup MeåelÀ beyit Vaùanıñ õevúı mülàúàt-ı eóibbà iledir Bì-mülÀúÀt-ı eóibbà vaùanı n eyleyem gibi. Burada kelàmıñ evvelinde gelen vaùan lafôı, Àòirinde gelen vaùan lafôına delàlet eder. 26 DelÀlet-i ma neviyye ile delàlet edeniñ miåàli beyit Dil-òÀne óaràb oldu yıúıldı türàb oldu Her cànibi bàb oldu viràne miyim bilmem gibi. Burada daòi evvel-i beyitde òàne óaràb, Àòirinde viràneye delàleti ma neviyye ile delàlet eder ve bu teshìme mümàåil reddü l- acüz ale ã-ãadr ãan atı daòi nükte-i mezbÿreniñ àayrı olup bunuñ teshìmden farúı, reddü l- acüzde ancaú taúaddüm eden lafôıñ kendisi yàòud ondan taãarruf olunan lafôıñ i Àdesi cà iz olur. Teshìmde cà iz olmaz.

87 55 BerÀa tü l-istiòlàl ki oña óüsn-i ibtidà ve óüsn-i maùla daòi derler. Bu da kitàb veyà mektÿbuñ evvelinde ma nà-yı maúãÿdu ìmà eden ifàde ve ta bìràt-ı belìààneye derler. Bunuñ evveli, Àòirini ìmà eden her bir ibàre-i belìàaya şümÿlü olduàundan ancaú úà ide-i mezbÿreye bu isim verilebilir. Ve ba żı kere müsnedün-ileyhiñ mevãÿl getirilmesi, müsnedün-ileyhe terettüb edecek òayır ve şerriñ åübÿtunu ìmà ile beràber müsnedün-ileyhiñ àayrınıñ şànına ta ôìme daòi işàret eder. MiåÀli VÀlideynine iùà at edenler felàó buldular, etmeyenler òaybet ve òüsrànda úaldılar gibi. Ve yàòud taãrìói úabìó olduàu için mevãÿl getirilir. MiåÀli Sebìleynden òurÿc eden şey, Àbdesti naúżeder gibi. Ve yàòud müsnedün-ileyhiñ mevãÿl 27 olaraú ìràd olunması, muòàùaba òaùàsını tenbìh için olur. MiåÀli Onları ki iòvàn ve yàrànıñız ôannederseñiz, onlar iòvànıñız degil, belki adüvv-i cànıñızdır gibi. Ve yàòud müsnedün-ileyhiñ mevãÿl olaraú ìràd olunması, i ôàm ve tefòìm için olur. MiåÀli Ondan neler çekdigimi AllÀh bilir gibi. Ve yine i tibàràt-ı adìdeden nàşì müsnedün-ileyh ism-i işàret olaraú ìràd olunur. Ez-cümle ta ôìm için ìràd olunur. MiåÀli Şu ùàli denilen şeyiñ ol úadar aóvàl-i insàniyede te åìri vardır ki istióúàú ve liyàúatsiz insànı mes ÿd eder. VeyÀ taóúìr için ism-i işàretle ìràd olunur. MiåÀli Şu õevúiyyàt-ı dünyà bizi aldatmaú için yapılmış olan bir ùaúım şeylerdir ki bunlara Àúil olanlar i tibàr etmezler gibi. Müsnedün-ileyh, kelàm ve cümleniñ rükn-i aãlìsi ve cüz -i evveli ve müsned daòi müsnedün-ileyhe isnàd olunan keyfiyyeti beyàna maòãÿã olmasıyla onuñ fer ì ve cüz -i åànìsi addolunur. Bunuñla beràber müsnedün-ileyhiñ müsned üzerine taúdìminde ba żı i tibàràt daòi mülàóaôa olunur. Bu i tibàràtıñ en başlıcası müsnedün-ileyhiñ kelàmda õikri ehem olmasıdır. LÀkin óasbe l-ìcàb te òìr de olunur. MiåÀli Úalsın cihànda òayırla nàm u nişànımız gibi ki burada seci için nàm, te òìr olunmuşdur.

88 56 28 Ba żı kere müsnedün-ileyh, efràdını küllen veyà ba żan ióàùa etmegi için süver-i külliyye veyà cüz iyye ile ìràd olunur. Bu da mÿcibe-i külliyyede her lafôı ve sàlibe-i külliyyede hiçbir ve cümle-i cüz iyyede bażı ve şarùiyye-i külliyyede ne zamàn lafôı ve şarùiyye-i cüziyyede vaút-i muayyendir. MeåelÀ ãabàó ve aòşam lafôı gibi. Mÿcibe-i külliyye-i cümeliyye-i müsevvereye miåàl Herkes nàmÿsunu viúàyeye mecbÿrdur gibi ve mÿcibe-i cüz iyye-i cümeliyye-i müsevvereye miåàl Ba żı insàn acÿldür gibi. SÀlibe-i külliyye-i cümeliyye-i müsevvereye miåàl DünyÀda ùàli inden hiçbir òoşnÿd olan yoúdur. LÀkin óarf-i selb ùarafeyniñ birinden cüz olur ise mÿcibe-i ma dÿle denir. MiåÀli Ba żı óayvàn nàpàkdir ve NÀmÿssuz adam dà imà muóaúúardır gibi. SÀlibe-i cüz iyye-i cümeliyye-i müsevvereye miåàl Ba żı insàn acÿl degildir gibi. Mÿcibe-i külliyye-i şarùiyye-i lüzÿmiyyeye miåàl Ne zamàn güneş doàmuş ise gündüz olmuşdur. SÀlibe-i külliyye-i şarùiyye-i müsevvere-i lüzÿmiyyeye miåàl Ne zamàn gündüz olmamış ise güneş doàmamışdır ve şarùiyye-i nifàúiye-i müsevvereye miåàl Ne zamàn bu işe başladım ise bir màni ôuhÿr eyledi ve şarùiyye-i müsevvere-i cüz iyyeye miåàl äabàóleyin gelir iseñ dersimizde bulunursuñ gibi. 29 Ve yine müsnedün-ileyhi iútiãàr ùarìúıyla tafãìl için kendisine bir şey-i dìger aùfolunur. Şöyle ki müsnedün-ileyh, müte addid olduúda vàvla birbirine aùfolunaraú ityàn olunur. MiåÀli Rencber ve tàcir ve eãnàf ve vezìr hep bulunduàu devlet ü hey etiñ a øalarıdır ve yàòud óükmü müsnedün-ileyhle bir Àòarıñ beyninde terdìd için ya ni müsnedün-ileyh eóad-ı umÿrdan biri olduàu ecilden terdìd için aùıfla ìràd olunur. MiåÀli Óasebiñiz ve yàòud nesebiñiz ne olur ise olsun onuñla tefàòur etmemelisiñiz veyà teşkìk-i sàmi muràd olunur ise aùıf ile ìràd olunur. MiåÀli Bilmem ùàli ñiz mi yoúsa úaderiñiz mi sizi bu felàkete uàratdı.

89 57 Müsnedün-ileyhiñ işbu aóvàl-i meşrÿóasınıñ küllìsi kelàmı, muúteżà-yı óàle muvàfıú ìràd etmekden addolunur. LÀkin kelàmı muúteżà-yı óàle muòàlif ìràd etmek úabìlinden olaraú ba żı kere müsnedün-ileyh muømer getirilecek iken muôhar olaraú ìràd olunur. MiåÀli úorúutmaú için neferàta øàbiùleri Ben size emrettigimde diyecek iken ØÀbiùiñiz size bir şey emreyledikde emrine muòàlefet etmemelisiñiz. IãùılÀó-ı ulemà-yı belààatde kelàmı bu yolda ìràd etmege iltifàt denir. İltifÀt, kelàmda bir üslÿbdan dìger üslÿba intiúàl etmege 30 derler. Bu ise kelàmda tefennün óàãıl etmek ve sàmi ini tenşìù ve ìúàô etmek için isti màl olunur. Bu da birúaç úısımdır. Biri tekellümden àà ibe rücÿ dur ki miåàli sebú etdi. İkinci àà ibden òiùàba ve dìgeri òiùàbdan àà ibe rücÿ dur. áà ibden òiùàba rücÿ uñ miåàli Mes ÿd u maúbÿldür o millet ki böyle bir pàdişàhıñ zìr-i idàre-i ÀdilÀnesinde bulunurlar. Çoú yaşa pàdişàhımız. MiåÀl-i dìger CenÀb-ı Óaúúa taúarrüb ve màlımdan óaúú-ı zekàtı ısúàù için kàffe-i màlımı fuúaràya beõl ü i ùà eyledim. İlÀhì sen úabÿl eyle ve manôÿm olaraú miåàli beyit Emìn-i vaóy-i İlÀhì Muóammed-i Arabì Fürÿà-ı çeşm-i dü Àlem òulàãa-i mevcÿd Nebì-i münteòabà şàh-ı HÀşimì-nesebÀ EyÀ şefì-i güneh-pìşegàn-ı yevm-i òulÿd gibi. ÒiùÀbdan àà ibe rücÿ a miåàl Tevfìú-i BÀrì mürevvic-i kàrıñ olsun pàdişàhımız zìhì ol ümeràya ki böyle bir pàdişàha òiømet ederler ve ne şeref ol ahàlìye ki böyle bir metbÿ a teba iyyet ederler ve naôm olaraú miåàli beyit EyÀ şefì -i ümem öõrümü úabÿl eyle Sözümde var ise afv et òaùà-yı nà-ma dÿd

90 58 Gel ey göñül edelim dergeh-i İlÀhìde Cebìn-i õilleti hemçìn-i bÿryà-yı sücÿd 31 NiyÀzmend olalım girye-cÿş u nàle-künàn Ki cins-i maàfirete sìm-i eşk oldu nuúÿd Be-õÀt-ı pàk-ı resÿl u be-çàr yàr-i güzìn Be-nÿr-ı nàãiye-pìrà-yı Óażret-i Maómÿd Ve yine kelàmı, ôàhir-i muúteøa-i óàle muòàlif iòràc etmek úabìlinden olaraú muòàùabıñ òilàf-ı muràdı olan kelàmla muúàleme etmekdir. MeåelÀ birisi bir kimseye tehdìd maúàmında Baú saña neler yapacaàım dedikde muòàùab cevàbında Elbette efendimizden iósàn beklenir demesi gibi. Ve keõà muòàùabıñ teraúúub etmedigi kelàmla mükàleme etmek daòi bu úabìldendir. MeåelÀ bir kimse òısset ve denà etden Bu Àna degin bir kimseye bir aúçe vermek Àdetim degildir diye óàline münàsip olan böyle bir kelàmı söyledikde muòàùab cevàbında Elbette õàt-ı Àlìleri gibi aãóàb-ı seòà ve mürüvvet hìçbir aúçe vermegi şànına münàsib görür mü belki fuúarà ve ehl-i óàcàt aùiyye-i firàvàn ile õàt-ı Àlìlerinden memnÿn olması münàsib olduàunu beyàn buyururlar. Ve keõàlik bir kimse şecà atını beyàn maúãadıyla mübàhàt ederek Baña fenàlıú etmek niyetinde bulunan kimesnelere fenàlıú etmege meydàn vermem dedikde cevàbında muòàùab-ı ôarìf Elbette fenà ve muõì olan adamlarıñ óaúúında beõl ü iósàn kilid-i dehàn ve bend-i zebàn olduàu ma lÿmuñuz 32 olmaàla vàúıà o maúÿle adamlara da buyurduàuñuz yolda mu Àmele etmek şàn-ı Àlìnize şàyàndır. Ve yine kelàmı, ôàhir-i muúteżà-yı óàle muòàlif iòràc etmeniñ cümlesindendir ki sà iliñ sÿ aline muvàfıú cevàb i ùà etmeyip belki óàline muvàfıú cevàb vermekle kelàmı üslÿb-ı óakìm üzere ìràd etmek. MeåelÀ mizàcında óaràret olan òasta, bal yemek için óekìme istìõàn etdikde cevàbında Demir hindi şerbeti içiñiz demesi gibi. Ve keõàlik oàlu, babasından eàlenmek ve vaútini õevú u sürÿr ile geçirmek için Ne yapalım diye sÿ al eyledikde cevàbında Oúuyup yazmalısıñ demesi gibi ve yine

91 59 kelàmı, ôàhir muúteżà-yı óàle muòàlif ìràd etmek úabìlindendir. KelÀmı, úalb ùarìúıyla söylemek miåàli Yüzügü parmaàıma geçirdim ve atımı ãuya gösterdim gibi. Şimdi bu miåàllerde muúteżà-yı óàl olan Parmaàı yüzüge geçirdim ve ãuyu ata gösterdim demek idi ve yine úalb úabìlindendir ki MeydÀn-ı kàrzàr ve hengàm-ı gìrÿdàrda asàkir-i nuãret-mü eååiriñ fırúa-i süvàrìleri leşker-i a dàya hücÿm ederek ãaflarını tàrmàr etdikde meydàn-ı muóàrebeniñ ne şekilde olduàunu beyàn ve ifàde øımnında o bahàdır süvàrìleriñ atlarınıñ tırnaàı altından úopup hevàya çıúan àubàrıñ keåret ve vefretinden kà in ôanneder idik 33 ki gök bir şekli kesb etdi denilecegi muúteżà-yı óàl iken òilàf-ı muúteżà-yı óàl olaraú KÀ in ôanneder idik ki ùabaúàt-ı seb a-i ÀsumÀne arødan bir ùabaúa ilàve olaraú yer, gök hey etine girmiş idi denilmesi gibi. FAäL-I æáliæ MÜSNEDİÑ AÓVÁLİ BEYÁNI EsbÀb-ı adìdeden nàşì kelàmıñ rüknü olan müsned daòi õikrolunur. Ez-cümle terkine úarìne var iken mu tenà ve mu tedün-bihà úalmamaú veyà àabàvet-i sàmi e ìmà için terk olunmaz da õikrolunur. MeåelÀ Bu ùàú-ı nüh revàúla ùabaúàt-i seb a-i arøı ãaórà-yı ademden ãafóa-i vücÿda kim getirdi diye sÿ al eden kimseniñ cevàbında yalñız AllÀh demek kàfì iken bunuñla kifàyet etmeyip Ol úàdir-i õü l-celàl ve ãàni -i bì-miåàl olan AllÀhu Te ÀlÀ Óażretleri vücÿda getirdi demek gibi. Bu mülàóaôaya mebnì ba żı üdebà úavlince müsnedün-ileyh ta addüd etdikde bunlardan biri müfred ve dìgeri cem olursa ol zamàn müsnedün-ileyhler bir müsnedle iktifà etmeyip ayrıca ayrıca õikrolunmalıdırlar. MiåÀli İnãÀf rÿóuñ ãadàsı ve aàràø-ı nefsàniyye cismiñ ãadàlarıdır làkin ekåer üdebà evvelki müsnedi terk edip Àòirdeki müsnediñ õikriyle iktifà olunmaú ibàreye selàset baòşeder derler. Ve yine tehdìd ü tevbìò ve teraóóum ü taórìã için 34 õikrolunur. Tehdìde miåàl Bunu kim dögdü diye sÿ al eden kimseniñ cevàbında yalñız Ben demek kàfì iken

92 60 muòàùabı tehdìd için dögmek lafôını getirerek Ben dögdüm demek gibi. Tevbìòe miåàl Siz hìç dersiñize çalışmıyorsuñuz diye òiùàb olunduúda muòàùablar daòi Biz mi diye istifhàm edince Evet, siz demek kàfì iken tevbìò için müsnedi, tekràr õikrederek Evet, siz hìç dersiñize çalışmıyorsuñuz denilmesi gibi. Teraóóuma miåàl Dün kim óabãolundu diye sÿ al olunduúda cevàbında Bu demek kàfì iken mütekellimiñ meróametini celb etmek için Dün bu bìçàre óabãolundu denilmesi gibi. Taórìã ve teràìbe miåàl Bizim úadar kim derse çalışabilir diyen kimseniñ cevàbında Ben demek kàfì iken taórìã ve teràìb için Ben óìn-i ãabàvetimde gece ve gündüz demeyip bir sà at bile vaútimi øàyi etmeyerek oúuyup yazmaàa çalışıyordum denilmesi gibi. Ve keõàlik bunlar gibi nice nice i tibàràtdan nàşì kelàmda müsned ìràd olunduàu gibi sà ir bir ùaúım i tibàràtdan nàşì müsned kelàmda terk olunur. Ez-cümle tekràr ve abeåden iótiràz için terk olunur. Dün mektebe kim gelmedi diye sÿ al olunduúda yalñız ÒÀlid 35 denmesi gibi. İşte bu mülàóaôaya mebnì bir ibàrede müsnedün-ileyh müte addid ve müsned bir olursa müsnediñ bunlarıñ eñ Àòirinde getirilmesiyle tekerrürden úurtararaú ibàreye metànet verir. MiåÀli Úalbde olan àurÿr, ehl-i ırø adamlarda ve ùavr u óareketçe olan àurÿr aómaúlarda ve neseb u óasebden ùolayı olan àurÿr daòi ekåeriyà müdàhinlere úapılan õàtlarda bulunur gibi. Ve keõàlik êìú-i maúàm ve iòtiãàr-ı kelàm eclinden daòi terkolunur. MeåelÀ bir iskelede vapur beklemekde olan cemà atden biri uzaúdan vapuru gördükde Vapur geliyor diyecek iken Vapur, vapur demesi gibi. LÀkin ekåeriyà yà acele maúàmında kelàmıñ rükünleri olan müsned ve müsnedün-ileyh ma an óaõfolunup yalñız müsnediñ müte alliúàtından biriniñ ìràdıyla iòtiãàr olunur. MeåelÀ acele ile mektebe veyà çarşıya veyà vapura giden adamdan Nereye gidiyorsuñ diye sÿ al olunduúda Mektebe gidiyorum demeyip müsned ve müsnedün-ileyhden ibàret olan gidiyorum lafôını terk edip yalñız müsnediñ mef ÿlü

93 61 olan Mektebe yà Çarşıya veyà Vapura diyerek bu kelimelerden birine iòtiãàr etmesi gibi. İşte bu cihetle ba zı màddede cümle óaõfolunaraú maóalline bir óarf bile vaż olunur. MeåelÀ óarf-i taãdìú olan evet ve òayır lafıôlarında ve te essüfü 36 ìmà eden vah vah lafıôlarında ve meserreti ìmà eden oò oò ãavtları gibi evvelkinde Evet vardır, yà o şey öyledir ve åànìde O şey öyle degildir ve åàliåde Te essüf ederim ve ràbi de Memnÿn oldum, memnÿn oldum ve óarf-i nidà daòi Seni çaàırıyorum cümlesiniñ maóallini ùutmuş olduàu óàlde şìve-i lisànımızda o daòi ìràd olunmayaraú nidà olunur. Ezmine-i åelàåeden biriyle iòtiãàr üzere müsnedi taúyìd muràd olunur ise müsned fi il olaraú getirilir. MiåÀli Bundan biraz evvelce dersimi oúudum, şimdi daòi yazımı yazacaàım diyecek maóalde iòtiãàrla Dersimi oúudum, yazımı yazacaàım demek gibi ve illà isim olaraú getirilir. MiåÀli Bu kitàb, belààat kitàbıdır gibi ve yine fi il olan müsnedi, mef ÿl ve óàl ve emåàli müte alliúàtı ile taúyìd etmek òaberiñ óükmünde olan úà ideyi taúviye için olur. MiåÀli Böyle òasta ve nà-mizàc iken arúadaşlarımdan geri úalmamaú için bugün mektebe düşerek úalúaraú geldim demek gibi ki burada óüküm mektebe gelmekdir ki taúviye ya ni devàmı i làm için óàl ve mef ÿlün-ileyh ve mef ÿlün-fìh ãıfatla taúyìd olundu. Úaldı ki fi il olan müsnedi bir ùaúım i tibàràtdan nàşì şarù ile daòi ìràd ederler. Türkçe şarùı ifàde 37 eder iki edàt olup biri, ise ve dìgeri, ise idi lafıôlarıdır ki evvelki zamàn-ı istiúbàlde, ikincisi zamàn-ı màøìde şarùı ifàde eder. Evvelkinde vuúÿ -ı şarùa gerek cezm olsun gerek cezm olmasın müsàvìdir. Şarùıñ vuúÿ na cezm olduàu óàlde miåàli Bu kitàb benim olsa bir Àn elimden bıraúmam gibi ve şarùıñ vuúÿ na cezm olmadıàı óàlde miåàli Bir daha genç olur isem kàffe-i ömrümü oúuyup yazmaú ile geçiririm gibi.

94 62 İkincisine miåàl Ben zengin olsa idim hìç mekteb inşà etmez mi idim gibi. Baøı kerre ise edàtı tefe ül ve iôhàr-ı raàbet için daòi gelir. Tefe üle miåàl Zengin olsam mekteb inşà ederim gibi ve iôhàr-ı raàbete miåàl Zengin olsañ mekteb inşà eder misiñ gibi. Baøı kere ta rìø için gelir. Bu ta rìø, kinàyeniñ àayrı, nükte-i kelàmiyye olup kelàmıñ mefhÿm ve işàreti cihetiyle bir şey e delàletine derler. Mütekellim bunuñla bir şey arż eder ki maúãÿdu o şey olmayıp şey -i Àòer olur. İmdi şarù baóåinde ta rìøiñ miåàli şöyledir ki bir şaòıã bir kimseye sebb ü şetm eylese o kimse maúàm-ı tehdìdde Baña kimiñ ùarafından fenà mu Àmele olunur ise be-her óàl oña muúàbele ederim demesi gibi. 38 Beyit Ben bir belà-yı mübrem-i çaròım ki ez-úaøà Gelse belà belàya olur kendi mübtelà Ve bu ta rìøiñ bir nev i daòi şarùla olmaz. MiåÀli Size ne oluyor ki dersiñize çalışmıyorsuñuz denilecek maóalde Baña ne oluyor ki dersime çalışmayayım denmesi gibi. Beyit Ol ÒudÀvend-i kerìme nice şükreylemeyem Ki anıñ cümle cihàn maôhar-ı iósànıdır İşbu ta rìøiñ fà idesi, mütekellimiñ muòàùabları mÿcib-i iõdiyàd-ı àaøàb ve tehevvürleri olmamaú için tecóìl etmemek veyà bàùıla nisbetde taãrìói terk etmekdir. Bu ùarìúiñ muòàùablara mütekellimiñ kelàmınıñ úabÿle i Ànesi vardır ki bu ayn-ı naãìóat demekdir. KelÀmdan bu nev e, mütekellim inãàf edip kendi nefsini muòàùab menziline tenzìl eyledigi için munãif ta bìr olunduàu gibi haúúı ber-vech-i tedrìc iõ Àn ve teslìme

95 63 taúrìb eyledigi için istidràc daòi denir. Bu üslÿb-ı ta rìø, leùà if-i esàlìbden olup Úur Àn-ı Kerìm de ve eş Àr ve muóàverede çoú vàúi olmuşdur. Ve yine ta rìøiñ miåàllerindendir ki meåelà bir kibàrdan açıúdan 39 bir şey istemeyip de faúaù Úış geldi, evde odun kömür de yoú diyerek para istemek. Ve baøı i tibàràtdan nàşì müsned, müsnedün-ileyh üzerine taúdìm olunur. Ezcümle tefe ül için taúdìm olunur. MiåÀli beyit Sa d oldu mülàúàtıñ ile sàl-i nevìn Zìnet buldu beúà-yı õàtıñla sìnìn beytinde olduàu gibi ki burada Sa d oldu lafôı müsned olup tefe ül için kelàmıñ ibtidàsında getirilmişdir. Ve-illÀ óaúú-ı kelàm, SÀl-i nevìn mülàúàtıñla sa d oldu demek idi. Ve hàkeõà baøı kerre ism-i muôhara À id olan müsned żamìrinde cànib-i ma nàyı cànib-i lafôa tercìó ederek müsned, mütekellim ve yàòud òiùàb ãìàasıyla ìràd olunur. MiåÀli Bu bàbda bendeñiz şöyle taãavvur ederim gibi ki burada bendeñiz lafôı her ne úadar ôàhirde àà ib ise de làkin ma nàda mütekellim olduàu için cànib-i ma nàyı cànib-i lafôa taàlìb ederek mütekellim sìàasıyla ederim demesi gibi. İşbu taàlìb, bàb-ı vàãi olup birçoú maóallerde icrà olunur. MeåelÀ bir ma nàda müşterek müõekker ve mü enneåi yalñız ãıfat-ı õükÿr üzere getirmek daòi taàlìbdendir. MiåÀli ebeveyn ve valideyn ve Óasaneyn ve Úamereyn ve Ömereyn gibi. Bu taàlìbiñ úà idesi, müõekkeri mü enneåe, òafìfi åaúìl üzerine 40 taàlìb ederek müõekker veyà òafìf olan lafôı teåniye etmekdir. Òafì olmaya ki sàbıúdan bu Àna degin õikrettigimiz gerek taúdìm ü te òìr ve gerekse õikir ü terk màddeleri müsnedün-ileyh ve müsnede maòãÿã olmayıp fi iliñ mef ÿllerinde ve mef ÿlüñ mülóàúatında muøàf ve muøàfun-ileyhde daòi i tibàr olunur.

96 64 FAäL-I RÁBİ MÜTE ALLİÚÁT-I Fİ İL VE MÜTEMMİMÁT-I CÜMLE BEYÁNINDADIR Cümleniñ eczà-yı aãliyyesi olan müsned ve müsnedün-ileyh ve isnàddan mà adà mef ÿl ve óàl ve ôarf gibi bir ùaúım müte alliúàt ve mütemmimàtı daòi vardır. Bunlardan mef ÿlleriniñ aóvàlinde taãarrufàt-ı keåìre müşàhade olunduàundan burada baóåimiz onlarıñ aóvàline maòãÿã olacaúdır. LisÀn-ı Arabìde mef ÿlün-bih-i ãarìóle óurÿf-ı càrre ile olan mef ÿlleriñ ferdà ferdà aóvàlinden baóåolunmagı için mülàbis olduúları melfÿô veyà muúadder óarf-i cerleriñ isimleri ile birbirinden tefrìú ederek Türkçede onları altı úısma taúsìm ederiz. MeåelÀ 1. mef ÿlün-bih 2. mef ÿlün-fìh 3. mef ÿlün-leh 4. mef ÿlün- anh 5. mef ÿlünileyh 6. mef ÿlün-ma adır ki Arabìde muãàóabet ma nàsını ifàde eden be niñ [ب] medòÿlü olan mef ÿlün-bih-i àayr-i ãarìó demekdir. MeåelÀ Yolundan çıúmış ve efkàrını bozmuş adamı yola getirmek ve efkàrını taãóìó etmek için bütün gün naãìóatle uàraşsın fà idesi olur mu ôannedersin ibàresinde 41 yoldan lafôı mef ÿlün- anh, efkàrını lafôı mef ÿlün-bih, yola lafôı mef ÿlün-ileyh, etmek için lafôı mef ÿlün-leh, bütün gün lafôı mef ÿlün-fìh, naãìóatle lafôı mef ÿlün-ma adır. İmdi bu mef ÿllerden mef ÿlün-bih, mef ÿlün ãarìó ve sà irleri, mef ÿlün-àayr-i ãarìó maúàmında bulunduúları için ibàrede mefà ìl-i sà ireye meh-mà-emken taúdìm etmek muúteżà-yı ôàhir-i óàle muvàfıúdır. Nitekim işbu Bir nàmÿslu adam, ölümünü mÿcib-i Àr olan esàrete tercìó eder ibàresinde ölümünü lafôı, esàrete taúdìm olunması làzımeden olduàu gibi. Bunu saña verdim; Onu baña ver gibi Àdì kelàmda daòi mef ÿlün-bih, mef ÿlün-ileyhe taúdìm olunur. LÀkin baøı itibàràtdan nàşì mef ÿlün-ileyh, mef ÿlün-bihe taúaddüm eder. Ezcümle kelàmda mef ÿlün-ileyhiñ õikriniñ mef ÿlün-bihiñ õikrinden ziyàde ehemmiyetinden ve yàòud iømàr úabl-eõ-õikr gibi ba żı maóõÿrdan nàşì mef ÿlün-ileyh, mef ÿlün-bihe taúaddüm eder. MeåelÀ Bu bì-çàre adama işlememiş olduàu úabàóati

97 65 azvediyorlar ibàresinde mef ÿlün-bih olan úabàóati lafôı bì-çàre adama lafôına taúdìm olunur ise iømàr kable õ-õikr làzım gelir. 42 Ve eger bir ibàrede duòÿl ve òurÿc fi illeri gibi fi il-i müte addì ile fi il-i làzım bulunup duòÿl fi ili, òurÿc fi ilinden evvel mef ÿl alırsa òurÿc fi iline, mef ÿlün- anh iútiżà etmez. MiåÀli Her ay şu limana bir çoú gemi girer çıúar gibi ki taúdìr-i kelàm Bu limana bir çoú gemi girer ve bu limandan bir çoú gemi çıúar olup làkin mef ÿlün- anh olan limandan lafôı, óasb-el-úà ide ìràd olunmaz ve keõàlik Her sene bu mektebe bir çoú ùalebe duòÿl ve o sene içinde òaylìce fünÿn-ı nàfı a taóãìl ederek òurÿc ederler ibàresinde olduàu gibi. Ve ba øen úarìne-i aúlìyyeye i timàden ikisiniñ daòi mef ÿlleri ìràd olunmaz. MeåelÀ bir odaya çoúça girip çıúan adama odada bulunan adamıñ Ne çoú girip çıúıyorsun demesi gibi ki taúdìr-i kelàm Odaya ne çoú girip ve odadan ne çoú çıúıyorsun demekdir. İki yerde fi il-i müte addì, fi il-i làzım maúàmında úullanılır ya ni fi il-i müte addì, mef ÿlün-bih istemez. Biri, muùlaú fi il, mef ÿl-ı maòãÿãa ta aluú eden fi il-i òàãdan kinàye úılındıúda olur. MiåÀli Óasÿdlarımız bizim muóassinàtımızı görüp işitmemek için dünyàda bir görücü ve işidici bulunduàunu istemezler ibàresinde olduàu gibi ki burada mef ÿl-i 43 maòãÿã, o õàtıñ muóassinàtı olup muùlaúà görücü ve işidici fi illeri, buña müte alliú olan rü yet ve simà, fi ilinden kinàye úılınmışdır. İkinci, yalñız mütekellimiñ àaraøı fi ili, fà ile mücerred iåbàt ve yàòud fà ilden mücerred nefyolur ise o zamàn fi il-i müte addì, làzım menziline tenzìl olunaraú mef ÿlü terk olunur. MiåÀli Álim ile Àlim olmayan müsàvì midir gibi ki burada Àlim fi il-i müte addì olmaàla beràber mütekellimiñ àaraøı yalñız óaúìúat-i ilmi, fà ile iåbàt olduàu için mef ÿlün-bih terk olunmuşdur.

98 66 LÀkin mef ÿlden umÿm yàòud òuãÿã úaãdolunduàu vaúitde mef ÿlün-bih muùlaúà õikrolunmaú làzımdır. Umÿm úasdolunduàu vaúitde mef ÿlün-bihiñ õikrine miåàl FilÀn kimse her fenni bilir gibi. Òuãÿã úaãdolunduàu vaúitde õikrine miåàl FilÀn kimse hendeseyi sà ir fenden ziyàde bilir gibi. YÀòud àaraø-ı mütekellim, fi iliñ mürecerred mef ÿle ta alluúunu añlatmaúdan ibàret olduúda daòi mef ÿlün-bih õikrolunur. MeåelÀ mütekellimiñ àaraøı, Amr ıñ maêrÿbiyyetini muòàùaba bildirmek olduàu vaúitde Zeyd Amr ı dögdü demesi gibi. Ve keõà fi il-i müte addìniñ mef ÿle ta alluúu úaãdolunduàu vaúitde her ne úadar mef ÿlü ôàhirde gelmez ise de 44 yine úarà in óasebiyle taúdìr olunur. MeåelÀ sÿ alde vàúi mef ÿl, bir ma nà-yı umÿmu ifàde eden lafıô olur ise cevàbda daòi lafô-ı Àm ve illà lafô-ı òàã taúdìr olunur. Lafô-ı Àm taúdìr olunmasına miåàl Bugün hìçbir óavàdiå işitdiñ mi diye sÿ al eden kimseye cevàb olaraú İşitdim veyà İşitmedim denmesi gibi ve Hìçbir adam gördüñ mü diye sÿ al eden kimseye cevàb olaraú Gördüm veyà Görmedim denmesi gibi. İmdi burada ÓavÀdiå işittim veyà Adam gördüm demekdir ki óavàdiå ve adam, lafô-ı Àmdır sÿ al úarìnesiyle taúdìr olunur ve lafô-ı òàã taúdìr olunduàuna miåàl MÿsÀ yı gördüñ mü diye sÿ al eden adama cevàb olaraú Gördüm veyà Görmedim denmesi gibi ki burada sÿ al úarìnesiyle lafô-ı òàã olan MÿsÀ taúdìr olunması ìcàb eder. Ve keõàlik mef ÿlün-bih, ibhàmdan soñra beyànı geldigi için óaõfolunur. Fi il-i meşiyyetde olduàu gibi. MiåÀli İstese idim oúurdum, Ben emretdim o yazdı evvelki miåàlde oúumaú ikinci miåàlde yazmaú lafôı maóõÿf olup taúdìr-i kelàm Oúumasını istese idim oúurdum ve Yazmaàı emretdim o yazdı demekdir. VeyÀ mücerred iòtiãàr için óaõfolunur. MiåÀli Göster, göreyim gibi. Türkçe şìve-i ifàdesinde mef ÿlüñ, fi il ve fà il üzere taúdìmi şàyi ise de làkin 45 fà il ile mef ÿlden úanàısınıñ õikri ehem ise onu dìgerine taúdìm ederler. FÀ iliñ

99 67 taúdìmine miåàl NÀôır Paşa Óażretleri, baña bir kitàb iósàn eyledi ve mef ÿlün-ileyhiñ taúdìmine miåàl ÒÀk-pÀy-i şàhàneye dün bir arżuóàl taúdìm eyledim gibi. Úaldı ki gerek müsnedün-ileyh ile müsned meyànında ve gerekse müte alliúàt-ı fi il meyànlarında càrì olan taúdìm veyà te òìr esbàb-ı adìdeden nàşì olup ez-cümle øarÿret-i şi ir veyà seci ve úàfiye için olur. MiåÀli GirìbÀn oldu rüsvàlıú eliyle çàk-dàmen hem Baña rüsvàlıàımda dostlar ùa n etdi düşmen hem gibi burada óaúú-ı kelàm GirìbÀn ve dàmen rüsvàlıú eliyle çàk oldu demek idi. LÀkin vezin ve úàfiye için bu yolda getirildi veyà selàset-i ibàre eclinden taúdìm olunur. Nitekìm ekåeriyà, ôarfı müte allıúına ve mef ÿlü fi iline ve óàli õì l-óàle ve muøàfunileyhi muøàfa ve fà ili fi iline taúdìm şìve -i ifàdemizdendir. MiåÀli Álemde ahdine vefà eden kimse úalmamışdır gibi. Burada Álemde lafôı ôarf ve ahdine lafôı mef ÿlün-ileyh ve kimse lafôı úalmamışdır fi iliniñ fà ilidir ve muøàfun-ileyhiñ muøàfa taúdìmine miåàl ÓükümdÀrıñ aúıl ve zühdü, teb anıñ sa Àdet-i óàline sebeb-i müstaúildir gibi. Burada aúıl muøàf ve óükümdàr muøàfun-ileyhdir. Ve bu taúdìm màddesi 46 ba żan taòãìãi ifàde eder. MiåÀli bir adam uzaúdan görünen birúaç kimseniñ içinde mef ÿlüñ taúdìmiyle äarıúlıyı ùanıdım der ise yalñız onu ùanımış sà irlerini ùanımamış demek olur. Ùanıdım ãarıúlıyı der ise sà irini de ùanımaàa münàfì degildir. Bu miåilli yerlerde taúdìm, taòãìã ifàde eyledigi için eger te òìr olunur ise taòãìãi ifàde etmemekle ma nà taàayyür eder ve ba żan taúdìm ve te òìr ıùùıràd-ı ifàdeyi iòlàl eder. İSTİÙRÁD Ba żı kere eczà ve levàóiúàt-i kelàm, úaãır ile ifàde olunur ki bu da haúìúì veyà àayr-i haúìúì olur ki bunlar da iki úısımdır. Biri ãıfatı mevãÿfa ve dìgeri mevãÿfu ãıfata úaãretmekdir.

100 68 Úaãır edàtı, Türkçede yalñız, ancaú ve ondan mà adà ve ondan başúa lafıôlarıdır. äıfatı mevãÿfa úaãrıñ miåàli Şu adam, bütün gün yalñız siàara içmekle imràr-ı vaúit eder ve mevãÿfu ãıfata úaãretmeniñ miåàli Yalñız bendeniz bu işe kàfìyim ve Bekir Aàadan mà adà bu işi becerecek yoúdur gibi. İmdi bu úaãır, ãıfat mevãÿfda meåelà o kimse dünyàda bulunan adamlardan yalñızca o işe kàfì ise úaãr-ı óaúìúì olur ve eger yalñız bir memleketiñ ahàlìsinden kàfì ise úaãr-ı àayr-i óaúìúì ya nì úaãr-ı örfì olur. 47 İkinci miåàl de buña úıyàs oluna. Úaldı ki muùlaúà úaãır, yà úaãr-ı efràd veyà úaãr-ı kalb olur. MeåelÀ eger muòàùab, kitàbetde Zeyd ve Amr ve ÒÀlid ve Bekir müşterek olduàunu i tikàd etdikde mütekellim Zeyd den mà adà kàtib yoúdur der ise úaãr-ı ifràd olur ve eger muòàùab, mevãÿfu iki müteúàbil olan ãıfatlardan biriyle muttaãıf ôanneder ise onuñ ôannını red maúàmında ìràd etdigi úaãır, úaãr-ı úalb olur. MiåÀli muòàùab, Zeyd i úà im ôannetdikde onuñ ôannını red maúàmında Zeyd úà iddir demesi gibi. Bu úaãrıñ ekåer mevàúı i, ta rìż mevúı idir. MeåelÀ mütekellim, diyànetinde làübàlì olan adamlar yanında ŞecÀ at ve besàlet ve àayret ve óamiyyet dìndàr olanlara maòãÿãdur dedikde o adamlara ta rìż etmiş olur ve ba żan mübàlaàa için de isti màl olunur. MiåÀli Adamları rabù u úaydeden ancaú diyànetdir gibi. FAäL-I ÒÁMİS CÜMLE-İ İNŞÁİ YYE BEYÁNINDADIR KelÀmıñ bir úısmı olan inşànıñ ta rìfi sàbıúda güõeràn eyledi. İnşÀnıñ iki úısmı vardır. Biri ùalebì dìgeri, àayr-i ùalebìdir. İnşÀ-yı ùalebì, bir şey iñ òàricde óuãÿlunü ve yàòud terkini vücÿben mücerred emir ve ùalebe delàlet eden cümledir. MeåelÀ emir ve nehiy fi illerinde oldugu gibi. Emr-i óàżıra miåàl Oúu ve yaz ve nehy-i óàżıra miåàl Vaútiñ 48 beyhÿde geçmesin ve emr-i àà ibe miåàl Söyle dersini oúusun ve nehy-i àà ibe miåàl Söyle oynamasın

101 69 gibi. İmdi Oúu yaz ve beyhÿde geçmesin cümlesinde muòàùabdan ve oúusun ve oynamasın cümlelerinde àà ibden oúumaú ve yazmaú ve oynamaú ve beyhÿde geçmemek ùaleb olunur. İşbu ãıyàà-i emir ü nehiyde ùaleb-i fi il veyà terk-i fi il isti là ùarìúıyla büyükden küçüge vàúi olur ise emir denildigi gibi aúràndan aúràna olur ise iltimàs ve ricà ve eger küçükden büyüge olur ise du À vü niyàz ıùlàú olunur. İltimÀsa miåàl bir refìú refìúine: Yarın erkence teşrìf buyurmañızı ricà vü iltimàs ederim ve Benimle bu mu Àmelede bulunmamañızı ricà ederim. NiyÀzıñ miåàli Úuluñuza bir kitàb iósàn buyurmañızı niyàz ederim ve Úuluñuzu sürüncemede bıraúmamañızı ricà ederim. İşbu ricà ve niyàzda teõellül ü tevàżu şarùdır. Bażı kere emir, ibàóe için ya ni işleyip işlememesi müsàvàt için gelir. MiåÀli İster muóàsib ol, ister münşì ol ikisi de ãan at-ı kitàbetden ma dÿddur gibi. Ve ba żan te dìb için gelir. Yemek yerken Öñünden ye demek gibi. Ve ba żan taóúìr için de gelir miåàli İster git, ister úal gibi. Gidip úalmaúda hìçbir fà ide yoúdur gibi. Ve ba żan ihànet 49 için gelir. MiåÀli Haydi git de õillet ü meskenet ile ömrüñü ifnà et gibi ve ba żan ta cìz için de gelir. MiåÀli Ben bundan iyi yazarım diyen adama İşte yaz demek gibi. Üçüncüsü, temennìdir. İşbu temennìniñ Türkçe edàtı, ne olaydı ve keşke kelimeleridir. Temennì olunan şeyde mümkinü l-óuãÿl olması şarù olduàundan muóàl olan şey daòi temennì olunabilir. MeåelÀ bir iòtiyàr kimseniñ Ne olaydı avàn-ı şebàbım avdet edeydi demesi gibi. ÓÀlbuki iòtiyàrlarıñ genç olması muóàldir. Mümkinü lóuãÿle miåàl Áh ne olaydı düşmanıñ úal ası fetóolaydı. Burada úal anıñ fetóolunması mümkinü l-óuãÿldür. Temennìniñ mümkinü l-óuãÿl úısmından temennì olunan şey in vuúÿ nda intiôàr ve ùama olunur ise temennì tereccìye münúalib olur. MeåelÀ úal anıñ fetóolunmasına muntaôır olanlar Büyük ve küçük øàbiùàn ve neferàt hep úal anıñ fetóolunmasına

102 70 muntaôırız dedikde bu kelàm, tereccìye ya nì inşà-yı àayr-i ùalebìye münúalib olur; çünkü tereccìye müştemil olan kelàm, inşà-yı àayr-i ùalebìdir. Dördüncüsü, tendìmdir. Tendìm, bir kimseye bir iş yapmamaú için nedàmet vermege derler. Bunuñ Türkçede edàtı, olmaz mı idi ve olmaz mı kelimeleridir ki edàt-ı meõkÿreden evvelki màøìye dàòil olduúda tendìmi ve ikinci mużàri e dàòil olduúda teràìbi ifàde eder. 50 Evvelkine miåàl Pederiñiñ naãìóatini diñleyeydiñ olmaz mı idi ibàresidir ki muòàùab mütenaããıó olmadıàı için onu mütekellim tendìm ediyor. İkinciye miåàl Bu dersi bizimle beràber oúusañız olmaz mı gibi. Burada mütekellim, muòàùabı ders oúumaàa teràìb ediyor. Ba żılar tendìm, temennìden tevellüd etdigi için bunu temennìden başúaca bir úısım addetmeyip temennìye idòàl etmişlerdir. İnşÀ-yı ùalebìniñ beşincisi, istifhàmdır. İstifhÀm, úaãdolunan eşyàdan õihinde óuãÿlı maùlÿb olan şey e derler. Bunuñ Türkçede edàtı, hemze [ ا [ maúàmında olan mi lafôıdır. MiåÀli Şu gelen òoca kör müdür gibi. Õevi l- uúÿluñ õàtından sÿ alde kim kelimesidir. MiåÀli Bu a là saràyı kim yapmışdır gibi. MuùlaúÀ óàlden sÿ alde naãıl kelimesidir. MiåÀli Keyfiñiz naãıldır ve O naãıldır gibi ve àayr-i õevi l- uúÿluñ óàlinden sÿ alde ne kelimesidir. MiåÀli O nedir gibi. Gerek õevi l- uúÿluñ ve gerek õevi l- uúÿluñ àayrısını ta yìn için sÿ alde úanàı lafôıdır. MiåÀli úanàı adam ve úanàı kitàb. Ve ta yìn-i aded ve miúdàrdan sÿ alde úaç ve ne úadar lafôıdır. MiåÀli Saña benim borcum úaç àurÿşdur ve Bu dìvàr ne úadar zirà dır. Ve mekàndan sÿ alde nere kelimesidir. MiåÀli Nereden gelip nereye gidiyorsuñuz gibi. 51 Ve zamàndan sÿ alde úaçan ve ne vaúit ve ne zamàn kelimeleridir. MiåÀli Úaçan veyà ne zamàn ve ne vaúit geldiñiz gibi. İstifhÀm, ba żı kere taúrìr ve ba żı kere inkàr için gelir. Evvelkine istifhàm-ı taúrìrì ikincisine istifhàm-ı inkàrì denir. Evvelkine miåàl Yazdıàıñız ilm-i belààat midir. İkincisine miåàl BelÀàat yazmaú, ol úadar büyük hüner midir gibi. Ba żı kere istifhàm taóúìr için gelir. MiåÀli MÀşaAllÀh bu çocuú mu bendeñizden iyi imtióàn

103 71 verecek. Ve ba żan tevbìò için gelir Pederiñizin naãìóatleri iş yerine úonulmayacaú naãìóatlar miydi. Ve ba żan i tiràż için de gelir miåàli Adl ü óaúúàniyet bu mudur gibi. Ve ba żan istihzà için de gelir. MiåÀli Bir úadın için o úadar sene muóàrebe eden aúıllı siz misiñiz gibi. Ve ba żan ne edàtı istifhàm-ı inkàrì ile beràber tekåìr için gelir. Aşk u sevdà insàna ne yapmaz gibi ya nì her şey yapar. Ve keõà ta accüb için gelir. MiåÀli Ne acà ib adamsın demek gibi. EdÀt-ı meõkÿreniñ ba żısı şarù u cezàda daòi isti màl olunur. MeåelÀ Kim iyilik ederse iyilik bulur fenàlıú ederse fenàlıú bulur ve Úanàınız iyi imtióàn verirse mükàfàtı, o alacaúdır ve Sen nerede ben de orada gibi ve Ne zamàn bir işe başlarsam bir màni ôuhÿr eder gibi ve Ne úadar oúursan, o úadar iyi Àlim olursun gibi. Ve bu ne úadar 52 edàtı tekåìr için de gelir. MiåÀli Saña ne úadar acıyorum gibi ve keõà Ne derece acıyorum ve Ne çoú acıyorum daòi hep o ma nàdadır. Nerede lafôı ba żan istib Àd için gelir. MeåelÀ Bir kimseye zengin olacaúsıñ denildikde cevàbında o kimseniñ Nerede nerede demesi gibi ve meåelà bir sÿ ale làyıúıyla cevàb veremeyen adama Nerelerde geziyorsuñ denmesi gibi. Ve úaç kelimesi daòi istibùà için gelir. MiåÀli Úaç kere çaàırdım gelmediñ gibi. İnşÀ-yı ùalebìniñ altıncısı, arżdır. LÀkin bu arż, istifhàmdan tevellüd etdigi için ba żı ulemà-yı belààat bunu istifhàma idòàl ederek başúaca úısım addetmemişlerdir. Bunuñ ma nàsı rıfúıla bir şey ùaleb etmekdir. MiåÀli Oàlum, pederiniñ naãìóatini diñlemez misin gibi. İnşÀ-yı ùalebìniñ yedincisi, nidàdır. Bunuñ ma nàsı çaàırmaú ya ni nidà olunan õàtıñ münàdì ùarafına iúbàl ve teveccühünü ùaleb etmekdir. NidÀ Türkçe dà imà óarf-i nidà getirilmeyerek isti màl olunur. MeåelÀ bir adam birini çaàırdıkda óarf-i nidà olan ey veyà hemzeniñ terkiyle MÿsÀ Efendi der. LÀkin ba żı i tibàràtdan nàşì hemze ve ey óarfleri getirilir. Ez-cümle ta ôìm ve tefòìm için getirilir. Miåali Ey dìn-i mübìn seniñ ìràå etdigiñ teleõõüõàt, úulÿb 53 üzerinde ne úadar úuvvetlidir gibi. Ve ba żan taóúìr ü

104 72 tekdìr için daòi getirilir. Ey òà in-i dìn ü devlet olan mürtekibler, elbette bir gün olacaú ki cezà-yı mà-yelìúınızı bulacaúsıñız gibi. VeyÀ tenbìh ve ìúàô için getirilir. Ey óükümdàr, kendi kendini aldatma sen daòi teb anıñ en ednàsı gibi mevte tàbi sin gibi. Ba żı kere sìàà-i nidà, ma nà-yı aãlìsi olan ùaleb ve iúbàl ma nàsınıñ àayrı ya ni taórìż ve iàrà için isti màl olunur. MeåelÀ bir şaòã-ı maôlÿm, kendisine ôulmeden şaòıãdan iôhàr-ı şekvà ve taôallüm eyledikde muòàùab, anı beåå-i şekvàya teràìb için Á zavàllı demesi gibi. İnşÀ-yı àayr-i ùalebì, fi il-i medó ve fi il-i õemm ve fi il-i ta accüb ve ef Àl-i muúàrebe ve ef Àl-i uúÿd ve úasem ve tereccìyi müştemil olan kelàm ve cümlelerdir. Fi il-i medóe miåàl ÓükümdÀrları uãÿl-i taãarrufa ri Àyet eden ahàlì, ne sa Àdetli oldular gibi. Fi il-i õemme miåàl Memleketleriniñ úànÿnları, óükümdàrlarına beytü l-màlı keyfe mâ-yeşà seref ve telef etmege ruòãat veren milletleriñ óàli ne fenàdır gibi. Fi il-i ta accübüñ miåàli Siziñ ne acà ib aòlàkıñız vardır gibi. Ef Àl-i muúàrebeniñ miåàli Vaútimiz, màlımız, cànımız hep vaùan içindir diyecek vaúit taúarrüb etdi gibi. Ve ef Àl-i uúÿduñ miåàlleri äatdım ve aldım ve Hibe etdim ve ÌcÀra verdim ve emåàli fi iller gibi. Úasemi müştemil olan kelàmıñ 54 miåàli ÒudÀ haúúı için ol úadar derse çalışıyorum ki ãabàólara dek gözüme uyúu girmiyor. Tereccìyi müştemil olan kelàmıñ miåàli Bugünler elùàf-ı İlahìyeye muntaôırız gibi. Muúaddemce beyàn olunan müåbet fi ilinden muúaddem ùabì i bir mef ÿl muúadder olduàu gibi ùalebì ve uúÿda dà ir olan cümle-i inşà iyyelerden muúaddem ve bir dìger cümle daòi taúdìr olunur. MeåelÀ emirde ve nehiyde bir kimseye Git durma dense ya ni Gitmeñi isterim git; durmañı istemem durma demekdir ve keõàlik ãÿret-i istifhàmiyede olaraú ìràd olunan cümleleriñ màúablinde dà imà ùabì i bir cümle muúadder olur. MeåelÀ Herşey ìràde-i RabbÀniye ile degil midir denildikde Bilmek isterim ve yàòud Size ãorarım cümlesi muúadder olur. Ve keõàlik óurÿf-ı temåìli óàvì cümleler dà imà bir cümle-i làóiúa vücÿdına delàlet eylerler. MiåÀli Seni oàlum gibi

105 73 severim denildikde taúdìri Oàlumı nasıl severim, seni de öyle severim demek gibidir. Bu miåilli ibàreler biri melfÿôa, dìgeri maóõÿfa olaraú iki cümleden mürekkeb olmuş gibidir ve hakeõà. FAäL-I SÁDİS VAäL U FAäL BEYÁNINDADIR SÀbıúda õikrolunduàu üzere birúaç cümle veyà birúaç kelàm, bir yere geldikde yà birbirine ma ùÿf olur ki buña cümle-i mevãÿle ve yàòud sebk-i mevãÿl denir. YÀ birbirine ma ùÿf olmaz ki buña cümle-i mefãÿle ve yàòud sebk-i 55 mefãÿl denir. Bir cümleyi dìger bir cümleye aùfıñ şarùı, iki ma ùÿf beyninde cihet-i càmi a bulunmasıdır. MiåÀli Şu Efendi hem kitàbet eder ve hem şi ir söyler gibi. İmdi burada cihet-i càmi a, kitàbetle şi ir beyninde münàsebet, te lìfdir zìrà kitàbet kelàm-ı menåÿr ve şi ir kelàm-ı manôÿmu te lìf etmekdir. Ve Her kim yirmi yaşında bir şey bilmez ve otuzunda çalışmaz ve úırúında hiçbir şey úazanmamış olursa hiçbir vaúit bir şey bilecegi ve edecegi ve edinecegi yoúdur gibi. Buradaki fıúaràt beyninde münàsebete gelince cümleleriñ evvelinde esmà-yı adedler naôìr naôìre vàúi olduàu gibi bilmek ile edinmek ve çalışmaú ve úazanmaú beyninde münàsebet, taóãìldir. İki şey meyànında cihet-i càmi a, yà aúlì veyà vehmì veyà òayàlì olur. Cihet-i càmi a-i aúliyye, iki şey beyninde taãavvurda ittióàd olmasıyla olur. Ya ni càmi -i aúlìden muràd, bir emirdir ki emr-i meõkÿr sebebiyle aúıl, iki cümleniñ úuvve-i müfekkirede ictimà nı iútiżà eder. MeåelÀ miåàl-ı sàbıúda kitàbet ve şi ir, ãıfat-ı te lìfde müşterek olduúları için aúıl, bunları beràberce úuvve-i müfekkirede cem eder. Ve yàòud cihet-i càmi anıñ aúlì olması, iki cümleniñ taãavvurlarından bir taãavvurda bulunması için beyinlerinde temàåül olmaàa ya ni ùarafeyniñ úuvve-i müfekkirede ictimà ına sebeb olacaú óayåiyetde ùarafeyne irtibàùı bulunmaàla olur. 56

106 74 MeåelÀ ãadàúat ve muóabbetde birbirine mütemàåil olan birúaç kimseyi birbirine aùfetmek gibi. MiåÀli Zeyd kitàbet ve Amr debààat ve Bekir òıyàùet eder gibi. Ve yàòud cihet-i càmi a-i aúliyye, iki şey beyninde teżàyüf bulunmaàla olur. MeåelÀ Babalıú ve evlàdlıú ve illet ve ma lÿl ve aşaàı ve yuúarı ve az ve çoú gibi. Cihet-i càmi a-i vehmiyye, iki şeyiñ taãavvuru beyninde şibh-i temàåül bulunmaàla olur ya ni vehim, bu iki şeyiñ ictimà ını her ne úadar ictimà a bir sebeb-i haúìúì yoú ise de sebeb var gibi ãÿretde taãavvur eder. LÀkin aúıl, bunlarıñ birbirine mübàyin olduúlarını bilir. MiåÀli DünyÀ üç şey ile żiyàdàr olur biri şemsiñ żiyàsı dìgeri úameriñ şu Àı biri daòi pàdişàhıñ adàletidir. Burada vehim, envàr-ı ma neviyye-i adàleti, şemsiñ ve úameriñ żiyàsına mümàåil add ederek üçüncü bir şeyi úıyàs eder. Ve yine cihet-i càmi a-i vehmiyye, iki şeyiñ beyninde teżàd olmaàla olur. ZìrÀ iki żıdd olan şeyi vehim, beràber idràk eder. MeåelÀ siyàh ve beyàż ve dost-düşmàn gibi. Ve yàòud iki şeyiñ taãavvurları beyninde şibh-i teżàd olmaàla olur. MeåelÀ yer ve gök gibi. ZìrÀ teżàd a ràż beyninde olur. Yer, gök ise maúÿle-i cevherden olduàundan ancaú bunlarıñ beyninde şibh-i teżàd bulunabilir. Cihet-i càmi a-i òayàliyye, iki 57 şeyiñ taãavvurları beyninde nev a-mà muúàrenet bulunmaàla olur ya ni bu muúàrenet vàsıùasıyla òayàl, iki şeyiñ úuvve-i müfekkirede ictimà ını iútiżà eder. Bu daòi örf ve Àdete menÿù olduàu için bir çoú şeyleriñ beyninde bulunabildiginden aãóàb-ı belààatiñ vaãl ve faãl bàbında cihet-i càmi a-i òayàliyyeye ààyet çoú i tinàları vardır. MiåÀli Oúuyan ve yazan kimseye kàtib ve óoúúa ve úalem ve kààıd ve úalemtıràş ve maúùa ve miúràż làzımdır denildikde bunlar oúuyup yazanıñ edevàtı olduúlarından taãavvurları, birbirine muúàrin olmaàla beyinlerinde cihet-i càmi a-i òayàliyye bulunduàundan birbirine aùfolunmuşdur. Oysa bunlarıñ beyninde hiçbir münàsebet-i aúlìyye ve vehmiyye yoúdur.

107 75 Úaldı ki iki cümle beyninde bir vechile cihet-i càmi a bulunmaz ise mefãÿl olaraú óarf-i ÀùıfÀsız getirilir. MeåelÀ cümle-i inşà iyye ile cümle-i iòbàriyeden miåàli Ben yazdım sen oúu gibi. LÀkin iki cümle beyninde cihet-i càmi a bulunmadıàı óàlde birbirine aùfolunur ise aãóàb-ı belààat ta yìb ederler. MeåelÀ Zeyd uzundur ve Amr uyumuşdur gibi ki bu aùıf cà iz degildir. İmdi cümle-i mevãÿla ve mefãÿleden terekküb eden kelàmıñ sebkine, sebk-i mürekkeb derler. MiåÀli Yoú olsun o maúÿle adam ve maóv olsun o úalb-i 58 denà et-şiyem ki bir memleketiñ zimàm-ı idàresi elinde olduàu óàlde menfa at-i õàtiyye ve irtikàb-ı nefsàniyyesinden neş et eden efkàr-ı denà et-àåàrı ile õihni memlÿ olup bir devletiñ selàmetini kendi menfa atine úurbàn eder. Ba żı kere beyinlerinde cihet-i càmi a olan cümle meyànında óarf-i Àùıfa yerini fi il-i aùfì veyà sà ir ef Àl-i ràbıùa ùutar. Ve ba żan kelàma şeùàret ve istiúlàliyyet-i tàmme verilmek için cümleler ta dàd edilircesine mefãÿl olaraú ìràd olunur. MiåÀli Evet vaùan uàruna gidiyoruz. Vaùan uàruna başımızı fedà ediyoruz. Vaùan uàruna iyàl ü evlàdımızı terk eyliyoruz. Vaùan uàruna işimizi ve mefa at-i şaòãiyemizi bıraúıyoruz gibi. İşbu cümel-i mütevàliyye gibi beynlerinde cihet-i càmi a bulunan berceste lafıôlarıñ daòi selàset için óarf-i Àùıfasız úullanılması, şìve-i ifàde óükmüne girmiştir. FAäL-I SÁBİ ÌCÁZ VE IÙNÁB VE MÜSÁVÁT BEYÁNI Gerek ìcàzla ıùnàb ve gerek müsàvàt, cümlesi umÿr-ı nisbiyyeden olduúlarından bunlarıñ màhiyetlerini ta yìn mümkün olmayıp ancaú örfe ióàle olunur. Şöyle ki enôàrı ehl-i örfde ya ni büleààda maúãÿdunu ifàde eden mütekellim veyà kàtib, kelàmı maúãÿda müsàvì lafıôla ifàde ve ìràd eder ise 59 müsàvàt ve eger maúãÿd üzerine

108 76 zà id olan elfàôla ìràd eder ise ıùnàb ve eger maúãÿdundan nàúıã elfàô ile ìràd eder ise ìcàz denir. IùnÀb iki úısımdır biri, ıùnàb-ı maúbÿl veyà óasen ve dìgeri, ıùnàb-ı mümil veyà úabìhdir. IùnÀb-ı maúbÿl, kelàmda faøla olan lafıô veyà fıúra, ma nà-yı maúãÿddan ziyàde bir fà ide-i müstaóseneyi mÿcib olandır. IùnÀb-ı mümil, kelàmda fażla olan lafıô veyà fıúra, bir fà ideyi müfìd olmayıp belki mücerred óaşiv ve taùvìli mÿriå olur. MüsÀvÀta miåàl DÀ imà iyilige iyilik, fenàlıàa fenàlıú olur demek gibi. ÌcÀz iki úısımdır. Biri ìcàz-ı muòildir ki ìràd olunan kelàm, ma nà-yı maúãÿdu ifàdeye kàfì olmayıp belki noúãànı cihetiyle muòill-i maúãÿd olur. Ve dìgeri ìcàz-ı maúbÿldür ki ifàde-yi meràmda úalìlü l-lafô ve keåìrü l-ma nà ibàre ve fıúra ìràd etmekdir ki kelàm-ı büleàà ekåeriyà mÿciz ve muòtaãar ãÿretde ìràd olunur. Bu da iki úısımdır ki biri, elfàô-ı mesrÿde meà nì-i keåìre ve mufaããalayı mutażammın olmaàla olur ki miåàli Nev -i insàn için kıãàãıñ meşrÿ olmasında óayàt vardır gibi ki ma nà-yı keåìri óàvì bu bir mÿciz kelàmdır. Ve keõà bir kimseniñ haúúında türlü türlü faóşiyyàt ile tefevvüh eden adama bu kimse FenÀ söz ãàóibine ràci dir denmesi gibi. 60 Ve dìgeri, ìcàz bi l-óaõfdır ki maóõÿf üzerine kelàmıñ delàleti eclinden bir lafô-ı müfred veyà bir cümle óaõfolunur. Bu da iki úısımdır. Biri müfredàtıñ óaõfı, dìgeri cümleleriñ óaõfıdır. MüfredÀtıñ óaõfı, ıãùılàóımızda ba żan mevãÿfun óaõfıyla olur. MeåelÀ MÀliyye NÀôırı ve NÀfi a NÀôırı denildikde bunlarıñ aãlı Umÿr-ı MÀliyye NÀôırı, Umÿr-ı NÀfi a NÀôırı olup mevãÿfları olan Umÿr lafôı maóõÿfdur. Ve keõà muøàf daòi óaõfolunur. Maóalleden sÿ al et gibi. Burada ahàlì-i maóalle demekdir.

109 77 KelÀmda fi il ya fà il ve mef ÿl ve sà ir müte alliúàt-ı fi iliñ óaõfı daòi buña miåàl olabilir. äanàyì -i bedì iyyeden iótibàk ãan atı, ìcàz bi l-óaõf vetìresinde bir bedì a-i laùìfe olup bu da kelàmıñ Àòirinde naôìri ityàn olunan lafôı evvelinden ve evvelinde naôìri ityàn olunmuş olan lafôı åànìden óaõfetmege derler. MiåÀli Hìçbir şey CenÀb-ı Haúú ıñ ilminden ve úudretinden òàriç degildir gibi ki burada kelàmıñ cüz -i evvelinde cüz -i åànìsinde olan òàriç degildir lafôı ve cüz -i åànìsinde cüz-i evvelinde olan hìçbir şey lafôı muúadderdir. Ve yàòud iki cümle õikrolunaraú her birinde Àòirde õikrolunanıñ żıddını óaõfeylemekdir ki buña óaõf-ı muúàbil 61 daòi derler. MiåÀl Sana fenàlıú eden kimse haúúında yà fenàlıàı miúdàrınca muúàbele veyà luùufla mu Àmele et gibi. Burada kelàmıñ evveli yà luùf ile mu Àmele etmeyip ancaú fenàlıàı miúdàrınca muúàbele et ve Àóiri yà luùf ile mu Àmele et de muúàbele etme taúdìrindedir. MiåÀl-i dìger Bir müsta id úumandar, maàlÿb olabilir làkin gafletde bulunup baãúın veren úumandar, afv olunmaz. Burada daòi taúdìr-i kelàm Bir müsta id úumandar, maàlÿb olursa afv olunur àayr-i müstaid bir kumandar, baãúın verse avf olunmaz demek gibidir. Cümleleriñ óaõfı, kelàm yà sÿ al-i muúaddereye cevàb olunduúda olur ki buña istìnàf denir. İstìnÀfa miåàl Bu belààat kitàbını oúuyuñuz, [Bu kitàb oúunmaàa şàyàndır] gibi. Ve yàòud cümle-yi sebebiyye veyà müsebbebeden birinin úarìne vàsıùasıyla óaõfıyla. Cümle-i sebebiyeniñ óaõfına miåàl Derslerine çalışmalarına diúúat ettigimiz efendiler, màşallàh güzel imtióàn verdiler gibi ya nì Çalışdılar da güzel imtióàn verdiler demekdir. Müsebbebeniñ óaõfına miåàl Her sene úaplıcaya girenler, vücÿdca pek çoú istifàde ederler idi lehu l-óamd bu sene bendeñiz de girdim.

110 78 Ve keõà ıømàr alà şerìùati t-tefsìr ile olur. IømÀr alà şerìùati t-tefsìrde óaõfa miåàl Efendiler dışarda durmayın dışarda giriñ içeri gibi. Taúdìri İçeri giriñ içeri demekdir. Ve keõàlik şarù ve cezà cümlelerinden biriniñ óaõfıyla olur. MeåelÀ cezànıñ óaõfına miåàl Efendi sen de emekdàr iseñ ben de emekdàrım gibi ya ni Hiç úurulma demekdir. Şarùıñ óaõfına miåàl Bu eåer-i ÀcizÀne, bendeñizindir taúdìri Eger bilmek isterseñ demekdir. IùnÀb-ı maúbÿl, baż ı kere kelàmdan cümle-i vàóidede bulunur. Baż ı kere cümel-i müte addidede ıùnàb-ı Ànifü õ-õikr, ìøàh-ı ba de l-ibhàmı óàvì cümlelerde ittisà -ı mecàli-i mü eddà olmaú mülàóaôasıyla bulunur. Cümle-i vàóidede yalñız bir veyà iki lafıô ziyàdesiyle olur. MiåÀli Kendi gözümle gördüm kendi elimle ùutdum. Burada her ne úadar ancaú görmek göz ile ve ùutmaú el ile olur ise de maúãÿd o işiñ vuúÿ unu i ôàm ve te kìd ve ma nà-yı maúãÿdı izdiyàd-ı taãvìriyle õihn-i sàmi de taúrìrdir ki bu da fà ide-i müstaósenedir. 62 Aùf-ı tefsìrde daòi bu miåilli bir fà ide melóÿô olursa müstaósen, olmazsa óaşiv olur ve yàòud cümle-i du Àiyye gibi bir cümleniñ ziyàdesiyle olur. MiåÀli Maòdÿm-ı Àlìñiz úaç yaşındadır diyü sÿ al olunduúda cevàb olaraú o kimse Maòdÿm-ı bendeñiz -AllÀh efendimiziñkini de erişdirsin- bu sene on yaşına baãıyor demesi gibi. İmdi burada AllÀh efendimiziñkini de erişdirsin cümlesi tenşìù-i sàmi ve tezyìn-i kelàm için du Àiyye olaraú ìràd olunmuşdur. Bu da fà ide-i müstaósenedir. Ve keõàlik tekmìl ve tetmìm nükteleri eclinden bir lafô veyà bir cümleniñ ziyàdesi daòi ıùnàb-ı maúbÿledendir. Bu tekmìle iótiràs daòi denir. Bu da òilàf-ı maúãÿdı ìhàmdan ãaúınmaú için kelàmda bir faøla ilàve úılınmaàa derler. Miåali FilÀn õàt ààyet óalìmdir; làkin óilmi, hilm-i óımàrì derecesinde degildir gibi.

111 79 Tetmìm, kelàmda bir nükte-i laùìfe eclinden faøla söz ìràd etmege derler. MiåÀli Rÿóum gibi sevdigim bu kitàbı, õàtıñıza hediye eyledim gibi. Taòãìã ba de t-ta mìm, úà idesi üzere òàããıñ meziyyet ü fażlına işàret için Àmdan soñra òàããıñ õikri daòi bu ıùnàb-ı maúbÿledendir. MiåÀli beyit Revnaú-ı nev-bahàra aşú olsun Ziynet-i làle-zàra aşú olsun Burada ziynet-i làle-zàra meziyyet ü fażlına işàret için Àm olan revnaú-ı nevbahàrdan soñra ìràd olunmuşdur. Ve keõàlik taúrìr veyà te kìd veyà tekåìr için lafô-ı sàbıúı tekrìr etmek, ıùnàb-ı maúbÿledendir. Taúrìre miåàl beyit Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-àamsıñ sen Gerçi viràne iseñ genc-i muùalsamsıñ sen 63 Ve te kìde miåàl beyit Düşünce çàh-ı ümìde õeúan õeúan diyerek Kemend-i zülfe ãarıldım resen resen diyerek gibi. Tekåìre miåàl beyit Ey felek ey felek ey ôàlim ü àaddàr felek Nice úıydıñ ki düşe òàke o dürr-i yektà gibi. Bu tekrìr elfàôıñ me Ànì üzerine mükerreren delàletine derler. Bundan muràd ya tefòìm olur ŞÀhım şàhım gibi veyà isti ùàf olur. SÀúiyÀ sàkiyà şaràb şaràb cigerim eylediñ kebàb kebàb gibi. VeyÀ tevbìh veyà tehvìl olur. ZinhÀr zinhàr ve AmÀn amàn gibi. VeyÀ inkàr veyà tevbìò veyà istib Àd ve emåàli àarażlara müstenid olur. İnkÀra miåàl Vaùan uàruna gidiyoruz. LÀkin acabà òaùà mı ediyoruz. Òayır òayır estaàfirullàh

112 80 hem öyle ãavàb ediyoruz ki derecesini ta yìn bizim için àayr-i úàbildir. Tevbìòe miåàl Ey òàin ey òàin gibi. İstib Àda miåàl Efendimiz zenginsiñiz denildikde Nerede nerede denerek istib Àd olunduàu gibi. Ve tekrìr, te kìdden eblaàdır. Çünkü te kìd lafôıñ màúablinde meõkÿr ma nà-yı óàãılıñ taúrìr u taúviyesi için ìràd olunmasıdır ki tekrìr ile beyninde farú ôàhirdir. Çünkü tekrìrde taúrìr ve taúviye daòi vardır. 64 Tekrìr de iki úısımdır. Biri lafıô ve ma nàda dìgeri yalñız ma nàda bulunur. Lafıô ve ma nàda tekrìriñ miåàli emåile-i sàbıúada olduàu gibi. Yalñız ma nen tekrìre miåàl AllÀh a iùà at ediñ, Àãì olmayıñ gibi ve Oúuyuñ, durmayıñ gibi. Bu tekrìr, ba żan müfìd olup kelàmı te kìd ve mà-bihi l-ifàdeniñ mutażammın olduàu emri teşyìd için isti màl olunur ki o da bir şeyiñ mübàlaàa ile medói veyà õemmi ve yàòud sà ir bir maúãadıñ óuãÿlüne delàlet øımnında ìràd olunur. Ve ba żı kere àayr-i müfìd olup kelàmı ıùnàb-ı úabìhe ilóaú eder. Nitekim şu aràyı Fransa dan Henriade [هنرياد] nàm şà iriñ Lui-yi evvel onda kendi tàcını alıp onu eliyle ààlibiñ başına úoydu mażmÿnunda olan şiirinde onuı żamìriyle tàcı lafôınıñ ma nen tekrìrini üdebà-yı Fransa taúbìó etmişlerdir. Lafôen ve ma nen tekrìr-i müfìdiñ miåàli emåile-i sàbıúda olduàu gibi. Lafôen olmayıp ma nen tekrìriñ müfìd olduàuna miåàl FilÀn kimse ol derece taùvìl-i kelàm eder ki óużżàra ãudà -ı ser ve úalaú-ı derÿnı mÿriå olur. Burada yalñız ãudà baş aàrısı ma nàsına olmaàla ser lafôı ve keõàlik yalñız úalaú ıżùıràb-ı derÿn ma nàsına olmaàla derÿn lafôı ma nen mükerrer ise de làkin müfìddir. Çünkü ãudà ve úalaú 65 lafıôları suhÿlet-i fehm-i ma nà için tecrìd olunaraú ser ve derÿn kelimeleri iôhàr olunabilir; ama ba żılar bunu da tekrìr-i àayr-i müfìdden addettiler. Ba żı kere ıùnàb-ı maúbÿl ma nen ãÿreteyn-i muótelifeteyni càmi olmaú için ve yàòud nefs-i sàmi de fażl-ı temekkün ve taúarrür için ve yàòud o ma nàya delàlet eden

113 81 ãÿver-i alemiyyede şeùàret ve mükemmeliyet bulunsun için ìzàó ba de l-ibhàm ùarìúıyla da olur ki buña tefsìr ba de l-ibhàm da denir. Bu da kelàmıñ ehemmiyetini ìhàm ve şànını tefòìm ve i ôàm için ibtidà ifhàmda àayr-i kàfì cümleler ile kelàma bed olunaraú mu aòòaran bir ùaúım vàżıóü l-ma nà cümlelerle ìzàó-ı meràm olunmaàa derler. Tafãìl ba de l-icmàl daòi bu vetìrede olup bu da kelàmıñ nefs-i sàmi de te åìri ziyàde olmaàı için ibtidà ãÿret-i icmàlde edà olunaraú ba dehu tafãìlatına girişmege derler. Bu nükàt-ı ma neviyyeleriñ miåàli Şu gidişimiz menfa at-ı vaùaniyyeyi biz de elimizden geldigi úadar muóàfaôaya çalışmaú ve onu yed-i tasalluù-ı a dàdan úurtarmaú içindir. Ya ni bir vaùan ki her bir ùaşı úıymet-şinàsànıñ indinde bir cevher-kàna mu Àdil ve füyÿżàt-ı ùabì iyyesi cümlemiziñ sa Àdet ü refàhına kàfildir. Bir vaùan ki yüz biñde birini beyàn edebildigimiz meziyyàt ve medàyiói óà iz olur ve düşmànımızıñ maùbaó-ı naôarı olaraú dà imà esbàb-ı isti làsını tefekkür ve tedàrükden 66 geri durmadıàı görülür artıú o vaùanıñ vüs ve iútidàr derecesinde muóàfaôası òiømetinden çekinilir mi gibi. Úaldı ki maóall-i neşàù ve inbisàù-ı maúàm, ıùnàb-ı kelàm ve êìú-ı maúàm, maóall-i ìcàz ve iòtiãàr-ı meràmdır.

114 82 MEBÒAæ-I æánì İLM-İ BEYÁN BEYÁNINDADIR Taãvìr-i meràm ve beyàn-ı efkàrda kelàmı, müzeyyen ü rengìn úılmaú için bize mecàz ve isti Àre ve teşbìh ve kinàye ùarìúlarını bildirecek fen ilm-i beyàndır. İlm-i me Ànì úavà idi üzere tertìb olunan kelàmıñ terkìbine terkìb-i basìù denildigi gibi bu ilm-i beyàn úavà idi üzere tertìb olunan kelàmıñ terkìbine terkìb-i muòayyel denir. UlemÀ-yı belààat, fenn-i meõkÿru şu vecihle ta rìf etmişlerdir ki mütekellim veyà münşì, maúãÿdu olan bir ma nàyı, ba żısı ba żısından o ma nàya delàletde ziyàde vàżıó olan terkìb ile ìràda muútedir úılar meleke yàòud úavà id-i külliyyedir. MeåelÀ bir õàtıñ saòì olduàunu bu fenni bilmek vàsıùasıyla birúaç muòtelif ùarìú ve üslÿbda ìràd etmek mümkündür. Şöyle ki FilÀn õàt kerìmdir ve FilÀn õàt cömerddir ve FilÀn õàtıñ úapusı açıúdır ve FilÀn õàt ÓÀtem gibidir. Ve keõàlik 67 bir kimseniñ şecà at ve besàletini daòi ùuruú-ı adìde ile beyàn etmek mümkündür. MeåelÀ FilÀn kimse arslan gibi düşman askerine hücÿm eyledi veyà FilÀn kimse RüstemÀne muóàrebe eyledi ve yàòud Fevúa l-ààye ibràz-ı metànet eyledi ve hakeõà. Ta rìf-i ilm-i beyànda güõeràn eden delàlet iki úısım olup biri muùàbaúatle ma nàsınıñ tamàmına dàll olan delàlet-i vaż iyye ve dìgeri aúlìyye úısımlarını óàvì olan delàlet-i àayr-i vaż iyyedir. Bu delàlet-i aúlìyyeye, delàlet-i tażammunì ve iltiôàmì ile Àh lafôınıñ óüzne ve vah vah lafôınıñ te essüfe ve oh oh lafôınıñ iôhàr-ı sürÿra delàleti daòi dàòil olur. Bu cihetle ta rìfde meõkÿr keyfiyyet, ìràd-ı delàlet-i vaż iyye ile óàãıl olamayıp ancaú delàlet-i àayr-i vaż iyye ile óàãıl olur. ZìrÀ lafıôdan ma nàyı fehmetmek vaż a Àlim olmaàa mütevaúúıf olduàundan bir ma nàya mevżÿ olan elfàôıñ o ma nàya vaż ı

115 83 sàmi iñ ma lÿmu olduúda ma nà-yı meõkÿra o lafıôdan mà adà ziyàde vużÿóla delàlet eden bulunmaz. MeåelÀ FilÀn adamıñ yañaàı güle beñzer dedigimizde eger sàmi yañaú ve gül ne demek olduàuna ve terkìb-i kelàm keyfiyyetine ÀşinÀ ise yañaàıñ güle müşàbih olduàunu fehmeder ve bu ma nàyı, terkìb-i meõkÿrdan ziyàde vàżıó veyà evżaó olaraú delàlet-i 68 muùàbaúıyye ile ifàde ve edà edecek dìger bir kelàm bulunamaz. Ve keõàlik yañaú yerine yüz veyà dìger bir müràdif lafıô daòi úonulursa yine delàlet, sàmi in fehmine tàbi olur. Eger sàmi, o lafôıñ bu ma nàya vaż ına Àlim ise evvelki gibi bunu da añlar eger Àlim degilse añlamaz. Nerede úaldı ki birbirinden ziyàde vàżıó ola. Demek oldu ki ma nà-yı vàóidi, vużÿó veyà evżaóiyyeti için ùuruú-ı muótelife ile ìràd ancaú delàlàt-i aúlìyye ile óàãıl olur. MeåelÀ delàlet-i aúlìyye úısmından delàlet-i iltizàmiyyede meràtib-i lüzÿmuñ iòtilàfı cihetiyle vużÿó ve evżaóiyyetiñ bulunması şu vechiledir ki làzımdan melzÿma intiúàlde ba żısı ba żısından melzÿma aúreb ve lüzÿm cihetinden evżaó olan levàzım-ı müte addide bulunması cà iz olduàundan ma nà-yı melzÿmuñ levàzım-ı meõkÿreye mevżÿ a olup vużÿó veyà evżaóiyyet-i delàletde muhte lìf olan elfàôla te diyesi mümkün olur. Nitekim sàbıúdaki emåilemizden ôàhir olur. Ma nà-yı mà-vużi a lehiñ làzımı muràd olunan lafıôdan ma nà-yı mà-vużi alehin muràd olunmasına màni bir úarìne bulunur ise mecàz bulunmaz ise kinàyedir. Bu cihetle mecàzdan yalñız ma nà-yı làzım muràd olunup kinàyede hem làzım ve hem melzÿm muràd olunabilir. MecÀzdan bir úısmı teşbìh üzerine mübtenì olan 69 isti Àredir ki müşebbehün-bih õikrolunup müşebbeh veyà müşebbeh õikrolunup müşebbehün-bih muràd olunaraú isti Àre olur. Bu cihetle ilm-i beyànıñ teşbìh ve mecàz ve kinàyeden baóåeder bir fen olduàu ôàhir olduàundan fenn-i meõkÿr üç faãla binà úılındı.

116 84 FAäL-I EVVEL AÚSÁM-I TEŞBÌHİ BEYÁN EDER Teşbìh, bir şeyiñ dìger bir şeyle bir ma nàda müşàreketine delàlet etmesine derler ki ol delàlet, isti Àre-i taóúiúiyye ve isti Àre-i bi l-kinàye ve tecrìd ùarìúıyla olmaya. MeåelÀ Zeyd, arslandır denildikde Zeyd in arslan ile ma nà-yı şecà atde ve êurÿb-ı emåàlden olduàu üzere Úızlarıñ úulaàı ãaàır ve gözü kör ve ayaàı ùopal olmalıdır denildikde kör ile ma nà amàda ve saàır ile aãamiyyetde ve ùopal ile gezmemek ma nàlarında iştiràk maúãÿddur yoúsa óaúìúatde arslan ve kör ve ùopal olmaú maúãÿd degildir. Teşbìhiñ dört rüknü vardır. Biri müşebbeh 2) Müşebbehün-bih 3) edàt-ı teşbìh 4) vech-i şebehdir. 70 MeåelÀ Bekir Aàa, arslan gibidir denildikde Bekir Aàa müşebbeh; arslan müşebbehün-bih ve gibi edàt-ı teşbìh ve şecà at, vech-i şebehdir. Müşebbeh ve müşebbehün-bih, ikisi de yà óissì olur veyà ikisi de aúlì olur veyà biri óissì dìgeri aúlì olur. Óis, beş nev dir. Biri işitmek 2) görmek 3) úoúlamaú 4) ùatmaú 5) lems etmek ya ni ellemekdir. Bu cihetle ilm-i beyànda óis denildikde mesmÿ at ve mubaããaràt ve meşmÿmàt ve meõÿúat ve melmÿsàt muràd olunur. Aúlì bunlarıñ biriyle idràk olunamayıp yalñız aúıl ile idràk olunan ma nàlardır. MeåelÀ óayàt ve ilim ve emåàli şeyler gibi. MeåelÀ müşebbeh ve müşebbehün-bih óissì olduàuna miåàl, mubaããaràtdan yañaàı, güle ve mesmÿ Àtdan ãavt-ı ża ìfi, sinegiñ vızıldısına ve meşmÿmàtdan nükheti, anber úoúusuna ve meõÿúatdan ãuyu, şerbete ve melmÿsàtdan yumuşaú bir şeyi, pamuàa ve emåàli teşbìh etmek gibi. Müşebbehün-bih óissì ve müşebbeh aúlì olduàuna miåàl olaraú FilÀn adama ölüm pençesini geçirdi ve FilÀn õàta iúbàl teveccüh etdi denildikde ölüm, úurda ve iúbàl, şàhide teşbìh edilmiş olur.

117 85 Müşebbeh, óissì olup müşebbehün-bih, aúlì olması. MeåelÀ Iùrı, òulú-i kerìme ve emåàli şeyleri teşbìh gibi. Teşbìhde edàt-ı teşbìh õikrolunursa teşbìh-i mü ekked olunmaz ise teşbìh-i mürsel olur. Teşbìh mübàlaàa için isti màl olunur. Bu teşbìhiñ mübàlaàa cihetiyle 71 eñ úuvvetlisi vech-i şebeh ile edàt-ı teşbìhiñ ve belki müşebbehiñ bile õikrolunmayanlarıdır ki ona teşbìh-i belìà derler. MeåelÀ Bekir, şecà atde arslan gibidir denildikde o úadar mübàlaàa olmaz ki Bugün óamàmda bir arslan gördüm demekde olur. ErkÀn-ı teşbìhden vech-i şebeh, taóúìú ve taòyìl cihetiyle ùarafeyniñ iştiràki úaãdolunan ma nàdır ki vech-i şebehiñ ùarafeyne iştiràkiniñ úaãdolunması şarùdır. ZìrÀ Bekir Aàa, arslan gibidir dedigimizde Bekir Aàa ile esediñ, vücÿd ve cismiyyet ve óayvàniyyet ve emåàli ma nàda iştiràki var ise de làkin ancaú úaãdımız şecà atde iştiràkidir. MuùlaúÀ vech-i şebeh, dört úısımdır. Biri, óissì 2) aúlì 3) òayàlì 4) vehmìdir. Vech-i şebeh-i óissì, maòãÿãàtda olur. MeåelÀ Hasan Aàa, siyàhlıúda Arab gibidir. Vech-i şebeh-i aúlì, àażab ve óilim ve ilim ve õekàvet ve àabàvet ve sà ir keyfiyyàt-ı nefsàniyyede ve pàk-damenlikde ve hidàyetde ve cür et ve cebànetde bir kimseyi, bir kimseye teşbìh gibi ve fà ideden Àrì olan şey i, ademe teşbìh gibi. MeåelÀ Bekir Aàa, cesàretde arslan gibidir denildikde vech-i şebeh-i aúlì olur. Vech-i şebeh-i òayàlì, ilmi, ihtidàda nÿra ve cehli, adem-i ihtidàda ôulmete teşbìh gibi. Vech-i şebeh-i vehmì, umÿr-ı mütevehhimeden müntezi mevàdda olur. MeåelÀ süngüyü, sivrilikde àul-beyàbànì dişine teşbìh gibi.

118 86 Úaldı ki her ne úadar vech-i şebeh, dört úısma taúsìm 72 olundu ise de bu vech-i şebeh-i vehmì, aúlìye ve vech-i şebeh-i òayàlì, óissiye idòàl olunaraú beyne lbüleàà, vech-i şebeh yà aúlì ve yàòud óissì olur derler. İlm-i beyànda óissìden muràd, óavàss-ı òamse-i ôàhire ile óissolunan şeylerdir. Bu cihetle óavàs-ı bàùıneden òayàl, müdrekàt-ı óavàss-ı ôàhireniñ maòzeni olduàu için onuñla idràk olunan şey, óissìye ve vehmiñ óiss-i ôàhiri ile böyle bir münàsebeti olmadıàı için onuñla idràk olunan şey, aúlìye idòàl olunur. Ve keõàlik vicdàn ile derk olunan şey daòi müdrekàt-ı aúlìyyedendir. ÒayÀliñ müdrekàtıyla vehmiñ müdrekàtı beyninde farú şöyledir ki úuvve-i müteòayyile müdrekàtını, óiss-i müşterek vàsıùasıyla óavàss-ı ôàhire ile idràk eyledigi umÿrdan terkìb eder. Úuvve-i vehmiyye müdrekàtını, kendisi yoúdan iódàå eder ki bunlarıñ ikisiniñ daòi òàriçde vücÿdu yoúdur. Vech-i şebeh, õàtì ve vaãfì olmaú i tibàrıyla ikidir. Biri vech-i şebeh, müşebbehün-bihiñ óaúìúatine dàóil olmaàla õàtì olur. MeåelÀ Bu gömlek, o gömlek gibi ketendir denildigi gibi. Ve yàòud óaúìúatine dàòil olmaz da ãıfat olur. äıfat olduúda yà ãıfat-ı haúìúiyye olur yà ãıfat-ı iżàfiyye olur. äıfat-ı 73 haúìúiyye olduúda yà óissì olur; màrü z-õikr keyfiyyàt-ı cismàniyye gibi. VeyÀ aúlì olur; sàbıúdaki keyfiyyàt-ı nefsàniyye gibi. äıfat-ı iżàfiyye müşebbeh ile müşebbehün-bih beyninde cereyàn eden bir ma nàdır. MeåelÀ delìli, vużuóda şems-i tàbàna teşbìh gibi ve bu teşbìhimizde şems ile delìl, izàle-i óicàb ãıfatında müşterek olurlar ve izàle-i hìcàb ãıfatı ikisi beyninde deveràn eder. Vech-i şebeh, ifràd ve ta addüdü ve terekkübü i tibàrıyla yedi úısımdır. Biri vàóid-i haúìúì-i óissì 2) vàóid-i haúìúì-i aúlì 3) vàóid-i i tibàrì ya nì mürekkeb-i óissì 4) mürekkeb-i aúlì 5) müte addid-i óissì 6) müte addid-i aúlì 7) müte addid ve muhte lìf ya ni ba żı eczàsı, óissì ve ba żısı aúlì olandır.

119 87 Ve bir de teşbìh yà taòyìl-i şà iràne ve ulviyyet-i fikir ùarìúıyla vàúi olur ki bunuñ edàtı ekåeriyà nisbet ve úıyàs ve şekil ve güya ve ãanki emåàli ùumùuraúlı lafıôlar olur. MiåÀl Òurşìd-i enver aôamet ve salùanatla Àfaúa cevàhir-efşàn olaraú ufúuñ müntehàsına gelince atılmış pamuú şeklinde eùràf-ı maàribi dolaşan ufaú ufaú bulutlarıñ óàãıl etdikleri nÿra àark olmuş renkler, ne úavs-ı úuzaóda ne murààn-ı Hindìde görülmek iótimàli vardır. Bir ùarafı, ààyet açıú benefşe ve bir ùarafı, ààyet úoyu alevrenge àarú olmuş ve yàòud bir ciheti Àteşìn aldan başlayaraú 74 ùabaúa ùabaúa penbe ve turuncu renkleriniñ úırú elli derece úoyuluàundan açıúlıàa ve bir açıúlıúdan úoyuluàa intiúàl ederek nihàyet úanarya ãarısında úaràr vermiş ve yàòud dünyàda ne úadar parlaú renk varsa açıúlıúda úoyuluúda úàbil olduúları derecàtıñ hiçbiri òàriçde úalmamaú üzere umÿmunu cem etmiş biñ türlü mülevven buluùlara daúìúada renklerini bir leùàfetden bir bedì aya taóvìl ederek Àheste Àheste ÀfÀúı seyretmege başlarlar. Bir ãÿretde ki yalñız deñizde degil, daàlarda bile şekliyle levniyle akisleri müşàhede olunur. Bu akisler ise dà imà birbirine in iùàf ederek ààlibà bàd-ı şimàl ile bàd-ı cenÿbuñ òıffet ve àılôetce olan tefàvütü daòi havada ùabakàt ve ùabakàtda bi t-ùab Àyinelige isti dàd óàãıl eylediginden saùó-ı màdan evc-i havaya úadar dà imà taàayyürde, dà imà televvünde bir nÿr Àlemi óàãıl olur ki taãvìrine degil, taãavvuruna bile imkàn yoúdur. Ve yàòud Àdì bir teşbìh ùarìúıyla olur. Bunuñ da edàtı gibi lafôıdır. MeåelÀ Bekir Aàa, arslan gibidir gibi. Ba żı kere vech-i şebeh, iki żıddolan şeyden alınıp soñra temlìó ve istihzà için tenàsüb menziline tenzìl olunur. MiåÀli úorúak adama arslan ve baòìle ÓÀtem ve càhile Àlim demek gibi. 75 Teşbìh daòi ùarafeyniñ ifràd ve terekkübü ve ta addüdü i tibàrıyla doúuz úısımdır.

120 88 Biri müfred-i muùlaúı, müfred-i muùlaúa teşbìhdir. MeåelÀ şafaàı aleve teşbìh gibi. Burada vech-i şebeh daòi vàóid-i haúìúì-i óissìdir ve ãıfat-ı haúìúiyyedir. İkinci müfred-i muúayyedi, müfred-i muúayyede teşbìhdir. MeåelÀ sa yinde bir fà ideye dest-res olamayan kimse óaúúında FilÀn adam buz üstüne yazı yazar demek gibi ki burada sa y, müfred bilà-fà ide úaydıyla muúayyed olduàu gibi yazmaú daòi müfred olup buz üstüne olmaàla muúayyeddir ve keõà vech-i şebeh de müfred-i aúlìdir. Ve meyveyi dìger bir meyveye ùayyib-i ràyióa ve óulv-i ùa mda teşbìh gibi ki burada vech-i şebeh, müte addid ve óissì ve ãıfat-ı haúìúiyyedir. Ve bir kimseyi óiddet-i naôar ve kemàl-i óaõerde úaràaya teşbìh gibi ki burada ùarafeyn, müfred ve vech-i şebeh, müte addid-i aúlìdir. Ve bir insànı óüsn-i ùal at ve ulüvv-i şànda şemse teşbìh gibi ki burada ùarafeyn, müfred ve vech-i şebeh, müte addid ve muòtelifdir; ya ni óüsn-i ùal at óissì ve ulüvv-i şàn aúlìdir. Ve keõàlik Ülker yıldızını ãabàó vaúti ibtidà-yı ùulÿ unda yeni çiçeklenmiş beyàż üzüm ãalúımına beñzetmek gibi. Burada ùarafeyn, müfred-i muúayyed vech-i şebeh beyażlıú ve yuvarlaúlıú 76 ve ãagìrü l-óacìm rü yet olunmaúda olan ãÿretleriñ ùÿl u arżda ve miúdàr-ı maòãÿãda olan hey etinden ibàretdir. MiåÀl-i dìger Akşamlarıñ leùàfeti ãabàólarınıñ rÿóaniyyetine nisbet olunsa aralarında uyúusuzluúdan cemàlini renk ve melàl bürümüş o càme-h v Àb yerine siyeh gìsÿlarına bürünmüş de henüz uyúuya varmış bir esmer güzeliyle ãırma ãaçlarıñı boynuñ üstüne daàıtmış ve ààyet òafìf bir seóàbla mestÿr olan nÿr-ı seóer gibi gögsünü bir ince tül ile setretmiş henüz mà ì gözlerini uyúudan açmış ãàf çehreli bir dilber úadar farú bulunur. Öyle ãabàó ki istìlà etdigi yerleriñ neresine bir naôar-ı óakìm ile baúılsa daàları, ùaşları, úatreleri ve õerreleri birer lisàn-ı óàl olmuş ãàni -i úudretiñ elùàf u aôamet ve i càz-ı kemàline óamd u åenàda görünür. Üçüncüsü müfred-i muùlaúı, müfred-i muúayyede teşbìhdir. MiåÀli şemsi, eli titreyen adamıñ elindeki Àyìneye teşbìh gibi. Burada vech-i şebeh, mürekkeb-i óissì ve eùràfı, müfreddir.

121 89 Dördüncü müfred-i muúayyedi, müfred-i muùlaúa teşbìhdir. MiåÀli eli titreyen adamıñ elinde kà in müdevver Àyìneyi şemse teşbìh gibi. Burada daòi vech-i şebeh, mürekkeb-i òayàlìdir. 77 Beşinci mürekkebi, mürekkebe teşbìhdir. Bu da yà mürekkeb-i óissì olur veyà mürekkeb-i aúlì olur. Mürekkkeb-i óissìnin miåàli MeydÀn-ı muóàrebede atlarımızıñ ùırnaàı altından úopup havàda teràküm etmiş olan toz arasında her ùaraftan kılıçlarımızıñ firaú-ı a dàya sür at-i nüzÿlü şihàb-ı åàúıbı nüzÿl eden geceye dönmüş idi gibi. Burada şey -i muôlim etràfında ecràm-ı mustaùìle müteferriúa ve mütenàsibetü lmiúdàrıñ suúÿùundan óàãıl olan hey et-i mürekkebe birbirine teşbìh olunmuşdur. Mürekkeb-i aúlìniñ miåàli Mektebe kitaplarıñı yüklenerek gelip dersini añlamadan gidenler, kitàb yüklenmiş óayvàna beñzerler demek gibi. Burada zaómet çekdigi óàlde keåìrü l-fà ide olan bir şeyiñ intifà ından maórÿm olmaúda eczà-yı ùarafeyn birbirine teşbìh olunmuşdur. Altıncı müfred-i muúayyedi, mürekkebe teşbìhdir. MiåÀli Hubÿb-i riyàó ile şaúàyıú çiçekleri eùràfa meyelàn eylediklerinde zebercedden yapılmış mızraúlara ve zerrìne ãaçılmış yàúÿt bayraúlara beñzer gibi. Burada yalñız şaúàyıú çiçekleriniñ meyelànından óàãıl olan hey et, birúaç şeyden terekküb eden hey ete teşbìh olunmuşdur. Vech-i şebeh daòi òayàlìdir. Yedinci müfred-i muúayyedi, mürekkebe teşbìhdir. MiåÀli Arúadaşlar, başıñızı úaldırıp bir kerre eùràfa medd-i naôar edin ki 78 feyz-i bahàr-ı Àlem-ÀrÀ ile iktisàb-ı óulle-i òaêra etmiş olan daàlar ve tepeleriñ aksinden ÀfitÀbı perde-i seóàb ve àaymdan Àrì, rÿz-ı fìrÿz, úamer-i münìri vasaù-ı semàda tenvìr-i leyl eden şeb-i mehtàba müşàkil olmuşdur. Müfred-i muúayyediñ, mürekkebe ve müfred-i muùlaúa ve muúayyede teşbìhine miåàl BÀd-ı şimàle cilve-gàh olan ãularıñ emvàcı, o úadar küçülür ve şemsiñ żiyàsı, o úadar pàre pàre daàılır ki o zemìne altın pul işlemeli bir mà ì aùlas gibi görünür. HevÀ-yı

122 90 cenÿbìniñ güõer etdigi ãular, o úadar ãafvet, o úadar leùàfet kesb eder ki zemìne bir berraú Àyine ferş edilmiş denilebilir. Poyraz güõergàhı olan yerleriñ ba żı kere ötesine berisine lodos doúunur, yollar açar ki her biri serv-i sìmìnden farú olunmaz. Lodos uàraàı olan maóalleleriñ ba żı vaúit ötesinden berisinden poyraz geçer ve şekiller óàãıl eder ki hevàda bir ebr-i bahàrì paralanaraú deñize dökülmüş úıyàs edilir. Burada vech-i şebeh yine òayàlìdir. Sekizincisi ùarafeyniñ ikisi de müte addid olandır. Bu da iki úısımdır. Biri ùarafları müte addid olup faúaù müşebbehler ibtidàdan birbirine aùf veyà cem ùarìúıyla getirilerek ba dehü müşebbehün-bihler ãırasıyla getirilir ki ona teşbìh-i melfÿf derler. MiåÀli VaútÀ ki aúşam taúarrüb eder; bàd-ı şimàl ile hevà-yı cenÿbì 79 birbiriniñ Àgÿşı vefàsından úoparaú her biri dünyànıñ bir köşesine atılmış ve Àlemiñ en garìbàne bir demi olan zamàn-ı àurÿb ile memleketiñ en ÀşıkÀne bir seyràn-gàhı olan o zemìn-i bìmiåàli mev id-i viãàl eylemiş iki nàzenìn gibi mu Ànaúaya başlarlar; o úadar Àheste óareket ederler ki teneffüsleri birbiriniñ gül cemàlini ãoldurur ve ãadà-yı pàyları aàyàra ifşà-yı ràz ederler endìşesinde ôannolunur. MiåÀl-i dìger beyit Fikr-i zülfüñ dilde tàb sÿz-ı aşkıñ sìnede NÀrdır külòanda gÿyà màrdır gencìnede gibi. Burada vech-i şebeh, müte addiddir. İkinci ùarafları müte addid; faúaù müşebbehler ayrı ayrı müşebbehün-bihlerle beràber ìràd olunur ki oña teşbìh-i mefrÿú derler. MiåÀli Yüzü güldür, ãaçı sünbül, gözü nergis, úaddi serv gibi. Burada vech-i şebeh, müte addid-i óissìdir. MiåÀl-i dìgeri Berraú hevàlı geceleri vardır ki mehtàbı, güneşden farú olunmaz; bayààı envàrı, şemsiñ żiyàsını görünmez bir óàle getirir. Òafìf sisli günleri vardır ki ayıñ on dördüncü gecesini añdırır; ÀdetÀ güneşiñ aksi, serv-i simìn óàãıl eder.

123 91 Doúuzuncusu ùaraflarıñ biri müfred ve dìgeri müte addid olandır. Buña da eger ùaraf-ı ÿlà müte addid olur ise teşbìh-i tesviye derler. MiåÀli Óabìbemiñ gìsÿlarıyla benim baòtım gece gibidir gibi. Eger ùaraf-ı åànìsi müte addid olur ise oña teşbìh-i cem derler. MiåÀli 80 O güldükde inciler dizilir ve papatya çiçegi açılır. Burada vech-i şebeh, óissìdir. Teşbìhde vech-i şebeh õikrolunmaz ise teşbìh-i mücmel; eger õikrolunur ise teşbìh-i mufaããal denir. MeåelÀ Bekir Aàa, arslan gibidir denilirse teşbìh-i mücmel ve ŞecÀ atde Bekir Aàa arslan gibidir denilirse teşbìh-i mufaããal olur. Teşbìh-i mufaããalıñ kelàm-ı manôÿmdan miåàli beyit Ser-i mÿ farú yoúdur beynimizde zülf-i dil-berle SiyÀh-baòtız perìşàn-rÿzgàrız 107 òàne-ber-dÿşuz gibi. Burada vech-i şebeh, müte addid ve meõkÿrdur. Bu teşbìh-i mufaããalda ba żan vech-i şebeh maúàmında vech-i şebehi müstelzim olan şey õikrolunur. MiåÀli O õàtıñ kelàmı şeker gibi ùatlıdır gibi ki kelàm-ı belìà ile şeker beyninde vech-i şebeh ùatlılıú olmayıp làzımı olan meyl-i ùabì idir. Mütekellimiñ teşbìhden àarażı, yà nefs-i müşebbehe À id olan şey beyàn olur ya nì müşebbehiñ bir emr-i mümkinü l-vuúÿ olduàunu beyàn olur. MiåÀli Ey memdÿó, cins-i nàstan olduàuñ óàlde nàsa tefevvuú etdiñse de istib Àd ve istinkàr olunamàz; zìrà misk daòi dem-i àazàlıñ ba żısıdır. Burada müşebbehi miske teşbìh edip ve kendisiniñ nàstan olduàuna 81 misk, dem-i àazàldan ba żı olduàunu delìl getirerek imkànıñ vechini göstermişdir. Ve yàòud müşebbehiñ óàlini beyàn ve hangi ãıfatda olduàunu ayàn için olur. MiåÀli Bu kehribàr limon gibi ãarıdır denildikde kehribàrıñ ãarılıú ãıfatında limon ile cihet-i müşàreketini beyàn demek olur. 107 Metinde perìşàn-rÿzgàr şeklindedir, sehven yazılmış olmalıdır.

124 92 Ve yàòud ãıfatıñ ziyàde ve noúãàniyetinde miúdàrını beyàn olur. MiåÀli Eskiden de beyàż degildik; làkin güneşte ol úadar gezdik ki bütün bütün Arab yavrusuna döndük gibi. Ve yàòud müşebbehiñ óàlini nefs-i sàmi de taúrìr olur. MeåelÀ bir adamıñ sa yinden fà ide óàãıl olmadıàını nefs-i sàmi de taúrìr için FilÀn adam buz üstüne yazı yazar demek gibi; çünkü fikriñ maósÿsat ile ülfeti maúÿlàt ile ülfetinden ziyàde olduàundan maúÿlàtdan olan adem-i fà ideyi maósÿsatdan olan buz üstünde yazı yazmaàa teşbìh ile nefs-i sàmi de taúrìr ediyor. Bu dört, teşbìhde müşebbehün-bih müşebbehden etemm olmasını iútiżà eder. LÀkin ba żı kere müşebbehe À id olan mütekellimiñ àarażı sàmi iñ naôar ve òayàlinde müşebbehiñ tezyìni olur. Bu da vech-i şebeh, óissì ve müsellem bir emir olmasını iútiżà eder. MiåÀli Onuñ úaddi serve ve dudaúları la le beñziyor gibi. Burada istiúàmeti müsellem olan serve úad ve revnaú ve óumreti müsellem olan 82 la le dudak tezyìn için teşbìh edilmişdir. Ve yàòud òayàl-i sàmi de müşebbehi taúbìó ve tenfìr olur. MiåÀli bir düşkün kimseye FilÀn kimse úusúununu, úolanını düşürmüş óayvàna beñzer denmesi gibi. Ve yàòud teşbìhden àarażı, riúúat-i taòayyülden nàşì istiùràf ve isti càb olur. MiåÀli Çemen-zÀr ve besàtìnde làciverd renkli menekşeler, renk-i ezraú ile hem-renk yàúÿt-ı rümmànì olan ezhàra ibràz-ı óüsn-i fà iúa ile tefàòür ederler; gÿyà ki sàú-ı ża ìf ve münóanìleri üzere eùraf-ı kibritde renk-i zerúatle tàb-dàr olan evà il-i nàra teşàbüh ve teóàkì ederler. Burada sàú-ı ża ìf üzere olan menekşeleriñ kibrite müşàbehet göstermeleri ààyet acìb bir şeydir. MiåÀl-i dìger GÀh olur ki hava, ràkid úalmaàla beràber ayıñ bedir olduàu zamànlara teãàdüf olunur. Serv-i sìmìne baúılsa ãanılır ki şu leden maòlÿk bir perì, deryàya girmiş şinàverlik ediyor. O şinàverlik etdikçe vücÿdundan, geldigi yere nÿr akıp gidiyor. GÀh olur ki rÿzgàrlardan òàlì olmaàla beràber mehtàba da teãàdüf olunmaz. UmmÀn-ı ôalàm içinde naôardan nihàn olaraú

125 93 seyr ü sefer eden gemileriñ ãaàındaki úandìllerden öteberiye allı, yeşilli mehtàb aúarmış gibi bundan óàãıl olan temàşàlar Damad 83 İbrÀhim Paşa çırààànlarına òande-zenàn olur. VeyÀ teşbìhden mütekellimiñ àarażı, müşebbehün-bihe À id olur ya ni mübàlaàa, müşebbehün-bih ùarafından olur. Bu da iki úısımdır. Bir úısmı vech-i şebehde müşebbehün-bih müşebbehden etemm olduàunu ìhàm olur ki buña teşbìh-i maúlÿb derler. Teşbìh-i maúlÿb ise vech-i şebehde nàúıã olan şeyin ekmeliyyetini iddi À ile müşebbehün-bih úılmaúdır. MiåÀli Ruòsar-ı nehàr, ôàhir ü bedìdàr olduúda müşàhede olunan ãabàóat-ı ufú-ı sefìd, óìn-i inşàd-ı medóinde revnaú ve beşàşetle tàb-dàr olan rÿ-yı òalìfeye beñzer. İkinci úısım müşebbehün-bihin ehemmiyetini beyàn olur. MeåelÀ úarnı aç bir kimseniñ yüzünü işràú ve istidàrede bedr-i münìre naôìr olan yufúa ekmegine teşbìh etmek gibi. Bu teşbìhe iôhàr-ı maùlÿb derler. Ve ba żan teşbìh iki şey birbirlerinden etemmiyyet ve noúãàniyyeti i tibàr olunmaúsızın mücerred birbirine müşàbeheti beyàndan ibàret olur. MiåÀli ŞedÀid-i aşú u muóabbetiñle gözlerimden cereyàn eden sirişk-i òÿnum elimde bulunan şaràb-ı la lfàmla teşàbüh u teóàkì eylediginden bilemedim ki o càm-ı muãaffàda olan şaràbı, cufÿnı aynım mı isbàl eylemişdir yoúsa biõõàt ibràt-ı aynımı mı nÿş u ÀşÀm ederim. Bunları farú ve temyìze muútedir degilim. Teşbìh-i 84 màrü õ-õikr àaraż-ı mütekellim i tibàrıyla maúbÿl ve merdÿd úısımlarına münúasim olur. Şöyle ki teşbìhde àaraż-ı teşbìhi ifàdeye vàfì olan úısım maúbÿldür. Bu da àaraż-ı mütekellim óàl-i müşebbehi beyàn olduàu ãÿretde müşebbehün-bihiñ vech-i şebehle ziyàde ma rÿf u müştehir şey olmasıdır. Ve yàòud àaraż-ı mütekellim nàúısı kàmile ilhàú olduàu vaúitde müşebbehünbihiñ vech-i şebehde etemm olmasıdır.

126 94 Ve yàòud àaraż-ı mütekellim müşebbehiñ imkànını ya ni vuúÿ u mümkin olan bir emir olmasını beyàn olduàu ãÿretde müşebbehün-bihiñ inde l-muòàùab vech-i teşbìhde óükmü müsellem u ma rÿf olmasıdır. Teşbìh-i merdÿd bunuñ òilàfında olaraú ifàde àaraż-ı teşbìhde úàsır olan teşbìhdir. Teşbìh-i mücmel iki úısımdır. Biri teşbìh-i ôàhirìdir ki cümle kimse için fehm ve idràkı mümkün olur. Emåile-i sabıúada mürūr eden teşbìh gibi. Ve digeri teşbìh-i òafìdir ki onu ancaú òavàã fehmeder. MeåelÀ faøl u şerefte birbirine rüçóàniyyeti olmayan bir cemà ati óalúa-i müfriàaya teşbìh gibi. Ve keõàlik bir ùaúım refeúa-i muvàfıúayı naôm-ı cevzà veya erba -i mütenàsibetü l-eczàya teşbìh de bunuñ gibidir. Teşbìh-i ôàhirì, baøı esbàb vàsıùasıyla òafìye mülóaú 85 olur. MiåÀli Şemsiñ cemàl-i maóbÿbe ile óüsn ü bahàda muúàbele ve mu Àrażası ancaú vech-i bì-óayà iledir denildikde óüsnüñ şemse teşbìhi, ôàhiri olup làkin vech-i bì-óayà iledir úaydı bu ôàhir olan teşbìhi óafì úılmışdır. MiåÀl-i dìger Ebr-i semà o õàtıñ kerem ü aùà vü iósàn ü seòàsına naôar ederek kendide olan úaùaràt-ı emùàra úıyàs eylese úaùaràtından ekåer ve evfer olduàuna vàúıf olduúda iôhàr-ı òacàlet eder. Evvelki teşbìhde şemsiñ adem-i óayàsı vàsıùasıyla cemàl-i maóbÿbe ile teşàbüh etmesi teşbìhi, teşbìh-i òafìye ilóaú etdigi gibi ikincide daòi ebriñ istióyàsı teşbìhi òafì úılmışdır. MiåÀl-i dìger ZamÀn olur ki deryàya bir bulutuñ levni aks eder. Bir màhir ressàm ùatlı ãarı üzerine mevc mevc parlaú penbe çehreli yanaúlarını taãavvur etse bir Àyine-i billÿr üzerine şebàbıñ ùeràveti ve óüsnüñ nÿràniyyetiyle mümtezic bir ùaúım Àteşìn elvàn ezmiş olsa yine bir in iùàfıñ leùàfetine müşàbih olabilir yà olamaz. áurÿbdan soñra gàh olur hevà yine ràkid úalır, mehtàba da teãàdüf olunmaz. Naôarlar, ò v Àb-ı seóerì gibi laùìf ve rÿó-àver bir ôulmet-i sükÿta dalar. Vücÿdu càme-ò v Àb-ı nevbahàrì gibi òafìf ve càn-perver bir setre-i ÀrÀm içine düşer. 86 Ve dìgeri O õàtıñ azmini şihàb-ı åàúıba teşbìh ederdim eger şihàb-ı

127 95 åàúıbda üfÿl olmaya idi. Ve keõà O õàta ay der idim eger ay yerde olaydı. Bu úısm-ı åànìye teşbìh-i meşrÿù derler. Ve yine teşbìh-i mücmel, ùarafeyniñ tavãìfi i tibàrıyla üç úısımdır. Biri ùarafeynden hiçbiriniñ evãàfı õikrolmayandır. Emåile-yi sàbıúada olduàu misüllü. Ve dìgeri müşebbehün-bihiñ vaãfı õikrolunandır. MiåÀli Yek-dìgere adem-i rücóàniyetde o efendiler, óalka-yı müfriàa gibidirler ki evveliyle Àòiri kanàısıdır bilinmez gibi. MiåÀl-i dìger PÀdişÀhımız, ÀfitÀb-ı Àlem-ÀrÀ ve mülÿk-ı sà ire, encüm-i semà gibidirler ki şems-i münìr ùulÿ etdikde encümüñ żiyàları naôarımızdan mestÿr u nà-bedìd olduàu gibi pàdişàhımızıñ daòi cülÿs ve iştihàrıyla mülÿk-ı sà ireniñ şöhret ve şànları bize görünmez oldu. Üçüncü ùarafeyniñ vaãfı õikrolandır. MiåÀli ÕÀt-ı kerìmàneleri beõl ü iósànda bàràn-ı keåirü l-feyezàn gibidir ki herkes i ràż u iúbàl óàlinde daòi ondan feyż-yàb-ı bel u ruùÿbet olur; óattà bir kimseye àażab etse bile der- aúab kemàl-i óilm ü kereminde afvıla mu Àmele ederek ke l-evvel beõl ü iósàn eder. 87 FAäL-I SÁNÌ ÓAÚÌÚAT VE MECÁZ BEYÁNI İşbu óaúìúat ve mecàz, ba żan aúlì olurlar ki miåàlleri evà il-i kitàbda mürÿr eyledi. Burada lügavìdir. Bir lafıô ma nà-yı mà-vuż ia-lehinde isti màl olunur ise óaúìúat ve ma nà-yı mà-vuż ia-lehiñ àayrıñda isti màl olunur ise mecàzdır. Óaúìúatin ta rìfine mürtecel daòi dàhil olur ya ni menúÿl ile menúÿl-ileyh beyninde münàsebet olmadıàı óàlde bir ma nàdan ma nà-yı Àòara naúlolunan lafıô da dàhil olur zìrà ikinci naúil, vaż -ı cedìd meåàbesindedir.

128 96 Menúÿl daòi dàhil olur ya ni menúÿl ile menúÿlün-ileyh beyninde bir münàsebet úarìnesiyle mà-vuż ia-lehiñ àayrında isti màl olunan lafıô gibi. Bu menúÿl birúaç úısımdır. Biri menúÿl-i ıãùılàóìdir ki esmà-yı ulÿm gibi. Dìgeri menúÿl-i örfìdir; ata óayvàn demek gibi. Ve biri daòi menúÿl-i şer ìdir; erkàn-ı maòãÿãa ile olan du Àya ãalàt demek gibi. MecÀz iki úısımdır. Birisi mecàz-ı müfred ve dìgeri mecàz-ı mürekkebdir. MecÀz-ı müfred, vaż olunduàu ma nànıñ àayrında, ma nà-yı mevżÿ nu iràdeye màni olan úarìneniñ vücÿduyla beràber vech-i ãaóìó üzere isti màl olunan kelimedir. MecÀz-ı mürekkeb, mübàlaàa için teşbìh ve temåìl ùarìúıyla ma nà-yı aãlìsine teşbìh olunan ma nàda müsta mel lafıôdır. Nitekim miåàli yaúında gelecekdir. 88 MecÀzda nev i mu teber olan bir alàúa-i muãaóóaóanıñ bulunması làzımdır ki àalaù ile kinàyeden farú ve temyìz oluna. Eger bu alàúa-i muãaóóaóa da ma nà-yı mecàzì ile ma nà-yı haúìúì beyninde müşàbehetiñ àayrı olur ise mecàz-ı mürsel denir. MeåelÀ úudrete el denmesi gibi ve illà isti Àredir. Bu ãÿretle isti Àre, ma nà-yı aãliyyesine teşbìh olunan ma nàda alàúa-i müşàbehetle müsta mel lafıô olmuş olur ki eger alàúa-i müşàbehet olmaz ise mecàz olur. AlÀúayı lede-l-istiúrà ulemà-yı belààat yirmi beş adede iblàà etmişler ise de biz burada Türkçede isti màl olunan mecàzıñ alàúalarıyla iktifà eyledik. Bunlardan birincisi sebebiñ ismini, müsebbebe ıùlaú etmedir. MeåelÀ Köle ve càriyeye màl demek gibi. 2) Müsebbibiñ ismini sebebe ıùlaú etmekdir, yaàmura raómet demek gibi. 3) Küllüñ ismini cüz e ıùlaú etmekdir. Enmileye parmaú ve Mekke ve Medine ye ÓicÀz demek gibi. 4) Cüz üñ ismini külle ıùlaú. MeåelÀ Berrü ş-şàm a Sÿrìye demek gibi.

129 97 5) Melzÿmuñ ismini làzıma ıùlaú etmekdir. FilÀn adamıñ óàli faúrına delàlet ediyor diyecek maóalde ÓÀli faúrını söylüyor demek gibi; çünkü söylemege delàlet làzım gelir. 6) LÀzımıñ ismini melzÿma ıùlaú etmekdir. FilÀn adamı dögdüm diyecek yerde Te dib etdim demek gibi. 7) MüşÀbihlerden biriniñ ismini Àòara 89 ıùlaúdır. MeåelÀ İnsÀn resmine insàn demek gibi. 8) Muùlaúıñ ismini muúayyede ıùlaú etmekdir. MiåÀli bir kimseye araba óayvànı alınmasıyla emrolunacaú iken Bir óayvàn al denilmesi gibi 9) Ámmıñ ismini òàããa ıùlaúdır. Ata óayvàn demek gibi. 10) ÒÀããıñ ismini Àmma ıùlaúdır. MiåÀli FilÀn adam RaómÀn a secde etmiyor deyip de namàz úılmadıàını muràd etmek gibi. 11) MücÀvireynden biriniñ ismini dìgerine ıùlaú etmedir. Oluú aúıyor demek gibi 12) Átìde olacaú şeyiñ ismini şimdiki óàlde bulunan şey e ıùlaúdır ki buña alàúa-yı istiúbàliyyet derler. Üzüm ãuyuna şaràb denmesi gibi. 13) AlÀúa-i màøì ya nì geçmişde olan şeyin ismini şimdiki şey e ıùlaú etmek. MeåelÀ Atiúa köle ve bàliàa yetim demek gibi. 14) Maóalliñ ismini óàle ıùlaúdır. Çeşme aúıyor denmesi gibi ve Köyden sÿ al et demek gibi. 15) ÓÀliñ ismini maóalle ıùlaú etmekdir. MiåÀli Seyr maóalline gitdim diyecek yerde Seyre gitdim demek gibi. 16) Şeyiñ Àletiniñ ismini o şeye ıùlaú etmekdir. Luàate lisàn demek gibi. 17) Bir żıddıñ ismini dìger bir żıdda ıùlaú etmekdir. İstihzÀ veyà telmìh ile úorúak adama arslan ve càhile Àlim ve baòìle saòì denmesi gibi.

130 98 VelóÀãıl iki şey meyànında nev an làzımiyyet ve melzÿmiyyet olur ise mecàzen aóade-hümànıñ ismini ÀòÀra ıùlaú cà iz olur. 90 İsti Àre, luàatde Àriyyet ya nì egreti bir şey almaàa derler. Áriyyet alınan şeyde alan ile vereniñ arasında be-heme-óàl alàúa ve münàsebet olacaàından isti Àrede daòi müste Àrün-minh ile müste Àrün-leh beyninde alàúa ve münàsebet şarùdır. İsti Àre ekåeriyà mütekellimiñ fi ili olan müşebbehün-bihiñ ismini müşebbehde edàt-ı teşbìhe muømer olunaraú isti màl etmege derler. İsti Àre yapan kimseye müsta ìr ve ma nà-yı müşebbehün-bihe müste Àrü n-minh ve ma nà-yı müşebbehe müste Àrünleh ve lafô-ı müşebbehün-bihe müste Àr derler ki bu cihetle erkàn-ı isti Àre üçdür: Müste Àrün-minh ve müste Àrün-leh ve müste Àrdır. MeåelÀ arslan lafôı Àriyyet olaraú müşebbehün-bihden ya ni óayvàn-ı ma lÿmdan müşebbeh için ya nì recül-i şecà a için ùaleb olunmuş libàs menzilesinde olmaàla oña isti Àre denir. Keåret üzere Türkçede isti màli cereyàn eden isti Àre dört úısımdır. Biri isti Àre-i muãarraóadır ki müşebbehün-bihden ibàret olan müste Àrün-minh õikrolunup úarìne-i mani a delàletiyle müşebbehden ibàret olan müste Àrün-leh muràd oluna. MiåÀli Bugün óamàmda bir arslan gördüm demek gibi. ÓammÀm úarìnesiyle arslan recül-i şeccà a isti Àre olunmuşdur. Bu isti Àre-i muãarraóa da üç dürlü isti màl olunur. Biri muùlaúa dìgeri muraşşaóa üçüncüsü mücerrede ùarìúıyla isti màl olunur. İsti Àre-i muãarraóada gerek müste Àrün-minh gerek 91 müste Àrün-lehe mülàyim bir şey bulunmaz ise isti Àre-i muãarraóa-i muùlaúa derler. MeåelÀ ÓammÀmda bir arslan gördüm denir ise isti Àre-i muãarraóa-i muùlaúa olur. Ve Bugün müsellaó bir arslan gördüm denilir ise isti Àre-i muãarraóa-i mücerrede olur. Ve yàòud Bugün keskin tırnaúlı bir arslan gördüm denilir ise isti Àre-i muãarraóa-i muraşşaóa olur. Çünkü evvelkinde isti Àre müste Àrün-lehiñ veyà müste Àrün-minhin mülàyimine muúàrin olmadıàı gibi, ikincide müste Àrün-lehin mülàyimine, üçüncüde müste Àrün-minhiñ mülàyimine muúàrindir.

131 99 İkincisi isti Àre-i mekniyyedir. İsti Àre-i mekniyyeyi ba żılar muãarraóanıñ aksi olaraú müşebbehi õikir ve müşebbehün-bihi muràd etmekdir dediler ve ba żılar isti Àre-i mekniyye, nefs-i mütekellimde muømer olan teşbìhe delàlet etmek üzere müşebbehünbihin òavàããından biriniñ müşebbehe muúàreneti şarùıyla bir şeyiñ şey-i Àòara nefsde teşbìhden soñra yalñız müşebbehüñ õikrine derler. MeåelÀ FilÀn adam dil-sìr-i iúbàl olmuş denildikde nefs-i mütekellimde iúbàl, nevàl ü naãìbe teşbìh olunaraú nevàliñ mülàyimi olan dil-sìr, bu teşbìhe delàlet için, iúbàle muúàrin úılınmışdır ki buña isti Àre-i taòyìliyye derler ki dà imà mekniyye ile beràber olur. Dördüncüsü isti Àre-i temåìliyyedir ki bir ùaúım mevàddan terekküb 92 etmiş bir hey eti Àòar bir hey ete teşbìh ùarìúıyla isti Àre yapılır. MiåÀli FilÀn adam ãaman altından ãu yürütür denmesi gibi ki kimseye duyurmaúsızıñ iş yapan adama denilir. Burada ãaman altında ãu yürütme óàlinden alınan hey et gizlice iş yapma hey etine teşbìh olunmuşdur. Buña mecàz-ı mürekkeb de derler ki bu miåilli bir mecàz-ı mürekkebiñ isti mali şàyi olur ise êurÿb-ı emåàl olur. FAäL-I æáliæ KİNÁYE BEYÁNI KinÀye lafôıñ, ma nà-yı haúìúìsiniñ ìràdesine úarìne-i màni a olmaúsızın làzımını muràd etmege derler. MeåelÀ bir adama seòàsını muràd ederek Úapısı açıúdır denildikde óaúìúatde úapısınıñ açıú olması da muràd olunabilir. LÀkin mecàzda ma nàyı haúìúìyi muràd etmekden úarìne-i màni a bulunduàu için ma nà-yı mecàz ile beràber ma nà-yı haúìúìsi muràd olunamàz. Bu kinàye üç úısımdır. Biri kinàye ile mevãÿf muràd olunandır. MiåÀli maóall-i óased deyip de úalbi muràd etmek gibi. Bunda ma nà-yı vàóid muràd olduàu cihetle kinàye-i müfrede denir.

132 100 LÀkin birúaç ma nàyı óàvì ãıfatlar ile bir mevãÿf muràd olunur ise oña kinàye-i mürekkebe derler. MeåelÀ doàru boylu, tırnaàı eñli óayvàn deyip de insàn muràd etmek gibi. 93 2) İkinci kendisiyle ãıfat muràd olunandır ki bunda ãıfat-ı maùlÿbaya intiúàl, tefekkür ve vàsıùasız olur ise oña úarìne-i vàżıóalı kinàye derler. MiåÀli FilÀn kimseniñ úılıcınıñ baàı uzundur denildikde tefekkür-vàsıùasız o kimseniñ boyunuñ uzun olmasına õihin intiúàl eyler. Ve eger vàsıùasız olup bir miúdàr tefekkürden soñra õihin, ma nà-yı maùlÿba intiúàl eder ise úarìne-i óafiyyeli kinàye 108 olur. MiåÀli FilÀn adamıñ úafası úalındır diyerek o adamın ebleh olması muràd olunduúda bu kelàmdan eblehe intiúàl, biraz fikirle óàãıl olabilir. Ve yàòud ãıfat-ı maùlÿbaya vàsıùa ile intiúàl olur ki buña kinàye-i ba ìde denir. MiåÀli FilÀn kimseniñ úapısı açıúdır diyerek seòàvetini muràd etmek gibi ki ibtidà õihin, úapı açıúlıàından o kimseniñ úonaàına gelip gidenlerin keåretine ve ondan keåreti iù Àm-ı ùa Àma ve ondan seòàsına intiúàl eder. KinÀyeniñ üçüncü úısmı nisbet muràd olunandır. MeåelÀ FilÀn kimse pàkdàmendir diyerek o kimseyi ãalàóa nisbet etmek gibi. KelÀmda kinàye yà medói yà õemmi iş Àr için ve yàòud úabìói melìó göstermek için isti màl olunur. Medóe miåàl pàk dàme, õemme miåàl úoca úafalı ve úabìhi melìó göstermege miåàl azle, afv denilmek ve yol etmege, naúż-ı vÿżu denmek gibi. 108 úarìne-i óafiyye ve kinàye metinde bu şekildedir. Düzeltme yapıldı.

133 MEBÒAæ-I æáliæ FENN-İ BEDÌ DİR Terkìb-i kelàm ve taãvìr-i meràm için üç nev òàããa vardır. Biri nefs-i terkìbiñ ifàdesi cihetiyle olan òàããasıdır ki bu òàããa, kelàmıñ muúteżà-yı óàl ve i tibàra münàsebet ri Àyetiyle óàãıl olur. Ve dìgeri terkìbiñ ma nàya delàleti cihetinden olan òaããasıdır ki o da münşì veyà mütekellim, muràd etdigi ma nàyı o ma nàya delàletde vàżıó ve belki evżàh terkìble ìràd etmege muútedir olmaàıla óàãıl olur. Bu iki òaããayı ilm-i me Ànì ile ilm-i beyàn müştemil olduàu ma lÿm oldu. Üçüncüsü insicàm ve intisàú-ı kelàmda sem a mülàyim ve òoş gelecek ve óüsn-i tertìbe leùàfet verecek tenàsüb-i kelimàt ve tecàvüb-i fıúaràt òàããasıdır ki o da ãanàyì -i ma neviyye ve lafôiyyeyi muótevì fenn-i bedì i bilmek ile óàãıl olur. İşte òavàã-ı teràkìb-i büleàà bunlardan ibàretdir. Fenn-i meõkÿruñ ta rìfi sàbıúda güõeràn etdigi üzere kelàmıñ muúteżà-yı óàle muùàbaúatinden ve vużÿó-ı delàletine ri Àyetden soñra vücÿh-ı taósìn-i kelàmı bildirir fendir. FAäL-I EVVEL VÜCßH-I TAÓSÌN-İ KELÁMDAN MUÓASSİNÁT-I MA NEVİYYE BEYÁNINDADIR 95 Münşe at-ı Türkiyyede beyne l-üdebà merì yyü l-icrà olan muóassinàt-ı ma neviyyeden biri ãan at-ı ùıbàúdır. Bu da kelàm-ı menåÿr ve şi irde fi l-cümle müteúàbileyn olan kelimeleriñ cem ine derler. MeåelÀ dost ve düşman ve beyàż ve siyàh ve emåàli müteúàbileyn gibi. Bu cümle ile beràber ãan at-ı ùıbàú iki úısımdır. Biri ùıbàú-ı mÿcib ve dìgeri ùıbàú-ı ìcàb ve selbdir.

134 102 ÙıbÀú-ı mÿcib, hep kelimàt-ı mevrÿde elfàô-ı mÿcibe olmaàla olur. MiåÀl beyit Bezm ü rezmi verd ü òàr ü afv u òışmı nÿr u nàr Emn ü bìmi taòt u dàr ü mihr ü kìni faòr ü Àr gibi ki bu beyitde ìràd olunan müteúàbilànıñ cümlesi elfàô-ı mÿcibedir. ÙıbÀú-ı ìcàb ve selb, müteúàbilàn müåbet ve menfì kelimelerle edà olunur. MiåÀli Bu meseleyi Àlim bilir, càhil bilmez ve AllÀh dan úorú; yalan söyleme, òalúdan úorúma; doàru söyle gibi. äan at-ı teúàbül daòi ùıbàú nev inden olup bu da iki ma nà-yı mütevàfıúeyn ve yàòud daha ziyàde mea ni-yi mütevàfıúayı ìràdla ba dehü bu ma nàlara muúàbil olan me Ànì ale t-tertìb ityàn olunmasıdır. Bu me Ànì-i muúàbile de yà ikişer veyà üçer veyà dörder olurlar. İkişer ma nàlarıñ birbirleriyle teúàbülüne miåàl beyit 96 Dilde safà-yı ışúıñ dìde àamıñla pür-nem Bir evde ıyş ü şàdì bir evde ye s ü màtem gibi. Burada ıyş ile şàdì õikrolunup soñra muúàbilleri bulunan ye s ile màtem ìràd edilmişdir. MuóassenÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı mürà Àt-i naôìrdir. Bu daòi birbirine münàsib ve muúàrin olan bir ùaúım umÿru bir yere cem etmege derler. Bu ãan ata ãan at-ı telfìú ve i tilàf ve tevfìú ve tenàsüb de denir. MeåelÀ bir beyitde veyà bir fıúrada úılıç ve mızraú ve òançer ve siper gibi muóàrebede isti màl olunan şeyleri ve keõà yazı ùaúımından úalem ve óokka ve úalemtıràş ve maúùà ve mıúràż gibi şeyleri cem etmek gibi ve meclise dà ir şaràb ve mest-i òumàr ve càmı cem etmek de bu ãan atdandır. MeåelÀ Çeken şaràb-ı neşàt cihànda bir kerre ÒumÀrı càm-ı felek ser-nigÿn olunca çeker

135 103 TeşÀbüh-i eùràf ãan atı daòi màrrü õ-õikr ãan at-ı mürà Àt-i naôìr mülóaúàtından olup bu da ibtidàsına münàsib lafıôla kelàmı òatm etmekdir. MiåÀl beyit Biz görmeyiz ÒudÀ yı velì ol görür bizi ÕÀt-ı ecelli çünkü Laùìf ü Òabìr dir Burada Biz görmeyiz ÒudÀ yı fıúrasına Laùìf iñ ve ol görür bizi fıúrasına Òabìr iñ münàsebeti inkàr olunamaz. 97] Ve yine ãan at-ı mürà Àt-i naôìriñ mülóaúàtından biri de ìhàm-ı tenàsüb ãan atıdır. Bu da iki emriñ beynini miyànelerinde àayr-i maúãÿd olup dìger ma nàda münàsebeti olan lafıô münàsebetiyle cem etmege derler. MiåÀli beyit Meşreb-i pàdişàhımı bilürem Mihri yoúdur o màhımı bilürem gibi. Burada mihr lafôı her ne úadar muóabbet ma nàsına ise de làkin güneş ma nàsına da geldigi için màh lafôı ile tenàsübü ìhàm eder. MiåÀl-i dìger beyit MestÀne o meh-rÿyı görüp ayıla yazdım Naúş oldı elif úaddi dile bayıla yazdım مهرويی گوروب ا ی له يازدم / نقش اولدی الف قدی با يله يازدم مستانه gibi. Burada mestàne ve ayılmaú ve bayılmaú ve mihr ve ay ve naúş ve yazmaú ve elif ve bà lafıôları beyninde ìhàm-i tenàsüb òafì degildir. äınà at-ı ma neviyyeden olan irãàd ve teshìm sàbıúda ilm-i me Àni mebòaåında bi l-münàsebe mürÿr eyledi. MuóassenÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı müşàkeledir. Bu da vuúÿ -ı lafôìyle ve yàòud vuúÿ -ı taúdìri ile bir şeyiñ şey -i Àòar ãoóbetinde vàúi olduàundan için o şeyi ãoóbetde vàúi olduàu şey-i Àòarıñ lafôıyla õikrolunmaàa derler. Lafôen ãoóbet-i àayrıda vàúi olana miåàl beyit

136 104 TÀr u pÿdı terk ü tàr u pÿd-ı hestìdir anıñ ŞÀl-ı dervìşì doúunmaz belde-i Keşmìr de gibi ki burada tàr u pÿd 98 şàla maòãÿã olup şàlıñ ãoóbetinde ya ni yanında getirildigi için hestì óurÿfu tàr u pÿd lafôıyla õikrolunmuşdur. Ve şìve-i lisànımızda Bu şeyi baña verir misin denildikde cevàbında Saña dayaú veririm denilmek gibi ve yine miåàl olaraú denilebilir ki Dün baàçede oturur iken birdenbire ãafram tutup beñzim ãarardı idi o eånàda aàaçları da gördüm ki òazàn onlarıñ da ãafralarıñı tutturup beñizleriñi ãarartmış. Taúdìren ãoóbet-i àayrda olana miåàl, bir yemek pişiren adama Yazıñı pişirseñ daha iyi olmaz mı denilmesi gibi. Burada her ne úadar pişirmek lafôı lafôen taúaddüm etmemiş ise de làkin o kimse yemek pişirmekde bulunduàundan taúdìren pişirmek lafôı meõkÿr óükmünde ùutularaú ikinci pişirmek oña müşàkeleten söylenmişdir. MuóassenÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı müzàvecedir. Bu da iki ma nà beyninde izdivàc ve içtimà etdirilmesidir. Şöyle ki şarù ve cezàdan her birisi, üzerine terettüb etdirilen ma nà-yı Àòar üzerine daòi terrettüb etdirilmekde şarùla cezàda vàúi ma niyeyniñ izdivàc ve içtimà etdirilmesidir. MiåÀli FilÀn õàtıñ inãàf u mürüvvetine baúıñ ki beni her ne úadar onuñla görüşmekden men ü nehy eylediklerinde 99 bende onuñ mihr ü muóabbeti lecc ü inàd ve kesb-i izdiyàd eyler ise o haúúımda àammàz ve nemmàmıñ àamz ü nifàúına ìúà -ı sem -i i tibàr ederek lecàcet-i hicre müsà ade ile benden uzaúlıàına bà iå olur. Burada şarù ve cezàda olan ma niyeyniñ beynini ya ni men ve nehy ile àammàzıñ nifàúını ilúà-yı sem i tibàrına lecàcet-i muóabbet ve lecàcet-i hicri terettüb etdirilmesiyle izdivàc etdirmişdir. MuóassenÀt-ı ma nevìden biri de tecàhü l-i Àrif ãan atıdır. Bu da ma lÿm bir nükte için ma lÿmı àayr-i ma lÿm mesàúına sevú etmekdir. Bu nükte de yà tevbìò olur. MiåÀli beyit Ey òàk-i KerbelÀ nedür ol sebz-càmeler EyyÀm-ı màtemiñ bu mudur resm ü Àdeti

137 105 gibi ve yàòud medióde mübàlaàa için tedellüh ve tedehhüş olur. MiåÀli beyit Aceb aks-i ruòuñ mı eylemiş rÿşen bu şeb-i çeròi ŞerÀr-ı sìneden yanmış mı yoúsa òırmen-i encüm gibi. Bu beyit medóde mübàlaàa için tedellühe miåàldir. Ve yàòud õemmde mübàlaàa için taóayyür ve tedellüh olur. MiåÀli AcabÀ bu mübàrizlerimiz birùaúım aceze-i nisvàn ve yàòud bir nice òàm u nàdàn olan emredler midir nedir gibi. MuóassenÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı tevriyedir. Buña ãan at-ı ìhàm ve ãan at-ı tevcìh ve ãan at-ı temåìl 100 daòi derler. Bu tevriye, úarìb ve ba ìd iki ma nàsı olan bir lafôı, ıùlàú edip úarìne-i òafiyyeye i timàden ma nà-yı ba ìdi muràd olunmaúdır. Bu da iki úısımdır: Biri tevriye-yi mücerrededir ki ne ma nà-yı úarìbe ve ne de ma nà-yı ba ìde mülàyim olan şeyle içtimà etmez. MiåÀli beyit äordum nigàrı didiler aóbàb Semt-i vefàda doàru yoldadır beytinde vàúi vefà ve doàru yol tevriyeleri gibi ki burada ma nà-yı úarìb nigàrıñ VefÀ semtinde ve cadde üzerinde òànesi bulunduàunu ifàdeden ve ba ìd-i Àşıúına vefàlı ve ehl-i ırż u edebden olduàunu beyàndan ibàretdir. MurÀd da ba ìddir. Ve dìgeri tevriye-i muraşşaóadır ki ma nà-yı úarìbe mülàyim olan bir nesne ile õikrolunur. MiåÀli beyit Her tàze naòl-i gülşeni pìr-i sefìd eden Berd-i acÿz mevsiminiñ úoca úarıdır Burada acÿz ve pìr münàsebetiyle her ne úadar úoca úarı ma nà-yı úarìb ise de làkin úar muràd olunmuşdur ki mülàyimi de sefìddir ve yine muùlaúà tevriye iki úısımdır:

138 106 Biri tevriye-i müteheyyi edir. MÀ-úablinde bulunan bir lafıôla tehyi e úılınır. MiåÀli DehÀnıñ naàme-perdàz eyledikde etdim istifsàr äorarsañ bu maúàmı bÿselikdir didi ol dildàr gibi. Burada naàme-perdàz lafôı bÿselik tevriyesini tehyi e 101 úılmışdır. Ve dìgeri tevriye-i mübeyyenedir ki ma nà-yı ba ìdiñ levàzımından biri anda õikrolunur. Beyit Bürÿdet ol derece tu diseñ yire düşmez Çi sÿd meykedede úaymaú ister ehl-i ãafà Burada ma nà-yı úarìb, süd úaymaàıdır ki onuñ mülàyimi süd lafôıdır. Ma nà-yı ba ìdi úızaúla úaymaúdır. MurÀd, saròoşluú óaràretiyle ehl-i ãafà buz üzerinde úaymaú isterler demekdir. Ma nà-yı ba ìdiñ mülàyimi de bürÿdetdir. MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı aksdir. Akis, kelàmda bir cüz olup onu cüz -i Àòire üzerine taúdìm ederek ba dehü bu cüz ü taúdìm ve o bir cüz ü te òìr eylemekdir. MiåÀli KibÀrıñ kelàmı kelàmıñ kibàrıdır. Bì-niúÀb ü bà-niúàb arż-ı cemàl eylerdi yàr Geh hilàli bedr ü 109 geh bedri hilàl eylerdi yàr Dìger muóassinàt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı rücÿ dur. Rücÿ bir nükteden nàşì naúż u ibùàl ùarìúıyla kelàm-ı sàbıúa avdet ve müràca atdır. MiåÀli Gÿş et göñül beyàn-ı miyàn eylerem saña Yoú belki rişte-i dil ü 110 càn söylerem saña gibi. 109 Metinde u و dizgi hatası sonucu yazılmamıştır. 110 Metinde ü و dizgi hatası sonucu yazılmamıştır.

139 107 MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı tecrìddir. Bu da õì-ãıfat olan bir emirden yine ol ãıfatda emr-i mezbÿra mümàåil emr-i Àòar intizà ına derler. Bu da o ãıfatıñ 102 emr-i mezbÿrda mübàlaàası için ìràd olunur. Bu daòi òiùàbì ve àayr-i òiùàbì ikiye münúasimdır. ÒiùÀbìye miåàl: Ey çeşm-i girye-òìz eåeriñ yoú mudur seniñ Áteş içindeyim òaberiñ yoú mudur seniñ áayr-ı òiùàbìye miåàl: Nergis ol òÿn-h v Àrsız ayn-ı żarardır çeşmime CÀm-ı mey dildàrsız òÿn-ı cigerdir çeşmime äan at-ı tevcìh daòi muóassinàt-ı ma neviyyeden olup buña muótemilü żżıddeyn daòi derler. Bu da kelàmı, bir vecihle ìràd etmekdir ki medió veyà õemden vecheyn-i muhtelìfeyn üzere muótemel ola. MiåÀli Amr isminde olan yek-çeşm bir òayyàù haúúında BeşşÀr nàm şà iriñ Arabiyyü l- ibàre söylemiş olduàu beytiñ bu tercümesi gibi beyit Amr dikdi bendeñiz için bir úabà KÀşkì ki gözleri olaydı sevà Burada BeşşÀr Amr ıñ dikdigi úabàdan memnÿn olaraú du À mı ediyor yoúsa memnÿn olmayıp da inkisàr mı ediyor ikisinin de iótimàli vardır. MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı leff ü neşrdir. Bu da icmàl veyà tafãìl üzere evvelà müte addidi õikredip ba dehu müte addidiñ ÀóÀdından her birisi için olan nesneyi sàmi iñ ircà ına i timàden min àayr-i ta yìn õikretmekdir. Bu leff ü neşr iki úısımdır. Biri müretteb ve dìgeri leff 103 ü neşr-i àayr-i mürettebdir. Mürettebe miåàl Fikr-i rÿyuñ dilde tàb-ı sÿz-ı zülfüñ sìnede NÀrdır külòanda gÿyà màrdır gencìnede gibi.

140 108 áayr-ı mürettebe miåàl, Tercüme-i Telemaú ta kà in Õihn ü fikriñ ràóatı yürümek ve işlemek ile vücÿduñ riyàøeti sebeb-i taãfiye-i dem ve illet-i idàme-i ãıóóat-i benì Àdemdir ibàre-yi rengini gibi. MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı cem dir. Bu da müte addidiñ beynini bir óükümde cem etmege derler. MiåÀli beyit Gül Àteş gülbün Àteş gülşen Àteş cÿy-bàr Àteş Semender ùıynetàn-ı aşúa besdir làle-zàr Àteş MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı tefrìúdir. Bu da iki ãıfatıñ miyànını ibtidà cem etmeden tefrìú ùarìúıyla ìràd etmege derler. MiåÀli beyit Nice teşbìh olunsun eràuvàna rÿy-ı gül-gÿnuñ Anıñ óüsni sebük-rev rengi ammà dà imì bunuñ Dìger Nice teşbìh edelim úadd-i nihàl-i yàra Yoàıken vech-i şebeh tàze nihàl-i çemeni O bulur kisve-i sebzìn-varaúla revnaú YÀr eder kesb-i leùàfet çıúarup pìreheni MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı taúsìmdir. Bu taúsìm 104 ãan atı, ibtidà iki şey õikredip ãoñra her birisiyçin olan ãıfatı kendisine iøàfe ve ta yìn etmege derler. MiåÀli Ruòıyla Àrıż u gìsÿsı dilberiñ yekser Biri gül ü biri kàfÿr ü ol biri anber gibi. Bu ãan at-ı taúsìmde gelen ãıfatlara birer merci làzımdır. MeåelÀ biri ve ol biri lafıôları gibi. Eger merci ta yìn olunmaz ise taúsìm idàdından çıúıp leff ü neşr idàdına dàòil olur.

141 109 MuóassinÀt-ı meõkÿreden biri cem ma a t-tefrìú dir ki iki nesneyi bir ma nàya başúa başúa ãıfatlarla idòàl etmege derler. MiåÀli beyit Vech-i pàkiñ nàra beñzer şu le-efrÿz olmada Dil de beñzer nàra ammà germ ü pür-sÿz olmada Biri de cem ma a t-taúsìm ãan atıdır. Bu da iki şey i evvelà mıãra -i evvelde ve yàòud fıúra-i ÿlàda bir óükümde cem edip ba dehu ikinci mıãra veyà fıúrada taúsìm etmege derler. MiåÀli beyit Bir gelür õevú ÀşinÀ-yı aşúa luùf u kaór-ı yàr Birini dost Àrzÿ eyler birin aàyàr-ı ò v Àr Biri de cem ma a t-tefrìú ve l-taúsìm ãan atıdır. Bu da iki nesneyi ibtidà cem ve soñra tefrìú edip ondan soñra beherine birer ãıfat ìràd ile taúsìm etmekdir. MiåÀli beyit 105 Leb-i yàre aúìú-i nàb didüm Mu teriż oldılar bütün yàràn Didiler seng-pàre-yi Yemen ol Bu ise gird-i çeşme-i óayvàn İmdi mıãrà -ı evvelde leb-i yàr ile aúìú-i nàb ve ãafà cem olup mıãrà -i åànì óükmiyle ãoñra yek-dìgerinden tefrìú olunmuş mıãrà -ı åàliå ve ràbi ile de onlarıñ ãıfatı mümeyyizeleri beyàn ve edà olunaraú iki cihete taúsìm olunmuşdur. MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de mübàlaàa-i maúbÿle ãan atıdır. MübÀlaàa iddi À ùarìúıyla bir şeyiñ vaãfınıñ şiddet veyà za fını óadd-i müsteb ad veyà müsteóìle iblàà etmege derler. Bu ãan ata mübàlaàa-i maúbÿle denmesi mübàlaàa-i merdÿdeden iótiràz içindir. äan at-ı mezbÿre teblìà ve iàràú ve àulüvve taúsìm olunmuşdur. Şöyle ki iddi À olunan şey eger aúlen ve Àdeten mümkün olur ise teblìàdir. MiåÀli beyit

142 110 Benem ol nàdire-senc-i güher-i tàze ôuhÿr Köhne mażmÿna degil genc-i òayàlim maózen Ve eger müdde À aúlen mümkün olup Àdeten muóàl olur ise iàràúdır. MiåÀli beyit Fetó-i Òayber olalı eylememişdir kimse Zÿr u bàzÿ ile bir böyle óiãàrı tesòìr Eger ne aúlen ve ne de Àdeten mümkün olmaz ise àulüvdür. Bu da birúaç úısma taúsìm olur. Biri bihaúúın taòayyülden nev amà óüsnü 106 mutażammın olduàu için àulüvv-i müstaósendir. MiåÀli beyit ÒÀmem ol mÿ ciz-ùıràz-ı ãad hezàràn pìşedir Kim naôìr olmaz oña illà Kelìm iñ ejderi Ve dìgeri daòi hezl ve òalà a mevúinde ìràd olduàundan àulüvv-i mücàzdır ya nì maúàm-ı hezelde isti màli tecvìz olunmuşdur. MiåÀli HevÀ ì niñ işbu Esmezdi deñizde ãaúanaàlı úara yeller Bir çifte Arab mavnasına yelken olaydım beytinde olduàu gibi. Ve biri de àulüvv-i müstehcendir. Bu úısım merdÿddur ki ibàrede küfr ü ilóàdı mutażammın olduàundan nezd-i üdebàda tefevvühü degil istimà ı bile müstehcen ve müstekrehdir. Bu àulüvv-i müstehcen derece derecedir. Ba żı úabìó ve ba żı aúbàó ve ba żı eşna dır. Úabìóe miåàl beyit Benem ol nàôım-ı endìşe ki simsàr-ı úażà Edemez úıymet-i ıúd-i dürr-i naômım taúdìr MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de tefsìr-i celì ãan atıdır ki iki veyà ziyàde nesneyi şi irde òafì ve mücmel olaraú õikredip ãoñra tafãìl etmege derler. MiåÀli beyit

143 111 YÀ ala yàhÿd vere yàhÿd aça yà bend ede TÀ cihàn ùurduúça úalsun şàhide bu yàdigàr Aldıàı olsun vilàyet verdigi olsun aùà 107 Baàladıàı pày-ı düşmen açdıàı olsun óiãàr beytinde olduàu gibi. MuóassinÀt-ı ma neviyyeniñ biri de tefsìr-i òafìdir. Bu da iki veyà ziyàde nesneyi ibtidà şi irde getirip ãoñra onlara baż ı münàsib ãıfatlar ìràd etmekle òafìce tefsìr etmege derler. MiåÀl beyit Çeşm ü 111 ebrÿ vü àamzeñ eylerler Şÿr u 112 àavàà vü fitne Àlemde MuóassinÀt-ı ma neviyyeniñ biri de edeb-i ùaleb ve óüsn-i sÿ al 113 denilen ãan at-ı maúbÿledir. MiåÀl-i beyit Faúrıla faòr idince Peyàamber Ümmeti de olur muóibb-i faúìr ÁãafÀ eyle DÀder-i Şerefi áurebà òaste-òànesine müdìr Óüsn-i taòallüã muóassinàt-ı ma neviyyeden olup bu da şi irde şà ir taàazzül ve teşbìbden veyà neåirde maùla dan bir şìve-i laùìf ile maúãÿda şürÿ etmege derler ki buña girìzgàh daòi derler. Bu da kelàmda óüsn-i iltiyàm bulunması làzım gelmesinden neş et eder. Çünkü sàmi maùla dan maúãÿda intiúàl olunacaú zamànda kelàmda mülàyemet ve óüsn-i revnaú óissetdikde neşàùını taórìk etmekle mà-ba dìni ıãààya ióàle-i sem -i diúúat eyler. Bu óüsn-i ibtidà ve óüsn-i taòallüã ve óüsn-i intihànıñ tezyìn-i kelàmda medòali küllìsi vardır. 111 Metinde olması gereken ve و bağlacı yoktur. Tarafımızdan eklenmiştir. 112 Metinde olması gereken ve و bağlacı yoktur. Tarafımızdan eklenmiştir. 113 Metinde جسن şeklindedir.

144 112 MuóassinÀt-ı ma neviyyenin biri de ãan at-ı óüsn-i ùa lìldir. Bu da bir vaãf için bir i tibàr-ı laùìf ve àayr-i haúìúì ile 108 o vaãfa bir illet-i münàsibe iddi À olunmaúdır. Bu da dört úısımdır. ZìrÀ kendisiyçin illet-i münàsibe iddi À olunacaú ãıfat yà illetiñ beyànı úaãdolunan ãıfat-ı åàbite olur veyà iåbàtı muràd olunan ãıfat-ı àayr-i åàbite olur ve ãıfat åàbit olup illetiniñ vaãfı muràd olunduàu vaúitde yà o vaãf için óasbe l- Àde illet-i ôàhire òàùırlanmaz ve yàòud illet-i meõkÿreniñ àayrı bir illet-i ôàhire bulunur ve àayr-i åàbit olup iåbàtı muràd olunan daòi yà mümkün olur yàòud àayr-i mümkün olur. MiåÀl-i evvel beyit Baóre nice teşbìh edeyim eyledigim dem áayretle seóàbı görürüm girye-künàndır beytinde seóàbdan maùarıñ nüzÿlü bir ãıfat-ı åàbitedir ki onuñ için óasbe l-àde illet òàùırlanmaz óàlbuki şà ir memdÿóunu cÿd u seòàvetde baóre teşbìh etdigi için seóàb àayretinden girye eder ya nì maùar nàôil olur demek ister. İşte nüzÿl-i maùara seóàbıñ àayreti óüsn-i ta lìl edilmişdir. MiåÀl-i dìger PerìşÀn ehl-i Àlem Àh u efààn etdigimdendir PerìşÀn olduàum òalúı perìşàn etdigimdendir dìger Dem-À-dem aks alur mir Àt-ı Àlem úahr u luùfuñdan Anıñçün geh küdÿret ôàhir eyler geh ãafà peydà äıfat-ı åàbitede meõkÿr olan illetden àayrı illet-i ôàhire olduàuna miåàl TezÀóümden ãıyànetdir ta addüd ràh-cÿyànı 109 Óaúìúatde degildir muòtelìf ÀrÀ vü meõhebler Burada ÀrÀ ve meõhebiñ ta addüd ve iòtilàfı nev -i beşer için bir ãıfat-ı åàbite olup iòtilàf-ı meõkÿrda uúÿl ve idràkat-ı beşeriyyeniñ derecàt ü tefàvütü illet-i

145 113 ôàhiredir. ÓÀlbuki ràh-cÿyànı tezàóümden ãıyànet için ÀrÀ vü meõhebiñ ta addüdü oña bir óüsn-i ta lìl edilmişdir. İåbÀtı muràd olunan ãıfat-ı àayr-i åàbiteniñ imkànına miåàl beyit İsÀ et-kàrì-i àammàz oldı bende müstaósen Gözüm merdümleri úurtuldı òavf-ı àarú-ı eşkimden gibi. Burada àammazıñ isà etini istiósàn emr-i mümkün ise de làkin beyne n-nàs müstaósen olmadıàı cihetle nàsa muòàlefet ederek merdüm-i çeşminiñ àarú-ı eşkiñden òalàã olmasıyçin óüsn-i ta lìl etmişdir. İåbÀtı muràd olunan ãıfat-ı åàbiteniñ mümkün olmamasına miåàl beyit Olmaya idi òıdmetiñ úaãdında cevzà serverà Kimse görmezdi belinde burc-ı cevzànıñ kemer Burada cevzànıñ òıdmet-i memdÿóa niyyeti ãıfat-ı àayr-i mümküne olup cevzànıñ üzerinde bulunan ıúd-ı niùàúıyla ãıfat-ı meõkÿreniñ iåbàtı úaãdolunmuşdur. İşbu beyit i tibàr-ı dìgerle óüsn-i ta lìliñ úısm-ı evveline daòi miåàl olabilir. Şekk üzere binà olunan kelàm daòi ãanàyì -i ma neviyyeden add 110 olunaraú bu óüsn-i ta lìle ilóàú olunmuşdur. MiåÀli Áh eder rÿzgàr aàlar ebr äanki hicràn-ı yàre etmez ãabr beytinde olduàu gibi. MuóassinÀt-ı ma neviyyeniñ biri de ãan at-ı tefrì dir. Bu da bir emriñ iki müte allıúından birisi için bir óüküm iåbàt olunduúdan ãoñra o óüküm tefrì ve ta úìbi ìmà edecegi vecih üzere müte allıú-ı Àòarı için iåbàt olunmaúdır. MiåÀli beyit Dil-i sevdà-zedeye nükhet-i zülfüñ şàfì Remed-i çeşme şifà vermege vechüñ kàfì

146 114 gibi. MuóassinÀt-ı ma neviyyeniñ biri de te kìdü l-medó bimà yüşbihü õ-õemm ãan atı olup bu da memdÿóu õemmi iş Àr eden üslÿb üzere medó eylemekdir ki buña istidràk daòi derler. Onuñ aósen ü efêàli bir şeyden nefyolunan ãıfat-ı õemden o şey için olan bir ãıfat-ı medóiñ ãıfat-ı õemde duòÿlünü farż ile istiånà olunmasıdır. MiåÀli beyit İtdim imràr-ı naôar esbàb-ı óüsn-i dil-bere Bir úuãÿrsuzdur faúaù úaddi müşàbih ar ara gibi. MiåÀl-i dìger O màhı eyledim sencìde-i mìzàn-ı diúúat kim DehÀn-ı tengine söz ãıàsa yoú óüsnünde noúãànı gibi. MuóassinÀt-ı ma neviyyeniñ biri de te kìdü õ-õemm bimà yüşbihü l-medó ãan atıdır. Bu da iki úısımdır: Biri bir şeyden menfì olan ãıfat-ı 111 medióden ãıfat-ı medióde duòÿlünü taúdìr ile o şey için olan bir ãıfat-ı õemmi istiånàdır. MiåÀli FilÀn kimseden hiç òayır gelmez faúaù kendisi iyilik eden õàta fenàlıú eder gibi. İkinci bir şey için bir ãıfat-ı õemm iåbàt olunup ãıfat-ı õemm Àòarıñ veliyy eyledigi edàt-ı istiånà ile ta úìb olunmasıdır. MiåÀli FilÀn kimse fàsıúdır làkin càhildir gibi ve keõàlik FilÀn kimseniñ cehlinden mà- adà müstaósen bir ãıfatı yoúdur kelàmı daòi bu ãan atdandır.

147 115 BÁB-I SÁNÌ MUÓASSENÁT-I LAFÔİYYE BEYÁNI MuóassinÀt-ı lafôiyyeden biri cinàs ãan atıdır. Bu da iki lafıô beyninde müşàbehet olmasıdır. Bu cinàs birúaç úısımdır. Biri cinàs-ı tàmdır. Bu da envà ve a dàd-ı óurÿfda ve óurÿfuñ hey et ü tertìbinde muvàfıú ve müsàvì bulunan iki kelimeye derler ki bu kelimelerden her biri başúa başúa ma nàda buluna. Bu cinàs-ı tàm yà iki isim beyninde olur ki oña cinàs-ı tàm-ı mümàåil denir. MiåÀli şìr-i şìr-ò v شيرخوارÀr شير gibi veyà bir isim ile bir fi il miyànında olur ki cinàs-ı müstevfà denir. MiåÀli beyit MihmÀn-ı mìzbàn-ı luùfı sulùàn ü gedà Óamd-ò v Àn-ı ò v Àn-ı cÿdı pìr ü ùıfl-ı şìr-ò v Àr ميزبان لطفی سلطان و گدا / حمد خوان خوان جودی پير و طفل شيرخوار مهمان gibi. Ve eger bu iki lafıôlardan mürekkeb olur ise cinàs-ı mürekkeb denir. MiåÀli beyit SulùÀn-ı mülk-i òàver ya ni o mihr-i a ôam 112 TÀbende olmaz idi tà bendeñ olmayaydı dìger تا بنده گ اولمييدی سلطان ملک خاور يعنی او مهراعظم تابنده اولمزايدی CÀhile càh ile rif at mi gelür Àlemde Álem-efrÀz-ı me À r ifdir olan ãàóib-i tuà Bu cinàs-ı mürekkeb de eger lafôeyn beyninde òaùùda daòi müteşàbehet olur ise cinàs-ı mürekkeb-i müşàbih olmaz ise cinàs-ı mürekkeb-i mefrÿú denir. MüteşÀbihiñ miåàli emåile-i sàbıúa olup mefrÿúuñ miåàli beyit DÀà-ı ışúıñla derÿn-ı dil yanar tennÿr olur Pertev-i mihr-i ruòuñla ser-te-ser ten nÿr olur

148 116 Bu cinàs-ı mürekkebiñ bir nev i daòi cinàs-ı rüfÿdur ki lafô-ı mürekkeb kelimeyi müstaúılle olmayup belki bir kelimeniñ cüz ü ile dìger cüz ünde bulunan kelimeden terekküb eder. Rüfÿ luàatde yamalamaú ma nàsına olduàu için kàn-i kelimeniñ cüz üyle kelime-i mücàvire yamalanmışdır. MiåÀli kitàb-ı idràk-tàb ادراک تاب کتاب gibi. Eger mütecàniseyn birbirini veliyy ederse cinàs-ı müzdevic denir. MiåÀli àaşem-şem ve neàam-àam gibi. Buña cinàs-ı mükerrer ve cinàs-ı müredded daòi derler. Bu tecnìs-i tàmdan bir nev i daha vardır ki mütecàniseyn ma kÿsü l-óurÿf veyà ma kÿsü l-kelimeteyn olaraú gelir. MiåÀl-i makÿsü l-óurÿf Şöyle dönmüş o büt teb-zede-i esmàya Şeyòden haftada bir sıtmaya nevbet gelmez Eger lafôeyen-i mütecàniseyn yalñız heyet-i óurÿfda muòtelìf olup nev ü aded ve tertìbde müttefiú olur ise cinàs-ı muóarref denir. Cübbetü l-bürd, cennetü l-berd 113 gibi. Bu cinàs-ı muóarrefiñ bir úısmı da envà u a dàd-ı óurÿfda [جبه البرد جنه البرد] müttefiú olup yalñız óareke ve sükÿnda muòtelif olur. MiåÀli Bid at şerek-i şirk dir gibi. [بدعت شرک شرکدر] Eger lafôeyn-i mütecàniseyn a dàd-ı óurÿfda daòi muòtelif olurlar ise cinàs-ı دختر سعد [ sa d-aóter nàúıã denir. Bu da yà evvelinde olan lafôıñ iòtilàfıyla olur. duòter-i ; gibi [جد veyà iòtilàf و جهد] ; gibi [اختر veyà vasaùda bir óarf ziyàdesiyle olur cidd ve cehd Àòirde bir óarfiñ ziyàdesiyle olur. Buña tecnìs-i muùarraf denir. MiåÀli beyit Dil gÿşe-nişìn-i àamm u càn zàr u belà-keş Ben àayretile muøùarib ü muøùarr-ı Àlem gibi; veyà iòtilàf bir óarfden ziyàde ile olur. Bu da evvelinde olur ise tecnìs-i mükerrer denir. MiåÀli beyit İtdi ten-i nizàrımı feryàd ü nàle nàl Úaldım ol rütbe øa fıla yoú irtióàle óàl

149 117 Eger lafôeyn-i mütecàniseynde ziyàde olan óarfler Àòirde olur ise cinàs-ı müõeyyel denir. MiåÀli cÿy-cevànió جوانح]. gibi [جوی Eger lafôeyn-i mütecàniseyn envà -ı óurÿfda daòi muòtelif olup bunuñ şarùı da iòtilàf bir óarfden ziyàde olmamaúdır. Bu muòtelif olan óarfleriñ maòrecleri müttefiú [طام - دام [ dam olur ise cinàs-ı muøàri denir. Gerek muòtelif óarfler evvelde olsun ùam - gibi ve gerekse vasaùda olsun sa Àd - sehàd [ - سهاد [سعاد 114 gibi ve gerekse Àòirde olsun òayr u òayl [ و خيل [خير gibi. Eger maòrecleri müttefiú veyà müteúàrib olmazsa cinàs-ı làóiú derler hemz ü lemz و لمز] [همز ve sitàre vü seyyàre و سياره] [ستاره gibi. CinÀs-ı òaùùì, iki veyà ziyàde lafıôlarıñ ãÿret-i kitàbetde birbirine müşàbehetine derler. RÿzgÀr - zÿrkàr [ - زورکار,[روزکار öõr - àadr, [ - غدر [عذر gibi. Eger mütecàniseyn tertìb-i óurÿfuñ ba żısında muòtelif olurlar ise buña tecnìs-i kalb derler averàt ve reve Àt [ - روعات [عورات gibi. äan at-ı úalb daòi mülóaúàt-ı cinàsdan olaraú ãanàyì -i lafôiyyedendir. Bu da her iki lafôıñ nev ve aded ve hey et-i óurÿfda mütteóid ve yalñız tertìbde muòtelif bulunmalarına derler. Eger bu úalb tamàm-ı óurÿfuñ in ikàsıyla olursa úalb-i küll denir. MiåÀli tàrìò ile òayràt [ - خيرات [تاريخ ve iúbàl ile làbeúà [ لا بقا [اقبال ve les ile asel gibi; ve eger in ikàs ve tebeddül ba ø-ı óurÿfda [ا تش - شتا [ şità ve Àteş ile [لسع - عسل [ olursa oña úalb-i ba ø derler. áayret ile taàayyür [ - تغير [غيرت kelimesi gibi. Ve eger bu tecànüs-i úalbì bulunan kelime biri evvel-i beyitde veyà evvel-i mıãrà da ve dìgeri keõàlik Àòir-i beyit veyà mıãrà da olursa oña maúlÿb-i mücennaó derler. MiåÀli beyit İúbÀliñe i timàd úılma kim Kim úalbi anıñ da là-beúàdır gibi. MiåÀl-i dìger beyit Mÿr gibi emriñe úılmış iùà at ehl-i Rÿm RÀm oldı nitekim MÿsÀya ey şeh-i siór màr gibi.

150 118 Ba żan kàmilen aşaàıdan yuúarı oúunan ma kÿs-ı müstevì denilen ibàre ve mıãra larda bulunur. MiåÀli 115 Òoş kemàliñ heme kelàmıñ şÿò, ÁşinÀ-yı leàlì-i inşà, gibi. Ve yine cinàsa iki şey làóiú olur. Biri lafôeyn, iştiúàú cihetiyle mücànis olandır. Bunlarıñ müştaú-ı minhleri mütteóid olur. Buña ittióàd-ı iştiúaúì derler. MiåÀli beyit NÀrastdır sipihr mümàşàt ederse de äàf olmaz iddi À-yı musàfàt ederse de İkinci şibh-i iştiúàú cihetiyle mücànis olandır. Bu da lafôeynden birinde olan óurÿfun cümlesi veyà ekåerisi dìgerinde daòi bulunur. Faúaù cinàs-ı iştiúàú da olduàu gibi bunlarıñ müştaú-ı minhleri mütteóid olmaz òàl خال ve òàlì [خالی] gibi. äanàyì -i lafôiyyeden biri de terdìd ãan atıdır. Bu da lafıô ve ma nàca müttefiú iki kelimelerin biribirine aùf u redd olunmasıdır. MiåÀli beyit Gerçi cànàndan dil-i şeydà içün kàm isterem äorsa cànàn bilmeõem kàm-ı dil-i şeydà nedür Reddü l- acüz ale ã-ãadr daòi ãanàyì -i lafôiyyeden olup bu da yà kelàm-ı menåÿr veyà kelàm-ı manôÿmda olur. KelÀm-ı menåÿrda lafıô ve ma nàda müttefiú lafôeyn-i mükerrereynden ve yàòud lafôen müşàbih olan kelimeteyn-i mütecàniseteynden ve yàòud iştiúàú veyà şibh-i iştiúàú cihetiyle mütecàniseyne mülóaú addolunan kelimeteynden biriniñ evvel-i fıúrada ve dìgeriniñ Àòir-i fıúrada ve manôÿmda biri úanàı mıãra olursa olsun 116 evvel-i mıãra da ve dìgeri Àòir-i mıãrà da ve yàòud biri mıãra -i evveliñ óaşvinde veyà Àòirinde getirilmege derler. Lafôeyn-i mükerreyniñ mıãra -i evveliñ Àòiriyle mıãra -i åànìniñ evvelinde veyà mıãra -i åànìniñ Àòiriyle beyt-i åànìniñ evvelinde olduàuna miåàl beyit Ey vücÿd-ı kàmiliñ esràr-ı óikmet maãdarı Maãdarı õàtıñ olan eşyà ãıfatıñ maôharı

151 119 Maôharı her óikmetiñ sensin (ilà-àòirihi) İrsÀl-i meåel daòi muóassinàt-ı lafôiyyeden olup bu da şi irde ve fıúra-i kelàmiyyede meåel ìràdına derler. Beyit ZamÀnı gelmiyecek her işiñ óuãÿlı muóàl Umÿrı vaútine merhÿn kelàmı pek meşhÿr gibi. Telmìó daòi ãanàyì -i lafôiyyeden olup bu da õikri sebúat etmeyen meşhÿr bir úıããaya ve yàòud şi ir veyà bir meåel-i sà ire işàret etmege derler. MiåÀli beyit Aòter-i maùlabım ÀfÀú-ı felekden doàmaz Günde biñ şey doàurur leyle-i óublà-yı adem gibi. Bu beyitde el-leyletü óublà 114 meåel-i meşhÿrına işàret ve ìmà olunmuşdur. äan at-ı iútibàs daòi ÀyÀt ve eòàdìåden olduàunu bildirmeyerek bunlardan biriyle kelàmı tenvìr etmege derler. MiåÀli beyit Bì-beúÀdur bu menzil ey aóbàb يااولو ا فاتقوا االله 115 لبا ب gibi. Sirúat daòi ãanàyì -i lafôiyyeden olup bu da sà iriñ 117 kelàm veyà şi irini başúa zemìnde ifàdeye derler. Sirúat, iki nev dir. Biri ôàhirìdir ki sà iriniñ kelàmınıñ küllì veyà ba żısını naôım ve kelam taàyìr olunmaúsızın almaàa derler. Buña nesò ve intióàl denir ki meõmÿmdur ve eger naômıñ taàyìr ile veyà ba żı lafıô aòõıyla olursa mesò ve iààre derler. Bu maúÿle sirúat ba żan mesrÿúün-minhden ziyàde meziyyeti óàvì olduàu için maúbÿl olur. Ve-illÀ bu daòi meõmÿmdur. 114 Gece, gebedir. 115 Fe ttaúullàhe yà ulu l-elbàb Ey akl-ı selim sahipleri! Allah tan korkun Mâide Sûresi, 100.

152 120 Ve dìger nev i àayr-i ôàhirìdir ki bu da beş úısım olup bunlarıñ küllìsi tecvìz olunmuşdur. 1) Evveliñ ma nàsıyla åànìniñ ma nàsı teşàbüh edendir. 2) Evveliñ ma nàsı åànìniñ maóalliniñ àayrına naúl olandır. 3) æànìniñ ma nàsı evvelden ekmel olandır. 4) æànìniñ ma nàsı evveliñ naúìøi olandır. 5) Evveliñ ma nàsınıñ ba żısı alınıp ziyàde taósìn için åànìye ilàve úılınandır. Fıúra birbirini ta úìb eden fàãılalı ibàre veyà cümleye denir. Fıúra ile cümle miyànında niseb-i erba adan umÿm ve òuãÿã min-vech olmuş olur. MeåelÀ kelàm-ı mütevàliyyeye fıúra da denir cümle de denir. MütevÀliyye olmayan kelàma cümle denilip fıúra denilmedigi gibi terkìb-i iøàfì ve tavãìfì gibi teràkib-i nàúıãayı óàvì olup mütevàliyyen fàãılalı gelen ibàreye fıúra denir. Cümle denilemez. 118 MuóassinÀt-ı lafôiyyeden biri de seci dir. Seci kelàm-ı menåÿrda iki fıúranıñ Àòirleriniñ óarf-i vàóid üzere gelmesine derler. Seci den maúãÿd teúàùu -ı kelàmda i tidàl óàãıl etmekdir ki ùabì at daòi oña meyl eder làkin bu i tidàl seci de yalñız vuúÿf ve óarf-i vàóid üzere tevàfuú-ı fevàãil ile de óàãıl olamayıp belki istimà ında óalàvet ve ifàdesinde leõõet bulunan bir ùaúım elfàôı tescì ile edinilir. Ve nefisde muãavver bir ma nàyı elfàô-ı müsecca a iãààa muràd olunup da oña şey -i Àòar iøàfe veyà tenúìã olmaúsızın tekellüfsüzce ìràd ve ityàn olunabilirse o kelàmda óüsn ü şeùàret ve bil akis seci òàùırası için tezyìn veyà tenúìã-i elfàô ve mea nìye úalkışaraú tekellüf iòtiyàr olunursa kelàm-ı mezbÿrda úubó u hücnet óàãıl olduàu gibi øa f-ı te lìfe daòi sebebiyyet verilmiş olur. Seci iñ rabù-ı kelàmda daòli aôìmi olduàundan burada şerà it ve aúsàmı beyàn olunması làzım gelir. Seci iñ yedi şarùı vardır.

153 121 1) ElfÀô-ı müfredeniñ selàset ve uõbiyyeti 2) Tertìb ve terkìbi ùab -ı selìme maúbÿl görünmek için rekàketden ve iòtiyàr-ı tekellüfden selàmeti 3) Me Ànì elfàôa tàbi olmayıp her óàlde 119 elfàôıñ me Àniye tebe iyyeti 4) Her fıúranıñ dìger fıúrada olan me Àniye adem-i delàleti 5) FevÀãıl-ı müsecca anıñ mümkün olduàu mertebe az óarfden terekkübüyle fıúranıñ berceste bulundurulması 6) Áòir-i fıúrada medàr-ı seci olaraú getirilen kelime keåret-i isti màl ile herkes beyninde mütedàvil olanlardan olmayıp aãóàb-ı faøl u erbàb-ı ùab -ı selìm miyànında müsta mel kelimàtdan olması 7) RevÀbıù-ı kelàmiyye óükmünü giymiş bir ùaúım ef Àl ile edevàtıñ maúàm-ı seci de ol úadar ìràd ve isti màl olunmamasıdır. İşte bu şarùlarla beràber seci üç úısma münúasimdır. 1) Sec -i müvàzìdir ki iki fıúranıñ cemì veyà ekåer kelimeleri vezinde ve adedi óurÿfda ve óarf-i revìde muvàfaúaù etmesidir ki buña sec -i muraããa daòi denir. MiåÀli zübdetü l-emàåil v el-aúràn ve umdetü l-ekàbir ve l-a yàn menşe -i faøl u irfàn ve menba -i ilm u ìúàn, Àrif-i rumÿz-ı deúàyıú vàkıf-ı künÿz-ı óaúàyıú gibi. 2) Sec -i mütevàzindir ki her iki fıúranıñ Àòir kelimeleriniñ vezinde ve úàfiyede tevàfuúudur. MiåÀl Bi l-cümle aãóàb-ı uúÿl mütevàrì-i gÿşe-i òumÿl oldular ve Re is-i muùaffifìn-i bàzàr ve ser-òayl-i kem fürÿşàn-ı dil-àzàr gibi. 3) Sec -i muùarrafdır ki her iki fıúranıñ yalñız óarf-i revìde muvàfaúat etmesidir. MiåÀli Gevher-i giràn-bahà-yı óürriyyet ve seòàvetle ùabì at 120 ve ùıynetini piràste eden aãóàb-ı àayret ve óamiyyet gibi ki evvelkinde fıúralarda bulunan kelimeler vezinde

154 122 ve aded-i óurÿfda birbirine muvàfıú ve müsàvìdir ve ikincisinde yalñız fàãıla kelimeleri ve üçüncüsünde yalñız óarf-i revìler birbirine müsàvìdir. Ve yine seci cihet-i Àòarla üç úısma münúasım olur. 1) FÀãılalarıñ mütesàviyye olup biriniñ dìgeri üzere ziyàde bulunmaması. MiåÀl İlcÀ-yı cevr-i zamàne ùaleb-i Àb u dàne ve güõeràn-ı rÿz u şebàne için beni arż-ı vàsıùa revàne eyledi gibi. Fıúra-i åànìniñ fıúra-i ÿlàda i tidàli tecàvüz etmeyecek derecede fıúra-i ÿlànıñ ùavìl ve åànìniñ úaãìr bulunmaması làkin fıúra-i ÿlà ùavìl olup da fıúra-i åànìye oña illet veyà ãıfat veyà onu tefsìr olaraú getirilir ise sec -i mezbÿr müstezàd gibi olduàundan müstaósendir. MiåÀl O õàt germ ü serd-i zamàne görmüş (bir pìr-i òiredmenddir) làkin (derdmend ve müstemenddir). Eger fıúra iki veyà üç kelimeden ibàret ve fıúra-i åànìye on adedden ziyàde kelimeyi óàvì bulunur ise sec -i mezbÿr müstehcen ãayılır. MiåÀl İşte şeyòÿòeti nümàyàn ve ôàhir u bàùını birbirine uygun faúìr ve bì-vàye ve Àciz u óaúìr bir pìr-i nàtüvàndır gibi. äanàyì -i lafôiyyeden biri de ãan at-ı muvàzene olup bu da kelàm-ı 121 menåÿrda fevàãıl bulunan elfàôıñ ve şi iriñ mıãrà eyninde Àòir kelimeleriniñ bilà-úàfiye birbirine müsàvì olmasıdır. MiåÀli naôımdan beyit Ale l-òuãÿã ki ilhàm-ı vàridàt-ı nu ÿt Derÿna aşúıla oldı şeref-peõìr-i vürÿd Ve neåirden miåàli (Bu Àlem-i mükevvenàtıñ mebde ve intihàsı) ve (óàdiåàt-ı kevniyyeniñ esbàb-ı óudÿå ve inbi Àåı tamàmiyle bilinmek ilm-i İlÀhìye maòãÿãdur) kelàmında olduàu gibi ki şi ir-i meõkÿrda nu ÿtla vürÿd ve kelàm-ı mezbÿrda intihàsı kelimesiyle inbi Àåı kelimesi muvàzindirler.

155 123 Lüzÿm-mÀ-lÀ-yelzem daòi ãanàyì -i lafôiyyeden olup bu da şi iriñ óarf-i revìinde ve neåriñ fevàãıl-ı fıúaràtında vàúi óarfden evvel seci de làzım olmayan bir şeyiñ ityànıdır. Buña iltizàm ve taømìn ve teşdìd ve i nàt daòi derler. Bu da her ne úadar seci den ma dÿd ise de bunda óarf-i revìleriñ mà-úablinde vàúi óarfleriñ bir cinsden olması làzımdır. Bu cihetle seci den eòaããdır. Çünkü seci de bu müsàvàta lüzÿm yoúdur. MiåÀli El- ıyàõubillàh naãìb-i kem-ter ve nuóÿset-i aòterden bed-ter ne olabilir gibi ki burada óarf-i revì olan óarfleriñ ittifàúından soñra mà-úablinde bulunan tàlarıñ gelmesi lüzÿm-ı mà-là-yelzemdir. 122 İSTİÙRÁD Seci iñ kelàma şeùàret ve óüsn-i revnaú ìràå etdigi inkàr olunamaz ise de ekåer küttàb ve mü ellifìniñ buña úapılaraú kelàmıñ ma nàca olan úuvvet ü revnaúını bunuñ uàruna fedà etdikleri görülmekdedir. Bu da muóassinàt-ı bedì iyyeniñ belààatden addolunduàu zamàn-ı evveliñ baúıyyesidir. ÓattÀ şimdiki óàlde ekåer üdebànıñ bile müteràsil ve seci den Àrì ibàreleriñ belààatini müstelzim olan i tibàràt-ı òafìyyesi enôàr-ı celiyyelerinden nihàn úalaraú seci siz sàde ve Àdì görünür. HÀlbuki belààatçe kelàmıñ i tibàràtına baúılmalıdır. ÓattÀ eblaà-ı küll olan lisàn-ı nübevvet-i òàtemiyyeden pek çoú müteràsil mekàtìb ve òuùbe-i belìàa ãudÿr etmişdir. MeåelÀ işbu æervet-i òuãÿãiyye ya ni ÀóÀd-ı nàsıñ åerveti õàten ve esàsen åervet-i umÿmiyyeden ya ni millet ve devletiñ åervetinden muútebes bir şey olduàundan gerek dà imen ondan istifàde ve istiøà esine ve gerekse ma nen oña merbÿù u vàbeåte olmaàla sàyesinde óàãıl etmiş olduàu óüsn-i cereyànına baúılınca åervet-i umÿmiyye merkezinden oynar ve ãarãılırsa åervet-i òuãÿãiyyeniñ daòi intiôàm-ı óàli òàlel-peõìr olur ibàresi Àdì ve seci den Àrì bir ibàre olup bu ma nà bundan daha belìà bir ãÿretle ìràd olunabilir ise de làkin bunda daòi i tibàràt-ı laùìfeden olaraú Sistemlerde kà in 123 ecràm-ı ãıààr-ı müstenìreniñ iútibàs-ı envàrıla intiôàm-ı óarekàtı ecràm-ı kebìre-i münìreniñ intiôàmına merbÿù olmaàla hendese delàletiyle bu cirm-i kebìriñ ãarãılıp

156 124 merkezinden oynamasından ecràm-ı ãıààrıñ istiøàe ve óüsni cereyànı òàlel-peõìr olmasına úıyàsen ibàre-i meõkÿrede bir mülkde åervet-i òuãÿãiyye ile åervet-i umÿmiyye birbiriyle mütenàsib ve mütelàzım olduàu gösterilmişdir. MuóassinÀt-ı bedì iyyeniñ eşrefinden ma dÿd olan ãan at-ı terãì daòi ãanàyì -i lafôiyyeden olup bu da her iki fıúradan birinde bulunan elfàôıñ cümlesiniñ veyà ekåerisiniñ öbüründe bulunan elfàôıñ cümlesine veyà ekåerisine vezin ve úàfiyede tevàfuúuna derler. MiåÀli naôımdan beyit Ey nigeh-bàn-ı meúàlìd-i niôàm-ı devlet Ve y nesaúsàz-ı e Àôìm-i mehàmm-ı millet gibi. Ve neåirden miåàli Bu kàrgàh-ı ekvànıñ kàffe-i meşhÿdàtına ve bu şàh-ràh-ı imkànıñ Àmme-i mevcÿdatına aùf-ı nigàh-ı diúúat edilse gibi. İ tiràøu kelàm úable t-temàm daòi muóassinàt-ı lafôiyyeden olup bu da kelàmıñ arasına tamàm olmazdan evvel cümle-i mu teriøa dàòil olmaàa derler. MiåÀli AàãÀn-ı mülteffetü s-sàk-ı bààzàr-ı muóabbetimiz (bi-óikmetillàhi ta ÀlÀ) tündì-i bàd-ı hicrànla şikeste oldu 124 gibi ki burada bi-óikmetillàhi ta ÀlÀ cümle-i mu teriøadır bu kelàmıñ arasına dàòil oldı. äanàyì -i lafôiyyeden biri de ãan at-ı tensìúu ã-ãıfàtdır. Bu da bir şey için sıfàt-ı adìde iåbàt etmege derler. MiåÀli Destÿr-ı mükerrem, müşìr-i müfaòòam-ı niôàm-ı Àlem, nàôım-ı menàôım-ı ümem, müdìr-i umÿrü l-cumhÿr bi l-fikri å-åàúıb, mütemmim-i mehàmü l-enàm bi r-ràyı ã-ãà ib, mümehhed-i bünyànü d-devle ve liúbàl, müşeyyid-i erkànü s-se Àde ve l-iclàl, mürettib-i meràtibi l-òilàfeti l-kübrà, mükemmil-i nàmÿsü s-salùanati l- uômà, el-maófÿf bi-ãunÿfi avàùıfi l-mülki l-a là, a nì filàn paşa gibi. äanàyì -i lafôiyyeden biri de siyàúatü l-a dàddır. Bu da bir ùaúım esmà-i müfredeyi ta dàd etdikden soñra cümlesini ve yàòud ba żısını tavãìf etmege derler.

157 125 MiåÀli İlm-i inşànıñ vaãfında inşà lisàn-ı devlet ve tercümàn-ı himmet ve beşir ü neõìr-i millet ve sefìr-i suhÿlet-mesìr cemà at ü miftàó-ı bàb-ı medeniyyettir. LisÀn-ı devletdir ki aãóàb-ı politiúanıñ te Àùì-i efkàrına vàsıùadır. TercümÀn-ı himmetdir ki aãóàb-ı óàll-i aúdiñ úavàninine esàs ve icràsına vàsıùadır. Beşìr ü neõìrdir ki vaúàyi -i màøìyelerle ba zı ahàlìyi tebşìre ve ba żısını inõàra vàsıùadır. Sefìr-i suhÿlet-mesìrdir ki bunuñ vàsıùasıyla dünyànıñ bu başında bulunan adam öbürü 125 başında bulunan adamla úolayca muòàbere eder. MiftÀó-ı bàb-ı medeniyyetdir ki ahàlì-i mütemeddineniñ yüzüne ebvàb-ı ma Àrif bunuñ vàsıùasıyla açılmışdır. Bi-minneti te ÀlÀ işbu BelÀàat-i LisÀn-ı OåmÀnì pàdişàh-ı ma Àrif-perver şevketlü SulùÀn Abdülóamìd ÒÀn Efendimiziñ zamàn-ı salùanat-ı uômàlarında mekàtibde tedrìs olunmaú için ùab olunaraú şeref-i intişàr buldu. Temmet fì 20 RamaøÀni l-mübàrek sene Maùba a-i Ámire de ùab olunmuşdur. 126 İ TİÕÁR İşbu kitàbıñ bu def a birinci ùab ı olduàundan baøı yañlışları var ise de noúùa ve óarf gibi bilinir òaùàlarıñ taãóìóinden ãarf-ı naôarla ma nàyı iòlàl edecek görülen yañlışlarıñ taãóìóiyle óìn-i ùab ında úonulamayan baøı mesà iliñ ilàvesine ibtidàr olunur. ( İLÁVÁT) Yirminci ãaóìfeniñ yirminci saùırandan soñra (ve keõà müsnedün-ileyh ma lÿm veyà meçhÿl olduàu için ve yàòud muràd fi iliñ fà ile vuúÿ u olduàu için fi il meçhÿl síàasıyla getirilip müsnedün-ileyh õikrolunmaz. Evvelkine miåàl FilÀn õàta rütbe verildi gibi. İkinci ve üçüncüye miåàl FilÀn adam muóàrebede vuruldu gibi. 116 Miladi, 10 Ekim 1876.

158 126 Altmış ikinci ãaóìfeniñ doúuzuncu saùır nihàyetinde ve keõàlik tekmìl ve tetmìm nükteleri ecilinden bir lafô veyà bir cümleniñ ziyàdesi daòi ıùnàb-ı maúbÿledendir. Bu tekmìle iótiràs daòi denir. Bu da òilàf-ı maúãÿdı ìhàmdan ãaúınmaú için kelàmda bir faøla ilàve úılınmaàa derler. Miåali FilÀn õàt ààyet óalìmdir làkin óilmi óumàrı derecesinde degildir gibi. Tetmìm kelàmda bir nükte-i laùìfe ecilinden faøla 127 söz ìràd etmege derler. MiåÀli Rÿóum gibi sevdigim bu kitàbı õàtıñıza hediye eyledim gibi. Altmış birinci ãaóìfenin on altıncı saùırınıñ vasaùında cümel-i müte addide ıùnàb-ı anifü õ-õikr ìøàh-ı ba de l-ibhàmı óàvì cümlelerde ittisà -ı mecàli mü eddì olmaú mülàóaôasıyla bulunur ve yine ãaóìfe-i meõkÿruñ on dördüncü saùırı nihàyetinde istìnàfa miåàl Bu belààat kitàbını oúuyuñuz, [ Bu kitàb oúunmaàa şàyàndır ]gibi. Cümle-i sebebiyeniñ óaõfına miåàl Derslerine çalışmalarına diúúat ettigimiz efendiler màşallàh güzel imtióàn verdiler gibi ya nì Çalışdılar da güzel imtióàn verdiler demekdir. Müsebbibiñ óaõfına miåàl Her sene úaplıcaya girenler vücÿdca pek çoú istifàde ederler idi lehu l-óamd bu sene bendeñiz de girdim. IømÀr ale şerìùati t-tefsìrde óaõfa miåàl Efendiler dışarda durmayın dışarda giriñ içeri gibi. Taúdìri İçeri giriñ içeri demekdir ve keõàlik şarù ve cezà cümlelerinden biriniñ óaõfıyla olur. MeåelÀ cezànıñ óaõfına miåàl Efendi sen de emekdàr iseñ ben de emekdàrım gibi ya ni Hiç úurulma demekdir. Şarùıñ óaõfına miåàl Bu eåer-i ÀcizÀne bendeñizindir taúdìri Eger bilmek isterseñ demekdir. Aómed Óamdì

159 127 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM İNCELEME A. BELÂGAT-İ LİSÂN-I OSMÂNÎ NİN TERİM SİSTEMLERİNİN ARAŞTIRILMASI Bu bölümde Belâgat-i Lisân-ı Osmânî de yer alan terimler, kitabın sistematiğine bağlı kalınarak Meânî, Beyân ve Bedî başlıkları altında incelenecektir. Ancak buna geçmezden önce, Sekkâkî nin Miftâhü l-ulûm u ve Kazvînî nin Telhîsü l-miftâh ı gibi en meşhur belâgat kitaplarında ve asıl araştırma konumuz olan Belâgat-i Lisân-ı Osmânî de bu konu ve terimlerin nasıl tasnif edildiklerini göstermenin daha yararlı olacağını düşünüyoruz. Belâgati oluşturan meânî, beyân ve bedî ile ilgili değerlendirmelere bundan sonra geçeceğiz. Söz konusu eserlerin konu ve terim tasnifleri yapılırken ayrıntıya giren alt dallar, tasnif dışı bırakıldı; konular çok girift olduğundan ve özel araştırmalar istediğinden sadece en genellerinin tespiti ve sınıflandırılması ile yetinildi. Bu kitaplardaki tasniflerin ana hatlarıyla da olsa verilmesi belâgatin sistematiğinin anlaşılması için gerekliydi. 1. Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin Belâgat Kitapları Geleneği İçindeki Yeri Bu bölümde esas olarak Belâgat-i Lisân-ı Osmânî de kurulan çerçeveyi ve belâgat konu ve terimlerinin tasnifini ele alacağız. Belâgatin tarihî gelişimini daha önce Giriş bölümünde özetleyerek vermiştik; ancak bu tasnifin tarihî kaynaklarla ilişkisinin ortaya konulması, benzerlik ve farklılıklarının tespiti için belâgatin ilk kurucu ve geliştirici eserlerindeki başlıca belâgat tasniflerini kısaca vermeyi faydalı buluyoruz. a. Belâgat-i Lisân-ı Osmânî den Önceki Belâgat Kitaplarındaki Tasnifler Araştırmacılar belâgat ilminin başlangıçta sadece meânî ve beyân bölümlerini içerirken görülen lüzum üzerine edebî sanatlarla ilgili olan bedî nin de üçüncü bir bölüm olarak belâgate sonradan eklendiğini söylerler; ama bu lüzum un ne olduğunu açıkça belirtmezler. Bu görüş yanlış olmamakla birlikte belâgatte bedî adlı bu yeni bölümün niçin oluştuğunu tam olarak açıklamaz. Biz bu durumu belâgatin sistematiği-

160 128 nin zaman içinde gelişmesi ile açıklamanın daha doğru olacağını düşünüyoruz. Zira belâgat konularının tasnif ve adlandırılması bir sistematik sorunudur. İlk olarak Kur ân ın i câzı nı ortaya koyma ve anlama çalışmalarının sonucu olarak ortaya çıkmaya başlayan belâgat terim ve konularının zamanla daha sistemli bir hâle geldiğini ve bu sistemleşmenin Kazvînî (ö. 1338) ile hemen hemen nihaî şeklini aldığını görüyoruz. Kazvînî den sonra meydana gelen ufak tefek değişikliklere rağmen onun kurmuş olduğu bu ana yapı asırlarca bozulmadan devam eder. Bu yapı Batı retorik anlayışının İslâm dünyasında etkisini hissettirmeye başladığı XIX. yüzyıl sonlarından itibaren ciddi değişikliklere uğrar. Kazvînî öncesinde belâgat bilminin farklı kişiler tarafından kendisini oluşturan parçalardan biri ile adlandırılması (yani meânî, beyân, bedî, fesâhat gibi) sistemleştirmenin henüz gelişme hâlinde olması ile açıklanabilir. Başlangıçta tek amaç, Kur an ın i câzını anlamaktı. Bu amaçla yapılan çalışmalar ilerleyip terimler bir bir belirginleştikçe salt belâgat çalışmaları da ortaya çıkmaya başladı. Kur ân ın i câzı tartışmalarının başlangıcında iki karşıt görüş bulunduğu görülür. Bunlardan ilki, Mutezile âlimlerinden Ebu İshâk İbrahim en-nazzâm (ö. 845) ın ileri sürdüğü Kur ân ın i câzının doğrudan kendi metni ile ilgili olmadığını düşünen Sarfe görüşü; diğeriyse Nazzâm ın öğrencisi olan el-câhiz (ö. 869) in, hocasının görüşüne tepki olarak ileri sürdüğü ve daha çok Ehl-i Sünnet tarafından benimsenen ve Kur ân ın i câzını onun kendi öz yapısında (nazmında, söz diziminde) arayan Nazm görüşüdür. 117 Bu iki görüşü biraz daha açacak olursak şunları söylemek mümkündür: Sarfeciler Kur ân ın metninin Câhiliye devri şiirinden farkı olmayan alelade bir metin olduğunu ve pekâlâ nazire getirilebileceğini; ama Allah ın buna engel olduğunu iddia ederler. Onlara göre Kur ân ın i câzı da buradan kaynaklanır. Nazımcılar ise Kur ân ın mucizeleğinin bizzat kendi metninden, öz yapısından kaynaklandığını, Kur ân ın metninin (nazmının) beşerî olan Câhiliye devri şiirinden çok daha üstün ol- 117 Issa J. Boullata, Kur ân ın Belağat Açısından Tefsiri: İ câz ve İlgili Konular, (çev.: İ. H. Karslı), Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V, S. 4, 2005, s

161 129 duğunu, beşerin bunun için ona nazire getiremediğini söylerler. Belâgat çalışmalarının temelinde işte bu iki teori vardır. Kaynaklar belâgatin ilk teorik yaklaşım denemelerini Nazm görüşünün kurucusu olan Câhiz (ö. 869) in yaptığını söyler. Câhiz, belâgatin vasıf ve şartlarını örneklerle açıkladığı el-beyân ve t-tebyîn adlı eserinde belâgat ve beyân kelimelerini aynı manada kullanmış; ancak beyân terimine belâgatten daha çok yer vermiştir. 118 el-beyân ve t-tebyîn belâgatin pek çok konusunu ihtiva eder; fakat bu bilgiler kitabın değişik yerlerinde ve dağınık bir şekilde bulunurlar. 119 Diğer taraftan kaynaklar, Câhiz ile aynı dönemlerde yaşayan İbnü l-mu tez (ö. 908) in Kitâbü l-bedî sinin belâgat, beyân, bedî konularının ilk defa derli toplu olarak yer aldığı eser olduğunu kaydederler. 120 Burada bedî lafız ve mana sanatlarını içeren bugünkü ilm-i bedî anlamında değil; aynı zamanda meânî ve beyân ın konularını da içeren kapsamlı bir bilim anlamında kullanılmıştır. 121 Mu tez, beş sanatı (istiâre, tecnîs, tıbâk, reddü l-acüz ale s-sadr ve mezhebü lkelâmî) Bedî başlığı altında inceler. Devrinde yaygın olan on üç sanatı (i tirâz, i nât, ifrât, iltifât, el-medh yüşbihü bi z-zem, tecâhülü l- ârif, hüsnü t-tazmîn, kinâye, hüsnü tteşbîh, el-hezlü yurâdu bihi l-cidd, bir manadan başka bir manaya geçiş, mürsel ve ta kîd) Mehâsinü l-kelâm altında inceler. 122 Yine bu dönemlerde Kudâme bin Ca fer (ö. 948) in Nakdü ş-şi ir adlı eserinde Aristoteles in şekilci, felsefî ve akılcı metodunu takip ettiği görülür. 123 Kudâme, bu eserinde edebî sanatların sayısını arttırır. Nakdü ş-şi r pek çok tenkit edilmesine rağmen, 118 Osman b. Amr Câhiz, el-beyân ve t-tebyîn, (Tahkik ve neşir: Abdusselâm Hârûn, C. I-II, 7. Baskı, Kâhire 1418/1998, s. 119 M. Akif Özdoğan, Belâgatın Sistematize Edilmesinde es-sekkâkî ve el-kazvînî nin Rolü, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II, S. 4, 2002, s N. Hacımüftüoğlu, İ câz ve Belâgat Deyimleri, Ekev Yay., Erzurum 2001, s. 31; Mehmet Yalar, El- Hatîb El-Kazvînî ve Belâgat İlmindeki Yeri, Basılmamış Doktora Tezi, (Danışman: Hulusî Kılıç), Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 1997, s H. İbrahim Kaçar, Edebî Yönden Hazif Üslûbu, Basılmamış Doktora Tezi, (Danışman: İsmail Durmuş), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2002, s M. Akif Özdoğan, a.g.m., s M. Akif Özdoğan, a.g.m., s. 98.

162 130 Ebû Hilâl el-askerî nin (ö. 1004) Kitâbü s-sınâ ateyn inden Cürcânî nin (ö. 1078), Delâ ilü l-i câz ve Esrârü l-belâga sına kadar pek çok müellif ve eseri etkilemiştir. Kudâme tarafından etkilenenlerden biri ve Megâribe ekolünün temsilcilerinden olan İbn Reşîk el-kayrevânî (ö. 1063), el-umde sinde kendinden önceki müelliflerin tespit ettiği edebî sanatları toplayarak şerh etmiş ve yeni bazı ilâvelerle bedînin genişletilmesini sağlamıştır. Bedîye hizmet eden bir başka isim Arap ve Bülegâ ekolünün temsilcilerinden olan İbn Sinân el-hafâcî (ö. 1073) dir. Hafâcî, Sırrü l-fesâha adlı eserinde, muhassenât-ı maneviyye ve muhassenât-ı lafziyye ayrımını yapar. XX. yüzyıla kadar devam eden bu adlandırma ilk defa Hafâcî de görülür. 124 Bu sistematiğin oturmasında önemli bir adımdır. Belâgat çalışmalarının Abdülkâhir el-cürcânî (ö. 1078) ile edebî tenkitten felsefe ve mantık metoduna doğru giderek kaydığı görülür. Kendinden önceki belâgatçilerin bilgilerini de göz önünde bulundurarak adına meânîn-nahv (Delâilü l-i câz) dediği meânî ilmi ile Esrârü l-belâga dediği beyân ilminin temellerini atmıştır. Delâilü li câz 125 adlı eserinde fesâhat ve belâgat kavramlarını izâh ettikten sonra meânî ilmine ve kısmen de beyân ilminin (kinâye, mecâz, istiâre ve temsîl) konularına yer verir. Esrârü l-belâga adlı eserinde ise beyânın içinde yer alan teşbîh, mecâz, istiâreyi ve bedî sanatlarından da tecnîs ve sec iyi ele alır. 126 Cürcânî, bu eserlerinde meânî, beyân ve bedî konularının hemen hemen tamamına yer vermiş; ama sistematiği kuramamıştır. 127 Sistematik daha sonraları Râzî, Sekkâkî ve Kazvînî tarafından derece derece yerine oturtulacaktır. Râzî, (ö. 1209), Cürcânî nin yukarıda bahsettiğimiz Delâilü l-i câz ve Esrârü l- Belâga sını telhis ederek Nihâyetü l-îcâz fi Dirâyeti l-i câz adını verdiği eserini meydana getirmiştir. Kitap, bir mukaddime ve iki cümle (bölüm) olmak üzere üç kısımdan 124 Abdullah Kızılcık, Ebÿ Bekr er-ràzì Hayatı, Eserleri ve Ravøatü l-feãàóa sı, Basılmamış Doktora Tezi, (Danışman: A. Suphi Furat), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2000, s Abdülkâhir el-cürcânî, Delâilü l-i câz, (Çev.: Osman Gürman), Litera Yay., İstanbul 2008, 472 s. 126 M. Akif Özdoğan, a.g.m., s A. Kızılcık, a.g.t., s. 9.

163 131 oluşur. Mukaddime de kendi içinde iki fasıl olup birinci fasılda Kur ân ın i câzı konusu işlenmiş, ikinci fasılda ise fesâhatin tanımı ve açıklamaları yapılmıştır. Bu tanıma bakarak Cürcânî nin nazm kavramına yüklemeye çalıştığı özellikleri Râzî nin fesâhat kavramına yüklemeye çalıştığını söyleyebiliriz. 128 Mukaddime nin fesâhatin tanımının yapıldığı ikinci faslında ayrıca bu tanımdan hareketle eserin niçin iki cümle (bölüm) hâlinde tertip edildiği de açıklanmıştır. Kitabın, Mukaddime den sonra gelen ve ana kısmını oluşturan cümlelerden birincisi iki kısma ayrılır. Birinci kısımda delâlet-i lafziyye, ikinci kısımda delâlet-i maneviyye ile ilgili hükümler yer alır. Haberin hükümleri, hakikat-mecâz, teşbîh, istiâre ve kinâye konularını işleyen ikinci kısım beş kâideden oluşur. İkinci, üçüncü kâidelerin tamamı ve dördüncü kâidenin büyük bir kısmı Cürcânî nin Esrârü lbelâga sının 60 sayfaya sığdırılmış bir özetidir. Kinâye nin işlendiği beşinci kâide ise yine Cürcânî nin Delâilü l-i câz ından özetlenmiştir. Kitabın ikinci ana bölümü (cümle) nazm (kelâm, söz) konusuna ayrılmıştır. Bu bölüm nazm, takdîm-tehîr, vasıl-fasıl, icâz-ızmâr-hazf, edat konularını içeren altı bâbdan oluşur. Altıncı bâb hâriç (Altıncı bâb, Zemahşerî (ö. 1143) 129 ve Kadı Abdulcebbâr 130 (ö. 1025) dan yaptığı nakillerden meydana gelir. İlk beş bâb Cürcânî nin Delâil inden özetlenmiştir N. Hacımüftüoğlu, a.g.e., s Zemahşerî, belâgat araştırmalarının yolunu açar. Mutezile ve Eşarîliği hazmetmiştir. Cürcânî nin görüşlerine ağırlık vererek oluşturduğu Kur ân ın manası yanında i câzını da açıklayan tefsiri Keşşâf ile müfessir ve belâgatçileri etkiler. Bk. N. Hacımüftüoğlu, a.g.e., s Kadı Abdülcebbâr el-esedâbâdî, Mutezile nin ileri gelenlerindendir. Horasan, el-esedâbâdî da doğdu. Basra ve Bağdat a yaptığı ilmî ziyaretlerde Mutezile kelâmı ile tanıştı. Sâhib b. Abbad ın isteği üzerine Rey başkadılığına (kâdu l-kudât) atandı. Fıkıh, tefsir ve kelâm ilimindeki çalışmalarıyla tanındı. el-mugnî fî Ebvâbi t-tevhîd ve l-adl (20 cilt) en meşhur eseridir. 16. ciltte İ câzü l-kur ân da Kur ân ın i câzının nazmından kaynaklandığı görüşünü ispatlar. (Bk. N. Hacımüftüoğlu, a.g.e., s. 74). 131 N. Hacımüftüoğlu, Fahruddin Er-Razî nin Nihâyetü l-icâz fi Dirâyeti l-i câz ının Tahkikli Neşri ve Abdülkahir el-cürcânî nin Belâgat Alanındaki Eserleriyle Mukayesesi, Basılmamış Doktora Tezi, (Danışman: M. Nazif Şahinoğlu), Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Erzurum 1987, s

164 132 Aşağıda kitabın muhteva şeması -daha rahat anlaşılması için- ana yapı ile sınırlı kalınarak verilmiştir. Râzî, Nihâyetü l-îcâz Mukaddime Birinci cümle (beyân konusu) İkinci cümle (nazm: söz dizimi) Birinci fasıl (Kuran ın i câzı) Birinci kısım (Delâlet-i lafziyye) İkinci kısım (Delâlet-i maneviyye) Birinci bâb (3 fasıl) Nazm kavramı (ve 23 edebî sanat) İkinci fasıl (Fesâhat) Birinci kâide (16 fasıl) (Haberin hükümleri) İkinci bâb (11 fasıl) Takdîm-tehîr (10 fasıl Delâil den) İkinci kâide (14 fasıl) (Hakîkat-mecâz) Üçüncü bâb (5 fasıl) Vasl-fasl (Delâil den alınmış) Üçüncü kâide (4 bâb ve çeşitli fasıllar) (Teşbîhin kısımları) Dördüncü bâb (5 fasıl) Îcâz-izmâr-hazf Dördüncü kâide (3 bâb ve çeşitli fasıllar) (İstiâre) Beşinci bâb (13 fasıl) Edatlar Beşinci kâide (3 fasıl) (Kinâye) Altıncı bâb (4 fasıl) Hâtime Şekil 1 Râzî'nin Nihâyetü'l-îcâz'ının muhteva şeması Râzî, beyân ilminin tarifini bugünkünden az bir farkla ortaya koymuştur. Râzî nin belâgatin sistemleşmesine yaptığı önemli katkılardan biri de manadan daha çok lafza ve edebî sanatlara ağırlık veren Megâribe ekolünün görüşlerini manaya ağırlık veren Meşârika ekolünün görüşleri ile telif etmiş olmasıdır. 132 Râzî ayrıca, Cürcânî nin kitabında yer vermediği altmışa yakın edebî sanatı eserine almış ve Hafâcî nin başlattığı muhassenât-ı lafziyye ve muhassinât-ı maneviyye ayrımının belâgat sistemi içerisindeki yerini sağlamlaştırmıştır. Cürcânî fesâhat, belâgat, beyân ve berâ et kavramlarını aynı anlamda kullanırken; Râzî sistemleştirme bakımından ciddi bir adım atarak fesâhat ve belâ- 132 N. Hacımüftüoğlu, a.g.t., s. 141.

165 133 gat kavramlarını birbirinden ayırmış ve böylelikle kendisinden sonra gelen Sekkâkî ye de öncülük etmiştir. 133 Ebû Ya kûb es-sekkâkî (ö. 1219), Cürcânî nin iki eserini de titiz bir şekilde incelemiş, Râzî nin bu eserlere yazdığı telhîsi görmüş; ancak bu tasnifi yeterli bulmamış ve Miftâhü l- ulûm adlı eserini telif ederek belâgatin sistematiğinin kurulmasını bir adım daha ileri götürmüştür. 134 Miftâhü l-ulûm un belâgate ayrılmış olan üçüncü bölümünde (kitabın ilk iki bölümü sarf ve nahiv ile ilgilidir) önemli tertip ve tasnif denemeleri yapmış olan Sekkâkî, belâgat konularını beş ana bölüm hâlinde ele alır. Bu başlıkları aşağıya aynen aldık. 135 el-faslü l-evvel fî Zabti Me akidi İlmi l-meânî ve l-kelâm fihi el-faslü s-sânî İlmü l-beyân el-faslü s-sâlis İstiâre el-faslü r-râbi el-mecâzü l-lugavî er-râci ilâ Hükmi l-kelimeti fî l-kelâm el-faslü l-hâmis fî Mecâzi l-aklî Meânî nin işlendiği ilk fasıl, iki kânûn a ayrılmıştır. İlk kânûnda haber, ikinci kânûnda talep konuları ele alınmıştır. 136 Haberin alt dalları olan isnâdü lhaberî, müsnedün-ileyh, müsned, vasıl-fasıl-îcâz-ıtnâb konularının her biri birer fen olarak isimlendirilmiştir. Kasır konusu, yukarıdaki fenler arasında sayılmamış meânînin işlendiği bu kânûnun sonuna ek bir fasıl olarak ( temhîd ) olarak alınmıştır. Meânînin ikinci temel konusu olan inşâ, Sekkâkî nin Miftâh ında taleb adıyla yer alır (birinci fasıl ikinci kânûn). Talebin alt dalları olan temennî, istifhâm, emir, nehiy, nidâ konuları bâb lar hâlinde düzenlemiştir. Sekkâkî, kitabının ikinci faslında bugünkü beyânın üç ana konusundan ilk ikisi olan teşbîh ve mecâz konularını iki bölüm ( asl ) hâlinde düzenlemiştir. Bugün beyân konularının üçüncü bölümü olarak yer alan kinâye yi Sekkâkî, beyânın dışında 133 N. Hacımüftüoğlu, a.g.t., s M. Akif Özdoğan, a.g.m., s Ebû Yâkub Yûsuf Sekkâkî, Aksâm-ı Sâlis fî İlmi l-meânî ve l-beyân, Miftâhü l- ulûm, (Neşir: Neîm Zerzûr), 2. Baskı, Dârü l-kütbü l-ilmiyye, Beyrut, 1407/1987, s M. Yalar, a.g.t., s.70.

166 134 tutup ayrı bir bölüm olarak ele alır (beşinci fasıldan sonra ayrı bir asl olarak Aslü ssâlis min İlmi l-beyân fî l-kinâye ). Bugün beyân içinde yer alan istiâre ve mecâz-ı lügavî Sekkâkî de ayrı fasıllar hâlinde (istiâre üçüncü fasıl, mecâz-ı lügavî dördüncü fasıl) düzenlenmiştir. Bedî i ise ayrı bir ilim olarak ( İlmü l-bedî ) meânî ve beyân ilimlerinin sonuna Bedîü l-manevî ve Bedîü l-lafzî şeklinde ikiye ayırarak eklemiştir. 137 Kitabın belâgatle ilgili bu bölümlerinden sonra İlmü l-istidlâl başlığı altında bazı mantık konularından bahsedilmiştir. Son bölümdeyse şiirle bilgiler (vezin, kâfiye) verilmiştir. Aşağıya kitabın belâgatle ilgili bölümünün muhtevasını ana başlıklarıyla şema hâlinde veriyoruz. Miftâhü l- ulûm (Aksâm-ı Sâlis fî İlmi l-meânî ve l-beyân) el-faslü l-evvel fî Zabti Me âkidi İlmi l-meânî ve l-kelâm aleyh el-kânûnü l-evvel fimâ Yeta alluku bi l-haber el-kânûnü s-sânî min İlmi lmeânî ve hüve-kânûnu t-taleb el-fennü l-evvel fî Tafsîli İtibârati l-isnâdi l-haberî el-fennü s-sânî fî Tafsîli İtibârati l-müsnedin-ileyh el-fennü s-sâlis fî Tafsîli litibârati l-müsned el-fennü r-râbi fî el-fasl ve l- Vasl ve l-îcâz ve l-itnâb el-faslü s-sânî İlmü l-beyân el-aslü l-evvel min İlmi lbeyân fî l-kelâm fî t-teşbîh el-aslü s-sânî min İlmi lbeyân fî l-mecâz el-aslü s-sâlis min İlmi lbeyân fî l-kinâye el-faslü s-sâlis İstiâre el-faslü r-râbi el-mecâzu l-lugavî er-râci ilâ Hükmi l-kelimeti fî l-kelâm el-faslü l-hâmis fî Mecâzi l-aklî İlmü l-bedî Şekil 2 Miftâhü'l-'ulûm'un muhteva şeması 137 Sekkâkî, a.g.e., s

167 135 Sekkâkî nin kitabının tertibine bakıldığında onun Râzî nin tertibinde bir takım takdim ve tehirlerde bulunduğu görülür. Râzî nin kitabında ikinci bölümde nazm başlığı altında yer alan konular, birinci bölüm olarak ve meânî başlığı altında yer alır. Yani Câhiz, Cürcânî ve Râzî nin nazm ı Sekkâkî de artık tam olarak meânî adını almıştır. Râzî de ilk bölüm olarak yer alan beyân adı altında toplanan konular Sekkâkî de ikinci sırada yer alır. Ayrıca Râzî nin kitabının mukaddime ve birinci cümlenin (ana bölüm) başında yaptığı belâgat ve fesâhatle ilgli tanım ve izâhlarını Sekkâkî, İlmü l-beyân ın sonuna özetleyerek alır. Yine Râzî nin kitabında birinci ve ikinci cümlelerde dağınık olarak bulunan bedî konularını Sekkâkî yukarıda da bahsettiğimiz gibi İlmü l-bedî adı altında müstakil bir bölüm hâlinde bir araya getirmiştir. 138 Sekkâkî den sonra belâgatte hemen hemen beş asır sürecek olan bir şerhler ve telhîsler dönemi başlar. Sekkâkî nin eseri için pek çok telhis yapılır. Bu telhislerden en önemlisi, Kazvînî ye (ö. 1338) ait olan Telhîsü l-miftâh tır. Bu eser bir özet olmaktan çok bir telif niteliği taşır ve belâgatin sistematiğinin belirlendiği son noktadır. Kazvînî nin gerek bu eserindeki ve gerekse bu eserine kendisinin yaptığı el-izâh adlı şerhindeki tasnifler ve düzenlemeler, kendinden sonra gelen belâgat kitapları için bir model oluşturmuştur. Kazvînî, Sekkâkî ye kadar belâgat kitaplarında dağınık olarak yer alan bu konuları Meânî, Beyân ve Bedî olmak üzere üç ana başlık altında bir bütün hâlinde toplayarak belâgatin bilinen sistematiğine kavuşmasını sağlamıştır. Fesâhat le ilgili konuları ise ayrı bir bölüm oluşturmadan Mukaddime içine yerleştirir. 139 Kitabına, fesâhat ve belâgat kavramlarını izah ederek başlaması ile Sekkâkî den ayrılır. 140 Bilindiği gibi bu konular Sekkâkî de beyân ilminden sonraya alınmıştı. Kazvînî, belâgat bilimlerini sıralanmasında en başa yerleştirdiği meânî ilmi ni isnâd-ı haberi, müsnedün-ileyh, müsned, müteallikât-ı fiil, kasır, fasılvasıl, îcâz-ıtnâb, müsâvât hâlinde sekiz bölüm olarak vermiştir. İkinci sırada yer alan 138 N. Müftüoğlu, a.g.t., s Ömer İshakoğlu, Türklerin XV-XVI. Asırlarda Arapça Belagata Yaptığı Katkılar, (Danışman: A. Suphi Furat), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2004, s N. Müftüoğlu, a.g.e., s. 14.

168 136 beyân ilmi ise teşbîh, hakikat-mecâz ve kinâye konularını içeren üç bölümden oluşmuştur. Üçüncü olarak ise bedî ilmi ne yer verilmiştir. Eserin sonunda yer alan Hâtime de çalıntı söz kullanımları ile ilgili serîkat terimini açıklar ve bazı kompozisyon tekniklerini verir. Aşağıda kitabın muhteva şemasını veriyoruz. 141 Telhîsü l-miftâh (Mukaddime) (Fesâhat) el-fennü l-evvel İlmü lmeânî el-fennü s-sânî İlmü lbeyân el-fennü s-sâlis İlmü lbedî (Fasıl) (İbtidâ, tahallüs, intihâ) Ahvâlü l-isnâdi lhaberî Ahvâlü l-müsnedünileyh Ahvâlü l-müsned el-teşbîh el-hakîkatü ve l- Mecâz Mecâzü l-mürsel Lafzî Manevî Ahvâlü Müteallikâti lfiil el-kasr el-kinâye el-istiâre el-inşâ el-faslü ve l-vasl el-îcâz ve l-itnâb ve l- Müsâvât Şekil 3 Telhîsü'l-miftâh'ın muhteva şeması Sekkâkî tarafından tanımlanan meânî ilmi ni -Ondan önce Cürcânî bu kavramı meânî n-nahv ve nazm terimleriyle ifade etmiş ve bunlar hakkında önemli görüşler bildirmiştir- en açık ve net şekilde tanımlayan Kazvînî olmuş ve onun bu tanımı günümüze kadar kabul görmüştür. Sekkâkî, meânî konularını önce haber ve taleb şeklinde ikiye ayırıp sonra bazı alt dalları haber başlığı altına koyarak vermişken Kazvînî daha basit, daha sade bir yol izleyerek bu konuları sekiz bölüm hâlinde düzenlemiştir. 141 Kazvini, Telhis, Ebrar Yay., İstanbul 1990, s.; M. Yalar, a.g.t., s. 82.

169 137 Sekkâkî ve Kazvînî arasında farklılıkların olması doğaldır. Çünkü Sekkâkî Kazvînî den yaklaşık bir asır önce yaşamıştır. Bu dönemde belâgat sistemleşmeye devam etmektedir. Kazvînî ni ile birlikte belâgatin son şekline vardığını görmekteyiz. Hep belâgat ile birlikte anılan fesâhat meselesine gelince, fesâhat -Kazvînî başlangıç olmak üzere- belâgat ilminin aslî dalları arasında sayılmayıp belâgat için ön ve gerek şart olarak kabul edilir. Kazvînî den itibaren bütün belâgat kuramcıları, bir sözün belîğ olabilmesi için önce fasîh olması gerektiği konusunda hemfikirdirler. Belâgatin alt dallarının kendi aralarındaki ilişkiler ve belâgat biliminin bütün olarak fesâhat ile ilişkisi aşağıdaki şemada gösterilmiştir (Fesâhatin doğrudan belâgat ilminin bir alt dalı olmadığını belirtmek için fesâhat-belâgat ilişkisini noktalı çizgilerle ve bütünden farklı bir renkle gösterdik). Belâgat ilminin dalları Fesâhat (belâgatin ön şartı) 1. ilm-i meânî 2. ilm-i beyân 3. ilm-i bedî Şekil 4 Belâgat ilminin dalları b. İlk Türkçe Belâgat Kitapları ve Belâgat-i Lisân-ı Osmânî deki Konuların Tasnifi Arapçanın belâgatle ilgili bu en önemli eserlerinden sonra (Câhiz, Cürcânî, Sekkâkî, Râzî, Kazvînî gibi) Türkçe belâgat kitapları ile Ahmed Hamdî nin eserinin değerlendirmelerine geçebiliriz. Bilinen Türkçe ilk belâgat kitabı XV. yüzyılda yazılmış olan Molla Lütfî (ö. 1495) nin risâlesidir. 142 Kitap bir mukaddime, üç bâb, bir hâtime ve bir tetimme olarak tertip edilmiştir. Mukaddime de belâgat ilminin kendisi ve mukaddematı, birinci bâbda mutlak kelâmın durumu ve heyeti, ikinci bâbda kelâmın türlerinin durumu ve heyeti, üçüncü bâbda kelâmı meydana getiren cüzlerin durumu ko- 142 Mustafa Aksoy, Molla Lütfì nin RisÀle-i MevlÀnÀ Lütfì si, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, (Danışman: Tunca Kortantamer), İzmir 1991, s. II.

170 138 nularına yer verilir. Tetimme bölümü ise belâgat ilminin şubeleri ve ekleri hakkındadır. Aşağıda kitabın muhteva şemasını veriyoruz. 143 Risâle-i Mevlânâ Lütfî Mukaddime el-bâbü levvel (mutlak kelâm) el-bâbü s-sânî (husûs-ı kelâm-ı ihbâriye inşâiyye) el-bâbü s-sâlis (mutlak-ı kelâmın eczâsı) el-hâtime (ilm-i beyân) et-tetimme (ilm-i bedî) Faslü l-evvel (Kelâm-ı ihbârî) el-faslü l-evvel (icmâlen kelâmın eczâsı) el-aslü l-evvel (teşbîh) min Ciheti lmânâ Faslü s-sânî (kelâm-ı inşâî) el-faslü s-sânî (müsnedünileyh) el-aslü s-sânî (mecâz; istiâre ve mecâz-ı mürsel) min Ciheti llafz el-faslü s-sâlis (müsned) el-aslü s-sâlîs (kinâyet) el-faslü r-râbi (müsned-i fiiliye ve müteallikâtı) Tezyîl Şekil 5 Risâle-i Mevlânâ Lütfî'nin muhteva şeması Kaynaklarda İsmâil Ankaravî (ö.1631) nin Miftâhu l-belâga ve Misbâhu lfesâha sı üzerinde önemle durulmuştur. Eser, aslında orijinal bir çalışma değildir. Bundan önceki bölümde detayları ile bahsettiğimiz Kazvînî nin Telhîsü l-miftâh ının medrese öğrencileri için yeni ilâvelerle yapılan aktarımıdır. Ankaravî nin mektup ve çeşitlerini anlattığı, el-bâbü r-râbi fî Mahiyeti İlmi linşâ ve Mevzuihi ve Tarîfihi ve Envâi l-mekâtib ve l-mürâselât başlıklı dördüncü bölüm, Telhîs te yer almayan bölümlerdir. Ayrıca eserde meânî bölümü yerinde Beyânü l-kelime ve l-kelâm başlıklı bir bölüm yer alır ki bu bölümde de Ankaravî, 143 M. Aksoy, a.g.t., s

171 139 cümle çeşitlerini hakikî ve mecâzî olmaları açısından incelemiştir. Aşağıya kitabın muhteva şemasını veriyoruz. 144 Miftâhü l-belâga ve Misbâhü lfesâha el-bâbü l-evvel fî Beyâni l-kelimeti ve l- Kelâm el-bâb-ı Sânî İlm-i Beyâna Müteallik Olan Kavâid ve Istılâhat Bâb-ı Sâlis Şiirin Aksâmı ve Bedî e Müte allik Olan Bazı Muhassinât el-bâbü r-râbi fî Mahiyeti İlmi l-inşa ve Mevzuihi ve Tarîfihi ve Envâi l- Mekâtib ve l-mürâselât el-faslü l-evvel fî Beyânî Envâu lisnâd el-faslü l-evvel fî- Beyâni l-hakîkati ve l-mecâz el-faslü l-evvel fî Beyâni Mahiyeti sseci ve Ahkâmihi ve Aksâmihi s-seci Fasıl fî Beyâni l- Aksâm ve l-erkân u Şerâit el-faslü s-sânî fî Tarîfi l-belâga el-faslü s-sânî Mecâz-ı Mürsel el-faslü s-sânî fî Beyânu İlmi l-bedî el-faslü s-sâlis fî Beyâni l-istiâre el-faslü s-sâlis fî Beyânı Mârifeti l- İktibâs ve d-dereci ve Ahkâmiha el-faslü r-râbi fî Beyâni l-kinâye Faslün fî Beyâni Taksîmi l-kelâm ilâ Vechi âher el-faslü l-hâmis fî Beyâni t-tarîz ve t- Telvîh ve r-remz ve l- İşâret Şekil 6 Miftâhü'l-belâga ve Misbâhü'l-fesâha'nın muhteva şeması Aşağıda Sekkâkî, Kazvînî, Molla Lütfî, İsmail Ankaravî ve Ahmed Hamdî ye ait bu temel belâgat eserlerinin bölüm başlıklarını tablo hâlinde veriyoruz. Eserler, tarih sırasına göre dizilmiştir. 144 Ankaravî, Miftâhü l-belâga ve Misbâhü l-fesâha, Tasvîr-i Efkâr Matbaası, İstanbul 1284, 218 s.

172 140 Miftâhü l-ulûm 145 Telhîsü l-miftâh 146 Risâle-i Mevlânâ Lütfî 147 I. el-faslü l-evvel fî Zabti Me âkidi İlmi l-meânî ve l- Kelâm aleyh A. el-kânûnü levvel fimâ Yeta alluku bi lhaber 1. el-fennü l-evvel fî Tafsîli İtibârati lisnâdi l-haberî 2. el-fennü s-sânî fî Tafsîli İtibârati lmüsnedin-ileyh 3. el-fennü s-sâlis fî Tafsîli itibârati lmüsned (Fasıl İtibâratu l-fiil vemâ Yeta alluku bihi) 4. el-fennü r-râbi fî el-fasl ve l-vasl, ve l-îcâz ve l-itnâb Temhîd Fasl: fî Beyâni l-kasır Hâtime B. el-kânûnü s-sânî min İlmi l-meânî ve hüve-kânûnu t-taleb II. el-faslü s-sânî İlmü l-beyân 1. el-aslü l-evvel min İlmi l-beyân fî l-kelâm fî t- Teşbîh I. el-fennü l-evvel İlmü l-meânî 1. Ahvâlü l-isnâdi l- Haberî 2. Ahvâlü lmüsnedün-ileyh I. el-bâbü l-evvel bu bâb mutlak-ı kelâma kendi nefsi sebebiyle ârız olan heyeti bildirir II. el-bâbü s-sânî Bu bâb hus-ı kelâm-ı ihbâriye ve husûs-ı kelâm-ı inşâye ârız olan heyeti bildirir 1. Faslü l-evvel Kelâm-ı ihbârî hâlini bildirir 2. Faslü s-sânî Kelâm-ı İnşâînin Ahvâli 3. Ahvâlü l-müsned III. el-bâbü s-sâlis Bu bâb mutlak-ı kelâmın eczâsı cihetinden ârız olan heyeti bildirir 4. Ahvâlu Müteallikâti l-fiil 1. el-faslü l-evvel Bu fasıl icmâlen kelâmın eczâsın beyân eder 5. el-kasr 2. el-faslü s-sânî Bu fasıl müsnedünileyhden gelen heyeti bildirir 6. el-inşâ 3. el-faslü s-sâlis Bu fasıl müsnedden gelen heyeti bildirir 7. el-fasıl ve l-vasıl 4. el-faslü r-râbi Bu fasıl müsned-i 8. el-îcâz ve l-itnâb fiiliyenin kuyûdunun ve l-müsâvât ve müteallikâtının ahvâlini bildirir II. el-fennü s-sânî İlmü l-beyân el-hâtime Bu hâtime ilm-i beyânı bildirir 1. Teşbîh 1. el-aslü l-evvel Bu asl teşbîhi beyân eder Miftâhü l-belâga ve Misbâhü l-fesâha 148 I. el-bâbü l-evvel fî Beyâni l-kelimeti ve l-kelâm 1. el-faslü l-evvel fî Beyânî Envâi l-isnâd a. isnâd-ı hakîkî b. isnâd-ı mecâzî 2. el-faslü s-sânî fî Tarîfi l-belâga II. el-bâb-ı Sânî İlm-i Beyâna Müteallik Olan Kavâid ve Istılâhat Belâgat-i Lisân-ı Osmânî 149 I. Mebhas-ı Evvel İlm-i meânî beyânındadır 1. Fasl-ı Evvel İsnâd-ı Haberînin Ahvâli Beyânı 2. Fasl-ı Sânî Müsnedün-ileyhin Ahvâli Beyânı 3. Fasl-ı Sâlîs Müsnedin Ahvâli Beyânı 4. Fasl-ı Râbi Müteallikât-ı fiil ve mütemmimât-ı cümle beyânıdır İstidrâd (Kasır) 5. Fasl-ı Hâmis Cümle-i inşâiye beyânındadır 6. Fasl-ı Sâdis Vasl u fasl beyânındadır 7. Fasl-ı Sâbi Îcâz ve Itnâb ve Müsâvât Beyânı II. Mebhas-ı Sânî İlm-i beyân beyânındadır 1. Fasl-ı Evvel Aksâm-ı teşbîhi beyân eder 145 Sekkâkî, a.g.e., s Kazvini, a.g.e., s. 147 M. Aksoy, a.g.t., 127 s. 148 Ankaravî, a.g.e., 218 s. 149 Ahmed Hamdî, Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, İstanbul 1293, Matbaa-i Âmire, 128 s.

173 el-aslü s-sânî min İlmi l-beyân fî l- Mecâz III. el-faslü s-sâlis İstiâre IV. el-faslü r-râbi el-mecâzu l-lugavî er-râci ilâ Hükmi l-kelimeti fî l- Kelâm 3. el-aslü s-sâlis min İlmi l-beyân fî l-kinâye İlmü l-bedî 2. el-hakîkatü ve l- Mecâz a. Mecâz-ı Mürsel b. İstiâre 3. el-kinâye III. el-fennü s-sâlis İlmü l-bedî 2. el-aslü s-sânî Bu asl mecâzı beyân eder a) istiâre b) mecâz-ı mürsel 3. el-aslü s-sâlîs Bu asl kinâyeti beyân eder Tezyîl (lâzım-melzûm) et-tetimme (İlm-i Bedî) el-bedî ü l-manevî Manevî a. min Ciheti lmânâ el-faslü l-evvel fî Beyâni l-hakîkati ve l-mecâz 2. el-faslü s-sânî Mecâz-ı Mürseli Beyân eyler 3. el-faslü s-sâlis fî Beyâni l-istiâre 4. el-faslü r-râbi fî Beyâni l-kinâye 5. el-faslü l-hâmis fî Beyâni t-tarîz ve t- Telvîh ve r-remz ve l-işâret III. Bâb-ı Sâlis Şiirin Aksâmı ve Bedî e Müteallik Olan Bazı Muhassinât el-faslü l-evvel fî Beyâni Mâhiyeti sseci ve Ahkâmihi ve Aksâmihi s-seci b) Vücûh-ı 2. el-faslü s-sânî fî Beyâni İlmi l-bedî a) Kısm-ı manevî el-bedî ü l-lafzî Lafzî b. min Ciheti llafz 152 Muhassinât-ı Kelâmdan Nev-i Lafzî Hâtime Fasıl 3. el-faslü s-sâlis fî (ibtidâ, intihâ) tahallüs, Beyâni Mârifeti l- İktibâs ve d-dereci ve Ahkâmiha 4. Faslün fî Beyân Taksîmü l-kelâm ilâ Vechi âher IV. el-bâbü r-râbi fî Mahiyeti İlmi l- İnşâ ve Mevzuihi ve Tarîfihi ve Envâi lmekâtib Mürâselât ve l- 2. Fasl-ı Sânî Hakîkat ve Mecâz Beyânı (İstiâre bu fasıl içinde) 3. Fasl-ı Sâlis Kinâye Beyânı III. Mebhas-ı Sâlis Fenn-i bedî dir 1. Fasl-ı Evvel Vücûh-ı tahsîn-i kelâmdan muhassinnât-ı maneviye beyânındadır 2. Bâb-ı Sânî Muhassinât-ı Lafziye Beyânı 150 Alt birimleri gazel, kasîde, teşbîb, terci, rübâî, ferd, mesnevî, musammat, müstezâd, muammâ, lügâzdır. 151 Alt birimleri mukâbele, müraat-ı nazîr, ihâm, muhtemetü z-zıddeyndir. 152 Alt birimleri tecnîs, kalb, tarsî, kelâmın cümle hurufunun noktasız, harflerinin noktalı, kelâmın bir kelimesinin noktalı birinin noktasız, bir harf noktalı bir harf noktasız gelmesi ve hüsn-i maktadır.

174 142 Yukarıda Ahmed Hamdî nin, belâgatin Kazvînî de son şeklini bulan klâsik yapıya uyduğu görülmektedir. Belâgat kitabını oluşturan konuların genel tasnifi meânî, beyân ve bedî olmak üzere üçlüdür. Girişte belâgatle ilgili genel bilgiler verilirken fesâhat e de yer vermesi Ahmed Hamdî nin, Kazvînî ile başlayan klâsik yapıya uyduğunu gösterir. Beyân bölümü Kazvînî de olduğu gibi üç fasıldan oluşur. İstiâre için ayrı bir fasıl açmayıp tıpkı Kazvînî de olduğu gibi bu konuyu Hakikat ve Mecâz bahsinin içinde anlatılır. Ahmed Hamdî nin Belâgat-i Lisân-ı Osmânî sini bizce incelemeye değer kılan şey, Kazvînî ile son şeklini bulan klâsik belâgati devam ettiriyor bulunması, arttırma ve eksiltmeye gitmemesi ve eğitime yönelik bir kitap olmasından dolayı örneklerinin Türkçe olmasıdır. c. Belâgat-i Lisân-ı Osmânî den Sonra Yazılan Belâgat Kitaplarının Konu Tasnifleri Giriş bölümünde de ifade edildiği gibi Osmanlı döneminde Ahmed Hamdî ile başlayan süreçten sonra yazılan belâgat kitapları muhtevaları açısından üç grupta toplanabilir: Birinci grupta yer alan kitaplar belâgati, meânî, beyân ve bedî şeklinde bilinen klâsik yapısıyla verirler. Bu kitapların en bilinenleri Ahmed Hamdî nin üzerinde çalıştığımız kitabı ile Cevdet Paşa nın kitabıdır. Cevdet Paşa nın kitabını Ahmed Hamdî nin kitabından (ve diğer bütün belâgat kitaplarından) ayıran en belirgin taraf belâgatte söylediği şeylere temel oluşturacak olan bazı mantık konularını Mukaddime nin sonunda ek olarak ( Lâhika ) vermiş olmasıdır. İkinci grupta yer alan kitaplar ise genellikle belâgatin temel konuları üzerinde değil de daha çok sözün süslenmesi ile ilgili olan bedî kısmının konularının ya tamamını ya bir kısmını ele alırlar. Bunlar ilk gruptakilere göre daha dar bir çerçeveye sahiptirler. Bunlar yazarımız Ahmed Hamdî nin, Teshîlü l-arûz ve l-kavâfî ve l-bedâyî 153 ve Ali 153 Ahmed Hamdî, Teshîlü l-arûz ve l-kavâfî ve l-bedâyî, İstanbul , Terakkî Matbaası, s.

175 143 Cemâleddin in Arûz-ı Türkî (İlm-i Kavâfî, Sanâyi-i Şiiriyye ve İlm-i Bedî) 154 si bu grupta yer alan kitapların tipik örneklerindendir. Üçüncü gruba gelince bu grupta yer alan kitaplar Batı retoriğinin etkisi altında kalan ve klâsik belâgat bilgilerinin üzerine Batı retoriğinden bazı şeyler ekleyen kitaplardır. Örneğin Manastırlı Mehmed Rifât in Mecâmiü l-edeb i ve Süleyman Paşa nın Mebâniü l-inşâ sı bu gruba girer. Bu üç gruptan bir ve üçüncü grupta yer alan kitapların belâgate yaklaşım ve tasnif farklarını gösterecek ayrıntılı konu dökümü aşağıdaki tabloda verilmiştir. İkinci grupta yer alan kitaplar belâgatin konularını eksik olarak ele aldıkları için bu tabloda onlara yer verilmemiştir. Belâgat-i Lisân-ı Osmânî (Mukaddime) (Fesâhat) I. Mebhas-ı Evvel İlm-i meânî beyânındadır 1. Fasl-ı Evvel İsnâd-ı Haberînin Ahvâli Beyânı 2. Fasl-ı Sânî Müsnedün-ileyhin Ahvâli Beyânı 3. Fasl-ı Sâlîs Müsnedin Ahvâli Beyânı 4. Fasl-ı Râbi müteallikât-ı fiil ve mütemmimât-ı cümle beyânıdır İstitrâd (Kasır) Birinci Grup Belâgat-i Osmâniyye Dibâce Mukaddime (Fesâhat) Lâhika (mantıkla ilgili) I. Bâb-ı Evvel Kelâmın Muktezâ-yı Hâle Mutâbakatı Mukaddime 1. Fasl-ı Evvel Müsnedün-ileyh 2. Fasl-ı Sânî Ahvâl-i Müsnedünileyh 3. Fasl-ı Sâlîs Mütemmimât-ı Cümle 4. Fasl-ı Râbi İsnâd-ı Haberî Üçüncü Grup Mizânü l-edeb 155 Mebâniü l-inşâ 156 Mecâmiü l-edeb 157 Mukaddime Fesâhat Kelimede Fesâhat I. Birinci bâb ilm-i meânî beyânındadır Mukaddime 1. Birinci fasıl ahvâl-i i isnâd-ı haberî beyânındadır 2. İkinci fasıl müsnedün-ileyhin ahvâli beyânındadır 3. Üçüncü fasıl müsnedin ahvâli beyânındadır 4. Dördüncü fasıl müteallikât-ı fiil beyânındadır 5. Beşinci fasıl kasır beyânındadır (Cild-i Evvel) Mukaddime 1. Fasl-ı Evvel Kelime ve kelâm beyânındadır 2. Fasl-ı Sânî Havâs-ı Kelâm a. Havâs-ı Umûmiye 1. Hâliset ve Husûsiyet-i Kelâm 2.İnsicâm ve İntisâk-ı Kelâm b. Havâs-ı Husûsiye 1. Kelâm-ı basit 2. Kelâm-ı mutedil 3. Kelâm-ı âlî 3. Fasl-ı Sâlis Şerâit-i Kelâm Birinci Kitap Usûl-i Fesâhat Bâb-ı Evvel Kelimede Fesahat Bâb-ı Sânî Kelâmda Fesâhat İkinci Kitap İlm-i Meânî Mukaddime 1. Bâb-ı evvel Müsnedün-ileyhin Ahvâli 2. Bâb-ı Sânî Müsnedin Ahvâli 3. Bâb-ı Sâlis Mütemmimât-ı Cümle 4. Bâb-ı Râbi İsnâd-ı Haberî 5. Bâb-ı Hâmis İnşâî 154 Ali Cemâleddin, Arûz-ı Türkî (İlm-i Kavâfî, Sanâyi-i Şiiriyye ve İlm-i Bedî), İstanbul 1291, 168 s. 155 Diyarbakırlı Said Paşa, Mizânü l-edeb, Şirket-i Mürettebiye Matbaası, İstanbul 1305, 403 s. 156 Miralay Süleyman Bey, Mebâniü l-inşâ, C. I-II, Mekteb-i Fünûn-ı Harbiye-i Hazret-i Şâhâne, İstanbul 1289, s. 157 Mehmed Rifat, Mecâmiü l-edeb, Kasbar Matbaası, İstanbul 1308,

176 Fasl-ı Sâdis Vasl u fasl beyânındadır 7. Fasl-ı Sâbi Îcâz ve Itnâb ve Müsâvât Beyânı II. Mebhas-ı Sânî İlm-i beyân beyânındadır 1. Fasl-ı Evvel Aksâm-ı teşbîhi beyân eder 2. Fasl-ı Sânî Hakîkat ve Mecâz Beyânı (İstiâre bu fasıl içinde) 3. Fasl-ı Sâlis Kinâye Beyânı III. Mebhas-ı Sâlis Fenn-i bedî dir 1. Fasl-ı Evvel Vücûh-ı Tahsîn-i Kelâmdan Muhassinnât-ı Maneviye 2. Bâb-ı Sânî Muhassinât-ı Lafziye Beyânı 6. Fasl-ı Sâdis Elfâzın Atf u Rabtına Dâir 7. Fasl-ı Sâbi Îcâz ve Itnâb II. Bâb-ı Sânî Turûk-ı İfade Mukaddime 1. Fasl-ı Evvel Mecâz-ı Aklî 2. Fasl-ı Sânî Mecâz-ı Mürsel 3. Fasl-ı Sâlis Teşbîh 4. Fasl-ı Râbi İstiâre 5. Fasl-ı Hâmis Kinâye III. Bâb-ı Sâlis Sanâyi-i Bedîye 1. Fasl-ı Evvel Sanâyi-i Maneviye 2. Fasl-ı Sânî Muhassinât-ı Lafziye Sanayi-i Bedîyenin Levâhıkı 6. Altıncı fasıl inşâ beyânındadır 7. Yedinci fasıl vasl u fasl beyânındadır 8. Sekizinci fasıl îcâz u ıtnâb u müsâvât beyânındadır II. İkinci bâb ilm-i beyâna dâir Mukaddime 1. Birinci fasıl teşbîh beyânındadır 2. İkinci fasıl hakîkat ve mecâz beyânındadır 3. Üçüncü fasıl istiâre beyânındadır 4. Dördüncü fasıl kinâye beyânındadır 5. Beşinci fasıl tehzîb ve ıslâh-ı eser beyânındadır III. Üçüncü bâb ilm-i bedî beyânındadır 1. Birinci fasıl sanâyi-i maneviye beyânındadır 2. İkinci fasıl sanâyi-i latîfe beyânındadır Lâhika bazı mebhas-ı mühime 4. Fasl-ı Râbi Hakîkat ve Mecâz ve Kinâye ve Teşbîh a)hakîkat ve Mecâz b)mecâz-ı Mürsel 6. Bâb-ı Sâdis Kasr 7. Bâb-ı Sâbi Vasl u Fasl 8. Bâb-ı Sâmin Îcâz, Itnâb, Müsâvât Üçüncü Kitap İlm-i Beyân A. Bâb-ı Evvel Mecâz 1. Nev-i evvel Mecâz-ı Mürsel c) İstiâre 2. Nev-i Sânî İstiâre Fasl-ı Evvel Erkân u Envâ-i Teşbîh Fasl-ı Sânî Agrâz-ı Teşbîh Fasl-ı Sâlis Usûl-i İstiâre d) Kinâye B. Bâb-ı Sânî Kinâye e) Teşbîh 5. Fasl-ı Hâmis Fesâhat Belâgat ve İlm-i Kelâm a) İlm-i Kelâm b) İlm-i Kelâm Aksâmı c) Fesâhat 6. Fasl-ı Sâdis Terkîb 7. Fasl-ı Sâbi Usûl-i mukâtebat ve erkân-ı kitâbet ve şerait-i müteferria-i saire beyânındadır Sanat-ı Tarîh Hâtime a) Makâle-i Ulâ Sanâyi-i Lafziye b) Makâle-i Sâniye Sanâyi-i Maneviye Şiir Kavâfî-i Şiir Buhûr u Evzân-ı Şiir Aksâm-ı Şiir Âsâr-ı Edibâne Dördüncü Kitap İlm-i Bedî Beşinci Kitap İlm-i Arûz Altıncı Kitap İlm-i Kâfiye Yedinci Kitap Aksâmı Şiir Sekizinci Kitap Ahvâli Tahrîr Dokuzuncu Kitap Usûl-i Kitâbet ve Hitâbet Onuncu Kitap Usûl-i Tenkîd

177 Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin Temel Terimlerinin Tanımları ve Açıklamaları Çalışmamızın bu noktasından itibaren bu bölümün girişinde de belirttiğimiz gibi kitapta yer alan temel terimlerin kitabın sistematiğine bağlı kalınarak tanımları ve gereken yerde açıklamaları yapılacaktır. Bu tanımlar esas itibariyle kitaptan çıkartılmış Ahmed Hamdî ye ait tanımlardır; ancak kitapta bulamadığımız terim tanımlarını o dönemde yazılmış diğer belâgat kitaplarından özellikle de Ahmed Cevdet Paşa dan yararlanarak vermeye çalışacağız. Ancak terimlerin tanımlarına geçmezden evvel kitapta yer alan konuların Ahmed Hamdî tarafından belâgat ilminin üç ana dalına göre nasıl tasnif edildiğini bir şema hâlinde veriyoruz. Bu şema aynı zamanda bize kitabın temel yapısını da vermektedir. Belâgat Giriş bölümünde de ifade ettiğimiz gibi belâgat, etimolojik olarak Arapçada ulaştı; olgunlaştı, erginlik çağına ulaştı anlamlarına gelen belaga [ ب ل غ ] kökünden türer. Yine aynı kökten beluga [ beluga fiilinin masdarıdır. 158 Belâgat, ], sözlükte sözün fasîh ve açık seçik olması anlamındadır. ب ل غ a. Ahmed Hamdî nin belâgat ilminin konularını tasnifi Fesâhat Belâgat İlm-i meânî İlm-i beyân İlm-i bedî 1. isnâd-ı haberî 2. müsnedün-ileyh 1. teşbîh 1. muhassinât-ı maneviyye 3. müsned 4. müteallikât-ı fiil mütemmimât-ı cümle 2. hakîkat ve mecâz 2. muhassinât-ı lafziyye 5. cümle-i inşaiyye 6. vasl u fasl 3. kinâye 7. îcâz-ıtnâb-müsâvât Şekil 7 Ahmed Hamdî'nin belâgat ilminin konularını tasnifi 158, el-müncid fi l-luga ve l-âlâm, el-mektebetu ş-şarkiyye, Beyrut 1986, s. 48; Bazı kaynaklar ب ل غ ulaşmak; olgunlaşmak, erginlik çağına varmak mânasındaki bulûğ kelimesiyle ilgili görüyorlarsa da bab ve mastar değişikliğinden dolayı bu anlam isabetli görülmemektedir. H. Kılıç, belâgat, TDVİA, s. 380.

178 146 b. Tanımlar ve Açıklamaları Belâgat: belààat, kelàmıñ feãàóatiyle beràber muúteżà-yı óàle muùàbaúatidir. (s. 4) Belâgat, sözün fesâhat ve muktezâ-yı hâl e uygunluğudur. Ahmed Hamdî, yukarıya aldığımız belâgat tanımına geçmeden önce bu kavramın sözle (kelâm) olan ilişkisinden hareketle maksadın (mütekellimin maksadı) dille ifade edilmesinde yani söz hâline getirilmesinde iki yol bulunduğunu söyler. Bunlardan ilki sözün, zihindeki tasavvurların tabiî akışına uygun söylenmesidir ki bu da kelimelerin dilin normlarına uygun olarak gerektiği yerde söylenmesi ve gerekmediği yerde terk edilmesi ve cümlelerin bağlama uygun olarak söylenmesidir ( terkîb-i basît ve hakikî ). 159 Diğeri ise maksadın daha etkili ve keskin bir şekilde ifadesi için sözün tasavvurların tabiî akışına uygun olarak değil de teşbîh, istiâre, mecâz ve kinâye gibi ifade tarzlarından yararlanılarak söylenmesidir ( tarz-ı muhayyel üzere kelâm ). Ahmed Hamdî, her iki ifade tarzı için de bir ön şart olarak sözü oluşturacak kelimelerin fasîh ve selîs olması gerektiğini ifade eder. Sözün (kelâm) bu şekilde ikiye ayrılmasının temeli klâsik mantıkta bulunur. Aşağıda klâsik mantıkla belâgatin bu bağlantısını açıklamaya çalışacağız. Bilindiği gibi gramer (sarf-nahiv), cümleleri haber cümlesi (bildirme kipi) ve inşâ cümlesi (dilek kipi) olmak üzere ikiye ayırır. Bu cümle tiplerinden haber cümlesi, bir hüküm bildirir ve bu hükmün dış dünyada bir karşılığı vardır (veya yoktur) ve bildirdiği hükmün, dış dünyadaki karşılığıyla (hakikatte) uyumlu olup olmamasına göre cümle, doğru ya da yanlış değeri alır. İnşâ cümleleri için böyle bir durum söz konusu değildir. Klâsik mantık, bel kemiğini oluşturan kıyâs ın (syllogisme) temeline koydu- Tanımlardan sonra verdiğimiz sayfa numaraları, Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin orijinal metnine aittir. 159 Buradaki terkîb-i basît, gramerdeki basit cümleyi karşılamaz. Bilindiği gibi gramerde cümleler basit ve mürekkep (birleşik) olmak üzere ikiye ayrılırlar. Basit cümleler isnâdın, hükmün tek olduğu cümlelerdir. Özne, yüklem ve müteallikâtından oluşur. Mürekkep cümlelerde ise bir cümlede birden fazla hüküm bulunması hâlidir. Şartlı, vasıllı cümleler gibi.

179 147 ğu ve önerme (kaziye) olarak isimlendirdiği bu haber cümlelerini çeşitli açılardan değerlendirir. Bu değerlendirmelerin başında (haber) cümlelerinin taşıdığı hükmün (bilginin) hakikate uygun olup olmaması ve muhâtabın bu bilgi karşısındaki tavrı gelir. Burada bilginin hakikate uygunluğu ve muhâtabın (ve elbette mütekellimin) kabulü bakımından kesinliği yani bilginin değeri söz konusudur. Mantık, bu bakımdan bilgiyi şu alt dallara ayırır: yakîniyyât, meşhûrât, müsellemât, makbûlât, zanniyyât, muhayyelât, vehmiyyât. Bunlardan yakîniyyât kesin bilgiyi içerir. Kendi içinde aklî ve hissî olmak üzere alt dallara ayrılır, ancak burada bunların ayrıntısına girmeyeceğiz. Meşhûrât türünden olan önermeler, doğruluğu halkın tamamı ya da bir kısmı tarafından kabul edilen önermelerdir. Müsellemât, muhâtab tarafından doğruluğu kabul edilen önermelerdir. Makbûlât, otorite olarak kabul edilen büyük kişilere dayandırılan önermelerdir. Zanniyyât, zanna dayanılarak verilen hükümlerdir. Muhayyelât, doğru olmadıkları mütekellim ve muhâtab tarafından baştan bilinen neşelendirmek, öfkelendirmek gibi duygusal amaçlarla kullanılan hayal gücü tarafından üretilmiş önermelerdir. Vehmiyyât, kuruntuya dayalı olarak verilmiş hükümlerdir. Bu ayrımlar, mantıktığın tasdik türleri ni oluşturur. Klâsik mantık, bir başka bahsi olan beş sanat ta kıyâsı (kelâm, söz, metin) yukarıda saydığımız tasdik türlerine göre sınıflandırır. Bu tasnife göre kelâm, burhân, cedel, hitâbet, şiir, safsata olarak beş kısma ayrılır. Bu sıralanış kesin ve doğru bilgiden kesin olmayan ve yanlış bilgiye yani yakîniyyât tan vehmiyyât a doğru tedrîcîdir. Bu sıralanışta burhân doğruluk değeri en yüksek, yanlışlık değeri en düşük olan bilgiyi, safsata ise doğruluk değeri en düşük yanlışlık değeri en yüksek bilgiyi ihtiva eder. Diğer söz türleri bu ikisi arasında sıralanır. Bu beş sanat (metin) türünden belâgati ilgilendiren önermeleri muhayyelât tan oluşan şiir ve önermeleri makbûlât ve meşhûrât tan oluşan hitâbet tir. Burada mantığın şiir le kassettiği şey, bugün anladığımız şiiri değil, edebiyatın bütünüdür. Ahmed Hamdî nin kelâmı terkîb-i basît ve hakikî ve tarz-ı muhayyel üzere kelâm diye ayırmasının arkasında mantığın yukarıda izah etmeye çalıştığımız bu temel ilkesi vardır. Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere terkîb-i basît ve hakikî beş sanattan

180 148 (beş metin türü) burhân dan şiir e kadar uzanan ve önermeleri yakîniyat, makbûlât, müsellemât, meşhûrât tan olan metin türlerini gösterir. Tarz-ı muhayyel üzere kelâm ise önermeleri muhayyelât tan oluşan (hayal ürünü (fictive) önermeler) şiir yani bütün edebî metinlerdir. Yukarıda bahsedilen bu iki ifade tarzından ilkinin meânî ilmi, ikincisinin ise beyân ilmi aracılığıyla öğrenilebileceğini belirten Ahmed Hamdî, bu iki ilmin belâgatin gerçek dayanağı ve başlangıç noktası olduğunu söyler. Ona bunu söyleten sebep belâgati iki şarta dayandırmasıdır. İlk şart, kelâmın oluşturulmasına sebep olan maksadı ve kastedilen anlamı, hâl ve makâma münasip söylememek hatalarından kaçınmaktır. İkinci şart ise fasîh kelâmı, fasîh olmayan kelâmdan ayırt etmektir. Dikkat edilirse verilen bu iki şart, yukarıda verdiğimiz belâgat tanımını oluşturmaktadır. Bu iki şartın sınanmasında sarf ve nahiv gibi başka bilimlerden de yararlanılabileceğini söyleyen Ahmed Hamdî, yine de bunlar için asıl ölçütün meânî ilmi ve beyân ilmi olduğunu bundan dolayı belâgat âlimleri tarafından belâgat ilminin iki ana kısmı olarak meânî ve beyân ın kabul edildiğini ifade eder. Ahmed Hamdî ye göre meânî, ifade hatalarından kaçınmayı öğreten daldır, beyân ise mananın kapalılığından yani özellikle kinâyelerde uzak anlamdan yakın anlama geçişte yaşanması muhtemel sorunlardan sakınmayı bildirir. Ahmed Hamdî nin ifadesine göre bedî ilmi belâgatin asıl parçalarından olmayıp belâgate ilinti olarak eklenen yani sözün belîğ olup olmamasını etkilemeyen ve daha çok süse dayalı bir kısmı lafz a ve bir kısmı mana ya ait bir takım haricî sanatları kapsar. Yukarıda yazdıklarımızı özetleyecek olursak Ahmed Hamdî önce bir mantık ilkesine dayanarak sözü (kelâm) ikiye ayırmakta, her bir kelâm türünün temel özelliklerini vermekte, bu temel özellikleri verirken de belâgat biliminin fesâhat, fasîh, belâgat, belîğ, muktezâ-yı hâl ve makam, teşbîh, mecâz ve kinâye gibi en temel kavram ve terimlerini bir açıklama ve tanım yapmaksızın zikretmektedir. Bu terimlerin en önemlileri fesâhat, muktezâ-yı hâl ve belâgat tir. Dikkat edilirse bu üç terimin birleşmesinin belâgatin tanımını oluşturduğu görülür. Nitekim yukarıda verdiğimiz belâgat tanımı da metnin tam bu noktasında yer alır.

181 149 Ahmed Hamdî, buraya kadar sadece adlarını zikrettiği temel terimlerin ve bunlara ait alt terimlerin izah ve tanımına bu noktadan sonra başlar. İlk izahlar, belâgat ve fesâhat kelimelerinin kullanım alanları ile ilgilidir. Buna göre belâgat, tek tek kelimeler için değil, bir metin ( kelâm ) ve bu metni oluşturan kişi ( mütekellim ) için kullanılabilir. Belâgat kelimesi kelâm için kullanıldığında sözün bir özelliğini belirtir ki belâgat biliminin konusunu da bu oluşturur. Belâgat kelimesinin sözü söyleyen için kullanılması ise kişide bulunan bir meleke (yeti)yi ifade eder. Ahmed Hamdî, belâgat kelimesinin kullanım alanlarını belirttiği yerden yaklaşık iki sayfa sonra kelâmın belâgati fesâhatiyle berâber olduğu hâlde kelâmı hâl ve makâma mutâbık kılmasını bildirir fendir diye bir tanım yapar ki bu tanımda kelâmın belâgati ile ilm-i belâgâti karıştırmış gibi görünür. Kanaatimizce burada ya bir zuhûl ya da tashihte gözden kaçan bir durum söz konusudur. Diğer belâgat kitapları ile karşılaştırıldığında Ahmed Hamdî nin belâgat kelimesini daha dar bir anlamda sadece kelâm ve mütekellim için bir sıfat olarak kullandığını görürüz. Söz gelimi Ahmed Cevdet Paşa da görülen ilm-i belâgat tabiri ve ilm-i belâgat in tanımı Ahmed Hamdî nin kitabında yoktur (Biz burada sadece tabirin ve tanımın bulunmadığını söylüyoruz yoksa Ahmed Hamdî nin belâgati bir ilim olarak kabul ettiği muhakkaktır). Belâgatin kullanım alanı ile ilgili en geniş bilgiyi Muallim Nâci nin Istılâhât-ı Edebiyye sinde görüyoruz. Nâci, belâgati esas olarak bir bilim dalının adı, kelâmın bir sıfatı ve mütekellimin sıfatı olarak görür. Onun diğerlerinden ayrıldığı nokta, mütekellimin sıfatı olarak belâgati bir meleke ve fiilen tecelli etme itibariyle iki ayrı görünüş olarak ele almış olmasıdır. 160 Bütün bunları toplayacak olursak belâgatin üç ayrı kavram için kullanıldığını görürüz: Belâgat öncelikle, sözün fesâhat li olması ile birlikte muktezâ-yı hâl e uygun olarak söylenmesidir (kelâmın belâgati). İkinci olarak belâgat, kurallara uygun söz söyleme yeteneği (meleke, İng. eloquence)dir (mütekellimde belâgat). Üçüncü olarak ise belâgat, sözü bu şekilde söylemeyi öğreten bir bilimdir. Bir bilim olarak belâgat, müte- 160 Muallim Naci, Edebiyat Terimleri, Istılâhât-ı Edebiyye, (Haz.: M. A. Yekta Saraç), Risale Yay., İstanbul 1996, s

182 150 kellime (verici) sözü güzel ve yerinde kullanma yetisini kazandırmaya yönelik sistematik bir bütündür (belâgat ilmi, İng. rhetoric). Kelâmın belâgati için iki gerek şart aranır. Bu şartlar, tek başlarına gerek ve yeter şart değildir. İkisi ancak birlikte yeter şartı oluşturur. Bunlar, sözün fesâhat ve muktezâ-yı hâl e uygun söylenmiş olmasıdır. Bunlar, belâgat ilminin sadece meânî kısmını içine alan minimum şartlarıdır. Edebî metin her türden metin FESÂHATE UYGUNLUK Muktezâ-yı hâl ve makama (Meânî) uygunluk Beyân Bedî gerek ve yeter özellik ekstra özellik Belîğ Söz Ahmed Hamdî, belâgat kelimesinin kullanım alanlarından sonra fesâhat kelimesinin kullanım alanlarını belirtir. Belâgat sadece kelâm ve mütekellim için kullanılırken fesâhat, -belâgat gibi kelâm ve mütekellim için kullanıldığı gibi ayrıca- belâgatten farklı olarak tek tek kelimeler için de kullanılabilir. Bu sözlerden sonra fesâhatin bir tanımını yapmaksızın doğrudan doğruya fesâhatle ilgili terimlerin tanım ve açıklamalarına geçer. Bu konuyu aşağıda fesâhat maddesi altında inceleyeceğiz. Fesâhat Fesâhat, sözlükte [ ف س ح ] fesuha (yer genişledi) fiilinden türemiş bir mastar olarak gösterilir ve mekânın genişlemesi, açılması anlamına gelir 161. Bu sözlük anlamının dışında belâgatle bk. fesuha, el-müncid fi l-luga ve l-âlâm, el-mektebetu ş-şarkiyye, Beyrut 1986, s. 581; ayrıca ف س ح 161 N. Hacımüftüoğlu, Fahruddin Er-Razî nin Nihâyetü l-icâz fi Dirâyeti l-i câz ının Tahkikli Neşri ve Abdülkahir el-cürcânî nin Belâgat Alanındaki Eserleriyle Mukayesesi, s. 12: Fesahat kelimesi, kökü üç ve beşinci bâblardan kullanılan Fesaha veya Fesuha kelimelerinden elde edilmiş bir mastardır. Maksadımıza uygun olan anlamların umumiyetle fesuha köküne bağlı oldukları görülmektedir. Fesahat kelimesinin birinci derecede anlamı, zuhûr ve beyân demektir ki, herhangi bir nesnenin belli ve âşikâr olmasından ibarettir. Asıl madde sütün köpüğü gidip sade kalması anlamına konulmuşken, sonradan herhangi bir nesnenin şaibeden hâlî olmasında kullanılmaktadır. Bu münasebetle

183 151 ilgili bir terim olarak da kullanılan fesâhat, burada sözün ses ve mana kusurlarından arınmış olması nı ifade eder. 162 a. Ahmed Hamdî nin Fesâhat konularını tasnifi Yukarıda da belirtildiği gibi Ahmed Hamdî, belâgat kelimesinin ardından fesâhat kelimesinin hangi alanlar için kullanıldığını belirledikten sonra fesâhatle ilgili genel bir tanım yapmaksızın sırasıyla kelimede fesâhat, kelâmda fesâhat ve mütekellimde fesâhat konularına girer ve her birinde fesâhatin ne olduğunu, nasıl olması gerektiğinin şartlarını açıklar, tanımlarını yapar. Ahmed Hamdî nin burada işlediği fesâhat konuları aşağıda tablo hâlinde verilmiştir. Fesâhat I. kelimede fesâhat II. kelâmda fesâhat III. mütekellimde fesâhat (meleke) 1. tenâfür-i hurûf (Güç söylenen harfler) 2. garâbet (kullanılmayan kelimeler) 3. muhâlefet-i kıyâs (gramer hatalı kelimeler) 1. za f-ı telîf (söz dizimi hatası) 2. tenâfür-i kelimât (güç söylenim) 3. takîd (anlaşılmada güçlük) a) takîd-i lafzî (delâlette kusur) b) takîd-i manevî (manaya delâlette hata) 4. kesret-i tekrâr (tekrar fazlaları) Şekil 8 Ahmed Hamdî'nin fesâhat ilminin konularını tasnifi 5. tetâbu -ı izâfât (uzun tamlamalar) I. Kelimenin Fesâhati (Tanım ve Açıklamaları) Kelimeniñ fesàhati, tenàfür-i óurÿfdan, àaràbetden, muòàlefet-i úıyàsdan beri olmasıdır. (s. 5) Kelimenin fesâhati, güç söylenen kelimeler ( tenâfür-i hurûf ), kullanımı yaygın olmayan kelimeler ( garâbet ), dilbilgisi kurallarına aykırı kelime kullanımlarından ( muhâlefet-i kıyâs ) uzak olması demektir. fesahat kelimesi dil serbestliği ve akıcılığı, her türlü kapalılık, hata, lehçe bozukluğu ve talaffuz güçlüğü gibi eksikliklerden salim olma anlamını kazanmıştır. 162 Nusreddin Bolelli, Belâgat, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yay., İstanbul 2001, s. 16.

184 tenâfür-i hurûf: TenÀfür ( ) ekåeriyà maòrecleri mütteóid veyà birbirine yaúın olan ba żı óurÿfatıñ, yek-dìgere telàúìsinden õevú-i sàmi a bir nev teneffürü ìràå etmesi dir. (s. 5-6) Tenâfür, çoğunlukla mahreçleri bir veya birbirine yakın olan seslerin, bir araya gelerek işitme duyusuna bir tür rahatsızlık vermesidir. Ahmed Hamdî, tenâfür-i hurûfa örnek olarak fehâhet (fesâhetin zıttı) ve kûhhâ (dağlar) ve şişirerek kelimelerini verir. Ahmed Hamdî de tenâfür hakkında doğrudan doğruya böyle bir tanım yoktur. Tenâfürden bahsederken bu konunun esas olarak dinleyicinin zevkiyle agılanabileceğini söylerken mahreçleri yakın seslerin kulakta rahatsızlık oluşturduğunu söylemeden edemez. Biz yukardaki tanımı, daha net ifade etmek için buradan çıkarttık. 2. garâbet: áaràbet, isti màli àayr-i me nÿs ve vaòşì olan elfàôdır. (s. 6) Garâbet, alışılmışın dışında ve yadırganan kelimelerin kullanımıdır. Ahmed Hamdî, Eski Türkçede Allah a Çalap ve kasırgaya kuyun denilmesini garabete örnek olarak verir. Görüldüğü gibi Ahmed Hamdî, garâbete örnek olarak arkaik kelimlerin kullanılmasını vermiştir. 3. muhâlefet-i kıyâs: MuòÀlefet-i úıyàs, lafıô lisànıñ úà ide-i ãarfiyye ve naóviyyesine muòàlif bulunmasıdır. (s. 6) Muhâlefet-i kıyâs, lafzın dilin şekil bilgisi (sarf, morfoloji) ve söz dizimi (nahiv, sentaks) kurallarına aykırı olmasıdır. Bu tanımda açıkça sarf ve nahiv kusurları yer alırken Ahmed Hamdî, sadece sarf kusurlarını gösterene örnek vermemektedir. Türkçe nin morfolojik (fonetik) kurallarına göre içinde kalın ünlü ( hareke-i sakîle ) bulunduran bir kelimenin masdarı -maú مق ekiyle sonlanması gerekirken böyle bir kelimeye kelimeyi -mek مک eki ile masdar yapmak ve ince ünlü (hareke-i hafîfe) bulunduran kelimlerin masdarı -mek مک ekiyle

185 153 olması gerekirken مقmaú - ekinin kullanılmasını kıyâsa muhalefet olarak görmektedir. Ahmed Hamdî, -mak masdar eki örneğinin dışında lık ekinin yanlış kullanılmasını مسخره تحفلق ve masòara-lıú fesâhati bozan örneklerden olarak vermektedir. tuóaf-lıú ör- مسخره gibi. Dikkat edilirse buradaki لک تحفلک ve masòara-lik لق yerine tuóaf-lik nekler ünlü uyumu ile ilgili (fonetik) örneklerdir. II. Kelâmın Fesâhati (Tanım ve Açıklamaları) KelÀmıñ feãàóati, kelimeleriniñ muòill-i feãàóat olan maóàõirden sàlim olmaàla beràber ża f-ı te lìfden ve tenàfür-i kelimàt ve ta úìdden ve keåret-i tekràrdan ve tetàbu -ı iżàfàtdan beri olmasıdır. (s. 6) Kelâmın fesâhati kendisini oluşturan kelimelerin fesâhati bozacak sakıncalı durumlardan kurtulmuş olmalarının yanı sıra, za f-ı te lîf, tenâfür-i kelimât, ta kîd, kesret-i tekrâr ve tetâbu -ı izâfât tan kurtulmuş olması demektir. 1. za f-ı telîf: Ża f-ı te lìf, eczà-yı kelàm úanÿn-ı naóiv ve büleàà-yı ehl-i lisànıñ şìve-i ifàdelerine muààyyir olmasıdır. (s. 7) Za f-ı telîf, kelâmın cüzlerinin sentaks kurallarına ve dili iyi kullanan belîğ kimselerin ifade tarzlarına aykırı olmasıdır. Ahmed Hamdî, za f-ı telîfin sebebi olarak ediplerin seci ve cinâs gibi salt lafzî sanatlar uğruna anlamı lafza feda ederek sözün üslûbunu bozmalarını ve halkın dilin genel normuna ( şîve-i ifâde ) uygun olarak konuşmayı bilmemesinden kaynaklandığını söyler. Ahmed Hamdî, bir fiil veya haberin zarfını hemen yanında getirmeyip mütealliki (özne ve yüklem dışındaki diğer ögeler)nin yanında getirmeyi buna örnek olarak verir. Seni gördükte ol derece memnûn oluyorum yerine Ol derece seni gördükte memnûn oluyorum demek vs. yerlerde kelâmın ögelerini öncelemek ve sonralamak (takdîm ve te hîr) örneklerini verir. Bu örnekte memnûn olmak yüklemine ait olan ol derece lafzının yanlış yerde kullanılması kusur oluşturur.

186 154 Seni gördükte ol derece memnûn oluyorum. doğru Ol derece seni gördükte memnûn oluyorum. yanlış Tanıma ve örneklere bakıldığında za f-ı telîfin büyük ölçüde sıralama eksenindeki bozukluklardan kaynaklandığı söyleyebilir. 2. tenâfür-i kelimât: TenÀfür-i kelimàt daòi kelimeleriñ lisàna åaúìl gelmesidir. (s. 7) Tenâfür-i kelimât, kelimelerin zor telaffuz edilmesidir. Ahmed Hamdî, tenâfürden maksadın ana dille sınırlı olduğunu, başka bir dilin telaffuzu zor kelimelerinin tenâfür kabul edilemeyeceğini ifade eder. Bu konu için şu örnekleri verir: teúàùur-ı úaùaràt-ı úaùràn (Kara kara damlaların damlaması), gülgeşt-i heşt-behişt (sekiz cennetin gül bahçesi), Úaryeliler, úuràdan úarye-be-úarye firàra úaràr verdiler (Köylüler köylerden köy köy tüymeye karar verdiler). 3. ta kîd: ikiye ayrılır. Kelâmın anlaşılmasında güçlük olmasıdır. Ta kîd, lafzî ve manevî olmak üzere a) ta kîd-i lafzî: kelimeleriñ ma nà-yı muràd üzere delàleti ôàhir ve vàżıó olmamaúdır (s. 7) Kelimelerin kastedilen anlamlara delâletlerinin belirgin ve açık olmamasıdır. Ahmed Hamdî ye göre bu kusur, tıpkı za f-ı telîfte olduğu gibi, lafızların sıralanmasında meydana gelen kusurlardan kaynaklanır. Tehîr yapacak yerde takdîmde bulunmak, takdîm yapılacak yerde tehîr bulunmak; lafızları söylenmesi gerekirken söylenmemek, bir isim kullanılması gereken yerde o ismin yerine bir zamir kullanmak vb. gibi sebeplerden dolayı kelamdaki lafız sıralanışının manaların (tasavvurların) zihindeki sırasına uymaması bu kusurların başlıcalarıdır. Bunun için A. Hamdî şu örnekleri verir: Dÿzaòa girmez sitemiñden yanan ÚÀbil-i cennet degil ehl-i aõàb

187 155 gibi ki söylenmesi gerekirken söylenmeyen lafızların fazlalığı bu beyitte takîde sebep olmuştur. Olması gereken şekli ( takdîri ): (Bir kimse bu dünyada) Senin zulmünle yanarsa bir daha âhirette cehennem azâbı görmez (çünkü o kimse mazlûmluğu sebebiyle cennete layık olduğu için azâba müstahak olmaz). Ahmed Hamdî, za f-ı telîf ile takîd-i lafzî arasıda eksik girişimlik ( umûm husûs min vech ) olduğunu bunların bazı noktalarda birleştiklerini, bazı noktalarda ayrıldıklarını ifade eder. Ama birleştikleri ve ayrıldıkları noktaları açıkça belirtmez. za f-ı telîf ta kîd-i lafzî Lafzî ta kîdin manzum ve mensur metinlerde çokça görüldüğünü ve bazen bunların kelâmdan hiçbir şey anlaşılmayacak derecede olduğunu O şeyi şey ettin mi? cümlesi ile örneklendirir. b) ta kîd-i manevî: Ta úìd-i manevìde kelàmıñ ma nà-yı muràd üzere delàletiniñ adem-i ôuhÿrı; kelàmıñ ma nà-yı evvelinden muràd-ı mütekellim olan ma nà-yı åànìye intiúàlde òalel vàúi olduàu için ol masıdır. (s. 8) Takîd-i manevî kelâmın kastedilen anlama delâlet edememesidir ki bu da kelâmın zâhiri anlamından ( manâ-yı evvel ) mütekellimin kastettiği ikincil anlama ( manâ-yı sânî ) geçişte engeller bulunması demektir. Ahmed Hamdî, zahirî anlamdan kastedilen anlama geçişteki engellerin şu iki şeyde kaynaklandığını söyler. Birincisi kastedilen anlama delâlet eden karînelerin kapalı olması ve ikincisi ise anlaşılması pek çok ipucu gerektiren uzak lâzımların (yan anlam) kullanılması. Örnek olarak da şu beyitleri verir: Firúatiñ ister göñül vaãlıñ edince Àrzÿ Çünkü devr eyler muràd aksine çarò-ı pür-sitem Müncemid olsun diyü Àb-ı sirişkim dìdede Merdüm-i çeşmim döker seylàb-ı ekşim dem-be-dem (Sitem dolu felek, murâd edilenin aksine döndüğü için gönül, kavuşmayı arzu ettikçe ayrılığını ister. Göz, gözyaşımın suyu donsun diye, göz bebeğimden daima gözyaşımın selini dö-

188 156 ker.) Burada gözyaşının donmasından kalbin sevincine geçiş, karînenin kapalılığı ve vasıtalarından dolayı güçleşmiştir. 4. kesret-i tekrâr: Keåret-i tekràr, ibàrede lüzÿmsuz bir lafôı tekràr etmekdir. (s. 9) Kesret-i tekrâr, ibârede bir sözün gereksiz yerlerde tekrar edilmesidir. Ahmed Hamdî, kesret-i tekrâr için şu örneği verir: Bir hükümdârın hâli pek fenâdır çünkü kendisi, hükm ü idâre eder gibi göründügü bi l-cümle kesânın esîri olup onlar için yapılmış gibi bütün cân u teni onlara mahsûr ve fikr ü zihni onların kâffe-i ihtiyâcâtının tedârikine memûrdur. Umûmen bütün milletin adamı olmağla onların merâmlarınca hareket etmesi, onları pederâne ıslâh u terbiye eylemesi ve onları mukbil u mes ûd kılması üzerine lâzımdır. İbâresinde onlar ın lafzının tekrârı gibi ki bu manâ başka bir selîs 163 ibâre söylenmesi durumunda onlar lafzının bu kadar tekrârlanmayacağını söyler. 5. tetâbu-i izâfât: TetÀbu-i iżàfàt, nihàyeti dörtden ziyàde elfàôıñ birbirine iøàfesidir. (s. 9) Tetâbu-i izâfât, dörtten fazla kelime ile tamlama yapılmasıdır. Ahmed Hamdî örnek olarak Fuzûlî nin Hadîkatü s-sü edâ sından aldığı şu tamlamayı verir: Ebkâr-ı encüm, tâb-ı nezâre-i mesâ ib-i havâtîn-i harem-serâ-yı nübüvvet getiremeyip perde-i hicâba girdi. Burada Ahmed Hamdî, Farsça kurallarına göre yapılmış tamlama örneği vermekte Türkçe tamlamalarda ne olacağını söylememektedir. III. Mütekellimin Fesâhati (Tanım ve Açıklamaları) Mütekellimiñ feãàóati, elfàô-ı faãìóa, ta bìràt-ı selìse ile mütekellimi maúãÿdunu ifàdeye muútedir úılır melekedir. (s. 10) Mütekellimin fesâhati, mütekellimin maksadını fasîh lafızlar ve selîs tâbirler ile ifadeye muktedir kılan yetidir. 163 selâset: Kelâmın lisân üzre sühûletle cereyân edişidir. Bk. Ahmet Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, Akçağ Yay. s. 10.

189 157 b. Değerlendirmeler Her ne kadar yukarıda fesâhat i bir belâgat terimi olarak göstermiş isek de klâsik belâgat kitaplarında fesâhat, belâgatin iskeletini oluşturan ilm-i meânî, ilm-i beyân ve bu iki ilmin bir uzantısı olarak görülen ilm-i bedî in dışında tutulmakta, ancak bu üç disiplinin konusu olan belîğ kelâmın bir ön şartı olarak kabul edilmesi sebebiyle kitaplarda yukarıda saydığımız asıl belâgat ilimlerine bir giriş mahiyetinde yer almaktadır. 164 Belâgat âlimleri, belîğ sözü, muktezâ-yı hâl e uygun söylenmiş söz olarak kabul etmektedirler -bu yani, sözün muktezâ-yı hâle uygun olarak söylenmesi ilm-i meânî nin konusudur-; ancak bir sözün salt muktezâ-yı hâle uygun olarak söylenmiş olması belîğ kabul edilmesi için yeterli değildir. Bir sözün belîğ kabul edilmesi için öncelikle fasîh (fesâhat kurallarına uygun) olması istenir. Fesâhat bahsi terminolojisi oturmuş, klâsik yapısını kazanmış belâgat kitaplarında nasıl ele alınıyorsa Belâgat-i Lisân-ı Osmânî de de aynı şekilde ele alınmıştır. Ahmed Hamdî de fesâhatin derli toplu bir tanımı bulunamadığından bu terimin tanımını Cevdet Paşa dan aldık. Elfâôıñ telâffuô ve istimâ ı tatlı, ma nâsı ôâhir ya nî telâffuô olunur iken ma nâsı õihne mütebâdir olmaúdır. Bunuñ alâmeti daòi elfâôıñ úavâ id-i lisâna muvâfıú ve elsine-i üdebâda keåîrü l-isti mâl olmasıdır. 165 (Lafızların telaffuzunda zorluk olmaması işitmede de kulağı tırmalamamakla birlikte manasının açık yani telaffuz edilir edilmez anlamının zihinde uyanmasıdır. Bunun alâmeti de lafızların dilbilgisi kurallarına uygun ve edipler arasında da kullanımının yaygın olmasıdır.) Bu konu ile ilgili Rıza Filizok Belâgat Bilimimizin İçerdiği Teoriler: Güzel Söz Teorisi başlıklı yazısında fesâhat hakkında şunları söyler: 164 Burada sözünü ettiğimiz fesâhat, artık sınırları ve terminolojisi belirlenmiş belâgat ilmi içinde yer alan eskiye göre anlamı daralmış ve kesinleşmiş bir terimdir. Bilindiği gibi fesâhat, Kazvînî ve Sekkâkî öncesi çok daha geniş bir anlamda hatta belâgatin tamamını kapsayacak bir anlamda dahi kullanılmıştır. Biz burada bu anlamı ile ilgilenmeyip Sekkâkî ve Kazvînî sonrası kesinleşmiş anlamı ile ilgileniyoruz. 165 Ahmet Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, (Haz.: Turgut Karabey, Mehmet Atalay), Akçağ Yay., Ankara 2000, s. 4.

190 158 Fesâhat: bir sözün kelimelerinde ve bütününde lafz, mâna ve âhenk yönünden kusur bulunmamasıdır. Fesâhat kelimede, cümlede ve konuşanda aranır. Dil kurallarına ve edebî geleneğe, ediplerin kullanımına uygun olan kelime ve sözler fasîh sayılır. Sözün söylenişi kolay olmalı, kulağa hoş gelmeli, manası açık olmalıdır. Söz, dilin kurallarına uygun olmalı, usta yazarların kullanımına uymalıdır. Güzel söz, hâlkın anladığı, aydınların da inceliklerini kavrayarak takdir ettiği sözdür. Cevdet Paşa, fesahatin ne olduğunu bir benzetme ile çok güzel anlatır: Bir edebiyatçı ister nesir ister şiir yazsın, bir kuyumcuya benzer. Kuyumcu bir süs eşyası yapacağı zaman önce nasıl kullanacağı mücevherleri seçer, sonra onların uygun olanlarını yan yana dizerse edebiyatçı da aynı şekilde önce kullanacağı kelimeleri seçer, sonra onları uyum içinde bir araya getirir, sıralar. İşte onun bu iki işi fesahat demektir. Dikkat edilirse Cevdet Paşa fesahati de çağdaş teorileriyle örtüşen bir belâgat teorisiyle ortaya koymakta, bu işi bir seçme ve sıralama işi olarak tanımlamaktadır. Çağdaş dil bilimi de Cevdet Paşa gibi bunları seçme ekseni ve sıralama ekseni olarak ifade etmektedir. Bu anlamda fesâhat, aynı zamanda bir cümle kurma işidir. Aslında her tür cümle bu iki işlem yapılarak kurulur. Ustaca yapılan bu seçme ve sıralamaya fesâhat adı verilir. Mütekellimin fesahati denilen şey ise konuşanın fasîh kelimelerle amacını anlatabilme gücüdür. Uygun kelimeyi seçme, kelimeleri uygun bir şekilde birbirine bağlama, sıralama gücüdür. 166 Belâgat âlimleri (teorisyenleri) kitaplarının girişlerinde fesâhati tanımladıktan sonra kelime düzeyinde, kelâm düzeyinde ve mütekellim düzeyinde olmak üzere fesâhatin üç seviyesinden sözederler. (Bilindiği gibi belâgat ise kelâm ve mütekellim düzeyi ile ilgilenir.) Bunlardan mütekellim düzeyinde fesâhati, hemen hemen bütün belâgat âlimleri bir iki cümle ile geçiştirir. Asıl ağırlığı kelime düzeyinde fesâhat ve kelâm düzeyinde fesâhate verirler. Ancak bu iki konu arasındaki fesâhat belâgat ağırlık da eşit olarak dağılmamıştır. Kelâm seviyesinde fesâhat, kelime seviyesinde fesâhatten daha geniş olarak işlenmiştir. Fesâhat bahsinin ilk konusunu oluşturan tenâfür-i hurûf (güç söylenen kelimeler), garâbet (kullanılmayan kelimeler) ve muhâlefet-i kıyâs (gramer hatalı kelimeler) terimleri ile ifade edilen kelime düzeyinde fesâhat, kelimelerin fonetik, leksik ve morfolojik yapıları ile ilgili bir husûstur. Bilindiği gibi kelimelerin bu yapıları, klâsik dilbilgisi kitaplarında fonetik, leksikoloji ve morfoloji bölümlerinde ele alınırlar. Dolayısıyla fesâhatin kelimeyle ilgili kısmı, klâsik dilbil- 166 R. Filizok, Belâgat Bilimimizin İçerdiği Teoriler: Güzel Söz Teorisi,

191 159 gisinin bu üç alanıyla yakından ilgilidir. Dilbilgisinin bu üç alanında belirtilen kurallara uygunluk fesâhati sağlar. Bu kuralların dışına çıkmak ise fesâhati ihlâl eder. Modern dilbiliminin yaklaşımında ise bu konular seçme ekseninde ele alınırlar. Fesâhat konusunun ikinci ve en geniş bölümünü oluşturan kelâm düzeyinde fesahat ise klâsik dilbilgisinin sentaks (nahiv = söz dizimi) konuları ile iç içedir. Burada söz dizimi ile ilgili çeşitli kusurlar gösterilir ve bunlardan kaçınılması istenir. Modern dilbilimin yaklaşımı ile ifade edecek olursak bu konu sıralama ekseni ile ilgilidir. Fesâhat konularının gramerle olan bu bağlantılarının Ahmed Hamdî nin de bildiği görülmektedir. Onun fasîh sözü, fasîh olmayandan ayırmada fesâhatin kullandığı bazı disiplinler hakkındaki görüşü de bunu göstermektedir. Ahmed Hamdî diğer belâgat âlimleri gibi lugat, sarf ve nahiv vasıtası ile kelâmın kusurlarının giderilerek fesâhatin sağlanacağı görüşündedir. Bunlara ilâve olarak hissi (sezgi) de ekler. 1. Lûgat ilmi: Fesâhatte garâbet-i elfâzı (kullanılmayan kelimeler) gidermeye yarar. 2. Sarf ve nahiv ilmi: Ta kîd-i lafzî (lafızda anlaşılmazlık), muhâlefet-i kıyâs (dilbilgisi kurallarına aykırılık) ve za f-ı telîf (söz dizimi hataları) kusurlarını gidermeye yarar. 3. His ve vicdân: Tenâfürü (kakofoni) çözmeyi sağlar. Görüldüğü gibi fesâhat konuları işlenirken olumsuzlardan (olmaması gerekenlerden) hareket edilir. Sayılan kusurların dışındaki her söz fasîh kabul edilir. *** Ahmed Hamdî, kelime ve kelâmda fesâhat bahsininin hemen ardından birer cümle hâlinde mütekellimin fesâhati ve mütekellimde belâgat in ne olduğunu ifade eder. Bu konuda daha geniş açıklamaları çalışmamızın daha önceki sayfalarında yapmıştık. *** Ahmed Hamdî, buraya kadar belâgat kavramının neyi ifade ettiği hakkında kısaca bilgiler vermiş, belâgatin iki şartı olduğunu söylemişti. Bunlardan biri fesâhat, diğeri muktezâ-yı hâle mutâbakat ti. Ahmed Hamdî, fesâhat hakkında gerekli bilgileri verdikten sonra, muktezâ-yı hâl konusuna geçer.

192 160 Ahmed Hamdî, muktezâ-yı hâl konusunda kelâmın farklı farklı mahal ve makamları olduğunu ve her bir sözün bitişiklik içinde olduğu kelime ( mütelâyim ) ile bir uyum oluşturduğunu söyledikten sonra kelâm için yedi farklı makam sayar. 1. Bir kelimenin ikinci bir kelime ile bir araya gelerek oluşturdukları makam (ki bu ikinci kelimenin yerine yakın anlamlısının kullanılması aynı makamı oluşturmaz) 2. Kelimelerin terk edilmesi ya da zikredilmesini gerektiren makam 3. Cümlenin pekiştirilip pekiştirilmemesini gerektiren makam 4. Merâmın haber cümlesi ile mi inşa cümlesi ile mi ifade edileceğini belirleyen makam 5. Merâmın ifadesinin birleşik cümle veya ayrık cümlelerle olmasını belirleyen makam 6. Cümlenin az lafızla mı yoksa çok lafızla mı ifade edilmesini belirleyen makam 7. Merâmın muhâtabın seviyesine göre ifade edilmesini belirleyen makam Dikkat edilirse Ahmed Hamdî burada her makam için bir birinin alternatifi olabilecek ifade çiftleri sunmakta ve bu çiftlerden her hangi birinin seçiminin muhâtaba, mütekellime ve diğer şartlara bağlı olduğunu göstermektedir. Belîğ olan kimsenin sözün bu makâmlarını (context, bağlam) bilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Belâgatçilere göre bir kelâmın güzel kabul edilebilmesi ve sağlamlıktaki değerinin yüksekliği, muktezâ-yı hâl e ve itibâr-ı münâsib 167 e uygunluğundan; kelâmın değerinin ve yüksekliğinin olmaması ise itibâr-ı münâsib e sından kaynaklanır. Ahmed Hamdî ye göre kelâmın belâgat bakımından iki ucu vardır. Birinci uç belâgatin son noktası olan i câz derecesidir. Diğeri uç, Yukarı (i câz, Kur ân-ı Kerîm) Aşağı (Hayvan sesleri, anlamsız sesler) aşağı tarafıdır ki kelâm o derecen biraz daha aşağı inerse kelâm olmaktan çıkıp hayvan sesleri sınıfına girer, bu iki ucun arasında birbirinden oldukça farklı birçok dereceler bulunur. 167 itibâr-ı münâsib: muktezâ-yı hâl. Bk. Kazvînî, el-îzâh fî Ulûmi l-belâga, Müessesetü l-kütübi ssekâfiyye, Beyrut, s

193 161 Meânî a. Ahmed Hamdî nin Meânî İlminin Konularını Tasnifi İlm-i Meânî 1. isnâd-ı haberî 2.müsnedünileyh 3. müsned 4.müteallikât-ı fiilmütemmimât-ı cümle 5. cümle-i inşâiyye kasır (istidrâd) 6. vasıl u fasl 7. îcâz-ıtnâbmüsâvât Şekil 9 Ahmed Hamdî'nin "ilm-i meânî" tasnifi b. Tanımlar ve Açıklamaları Tanım: İlm-i me Ànì, elfàô-ı Türkiyyeyi muúteżà-yı óàle muùàbıú úılan óàlàtdan baóåeder fen dir. (s. 11) İlm-i meânî, Türkçe lafızları, muktezâ-yı hâle uygun kılmanın şartlarından bahseden ilimdir. (Türkçenin gerekli şekilde kullanılmasını gösteren ilim). Ahmed Hamdî, yukarıdaki ilm-i meânî tanımını, meânî bölümünün başında bu ilmin neleri kapsadığından söz ederken dolaylı olarak verir. Bu tanımda iki şey dikkati çekmektedir, elfâz-ı Türkiyye ve muktezâ-yı hâl. Muktezâ-yı hâli sonraya bırakıp önce elfâz-ı Türkiyye hakkında açıklamalar yapacağız. Tanımda elfâz-ı Türkiyye tabirinin yer alması, Arapça belâgat kitaplarının model alınıyor olmasından kaynaklanan bir durumdur. Arapça belâgat kitaplarının meânî tanımlarında Elfâz-ı Arabiyye tabiri yer alır. Bu tabirin yerini elfâz-ı Türkiyye tabirinin alması, belâgatin Türkçeleştirilmesi temâyülünün bir tezâhürüdür. Belâgatin Türkçeleştirilmesi gayreti yerindedir; ancak kanaatimizce burada Türkçeleştirme yanlış yerde yapılmaktadır. Çünkü meânî konuları, bütün diller için geçerli olduğu gibi tanımda herhangi bir dil adının geçmesi hem doğru değildir, hem de bir bilim dalını o dile özgü kılmaz. Belâgatin Türkçeleştirmesinden söz edeceksek bu, belâgat konu ve kurallarının açıklanması ve öğretilmesinde Türkçenin normlarından ve Türkçe örnekler-

194 162 den hareket edilmesi ile mümkündür ve Ahmed Hamdî, Belâgat-i Lisân-ı Osmânî sinde bunu da büyük ölçüde başarmıştır. Belâgatin temel bilim dallarından ilki olan meânî, kastedilen anlamın (mesaj) hâlin gereklerine göre bürünebileceği muhtemel söz formları, yani sözü oluşturan ögelerin mütekellimin niyeti, muhâtabın zihnî ve duygusal durumu, sosyal konumu ve diğer hâricî şartlara göre sıralanış şekilleri üzerinde durur. Burada saydığımız ve söz ögelerinin sıralanmasında etkili olan şartların tamamı muktezâ-yı hâl i oluşturur. Mesajın, mütekellim ve muhâtabın çeşitli durumlarına uygun olarak, formu değiştikçe manasında da bir takım değişiklikler olması doğaldır. Bu değişiklikler, elbette mesajın özünü etkilemez. Bunlar daha çok mütekellimin zihnî, duygusal vs. gibi durumlarını ve toplumun bir ferdi olarak sosyal algılarını yansıtan ek bilgilerdir. Bu açıdan bakılırsa aynı mesajın, yabancı bir yetişkine, bir arkadaşa veya bir çocuğa farklı formlarla ifade edilebileceği görülür. Örnek olması için bir çay ikrâmı nın farklı kimselere farklı formlarla ifadesini veriyoruz. mesaj (çay ikrâmı) müşteriye: Buyrun, çay, kahve, soğuk meşrubat ne alırdınız efendim? arkadaşa: Hımm! Şimdi çay demlemiştim mis gibi Hadi içelim. çocuğa: Hadi bakalım bu paşa çayı da sana. Görüldüğü gibi meânî, sadece ilk anlamla (kastedilen anlam) değil, sözceleme (enoncetion) esnasında ortaya çıkan form değişikliklerinin, kastedilen anlama eklediği artı anlamlarla da ilgilenir. Konu ile ilgilenen bazı araştırmacıların ilm-i meânî ye anlam bilimi (semantik) dediği görülmektedir 168. Biz bunun yanlış değilse de eksik olduğu görüşündeyiz ve bu görüşümüzde de yalnız değiliz. Mustafa Uzun da bizimle aynı görüşü taşımaktadır. Uzun, İslâm Ansiklopedisi ne yazdığı meânî maddesinde şöyle der: Mâna ile yakın ilişkisi sebebiyle XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren meânî için "anlam bilimi" ve bunun Batı dillerindeki karşılığı olan "semantik" terimleri kullanıl- 168 Abdülkâhir el-cürcânî, Delâilü l-i câz, (Çev.: Osman Gürman), Litera Yay., İstanbul 2008, s. 11.

195 163 mışsa da bu, konunun sadece mâna yönü itibariyle doğru olup kavramın diğer özelliklerini kapsamadığından yetersiz bir karşılık olarak kalmaktadır. 169 Buna göre de meânî ilminin doğrudan anlambilimine tekâbül ettiğini söylemek yetersizdir. Meânî ilmi, kelimenin anlamı ile değil, bir hüküm ifade eden cümle ile ilgilenir. Cümleyle olan ilgisi ise özne, yüklem, tümleç gibi unsurların tanımları değil, bunların kullanım düzeyidir. Belâgat, dilbilgisi konularını statik olarak değil, dinamik yönü ile verir. Meselâ Ahmet çarşıya gitti cümlesi ile Çarşıya Ahmet gitti cümlesinde özne değişmemekle birlikte unsurların yerleri değiştiğinden anlam da değişir. Meânî ilmi, özne ve yüklem vb. gibi cümlenin unsurlarının söylenmesinin ( zikir ), söylenmemesinin ( terk ), pekiştirilerek söylenmesinin ( te kîd ) anlamı nasıl değiştireceği hakkındaki tespitlerini verir. Bu konuyu Hussein Abdul-Rouf un Arabic Rhetoric A Pragmatic Analysis adlı kitabında söylediği şu cümlelerle bitiriyoruz. Belâgatin alt dallarından biri olan meânî her biri ayrı ayrı pragmatik anlamlar veren çeşitli söz dizimlerindeki cümle ögelerinin çizgisel sıralanışıyla ilgilenir. Belâgatçe ilmi meânî, kelime sıralanışının pragmatik fonksiyonlarına işaret eder. Meânî çalışmaları, semantik sentaks ve söylem analizi yle ilişkilidir. Daha da önemlisi meânî, sentaks ve pragmatiğin birbirinden ayrılamaz hâle geldiğini gösterir 170 *** Meânî ilminin tanımını yapıp kapsadığı konuları söyledikten sonra, bu bölümün birinci faslı olan İsnâd-ı Haberî ye geçen Ahmed Hamdî, önce kelâm ve kelâmın kurucu kavramlarında olan isnâd ın tanımını yapar. Kelâm: KelÀm, isnàdla muttaãıf şol iki kelimeye derler ki söylendigi vaúitde muòàùab, başúa bir şeye muntaôır olmayıp onlarıñ ma nàsından istifàdesi tam ola. (s. 11) 169 Mustafa Uzun, meânî, TDVİA, C. XXVIII, Ankara 2003, s Hussein Abdul-Rouf, Arabic Rhetoric A Pragmatic Analysis, Routledge, USA and Canada, 2006, s. 97.

196 164 Kelâm, söylendiği zaman dinleyenin başka bir şey beklemeksizin tam bir anlam çıkarttığı biri diğerine isnâd edilmiş iki kelimeye denir. Genel olarak kelâmın var olması için iki kelimenin birbirine yüklenmesi (isnâdı) gerekir. Kelâmın var oluş sebebi isnâd dır. İsnâdın bildirdiği şeyin dış dünyada ya da zihnimizde olmasına bağlı olarak kelâm, haber ve inşâ olmak üzere ikiye ayrılır. dış dünya ile ilgisine göre kelâm kelâm-ı ihbârî/cümle-i haberiyye cümle-i inşâiyye İsnâd: Şekil 10 Muhtevasının dış dünya ile ilişkisine göre "kelâm" çeşitleri İsnÀd, muòàùaba fà ide óàãıl olup kelàm-ı Àòere muntaôır olunmayacaú ãÿretde kelimelerden biriniñ dìgerine nisbet olunmasına derler. (s. 12) İsnâd, kelimelerden birinin, dinleyen için başka bir söze ihtiyaç duymadan zihninde tam bir anlam oluşacak şekilde, diğer bir kelimeyle ilişkilendirilmesine ( nisbet ) denir. İsnâdı anlamak için nisbet hakkında bilgi vermenin uygun olduğunu düşünüyoruz. Meâni ve nahiv bilimlerine göre bir cümle, iki öge arasında kurulmuş bir ilişkidir. Bu ilişkiyi kuran ise fiildir. "Mehmet kâtiptir." cümlesinde özne olan "Mehmet"le "kâtip" sıfatı arasında bir ilişki kurulmuştur. Bu ilişkiye "nisbet" adı verilir. 171 *** Ahmed Hamdî, kelâm ve isnâd ile ilgili bilgilerden sonra meânî ilmini yedi alt başlık hâlinde değerlendirir. Bunlardan ilki, isnâd-ı haberî dir. 1. İsnâd-ı Haberî/Cümle-i Haberiyye/Kelâm-ı İhbârî: Bir şeyiñ vuúÿ veyà adem-i vuúÿ nu ifàde eyledikde nisbet-i åübÿtiyye veyà selbiyyesi, òàrice muùàbıú olan veyà olmayan kelàma cümle-i òaberiyye ve kelàm-ı iòbàrì derler. (s. 12) Bir şeyin gerçekleştiğini veya gerçekleşmediğini iddia eden bir kelâmın, bu iddiasının olumlama ya da olumsuzlama ( nisbet-i sübutiyye ve selbiyye ) 171 R. Filizok, Belâgat Sözlüğü,

197 165 ilişkisi, dış dünyaya uygun ya da aykırı ise bu kelâma, cümle-i haberiyye / kelâm-ı ihbarî denir. Ahmed Hamdî, vukû ifade eden haber cümlesi için İstanbul, deniz kenarındadır örneğini; adem-i vukû için ise İstanbul un sokakları, muntazam değildir örneğini verir. Birinci örnekteki İstanbul a deniz kenarında olma isnâd edilmektedir ( nisbet-i sübûtiyye ), ikinci örnekte ise İstanbul un sokaklarına muntazam olmama isnâd edilmektedir ( nisbet-i selbiyye ). Bu iddialar, realiteye uygun olduğunda söylenen doğru, realiteye uygun olmadığındaysa yalan olur. Haber cümlesi ve inşâ cümlesi, kelâmın kısımlarını oluşturur. Haber, şimdiki zaman, gelecek zaman, geçmiş zaman şeklinde gramer olarak çeşitli zamanlara ayrılır. Haber cümlesi hakkında semantik olarak da doğru veya yanlış hükümleri verilebilir. Ahmet, çarşıya gitti. Bu doğru ya da yanlıştır. Ancak Âh zengin olsam gibi bir cümle temenni veya hayale işaret eder ve böyle bir cümle hakkında doğru ya da yanlış şeklinde hüküm verilemez. Bu bakımdan sadece zihnimizdeki var olan bir şeyle dış dünyada var olan bir şey, belâgatte farklı farklı değerlendirilir. Haber cümlesi, dış dünya hakkında haber verdiğinden nesne merkezli dir. Buna mukâbil inşâ, iç dünyayı merkeze alır. Ahmed Hamdî, haber cümlesini mütekellimin amacına göre şu şekilde ayırır. Mütekellim haber cümlesine, muhâtaba ya bir hükmü bildirmek ( fâ ide-i haber ) ya da haberde konu olan şeye bilgisini ifade etmek için başvurur ( lâzım-ı fâ ide-i haber ). Belâgat âlimleri muhâtabın haber karşısında üç hâlde bulunduğunu söylerler: Haber i bilmez ( fâide-i haber ) Haber i bilir ancak öğrendiği haberi kabulde tereddüt yaşar Haber i inkâr eder ( lâzım-ı fâide-i haber ) Mütekellimin vereceği temel haber aynı olmakla birlikte muhâtabının bu hâllerini göz önünde bulunduran mütekellim, çeşitli ifade yolları seçer. Bunlardan ibtidaî, talebî ve inkârî şeklinde üç tip haber cümlesi doğar. 1. Bir kimse, bir bilgiyi (haber), muhâtaba ulaştıracağı zaman, bu bilginin gerçek olup olmadığı konusunda şüphe ve tereddüt taşımıyorsa mütekellim veya münşi, ifade edecegi kelâmı gereğinden fazla uzatmamalı; vurgulamadan söylemelidir ( ibtidaiyye ). Cenâb-ı Hak, mevcûttur ve Bir şey, hem var hem yok olamaz gibi.

198 Muhâtab, haberin doğruluğunda şüphe ve tereddüt taşıyorsa kelâmı, te kîd ile takviye etmesi güzel olur ( talebiyye ). Şüphesiz Allahu Taâlâ, âdil ve müntakimdir elbette mazlûmun intikâmını zâlimden alacaktır gibi. 3. Haberin doğruluğu eğer inkâr olunacak bir şeyse zorunlu olarak pekiştirerek (te kîdle) söylemesi gerekir ( inkâriyye ). Kanaatle yaşamak, sahîhan zenginliktir gibi. Bu üslûp üzere kullanılan kelâmlar mukteza-yı hâle mutâbık kabul edilir. Ancak belâgate dikkat edenler çeşitli sebeplerden dolayı hâlin apaçık gereklerine uymayabilirler. Bir kimse ispat gerektirmeden doğruluğu kabul edilen bir bilgi ( bedîhiyyât )yi inatla inkâr ederse bu inkârdan dolayı mukteza-yı hâl, te kîdle söylemeyi gerektirirken bunun zıttına olarak pekiştirmeden de söylenebilir. Bazan da muhâtap, aslında açıktan açığa inkâr etmediği hâlde mütekellim, kendisinde inkâr alâmetleri gördüğünden dolayı inkâr etmiş gibi kabul ederek kelâmı pekiştirerek söyler. Dinî konularda duyarsız olan kimseye Elbette Allah vardır denilmesi gibi. Kitapta bundan sonra fâilinin gerçek ( hakikat-i akliyye ) yahut sözde ( mecâz-ı aklî ) olup olmamasına göre isnâdın iki türünden bahsedilir. Aslında haberin yukarıda ifade ettiğimiz ibtidaî, talebî ve inkârî ayrımı muhâtabın haber karşısındaki bilgisi ve tutumu ile ilgilidir, buna mukâbil hakikat-i akliyye ve mecâz-ı aklî haber konusunda mütekkellimin tutumu ile ilgilidir. a. hakikat-i akliyye: kelàmda fi lin, fà il-i óaúìúìsine isnàd olunmasına derler. (s. 15) Kelâmda eylemin, gerçek fâiline yüklenmesine denir. Ahmed Hamdî, hakikat-i akliyye ye örnek olarak şu cümleyi verir: Cenâb-ı Hallâk-ı âlem, mukallib-i ahvâl-i ümem ve münbit-i nebâtât ve muhyî ve mümît-i benî âdemdir. Burada hayat verme ( ihyâ ), öldürme ( imâte ) ve topraktan bitki çıkarma ( inbât ) fiilleri, gerçek eyleyenleri olan Allah a isnât olunmuşlardır. b. mecâz-ı aklî: fi liñ, fà il-i óaúìúìsiniñ àayrısına ya ni sebeb ve zamàn ve mekàna ve emåàli müte alliúàtına isnàd olunmasına derler. (s. 15)

199 167 Fiilin, gerçek eyleyenin dışında bir şeye (sebep, zaman, mekân vs.) dayandırmaya denir. Mecâz-ı aklî, işin bir mecâzla hayalî bir fâil ( müsnedün-ileyh )e yüklenmesidir. Asıl öznenin yerini tutan bu hayalî fâiller, bir olayın sebebi, zamanı ya da mekânı olabilir. Bunlar fâilin yerini lafzen alabilecek şeylerin imkân menüsünü sunmaktadır. İmkân menüsü a) işin sebebi b) zamanı c) mekânı d) ilgilileri Ahmed Hamdî, işin sebebinin gerçek fâilden başka bir fâile dayandırılmasına örnek olarak Fasl-ı bahar, inbât-ı nebâtât ve ezhâr eyledi (Bahar mevsimi, bitkileri ve çiçekleri yeşertti) cümlesini verir. Burada topraktan bitkinin yeşermesinin, bahara dayandırılması gerçek eyleyenin dışandaki bir sebeptir. Kitapta mekâna ve sebebe isnâd için verilen örnek şudur: Cereyân-ı enhâr, ekalîme ilkâ-yı şevk ü mesâr eyledi (Nehirlerin akışı, iklimlere şevk ve sevinç getirdi). (Mecâz-ı aklî, hüsn-i talîl sanatı ile ilgilidir) Burada şunu da ifade etmek gerekir ki lügavî mecâz, (günümüzde mecâz olarak adlandırılmaktadır) aklî mecâzın aksine fâille değil, lafızla; bir lafzın kendi manâsı dışında başka bir manâya isnâdı ile ilgilenir. Belâgatimizde teşbîh, istiâre, mecâz-ı mürsel konuları aklî mecâz dan ayrı düşünülerek (lügavî) mecâz bölümü içinde değerlendirilir. Konunun daha iyi anlaşılaması için şema hâlinde aşağıya aldık: 172 MECÂZ a) Lügavî mecâz b) Aklî mecâz (teşbîh, mecâz-ı mürsel, kinâye) (hakikat-i akliyye, mecâz-ı aklî) 1. Benzerlik dışında alâka lar (mürsel mecâz) 2. Karîne-i mania lafız alâka yok nesne istiâre Mecâz-ı aklîde işin gerçek fâili, daima akılda tutulur ve mecâzî fâilin gerçek fâille ilişkisi kaybolmaz. Ahmed Hamdî, mecâz-ı aklîde gerçek fâilin bulunması için her hangi bir ipucunun ( karîne ) bulunması gerektiğini ifade eder ve bu karînelerin lafzî, 172 Şema, Musa Yıldız, Bir Dilci Olarak Ali Kuşçu ve Risâle Fî l-isti âre si, (Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2002) kitabındaki bilgilerden hareketle çizilmiştir.

200 168 âdî ve aklî şeklindeki ayrımını, tanım yapmadan örneklerle izâh eder. Bu karîne çeşitlerini 173 tanımlayarak Ahmed Hamdî nin örnekleriyle birlikte alıyoruz. b.1. karîne-i lafziyye: Hakikî fâilin, metnin bütünlüğünden anlaşılıp konteksten çıkarıldığı karîne türüdür. Ahmed Hamdî, bu karîne türü için şu örneği verir: Cenâb-ı Hallâk-ı âlem, mukallib-i ahvâl-i ümem ve muhyî ve mümît-i benî âdemdir cümlesinden sonra Âh bu surûf-ı leyâlî vü eyyâm, insânı îsâl-i fenâ ve mülâki-yi adem eyler. Cümlenin başında Cenâb-ı Hakk ın mukallib-i ahvâl-i ümem (insanlarda değişimi yapan) olduğu söylendikten sonra surûf-ı leyâlî vü eyyâm, insanı îsâl-i fenâ ve mülâki-yi adem eyler (Günlerin ve gecelerin akışı, insanı yokluğa götürür) denilmesi isnâd-ı mecâzîdir. b.2. karîne-i âdiyye: Kolayca anlaşılabilen, alışılagelen ve olağan vakaların karîne olmasıdır. Norm, karîne olur. Hakikî fâilin, yaygın olarak bilinmesinden dolayı kolayca anlaşılırlar. 174 Ahmed Hamdî, bu karîne türü için şu örneği verir: Filan askerin kumandanı, asâkir-i bî-şümâr-ı a dâyı münhezim ve perîşân eyledi (Filan askerin kumandanı, düşmanın sayısız askerini mağlup ve perişan etti). Bir kumandanın tek başına, sayısız askeri yenmesi mümkün olmadığından cümlede fiili gösteren hezimete uğratmak lafzının hakikî fâilden, bir başka fâile isnâd edildiği anlaşılmaktadır. b.3. karîne-i akliyye: Gerçek fâili, akıl yürütme yolu ile gösteren karîne türüdür. Beni buraya senin muhabbetin getirdi burada fiil, gerçek fâiline değil, bir sebebe isnâd edilmiştir. Bu isnâdın mecâzen olduğu, akıl yürütmeyle anlaşılmaktadır. Cümlede fâil olarak gösterilen sevgi, bir arâz dır. Yine bir arâz olan sevmek fiili, bir başka arâza 173 Mehmet Ali Şimşek, Arap Dilinde Çok Anlamlılık ve Karine İlişkisi, Basılmamış Doktora Tezi, (Danışman İsmail Hakkı Sezer), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2000, s Karîne-i âdiyye de mütekellim ve muhâtabın, gözlemlerinden doğan birikimleri ve tecrübeleri (ansiklopedisi) ölçüttür.

201 169 isnâd edilmektedir. Bu örnekte, söyleyen kendi sevgisini değil; karşısındakinin değerini ortaya çıkarmak için muhabbeti, kendisine değil, sevgiliye isnâd etmiştir, Beni buraya senin muhabbetin (sana olan sevgim) getirdi demiştir. 2. Müsnedün-ileyh (özne): 175 Kelâmın üç aslî ögesinden (müsned, müsnedün-ileyh, isnâd) isnâdın, taşıdığı hükmün üzerine yüklendiği ögedir. Cümlenin gösterdiği işte, öznenin rolü vardır. Cümlenin temel yapısı, özne ve yüklemdir. Bundan dolayı Ahmed Hamdî, cümlenin temel ögesi ( rükün ) olan özneye ( müsnedün-ileyh ) geniş yer ayırmıştır (s ). Özne ile yüklemin birbirine nasıl dayandığını, öznedeki değişikliğin manayı nasıl etkilediğini detayları ile vermiştir. Kitapta öznenin söylenmemesi ( terk ), söylenmesi ( zikir ) ve pekiştirilmesinin ( tekîd ) gerektirdiği hâller için ayrı ayrı örnekler verir. Öznenin terki konusundaki görüşlerini ve örneklerini aşağıya maddeler hâlinde aldık: a) Öznenin düşmesinin gerektiği hâller: 1. Özne, soru cümlesinde yer aldığında bu soruya verilen cevapta tekrardan kaçınmak için söylenmez. Ses nedir? sorusuna ses söylenmeden yalnızca tariften ibaret olan Bir mahreçten hurûçla hava vasıtasıyla sımâhı kardan hâsıl olan bir keyfiyettir (Bir gırtlaktan çıkarak hava vasıtasıyla kulağa gelen keyfiyettir) gibi. Efendiler geldiler mi? Veya Gelmediler mi?, Ders okundu mu? veya Okunmadı mı? sorusuna cevaben yalnızca [Efendiler] Geldiler veya [Efendiler] Gelmediler, [Ders] Okundu veya [Ders] Okunmadı gibi. Bu kurala uygun olarak birkaç cümleden oluşan bir ibârenin ilk cümlesinin başlangıcında getirilen özneyle yetinilir. Her ne kadar temel cümle ( cümle-i mütekaddime ) ile yan cümle ( cümle-i tâliyye ) birtakım tümleçler ( mütemmimât ) ve cümle dışı unsurlar olan bağlaç, edat ve ünlem aralarına girdiğinde birbirinden uzak bulunsalar da kelâmın sağlamlığına halel getirmemek için yan cümlenin başına özne getirilmez. Fezâ-yı âlem-i rüya, mesîre-i ervâh-ı asfiyâdır ve - geh geh nev-i benî âdemin her şahsına rû-nümâ bir temâşâ-gâh-ı manâdır. Bu 175 mahkûmun-aleyh de denir. Nahivde, fâil / mübtedâ, mantıkta ise mevzû şeklinde adlandırılır şeklindeki işaret, cümleden bir unsurun düştüğünü göstermektedir.

202 170 ibâre iki cümleden ibâret olup, özne olan fezâ-yı âlem-i rüya ana cümlenin başında söylendiği için yan cümlede ( cümle-i tâliyye ) söylenmeyip yükleme atfolunarak getirilmiştir. 2. Özne, manevî büyüklüğüne ve yüceliğine vurguda bulunmak için söylenmez. Valinin çıkmasını bekleyenlere Vali Paşayı söylemeden sadece - Çıktılar demek gibi. Üst seviye zatlara yazılan resmî yazılarda getirilen fiillerde (şahıs eki olarak) ortaya çıkan özne hürmeten terk olunur, bu fiiller edilgen ( meçhûl ) kipi ile getirilir. Zat-ı âlîleri, hakk-ı âcizânemde bî-dirîg buyurdukları teveccühât yerine Taraf-ı vâlâlarından hakk-ı âcizânemde bî-dirîg buyrulmakda olan teveccühât denilmesi gibi. Mektup ve dilekçelerin hitâp kısmında, hitâp edilenin ismi verilmeden örneğin Atûfetlü Hasan Efendi Hazretleri yerine Atûfetlü - Efendim Hazretleri denilmesi. Daha fazla tazîm gerektiğinde isim ve lakaplar söylenmeyerek - Marûz-ı bendegânemdir denilmesi gibi. Mektubun üzerine ismi yazılmayıp örneğin Pîş-gâh-ı Nezâret-i Celîle-i Maarif-i Umûmiyye ye yazılması edebî kurallara riayet eden kâtipler arasında yürürlükte olan saygı kurallarındandır. Bir kimsenin, sevdiği birine övgüde bulunmak için ismini vermeden Ne güzel zattır demesi gibi. 3. Özne, söylenmesinin çirkin görüldüğü hâllerde söylenmez. Kâtiller nasıl öldüler sorusunun cevabında kâtiller lafzı, çirkin görülerek söylenmeyip Maazallahu Taala selb ü katlolundular denilmesi gibi. Bir kimsenin, sevmediği bir adamın isminin söylenmesi gerektiği durumda özne ( müsnedün-ileyh ) olan ismi söylenmeyerek Ne fenâ heriftir denilmesi gibi. Alt rütbeden birinin, üst rütbeye mektup yazdığında fiilleri kendisine isnât etmeden meçhûl kiple kullanması da bu düşüncedendir. Mukaddemâ pîş-gâh-ı âlîlerine takdîm olunan arîza-i âcizî müfâdı üzere (Evvelce yüce makamlarınıza sunulan acîzlerinin dilekçelerinin ifade ettiği şey) denilmesi. Korku ve tiksinti verici olan bir özne, söylenmez. Örneğin büyük musibetlere uğrayan biri için Filan adam nasıl oldu sorusuna Maazallah, ondan sual etme denilmesi. 4. Özne, inkârının kolay olmaması durumunda getirilmez. Sevmediği bir adama imâ ile Şeytan demeden - Azapta gerek veya - Habistir denilmesi gibi.

203 171 b) Öznenin söylenmesinin gerektiği hâller: 1. Hürmet ve yüceltme için özne bütün unsurları ile birlikte özellikle söylenir. Şimdiki hâlde câlis-i serîr-i saltanat-ı uzmâ âdil bir padişah mıdır? sorusuna cevapta Şimdiki hâlde câlis-i serîr-i saltanat-ı uzmâ ve evreng-pirâ-yı hilâfet-i kübrâ bir padişah-ı ma delet-i iktinâhtır denilmesi gibi. 2. Hakâret ve aşağılama için özne, özellikle söylenir. Der-dest olunan eşkıyâ, mücazat olundular mı? sorusuna Evet, mahûd eşkıyâdan, hasbelkanûn, kimisi katl ve kimisi pırangabend olundular (Yakalanan eşkıyâ içinde kanunun gerektirdiği şekilde kimisi öldürüldü kimisi de prangaya vuruldu) denilmesi gibi. Bundan sonra kitapta öznenin övgüyü ya da yergiyi gösteren bir lakap la ( alemiyyet ) veya isim tamlaması içinde yer alarak ( izâfet ) getirilme kuralları verilir. 1. Sözün akışı ( mevrîd-i kelâm ) birinci, ikinci ve üçüncü şahıstan ( tekellüm, hitâb ve gaybet ) birini gerektirdiğinde özne, zamir olarak söylenir. Biz düşmanın tabyalarına hücum eylediğimizde, onlar topların ağızlarını bize çevirip bizi nişâneye aldıkta, siz sağ cenâhtan yürüyüp tabyayı zabtettiniz. Burada biz, siz ve onlar üçü de öznedir, durum gereği ( hasbe l-makâm ) zamir olarak söylenmiştir. 2. Cümlede özne olan kişi, dinleyenin zihninde mevcut bir kişi olduğunda kişinin özel ismiyle ( alemiyyet ) getirilir. Yûsuf Efendi, cümleden a lâ imtihan verdi gibi. 3. Özel isim ( alem ) övgüyü gösteren bir lakap olacağından yüceltme ve büyüklüğü göstermek için özne lakap olarak getirilir. Allâme, bir risâle kaleme aldı gibi. 4. Özne tahkîr amaçlı, lakap olarak getirilir. Bâkil Efendi, ifâde-i merâm edeme di gibi. 6. Öznenin değerini yükseltmek için o özneden daha değerli bir şeye izâfe edilerek kullanılır. Nâzır Paşanın kethüdâsı, dün bize teşrif ettiler. Bu örnekte öznenin değerinin yükseltilmesi için kendinden daha değerli bir şeye (Nâzır Paşa ya) izâfe edilerek kullanılmıştır. 7. (Öznenin değerini) küçültmek için bu özne kendisinden daha aşağı bir şeye izafe edilerek getirilir. Terbiyesiz kimsenin evlâdı, terbiyesiz olur gibi. 8. Yüceltme için ( ta zîm ) özne (değerli sıfatlarla) nitelendiği gibi aşağılama için de küçük düşürücü bir şeyle nitelenir. En ziyâde medhimize şâyân olan şey, fazîlettir. Cümlesi gibi

204 172 ki burada şey, özne olup medhimize şâyân lafzıyla tavsîf olunmuştur (yüce bir şeyle niteleme). Diğer örnek, Rûhun illetleri olan şehevât-ı nefsâniyye, aklımızın aleyhine isyânımızdan neş et eder. Burada şehevât-ı nefsâniyye öznedir hakâret için illet-i rûhla nitelenmiştir. Kitapta bundan sonra öznenin tekîd li olarak getirilmesinin gerekli olduğu durum için Kendi gözümle gördüm örneği verilir. Bu örnekte kendi, özne mefhûmunu ve gösterilenini ( medlûl ) sağlamlaştırmak için tekîd ile getirilmiştir. Özne ile ilgili düşünülen söz sanatlarına Ahmed Hamdî, yer verir. Bu söz sanatları ( irsâd ve teshîm, reddü l-acüz ale s-sadr, berâa tü l-istihlâl ) daha sonra kitabın ilm-i bedî bahsinde geniş bir şekilde ele alınacaktır. Ahmed Hamdî, bu bölümün son kısmında öznenin, mevsûl (partisip / sıfat fiil) hâlinde nasıl kullanıldığına yer verir. Örneğin Türkçede ilgi zamirleri şol bir kimse ve şol bir şey ya da ol ki ve neler kelimeleri ise de ifade tarzının tabiî olması için mevsûl (bağlı cümle) bu lafızlarla söylenmeyip bunları çağrıştıran kelimelerle söylenir. Bizi methedenler, beherhâl bize hoş görünürler ibâresinin takdîri: Şol bir kimseler ki bizi methederler, beherhâl bize hoş görünürler dir gibi. Bundan sonra öznenin, işaret sıfatı ile kullanılması durumları gösterilir. Meselâ özne, işaret sıfatı ile yüceltme için getirilmektedir. Şu tâlih denilen şeyin o kadar ahvâli insâniyyede tesiri vardır ki istihkâk ve liyâkatsiz insânı mesut eder gibi. Kitapta bundan sonra, özneyi oluşturan bütünün ya da parçaların ( suver-i külliyye ve suver-i cüziyye ) nasıl ifade edildiği verilir. Örneğin tümel olumlu ( mûcibe-i külliyye ) da her ; tümel olumsuz ( sâlibe-i külliyye ) da hiçbir ; tikel cümle ( cümle-i cüziyye ) de bazı ; şartlı tümel ( şartiye-i külliyye ) de ne zaman ; şartlı tikel ( şartiye-i cüziyye ) de vakt-i muayyen (meselâ sabah ve akşam gibi) kelimelerle öznenin getirilmesi gösterilir. Mûcibe-i külliyye-i cümeliyye-i müsevvere (formel tümel olumlu cümle) Herkes, namusunu korumaya mecburdur gibi. Öznenin, atıf la (bağlaç) getirilmesinin gerekli olduğu hâlleri verir. Bir özneden başka bir özneye geçişle ilgili olduğundan son kısımda iltifât sanatına da yer vererek Ahmed Hamdî, özne bahsini tamamlar.

205 173 Görüldüğü gibi Ahmed Hamdî, öznenin tanımını nahve bırakarak doğrudan öznenin bağlama göre nerede, nasıl kullanılacağı veyahut kullanılıp kullanılmayacağı konuları üzerinde durmaktadır. 3. Müsned (yüklem): 177 Kelâmın üç aslî ögesinden özneye yüklenen özellik, nitelik, fiil. Cümlenin temel unsurlarındandır. Ahmed Hamdî, kitabında yüklemin söylenmesi ( zikir ), söylenmemesi ( terk ) ve pekiştirilmesinin ( te kîd ) gerektirdiği durumları örnekleri ile verir. Kitaptan yüklemle ilgili bu durumları örnekleri ile aşağıya aldık: a) Yüklemin söylenmesinin gerektiği hâller: 1. Terki mümkünken, dinleyenin bilgisizliğini göstermek için yüklem, söylenir. Bu tâk-ı nüh-revâkla, tabakât-i seb a-i arzı sahrâ-yı ademden, safha-yı vücuda kim getirdi (Bu dokuz katlı gök kubbeyi ve yedi katlı arzı yokluk sahrasından varlık safhasına kim getirdi) sorusuna cevap olarak Allah demekle yetinmeyip O kâdir-i zü l-celâl ve sâni -i bî-misâl olan Allahu Teâlâ Hazretleri vücûda getirdi denilmesi. 2. Öznelerden birinin tekil, diğerinin çoğul olması hâlinde yüklem getirilir. Örneğin İnsaf, ruhun sadâsı ve agrâz-ı nefsâniye cismin sadâlarıdır. 3. Tehdit, uyarma, acınma ve teşvik için yüklem getirilebilir. Bunu kim döğdü sorusuna cevaben, yalnızca Ben demek yeterliyken soruyu soranı tehdit için Ben döğdüm demek. b) Yüklemin düşmesinin gerektiği hâller: 1. Tekrar ve abesten kaçınmak için yüklem söylenmez. Dün mektebe kim gelmedi sorusuna yalnızca Hâlit demek. 2. Zamanın darlığı ve sözü kısa tutmak için yüklem söylenmez. Bir iskelede vapur bekleyenlerden birinin uzaktan vapuru gördüğünde Vapur geliyor yerine Vapur, vapur! demesi. c) Özne ve yüklemin aynı anda düşmesinin gerektiği hâller: Acele hâlinde kelâm, aslî ögeleri olan özne ve yüklem kaldırılarak yardımcı ögelerden birinin ( müteallikât ) birinin getirilmesiyle sınırlandırılır. Bazan cümlenin yerini sadece bir tasdîk edat ı (evet ya da hayır gibi) tutar. 177 Buna mahkûmun-bih de denilir. Mantıktaki karşılığı mahmûl dür.

206 174 Bundan sonra eserde yüklemin fiil olması hâlinde kelâmın durumları incelenmiştir. Bunları maddeler hâlinde aşağıya alıyoruz: Yüklemin üç zamandan ( ezmine-i selâse ) biriyle daraltılarak kayıtlanması istenirse yüklem, fiil olarak getirilir. Bundan biraz evvelce dersimi okudum, şimdi de yazımı yazacağım demek yerine daraltarak Dersimi okudum, yazımı yazacağım denir. Yukarıdaki gibi zamanla bir kayıtlama yoksa yüklem, isim olarak getirilir. Bu kitap, belâgat kitabıdır. Fiil olan yüklemin tümleç, hâl zarfi ve benzerleri ( mefûl ve hâl ve emsâli müteallikâtı ) ile sınırlanması haberin güçlendirilmesi içindir. Böyle hasta iken arkadaşlarımdan geri kalmamak için bugün mektebe düşerek kalkarak geldim. Bu cümlede hüküm, mektebe gelmektir ki yüklemi kuvvetlendirmek yani okula gitmeyi bildirmek için hâl zarfı, zaman zarfı ve yer tamlayıcısı ile kayıt altına alınmıştır. Fiil olan yüklem, birtakım sebeplerden dolayı şart ile de ifade edilir. Ahmet Hamdî, öznenin şart cümlelerinde kullanılması ile ilgili şu açıklamaları yapar: Gelecek zamanda şartın gerçekleşmesinin mümkün olup olmaması önemli değildir. Mükmün şarta örnek, Bu kitap benim olsa bir ân elimden bırakmam, mümkün olmayan şarta örnek Bir daha genç olursam bütün ömrümü okuyup yazmakla geçiririm. Geçmiş zamanda şartın kullanımına örnek: Ben zengin olsa idim, hiç mektep inşâ etmez mi idim. İse edatı hayır dileme ( tefe ül ) ve niyetin açıklanması ( izhâr-ı rağbet ) için geldiği gibi ta rîz için de gelebilir. Ahmed Hamdî, bu bölümde ilm-i bedî nin de konularından olan ta rîz, (diğer adları munsif ve istidrâc ) sanatına konu ile ilgisinden dolayı yer verir. İse şart edatının bazan ta rîz için kullanıldığı ifade edilir. Ahmed Hamdî ye göre ta rîz, kinâye den farklı bir söz sanatıdır. Ta rîz, kelâmın ifade ettiğinden başka bir şeyi göstermesidir.

207 175 Şart cümlesi ile ta rîzin örneği şudur: Bir şahsın bir kimseye kötü söz söylemesi durumunda hakaret edilen kimsenin tehdit makamında Bana kimin tarafından fenâ muâmele olunursa beherhâl ona mukâbele ederim demesi gibi. Ta rîzin bir başka çeşidi şart edatı kullanılmadan yapılır. Size ne oluyor ki dersinize çalışmıyorsunuz denilecek yerde Bana ne oluyor ki dersime çalışmıyayım denmesi gibi. Ahmed Hamdî ye göre ta rîzin faydası mütekellimin, dinleyenleri kızdırmamak ve çirkin bir şeyi tasvir etmemek için açıklıktan kaçınmasıdır. Ta rîz, dinleyenleri mütekellimin kelâmının kabul etmesini kolaylaştırır ki bu doğrudan doğruya nasihat demektir. Bu ta rîz üslûbu, Kur ân-ı Kerîm de, şiirde ve karşılıklı konuşmalarda sık sık kullanılır. Kitapta, son olarak bazı sebeplerden dolayı yüklemin özneden önce getirilmesi gereken durumlar ( takdîm ) verilir. d) Yüklemin özneden önce getirilmesinin gerektiği hâller: 1. Yüklem, özneden önce tefe ül (uğur) için getirilir. Sa d oldu mülàúàtıñ ile sàl-i nevìn Zìnet buldu beúà-yı õàtıñla sìnìn beytinde olduğu gibi ki burada Sa d oldu lafzı yüklem olup tefe ül için sözün başında getirilmiştir. Aslında sözün doğrusu Sâl-i nevîn, mülâkâtınla sa d oldu demektir. 2. Cümlede özne yerine açık bir isim olsa bile ( ism-i muzhar ) anlam lafza tercih edilerek yüklem birinci veya ikinci şahıs kipi ile getirilir. Bu bâbda bendeniz, şöyle tasavvur ederim gibi. Burada bendeniz (ism-i muzhar) lafzı her ne kadar zahirde üçüncü şahıs olsa da manada birinci şahıs olduğu için mana tarafı lafız tarafına üstün tutularak ( taglîb ) birinci şahıs kipiyle ederim denilmesi gibi. Ahmed Hamdî, bundan sonra taglîb in geniş bir konu olduğu ve birçok yerde kullanıldığını ifade eder. Örneğin bir manada ortak olan müzekker ve müennesi yalnız erillik kategorisi üzere ( sıfat-ı zükûr ) üzere getirmek de bu çeşit bir tercihtir.

208 176 Lafzın kendisi için vazedilen anlamda kullanılmamasından dolayı bir mecâz türü kabul edilen taglîp, bir şeye başka bir şeyin hükmünün verilmesi, iki şeyden birinin diğerine tercih edilmesi ve üstün tutularak bir lafzın diğerleri için de söylenmesidir. Taglîbde bazen birbiriyle ilgili kelimelerinden biri diğerinden üstün sayılmakta, üstün sayılan kelimede yapılacak gramer değişikliği, diğerini de şümûlüne almaktır. Bu hâl, her şeyden önce bir takım tesniyelerde göze çarpmaktadır. Genellikle taglîb yapılan şeyler arasında bir tenâsüb (uyuşma) ya da ihtilât (içiçelik) olması gerekir. Taglîb, genelde yakının uzağa, nekrenin marifeye, önce gelenin sonra gelene, müzekkerin müennese, çok olanın az olana, harfleri az olanın çok olna, akıl sahiplerinin akılsızlara üstün tutulması yönündedir. 178 *** Ahmed Hamdî, bu bölümün başlangıcından beri bahsettiği gerek takdîm ve tehîr gerekse zikir ve terk konularının sadece özne ve yükleme özel olmadığını fiilin tümleçlerinde ve tamlamalarda da geçerli olduğunu ifade ettikten sonra meânî bölümünün dördüncü bahsi olarak sözünü ettiği bu konulara geçer. 4. Müte allikât-ı Fiil ve Mütemmimât-ı Cümle: Cümlenin aslî ögeleri olan müsned (yüklem), müsnedün-ileyh (özne) ve isnâdın dışında kalan ve cümleye açıklama mahiyetinde katılan tümleç, zarf vb. gibi ikinci dereceden yardımcı ögelerdir. Bilindiği gibi bir cümle bir niteliğin, bir yüklemin, bir özneye yüklenmesi ( isnâd ) ile oluşur. Cümlede bu ana ögeler dışında nesne, yer tamlayıcısı, zaman tamlayıcısı gibi bir takım tamamlayıcı unsurlar da yer alır. Ahmed Hamdî, bu bölümde işte bu yardımcı ögelerin kullanımları üzerinde durur. Burada terminoloji ile ilgili karşımıza bir takım güçlükler çıkmaktadır. Her şeyden önce dünkü terminoloji ile bugünkü terminoloji arasında ciddi farklılıklar vardır. Bugün ülkemizde herkes tarafından üzerinde uzlaşılmış bir terminoji bulunmamakta; farklı anlayışlara dayanan farklı terminolojiler kullanılmaktadır. Biz bunların içerisin- 178 Mehmet Ali Şimşek, Arap Dilinde Çok Anlamlılık ve Karine İlişkisi, Basılmamış Doktora Tezi, (Danışman: İsmail Hakkı Sezer), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2000, s

209 177 den Türkçe nin yapısına en uygun olduğunu düşündüğümüz Muharrem Ergin in kullandığı terminolojiyi kullanacağız. 179 Ahmed Hamdî, döneminde kullanılan mef ûllerle ilgili terminojiyi şu örnek cümlede toplar. Yoldan çıkmış ve efkârını bozmuş adamı, yola getirmek ve mef ûlün- anh (ayrılma bildiren yer tamlayıcısı) mef ûlün-bih (belirtili nesne) mef ûlün-ileyh (yönelme bildiren yer tamlayıcısı) efkârını tashîh etmek için bütün gün nasîhatle uğraşsın fâidesi olur mu zannedersin. mef ûlün-leh (sebep/amaç mef ûlün-fîh (zaman mef ûlün-ma a bildiren zarf tamlayıcısı) bildiren zarf tamlayıcısı) (vasıta bildiren zarf tamlayıcısı) Cümlenin tamamlayıcı ögelerini aşağıdaki tabloda bugünkü anlayışımızla karşılaştırarak veriyoruz. 1. Hâl 2. Temyîz 3. Müteallikat-ı fiil Mef ûl-i sarîh Mef ûl-i gayr-i sarîh MÜTEMMİMÂT-I CÜMLE mef ûlün-bih-i sarîh mef ûlün-bih-i gayr-i sarîh mef ûlün-fih mef ûlün-anh / minh mef ûlün-ileyh mef ûlün-leh mef ûlün-maah belirtili nesne belirtisiz nesne lokatifli yer tamlayıcısı zaman tamlayıcısı ablatifli yer tamlayıcısı sebep bildiren zarf tamlayıcısı datifli yer tamlayıcısı sebep / amaç bildiren zarf tamlayıcısı sebep / amaç bildiren zarf tamlayıcısı vasıta bildiren zarf tamlayıcısı Kaya Bilgegil, bu mef ûllere mef ûlün-aleyhi de (üzere edatı ile yapılan sebep, maksat ve şart bildiren zarflar) dâhil eder. 180 Bugünkü gramer anlayışımızda zarf fiillerle yapılan durum zarflarının, eski gramer anlayışında hâl kategorisinde; equatif eki (eşitlik hâli) ile yapılan ve daha çok karşılaştırma ifade eden bazı zarfların ise yine eski gramer anlayışında temyîz kategorisinde yer aldığını söyleyelim. *** Ahmed Hamdî, mef ûl konusuna genel bir giriş yaptıktan sonra mef ûllerin sıralama eksenindeki (cümlede dizilişleri ile ilgili) kullanım kurallarına geçer. Bunlar belâgatin ana konuları olan takdîm-tehîr ve zikir-terk (önceleme-sonralama ve söylenme-söylenmeme)tir. 179 Muharrem Ergin, Türkçe Dilbilgisi, Bayrak Yay., İstanbul M. Kaya Bilgegil, Türkçe Dilbilgisi, İstanbul 1984, Dergâh Yay., 1984, s. 175.

210 178 Takdîm-Tehîr Ahmed Hamdî ilk önce mef ûlün-bih in (nesne) kullanım özellikleri üzerinde durur. Bu doğru bir yaklaşımdır, zira müsned (yüklem) ve müsnedün-ileyh ten (özne) sonra bir cümlede en önemli öge, mef ûlün-bih tir. Ahmed Hamdî ye göre muktezâ-yı hâl e uygun olan şekil, belirgin ve açık olan mef ûlün-bihin, diğer mef ûllerden önce getirilmesidir. Bu normdur ve buna mümkün mertebe uyulması gerekir. Mef ûlün-bihin norma uygun olarak kullanılmasına örnek olarak şu cümleyi verir. Bir namuslu adam, ölümünü utanma sebebi olan esârete tercîh eder. Burada ölümünü lafzının esâret ten önce getirilmesinin norma göre bir gereklilik olduğunu söyler. Ahmed Hamdî, bu kuralı koyduktan sonra mef ûlün-bihin, cümle içerisinde öncelendiği ve sonralandığı (takdîm ve tehîr edildiği) durumlara geçer. Bu durumlar şunlardır: 1. Yer tamlayıcısının (datif, mef ûlün-ileyh ) söylenmesinin, accusatifin ( mef ûlünbih ) söylenmesinden daha önemli olması durumları gibi bazı durumlarda yer tamlayıcısı (datif), belirtili nesneden (accusatif) önce getirilebilir. 2. İsimden önce o isimle ilgili bir zamirin söylenmesi ( izmâr kable z-zikr ) durumunda mef ûlün-ileyh, mef ûlün-bihten önce gelir. Bu bîçâre adama işlememiş olduğu kabahati azv ediyorlar gibi. 3. Türkçenin ifade tarzında tamamlayıcı ögelerin ( mef ûl ), yüklemden ( fiil ) ve özneden ( fâil ) önce getirilmesi yaygın olmakla birlikte özne ya da mef ûllerden hangisinin söylenmesi önemli ise o diğerinden önce getirilir ( takdîm ). Örnek (müsnedün-ileyhin takdîmi): Nâzır Paşa Hazretleri bana bir kitap ihsân eyledi. Örnek (mef ûlün-ileyhin takdîmi): Hâk-pây-i şâhâneye dün bir arzuhâl takdim eyledim. 4. Fâil, fiil ve fiile bağlı olan tamamlayıcı ögeler arasında geçerli olan takdîm ve tehîrin çeşitli sebeplerinden biri de şiirin getirdiği zorunluluklar veya seci ve kâfiyedir. Girîbân oldu rüsvâlık eliyle çâk-dâmen hem Bana rüsvâlığımda dostlar ta n etdi düşmen hem

211 179 Burada sözün aslı Girîbân ve dâmen rüsvâlık eliyle çâk oldu şeklindedir, fakat vezin ve kâfiye zaruretiyle bu şekilde getirilmiştir. 5. Takdîm, ibârenin selis (akıcı) olması için yapılır. Nitekim çoğunlukla zarfın, neyle bağlantılıysa ondan önce; tamamlayıcı ögelerin fiillerinden; zarf fiilin ( hâl ), nitelediği unsurdan ( zî l-hâl ); tamlananın ( muzâfun-ileyh ) tamlayandan ( muzâf ) ve öznenin ( fâil ) fiilinden önce getirilmesi Türkçe için bir normdur ( şive-i ifade ). Örnek: Âlemde ahdine vefâ eden kimse kalmamıştır. Burada âlemde zarf, ahdine mef ûlün-ileyh, kimse ise kalmamıştır fiilinin fâilidir. Örnek: Hükümdârın akıl ve zühdü teb anın saâdet-i hâline sebeb-i müstakildir. (Hükümdârın aklı ve dindarlığı halkının mutluluğuna sebeptir) Burada akıl tamlayan ( muzâf ) ve hükümdâr tamlanan ( muzâfun-ileyh )ından önce getirilmiştir. 6. Takdîm, bazan tahsîs için kullanılır. Bir adam uzaktan görünen birkaç kimsenin arasından mef ûlü önceleyerek Sarıklıyı tanıdım derse yalnız onu tanımış diğerlerini tanımamış demek olur. Tanıdım sarıklıyı demesi ise diğerlerini tanımış olmasına engel değildir. Ahmed Hamdî, bazı durumlarda ise takdîm in, tahsîs i ifade etmek bir yana manayı değiştirerek ifadenin akışını bozabileceğini ilave eder. Takdîm ve tehîr, cümle ögelerinin sentagmatik eksende (sıralama ekseni) yer değiştirmesi ile ilgili bir konudur. Bu vericinin ( mütekellim ) önem verdiği ögeyi daha belirgin hâle getirmesi için yapılır. Bilindiği gibi Türkçede dikkat çekilmek istenen cümle ögesi, cümlenin en temel unsuru olan yükleme ( müsned ) yaklaştırılmaktadır. Ahmed Hamdî nin, vurgulanmak istenen cümle ögesinin takdim edildiğini söylemesi, Arapçanın yapısı esas alınarak oluşturulan meânî anlayışını farkında olmaksızın devam ettirdiğini gösterir. Bilindiği üzere Arapçada vurgulanmak istenen öge, diğer ögelerden daha önce getirilir (Arapçada yüklemin fiil cümlesinde, cümlenin başında yer aldığını hatırlayalım). Sanıyoruz Ahmed Hamdî, bunu fark etmemiş olduğu için Türkçe ile Arapçayı karıştırmakta Türkçede de vurgulanmak istenen ögenin önce getirileceğini söylemektedir. Zikir-Terk 1. Tümleçten genel ( umûm ) veya özel ( husûs ) kastolunduğu zaman belirtili nesne ( mef ûlün-bih ) mutlaka söylenmelidir. Örnek (tümel): Filan kimse her fenni bilir. Örnek (tikel): Filan kimse hendeseyi sair fenden ziyâde bilir.

212 Mütekellimin amacı, sadece fiilin, mef ûlle ilişkisini anlatmaktan ibâretse belirtili nesne ( mef ûlün-bih ) mutlaka söylenir. Örnek: Mütekellimin amacı, muhâtabına Amr ın dövüldüğünü bildirmek olduğu zaman Zeyd, Amr ı döğdü denilmesi gibi. 3. Bir ibârede giriş ve çıkış ( duhûl ve hurûç ) fiilleri gibi geçişli ve geçişsiz fiiller bulunuyor ve giriş fiili bir yer tamlayıcısı almışsa kendisinden sonra gelen çıkma fiiline ayrıca bir mef ûlün-anh (ablatif) getirmek gerekmez. Örnek: Her ay şu limana birçok gemi girer, çıkar. Aslında bu cümle Bu limana birçok gemi girer, (bu limandan birçok gemi) çıkar demektir, fakat yukardaki kurala istinaden bu limandan denilmemiştir. 4. Bazan aklî karîne ( karîne-i akliyye ) olduğunda giriş fiilinin de çıkış fiilinin de yer tamlayıcısı alması gerekmez. Örnek: Bir odaya sık sık girip çıkan adama odada bulunan adamın Ne çok girip çıkıyorsun demesi gibi. (Odaya) ne çok girip (ve odadan ne çok) çıkıyorsun demektir. 5. Geçişli olmasına rağmen nesnenin ( mef ûlün-bih ) söylenmediği yani geçişli fiilin geçişsiz fiil gibi kullanıldığı ( müteaddi nin lâzım gibi kullanıldığı) durumları Ahmed Hamdî iki madde hâlinde sıralar. a) Mutlak fiil i (herhangi bir nesneye, zamana, şarta bağlanmamış), özel bir nesneye bağlanmış ( mef ûl-i mahsusa ) özel bir fiil ( fiil-i hâs ) yerine kullanıldığında geçişli fiil geçişsiz fiil gibi gelir. Örnek: Hasûdlarımız bizim muhassenâtımızı görüp işitmemek için dünyada bir görücü ve işitici bulunduğunu istemezler ibâresinde mef ûl-i mahsûs o zâtın muhassenâtı olup mutlaka görücü ve işitici fiilleri buna müteallik olan rü yet ve simâ fiilinden kinâye kılınmışdır. b) Mütekellimin amacı bir fiil, salt o fâil tarafından işlenip işlenmediğini belirtmek yani fâili öne çıkarmak olduğunda nesne söylenmez. Örnek: Âlim ile âlim olmayan müsâvî midir gibi ki burada âlim fiil-i müteaddi olmakla birlikte mütekellimin amacı yalnız hakikat-i ilmi, fâile ispat olduğu için mef ûlün-bih terk olunmuştur. 6. Geçişli fiilin nesne ( mef ûl ) ile ilişkisi amaçlandığında her ne kadar nesne lafzen kullanılmadıysa da bir karîneye dayanarak söylenmiş sayılır. Burda nesnenin tikeli yahut tümeli gösteren bir lafız olması durumu değiştirmez.

213 181 Örnek (tümel): Bugün hiçbir havâdis işitdin mi? diye soran kimseye cevaben İşitdim veya İşitmedim ve Hiçbir adam gördün mü? diye soran kimseye cevap olarak Gördüm veya Görmedim denmesi. Bu, (Havâdis) işittim ve (Adam) gördüm demektir ki havâdis ve adam umûmî lafızdır, soruda lafzen olduğundan cevapta söylenmiş varsayılır. Örnek (tikel): Mûsâ yı gördün mü? diye soran birine cevap olarak Gördüm veya Görmedim denmesi gibi ki burada da soruda bulunan ipucuna özel isim olan Mûsâ yı söylenmiş var saymak gerekir. 7. Belirtili nesne ( mef ûlün-bih ) kapalı bir anlatımdan ( ibhâm ) sonra kendisini açıklayacak bir ifade varsa kaldırılır: a. Bu, özellikle irâde ve istek bildiren fiillerde ( fi l-i meşiyyet ) olur. Örnek: İsteseydim, okurdum. (Okunmasını isteseydim, okurdum.) Ben emretdim, o yazdı. (Yazmayı emretdim, o yazdı.) Örneklerde okumak ve yazmak lafızları kaldırılmıştır. b. Sırf lafı uzatmamak için belirtili nesne ( mef ûlün-bih ) kaldırılır. Örnek: Göster, göreyim gibi. Kasır: Bir niteliği ( sıfat ), bir varlığa ( mevsûf ) ya da bir varlığı, bir niteliğe özgü kılmaktır. Ahmed Hamdî, kasır ın tanımını yapmaz; bu konuda sadece bazı örnekler verip açıklamalarda bulunur. Yukarıdaki tanım, Ahmed Hamdî nin verdiği örneklere, yaptığı açıklamalara ve konu ile ilgili diğer kaynaklara bakılarak tarafımızdan yapılmıştır. Ahmed Hamdî kasır konusuna, cümlenin ögelerinin ( eczâ ) ve eklentilerinin ( levâhikât ) bazen kasır ile ifade edildiğini söyleyerek başlar ve bu açıklamanın hemen sonrasında kasrı, hakikî ve gayr-i hakikî olmak üzere ikiye ayırır. Bu, kasrın realiteye uygunluk bakımından ayrımıdır. Bu temel ayrımdan sonra her ana dal, kendi içinde varlığın niteliğe ve niteliğin varlığa özgü kılınması bakımından ikiye ayrılır. kasır hakikî kasır gayr-i hakikî (örfî) kasır sıfatı mevsûfa mevsûfu sıfata sıfatı mevsûfa mevsûfu sıfata Şekil 11 Ahmed Hamdî ye göre kasır tasnifi

214 182 Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Ahmed Hamdî nin kasrı izâhında geçen eczâ ve levâhikât-i kelâm ibâreleri üzerinde durulması, bunların ne olduğunun iyice açığa çıkarılması gerekmektedir. Burada eczâ-i kelâm, cümlenin ögelerini gösterir; levâhikât-i kelâm ise bu ögelerden herhangi biri hakkında açıklayıcı bilgiler içeren eklentilerdir. Meselâ Kalem kırıldı cümlesinde kalem (özne) ve kırıldı (yüklem) cümlenin ögeleridir. Bu cümlede ögeler, hiçbir kayda bağlanmamış ve sınırlanmamış olup çok geneldir. Aynı cümleyi Ali nin sarı kalemi kırıldı hâline getirirsek özne olan kalem kelimesini, ilk cümleye göre nitelikler ekleyerek daha belirgin hâle getirmiş oluruz. Burada kalem kelimesine eklenerek bu kelimeyi daha açık ve belirgin hâle getiren Ali nin sarı -i ibâresi, eklenti ( levâhikât-i kelâm )dir. Kasır konusunda sıfat ve mevsûfla kastedilen dilbilgisindeki özne ve yüklemdir. Ahmed Hamdî, Şu adam bütün gün yalnız, sigara içmekle vaktini geçirir cümlesini sıfatın (yüklem) mevsûfa (özne); Yalnız bendeniz bu işe kâfîyim ve Bekir Ağadan maada bu işi becerecek yoktur cümlelerini de mevsûfun sıfata kasrının örnekleri olarak verir. Ahmed Hamdî, bundan sonra hakikî kasr ın ve gayr-i hakikî kasr ın neler olduğunu açıklar. Ona göre dünyada bulunan adamlardan yalnızca bir kişi bir işi yapmaya yeterli ise bu kasrın hakikî olacağını, ama bu kişinin yeterliliği dünya çapında değil de kendi çevresinde ise bu kasrın gayr-i hakikî / örfî olacağını ifade eder. Bu, anlama dayalı olarak yapılan bir ayrımdır. Hakikî kasırda o kişi gerçekten de o işi yapabilecek tek kişidir ama gayr-i hakikîde bir abartma vardır. HAYIRRRR İŞÇİ HAYIRRRR ALİ AHMET ANCAK ŞAİR ŞAİR ANCAK AHMET HAYIRRR HAYIRRR DİŞÇİ VELİ Şekil 13 Sıfatı mevsûfa kasır Şekil 12 Mevsûfu sıfata kasır Yukarıdaki şemada da görüldüğü gibi kasır, meslekler seçme ekseninin şair alt kümesi içinde yer alan Veli, Ali, Ahmet i yok sayıp bütün kümeyi sadece, Ahmet le sınırlandırmak ya da Ahmet için diğer bütün meslek gruplarını yok sayıp onu sadece şair kümesi içinde görmektir. Bu şemanın dille ifadesi şu şekillerde olabilir. Şair, ancak Ah-

215 183 met tir (diğerleri şair değildir) ya da Ahmet, ancak şairdir (başka bir şey değildir). Aşağıda, bu örnekteki kasrın işleyişinin başka bir şema ile gösterilişi yer almaktadır. Seçme ekseni (menü) doktor öğretmen mühendis ºCahit C şair = ºAhmet ºHasan Şairler kümesi ºAli ºVeli ayakkabıcı terzi tamirci Ahmed Hamdî, bu noktada kasr-ı ifrâd ve kasr-ı kalb olmak üzere iki kasır türünden daha bahseder ki açıklamalarına baktığımızda bunlar alıcının konu ile ilgili kabulünü esas alan ve bunu değiştirmek amacı ile yapılan kasırlardır. Kasr-ı ifrâd, muhâtabın, bir sıfatın birden fazla mevsûfta (özne) olduğu kanaatini değiştirmek için mütekellimin o sıfatın belirli bir kişide olduğunu söylemesidir. Örneğin muhâtap, Zeyd, Amr, Halit ve Bekir in hepsinin kâtip olduğuna inanıyorsa ve bu inanışı yanlışsa mütekellimin Zeyd den başka kâtip yoktur demesi kasr-ı ifrâda örnektir. Kasr-ı kalb ise, muhâtabın, mevsûfu (özne), iki mütekâbil (karşıt) sıfattan biriyle nitelenmiş zannetmesi durumunda mütekellimin bunu düzeltmek için yaptığı kasır türüdür. Zeyd in oturduğunu sanan birine, onun ayakta olduğunu söylemek gibi. Bunu şema ile aşağıdaki gibi gösterebiliriz. Alıcının zannına göre vericinin oluşturduğu kasır kasr-ı ifrâd kasr-ı kalb Ahmed Hamdî, kasrın kullanım alanı ve amacının çoklukla tarîz ve mübâlağa olduğunu söyler. Örneğin mütekellim, din işlerinde lâubalî olan insanların yanında Şecaat ve besalet ve gayret ve hamiyet, dindar olanlara mahsûstur dediğinde tarîz eder. Adamları rabt u kaydeden ancak diyânetdir dediğinde mübâlağa etmiş demektir. Bir varlığın ( mevsûf ) niteliğe ( sıfat ) özgü kılınmasında olsun, bir niteliğin bir varlığa özgü kılınmasında olsun bazı edatlar gerekmektedir. A. Hamdî, kendi dönemini esas alarak yalnız, ancak ve ondan maada ve ondan başka gibi edatları sayar. Günümüzde bunlardan bazıları kullanımdan kalkmış ve bazılarının yerine yenileri gelmiştir.

216 Cümle-i İnşâiyye: Cümle-i inşà iyye, òàrice muùàbıú veyà àayr-i muùàbıú nisbeti olmayan kelàma derler 181 (s. 12) Cümle-i inşâiyye, realiteyle (zihin dışındaki gerçeklikle) uygunluk ya da aykırılık ilişkisi olmayan kelâma denir. İnşâ cümleleri, bugünkü dilbilgisi anlayışımızda dilek-istek ve emir kiplerini karşılamaktadır. Bilindiği gibi dilek-istek veya bir emir kipindeki cümlelerin dış dünyayla uygunluğu aranmaz. İnşâ cümleleri, bu özellikleri ile (gerçekleşme, gerçekleşmeme bakımından dış dünyaya uygunluğu) haber cümlelerinden ayrılırlar. Ahmed Hamdî, inşâ cümlelerini istek ifade edip etmemesine göre, inşâ-yı talebî (dilek, temennî cümleleri) ve inşâ-yı gayr-i talebî (istek bildirmeyen inşâ cümleleri) diye ikiye ayıran dilbilgisi anlayışını devam ettirir. Bu ayrım içerisindeki inşâ-yı talebî cümleleri, günümüz dilbilgisine göre emir kiplerini oluşturur. Ahmed Hamdî nin de tekrarladığı bu klâsik ayrımı, bütün hâlinde görebilmek için aşağıda önce şema hâlinde verecek sonra da her birini tek tek ele alıp inceleyeceğiz. cümle-i inşâiyye I. arzu ve istekler (inşâ) II. olan/olmayan (haber) a. inşâ-yı talebî b. inşâ-yı gayr-i talebî 1. emir 2. nehiy 3. temennî 4. tendîm 5. istifhâm 6. arz 1. fiil-i medh 2. fiil-i zem 3. fiil-i ta accüb 4. ef âl-i mukârebe 5. ef âl-i ukûd 6. tereccî 7. nidâ Şekil 14 Ahmed Hamdî'ye göre cümle-i inşâiyye tasnifi 181 Bu tanım, kitabın Fasl-ı Evvel İsnâd-ı Haberînin Ahvâli Beyânı bölümünden alınmıştır.

217 185 a) inşâ-yı talebî: İnşÀ-yı ùalebì, bir şey iñ òàriçde óuãÿlünü veyàòud terkini vücÿben mücerred emir ve ùalebe delàlet eden cümledir. (s. 47) İnşâ-yı talebî, bir şeyin dış dünyada yapılmasını ya da yapılmamasını gereklilik olarak emir ya da istek şeklinde ifade eden cümlelerdir. Ahmed Hamdî, bu tip cümleleri emir, nehiy (yasaklama), temennî (dilek), tendîm (pişmanlık verdirmek), istifhâm (soru), arz (istek) ve nidâ (ünlem) olmak üzere yedi kısma ayırır ve bunları örnekleriyle açıklar Emir ve Nehiy: İstek cümlelerinin ( inşâ-yı talebî ) ilki emirdir. Eski gramer anlayışında emir-nehiy şeklindeki bu ayrım bugünkü anlayışa göre olumlu emir ve olumsuz emir şeklindedir. Bilindiği gibi olumlu emirde bir işin yapılması, olumsuz emirde ise yapılmaması istenmektedir. Eski gramer anlayışında farklı olarak bugünkü gramer anlayışımızda yapayım, yapalım, yapmıyayım, yapmıyalım yapıları birinci şahıs olumlu ve olumsuz emirleri olarak ele alınmaktadır. Konunun örneklerini kitaptan aynen alıyoruz. Emir Nehiy (olumsuz emir) İkinci şahıs Oku ve yaz. Vaktini beyhûde geçirmeyesin. Üçüncü şahıs Söyle dersini okusun. Söyle oynamasın. Eski anlayışta, emir ve nehiy kiplerinde fiilin yapılmasının veya yapılmamasının istenmesi büyükten küçüğe doğru olursa emir, yaşıtlar ve eşitler arasında olursa iltimâs ve ricâ, küçükten büyüğe olursa duâ ve niyâz olarak adlandırılır. Ahmed Hamdî iltimâs örnek olarak şu cümleyi verir: Yarın erkence teşrîf buyurmanızı ricâ ve iltimâs ederim. Niyâz örnek olarak da şu cümleyi verir: Kulunuza bir kitap ihsân buyurmanızı niyâz ederim. Ahmed Hamdî ye ve döneminin anlayışına göre ricâ ve niyâzda bir aşağıdan alma ve tevâzunun bulunması şarttır. Ahmed Hamdî ye göre emir ve nehiy kipleri şu durumlarda kullanılır. a) Bazan emir bir işin yapılıp yapılmamasını serbest bırakmak amacıyla kullanılır. İster muhâsip ol ister münşî ol ikisi de sanat-ı kitâbetten madûddur gibi. b) Bazan terbiye (eğitim) amacıyla kullanılır. Yemek yerken Önünden ye demek gibi. c) Bazan tahkîr amacıyla kullanılır. İster git, ister kal gibi. ç) Bazan ihânet amacıyla kullanılır. Hadi git de zillet ve meskenet ile ömrünü ifnâ et.

218 186 d) Bazan tacîz amacıyla kullanılır. Ben, bundan iyi yazarım diyene İşte yaz demek. 3. temennî : Gerçekleşmesi imkânsız ( muhâl ) ya da mümkün ama çok zor şeyler için kullanılır. Türkçede n olaydı ve keşke yapılarıyla kurulur. Kitapta muhâl için verilen örnek, ihtiyar bir kimsenin genç olması mümkün değilken N olaydı gençlik günlerim geri gelseydi demesidir. Mümkün için verilen örnekse Âh n olaydı düşmanın kalesi fetholaydı dır. Kitapta, temennînin mümkün olan kısmında, temennî olunan şeyin gerçekleşmesi konusunda beklenti ve hırs olursa temennînin, tereccî ye (ricâ etme) dönüşeceği ifade edilir. 4. tendîm : Tendîm, bir kimseye bir işi yapma ya da yapmaması için utandırmaya denir. Bunun Türkçede edatı olmaz mı idi (geçmiş zaman) ve olmaz mı (geniş zaman)dır. Kitapta geçmiş zaman için verilen tendîm örneği Pederinin nasihatini dinleyeydin olmaz mı idi? ve geniş zaman için ise Bu dersi bizimle berâber okusanız olmaz mı? dır. 5. istifhâm : İstifhâmın tanımını yaparken Ahmed Cevdet Paşa İstifhâm, öğrenmek için sormakdır 182 şeklinde açık bir ifade kullanırken Ahmed Hamdî, İstifhâm, kasdolunan eşyadan zihinde husûlü matlûb olan şeye derler. (s. 50) şeklinde muğlâk bir ifade kullanır. Aynı durum Türçede istifhâmın nasıl oluştuğunu açıklarken de görülür. Cevdet Paşa basit bir şekilde Edât-ı istifhâm, mi harfidir derken A. Hamdî işin içine Arapçayı da katarak Bunun Türkçede edâtı, hemze [ ا [ makâmında olan mi lafzıdır. der. Soru eki mi nin kullanılmasında Cevdet Paşa daha geniş bilgi verirken A. Hamdî tanımdan başka bir bilgi vermez. A. Hamdî, yukarıda istifhâmın tanımını yapıp edatı hakkında fazla bir ayrıntıya girmeksizin diğer soru kelimelerinin niçin kullanıldığına geçer. Bunları maddeleştirerek veriyoruz: a) İnsanın kimliğinin sorgusunda kim kelimesi kullanılır. Bu âlâ sarayı kim yapmıştır? b) Hâli sormada nasıl kelimesi kullanılır. Keyfiniz nasıldır? ve O nasıldır? gibi. c) İnsan dışındaki varlıkların hâlini sormada ne kelimesi kullanılır. O nedir? gibi. ç) Gerek insanı gerekse diğer varlıkları ayırt etme amacıyla hangi lafzı kullanılır. Hangi adam? ve Hangi kitap? gibi. d) Sayı ve miktarın sorulmasında ise kaç ve ne kadar lafzı kullanılır. Sana benim borcum kaç kuruştur? ve Bu duvar ne kadar zirâ (75-90 cm arası bir uzunluk ölçüsü)dır? gibi. 182 Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., s. 58.

219 187 e) Mekânın sorulmasında nere kelimesidir. Nereden gelip nereye gidiyorsunuz? gibi. f) Zamanın sorulmasında kaçan, ne vakit ve ne zaman kelimeleridir. Kaçan veya ne zaman ve ne vakit geldiniz? gibi. A. Hamdî, bundan sonra istifhâmın bir şeyi öğrenmek için sormak yerine estetik amaçlı kullanımlarına yer verir. Bunları maddeleştirerek A. Hamdî den aşağıya aynen alıyoruz: a) İstifhâm, bazan onaylama ve bazan da inkâr amacıyla gelir. İlkine istifhâm-ı takrîrî, ikincisine istifhâm-ı inkârî denir. İstifhâm-ı takrîrî için A. Hamdî, Yazdığınız ilm-i belâgat midir? inkârîyeyse Belâgat yazmak o kadar büyük hüner midir? örneğini vermektedir. b) Bazan küçümseme amacıyla gelir. Maâşâllah bu çocuk mu bendenizden bu imtihânı verecek? gibi. c) Bazan azarlama amacıyla gelir. Pederinizin nasihatleri iş yerine konulmayacak nasihatler miydi? gibi. ç) Bazan itiraz amacıyla gelir. Adl ve hakkâniyet bu mudur? gibi. d) Bazan alay amacıyla gelir. Bir kadın için o kadar sene muhârebe eden akıllı siz misiniz? gibi. e) Bazan ne edatı istifhâm-ı inkârî ile birlikte sıklığı ve çokluğu ifade etme amacıyla gelir. Aşk ve sevda insana ne yapmaz yani Herşey yapar gibi. f) Bazan şaşkınlık ifade etme amacıyla gelir. Ne acâyip adamsın gibi. A. Hamdî, yukarıda sayılan edatların bazılarının şart cümlesinde de kullanıldığını ifade ederek şu örnekleri verir: Kim iyilik ederse iyilik bulur, fenâlık ederse fenâlık bulur. Hanginiz iyi imtihan verirse mükâfatı o alacaktır. Sen nerede, ben de orada. Ne zaman bir işe başlarsam bir mâni zuhûr eder. Ne kadar okursan o kadar iyi âlim olursun. Ne kadar edatının çokluk için de kullanıldığını ifade ederek şu örneği verir: Sana ne kadar acıyorum yani Ne derece acıyorum ve Ne çok acıyorum aynı manadadır. Nerede nin bazan uzağı göstermek için geldiğini ifade ettikten sonra verdiği örnekleri alıyoruz: Bir kimseye zengin olacaksın denildiğinde cevabında Nerede nerede demesi, bir soruya lâyikiyle cevap vermeyen birine Nerelerde geziyorsun denmesi gibi.

220 188 Ahmed Hamdî, kaç kelimesinin de aynı zamanda gecikme için geleceğini şu örnekle açıklar Kaç kere çağırdım, gelmedin. 6. arz : Kibar emir şekli sayabileceğimiz arz konusunda Ahmed Hamdî, şu açıklamaları yapar. Arzın istifhâmdan türemiş olması sebebiyle bazı belâgat âlimleri arzı, istifhâm içinde kabul ederek müstakil bir kısım saymamışlardır. Ahmed Hamdî ye göre arzın anlamı yumuşaklıkla bir şey talep etmektir. Oğlum pederinin nasihatini dinlemez misin gibi. 7. nidâ : Çağırmak yani seslenilen kişinin, çağıranın tarafına dönmesi ve yönelmesini istemektir. Nidâ, Türkçede çok defa ünlem kelimeleri olmaksızın kullanılır. Örneğin birinin çağrılmasında ünlem kelimeleri olan ey veya â nın terkiyle sadece Mûsâ Efendi denmesi gibi. Ünlem kelimelerinin kullanıldığı durumları kitaptan aynen alıyoruz. a) Saygı amacıyla getirilir. Ey din-i mübîn senin îrâs ettiğin telezzüzat, kulûb üzerinde ne kadar kuvvetlidir gibi. b) Hakâret ve azarlama amacıyla getirilir. Ey hâin-i din ü devlet olan mürtekibler elbette bir gün olacak ki cezâ-yı mâ-yelîkınızı bulacaksınız gibi. c) Tenbih ve uyarı amacıyla getirilir. Ey hükümdâr kendi kendini aldatma sen dahi teb anın en ednâsı gibi mevte tâbisin gibi. ç) Nidâ kipi bazı durumlarda asıl anlamı olan talep ve ikbâl anlamı dışında cesaretlendirmek için de kullanılır. Zulme uğramış biri kendisine zulmedenden şikâyetini dile getirdiğinde onu dinleyen, muhâtabı mazlûmun şikâyetini dile getirmeye teşvik için  zavallı demesi gibi. b) inşâ-yı gayr-i talebî: Ahmed Hamdî ye göre inşâ-yı gayr-i talebî, övgü fiilleri, yergi ve şaşma fiileri, yaklaşma fiilleri, sözleşme ve yemin fiilleri ve beklenti içinde olmayı içeren kelâm ve cümlelerdir. Kitapta bu izâhın ardından bunlarla ilgili örneklere geçilir. medih (övme) zem (yerme) ta accüb (şaşma) mukârebe (yaklaşma) ukûd (sözleşme) kasem (yemin) tereccî (umma) Hükümdârları, usûl-i tasarrufa riâyet eden ahâlî, ne saâdetli oldular. Memleketlerinin kânûnları, hükümdârlarına beytü l-mâlı keyfe mâ-yeşâ seref ve telef etmeye ruhsat veren milletlerin hâli ne fenâdır. Sizin ne acâyip ahlâkınız vardır. Vaktimiz, mâlımız, cânımız hep vatan içindir diyecek vakit takarrüp etdi. Satdım ve aldım ve Hibe etdim ve Îcâra verdim. Hudâ hakkı için, o kadar derse çalışıyorum ki sabahlara dek gözüme uyku girmiyor. Bugünler, eltâf-ı İlâhiyyeye muntazırız.

221 Vasl u Fasl: Metni oluşturan alt birimler (kelime, cümle ve kelâm), rastgele bir araya getirilmez; birbiri ile ilişki içinde olanlar, birleştirilerek bir araya getirilir. Bu ilişkiye sahip olmayan birimler, ayrı ayrı ve müstakil olarak verilir. Bir ilişki hâlinde olan birimlerin birbirine bağlı olarak verilmesine vasıl ve cümleleri birbirine gramatikal olarak bağlama işine de atıf denir, birbiri ile ilişkisi olmayan birimlerin, müstakil olarak verilmesine ise fasıl denir. Belâgat kurallarına göre atıf yani iki veya daha fazla cümleyi birbirine bağlayabilmek için bu cümleler arasında bir kesişim kümesine ihtiyaç vardır. Bu kesişim kümesine cihet-i câmi a (Fr. sémè) denir. 183 cümle 1 ( matûfun-aleyh ) cümle 2 (matûf) cihet-i câmi a Efendi, hem kitâbet eder (ortak sémè) hem şiir söyler. eser yazmak Birbirine bağlanan iki cümleden ilkine matûfun-aleyh ve ikincisine matûf denir. Matûf ve matûfun-aleyh yani birinci ve ikinci cümle, anlam ortaklığında ( cihet-i câmi a ) birleşirler. Atıfla birbirine bağlanan cümlelerin anlamlı bir bütün oluşturabilmesi, cihet-i câmi aya yani anlamsal birlikteliğe bağlıdır. Dolayısıyla vasıl-fasıl konusunun iyi anlaşılması, cihet-i câmi anın iyi anlaşılmasına bağlıdır. cihet-i câmi a: (Yukarıda da söylediğimiz gibi) Cümlenin ögelerinin birbirine ya da bir cümlenin başka bir cümleye bağlanabilmesi için ögeler ya da cümleler arasında bulunması gereken ortak yöndür. A. Hamdî, konunun ayrıntısına girmeden önce, iki örnek cümleyle cihet-i câmi adan ne kastettiğini açıklar. Biz burada örnek cümlelerden ilki olan Şu Efendi, hem kitâbet eder ve hem şiir söyler cümlesini alıyoruz. A. Hamdî, bu cümlede cihet-i câmi anın her ikisi de eser yazmak üst kavramına bağlı olan kitâbet ile şiir söylemek arasında olduğunu belirtir. Ona göre kitâbet mensûr, şiir söylemek ise manzûm eser vermektir. Aşağıda bu örneğin şemaya uyarlanmış şeklini veriyoruz. 183 Kaya Bilgegil, Türkçe Dilbilgisi, Dergâh Yay., İstanbul 1984, s ; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, 2. Baskı, Enderun Kitabevi, İstanbul 1989, s

222 190 Ahmed Hamdî, cihet-i câmi a nın ne olduğunu iki örnekle basitçe gösterdikten sonra bu kavramı tasnif etmeye, tanımlamaya ve örneklerle açıklamaya girişir. Ahmed Hamdî, cihet-i câmi ayı aklî, vehmî ve hayâlî olmak üzere üç ana kola ayırır. Ardından aklî ve vehmîyi de kendi içlerinde üç alt dala ayırır. Sözün burasında Ahmed Hamdî nin bu tasnifinin Ahmed Cevdet Paşa nın tasnifinden daha ayrıntılı ve sistematik olduğunu söyleyelim. Çünkü Cevdet Paşa, Belâgat-i Osmâniyye sinde cihet-i câmi a tasnifinde Ahmed Hamdî deki ana dalları atlayıp doğrudan alt dalları verir. Ayrıca alt dallarla beraber toplam cihet-i câmi anın çeşitlerinin sayısı Ahmed Hamdî de yedi, Cevdet Paşa da altıdır. Cevdet Paşa da bulunmayan tür Ahmed Hamdî de aklî nin altında yer alan ittihâd dır. 184 Ahmed Hamdî nin tasnifini şema üzerinde topluca gösterdikten sonra, bunların tanımlarına ve açıklamalarına geçiyoruz. cihet-i câmi a türleri (ortak sémè tasnifi) a. aklî b. vehmî c. hayâlî 1. ittihâd 2. temâsül 1. şibh-i temâsül 2. tezâd 3. tezâyüf 3. şibh-i tezâd Şekil 15 Ahmed Hamdî'nin cihet-i câmi'a tasnifi a. cihet-i câmi a-i akliyye: Birbirine bağlanacak iki şey (kelime, cümle ya da cümle ögesi) arasında akıl yolu ile tayin edilen ilişki türüdür. Bu, üç şekilde görülür; ittihâd, temâsül ve tezâyüf. 1) ittihâd: Kitapta cihet-i câmi ayı açıklamak için yukarıda verilen Şu Efendi, hem kitâbet eder ve hem şiir söyler örneğinden ve Ahmed Hamdî nin bu örneği açıklamasından hareketle diyebiliriz ki burada aynı cinste birleşen iki tür arasındaki ilişkiden söz edilmektedir. Örnekteki kitâbet ve şiir söylemek, eser yazmak cinsinde birleşirler ki bu da açıkça aynı cinse bağlı iki tür arasındaki ilişkidir. 2) temâsül: İttihâd da olduğu gibi bir üst kateoride birleşmeyen, farklı kategorilere ait olan, ama aralarında bir benzerlik, yakınlık, ortaklık bulunan farklı kavram- 184 Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., s. 65.

223 191 lar arasındaki ilişkidir. Ahmed Hamdî, bunu açıklarken şöyle örnek verir. Sadâkat ve muhabbette birbirine mütemâsil olan birkaç kimseyi birbirine atfetmek gibi. Misâli Zeyd kitâbet ve Amr debâgat ve Bekir hıyâtet eder Bu örnekte birbirine arkadaş ve dostlukla bağlı üç kişi birbirine atfedilmiştir. Temâsül konusunda Cevdet Paşa şu örneği verir. Zühre ile Müşterî beyninde temâsül vardık ki yek-dîgere şibh ü nazîr olan bir nev -i yıldızlar olup ikisine birden Sa deyn denilir ) tezâyüf: İki şey arasında birinin düşünülmesi, diğerinin de düşünülmesini gerekli kılan ilişki türüdür. 186 Babalık-evlatlık, illet-malûl, aşağı-yukarı ve az-çok gibi. Bunların içinden meselâ aşağı, yukarı ile birlikte vardır, bunların varlıkları düşüncede mantıksal olarak birbirine bağlıdır. Bunlara mütekâbil lerin ilişkisi de denilebilir. Ahmed Hamdî nin verdiği bu tezâyüf örneklerini aşağıda şema ile gösteriyoruz. baba oğul aşağı yukarı az çok akrabalık (sémè) mekân (sémè) miktar (sémè) b. cihet-i câmi a-i vehmiyye: Kelimeleri, cümleleri, cümlelerin ögelerini birbirine bağlamada hakikî bir sebep yokken zihnen böyle bir sebebin varmış gibi düşünülmesidir. Üçe ayrılır: Şibh-i temâsül, tezâd ve şibh-i tezâd. 1) şibh-i temâsül: Bağlanacak ögeler arasında gerçek olmayan, hayal gücüne bağlı bir benzerlik ilişkisinin kurulmasıdır. Ahmed Hamdî nin örneğine bakalım: Dünya üç şey ile ziyâdâr olur biri şemsin ziyâsı, diğeri kamerin şuâı, biri de padişahın adâletidir gibi. Burada vehim, adâletin manevî ışığını, güneş ve ayın ışıklarına benzer sayarak üçüncü bir şey olan padişahın adâletine kıyâs eder. güneş adâlet ay 185 Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., s Tezâyüf (Yekdiğere zıt olan şeylerin ve keyfiyatın bir birini zihinde ihtar ve ihzar etmesi alel itlâk ilmimizin nisbî olmasından ve ezdat arasında bile bir nispeti tezayüf bulunmasındandır) (Kaf - 429) Bu, daha ziyade Corrélation karşılığıdır. Burada zuhul vardır. Nasıl ki aşağıda görülecek tarif de bunu teyit eder: (Tezayüf birinin düşünülmesi diğerine sebep olacak surette iki şey arasında nispet bulunmak suretinde tarif olunmuştur. Hasan Efendi ile Mehmet Efendi arasında oğulluk babalık gibi. Oğulluğu düşünmek babalığı düşünmeğe, babalığı düşünmek oğulluğu düşünmeğe bağlıdır. Ârazın kısımlarından izafet bundan ibarettir.) (Miz.) Mustafa Namık Çankı, Connatation, Büyük Felsefe Lûgatı, C. I, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul 1954, s

224 192 2) tezâd: Ârazlar (ilintiler) arasında görülen zıtlıklardır. RENK) SİYÂH BEYAZ Bu iki zıt unsur, siyâh ve beyaz, renk olmada yani âraz olmada ortaktırlar. 3) şibh-i tezâd: Cevherde var olduğu sanılan zıtlıklara denir; zira zıtlık, ârazlar arasında olur. 187 Cevherler arasında zıtlık gibi görünen şey, yerle gök arasında olduğu sanılan zıtlık gibi, aslında bir yanılsamadır ( şibh-i tezâd ). Zıtlık ilişkisi, ilintiler ( araz lar) arasında olur. Yer ve gök ise cevher cinsinden ( makûle-i cevher ) olduğu için bunların arasında, ancak zıtlık yanılsaması olabilir. c. cihet-i câmi a-i hayâliyye: İki şeyin tasavvurları arasında bir tür yakınlık ( mukârenet ) olmasıyla olur. A. Hamdî nin ve Cevdet Paşa nın verdiği örneklerden yola çıkarak diyebiliriz ki bu yakınlık çağrışımlara dayalı bir yakınlıktır. A. Hamdî, örf ve âdete bağlı olarak pek çok şey arasında bir yakınlık bulunabileceğini ve belâgatçilerin önem verdikleri bu tür ilişkilerin, kültürel çağrışımlara dayalı olduğunu ifade eder. Buna bir ortak kültür içindeki alt kültürleri de dâhil etmek gerekir. Ayrıca bir topluma göre aralarında bağ bulunmayan iki unsur, başka bir toplumda ortak yön kurabilmektedir. Bunlar kelimenin yan anlamları (connatation) ile ilgilidir. Okuyan ve yazan kimseye hokka, kalem, kâğıt, kalemtıraş, makta ve mikrâz lâzımdır örneğinde sayılan gereçler okuyup yazmanın araç gereci olduklarından bir arada düşünülmeleri mümkündür. Bunların bir arada düşünülmesini mümkün kılan şey, cihet-i câmi a-i hayaliyyeyi oluşturur ve bunlar bu sebepten dolayı birbirine bağlaçla bağlanabilir. Gerçekte ise bunları birbirine bağlayacak çağrışım dışında hiçbir aklî sebep yoktur. İki cümle arasında yukarıda sayılanlar dışında hiçbir ortak yön bulunmazsa bu cümleler, metinde bir bağlaç olmadan ayrı ayrı bir araya getirilir. Meânî âlimleri buna da fasıl derler. 187 Malum olsun ki, her mümkün olan varlık iki kısma dayanır. Biri: Cevher Diğeri: Araz dır. Eğer var oluşunda bir başka şeye muhtaç olmayıp kendisiyle var ise cevher dir. Eğer bizzat var olmayıp, varlığında bir başka şeye muhtaçsa araz dır. Cevher cisim (beden) gibidir ki, kendisiyle var ve varlığından bir başka şeye muhtaç ve tâbî değildir. Araz da bedenin rengi gibidir ki, kendisiyle var olmayıp belki beden ile vardır. Bk. Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâî, Tercüman Yay., s

225 Îcâz-Itnâb-Müsâvât: Ahmed Hamdî, belâgatin en önemli konularından biri olan îcâz, ıtnâb, müsâvât konusuna başlarken, bu konuların göreceli (Hamdî buna nisbî demektedir) olduğunu ve bu görecelilikten dolayı mahiyetlerinin tam bir kesinlikle belirlenemeyeceğini; bunların ne olduklarının ancak örf e bağlı olarak açıklanabileceğini söyler. A. Hamdî nin burada örf le kastettiği şeyin aşağıda vereceğimiz ona ait tanımda da görüleceği üzere belâgati bilen kimselerin dil kullanım alışkanlıkları olduğunu söyleyebiliriz. Bu kısa girişten sonra şimdi A. Hamdî nin tanımına geçebiliriz. enzâr-ı ehl-i örfde yani bülegâda maksûdunu ifâde eden mütekellim veya kâtib 1. kelâmı, maksûda müsâvî lafızla ifâde ve îrâd eder ise müsâvât 2. ve eğer maksûd üzerine zâid olan elfâzla îrâd eder ise ıtnâb 3. ve eğer maksûdundan nâkıs elfâz ile îrâd eder ise îcâz denir. (s ) Örfü bilenlerin yani belâgatçilerin nazarında maksadını sözlü veya yazılı ifade eden kişi, 1. Sözü, maksûda (zihindeki tasavvur) eşit lafızla ifade ederse müsâvât, 2. Maksûda yetecek lafızdan daha fazla lafızla ifade ederse ıtnâb, 3. Maksûdu daha az lafızla, eksiksiz ifade ederse îcâz denir. A. Hamdî nin bu tanımına baktığımızda konunun oturduğu zemin veya kâidesinin müsâvât olduğunu ıtnâb ve îcâz ın müsâvâta göre belirlendiğini görürüz. A. Hamdî ye göre müsâvât, yukarıda da görüldüğü üzere, kelâmı, maksûda müsâvî lafızla ifâde ve îrâd dır; ama metnin ne burasında ne de sonrasında A. Hamdî, maksûda müsâvî lafz ın (maksûdu anlatmaya yetecek miktarda söz) ne olduğunu belirtmez. Bu sorunun cevabını en net olarak dönemin bir başka belâgatçisi Cevdet Paşa da buluruz. Cevdet Paşa nın bunu açıklarken kullandığı anahtar terim, ibâre-i müteârifedir. Ona göre ibâre-i müteârife, evsât-ı nâsın mu âmelât ve muhâverâtında isti mâl edegeldikleri âdî ibârelerdir ki murâdları, ancak asl-ı ma nâyı, delâlet-i vaz iyye ile ifâdedir; mukteziyât-ı ahvâle ri âyet değildir. 188 (Ortalama halkın günlük hayatında kullandığı ibârelerdir, bu ibârelerde maksat, anlatılmak istenenin özünü vaz î delâlet yolu ile ifadedir.) Paşa nın bu tanımı bize çekirdek normu verir, buna halkın dil kullanım alışkanlığı da 188 Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., s. 74

226 194 diyebiliriz. Paşa ya göre ibâre-i müteârife nin yani halkın dil kullanım alışkanlığının muktezâ-yı hâle uyması bu tanımdaki müsâvât ı sağlar. Muktezâ-yı hâle uymak koşuluyla ibâre-i müteârife için gereken sözden, daha az söz kullanılması durumu îcâz, fazla söz kullanılması ise ıtnâb dır. Müsâvât, konunun merkezinde durduğu, norm olduğu için alt dalları yoktur. Konunun iki kutbu olan îcâz ve ıtnâb ise makbûl ve makbûl olmayan şeklinde ikişer alt dala ayrılır. Îcâzın ayrılmasında hareket noktası zihindeki maksûdun en azından ya artı bir anlam kazanarak ya da eksiksiz olarak muhâtaba ulaşıp ulaşamamasıdır. Itnâbın ayrılmasındaki hareket noktası ise ibâre-i müteârife üzerine eklenen sözlerin kastedilen anlama artı bir anlam katıp katmamasıdır. Dikkatle bakıldığında aslında her ikisinin de ayrılma prensibinin aynı olduğu söylenebilir. Sözün sözceleme hâlinin gereklerine göre uzun veya kısa olması ile ilgili olan bu konuyu A. Hamdî den hareketle önce şema üstünde gösterip sonra bunların tek tek açıklamasına geçeceğiz. Sözceleme hâline göre sözün uzunluğu-kısalığı a. îcâz b. ıtnâb c. müsâvât 1) îcâz-ı muhil 1) ıtnâb-ı mümil/kabîh 2) îcâz-ı makbûl 2) ıtnâb-ı makbûl/hasen Şekil 16 Ahmed Hamdî'nin îcâz, ıtnâb ve müsâvât tasnifi Sözün bu üç hâlinden müsâvâtın normu oluşturduğunu, îcâzın normda gerekenden daha az sözle, ıtnâbın normda gerekenden daha fazla söz ile ifade olduğunu daha önce yukarıda belirtmiştik. Hemen hemen bütün belâgat kitaplarında normun yani müsâvâtın ne olduğu bir kez belirtildikten sonra müsâvât üzerinde durulmaz, ağırlık îcâz ve ıtnâba verilir. Biz de burada müsâvât üzerinde durmayıp A. Hamdî nin yaptığı gibi îcâz ve ıtnâb üzerinde duracağız. a) îcâz: Îcâzın tanımını yukarıda vermiş olduğumuzdan burada tekrarlamayacak doğrudan îcâz-ı muhil ve îcâz-ı makbûl ü irdelemeye geçeceğiz. 1) îcâz-ı muhil: ìràd olunan kelàm, ma nà-yı maúãÿdu ifàdeye kàfì olmayıp, belki noúãànı cihetiyle muòill-i maúãÿd olur. (s. 59)

227 195 Söylenen kelâmın (lafızca) eksik olması sebebiyle kastedilen anlamı, hem ifadeye yetmemesi hem de bozmasıdır. 2) îcâz-ı makbûl: ifàde-yi meràmda úalìlü l-lafô ve keåìrü l-ma nà ibàre ve fıúra ìràd etmekdir. (s. 59) Merâmın ifadesinde sözü, az lafızla çok anlamı verecek şekilde kullanmaktır. Ahmed Hamdî de îcâz, 16 numaralı şemada ve yukarıdaki tanımlarda da görüldüğü üzere muhil ve makbûl şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Tezimizin pek çok yerinde başvuru kaynağı olarak kullandığımız Ahmed Cevdet Paşa nın Belâgat-i Osmaniye sinde bu ayrım biraz farklıdır. Cevdet Paşa, îcâz-ı makbûl karşılığında sadece îcâz ı ve îcâz-ı muhil karşılığında ise ihtisâr-ı muhil ibâresini kullanır. 189 Bizce de doğru olan Cevdet Paşa nın tabiridir. Çünkü anlamı bozan bir şeyin veciz olması söz konusu olamaz. Makbûl îcâzda (ya da Cevdet Paşa nın tabiri ile îcâzda) norm dışına çıkılmakla birlikte maksad, daha net anlatılmaktadır. Belîğ kişiler, bunu yani kelâmlarını çok defa özlü ve kısa bir şekilde söylemeyi seçerler. Makbûl îcâzın ayrıntılarına geçmeden Ahmed Hamdî nin bu konuyu nasıl türlere ayırıp tasnif ettiğini bir şemada göstereceğiz. îcâz-ı makbûl b. îcâz bi t-tazammun a. îcâz bil-hazf 1. müfredâtın (ögeler) hazfı 2. cümlelerin hazfı a) mevsûfun hazfı a) istinâf b) muzâfın hazfı b) cümle-i sebebiyyenin hazfı c) fiil, fâil, mefûlün hazfı c) ızmâr alâ şerîtati tç) şart veya cezânın hazfı ç) ihtibâk d) hazf-ı mukâbil Şekil 17 Ahmed Hamdî'nin îcâz-ı makbûl tasnifi Yukarıdaki şemada da görüldüğü gibi Ahmed Hamdî, îcâz-ı makbûlü, tazammun yoluyla ve hazf yoluyla îcâz şeklinde ikiye ayırır. 189 Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., s. 74.

228 196 a. îcâz bi t-tazammun (tazammun yoluyla îcâz): Sözün pek çok anlamı ve ayrıntıyı içermesiyle olur. Ahmed Hamdî, bugünkü Türkçesiyle verdiğimiz bu tanımından sonra şu cümleyi örnek verir: Nev-i insân için kısâsın, meşrû olmasında hayat vardır. Ahmed Hamdî nin açıklamasına göre bu çok anlamlı veciz bir kelâmdır. Ahmed Hamdî nin bu açıklamalarından anladığımız kadarıyla îcâzın bu türünde söz, az kelimeden meydana gelmiş olmasına rağmen derin ve ayrıntılı anlamlar taşır. b. îcâz bi l-hazf (hazıf yoluyla îcâz): Sözün bütününün, kaldırılacak ögeye bir şekilde delâlet etmesi sebebiyle sözden bir ögenin ya da bir cümlenin eksiltilmesidir Eskiler bu eksiltemeye hazf (ellipsis) derler. Hazıf yoluyla îcâzın daha iyi anlaşılabilmesi için hazıf ın ne olduğuna bakalım. hazıf: Anlatımın kolaylığı, cümlenin akıcılığı vb. için kelâmdan bir kelime ve kelime grubunun ( müfredât ) veya cümlenin bazı ögelerinin atılmasıdır. Hazıf, sadece meânînin konusu olmayıp aynı zamanda nahiv, beyân ve bedîyi de ilgilendirir. Meânî bir karîneye, bir maksada bağlı olarak bilinip anlaşılabilecek olan kelimelerin, cümle unsurlarının veya cümlelerin kelâmdan düşürülmesi, terk i anlamlarına gelir. Hazfın îcâzın sağlanmasındaki önemli rolü konusunda bütün belâgatçiler müttefiktirler. Hazıf yoluyla îcâzda, ya ögeler hazfedilir (cümlenin ögeleri ya da kelime gruplarını oluşturan ögeler, müfredât ) veya cümleler hazfedilir. 1. Ögelerin hazfı: a) Sıfat tamlamasında nitelenen ( mevsûf ) hazfedilmesi. Örneğin Mâliye Nâzırı ve Nâfia Nâzırı nın asılları Umûr-ı Mâliye Nâzırı, Umûr-ı Nâfia Nâzırı dır. Burada nitelenenleri olan umûr lafzı düşürülmüştür. Ahmed Hamdî, burada gününün Türkçesini göz önüne alarak, o gün yaygın kullanımda olan Farsça dil kurallarına uygun sıfat tamlamasındaki nitelenenin ( mevsûf ) düşürülmesine örnek vermektedir. Türkçe tamlama tiplerini esas aldığımızda Sarı kalemi ver demek yerine Sarıyı ver cümlesini kullanmak buna örnek olabilir.

229 197 b) İsim tamlamasında tamlananın ( muzâf ) düşürülmesiyle olur. Mahalleden sual et gibi. Burada mahalle, ahâlî-i mahalle demektir. Bu örnekte de dikkat edilirse Ahmed Hamdî, yine Farsça tamlama tipini göz önünde bulundurmaktadır, ama biz bu örneği ahâlî-i mahalle yerine mahalle ahâlîsi tamlamasını koyarak da düşünebiliriz. c) Kelâmda (cümlede) fiilin, öznenin, nesnenin ve diğer tümleçlerin düşürülmesi de hazfa örnek olabilir. ç) Ahmed Hamdî, aslında bedî ilminin konusu olan ihtibâk sanatını da (hazf yoluyla oluştuğu için), îcâz bi l-hazf konusu içinde ele almaktadır. İhtibâk, kelâmın sonunda benzeri getirilen lafzı, başından ve başında benzeri getirilen lafzı, ikincisinden düşürmeye denir. Örneğin Hiçbir şey Cenâb-ı Hakk ın ilminden ve kudretinden hâriç değildir cümlesi hazf yapılmadan Hiçbir şey Cenâb-ı Hakk ın ilminden [hâriç değildir] ve [hiçbir şey] kudretinden hâriç değildir şeklindedir. Bu örneğin ilk kısmında, ikinci kısmında söylenmiş olan hâriç değildir lafzı düşürülmüştür. İkinci kısımda ise birinci kısımda olan hiçbir şey lafzı varmış gibi düşünülmüştür. Ahmed Hamdî nin verdiği tanımı ve örneği incelediğimizde bunun aslında yukarıda c. maddesinde belirtilen cümlenin ögelerinden birinin düşürülmesi ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız burada örnekten hareketle gördüğümüz kadarıyla bazı ögeleri müşterek, bazı ögeleri iki farklı cümlenin birleşik cümle hâline getirilmesi sırasında uygulanmaktadır. d) İhtibâkın bir türü de iki cümle söylenerek her birinde sonda söylenenin zıttını düşürmektir ki buna bu yapısından dolayı hazf-ı mukâbil de denir. Sana fenâlık eden kimse hakkında, yâ fenâlığı mikdârınca mukâbele veya lütuf ile muâmele et gibi. Hazf yapılmadan Sana fenâlık eden kimse hakkında, [ yâ lütuf ile muâmele etmeyip ancak ] fenâlığı mikdârınca mukâbele [ et ] veya lütuf ile muâmele et [de mukâbele etme]. Burada kelâmın başında yâ lütuf ile muâmele etmeyip ancak fenâlığı mikdârınca mukâbele et ve sonunda yâ lütuf ile muâmele et de mukâbele etme olduğu varsayılır. 2. Cümlelerin hazfı: a) Bir cümle, ya bir diyalogda ya da sorulduğu var sayılan bir soruya cevap olduğunda düşebilir. Bu çeşit hazfa istînâf denir. Bu belâgat kitabını okuyunuz. [ Bu kitap okunmaya şâyândır ] gibi. b) Sebep ya da sonuç cümlelerinden her hangi birinin bir karînenin varlığı sebebi ile düşürülmesidir. Ahmed Hamdî, sebebin hazfına şu örneği verir. Derslerine, çalışmalarına dikkat

230 198 ettiğimiz efendiler, maaşallah güzel imtihan verdiler gibi yani Çalıştılar da güzel imtihan verdiler demektir. Müsebbibin hazfına örnek Her sene kaplıcaya girenler, vücutça pek çok istifâde ederler idi; lehu l-hamd bu sene bendeniz de girdim. c) Bir tümleci yüklemini söylemeden kullanmaktır ( ızmâr alâ şerîtati t-tefsîr ). Ahmed Hamdî, bunun için şu örneği vermektedir. Efendiler, dışarda durmayın dışarıda, girin içeri gibi. Bunun tam şeklinin İçeri girin, içeri olduğunu ifade eder; ancak, biz Derse [girin]! ya da Dışarı [çıkın]! örneklerinin bu hazf türünü açıklamaya daha uygun olduğunu düşünüyoruz. ç) Yine şart cümlelerinde yapıyı oluşturan kısımlarından herhangi biri kaldırılabilir. Şart cümlesinin sonuç kısmının ( cezâ ) hazfına Ahmed Hamdî, şu örneği verir. Efendi, sen emekdâr isen ben de emekdârım [hiç kurulma]. Şart kısmının hazfınaysa [Eğer bilmek istersen] Bu eseri âcizâne bendenizindir örneğini verir. b. ıtnâb: Yukarıda bu bölümün başında Ahmed Hamdî nin söylediklerinden hareketleıtnâbın maksûdu, anlatmaya yetecek miktardan fazla sözle ifade etmek olduğunu söylemiş ve konu ile ilgili ayrıntılı bilgiyi vermiştik. Tekrara düşmemek için doğrudan ıtnâbın türlerine geçiyoruz. 1) ıtnâb-ı mümil/kabîh: IùnÀb-ı mümil, kelàmda fażla olan lafıõ veyà fıúra 190, bir fà ideyi müfìd olmayıp belki mücerred óaşiv ve taùvìli mÿriå olur. (s. 59) Itnâb-ı mümil, kelâma fazladan eklenen sözcük veya ögelerin anlama hiçbir katkıda bulunmayıp bir laf kalabalığı oluşturmasıdır. 2) ıtnâb-ı makbûl/hasen: IùnÀb-ı maúbÿl, kelàmda faøla olan lafıõ veyà fıúra, ma nà-yı maúãÿddan ziyàde bir fà ide-i müstaóseneyi mÿcib olandır. (s. 59) 190 fıkra: Bir makale ve yazının ayrıca bir kelâm veya bahis teşkil eden ve mâ-kabl ve mâ-bâdından ayrılabilen parçası. Cümle-i kelâmiyye. (Muallim Naci, Lûgat-i Naci, Çağrı Yay., İstanbul 1987). Ahmed Cevdet Paşa nesirde fıkranın şiirdeki beyit gibi olduğunu ifade eder. (Bk. Belâgat-ı Osmâniyye, Akçağ Yay., Ankara 2000, s. 103)

231 199 Itnâb-ı makbûl, kelâmda fazla olan sözcük veya ögenin zihindeki tasavvurun üzerine artı anlam katması durumudur. Görüldüğü üzere Ahmed Hamdî, ıtnâbı mümil ( kabîh ) ve makbûl ( hasen ) şeklinde ikiye ayırmaktadır. Yukarıda îcâz bahsinde Ahmed Hamdî yi, Cevdet Paşa ile karşılaştırmış ve aralarındaki farka işaret etmiştik. İkisi arasında benzer bir farklılık ıtnâb bahsinde de görülmektedir. Cevdet Paşa, îcâzda olduğu gibi ıtnâb bahsinde de merkeze ibâre-i müteârife yi koyar. İbâre-i müteârife üzerine eklenen söze Cevdet Paşa, ifadeye artı değer katıyorsa ıtnâb katmıyorsa tatvîl der. Biz îcâzda olduğu gibi ıtnâb konusunda da gerek tanımın netliği, gerekse oturduğu prensipleri göz önünde tutarak Cevdet Paşa yı haklı buluyoruz; ama kitabın bütünlüğünü bozmamak için burada Ahmed Hamdî nin terminolojisini kullanacağız. A. Hamdî, ıtnâbın (elbette burada anlama katkısı olan makbûl ıtnâb kastediliyor) metinde ( kelâm ) bazen bir cümle, bazen de birden fazla cümlede bulunabileceğini söyler. Itnâb, tek cümlede olduğunda cümleye bir ya da birkaç sözcük katılır. Ahmed Hamdî tek cümlede olan ıtnâb için şu örneği verir. Kendi gözümle gördüm, kendi elimle tuttum. Ahmed Hamdî bu örnek cümleyi şöyle açıklar. Burada her ne kadar görmek, göz ile ve tutmak, el ile olsa da işin oluşumunu abartma, pekiştirme ve amaçlanan anlamı yoğunlaştırılmış bir tasvirle dinleyicinin zihnine yerleştirmek için kendi gözümle, kendi elimle sözcükleri cümleye katılmıştır. Bu örneğin ve açıklamanın mükemmel olduğunu söyleyebiliriz. Bazan cümle-i müteâddide de ibhâm (kapalılık, belirsizlik, muğlaklık)dan sonra gelen bir açıklama kısmı bulunan cümlelerde ifade kuvvetinin genişlemesini sağlamak için olur. Açıklama cümlesinin cümleye bağlanmasında böyle bir açıklayıcı anlam düşüncesi yoksa haşiv (ibârede lüzûmsuz söz bulunması) olur. Cümle içine bir dua cümlesinin eklenmesiyle olur. Mahdûm-ı âlîniz kaç yaşındadır (Oğlununuz kaç yaşındadır) şeklindeki bir soruya cevap olarak verilen cevapta Mahdûm-ı bendeniz -Allah, efendimizinkini de eriştirsin- bu sene on yaşına basıyor (Kulunuz olan oğlum, -Allah sizin oğlunuzu da eriştirsin- bu sene on yaşına basıyor). Burada Allah efendimizinkini de eriştirsin cümlesi dinleyenin hatrı ve sözü süslemek için dua cümlesi olarak getirilmiştir.

232 200 Ahmed Hamdî nin ıtnâb-ı makbûl hakkındaki görüşlerini, bir bütün olarak görülebilmesi için, şema hâlinde veriyoruz. ıtnâb-ı makbûl cümle-i vahidede cümle-i müteâddidede a) tekmîl/ihtirâs b) tetmîm c) tahsîs ç) tekrîr müfîd tekrîr gayr-i müfîd tekrîr d) izâh ba de l-ibhâm e) tafsîl ba de l-icmâl Şekil 18 Ahmed Hamdî'ye göre "ıtnâb-ı makbûl" ve alt dalları Tekmîl ve tetmîm düşüncesiyle bir lafız veya bir cümlenin kelâma eklenmesi de ıtnâb-ı makbûle dendir. a) tekmîl/ihtirâs: òilàf-ı maúãÿdu, ìhàmdan ãaúınmaú için kelàmda bir faøla ilàve úılınmaàa derler. (s. 62) Maksûdun zıttının düşünülmesinden sakınmak için kelâma bir fazlalığın eklenmesine denir. Ahmed Hamdî, tekmîl için Filan zât gâyet halîmdir; lâkin hilmi, hilm-i hımârî derecesinde değildir örneğini verir. b) tetmîm: kelàmda bir nükte-i laùìfe ecilinden, faøla söz ìràd etmege derler. (s. 62) Kelâma bir inceliği belirtmek maksadı ile fazladan söz ilâvesidir. Ahmed Hamdî, tetmîm için Ruhum gibi sevdiğim bu kitabı zâtınıza hediye eyledim örneğini verir.

233 201 c) Geneli söyledikten sonra özeli söyleme ( tahsîs ba de t-ta mîm ) kuralı gereğince özelin üstünlüğüne ve değerine işaret etmek için genelden sonra özelin söylenmesi makbûl olan ıtnâblardandır. Örnek: Revnak-ı nev-bahâra aşk olsun Ziynet-i lâle-zâra aşk olsun (Baharın renklerine aşk olsun, lâlezârın süsüne aşk olsun) Burada ziynet-i lâle-zâr ın daha değerli olduğunu göstermek için genel olan revnak-ı nev-bahâr dan sonra getirilmiştir. Bir düşünceyi, bir anlamı takrîr (kuvvetlendirme) veya te kîd (pekiştirme) veyâ teksîr (çoğaltma) için daha önce geçen bir lafzı tekrarlamak makbûl ıtnâblardandır. Aşağıda bunların örneklerine yer veriyoruz: takrîr: Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen Gerçi virâne ise genc-i mutalsamsın sen te kîd: Düşünce çâh-ı ümîde zekan zekan diyerek Kemend-i zülfe sarıldım resen resen diyerek teksîr: Ey felek ey felek zâlim ü gaddâr felek Nice kıydın ki düşe hâke o dürr-i yektâ ç) Ahmed Hamdî, ıtnâb-ı makbûl çeşitlerinden birinin de tekrîr olduğun ifade ederek bununla ilgili açıklamalara geçer. tekrîr: tekrìr, elfàôıñ me Ànì üzerine mükerreren delàletine derler. (s. 63) Tekrîr, lafızların, manaları tekrar tekrar göstermesine denir. Ahmed Hamdî, tekrîrin yapılmasının amaçlarını şu şekilde verir: 1) tefhîm (yüceltme): Şâhım, şâhım gibi. 2) isti tâf (ilişkilendirme, atfetme): Sâkiyâ, sâkiyâ, şarâb şarâb, ciğerim eyledin kebâb kebâb.

234 202 3) tevbîh veya tehvîl (azarlama veya korkutma) için olur: Zinhâr zinhâr ve Amân amân gibi. 4) İnkâr veya tevbîh (azarlama) veya istibâd (uzak görme) vs. gibi amaçlara dayanır. İnkâr için örnek Vatan uğrana gidiyoruz. Lâkin acaba hata mı ediyoruz? Hayır hayır, estağfirullah hem öyle sevap ediyoruz ki derecesini tayin bizim için gayr-i kâbildir. Tevbîh için ise Ey hâin, ey hâin örneğini verir. Bundan sonra Hamdî tekrîr ve te kîd arasındaki farklara işaret eder. Ona göre tekrîr, te kîdden daha belâgatlidir. Çünkü te kîd, lafzın kendinden önce yer alan söylenmiş bir mananın takrîr ve takviyesi için yapılır. Tekrîrde de, takrîr ve takviye vardır. Ahmed Hamdî bundan sonra tekrîrin lafız ve manada olmasına göre çeşitli türlerinden bahseder. Bunlardan ilki hem lafız ve hem manada tekrîr, diğeriyse sadece manada tekrîrdir. Lafız ve manada tekrîrin daha önce örneklerinin verilmesinden dolayı burada sadece manada tekrir örneğini verir. Allah a itâat edin, âsî olmayın, Okuyun durmayın gibi. Tekrîrin anlamlı kelâmı güçlendirme ve ifade edilenin içermiş olduğu şeyi güçlendirmek için kullanılmasında bir şeyin mübâlağa ile övülmesi ya da yerilmesi veya başka bir maksadın oluşumuna delâlet kapsamında getirilmesi söz konusudur. Bazan da tekrîr, faydalı olmayıp ıtnâb-ı kabîh (gereksiz uzatma) dönüşebilir. Ahmed Hamdî, bunun için Fransız şairlerinden Henriade in Lu i-yi evvel ondan kendi tâcını alıp onu eliyle gâlibin başına koydu şeklinde olan şiirinde onu zamirinin tâcı lafzının manen tekrarlanması örneğini verir. Lafızca ve manaca faydalı tekrîrin örneği olarak ise şu örneği verir. Filan kimse ol derece tatvîl-i kelâm eder ki huzzâra sudâ -ı ser ve kalak-ı derûnı mûris olur. Burada tek başına sudâ baş ağrısı manasına geldiği hâlde ser lafzı; ve yine sadece kalak, iç sıkıntısı anlamında olduğu hâlde derûn lafzı mana tekrarıdır. Çünkü sudâ ve kalak anlamın düşünülmesinin kolaylığı için görmezden gelinerek ilâveten ser ve derûn kelimeleri söylenebilir. Fakat A. Hamdî ye göre bazıları bunu da faydasız tekrîrden kabul etmişlerdir. d) Bazan makbûl ıtnâb, anlamca iki farklı şekli toplaması ya dinleyende sağlam ve sabit bir şekilde yer etmesi veya o anlama delâlet eden özel isimlerin formlarında bir akıcılık ve mükemmellik bulunması için îzâh ba de l-ibhâm (önce gizleyip sonra

235 203 açıklama) yoluyla da olur ki buna tefsîr ba de l-ibhâm da denir. Bu da kelâmın önemini hissettirme ve şanını yüceltmek ve arttırmak için ilk anlatıma yetersiz cümlelerle başlayıp sonra manaları açıklayan birtakım cümlelerle meramın açıklanmasıdır. e) Tafsîl ba de l-icmâl de aynı üslûp üzere olup kelamın dinleyende tesirini arttırmak için önce özet şeklinde söyleyerek ardında açıklamasına girişmeye denir. Kitaptan örneğini alıyoruz. Şu gidişimiz menfaat-ı vataniyeyi biz de elimizden geldigi kadar muhâfazaya çalışmak ve onu yed-i tasallut-ı a dâdan kurtarmak içindir. Yani bir vatan ki her bir taşı kıymet-şinâsânın indinde bir cevher-kâna muâdil ve füyûzât-ı tabî iyesi cümlemizin saâdet ve refâhına kâfildir. Bir vatan ki yüz binde birini beyân edebildigimiz meziyât ve medâyihi, hâ iz olur ve düşmânımızın matbah-ı nazarı olarak dâimâ esbâb-ı istilâsını tefekkür ve tedârükten geri durmadığı görülür. Artık o vatanın vüs ve iktidâr derecesinde muhâfazası hizmetinden çekinilir mi? Özetleyecek olursak müsâvât merkeze alındığında îcâz ve ıtnâb birbirlerinin mukâbilleri olarak görülürler. Bu mukâbillik onların işleyişinde de devam eder. Îcâzda öge eksiltilirken ıtnâbda öge eklenir. Îcâzda cümle eksiltilirken ıtnâbda cümle eklenir. Îcâzda özellikler birbirine atfedilen cümlelerde tekrarlanan ögeler tekrardan kaçınmak düşüncesiyle düşürülürken ( hazıf ) ıtnâbda mevcut bir lafız veya lafız grubu tekrarlanır ( tekrîr ). Beyân Bundan önceki bölümlerde de ifade edildiği gibi belâgat, yazılı ve sözlü ifadenin nasıl mükemmel bir hâle geleceğinin teorik ve pratik temellerini ortaya koyan bir söz bilimidir. Belâgat bilimi bu işi yaparken sözün oluşumunu, birbirine bağlı üç halka hâlinde düşünür. Bu üç evre ya da üç halka, belâgat biliminin ana dallarını oluşturur. Birinci evre ifadenin ya da sözün, oluşumu sırasında dilbilgisi kurallarına, halkın dil kullanım alışkanlıklarına (Klâsik belâgat çalışmalarının son dönemlerinin en önemli belâgatçilerinde Cevdet Paşa bunu ibâre-i müteârife olarak isimlendirir) ve muktezâ-yı hâl e (sözceleme hâlinin gereklerine) uygunluk aşamasıdır. Belâgatin bu ilk aşama ile ilgilinen alt dalı meânî dir. İkinci aşama, zihindeki tasavvurun doğrudan mı, dolaylı olarak mı ifade edileceği ile ilgilidir. Sözün oluşumunun bu evresi ile beyân ilgilenir.

236 204 Üçüncü aşama ise ilk iki aşamadan çıkmış sözün eski ifade ile tezyîn i, süslenmesi ve daha da estetize bir hâle getirilmesi aşamasıdır. Bu aşama bedî nin konusudur. *** Bu kısa girişten sonra Ahmed Hamdî nin beyân ilmi ile ilgili görüşlerine ve bu konuya yaklaşımına geçebiliriz. Ahmed Hamdî, söze beyân ilminin konusunun ve amacının ne olduğunu bildirerek başlar. Buna göre beyân ilmi, insanların ifadelerini renklendirmek ve canlandırmak için başvurdukları mecâz, istiâre, teşbîh, kinâye gibi söz sanatlarını konu alır ve bu söz sanatlarının metotlarını açıklamayı amaç edinir. Ahmed Hamdî, bu açıklamadan sonra beyân ilminin tanımına geçer. Bu tanım, Ahmed Hamdî nin kendi orijinal tanımı olmayıp kendisinden önceki belâgatçilerin söylediklerine dayanan tanımdır. Nitekim kendisi de bunu şu cümle ile belirtir Ulemâ-yı belâgat, fenn-i mezkûru şu vecihle tarif etmişlerdir. Tanımdan sonra da bu tanımdan ne anlaşılması gerektiğini somut bir örnekle, bir insanın cömertliğinin beyân ilmi vasıtası ile farklı şekillerde ifade edileceğini açıklayarak gösterir. Açıklamanın devamında tanımın temel taşı olan delâlet kavramını tanımlar ve beyân ilminin konuları olan teşbîh, mecâz, istiâre ve kinâye yi delâlet kavramı esasında beyân ilmi içindeki yerlerine oturtur ve kitabının beyân bölümünün yapısını bu kavramların delâlet kavramı ile olan ilişkilerinin belirleyeceğini söyler. Ahmed Hamdî nin, beyân ilmi ile ilgili genel değerlendirmelerini bu şekilde özetledikten sonra asıl incelememize geçebiliriz. a. Ahmed Hamdî nin Beyân İlminin Konularını Tasnifi İlm-i Beyân 1. Aksâm-ı Teşbîh 2. Hakikat ve Mecâz 3. Kinâye Şekil 19 Ahmed Hamdî'nin "ilm-i beyân" tasnifi b. Tanımlar ve Açıklamaları İlm-i Beyân: mütekellim veyà münşì, maúãÿdu olan bir ma nàyı, ba żısı ba żısından o ma nàya delàletde ziyàde vàżıó olan terkìb ile ìràda muútedir úılır meleke yàòud úavà id-i külliyyedir. (s. 66)

237 205 Konuşanı veya yazanı, amaçladığı bir anlamı, o anlama delâlet etme hususunda en açık ve en anlaşılır ifade ile söyleme yetisini kazandıran bir meleke veya kurallar bütünüdür. Bu tanımda dört önemli kavram vardır. Maksûd olan mânâ, delâlet, vuzûh ve terkib. Bu kavramları biraz açalım. Mana, sözü söyleyenin zihninde var olan zihinsel bir varlıktır. Bu zihnisel varlık, dış dünyadaki bir tek şeyin zihindeki yansıması ise kavram; bir ilişkinin yansıması ise tasavvur adını alır. Kavram ın bir dil varlığı olarak ortaya çıkması kelimeyi; tasavvur un bir dil varlığı olarak ortaya çıkması ise terkib (cümle, kelâm)i meydana getirir. Delâlet ise, en azından konumuz itibariyle, sözünü ettiğimiz zihinsel varlıkla onun dildeki karşılığı olan kelime ya da terkip arasındaki ilişkidir. Tanımda yer alan delâlette vuzûh ise, bir dilsel varlık olan terkib in bir zihinsel varlık olan mana yı ne kadar açıklıkla gösterdiği anlamına gelir. Beyan ilminin ana konusunu oluşturan ve aslında birer delâlet çeşidi olan teşbih, mecâz, istiâre ve kinâye nin daha iyi anlaşılabilmesi için delâlet ve delâlette vuzûh konuları üzerinde daha ayrıntılı olarak durmamız gerekmektedir. Biz, bu işi elbette öncelikle Ahmed Hamdî nin yazdıklarını esas alarak; ama gereken yerlerde dönemin bir başka belâgat âlimi Ahmed Cevdet Paşa nın Belâgat-i Osmaniyye sine başvurarak yapacağız. Ahmed Hamdî, delâleti öncelikle ikiye ayırır. Bunlardan birincisi, mutâbakatle ma nâsının tamâmına dâll olan delâlet-i vaz iyye; ikincisi ise, aklî delâlet türlerini kapsayan delâlet-i gayr-ı vaz iyye dir. Ahmed Hamdî, mutâbakatle ma nâsının tamâmına dâll in ne anlama geldiğini belirtmez. Çünkü ona göre, Beyân ilminin tanımında geçen bir ma nâyı (ifadede) ba zısı ba zısından o ma nâya delâlette daha vâzıh olma durumu delâlet-i vaz iyyeyi kullanmakla değil; delâlet-i tazammunî, delâlet-i iltizâmî ve bazı ünlemlerin duygulara delâletini de içeren delâlet-i akliyyenin (delâlet-i gayr-ı vaz iyye) kullanılması ile gerçekleşmektedir. Bu ciddî bir iddiadır. Ahmed Hamdî, bu iddiasını şu şekilde kanıtlamaya çalışır:

238 206 Bir lafzın manasının anlaşılması, o lafzın sözlük anlamının bilinmesine bağlı olması sebebiyle muhâtap, belli bir anlam için seçilen lafzın sözlük anlamını biliyorsa o anlamı, o kelimeden daha açık bir şekilde ifade edecek başka bir kelime yoktur. Meselâ, Falan adamın yanağı güle benzer dediğimizde muhâtap, yanak ve gül kelimelerinin anlamlarını ve cümle kurmayı biliyorsa yanağın güle benzediğini anlar. Bu manayı (yanağın güle benzemesi) mutâbakat esasında delâlete dayalı olarak bu cümleden daha açık bir şekilde ifade edecek başka bir cümle yoktur. Benzer şekilde yanak yerine yüz kelimesi veya eş anlamlı başka bir kelime bile konsa delâlet yine muhâtabın anlamasına bağlıdır. Muhâtap, o kelimenin bu manayı göstermek üzere konulduğunu (sözlükte bu anlama geldiğini) biliyorsa ilk cümleyi anladığı gibi bu cümleyi de anlar, ama bilmiyorsa anlamaz. Yani kastedilen bir anlamı apaçıklık amacıyla değişik yollarla ifade etmek ancak aklî delâletlerle mümkün olabilir. Meselâ akla dayalı delâletin türlerinden biri olan iltizâmî delâlette lüzûmun derecelerinin farklı olması sebebiyle apaçıklık şu açıdan olur. Lâzımdan melzûma geçişte bir kısmı, melzûma yakınlık ve lüzûm bakımından diğerlerinden daha açık olan pek çok lâzımın varlığının mümkün olması sebebiyle melzûmun manasının bu lâzımlara verilerek delâlet etmede apaçıklık dereceleri farklı olan lafızlarla ifade edilmesi mümkündür. 191 Beyân ilminin tanımının ve Ahmed Hamdî nin bu söylediklerinin daha iyi anlaşılabilmesi için delâlet kavramını ayrıntıları ile gözden geçirelim. delâlet: Yukarıda Ahmed Hamdî nin ilm-i beyân tanımı ile ilgili açıklama yaparken delâlet kavramına kısaca değinmiş ve delâletin zihinsel bir varlık olan kavram (veya tasavvur) ile bunların birer dilsel varlık hâlinde tezâhürleri olan kelime (veya terkib) arasında bir ilişki olduğunu söylemiştik. Bu, delâletin sadece dilsel boyutudur, elbette delâlet mevzuu bundan çok daha geniştir. Burada genel anlamdaki delâlet mevzuunu ana hatlarıyla gözden geçireceğiz. Eski kültürümüzde (Delâlet) bir şeydir ki onu anlamaktan başka bir şeyi anlamak lâzım gelir 192 diye tanımlanan delâlet, en genel şekliyle zihinsel bir varlık olan anlamla 191 Orijinal metin için bk. A. Hamdî, Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, İstanbul 1293, Matbaa-i Âmire, s İsmail Hakkı (İzmirli), Miyâru l-ulûm, İstanbul 1315, s. 11.

239 207 onu işâret etmek yoluyla gösteren somut bir varlık (modern teorilere göre gösterilen ile gösteren) arasındaki ilişkidir. Eskiler delâleti, delâlet eden şeyin (dâll, gösteren) mahiyetine göre ikiye ayırırlar: Sözlü delâlet (lafzî) ve sözsüz delâlet (gayr-i lafzî). 193 Sonra da her birini kendi içlerinde tabiî, aklî ve vaz î şeklinde üç alt dala ayırırlar. Bu üç terimin açıklamalarına geçmezden evvel geleneksel Batı medeniyetinde olsun geleneksel İslâm medeniyetinde olsun söz ü konu alan bilimler için sözlü delâletin büyük bir öneme sahip olduğunu söyleyelim. Dolayısıyla sözü konu alan bir bilim olarak belâgat ve alt dalları için de bu delâlet türü büyük önem taşımaktadır. Bunun için de tabiî, aklî, vaz î terimlerini sözlü delâleti esas alarak açıklayacağız. 1) sözlü tabiî delâlet: Dilbilgisinin kelime çeşitleri sınıflandırmasında ünlemler (âh, oh, vah vah vs.) ve ses taklidi (şakır şakır, pırıl pırıl vs.) kelime gruplarına giren sözlerin insanların duygusal durumlarını ve tabiat olaylarını göstermesi şeklindeki delâlettir. 2) sözlü aklî delâlet: Sözün anlam tabakası ile değil, ses tabakası ile bir şeye delâlet etmesidir. Kendisini görmeden konuşmasını işittiğimiz birinin kim olduğunu sesinden çıkarabilmemiz gibi. Bunlarda sözün çağrışım değerinden yararlanılır ) sözlü vaz î delâlet: Bir sözün bir kavramı göstermek üzere bir toplum tarafından seçilmesi ile oluşan delâlet türüdür. Bu delâlette gösteren ile gösterilen arasında bir adlandırma ilişkisi bulunur. Bu ilişkiyi, bizzat dil veya ilmî bir disiplin ya da toplum belirler. Sözü konu alan bilimler delâletin asıl bu türü üzerinde dururlar. Vaz î delâlet, mutâbakata dayalı delâlet, tazammuna dayalı delâlet ve iltizâma dayalı delâlet şeklinde üç alt dala ayrılır. a) mutâbakat: Bir sözün toplum içi bir uzlaşmayla -o toplumun bütün fertleri için- tek bir anlama gelecek ve bu anlamın tamamını gösterecek şekilde bir manaya delâlet etmesidir. Bu tür delâlette lafzın gösterdiği manaya o lafzın gerçek anlamı (haki- 193 Burada konumuzla bağlantılı olarak delâletin klâsik belâgat kitaplarında görülen tasnifine değineceğiz. Modern teorileri ilgilendiren daha geniş tasnifler için bk. Göstergebilim-Belâgat İlişkisi, s Necati Öner, Klasik Mantık, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1970, s. 17.

240 208 kat) denir. Bu gerçek anlam da kendi içinde, müfred, müşterek, menkûl ve mürtecel ve galat şeklinde alt dallara ayrılır. 195 b) tazammun: Mutâbakat esasına göre bir manayı göstermek üzere kabul edilmiş bir lafzın, manasının bir kısmına delâlet etmesidir. Bu delâlet türü, umûm-husûs (genel-özel), bütün-parça vs. gibi kavramlar arası ilişkiler esasında gerçekleşir. c) iltizâm: Bir lafzın vaz edildiği anlamı oluşturan anlambirimciklerden (sémè) biri vasıtasıyla aynı anlambirimciği paylaşan bir başka manaya delâlet etmesidir. Geleneksel kültür dünyasına ait pek çok değer ve kavramı yitirmiş olan günümüz insanı için anlaşılması en zor delâlet türü budur. Biz bu tanımı Ahmed Hamdî ile aynı dönemde ya da ona yakın dönemlerde yazılmış belli başlı eserleri gözden geçirip ortak noktalarını tespit ederek oluşturmaya çalıştık. Buna rağmen yine de yaptığımız bu tanımdan çok emin olamıyoruz. Bundan dolayı gözden geçirdiğimiz eserlerden konu ile ilgili kısımları alıntı hâlinde aşağıya veriyoruz. Lafzın, kendi mânâsı için lâzım gelecek diğer mânâda kullanılmasıdır. Gözü açık, eli açık, kolu uzun, eli uzun terkipleri bu husûs için örnek teşkil ederler. 196 Delâlet-i iltizamiye bir lâfzın mânâ-yi mevzûundan başka bir mânâya delâletidir. Eli açık bir adam terkibindeki eli açık tabiri, o adamın açık bulunan eli, vergili olduğunu anlatır. 197 Lafzın mâ-vuzia-lehinden hâriç bir şeye delâletidir ki buna da delâlet-i iltizâmiye derler. Filanın kapısı açıktır terkibinde kapanın küşâde olmasından ol zatın mükrim olması manası murad olunur. 198 İltizâm suretiyle mâ-vuzia-lehinin hâricinde bir manaya delâletidir. İnsan lafzının dâhike ve yağmurun nebâtâta delâleti gibi. Buna da delâlet-i iltizâmiye denir Bu tasnifin ayrıntıları için bk. Hakikat-Mecâz, s Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, 2. Baskı, Enderun Kitabevi, İstanbul 1989, s Tahir'ül-Mevlevi, delâlet, Edebiyat Lügatı, Enderun Kitabevi, İstanbul 1994, s Mehmed Rifat, Mecâmiü l-edeb, Kasbar Matbaası, İstanbul 1308, s Diyarbakırlı Said Paşa: Mizânü l-edeb, Şirket-i Mürettebiye Matbaası, İstanbul 1305, s. 274.

241 209 Beyân ilminin konuları olan teşbîh, mecâz (mecâz-ı mürsel ve istiâre) ve kinâye bu delâlet türlerinin farklı kullanımlarından doğmaktadır. 1. Teşbîh: Teşbìh, bir şeyiñ dìger bir şeyle bir ma nàda müşàreketine delàlet etmesine derler (s. 69) Teşbîh, bir şeyin diğer bir şeyle bir manada ortak olmasına delâlet eden şeydir. Yukarıda teşbîhin bir delâlet türü olduğunu söylemiştik. Ahmed Hamdî nin bu tanımında da teşbîhin delâlet türlerinden biri olduğu açıkça görülmektedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki bir belâgat terimi olarak teşbîh, iki şey arasındaki anlam ortaklığını ifade etmenin yollarından biridir. Burada sözü edilen anlam ortaklığı mantıktaki kavramlar arası ilişkiler konusu ile doğrudan ilgilidir. Bilindiği gibi klâsik mantıkta kavramlar arasında dört temel ilişki vardır: Eşitlik (müsâvat), aykırılık (mübâyenet), tamgirişimlik (umûm ve husûs mutlak) ve eksik girişimlik (umûm ve husûs min-vech). Teşbîh, bunlardan daha çok tam girişimlik ve eksik girişimlikle ilgilidir. Teşbîhteki anlam ortaklığı ilişkisinde her iki kavramı da oluşturan anlambirimciklerden (sémè) bazıları ya gerçekten ortak olur ya da gerçekte böyle bir ortaklık bulunmaz. Böyle bir ortaklığı muhayyilemizde biz yaratır ve bu nesnelere izâfe ederiz. Bu demektir ki ortak olan anlambirimcikler, nesnenin ya bizzat tanım ında ya da tasvir inde yer alır. Teşbîh, ayrıntılarına aşağıda değinileceği gibi, ortak anlambirimciklerin sözünü ettiğimiz derecelerine göre türlere ayrılır. İki kavram arasındaki anlam ortaklıklarına delâletin, teşbîhten başka istiâre-i tahkîkiyye, istiâre bi l-kinâye ve tecrîd gibi türleri olduğunu da belirtelim. Bu türlerin açıklamasını ve teşbîhten farklarını kitaptaki yerine bırakıp önce diğer kaynaklardaki teşbîh tanımlarını Ahmed Hamdî nin çağdaşlarından günümüze doğru burada toplu olarak verecek sonra da teşbîh konusunun ayrıntılarına geçeceğiz.

242 Teşbîh, bir şeye mezîd-i ihtisâs ve taalluku olan vasıfta, diğer şeyin müşâreket ü mümâseletine delâlet etmektir. 200 Bazı bülegâ, Teşbîh, keyfiyette kuvvet ve zaafça muhtelif iki şeyde mevcut bir sıfatın iştirâki cihetiyle o şeylerin ednâsını a lâsına benzetmektir dediler. Telhis te Teşbîh, bir emrin başka bir emre manaca iştiraki üzere mütekellimin delâletidir deyü tarif olunmuştur. Burada maksad bir emrin manada başka bir emre delâlette bir vecihle iştirâkidir ki istiâre-i tahkikiyye ve istiâre bi l-kinâye ve tecrîd suretiyle olmaya. Meselâ, Hamamda bir arslan gördüm. kelâmında istiâre-i tahkikiyye; Ölüm tırnaklarını iliştirdi. kelâmında istiâre bi l-kinâye; Filanı arslan gördüm. kelâmında tecrîd olup bunların üçünde de bir emrin manada başka bir emre iştirâk cihetiyle delâleti mevcuttur. Lâkin, hiç birisine ilm-i Beyân ıstılahınca teşbîh denilmez. Telhîs teki tarifçe Zeyd arslandır. kelâmı teşbîhte dahil olur. 201 Teşbîh, bir şeyin ziyâde-i ihtisâsı olan vasfına diğer bir şeyin müşâreketine delâlet etmekten ibârettir. 202 Aralarında ya hakikaten, yâhud mecâzen münâsebet bulunan şeyleri birbirine benzetmektir. 203 Lafızların, bir şeyin üst dereceyi bulan bir vasıfta diğer bir şeyle ortaklığına delâlet etmesi teşbîh adını alır. 204 Edebî sanatların en mühimlerinden biri olup, aralarında müşterek sıfat veya sıfatlar bulunan iki şeyden müşterek vasfı daha tam ve kuvvetli olana, diğerini benzetmektir. 205 *** 210 Teşbîh dört ögeden meydana gelir. Bunlar, müşebbeh, müşebbehün-bih, edat-ı teşbîh ve vech-i şebeh tir. Bütün belâgat kitapları bunların sayısında ve isimlerinde birleşirler. Yalnız görebildiğimiz kadarıyla Tahirü l-mevlevi leb-i lâ li güle benzer o mehin örneğinden hareketle teşbîhlerde benzer türü edat olmayan kelimele- 200 Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., s Diyarbakırlı Said Paşa, a.g.e., s Mehmed Rifat, a.g.e., s Tahir'ül-Mevlevi, a.g.e., s Kaya Bilgegil, a.g.e., s teşbîh, İslâm Ansiklopedisi, C. 12/1, Anadolu Ünv. Güzel Sanatlar Fakültesi, Eskişehir 1997, s. 196.

243 211 rin de kullanılıyor olması sebebiyle edat-ı teşbîh yerine vasıta-i teşbîh terimini tercih ettiğini söylemektedir. Ahmed Hamdî, teşbîh ögelerini Bekir Ağa, aslan gibidir örneğinden hareketle açıklar. Bu örnekte Bekir Ağa, müşebbeh, aslan müşebbehün-bih, gibi edat-ı teşbîh ve Ahmed Hamdî nin tabiri ile (metinde zikredilmemiş olan) şecaat, vech-i şebehi oluşturur. Daha derli toplu görünmesi için bu örneği aşağıda bir tablo hâlinde sunuyoruz. M müşebbeh (benzetilen) Bekir Ağa MBh müşebbehün-bih (kendisine benzetilen) aslan VŞ vech-i şebeh (benzetme yönü) (şecaatte) ET edât-ı teşbîh (benzetme edatı) gibi (-dir) Bu dört ögeden müşebbeh ve müşebbehün-bih e belâgatçiler, teşbîhin tarafları derler ve bunlar bir teşbîhte mutlaka zikredilir. Bu ögelerden biri, bir karîneye bağlı olarak meselâ bir diyalog içerisinde, zikredilmemiş olsa bile zikredilmiş var sayılır. Diğer iki öge ise zikredilebilir de zikredimeyebilir de. Belâgatçiler, teşbîhi ilk olarak ögelerinin zikredilip zikredilmemesine göre türlere ayırırlar. İlk ayırım, vech-i şebehin zikredilip edilmemesine göredir. Bu ögenin zikredilip edilmemesine göre teşbîh ikiye ayrılmıştır, vech-i şebehin zikredildiği teşbîh-i mufassal, vech-i şebehin zikredilmediği teşbîh-i mücmel. Şekle dayalı ikinci ayrım, teşbîh edatının zikredilip edilmemesine göredir. Buna göre de teşbîh ikiye ayrılır, teşbîh-i müekked ve teşbîh-i mürsel. Teşbîh edatı bunlardan ilkinde zikredilir, ikincisinde zikredilmez. Teşbîhin ögeleri ile ilgili verdiğimiz bu bilgileri aşağıda üç tablo hâlinde göstereceğiz. İlk tabloda teşbîhin bütün ögelerinin zikredilme ya da zikredilmeme durumları bir ihtimaller tablosu hâlinde verilmektedir. İkinci ve üçüncü tablolarda ise vech-i şebeh ve edat-ı teşbîhin zikredilip edilmemesine göre şekle dayalı (sentaksa göre) teşbîh türleri gösterilmektedir. Tablo 1 Teşbîhin ögelerinin zikredilip edilememe ihtimâlleri ve buna göre teşbîh türleri M MBh VŞ ET Örnek Teşbîh çeşitleri Bekir Ağa, aslan gibi cesurdur. Teşbîh-i mufassal Bekir Ağa, aslan gibidir. Teşbîh-i mücmel Bekir Ağa, aslandır. Teşbîh-i belîğ (O) aslandır. Teşbîh-i belîğ

244 212 Tablo 2 Vech-i şebehin zikredilip edilmemesine göre teşbîh türleri Var teşbîh-i mufassal Bekir Ağa, şecaatte aslan gibidir. vech-i şebeh Yok teşbîh-i mücmel Bekir Ağa, aslan gibidir. Tablo 3 Teşbîh edatının zikredilip edilmemesine göre teşbîh türleri var teşbîh-i mü ekked edat-ı teşbîh yok teşbîh-i mürsel Teşbîh te, benzerliğin (benzetme yönü, vech-i şebeh), taraflarda ne şekilde, yani bizzat kendilerinde mi, kendileri dışında bizim zihnimizde mi bulunduğu sorusu da yine temelini Mantık biliminden alan ve cevabı teşbîh in tasnifindeki ölçütlerden biri olan ciddî bir sorudur. Belâgatçiler bu sorunun cevabı olarak, benzerliğin nesnenin özünde (cevher), nesnede var olan ama özüne ait olmayan özelliklerinde (araz, ilinti) ve mütekellimin zihninde olmak üzere üç yerde olabileceğini söylerler ve teşbîhi buna bağlı olarak ikiye ayırırlar: Teşbîh-i hakikî ve teşbîh-i mecâzî. Cevherde ve ilintide olan benzerlikten teşbîh-i hakikî; mütekellimin zihninde olan benzerlikten ise teşbîh-i mecâzî doğar. Teşbîh-i hakikîde ya sadece cevher, cevhere benzetilir ya da sadece ilinti, ilintiye benzetilir yahut da cevher ve ilintinin birlikte oluşturdukları cisim, bir başka cisme benzetilir. Bunu aşağıdaki tabloda gözlemleyelim. müşebbeh müşebbehün-bih 1. cevher cevher Nil suyu, Fırat suyu gibidir. 2. âraz âraz Yanaktaki kırmızılık, güldeki kırmızılık gibidir. 3. cisim cisim Zebercet, zümrüte benzer. Yani kısacası hakikî teşbîhte salt tanıma özgü nitelikler (zâtî nitelikler), salt tasvire özgü nitelikler (vasfî nitelikler) ve hem tanıma hem tasvire özgü nitelikler birbirine benzetilir. Mecâzî teşbîhte, teşbîhin tarafları arasındaki benzerlik gerçekte ne cevherde ne de ilintidedir; onları ortak bir nitelikte birleştiren tek şey sadece mütekellimin hayal gücü (kuvve-i muhayyile)dür. Belâgatçiler mecâzî teşbîhi, hayal gücünden kaynaklanmasından dolayı hakikî teşbîhten daha değerli görürler. Bu, anlaşılır ve doğru bir şeydir, çünkü muhayyile gücü ile oluşturulan söz, belâgatçe terkîb-i muhayyel kapsamında yer alır; terkîb-i muhay-

245 213 yel ise mantıksal zemini olan bir terimdir. Bilindiği gibi edebiyat, sözün mantıksal (önermelerin doğruluk derecelerine göre) tasnifinde muhayyelat içinde yer alır. Algılama Vasıtalarına Göre Müşebbeh ve Müşebbehün-bih Teşbîh, belâgatçiler tarafından, temel ögeleri olan müşebbeh ve müşebbehünbihin insan algılarından hangisi ile algılandıklarına bağlı olarak da değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme sonucunda bir benzetmede müşebbeh ve müşebbehün-bih olarak yer alan varlıkların iki grupta toplandığı görülür. Beş duyu organı ile algılanan (yani somut) varlıklar ve akıl gücümüz ile algılanan (yani soyut) varlıklar. Eski belâgatçiler, birinci grupta yer alan müşebbeh ve müşebbehün-bihlere hissî, ikinci grupta yer alanlara ise aklî derler. Bu değerlendirmeye göre teşbîhte taraflarının aklî ve hissî oluşlarına göre dört durum ortaya çıkar: 1. Müşebbeh ve müşebbehün-bihin her ikisinin de hissî olduğu durum, 2. Müşebbeh ve müşebbehün-bihin her ikisinin de aklî olduğu durum, 3. Müşebbehin hissî, müşebbehün-bihin aklî olduğu durum, 4. Müşebbehin aklî, müşebbehün-bihin hissî olduğu durum. A. Hamdî, teşbîhin taraflarının muhtemel durumlarını bu şekilde ortaya koyduktan sonra bu anlattıkların örneklerle pekiştirir. Ahmed Hamdî, hissî-hissî durumunu örneklendirirken beş duyu organı ile algılanan varlıklar için ayrı ayrı örnekler verirken diğer durumlar için birer örnekle yetinir. Müşebbehün-bihin hissî, müşebbehin aklî olması durumu için verdiği örneğe gelince bizce bu örnek teşbîhten çok istiâre için uygundur. A. Hamdî nin bu dört durum için verdiği örnekleri bir tablo üzerinde gösteriyoruz. müşebbeh müşebbehün-bih 1 hissî hissî görme: yanağı, güle işitme: alçak sesi, sineğin vızıltısına koklama: kokuyu anber kokusuna tatma: suyu, şerbete dokunma: yumuşak bir şeyi, pamuğa 2 hissî aklî Itrı, hulk-i kerîme 3 aklî hissî Filan adama ölüm, pençesini geçirdi. Filan zata ikbâl, teveccüh etdi. 4 aklî aklî hayat ve ilim vb.

246 214 Yukarıda, teşbîhin temel ögeleri olan müşebbeh ve müşebbehün-bih üzerinde durmuş ve bu ögelerin çeşitli görünüşlerinden ve belâgatçilerin teşbîhi bu görünüşlere göre nasıl tasnif ettiklerinden söz etmiştik. Teşbîhin anlaşılmasında ve tasnîfinde en az bu iki öge kadar önemli ve belirleyici bir diğer öge de vech-i şebeh 206 tir. Vech-i şebeh, bilindiği gibi müşebbeh ve müşebbehün-bih arasındaki benzerlik ilişkisini sağlayan ögedir. Bu ilişki her iki tarafın ortak bir nitelikte birleş(tiril)mesi şeklinde olur. Ahmed Hamdî, bu ögeyi şu şekilde tanımlamaktadır: Erkân-ı teşbîhten vech-i şebeh, tahkîk ve tahyîl cihetiyle tarafeynin iştirâki kasdolunan manâdır ki vech-i şebehin tarafeyne iştirâkinin kasdolunması şarttır. (s. 71) Bu tanımda iki husus dikkati çekmektedir. İlki iki taraf arasındaki ortak noktanın mütekellimin kastettiği bir ortaklık olması, ikincisi ise bu ortaklığın gerçek bir ortaklık olabileceği gibi mütekellimin tasavvurundan doğan hayalî bir ortaklık da olabileceğidir. Bu hususlara biraz açıklık getirelim. Mütekellim tarafından birbirine benzetilen iki nesne arasında birden fazla noktada ortaklık olabilir; ama teşbîhi oluşturan şey, mütekellimin kastettiği ortaklıktır. Ahmed Hamdî bunu Bekir Ağa, aslan gibidir örneği üzerinde açıklar. A. Hamdî ye göre (ve elbette gerçekte de) Bekir Ağa ile aslan arasında var oluş (vücûd), bir cismi olma (cismiyyet) ve canlı olma (hayvaniyyet) vs. gibi pek çok bakımdan ortaklık vardır; ancak burada kastedilen şey, cesarette ve şecaatte ortaklıktır 207 ve teşbîhi oluşturan da bu kasıttır. Bu ilk hususu Venn şemasıyla şu şekilde gösterebiliriz. Bekir Ağa ºvar oluş ºcismi olma ºcanlı olma ºcesaret aslan Şemaya ve yukarıda anlattıklarımıza dikkatle bakılacak olursa, burada, birbirine benzetilen iki varlığın sahip olduğu ortak anlambirimciklerden (sémè) birinin tercih edilmesi ve benzetmenin bu tercih üzerine binâ edilmesi söz konusu olmaktadır. Bu 206 Kaya Bilgegil, vech-i şebehe câmî, cihet-i teşbîh, vech-i teşbîh adlarının da verildiğini ama Türkçede bir terim olarak vech-i şebehin yerleştiğini söyler. Bk. Kaya Bilgegil, a.g.e., s Ahmed Hamdî, BLO, s. 71.

247 215 yaklaşım şeklinin, Müslümânlar tarafından, Batı dünyasında semiyotiğin kurulmasından asırlarca evvel kullanılıyor olması şaşırtıcıdır. Tanımdaki ikinci husus, vech-i şebehin tasnifi ile ilgilidir. Ahmed Hamdî, metnin ilerleyen kısımlarında vech-i şebehi üç ayrı açıdan tasnif eder. A. Hamdî, vech-i şebehi ilk tasnifte mutlak lık açısından hissî, aklî, hayalî ve vehmî olmak üzere dörde ayırır ve bunların her birinin ne anlama geldiğini örnekler üzerinde açıklar. Bu açıklamalara baktığımızda bu ayrımın müşebbeh ve müşebbehünbihte olduğu gibi hangi algı vasıtasıyla algılandığına dair olduğunu görürüz. Hamdî nin zâtî ve vasfî olmak itibarıyla yaptığı ikinci tasnif vech-i şebehin niteliğiyle ilgili bir tasniftir. Hamdî, üçüncü tasnifi vech-i şebehin niceliği ve yapısı itibarıyla yapar. 1. Vech-i şebehin algı esasına göre tasnifi: Algı esasına dayalı ilk tasnifte vech-i şebehin hissî olması, teşbîhin taraflarının tasnifinde müşebbeh ve müşebbehünbihin hissî olması ile aynı paraleldedir yani hissî grubunda yer alan vech-i şebehler, beş duyu organı ile algılanabilen vech-i şebehlerdir. Ahmed Hamdî, bunu örneklendirirken Hasan Ağa, siyâhlıkta Arap gibidir örneğini verir ki burada vech-i şebehi oluşturan siyâhlık gerçekten de beş duyu organımızdan görme ile algılanmaktadır. Yine bu algılama tasnifine göre aklî grubunda yer alan vech-i şebehler, insanın akıl yoluyla algıladığı soyut kavramlardır. Aklî vech-i şebehi, Ahmed Hamdî nin aşağıdaki cümlelerinden hareketle biraz daha açıklayalım. Vech-i şebeh-i aklî, gazab ve hilim ve ilim ve zekâvet ve gabâvet ve sair keyfiyyât-ı nefsâniyyede ve pâk-damenlikte ve hidâyette ve cüret ve cebânette bir kimseyi, bir kimseye teşbîh gibi ve faydadan ârî olan şeyi, ademe teşbîh gibi. Meselâ Bekir Ağa, cesarette aslan gibidir denildikte vech-i şebeh-i aklî olur. (s. 71) Ahmed Hamdî nin bu açıklamasında, aklî vech-i şebehi insanda mevcut niteliklerde ve dış dünyadaki soyut kavramlarda tezâhür edenler şeklinde ikiye ayırdığı görülür. İnsanda var olanları da kendi içinde ikiye ayırır. Birinci gruptakiler, insanın ben ini oluşturan nitelikler ( keyfiyyât-ı nefsâniyye )dir. Diğerleri yine insanda bulunmakla birlikte ben i oluşturmaz. Bir başka deyişle insan için birinci gruptakiler sâbit, ikinci gruptakiler değişken niteliklerdir. Aklî vech-i şebeh için verdiği örneğinde vech-i şebehi oluşturan cesaret, beş duyu organı ile değil, akıl ile algılanabilen bir nite-

248 216 liktir. Ahmed Hamdî, burada, aklî vech-i şebehi açıklarken yararsız bir şeyin yok a benzetilmesi örneğini verir ki gerçekten de bu benzetmede vech-i şebeh olan işe yaramamak niteliği duyu organları ile değil, akıl ile algılanır. Bunlar yani aklî ve hissî vech-i şebehler, algılanmada farklılık gösterseler de gerçekliği olma bakımından birleşirler. Algılanma tarzı bakımından aynı tasnif içinde yer alan hayalî ve vehmî vech-i şebehler ise gerçekliği olmama bakımından birleştikleri hâlde ortaya çıkış kaynakları bakımından ayrılırlar. Ahmed Hamdî ye göre hayalî vech-i şebehin çıkış kaynağı olan muhayyile, bu ürününü yani hayalî vech-i şebehi beş duyu organı vasıtasıyla topladığı verilerden oluşturur. Vehmî vech-i şebehin çıkış kaynağı olan insanın vehim gücü ise eserini beş duyu organından topladığı veriler ile değil insan aklının kurgulaması ile oluşturur. 208 Ahmed Hamdî, belâgatçilerin bu gerçeklikten hareketle hayalî vech-i şebehi, hissî vech-i şebeh altına; vehmî vech-i şebehi ise aklî vech-i şebeh altına yerleştirdiklerini söyler. Bu durumda algı vasıtalarına göre tasnifte vech-i şebeh, hissî ve aklî olmak üzere ikiye indirgenmiş olur. Ahmed Hamdî, insanın iç duyuları diye bilinen vicdan vs. gibi şeylerle algılanan vech-i şebehleri de aklî vech-i şebehler altına yerleştirir. Algı vasıtalarına göre vech-i şebeh türlerini şema üzerinde basitçe şu şekilde gösterebiliriz. Algılanma tarzlarına göre vech-i şebeh a. hissî b. aklî hayâlî vehmî Şekil 20 Vech-i şebehin algılanma ilkesine göre tasnifi 2. Vech-i şebehin niteliklere göre tasnifi: Yukarıda vech-i şebehin niteliğe göre tasnifinin zâtî ve vasfî diye ikiye ayrıldığını söylemiştik. Burada hareket noktası müşebbehün-bihtir. Zâtî lik ve vasfî lik vech-i şebehin müşebebbehün-bihte (kendisine benzetilen) ne şekilde, yani cevherinde mi cevheri dışında mı bulunduğu ile ilgili bir ayrımdır. Müşebbehün-bihin cevherinde bulunan vech-i şebeh, zâtî; cevher dışında bulunan vech-i şebeh, vasfî olarak isimlendirilir. Cevherde bulunan ve zâtî dediğimiz vech-i şebeh, müşebbehün-bihin öznitelikleri yani mahiyetini belirleyen nitelikleri arasındadır. Vasfî olarak isimlendirilen vech-i şebeh ise iki grup hâlinde düşünülür. Birinci 208 Ahmed Hamdî, a.g.e., s. 72.

249 217 grup, müşebbehün-bihte, mahiyetine dâhil olmayan bir sıfat olarak bulunur. İkinci grup müşebbehün-bihte, hiçbir şekilde bulunmaz. Bu grup vech-i şebehler, mütekellimin müşebbehün-bih ve müşebbeh arasında var olduğunu tasavvur ettiği vech-i şebehlerdir yani bulundukları yer müşebbehün-bih ya da müşebbeh değil, mütekellimin tasavvuru, zihnîdir. Müşebbehün-bihte bulunup mahiyetine dâhil olmayan vech-i şebehler, müşebbehün-bihin ârazıdırlar ve müşebbehün-bihte bulunma durumlarına göre hissî ya da aklî olurlar. Hissî olanlar, beş duyu ile algılanabilen özelliklerdir, aklî olanlar da akıl yolu ile algılanabilen özelliklerdir. Belâgatte, müşebbehün-bihin cevheri dışında bulunan bu hissî ve aklî vech-i şebehlere sıfat-ı hakîkiyye, müşebbehün-bihte bulunmayıp mütekellimin ona yakıştırdığı sıfatlara ise sıfat-ı izâfiyye denir. Ahmed Hamdî, müşebbehün-bihin hakikatinde yani cevherinde bulunan vech-i şebeh için şu örneği verir: Bu gömlek, o gömlek gibi ketendir. Sıfat-ı hakîkiyyenin yani sıfat-ı hakîkiyyenin alt dalları olan aklî ve hissî için önceki örneklere gönderme yaparak (bu örnekler aklî için Bekir Ağa, cesarette aslan gibidir; hissî için Hasan Ağa, siyâhlıkta Arap gibidir örnekleridir.) bunların keyfiyyât-ı nefsâniyye (psikolojik özellikler) ve keyfiyyât-ı cismâniyye (fizikî özellikler) olduğunu söyler. Sıfat-ı izâfiyyenin müşebbehün-bih ve müşebbeh arasında cereyân eden bir özellik olduğunu söyleyen Ahmed Hamdî, bir delil in açıklık bakımından güneş e benzetilmesinin buna örnek olabileceğini belirtir. Ahmed Hamdî ye göre bu teşbîhte güneşin ve delilin ortak oldukları özellik, gizliliğin kaldırılması, kapalılığın kaldırılmasıdır ki bu özellik güneş ve delil arasında gider gelir. Bu elbette yukarıda da ifade ettiğimiz gibi mütekellimin tasavvurunda olan bir akıştır. Bu konu ile ilgili son olarak vech-i şebehin niteliğe göre tasnifini şema üzerinde gösteriyoruz. Vech-i şebehin nitelik açısından tasnifi zâtî vasfî sıfat-ı hakîkiyye sıfat-ı izâfiyye hissî aklî Şekil 21 Vech-i şebehin nitelik ilkesine göre tasnifi

250 Vech-i şebehin nicelik ve yapı bakımından tasnifi: Ahmed Hamdî, bu tasnifte vech-i şebehi ifrâd ve ta addüdü ve terekkübü itibarıyle yediye ayırmaktadır. A. Hamdî, burada vech-i şebehin tasnifinde kullandığı bu ibâreleri ilerleyen sayfalarda teşbîhi, taraflarının (müşebbeh ve müşebbehün-bih) nicelik ve yapısına göre tasnif ederken de kullanır. A. Hamdî, vech-i şebehin tasnifinde her hangi bir açıklama yapmadığı ve hiçbir örnek vermediği için, biz gerekli gördüğümüz açıklamaları teşbihin tasnifinde verdiği örnekleri inceleyerek çıkardığımız sonuçlara göre yapacağız. İfrâd- ta addüd ve terekküb soyut kavramlardır ve tasnifin ilkelerini oluştururlar. A. Hamdî, tasnifin kendisinde ve somut teşbih örneklerinde ögelerden söz ederken daha farklı kavram ve terimler kullanır. Meselâ vech-i şebehin tek olduğunu belirtirken vâhid; müşebbeh veya müşebbehün-bih in tek olduğunu belirtirken müfred terimini kullanır. Tasnif sırasında ve teşbîh örneklerinde müşebbeh (ya da müşebbehün-bih)in birden fazla ve birbirinden bağımsız olarak bulunduğu durumlarda ögenin (müşebbeh ya da müşebbehün-bih) müteaddid olduğunu söyler. Bu kısa girişten sonra, vech-i şebehin bu ilkeler doğrultusunda yapılmış tasnifine geçebiliriz. Yukarıda, A. Hamdî nin, bu ilkelere göre, teşbîhi yediye ayırdığını söylemiştik. Bu yedi tür vech-i şebeh şunlardır: 1. Vahid-i hakikî-i hissî 2. Vâhid-i hakikî-i aklî 3. Mürekkeb-i hissî (vâhid-i i tibârî) 4. Mürekkeb-i aklî (vâhid-i i tibârî) 5. Müteaddid-i hissî 6. Müteaddid-i aklî 7. Müteaddid ü muhtelif Bu tasnife göre bir teşbîhte, nicelik bakımından: a) Bir tek (vâhid) vech-i şebeh b) Birden fazla (müteaddid) vech-i şebeh c) Birleşik (mürekkep) vech-i şebeh bulunabilir. Vech-i şebehin nicelik bakımından gösterdiği bu durumları, A. Hamdî den aldığımız örnekler üzerinde açıklamaya çalışalım.

251 219 a) tek vech-i şebeh: Buna örnek olarak şafak ın alev e benzetilmesinde iki kavram arasındaki ortak noktayı oluşturan kızıllık gösterilebilir. Bu örnekteki kızıllık ın, tasnifimizdeki tam yerini belirtecek olursak, vâhid-i hakikî-i hissî olduğunu söylememiz gerekir. Yani, bu teşbihte kızıllık, taraflar arasındaki tek ortak noktadır; tarafların hakikatinde bulunmaktadır; beş duyudan görme ile algılanmaktadır. b) müteaddid vech-i şebeh: Bu vech-i şebehin örneğini ise bir meyvenin diğer bir meyveye koku ve tad bakımından benzetilmesinde bulabiliriz. Bu örnekte, iki meyve arasındaki teşbihe esas ortak özellikler (vech-i şebeh), koku ve tad olmak üzere iki tanedir. Bu ortak özellikler, nesnede bulunmaları açısından hakikî; algılanma açısından ise hissîdirler. Bu vech-i şebehleri, tasnifteki yerine oturtacak olursak müteaddid-i hakikî-i hissî olduklarını söyleyebiliriz. Vech-i şebehin müteaddid olmasına bir başka örnek olarak, bir insanın keskin gözlü ve ürkek olma bakımlarından kargaya benzetilmesini gösterebiliriz. A. Hamdî bu örneği açıklarken vech-i şebehin müteaddid ve aklî olduğunu söyler; ama hakikî mi hayâlî mi olduğu hakkında bir şey söylemez. c) birleşik (mürekkeb) vech-i şebeh: A. Hamdî, güneş in eli titreyen bir adamın elindeki ayna ya teşbîhinde tarafları birbirine bağlayan vech-i şebehin ne olduğunu belirtmeksizin sadece mürekkeb-i hissî olduğunu söyler. Bu benzetmenin aksi istikamette olanında ise, yani eli titreyen bir adamın elindeki yuvarlak bir ayna yı güneş e teşbih etmede ise, vech-i şebehin mürekkeb ve hayâlî olduğunu söylemektedir. Bize göre her iki örnekte de müşterek olan şey titrek bir ışık tır. Burada, titreme hareketi ve ışık müşterek özellikleri, tek başlarına ve müstakil olarak yer almazlar; iç içe geçerek Ahmed Hamdî nin hey et diye isimlendirdiği bir bütün (burada titrek bir ışık ) oluştururlar. Onun için, A. Hamdî, bu tür mürekkeb vech-i şebehlere vâhid-i i tibârî demektedir. Biz de A. Hamdî nin yukarıdaki vech-i şebeh tasnifini, bu üç durumu göz önünde bulundurarak farklı iki şema halinde düzenledik. İlk şemada, vâhid ve müteaddid şeklinde iki grup oluşturduk ve mürekkeb i, A. Hamdî nin vâhid-i i tibârî ibâresinden hareketle vahid in altına yerleştirdik. İkinci şemada ise yukarıdaki üç durumu esas ala-

252 220 rak vâhid, mürekkeb ve müteaddid şeklinde üç grup oluşturup alt grupları bunların altında kendi yerlerine yerleştirdik. Nicelik ve yapıya göre vech-i şebeh Vâhid Müteaddid aklî hissî Vâhid-i hakikî Vâhid-i itibârî (mürekkeb) aklî hissî aklî hissî karışık Şema 1 aklî hissî Nicelik ve yapıya göre vech-i şebeh Vâhid-i hakikî Mürekkep (vâhid-i itibârî) müteaddid aklî hissî aklî hissî karışık Şema 2 Son olarak bu vech-i şebeh tasnifinin bir tek ilkeye göre değil, başta nicelik (ifrâd ve taaddüd) olmak üzere birden fazla ilkeye göre yapıldığını söyleyelim. Metinde terekküb olarak verilen ve bizim burada yapı adı altında topladığımız diğer ilkeler ise vech-i şebehin hakikî ya da hayalî olma (nitelik) ve hissî ya da aklî olma (algılanma) ilkeleridir. *** Benzetme yönünün bazen zıt şeyleri de gösterebileceği düşüncesini Ahmed Hamdî, şu cümlelerle ifade eder: Bazı kere vech-i şebeh iki zıddolan şeyden alınıp sonra temlîh ve istihzâ için tenâsüb menziline tenzîl olunur. Misâli Korkak adama aslan, bahîle Hâtem ve câhile âlim demek gibi. (s. 74) Teşbîhin, taraflarının nicelik ve yapısına göre tasnifi Teşbîhin tasnifinde kullanılan ilkelerden biri de taraflarının niceliğidir (sayı). Ancak, burada sözünü ettiğimiz nicelik ile dilbilgisinde kullanılan nicelik (teklikçokluk) arasında fark vardır. Dilbilgisine göre çok luk sayılan bir şey burada tek lik hükmündedir.

253 221 Teşbîhte, tarafların niceliğinden (sayı) söz edilirken üç terim kullanılır: müfred, mürekkeb ve müteaddid. Ancak, bu tasnifte, nicelik ana ilke olmakla beraber tek ilke olmayıp başka ilkelerden de yararlanılmıştır. Diğer ilkeleri ve açıklamalarını yerlerine bırakıp burada nicelik ilkesine ait bu üç terim hakkında biraz bilgi verelim. Müfred: Tarafların ya da taraflardan her hangi birinin tek bir varlıktan (kavramdan) meydana gelmesi durumudur. Bunu dilbilgisindeki (sarf) müfredle karıştırmamak gerekir. Dilbilgisinde kullanılan müfredin mukabili cem, buradaki müfredin mukabili ise müteaddiddir. Müfred, mutlak ve mukayyed olmak üzere ikiye ayrılır. Müfred-i mutlak, hiçbir hal ve zamanla sınırlanmamış salt müfreddir. Müfred-i mukayyed ise, bir hal ve zamanla sınırlanmış müfrede denir. Mürekkeb: Tarafların ya da taraflardan her hangi birinin iç içe geçerek bir bütün (hey et) oluşturmuş birden fazla varlıktan meydana gelmesi durumudur. Bunlar, müfred sayılırlar. Müteaddid: Tarafların ya da taraflardan her hangi birinin birden fazla fakat bir birinden bağımsız varlıktan meydana gelmesi durumudur. Mürekkebde birden fazla varlık birleşerek tek bir bütün oluştururken müteaddidde birden fazla varlık bir birinden bağımsız olarak müstakil bir halde bulunur. Tasnifte kullanılan ilke ve terimlerle ilgili olarak verdiğimiz bu ön bilgiden sonra A. Hamdî nin tasnifini verebiliriz. Ancak, tasnifi, daha kolay anlaşılabilmesi için tablolaştırarak ve müşebbehün-bihi esas alarak vereceğiz. Müşebbehün-bih i esas almamızın sebebi, bu ögenin, vech-i şebehi bulundurmada güçlü taraf olmasıdır. Müfred Mürekkeb (Kompleks) Müteaddid MÜŞEBBEH MÜŞEBBEHÜN-BİH müfred-i mutlak müfred-i mutlak müfred-i mukayyed müfred-i mutlak müfred-i mutlak müfred-i mukayyed müfred-i mukayyed müfred-i mukayyed Mürekkeb mürekkeb müfred-i mukayyed mürekkeb müfred-i mukayyed mürekkeb Müteaddid müteaddid Müfred müteaddid Müteaddid müfred

254 222 Formüle ederek bir tablo üzerinde gösterdiğimiz bu tasnifin örneklerini müfredlerden başlayarak sırasıyla verelim. 1. müfred-i mutlak müfred-i mutlak Müşebbeh şafak 2. müfred-i mukayyed müfred-i mutlak Müşebbeh eli titreyen adamın elindeki yuvarlak ayna 3. müfred-i mutlak müfred-i mukayyed Müşebbeh güneş 4. müfred-i mukayyed müfred-i mukayyed Müşebbeh sabah vakti doğuş anındaki ülker yıldızı 5. mürekkeb mürekkeb Müşebbeh savaş alanında atların tırnakları altından koparak çevreyi kaplamış olan toz bulutu arasında kılıçların düşmanın tepesine süratle inmesi 6. müfred-i mukayyed mürekkeb Müşebbeh rüzgarın esmesiyle sağa sola yatan şakayık çiçekleri 7. müfred-i mukayyed mürekkeb Müşebbeh evreni süsleyen baharın bereketi ile yeşil bir kaftan giyinmiş olan dağların ve tepelerin aksinden (dolayı) güneşi bulutların perdesinden sıyrılmış olan kutlu gündüz Müşebbehün-bih alev Müşebehün-bih güneş Müşebbehün-bih eli titreyen adamın elindeki ayna Müşebbehün-bih yeni çiçeklenmiş beyaz üzüm salkımı Müşebbehün-bih karanlık bir gecede (kuyruklu) yıldızların (süratle) kayması Müşebbehün-bih zebercetten yapılmış mızraklar ve (üzerlerine) zerrine (altın tozu) saçılmış yakut bayraklar Müşebbehün-bih parlak ayı göğün ortasında geceyi aydınlatan mehtaplı gece 8. müteaddid müteaddid a) Teşbîh-i melfûf Fikr-i zülfüñ dilde tàb-sÿz aşkıñ sìnede NÀrdır külòanda gÿyà màrdır gencìnede Müşebbeh1 Müşebbeh2 Müşebbehün-bih1 Müşebbehün-bih2 sevgilinin zülfünü düşünme aşkın kalbi yakması hazineyi bekleyen yılan ocakta yanan ateş

255 223 b) Teşbîh-i mefrûk: Mşb1 M-Bih1 Mşb2 M-Bih2 Mşb3 M-Bih3 Mşb4 M-Bih4 Yüz gül saç sünbül göz nergis boy servi 9a. müteaddid müfred (Teşbîh-i tesviyye): Müşebbeh1 Müşebbeh2 Müşebbehün-bih sevgilinin saçları âşığın bahtı gece 9b. müfred müteaddid (Teşbîh-i cem ): Müşebbeh Müşebbehün-bih1 Müşebbehün-bih2 sevgilinin gülmesi incilerin dizilmesi papatyaların açması Benzetme edatı ( edat-ı teşbîh ): Bir teşbîhin yapısının karmaşıklığı ve basitliğini sağlayan unsurlardan biri benzetme edatıdır. A. Hamdî ye göre teşbîh ya şairâne hayaller ve ulvî fikirler le ya da alelade yollarla yapılabilir. Bu ayrım, teşbîh edatları düşünülerek yapılmıştır. şairâne teşbîhler Şairâne hayaller ve ulvî fikir yoluyla yapılan teşbîhlerde aynı zamanda derecelenme ( tedrîc ) fikri vardır. Nisbet ve kıyâs aklî teşbîhi oluştururken güya, sanki gibi lafızlar ise hissî teşbîhi oluştur. A. Hamdî, şairâne hayaller için kitabındaki en uzun örneklerden biri olan şu teşbîhi verir: Orjinaliteye göre teşbîh Hurşid-i enver azamet ve saltanatla âfaka cevâhir-efşân olarak ufkun müntehâsına gelince atılmış pamuk şeklinde etraf-ı magribi dolaşan ufak ufak bulutların hâsıl etdikleri nûra gark olmuş renkler ne kavs-i kuzahta ne murgân-ı Hindîde görülmek ihtimâli vardır. Bir tarafı gâyet açık menekşe ve bir tarafı gâyet koyu alev-renge gark olmuş veyahut bir ciheti âteşîn aldan başlayarak tabaka tabaka penbe ve turuncu renklerinin kırk elli derece koyuluğundan açıklığa ve bir açıklıktan koyuluğa intikâl ederek nihâyet kanarya sarısında karar vermiş veyahut dünyada ne kadar parlak renk varsa açıklıkta, koyulukta kâbil oldukları derecâtın hiçbiri hâriçte kalmamak üzre umûmunu cem etmiş bin türlü mülevven bulutlara dakîkada renklerini bir letâfetten bir bedîaya tahvîl ederek âheste âheste âfâkı seyretmeye başlarlar. Bir sûrette ki yalnız denizde değil, dağlarda bile şekliyle levniyle akisleri müşâhede olunur. Bu akisler ise daima birbirine initâf ederek galiba bâd-ı şimâl ile bâd-ı cenûbun hıffet ve gılzetçe olan tefâvütü dahi havada tabakat ve tabakatta bittab âyineliğe istidâd hâsıl eylediğinden sath-ı mâdan evc-i havaya kadar daima tagayyürde, daima televvünde bir nûr âlemi hâsıl olur ki tasvirine değil, tasavvuruna bile imkân yoktur. (s ) sıradan teşbîhler

256 224 Alışılmış ( âdi ) benzetme edatları ile yapılan teşbîhleri şu şekilde verir: Bunun da edatı gibi lafzıdır. Meselâ Bekir Ağa, aslan gibidir (s. 74). Buna göre Ahmed Hamdî, bazı edatların basit, bazı edatlarınsa uzun kıyaslara imkân verdiği görüşündedir. Güya ve sanki edatları, üst üste hayal kurdurarak ardı ardına uzayabilen benzetmeleri yapmayı sağlar. Seçilen edat, üslûbu da etkilemektedir. Teşbîhin Kullanım Amaçları Belâgatçilere göre teşbîh öncelikle bir mübâlağa vasıtası olarak kullanılır. Çeşitli açılardan alt türlere ayrılan teşbîhin türleri, mübâlağa ifade etme bakımından farklı derecelere sahiptirler. Bu durum, onların belîğ lik değerlerini de belirler. Teşbîh türleri arasında en az mübâlağa ifade edeni dört tam ögeyi de bulunduran teşbîh-i mufassal; en fazla mübâlağa ifade edeni ise sadece müşebbeh ve müşebbehünbihten oluşan teşbîh-i belîğdir. Kaynağını teşbîhten almakla birlikte teşbîhin sadece bir ögesini (müşebbeh ya da müşebbehün-bih) bulunduran ve mecâz türlerinden sayılan (bilindiği gibi teşbîhte ögeler kendi hakikî anlamlarında kullanılırlar) istiâre, mübâlağa ifade etmede en üst seviyede yer alır. Bu sanatların mübâlağa ile ilişkileri aşağıdaki şemada görülebilir. Şemada görüldüğü üzre teşbîh-i mufassal, teşbîh-i belîğ ve istiâre sanatlarının üçü de mübâlağa içerir; fakat bu sanatlardaki mübâlağa oranı, istiâreden teşbîhe doğru azalır. Bunların en mübâlağalı olanı istiâredir; ikincisi belîğ teşbîhtir, üçüncüsü teşbîh-i mufassaldır. Üçgenin ortasında yer alan teşbîh-i belîğ, şekilde de görüldüğü gibi daha fazla unsuru bulunan teşbîh-i mufassal dan daha geniş mübâlağa alanına sahiptir. Teşbîhin yalnızca bir tek unsuru ile yapılan ve artık mecâz sınırları içinde yer alan istiâre ise mübâlağa alanının en üst seviyesinin doruk noktasını oluşturur. Bu sanatlar mübâlağayı tedricen ifade ederler. 209 Ortaya çıkan bu tablo bizi, ister istemez bu konuları, meânînin îcâz-ıtnâb-müsâvat konuları ile birlikte düşünmeye götürür. Burada teşbîh-i mufassal, müsâvatı; teşbîh-i belîğ, îcâzı; istiâre ise îcâzın doruk noktasını göstermektedir. mübâlağa istiâre teşbîh-i belîğ mübâlağa teşbîh-i mufassal 209 Bu şema, tez danışmanı Rıza Filizok un yönlendirmesi, tavsiyesi ve yardımıyla çizilmiştir.

257 225 Ayrıca yazar veya şair, niyetini, bakış açısını teşbîhlerde ve istiârelerde ortaya koyar. Teşbîhte benzetilen, daha net gösterilmek için bir kendisine benzetilenle tamamlanır. Sevgilinin saçını yılana benzetmek yahut sümbüle benzetmek yazarın niyetinin işaretidir. Ahmed Hamdî ye göre teşbîhin amacı: a) Benzetmektir (Benzetilen ve kendisine benzetilen arasındaki ortak noktaları göstermek, derecelerini belirgin kılmak). b) Değiştirmektir (Deformasyon). Benzetileni değiştirmek teşbîhin bir diğer amacıdır. Bu değiştirme işlemi, güzel olduğu kadar çirkin göstermekle de olabilir. Duygunun şiddetine göre mübâlağa artmaktadır. c) Yeni değerler ortaya koymaktır. Verici, yeni değerler yaratır. Bu yeni değerler, teşbîh-i maklûb ile yapılır. Teşbîh-i maklûb, bir ters çevirme (kalb) işlemidir ve vericinin kendi değerlerini ifade ettiği teşbîh çeşididir. Burada vericinin değerleri, dilin toplumsal norm ve değerleri ile yer değiştirir. Verici, dilin ve toplumun normları yerine kendi normlarını maklûb teşbîhle koyar. Çok aşınan teşbîhli ifadeler, bu yolla tekrar etkili kılınır. benzetilen değiştirme d) Matlûb dur. Teşbîh, vericinin duygularını, taleplerini gösterebilir. Vericinin duygu ve istekleri, yaptığı benzetmelerde sezilir. kendisine benzetilen güzel (+) çirkin (-) Bu dört maddeye dayanarak teşbîh için şunu söyleyebiliriz: 1. Bentezilen ve kendisine benzetilen değer açısından eşit olabilir. Yazarın niyeti 2. Benzetilen, kendisine benzetilenden daha az değere sahip olabilir. (mübâlağa) 3. Benzetilen, daha fazla değere sahipmiş gibi gösterilebilir. (teşbîh-i maklûb) A. Hamdî nin teşbîhin yukarıdaki dört amacı için verdiği örnekleri alıyoruz: a) (Benzetilen ve kendisine benzetilen arasında) ortak noktaları göstermek için Açıklama Örnek Nefs-i müşebbehe ait olan şey beyân Ey memdûh cins-i nâstan olduğun hâlde nâsa tefevvuk ettinse 1 olur yani müşebbehin bir emr-i de istib âd ve istinkâr olunamaz zira misk dahi dem-i mümkinü l-vukû olduğunu beyân olur. gazalın bazısıdır. 2 Müşebbehin hâlini beyân ve hangi sıfatta olduğunu ayân için olur. Bu kehribâr, limon gibi sarıdır. 3 Sıfatın ziyâde ve noksâniyetinde mikta- Eskiden de beyaz değildik lâkin güneşte o kadar gezdik ki

258 226 rını beyân olur. Müşebbehin hâlini nefs-i sâmi de takrîr 4 olur. b) Benzetileni değiştirmek için Sâmi in nazar ve hayalinde müşebbehin 1 tezyîni olur. hayâl-i sâmi de müşebbehi takbîh ve 2 tenfîr olur. 3 Rikkat-i tahayyülden nâşî istitrâf ve isti câb. bütün bütün Arap yavrusuna döndük Filan adam buz üstüne yazı yazar demek Onun kaddi serve ve dudakları la le benziyor Bir düşkün kimseye Filan kimse kuskununu, kolanını düşürmüş hayvana benzer denmesi Çemenzâr ve besâtînde lacivert renkli menekşeler, reng-i ezrak ile hem-renk yâkût-ı rümmânî olan ezhâra ibrâz-ı hüsn-i fâ ika ile tefâhür ederler; güya ki sâk-ı za îf ve münhanîleri üzere etrâf-ı kibrite renk-i zerkatle tâb-dâr olan evâ il-i nâra teşâbüh ve tehâkî ederler. Gâh olur ki hava, râkid kalmakla berâber ayın bedir olduğu zamanlara tesadüf olunur. Serv-i sîmîne bakılsa sanılır ki şu leden mahlûk bir peri, deryaya girmiş şinâverlik ediyor. O şinâverlik ettikçe vücudundan, geldigi yere nûr akıp gidiyor. Gâh olur ki rûzgârlardan hâlî olmakla berâber mehtâba da tesâdüf olunmaz. Ummân-ı zalâm içinde nazardan nihân olarak seyr ü sefer eden gemilerin sağındaki kandillerden öteberiye allı, yeşilli mehtâp akarmış gibi bundan hâsıl olan temaşalar Damad İbrâhim Paşa çırâğânlarına hande-zenân olur. c) Yeni değerler ortaya koymak için müşebbehün-bih, müşebbehden etemm Ruhsar-ı nehâr, zâhir ve bedîdâr oldukda müşâhede olunan sabâhat-ı ufk-ı sefîd, hîn-i inşâd-ı medhinde revnak ve olduğunu îhâm olur ki buna teşbîh-i maklûb derler. beşâşetle tâb-dâr olan rû-yı halîfeye benzer. d) Vericinin duygularını, psikolojisini ifade etmek için müşebbehün-bihin ehemmiyetini beyân olur. Bu teşbîhe izhâr-ı matlûb derler. Karnı aç bir kimsenin yüzünü işrâk ve istidârede bedr-i münîre nazîr olan yufka ekmeğine teşbîh etmek iki şey birbirlerinden etemmiyyet ve Şedâid-i aşk ve muhabbetinle gözlerimden cereyân eden noksâniyyeti itibâr olunmaksızın sirişk-i hûnum elimde bulunan şarâb-ı la l-fâmla teşâbüh mücerred birbirine müşâbeheti beyândan ibâret olur. ve tehâkî eylediğinden bilemedim ki o câm-ı musaffâda olan şarâbı cufûn-ı aynım mey isbâl eylemişdir yoksa bizzât ibrât-ı aynımı mı nûş-ı âşâm ederim. Bunları fark ve temyîze muktedir değilim. A. Hamdî ye göre alıcı açısından teşbîh, makbûl ve merdûd kısımlarına ayrılır. Alıcı eğer, benzetilen ve kendisine benzetilen arasındaki münasebetleri yanında vericinin niyetini ve bakış açısını anlayabiliyorsa makbûl, anlamakta güçlük çekiyorsa merdûd olur. A. Hamdî, benzetme yönü dışında bütün unsurlarının söylendiği teşbîh çeşidi olan teşbîh-i mücmel i, alıcının anlayışına göre de ikiye ayırır. a) teşbîh-i zâhirî: Anlaşılması herkes için mümkün olan teşbîhtir. b) teşbîh-i hafî: Ancak seçkinlerin anlayabileceği teşbîhtir. Örneğin fazl u şerefte birbirine üstünlüğü olmayan bir cemaati, dönen bir halkaya teşbîh gibi.

259 227 A. Hamdî, teşbîh-i zâhirînin bazı durumlarda teşbîh-i hafîye dâhil olduğunu da ifade eder. Örnek: Şemsin cemâl-i mahbûbe ile hüsn ü bahâda mukâbele ve mu ârazası ancak vech-i bî-hayâ iledir. Burada A. Hamdî güzelliğin güneşe teşbîhinin, zâhiri olup ancak vech-i bîhayâ iledir kaydı zâhir olan bu teşbîhin hafî kılınmış olduğu açıklamasını yapar. Örnek: Ebr-i semâ o zâtın kerem ü atâ vü ihsân ü sehâsına nazar ederek kendide olan katarât-ı emtâra kıyâs eylese katarâtından ekser ve evfer olduğuna vâkıf oldukta izhâr-ı hacâlet eder. (Bundan önceki örnekte teşbihi, hafî kılan şey güneşin utanmazlığı sebebiyle sevgilinin yüzü ile benzer olması, bu örnekteyse bulutun utanmasıdır.) Örnek: Zamân olur ki deryaya bir bulutun levni akseder. Bir mâhir ressâm tatlı sarı üzerine mevc mevc parlak penbe çehreli yanaklarını tasavvur etse bir âyîne-i billûr üzerine şebâbın terâveti ve hüsnün nûrâniyyetiyle mümtezic bir takım âteşîn elvân ezmiş olsa yine bir in itâfın letâfetine müşâbih olabilir ya olamaz. Gurûbdan sonra gâh olur hava yine râkid kalır, mehtâba da tesâdüf olunmaz. Nazarlar hâb-ı seherî gibi latîf ve rûh-âver bir zulmet-i sükûta dalar. Vücûdu, câme-hâb-ı nevbahârî gibi hafîf ve cân-perver bir setre-i ârâm içine düşer. Örnek: O zâtın azmini şihâb-ı sâkıba teşbîh ederdim eğer şihâb-ı sâkıbda üfûl olmaya idi veya O zâta ay derdim eğer ay yerde olaydı ( teşbîh-i meşrût ) A. Hamdî, teşbîh-i mücmelde iki tarafın sıfatlandırılması bakımından ayrımlarına da yer verir. 1. Tarafların hiçbirinin sıfatları söylenmez. Yukardaki örneklerde olduğu gibi. 2. Müşebbehün-bihin sıfatları söylenir. Örnek: Yek-diğere adem-i rüchâniyette o efendiler, halka-yı müfriga gibidirler ki evveliyle âhiri hangisidir bilinmez. Örnek: Pâdişâhımız, âfitâb-ı âlem-ârâ ve mülûk-ı sâ ire, encüm-i semâ gibidirler ki şems-i münîr tulû etdikte encümün ziyâları nazarımızdan mestûr ve nâ-bedîd olduğu gibi pâdişâhımızın dahi cülûs ve iştihârıyla mülûk-ı sâ irenin şöhret ve şânları bize görünmez oldu. 3. Her iki tarafın da vasfı söylenir. Örnek: Zât-ı kerîmâneleri bezl ü ihsânda bârân-ı kesirü l-feyezân gibidir ki herkes i râz ve ikbâl hâlinde dahi ondan feyz-yâb-ı bel u rutûbet olur; hatta bir kimseye gazab etse bile der- akab kemâl-i hilm ü kereminde afvıla mu âmele ederek ke l-evvel bezl ü ihsân eder.

260 Hakikat ve Mecâz: Çalışmamızın başından beri görüldüğü üzere Belâgat bilimi için hakikat-mecâz ayrımı oldukça önemlidir. Öyle ki bu ayrım, belâgatin alt dallara ayrılmasında bile önemli bir rol oynar. Hatırlanacağı üzere Meânî nin konusu terkîb-i hakikî; beyânın konusu terkîb-i muhayyel (ya da tarz-ı muhayyel üzre kelâm)dir (Bk. s. 146). Burada yine, beyân ilminin konusu olan bu tür kelâm ın teşbîh, mecâz-ı mürsel, istiâre ve kinâye ile oluşturulduğunu da hatırlayalım. Hakikat-mecâz konusuna çalışmamızda ilk olarak, Belâgat-i Lisân-ı Osmânî nin doğal akışı içinde Meânî bölümünün konularından isnâdı işlerken değinmiş ve hakîkât-i akliyye ve mecâz-ı aklî üzerinde durmuştuk. Hakîkât-i akliyye ve mecâz-ı aklî, müsned (fiil) ile müsnedün-ileyh (fâil) arasındaki ilişki idi. Fiil, gerçek fâili ile ilişkilendiriliyorsa buna hakikat-i akliyye, gerçek fâili dışında bir şeyle ilişkilendiriliyorsa buna mecâz-ı aklî denir demiştik (Bk. s. 166). Bu hakikat ve mecâz türü, isnâdla ilişkilidir. Belâgatçiler, hakikat ve mecâzın isnâdda görülen aklî türleri dışında bir de delâlete dayalı lugavî türlerinin olduğunu söylerler. A. Hamdî, Fasl-ı sânîyi oluşturan Hakikat ve Mecâz Beyânı bölümünde lugavî hakikat ve lugavî mecâz üzerinde durur. A. Hamdî nin konusuna başlarken yaptığı ilk şey bu iki terimin tanımlarını vermektir. Bu tanımları aşağıya aynen alıyoruz. Bir lafıô, ma nà-yı mà-vuż ia-lehinde isti màl olunur ise óaúìúat ve ma nàyı mà-vuż ia-lehiñ àayrıñda isti màl olunur ise mecàzdır. (s. 87) Bir lafız, vaz olunduğu anlamda kullanılırsa hakikat, vaz olunduğu anlamın dışında bir anlamda kullanılırsa mecâzdır. Tanımlardan da görüldüğü gibi hakikat ve mecâz, birer delâlet türüdür. Belâgatçiler bu iki delâlet türüne kinâyeyi de (hem mecâzı hem hakikati birlikte göstermesi bakımından) ekleyerek üç ana delâlet türü kabul ederler. Bu üç delâlet türü de kendi içinde alt dallara ayrılır. Hakikatten başlayarak bunlar hakkında kısaca bilgiler veriyoruz. Hakikat, yukarıdaki tanımda da görüldüğü üzere bir lafzın (kelimenin ses tabakası), başlangıçta ne için konulduysa onu göstermesidir. Lafızlar, zaman içerisinde ve

261 229 ihtiyaçlara binâen konulmuş oldukları anlamın dışındaki anlamları da göstermeye başlarlar. Bu, başlangıçta ikinci delâlet türü olan mecâz şeklinde olur. Bu mecâzî delâlet zaman içerisinde kanıksana kanıksana vaz olunduğu anlamın altında ikinci derecede hakikî anlamları oluşturur. Belâgat kitaplarında görülen menkûl, mürtecel gibi hakikate bağlı delâlet tipleri bu şekilde ortaya çıkar. Belâgat kitaplarında mana-yı lugavî terimi vaz olunan anlamı (mana-yı mevzûun-leh/mana-yı mâ-vuzia-leh) karşılar. Bir lafzın, bu manadan başka manalara da delâlet etmesi, aktarma (nakil) yoluyla olur. Bu aktarmada ilk anlamla lafzın aktarıldığı diğer anlamlar arasında bir alâkanın (ilgi, münâsebet) olup olmaması ve türü, yeni delâlet türünün isimlendirilmesinde ve bütün içerisindeki yerine oturtulmasında önemli bir ilkeyi oluşturur. Bu tasnifte alâka ile birlikte kullanılan en önemli ikinci ilke vaz dır. Nakil işleminde, alâka ve vaz ilkeleri, birlikte bulunursa ortaya çıkan yeni delâlet türüne eski belâgatçiler menkûl derler. Nakilde alâka olmayıp sadece vaz (vaz -ı cedîd) varsa bu delâlet türüne mürtecel denir. Vaz bulunmayıp sadece alâka bulunur ve bağlamda hakikî (lugavî) anlamın kastedilmesini ve (elbette anlaşılmasını) engelleyen bir ipucu varsa bu yeni delâlet türünün adı mecâz olur. Nakilde yine vaz bulunmayıp sadece alâka bulunur ve bağlamda lugavî anlamın kastedilmesi ya da anlaşılmasını engelleyen bir ipucu bulunmazsa bu delâlet türünün adı kinâyedir. Bir lafız, alâka ya da vaz olmaksızın, lugavî anlamı dışında bir anlamda kullanılıyorsa eski belâgatçiler buna galat derler. Bu delâlet türlerinden galat, geçersiz; diğerleri geçerli kabul edilir. Aşağıda delâlet türlerinin bu ilkelere göre tasnifini tablo hâlinde gösteriyoruz. alâka vaz karîne Var / yok Benzerlik (1) / bitişiklik (2) Var / yok Var / yok menkûl + ø ø mürtecel - ø + ø mecâz-ı mürsel istiâre kinâye + ø - - galat - ø Alâka, vaz veya karîne ilkesi, ayrımda yer almıyorsa ø işaretini kullanıldı; yer alıp da bulunuyorsa + ; bulunmuyorsa - işareti ile gösterildi. İstiâre ve mecâz-ı mürselin ayrımında benzerlik alâkası 1, bitişiklik alâkası 2 işareti ile gösterildi.

262 230 Yukarıdaki açıklama ve tabloda yer alan bilgileri, modern teorilerle birleştirerek vermeyi deneyen bir başka şemayı da aşağıya alıyoruz. 211 Lafz / GÖSTEREN Gösterilen 1, galat, mürtecel ve mecazda geçersizdir Galat Hakiki Anlam gösterilen2 GÖSTERİLEN 1 Toplum Adlandırması Vaz'î alaka Toplumsal yanlış adlandırma Kinaye Mürtecel MECAZ gösterilen 3 gösterilen 4 gösterilen 5 Ferdî, keyfî adlandırma Ferdî, keyfî, geçici adlandıma Gösterilen 1 ile alâkası olacak Gösterilen 1 DE GEÇERLİ Yukarıdaki şemalardan da görüleceği üzere delâlet, bir adlandırmadır. Bunlarda yer alan delâlet (adlandırma) türleri, birbirlerinden bazı ilkelerle ayrılırlar. Kendi oluşturduğumuz ilk tabloda biz, ilke olarak alâka, vaz ve karîneyi aldık. İktibâs ettiğimiz ikinci şemadaysa tasnifin toplumsallık-ferdîlik; doğruluk-yanlışlık; kalıcılık-geçicilik ilkelerine göre yapıldığını görüyoruz. Bu şemadaki doğruluk-yanlışlık ilkesi, bizim alâka ilkemizle eşleştirilebilir. Kalıcılık-geçicilik bizim vaz ilkemizin yerini tutar. Toplumsallık-ferdîlik (vâz ıı gösterir) ilkesi bizim tablomuzda yer almamaktadır. Buna mukabil bizim tablomuzda karîne şartı yer alırken diğer şemada bulunmamaktadır. İkinci şemaya göre, hakikat ve galat, bir anlamdan diğer anlama aktarma işinin yapanı (vâz ı)na göre ayrıldığı toplumsal birer adlandırma olup birbirlerinden doğruluk-yanlışlık ilkesi ile ayrılırlar. Mürtecel ve mecâz, ferdî adlandırmalar olup birbirlerinden kalıcılık-geçicilik ilkesine göre ayrılırlar. Kinâye ise hem toplumsal, hem de ferdî adlandırma olup kalıcılık-geçicilik ilkesine göre geçici adlandırmadır. Bazı belâgat âlimleri, menkûlü (alâka ve vaz ın birlikte bulunduğu nakil) örfî ve şer î olmak üzere esasen ikiye ayırıp sonra da örfîyi, ıstılâhî ve umûmî diye ikiye 211 Safiye Akdeniz, Hakikat / Mecaz Terimlerinin Belagat Sistematiği İçindeki Anlamı,

263 231 ayırırlarken; bazıları ıstılâhî, örfî ve şer î olmak üzere doğrudan üçe ayırırlar. A. Hamdî, bu ikinci grupta yer alır. Menkûlün bu ayrımı nâkil/vâzı a göredir. Istılâhî menkûlde nakil işini gerçekleştirenler bir meslek grubunun elemanlarıdır. Örf-i umûmîde nâkil/vâzı daha geniş bir kitledir. Bu geniş kitle, bir dili konuşan topluluğun tamamı olabileceği gibi belli bir coğrafyada yaşayan bir kesimi de olabilir. Menkûl-i şer ide nâkil/vâzı, Tanrı dır (bunlar salt Kur ân da geçen menkûllerdir). Bunlardan başka, kelimelerin zaman içerisinde anlam değiştirmesini göz önünde tutarak, zamanı da bir nâkil/vâzı olarak kabul edebiliriz. Bu durumda nâkil/vâzı sayısı dörde çıkar. Bunu bir şema hâlinde şu şekilde gösterebiliriz. Nâkil/vâzı zaman meslek grubu Tanrı halk Verilen örneklere baktığımızda menkûl-i örfînin, geniş kitleler tarafından kullanılan, sanat amacı güdülmeden halk tarafından üretilmiş sıradan mecâz-ı mürseller yani dilin mecâzları olduğunu söyleyebiliriz. Meselâ A. Hamdî, buna örnek verirken at a hayvan demeyi gösterir ki bu, aslında umûm-husûs ilişkisine göre kurulmuş bir mürsel mecâzdır. Cevdet Paşa, menkûl anlamla, lugavî (hakikî) anlam arasında hakikat ve mecâz olma ilişkisinin göreceli olduğunu söyler yani birisi mecâzken diğeri hakikat olur. Bu kullanıcının niyetine veya bağlama göre değişir. Meselâ, doktorlar arasında ateş ten söz edildiğinde ateş bu bağlamda hakikattir; kelimenin sözlük (hakikî) anlamı bu bağlamda artık mecâzdır. Diyarbakırlı Said Paşa, bir lafız kendi anlamı dışında başka anlamlara nakledildiğinde eğer asıl anlam terk edilirse buna menkûl, terk edilmezse ilk anlama hakikat, lafzın nakledildiği yeni anlamlara ise mecâz der. Mecâz-ı müfred mâ-vuz ia-lehini irâdeye mâni olacak bir karînenin vücuduyla mâ-vuz ia-lehinin gayrında istimâl olunan kelimedir. Lafzın mefhûmu taaddüd eylediği sûrette eğer iki mefhûm arasına nakil hulûl etmez ise o lafza müşterek denilir. Nakil hulûl eder ise nakilde münâsebet olup olmadığına bakılır. Münâsebet yok ise o lafza mürtecel ıtlâk edilir. Münâsebet olduğu hâlde ma na-yı evvelin metrûk olup olmadığına

264 232 nazar olunur. Metrûk olur ise menkûl, olmaz ise ma nâ-yı evvelde hakikat, sânide mecâz olur. 212 Bu konu ile ilgili son olarak bir lafzın delâlet ettiği anlam sayısı bakımından da çeşitli kısımlara ayrıldığını söylemeliyiz. Buna göre bir lafız, ya bir tek anlama ya da birden fazla anlama delâlet edebilir. Tek anlama delâlet eden lafza müfred birden fazla anlama delâlet eden lafza müşterek denir. Ahmed Cevdet Paşa, müşterek lafızlar için göz kelimesini örnek verip bu kelimenin insanın görme organı ve su kaynağı anlamlarında müşterek olduğunu söyler. Müşterek lafzın hangi anlamının kastedildiğinin ise karîne vasıtasıyla anlaşılabileceğini ifade eder. Bizce menkûl ve mürteceli de müşterek lafızlar arasında saymak gerekir. Lafız anlam adedi adı özelliği 1 anlamlı Müfred Sadece tek anlam 2 anlamlı Müşterek Her iki anlam da hakikat 2 anlamlı Menkûl Birinci anlam terk edilir 2 anlamlı Mürtecel İki anlam arasında ilgi yok Buraya kadar lafzın delâlet türlerinden hakikat üzerinde durduk. Buradan itibaren mecâza geçiyoruz. Mecâz: Yukarıda delâlet türlerinden bahsederken mecâzın bir sözün, bir alâkaya bağlı olarak ve vaz olmaksızın (yani geçici olarak) hakikî anlamı dışında kullanılması olduğunu söylemiştik. Burada isnadda gerçekleşen mecâz-ı aklî den değil, delâlete dayalı mecâz-ı lugavî den söz ettiğimizi hatırlatalım. Belâgatçiler mecâz-ı lugavîyi de müfred ve mürekkeb olmak üzere ikiye ayırırlar. Biz, çalışmamızın burasında müfred mecâzlar üzerinde duracağız. Belâgatçiler, bir lafzın mecâz olabilmesi için, hakikî anlamıyla, nakledildiği anlam arasında geçerli türden sahîh bir alâkanın olması gerektiğini söylerler. Böyle bir alâka bulunmuyorsa, hakikî anlamı dışında kullanılan bir lafız mecâz değil, galat ya da kinâye olur. Sözün burasında, bir lafzın mecâz mı kinâye mi olduğunun belirlenmesinde alâka dan başka karîne ilkesinin de kullanıldığını belirtelim. Biz, 212 Diyarbakırlı Said Paşa, Mizânü l-edeb, Şirket-i Mürettebiye Matbaası, İstanbul 1305, s

265 233 karîneyi incelemeyi, asıl ayırt edici olduğu istiâre bahsine bırakarak burada alâka üzerinde duracağız. Cevdet Paşa, alâkayı şu şekilde tanımlar. Alâúa, mevżû un-lehiñ àayri olan ma nânıñ, mevżû un-lehe, õihinde fi lcümle lüzûm ü ittiãâlidir. Ya nî bu ma nâ-yı haúîúîden evvel ma nâ-yı mecâzîye, õihniñ intiúâlini muãaóóıó olan bir münâsebetdir. 213 Alâka, hakikî anlamın dışındaki bir anlamın, zihinde hakikî anlamla birleşmesidir. Alâka bir başka deyişle zihnin hakikî anlamdan önce mecâzî anlama geçmesinin geçerli kılan bir münâsebettir. Eski belâgat kitaplarında benzerlik (müşâbehet) ve bitişiklik (müşâbehetin gayrı) olmak üzere iki tür geçerli alâkadan bahsedilir. Bu iki tür alâka mecâz-ı lugavînin iki ana türü olan mecâz-ı mürsel ve istiârenin ayrılma ilkeleridir. Bu iki alâka türünden, istiârenin ayırt edici ilkesi olan benzerlik (müşabehet), belâgat kitaplarında sarîh olarak geçerken, mecâz-ı mürselin ayırt edici ilkesi olan bitişiklik sarîh olarak geçmez. Belâgat kitapları bunun yerine müşâbehetin gayrı ibaresini kullanırlar. Bitişiklik terimini biz, belâgat kitaplarının mecâz-ı mürsel bahsinde verilen alâkaları inceleyerek bunların, hepsini karşılamak üzere kullanmaya karar verdik. Bitişiklik genel adı altında topladığımız ve genel olarak kavramların birbirlerine göre konumlarından hareketle tespit edilen bu alaka çeşitlerini aşağıda mecâz-ı mürsel bahsinde göreceğiz. a) mecâz-ı mürsel: alàúa-i muãaóóaóa, ma nà-yı mecàzì ile ma nà-yı haúìúì beyninde müşàbehetiñ àayrı olur ise mecàz-ı mürsel denir. (s. 88) Mecâzî anlam ile hakikî anlam arasında olması gereken sahîh alâka, benzerlik alâkası dışında bir alâka ise mecâz-ı mürsel denir. Mecâz-ı mürselin ana ilkesini oluşturan bitişiklik alâkası büyük bir çeşitlilik gösterir. Klâsik belâgat kitaplarında (özellikle Arap ve Fars belâgat anlayışlarında) yaklaşık yirmi beş çeşit bitişiklik alâkasından söz edilir, ancak Türk belâgatinde bunların hepsi de yaygın olarak kullanılmaz. A. Hamdî kitabında bunlardan 17 tanesine yer verirken 213 Ahmet Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, Akçağ Yay., Ankara 2000, s. 81.

266 234 Cevdet Paşa, en esâsî olan 9 tanesine yer verir. İki kitabın tasnifini bir tablo hâlinde aşağıda topluca sunuyoruz. Mecâz-ı mürselde alâka çeşitleri Belâgat-i Osmâniyye (Ahmed Cevdet Paşa) Âliyyet: Manâ-yı hakikînin manâ-yı mecâzîye âlet olmasıdır. Nitekim âlet-i tekellüm olan uzvı malûma mevzû, lisân lafzı lugat manasında istimâl olunur ve lisân-ı Arab, lisân-ı Türk denilir. Mazhariyyet: Manâ-yı hakikînin manâ-yı mecâzîye mahall-i zuhûr olmasıdır. Nitekim kol kuvvet ve kudretin mahall-i zuhûru olduğundan kudret masasında istimâl olunur ve Senin kolun uzundur denilir. Hulûl: Manâ-yı hakikî ile manâ-yı mecâzîden biri, diğere mahall olmaktır. Meselâ Mangalı yak denilir zikr-i mahall ve irâde-i hâl tarîkıyla içindeki kömür irâde olunur. Bu ateşi, öteki odaya götür denilir ve zikr-i hâl ve irâde-i mahall tarîkıyla içinde ateş olan mangal murad olunur. Sebebiyyet: Manâ-yı hakikî ile manâ-yı mecâzîden biri, diğere sebep olmaktır. Nitekim Bereket yağıyor denilir ve zikr-i sebeb ve irâde-i müsebbib kabîlinden olarak bereketten yağmur kastolunur. Ateş bastı denilir ve sebeb-i illet olan ateşten harâret kastolunur. Cüz iyyet: Manâ-yı hakikî ile manâ-yı mecâzîden biri, diğerinin cüz ü olmaktır. Nitekim zikr-i cüz ve irâde-i küll kabîlinden olarak Tırnağımı kestim, Sakalımı kestirdim denilir. Umûm: Manâ-yı hakikî ile manâ-yı mecâzîden biri diğerinden eâm olmaktır. Nitekim hayvan denilipte husûsiyyet vech ile at irâde olunur. Itlâk: Manâ-yı hakikî ile manâ-yı mecâzîden birinin, mutlak ve diğerinin mukayyed olmasıdır. Nitekim Âlem o âlem olmadığın şimdi anladım/âlemde âdem olmadığın şimdi anladım beytindeki âdemden kâmil ve vefâkâr âdem irâde olunduğu gibi. Kevniyyet: Bir şeyi, hâl-i sâbıkının ismiyle tesmiye etmektir. Nitekim Yetimlere mâllarını veriniz ki sinn-i rüşte bâliğ oldular denilir ve mukaddemen Yetim olan yiğitlere, eytâm sandıklarında mahfûz olan mâllarını veriniz demek olunur. Belâgat-i Lisân-ı Osmânî (Ahmed Hamdî) Şeyin âletinin ismini o şeye ıtlâk etmektir. Lugate, lisân demek gibi. Mücavireynden birinin ismini, diğerine ıtlâk etmektir. Oluk akıyor demek gibi. Mahallin ismini, hâle ıtlâktır; Çeşme akıyor denmesi gibi ve Köyden sual et demek gibi. Hâlin ismini mahalle ıtlâk etmektir. Misâli Seyr mahalline gittin diyecek yerde Seyre gittin demek gibi. Sebebin ismini, müsebbebe ıtlâk etmektir; meselâ köle ve câriyeye, mâl demek gibi Müsebbeben ismini, sebebe ıtlak etmektir. Yağmura, rahmet demek gibi. Küllün ismini, cüz e ıtlâk etmektir. Emmileye parmak, Mekke ve Medine ye Hicâz demek gibi. Cüz ün ismini, külle ıtlâk. Meselâ Berrü ş- Şam a Suriye demek gibi. Âmmın ismini, hâssa ıtlâktır. Ata, hayvan demek gibi. Hâssın ismini, âmma ıtlâktır. Misâli Filan adam rahmana secde etmiyor deyip de namaz kılmadığını murad etmek gibi. Mutlâkın ismini, mukayyede ıtlâk etmektir. Misâli bir kimseye araba hayvanı alınmasıyla emrolunacak iken bir Hayvan al denilmesi gibi. Alâka-i mâzî yani geçmişte olan şeyin ismini şimdiki şeye ıtlâk etmektir. Meselâ atika, köle ve bâliga, yetim demek gibi.

267 235 Evveliyyet: Bir şeyi, sonra bulunacağı hâlin ismiyle tesmiye etmektir. Nitekim Ateş yak denilir ve Ateş olacak kömürü yak demek olur. Kezalik Buğdaylar bitti denilir ve Buğday olacak ekinler bitti manâsı irâd olunur. Âtîde olacak şeyin ismini, şimdiki hâlde bulunan şeye ıtlâktır ki buna alâka-i istikbâliyyet derler. Üzüm suyuna şarab denmesi gibi. Müşâbihlerden birinin ismini, âhara ıtlâktır. Meselâ insan resmine insan demek gibi. Melzûmun ismini, lâzıma ıtlâk etmektir. Filan adamın hâli fakrına delâlet ediyor diyecek mahalde Hâli fakrını söylüyor demek gibi. Çünkü söylemeye delâlet lâzım gelir. Lâzımın ismini, melzûma ıtlâk etmektir. Filan adamı dövdüm diyecek yerde Te dib ettim demek gibi. Bir zıddın ismini, diğer bir zıdda ıtlâk etmektir. İstihzâ veya temlîh ile korkak adama aslan ve câhile âlim ve bahîle sâhî denmesi gibi. Bu tabloya bakıldığında, Ahmed Cevdet Paşa da yer alan dokuz ilkenin Ahmed Hamdî de de bulunduğunu görürüz. Şu farkla ki A. Cevdet Paşa ana ilkeleri verirken A. Hamdî, bu ilkelerden karşlıklılık ilişkisinden doğanları (hulûl, cüz iyyet, sebebiyyet, umûm) ikiye ayırarak (hâl-mahall, cüz -küll, sebep-müsebbep, umûm-husûs) vermiş ve Paşa nın dokuz ilkesini on üç maddeye yaymıştır. Hamdî, ayrıca, Cevdet Paşa da bulunmayan dört alâka daha (müşâbih-müşâbih, lâzım-melzûm, melzûm-lâzım, zıt-zıt) sayar ki bunlardan ikisi (lâzım-melzûm ve melzûm-lâzım), lüzûm adı altında birleştirilebilir ve bu durumda her iki müellifteki toplam alâka çeşidi on iki olur. Türk belâgat ve edebiyatında yaygın olarak kullanılan bu on iki mecâz-ı mürsel alâkasını, daha tümel olduğu için A. Cevdet Paşa nın yaklaşımını esas alarak açıklamaya çalışalım. Âliyyet: Bu alâka, bir lafzın hakikî anlamının, mecâzî anlamı için bir alet olması durumudur. Cevdet Paşa da A. Hamdî de bu alâka türü için, insanlar arası anlaşma vasıtası olan dil in, bu aktivitenin gerçekleşmesinde baş rolü oynayan insan organı dil ile isimlendirilmesi örneğini verirler. Mazhariyyet: Bu alâka, bir lafzın hakikî anlamının mecâzî anlamı için tezahür (görünme, ortaya çıkma) yeri olması durumudur. Cevdet Paşa, bu alâka için kol kelimesinin kudret i göstermek için kullanılması örneğini verir. A. Hamdî ise bu alâkaya iki mücavir (bitişik)den birinin adını diğerine vermek der ve Oluk akıyor örneğini

268 236 verir. Cevdet Paşa nın açıklama ve örneğinin Hamdî ninkine göre daha anlaşılır ve açık olduğunu söyleyebiliriz. Hulûl: Bir lafzın hakikî anlamı ile mecâzî anlamlarından her hangi birinin diğerinin bulunduğu mekân olması durumudur. Cevdet Paşa, mecâzî anlamın hakikî anlamın yeri olması durumu için Mangalı yak örneğini verir. Burada yakılacak olan mangal değil, mangalın içinde bulunan kömür dür. Yani kömür kelimesi yerine kömürü içinde bulunduran mangal kelimesi kullanılmıştır. Hakikî anlamın, mecâzî anlamın bulunduğu yer için ise Paşa nın verdiği örnek Bu ateşi öteki odaya götür cümlesidir. Burada asıl götürülmesi istenen şey mangal olduğu hâlde zikredilen şey mangal ın içinde bulunan ateş tir. Ahmed Hamdî, hulûl alâkasını iki madde hâlinde verir. a) Mahallin ismini hâle ıtlak ve b) Hâlin ismini mahalle ıtlak. Hamdî, birinci durum için Çeşme akıyor örneğini; ikinci durum için ise Seyre gittim örneğini verir. İlk örnekte çeşme su yerine; ikinci örnekte ise seyir seyir mahalli yerine kullanılmıştır. Sebebiyyet: Cevdet Paşa bunu, hakikî anlam ve mecâzî anlamlardan herhangi birinin diğerinin sebebi olması şeklinde açıklar ve bu alâka için Bereket yağıyor ve Ateş bastı örneklerini verir. İlk örnekte bereket kelimesi, mecâz olarak, kendi sebebi olan yağmur kelimesinin yerine; ikinci örnekte ise, ateş kelimesi, sonucu olan harâret yerine kullanılmıştır. Ahmed Hamdî, bu alâkayı da ikiye ayırarak verir: a) sebebin adını müsebbeb (sonuç)e vermek ve b) müsebbeb (sonuç)in adını sebebe vermek. Hamdî, sebeb i zikrederek sonuç u kastetmek için köle ve cariye ye mal denmesini; sonuç u zikrederek sebeb i kastetmek için ise yağmur a rahmet denmesini gösteriyor. Cüz iyyet: Lafzın hakikî ve mecâzî anlamlarından birinin, diğerinin cüz ü (parçası) olması durumudur; yani burada, ya küll (bütün) söylenerek cüz (parça) kastedilir ya da cüz söyenerek küll kastedilir. A. Hamdî, cüz iyyet alâkasını da Küllün ismini cüz e ve Cüz ün ismini külle vermek şeklinde ikiye ayırarak verir. Bunlardan ilki, yani küll/bütün ü zikrederek cüz/parça yı kastetmeye örnek olarak parmak ucu

269 237 (enmile) na parmak denmesini; ikincisi, yani cüz/parça yı söyleyerek küll/bütün ü kastetme için ise Berrü ş-şam a Suriye denmesini örnek gösterir. Umûm: Lafzın hakikî anlamıyla mecâzî anlamı arasında kapsama-kapsanma ilişkisinin olması demektir. Yani ya hakikî anlam mecâzî anlamı ya da mecâzî anlam hakikî anlamdan daha geneldir ve diğerini kapsar. A. Hamdî bu alâkayı da Âmmın adını hâssa ve hâssın adını âmma vermek şeklinde iki madde halinde verir. Genel olan hayvan lafzı kullanılarak özel olan at ın kastedilmesi durumunda genel olan hayvan lafzı mecâz olarak kullanılmış demektir. Yalnız burada A. Cevdet Paşa, Bir hayvan gördüm cümlesindeki hayvan lafzının mecâzî anlamda değil hakikî anlamda olduğunu söyler. Çünkü burada söz konusu olan hayvanın ne olduğu açıkça belirtilmemekte ve o hayvan hayvan grubunun bir üyesi olmak sebebiyle zatında hayvan olma özelliğini bulundurmaktadır. Yani bu cümlede hayvan cinsi değil; o cinse ait bir fert kastedilmekte ama türü açıkça belirtilmediği için cinsi ön plana çıkmakta ve dolayısıyla hayvan lafzı mecâz olarak değil hakikat olarak kullanılmaktadır. Itlâk: Lafzın hakikî ve mecâzî anlamlarından birinin mutlak diğerinin mukayyed olması durumudur. Burada mukayyed bir özellik veya nitelikle sınırlandırılmış, belirginleştirilmiş anlamına; mutlak ise hiçbir özellik veya nitelikle sınırlandırılmamış anlamına gelir. A. Hamdî, bu alâkaya örnek olarak birine araba hayvanı (arabaya koşulmaya, yük çekmeye mahsus hayvan) al demek yerine sadece bir hayvan al denmesini gösterir. Burada araba hayvanı mukayyed, hayvan mutlaktır; çünkü ilkinde hayvan bir nitelikle sınırlandırılmış, ikincisinde ise hayvan a her hangi bir sınırlama ve kısıtlama getirilmemiştir. Kevniyyet: A. Cevdet Paşa, bu alâkayı Bir şeyi geçmişteki hâlinin ismiyle isimlendirmektir diye açıklarken A. Hamdî, alâka-i mâzî dediği bu alâkayı Geçmişte olan şeyin ismini şimdiki şeye ıtlak etmek olarak açıklar ve atik (azat edilmiş köle) a halen köle denmesini buna örnek olarak verir. Evveliyyet: Bir şeyin daha sonra alacağı / bulunacağı halin ismiyle isimlendirilmesidir. Cevdet Paşa bu alâka için iki örnek verir. Biz bunlardan sadece birincisini vereceğiz. Ateş yak. Cevdet Paşa, bu cümlede ateş le kastedilenin ateş olacak kö-

270 238 mür olduğunu ifade eder. A. Hamdî ise alâka-i istikbâliyyet dediği bu alâka türü için henüz şaraba dönüşmemiş üzüm suyu na şarab denmesini örnek gösterir. Buraya kadar verilen alâka türleri Cevdet Paşa ve Hamdî de ortaktır. Şimdi de Cevdet Paşa da bulunmayıp sadece Ahmed Hamdî de bulunan alâka türlerinden söz edelim. Zıtlık: Ahmed Hamdî, bu alâkayı birbirine zıt olan iki şeyden birinin adını diğerine vermek şeklinde açıklar ve bu alâka türü için korkak adam a aslan, cahil e âlim ve cimri ye cömert denmesini örnek olarak gösterir. Müşâbehet: A. Hamdî Müşâbihlerden birinin ismini âhara ıtlaktır şeklinde açıkladığı bu alâka türü için insan resmi ne insan denmesini örnek gösterir. Müşâbehet aslında bir başka mecâz türü olan istiârenin alâkası olduğu için burada bu alâkanın isimlendirilmesinde bir sorun vardır. Müşâbehet kelimesi Hamdî de geçmez; bu kelimeyi Hamdî nin açıklamasında yer alan Müşâbih kelimesinden hareketle alâkayı isimlendirmek için biz kullandık; ama bizce buradaki gerçek bir müşâbehet değil; sahte bir müşâbehet tir. Lüzûm: A. Hamdî, bu alâkayı da iki madde hâlinde verir: a) Melzûmun ismini lâzıma ıtlak etmek ve b) Lâzımın ismini melzûma ıtlak etmek. A. Hamdî, bunlardan ilk durum için Filan adamın hâli fakrını söylüyor cümlesini verir ve bu cümlenin Filan adamın hâli fakrına delâlet ediyor cümlesi yerine kullanıldığını ifade eder ve bu durumu söylemek fiilinin delâlet i gerekli kılmasıyla açıklar. Lâzım ın melzûm yerine kullanılması için ise Filan adamı dövdüm demek yerine Filan adamı te dib ettim denmesini örnek olarak verir. Bu örneklerden yola çıkarak lüzûm (lâzım melzûm) alâkasında, Lâzım ın melzûm un ayrılmaz parçası olduğunu söyleyebiliriz. Yani aslında bu bir tazammun ilişkisi olup melzûm lâzım ı zorunlu olarak içeriyor da diyebiliriz. Bir başka deyişle melzûm sème ler bütününden oluşan küllî bir anlam, lâzım ise bu küllî anlamın zorunlu sème lerinden biridir. Ahmed Hamdî, mecâz-ı mürsel bahsini bitirirken Velhâsıl iki şey meyânında nev en-mâ lâzımiyyet ve melzûmiyyet olur ise mecâzen ahada-hümânın ismini âhara

271 239 ıtlâk câiz olur cümlesini kullanır ki biz bundan, onun (mürsel) mecâzın temel alâkası olarak lüzûm (lâzımiyyet melzûmiyyet) alâkasını gördüğü sonucuna varıyoruz. b) istiâre: Yukarıda, hakikat mecâz ve alâka bahislerinde istiârenin benzerlik (müşâbehet) alâkasına dayanan bi mecâz türü olduğunu söylemiştik. Şimdi, burada, istiâre konusunu ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Bu bahse, istiârenin Belâgat-i Lisân-i Osmânî deki tanımıyla başlıyoruz: İsti Àre ekåeriyà mütekellimiñ fi li olan müşebbehün-bihiñ ismini müşebbehde edàt-ı teşbìh muømer olunaraú isti màl etmege derler. (s. 90) İstiâre genellikle mütekellimin, kendisine benzetilenin ( müşebbehün-bih ) ismini teşbîh edatını benzetilende ( müşebbeh ) gizleyerek kullanmasına denir. Bu, istiâreyi bir edebiyat (belâgat) nesnesi (terimi) olarak değil de mütekellimin yaptığı bir iş olarak ortaya koyan bir tanımdır. Benzer bir tanım, aynı dönemde yazılmış bir başka belâgat kitabında, Ahmed Cevdet Paşa nın Belâgat-i Osmâniyye sinde de görülür (Paşa, istiâreyi bir nesne, bir belâgat terimi olarak da ayrıca tanımlar). A. Cevdet Paşa nın, bir iş (masdar) olarak istiâre tanımı şu şekildedir: Ve bazan masdar olarak, müşâbehet alâkasıyla bir lafzı, ma nâ-yı mevzûun-lehin gayrıda isti mâl etmek ma nâsına gelir. İstiârenin böyle tanımlanması onun rüknlerinin (unsurlarının) belirlenmesinde bir kolaylık sağlar. Nitekim, Ahmed Hamdî de A. Cevdet Paşa da istiârenin unsurlarını bu tanımlarından hareketle verirler. Buna göre, istiâreyi yapan kimseye müsteir, ma nâ-yı müşebbehün-bih e müsteârun-minh, lafz-ı müşebbehün-bih e müstear ve ma nâ-yı müşebbeh e müstearun-leh denir. Bunlardan sadece üç tanesi, müstearun-minh, müstear ve müstearun-leh istiârenin unsurlarını oluşturur. Müsteir istiârenin unsurlarından değildir. Yukarıda saydığımız unsurların açıklamalarına ve birbirleriyle ilişkilerine geçmezden evvel, istiârenin bir belâgat nesnesi (terimi) olarak tanımını önce Cevdet Paşa dan naklen verecek sonra da genel bir istiâre tanımı yapmaya çalışacağız.

272 240 Cevdet Paşa, bir belâgat nesnesi olarak istiâreyi şöyle tanımlar: İstiâre, müşâbehet alâkasıyla ve karîne-i mânia ile ma nâ-yı mevzûun-lehin gayrıda müst amel olan lafızdır. Bu tanımda belirleyici olan müşâbehet alâkası ve karîne-i mâni a dır. Müşâbehet alâkası bir mecâz türü olan istiâreyi bir başka mecâz türü olan mecâz-ı mürselden ayıran ilkedir. Karîne-i mâni a ise, hakikat, mecâz ve kinâyenin birer delâlet türü oldukları hatırda tutulursa, istiâreyi (ve elbette mecâz-ı mürseli) diğer delâlet türleri olan hakikat, kinâye ve belâgatçiler tarafından hakikate dâhil, fakat yanlış bir delâlet türü olarak kabul edilen galattan ayıran ilkedir. Müşâbehet alâkası istiâreyi mecâz-ı mürselden ayırmaktan başka onu teşbîhle akraba da yapar. Nitekim, Ahmed Hamdî nin istiâreyi tamamen teşbîhin rükünlerini kullanarak müşebbehün-bihin ismini, teşbih edatı müşebbehte zımnen bulunmak üzere, müşebbeh için kullanmaktır şeklinde tanımladığını hatırlayalım. İstiâre, teşbîh esasına dayanmakla birlikte, teşbîhin bir tek ögesini kullanmasıyla ondan ayrılır. Bundan dolayı da istiâre bazı araştırmacılar tarafından eksiltili (elliptique) bir teşbih (comparaison) 214 olarak kabul edilir. İstiâre her ne kadar teşbîhten kaynaklansa ve bazı kitaplarda onun terimleriyle tanımlansa da kendine özgü terimleri vardır. Yukarıda bu terimleri ve teşbîhin terimleriyle eşleştirerek vermiş ve bunların açıklamasını daha sonra yapacağımızı söylemiştik. Fakat bu açıklamalara geçmeden önce, karîne-i mâni a hakkında da bir iki şey söylememiz gerekir. Karîne-i mâni a, bir lafzın hakikî anlamında ya da galat olarak değil de mecâz olarak kullanıldığını gösteren bir emâre, bir belirtidir. Karîne(-i mâni a) isnâdda gerçekleşen mecâz-ı aklî konusunu da ilgilendiren bir ilke olduğu için isnâd bahsinde üzerinde ayrıntılı olarak durmuştuk. Bu yüzden burada, karîne(-i mâni a)nın lafzî, âdî ve aklî olmak üzere üç türü bulunduğunu hatırlatmakla yetineceğiz. Geniş bilgi için çalışmamızın ilgili kısmına bakılabilir. Şimdi istiârenin ögelerine ve bunların açıklamalarına geçebiliriz. 214 R. Filizok, İstiare (Métaphore),

273 241 İstiâre, esas itibarıyle, teşbîhin ögelerinden müşebbehün-bihin (kendisine benzetilen) lafzının -Göstergebilim ifadesiyle göstereninin- müşebbehin (benzetilen) ma nâsı -yine Göstergebilim ifadesiyle gösterileni- için kullanıldığı bir mecâz türüdür. Buna yukarıda değinmiş ve bu ögelerin istiâre de belâgatçiler tarafından nasıl isimlendirildiğini söylemiştik. Hatırlanacağı üzere belâgatçiler müşebbehün-bihin manasına müstearunminh (kendisinden ödünç alınan), müşebbehün-bihin lafzına müstear (ödünç alınan) ve müşebbehin manasına müstearun-leh (kendisi için ödünç alınan) diyorlardı. Bu üç öge, istiârenin aslî ögeleriydi. Teşbîhte vech-i şebeh denen ögenin de câmi adıyla bu üç ögeye katılmasıyla istiârenin aslî ögelerinin sayısı dörde çıkar. Bazı araştırmacılar bu dört ögeye beşinci öge olarak karîne-i mâni ayı da eklerler 215 ; ama biz karîne-i mâni ayı, daha çok, mecâz türlerinin (mecâz-ı mürsel ve istiâre) kinâye, hakikat ve galattan ayırt edilmesinde bir ölçüt, âlet olarak gördüğümüz için, istiârenin aslî ögesi olarak kabul edilmesi düşüncesine katılmıyoruz. Şimdi, istiârenin bu dört aslî ögesini, Hadi aslanlarım saldırın! cümlesini örnek olarak kullanıp topluca ve maddeler hâlinde verelim. Ögelerin Adları 1. müstear 2. müstearun-minh 3. müstearun-leh Teşbîhteki Karşılıkları müşebbehünbih in lafzı müşebbehünbih in manası müşebbehin manası 4. câmi vech-i şebeh Göstergebilimdeki Karşılıkları gösteren gösterilen (kaynak) gösterilen (hedef) iki gösterilen (kaynak ve hedef) arasındaki ortak sème ler a-s-l-a-n Erkekleri yeleli, yırtıcı, koyu sarı renkli güçlü bir memeli türü 216 // Kedigiller familyasının Afrika ve Asya da yaşayan en güçlü hayvanı 217 asker, futbolcu, basketbolcu, voleybolcu vs cesaret, kahramanlık Bu tablo ve örnekten görüldüğü üzere gösteren, kaynak gösterilen den alınıp hedef gösterilen için kullanılmaktadır. Örnek cümlemizi her hangi bir senaryo içinde kullanabiliriz. İstiârenin ölçütlerinden olan karîne-i mâni a cümlemizin kullanıldığı senaryoya göre değişecektir. Mesela senaryomuz bir savaş olduğunda aslan kelimesinin hakikî anlamında ya da galat olarak kullanılmadığının karinesi savaş alanında gerçek bir aslanının bulunmayacağı ve onlara saldırın emrinin verilemeyeceği ni bilmemizdir. 215 İsmail Durmuş, istiare, TDVİA, C. XXIII, İstanbul 2001, s Türkçe Sözlük, TDK Yay., Ankara Türkçe Sözlük, Kocaoluk Yay., İstanbul 1990.

274 242 Bu yüzden bu senaryoya göre bu istiârenin karinesi tür olarak karîne-i âdiyyedir. Senaryomuz bir futbol maçı olsaydı, bu sefer karîne gerçek bir aslanın futbol sahasında bulunamayacağı önbilgisi olacaktı. Yani, karîne-i âdiyye, muhatap için alışılmış, kanıksanmış şeylerdir; bir başka deyişle muhatabın zihninde önceden, özellikle bir yaşanmışlık neticesinde kodlanmış olarak bulunan önbilgilerdir. Muhatap, kelimenin hakikat ya da galat olmayıp mecâz olduğunu bu önbilgiye dayanarak bilir. İstiârenin türlere ayrılması Ahmed Hamdî, istiâreyi Türkçedeki kullanım sıklığına bakarak türlere ayırır ve dilimizde yoğun olarak kullanılan dört istiâre türünü verir. A. Hamdî sırasıyla isti âre-i musarraha (açık istiâre, benzetilen yok), isti âre-i mekniyye (kapalı istiâre, kendisine benzetilen yok), isti âre-i tahyîliyye (kendisine benzetilen yok), isti âre-i temsîliyye (= mecâz-ı mürekkeb, atasözleri ile kurulan istiâre, kendisine benzetilen yok) örneklerle izâh eder. Bu istiâre çeşitlerini şema hâlinde veriyoruz. Kitaptan bunlarla ilgili açıklamaları ve örnekleri aşağıya alıyoruz. Türleri Alt türleri Açıklama Örnek 1. musarraha a) mutlaka b) mücerrede c) muraşşaha istiâre 1. musarraha 2. mekniyye 3. tahyîliyye 4. temsîliyye a. mutlaka b. mücerrede c. muraşşaha Şekil 22 Ahmed Hamdî'nin istiâre türleri tasnifi Kendisine benzetilen söylenir. müşebbehün-bihden ibâret olan müsteârün-minh zikrolunup karîne-i mani a delâletiyle müşebbehden ibâret olan müsteârün-leh murâd oluna. Ne kendisine benzetilene ne de benzetilene yakındır. gerek müsteârünminh gerek müsteârün-lehe mülâyim bir şey bulunmaz Benzetilene yakındır. müsteârün-lehin mülâyimine mukârindir Kendisine benzetilene yakındır. müsteârün-minhin mülâyimine mukârindir Bugün hamamda bir arslan gördüm. (Hamam karînesiyle, arslan, cesur adam yerinde kullanılmıştır). Bugün hamâmda bir arslan gördüm. Bugün silâhlı bir arslan gördüm. Bugün keskin tırnaklı bir arslan gördüm.

275 mekniyye 3. tahyîliyye 4. temsîliyye /mecâz-ı mürekkeb Benzetileni söyleyerek kendisine benzetileni kastetmektir. müşebbehi zikir ve müşebbehün-bihi murâd etmekdir Meknî istiârele birlikte bulunur. daima mekniyye ile beraber olur Birtakım maddelerden birleşmiş bir heyeti, başka bir heyete benzetmek. Yaygınlaşırsa atasözü olurlar. bir takım mevâddan terekküb etmiş bir heyeti âhar bir heyete teşbîh tarîkıyla istiâre yapılır Filan adam dil-sîr-i (gözü gönlü doymuş) ikbâl olmuş. (İkbâl, nevâl ve nasibe benzetilerek nevâlin (kısmet) mülâyimi olan dil-sîr bu teşbîhe delâlet için ikbâle mukârin kılınmıştır.) Filan adam saman altından su yürütür (Burada saman altında su yürütme hâlinden alınan heyet, gizlice iş yapma heyetine teşbîh olunmuştur.) Bunun dışında istiâre, isimde (asliyye) ve fiil veya edatta (tebeiyye) olmasına göre kısımlara ayrılır. Ahmed Hamdî kitabında istiârenin bu gramatikal ayrımına girmez. Cevdet Paşa dan bunun örneklerini alıyoruz. Din-i hak için tarîk-i müstakîm in kullanılmasını asliyyeye İmdi bu at uçuyor örneğini (atın seğirtmesi, süratte kuşun uçmasını karşıladığından) tebeiyyeye örnek olarak verir Kinâye KinÀye lafôıñ, ma nà-yı haúìúìsiniñ ìràdesine úarìne-i màni a olmaúsızın làzımını muràd etmege derler. (s. 92) Lafzın, gerçek anlamının kastedilmesine engel bir karîne olmaksızın lâzım ını (kendisi dışında bir başka kelimeyi) kastetmektir. ( Lâzım, bir kelimenin sanat dolayısı ile yeni bir manada kullanılmasına denir. Yaprak kelimesinin kâğıt için kullanılması gibi. Buna göre melzûm, ağacın yaprağı olmaktadır.) A. Hamdî, kinâye için yaptığı yukarıdaki tanımın ardından konuya birisinin cömertliğini kastederek, Kapısı açıktır örneği ile girer. Burada hakikatte kapısının açık olması da kastedilmiş olabileceğini hâlbuki mecâzda, gerçek anlamın kastedilmesine engel bir karîne bulunduğu için mecâzî anlam ile gerçek anlamın birlikte kastedilemesinin mümkün olamayacağını ifade eder. Bundan sonra kinâyeyi üç grup altında verir. 1. Önce kinâyeyi oluşturan lafız ile bu lafzın nitelediği bir şeyin ( mevsûf ) kastedilmesi hakkında gramatikal yönden yapılmış olan müfrede ve mürekkebe ayrı- 218 Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e., s

276 244 mını verir. Mahall-i hased deyip kalbi kastetmek tek olan bir şeyin anlamını (tekil) karşıladığı için kinâye-i müfrede olarak adlandırılır. Birkaç anlamı içeren sıfatlar ile tek bir mevsûfun kastedilmesi kinâye-i mürekkebe olarak adlandırılır. Örneğin doğru boylu, tırnağı enli hayvan (birkaç anlamı içeren sıfat) deyip de insan ı (bir tek mevsûf) kastetmek gibi. 2. Kinâyeyi oluşturan lafızla (bu lafzın hakikatine) sıfat olan bir şeyin kastedilmesine göre kinâye, karîne-i vâzıhalı kinâye, karîne-i hafiyeli kinâye ve kinâyei ba îde alt dallarına ayrılır. Burada kastedilen sıfata ( sıfat-ı matlûba ) intikâl hiç düşünmeden ve vasıtasız olursa bu kinâyeye karîne-i vâzıhalı kinâye denir. Örneğin Filan kimsenin kılıcının bağı uzundur dendiğinde zihin, o kimsenin boyunun uzun olmasına düşünmeden ve vasıtasız intikâl eder. Zihnin, kastedilen manaya vasıtasız, ama bir süre düşündükten sonra intikâl ettiği kinâyeye de karîne-i hafiyyeli kinâye denir. Örneğin Filan adamın kafası kalındır diyerek o adamın ebleh olması kastedildiğinde bu cümleden ebleh e geçiş biraz düşünme ile mümkün olur. Kinâyeyi oluşturan lafızla kastedilen sıfat ( sıfat-ı matlûba ), ancak bir vasıta ile intikâl olunursa kinâye-i ba îde denir. Örneğin bir kimsenin cömertliğini Filan kimsenin kapısı açıktır diyerek anlatmak istediğimizde zihin önce kapı açıklığı ndan o kimsenin konağına gelip gidenlerin çok olduğuna ve buradan da yedirip içirmesinin çokluğuna ve buradan da kişinin cömertliğine intikâl eder. 3) Kinâyenin üçüncü kısmı, kinâyeyi oluşturan lafızla bir nisbet i kastedilen kinâyedir. Örneğin Filan kimse pâk-dâmendir diyerek o kimsenin takvasına nisbet gibi. Buna göre kinâye sıfat, mevsûf ve nispette olabilir. Kinâyenin nerede bulunduğunu bunlara bakarak anlayabiliriz. Aşağada bu ayrımları şema ile veriyoruz. Kinâye 1.mevsûf (müfrede-mürekkebe) 2. sıfat(vâzıha, hafiyye, ba îde) 3. nispet NİSPET yeşil sıfat ev mevsûf

277 245 A. Hamdî, kinâyenin bir kelâmda övgü ya da yergi ya da çirkin bir şeyi güzel göstermek için yapıldığını şu örneklerle verir. Övgüye örnek pâk-dâmen, yergiye örnek koca kafalı ve çirkini güzel göstermeye örnek görevden birini almaya afv demek ve yol etmeye abdesti bozmak demek gibi. Cevdet Paşa nın konu hakkında önemli gördüğümüz görüşlerini aynen alıyoruz. Şöyle ki eger lâzım ile melzûm arasında vâsıtalar çok olur ise telvîh denilir. Nitekim Ramazanda anın matbahında yevmiyye şu kadar çeki odun sarf olunur. denildikde bu ibâreden, matbahda çok yemek pişdiğine ve andan ekelenin ve müsâfîrinin kesretine ve andan, sâhib-i hânenin mizyâf ve kerîm olduğuna intikâl olunur. Ve eger vâsıta az olup da lüzûmda hafâ olur ise remz denir. Nitekim kalın kafalı terkîbinden ebleh ma nâsına intikâl, biraz fikir ile hâsıl olur. Ve eger lüzûmda hafâ dahi bulunmaz ise îmâ ve işâret denilir. Nitekim Lutf u kerem, anın hânesindedir. denilir ve Sâhib-i hâne, ehl-i lutf u keremdir. demek olur. Kezâlik Kerem dedikleri şey, anın konağına konmuş ve orada yaslanıp kalmış. denildikde, keremin ol konağa konması, orada vücûdundan kinâyedir; orada vücûdu dahi sâhib-i hâneye sübûtundan kinâye olur ve kerem, burada müsâfire teşbîh olunmağla isti âre-i mekniyye dahi vardır 219 Cevdet Paşa nın yukarıda ayrımları kinâyenin anlaşılmasındaki ( lâzım ile melzûm arasındaki) vasıtaların derecesine göredir. Şema olarak aşağıya alıyoruz. kinâye 1.telvîh 2. remz 3. imâ 4. işâret Şekil 23 Cevdet Paşa nın vasıtalarına göre kinâye tasnifi Kinâyede hem vaz îdir hem de vaz dışı olabilir. Bunun dışında hem hakikat hem de hakikat dışı olabilir. A (hakikat) DİNLEYEN KONUŞAN niyet B (hakikat dışı) Sadece A yı anlama 2 sini (A ve B yi) anlama Sadece B yi anlama 219 Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e.,. s

278 246 Bedî a. Ahmed Hamdî nin Bedî İlminin Konularını Tasnifi Fenn-i Bedî b. Tanımlar ve Açıklamaları Bedî: A. Muhasenât-ı maneviyye (mana sanatları) Şekil 24 Ahmed Hamdî'nin bedî ilmi tasnifi vücÿh-ı taósìn-i kelàmı bildirir fendir. (s. 4) Kelâmı güzelleştirmenin yollarını öğreten fendir. B. Muhassenât-ı lafziyye (lafız sanatları) Bedî belâgatte, kelamı lafız ve mana yönünden güzelleştirme yollarına ait bilgileri ihtiva eden ve bu husûstaki kaideleri inceleyen ilim dalıdır. 220 Daha önce belâgat kitaplarındaki tasnifler hakkında bilgi verirken bedînin ilm-i belâgate, sonradan eklenen (Kazvinî ile bedî, klâsik belâgatin müstakil bir bölümü olarak kabul edilir) üçüncü bir dal olduğundan bahsetmiştik (Bk. s. 127). Bu yüzden burada konunun tarihî detaylarına girmeyerek Ahmed Hamdî nin görüşlerine yer veriyoruz. A. Hamdî vücûh-ı tahsîn-i kelâm ı öğrettiğini ifade ettiği bedîyi şu şekilde açıklar. insicâm ve intisâk-ı kelâmda sem a mülâyim ve hoş gelecek ve hüsn-i tertîbe letâfet verecek tenâsüb-i kelimât ve tecâvüb-i fıkarât hâssasıdır ki o da sanâyî -i maneviyye ve lafziyyeyi muhtevî fenn-i bedî i bilmek ile hâsıl olur. (s. 94) Onun bu açıklamalarının anlaşılması için maddeler hâline getirerek veriyoruz: a. İnsicâm ve intisâk-ı kelâmda kulağa mülâyim ve hoş gelecek (yapıyı sağlayan şey) tenâsüb-i kelimât ve tecâvüb-i fıkarâttır. b. Hüsn-i tertibe letafet verecek (olan şey) tenâsüb-i kelimât ve tecâvüb-i fıkarâttır. c. (Bir kelâmda tenâsüb-i kelimat ve tecâvüb-i fıkarâtı sağlamak) sanâyi-i maneviyye ve lafziyyeyi konu edinen fenn-i bedîyi bilmekle hasıl olur. 220 H. Akdemir, a.g.e., s. 8

279 247 d. İlm-i bedînin konusu olan sanâyi-i maneviyye ve lafziyyenin bütününe birden vücûh-ı tahsîn-i kelâm denir. Yukarıdaki ibârelerde geçen 1. insicâm-ı kelâm (tutarlılık) - ilm-i meânînin konusudur. 2. intisâk-ı kelâm (bağdaşıklık) - ilm-i beyânın konusudur. 3. hüsn-i tertîb (kelâmın güzel bir şekilde tertip edilmesi), ilm-i bedînin konusudur. Belâgatte edebî sanatlar sınıflandırılırken kelime düzeyinde gerçekleşen ve metin düzeyinde gerçekleşen edebî sanatlar ayrımı yapılır. Buna göre tenâsüb-i kelimât ın kelime ve kelimenin diğer kelimelerle ilişkilerini tecâvüb-i fıkarât ın ise kelime üstü birimler arası ilişkileri incelediği görülür. Belâgat âlimleri, belâgatin tâbilerini bilmek için meânî ve beyân dan sonra üçüncü olarak bedî ilmine ihtiyaç duymuşlar ve bu ilimle sözü güzelleştirme yollarını ve edebî sanatları öğretmeyi amaçlamışlardır. Belâgatçilere göre belîğ kelâm, fesâhatten ve muktezâ-yı hâle uygunluktan sonra bedîyi de içine aldığında etkisi artar. Bedî, lafzî ve manevî sanatlar olarak iki kısım hâlinde incelenir. Lafzî sanatlar a) Kelimelerin dizilişi, b) Cümle kuruluşu, c) Ses uyumu vs. olur. Mana sanatları ise kelâmın anlamını esas alır. Belâgat âlimleri kelâmın anlaşılmasını güçleştirmesi durumunda lafız ve mana sanatlarının güzellik yerine belâgati bozacağını bir sözde meânî ve beyân sağlanmadan bedînin tek başına faydasız olacağını ifade ederler. Belâgatte bedî bölümünde edebî sanatlara sıra ile tek tek yer verildiği gibi meânî ve beyân bölümlerinde de aynı edebî sanatların bazı durumlarda verildiği görülmektedir. Örneğin irsâd, teshîm, reddü l- acüz ale s-sadr meânî bölümünde ve bedî bölümünde izâh edilen edebî sanatlardır.

280 248 A. Hamdî nin kitabının bedî kısmındaki sanatlarla Cevdet Paşa nın Belâgat-i Osmâniyye sinin bedî kısmındaki sanatların karşılaştırmalı tablosuna yer veriyoruz. 221 Anlam Sanatları Lafız Sanatları BLO BO BLO BO 1. sanat-ı tıbâk + cinâs iştikak + sanat-ı mürâ ât-ı nazîr + terdîd + (sanat-ı telfîk / i tilâf / tevfîk /tenâsüb) 2. teşâbüh-i etrâf + îhâm-ı tenâsüb + 3. irsâd ve teshîm reddü l- acüz ale s-sadr - 4. sanat-ı müşâkele + irsâl-i mesel - 5. sanat-ı müzâvece - telmîh + 6. tecâhü l-i ârif + sanat-ı iktibâs + 7. sanat-ı tevriye (sanat-ı îhâm ve sanat-ı sirkat + tevcîh ve sanat-ı temsîl) + 8. sanat-ı aks + fıkra + 9. sanat-ı rücû + seci sanat-ı tecrîd - sanat-ı muvâzene sanat-ı tevcîh (muhtemilü z-zıddeyn) + lüzûm-mâ-lâ-yelzem (iltizâm / tazmîn / teşdîd / i nât) sanat-ı leff ü neşr + sanat-ı tersî sanat-ı cem + i tirâz-ı kelâm kable t-temâm sanat-ı tefrîk + sanat-ı tensîku s-sıfât sanat-ı taksîm - siyâkatü l-a dâd cem ma a t-tefrîk cem ma a t-taksîm cem ma ü -tefrîk ve l-taksîm mübâlağa-i makbûle tefsîr-i celî tefsîr-i hafî edeb-i taleb ve hüsn-i sû al hüsn-i tahallüs (girîzgâh) sanat-ı hüsn-i ta lîl sanat-ı tefrî te kîdü l-medh bimâ yüşbihü zzemm/istidrâk te kîdü z-zemm bimâ yüşbihü l-medh BLO: Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, BO: Belâgat-i Osmâniyye. Artı olanlar BLO ve BO da ortak olan sanatları, eksiler BLO da yer alıp BO da yer almayan sanatları gösterir. işareti ile gösterilenler, A. Hamdî nin aslî olarak değil, kendinden önceki sanatın eki (mülhâkât) olarak kabul ettiği sanatlardır. 222 BO da teshîm e yer verilmeyip sadece irsâd sanatına yer verilmiştir. Mülemmâ, muammâ, lügâz ve tarîh sanatları, BO da yer almakla birlikte BLO da yer almaz. 223 BO da bu sanat, Hâtime bahsinde yer alır.

281 249 Tabloda da görüldüğü gibi A. Hamdî 27 mana sanatını kitabına alırken Cevdet Paşa 19 mana sanatını alır. Lafız sanatları karşılaştırıldığında yine Hamdî nin sayıca daha fazla sanata yer verdiği görülmektedir. A. Muhassenât-ı Maneviyye: Belâgat-i Lisân-ı Osmânî de yer alan bu toplam 27 mana sanatı ile ilgili tanımları ve açıklamaları kitaptaki sırasını takip ederek aşağıya alıyoruz. 1. sanat-ı tıbâk: Münşe at-ı Türkiyyede beyne l-üdebà merì yyü l-icrà olan muóassinàt-ı ma neviyyeden biri ãan at-ı ùıbàúdır. Bu da kelàm-ı menåÿr ve şi irde fi lcümle müteúàbileyn olan kelimeleriñ cem ine derler. MeåelÀ dost ve düşman ve beyàż ve siyàh ve emåàli müteúàbileyn gibi. (s. 95) Türkçe metinlerde edipler tarafından yaygın olarak kabul gören muhassenât-ı maneviyye den biri sanat-ı tıbâktır. Dost-düşman, siyahbeyaz gibi karşıt kelime çiftlerini nesirde veya şiirde aynı bağlamda kullanma sanatına denir. Yukarıda geçen tanımın ardından A. Hamdî, mananın olumlu ya da olumsuz oluşuna göre tıbak sanatının ayrımına yer verir. a. tıbâk-ı mûcib (gramatikal olarak olumlu tıbâk) b. tıbâk-ı îcâb ve selb (gramatikal olarak olumsuz tıbâk) a. tıbâk-ı mûcib: ÙıbÀú-ı mÿcib, hep kelimàt-ı mevrÿde elfàô-ı mÿcibe olmaàla olur. (s. 95) Metinde kullanılan bütün mütekâbil 224 (oppozition) kelimelerin elfâz-ı mucibe (gramatikal olarak olumlu kelimeler) olmasıdır. A. Hamdî, tıbâk-ı mûcib için şu örneği verir. Bezm u remzi verd ü hâr u afv u hışmı nûr u nâr Emn ü bîmi taht u dâr u mihr ü kîni fahr u âr 224 mütekâbil: 1. tekabül eden, biri ötekinin karşısında olan. 2. mat. karşıt OTAL

282 250 mütekâbil 1 X mütekâbil 2 mütekâbil 3 X mütekâbil 4 mütekâbileyn mütekâbileyn b. tıbâk-ı îcâb ve selb: ÙıbÀú-ı ìcàb ve selb, müteúàbilàn müåbet ve menfì kelimelerle edà olunur. (s. 95) Tıbâk-ı îcâb ve selb, gramatikal olarak olumlu ve olumsuz olmak üzere birbirinin mütekâbili kelimelerle yapılır. Ahmed Hamdî nin bu sanat için verdiği iki örneği aşağıya alıyoruz. Bu meseleyi âlim bilir, câhil bilmez Allah tan kork, yalan söyleme ; halktan korkma doğru söyle mütekâbil 1 X mütekâbil 2 mütekâbil 3 X mütekâbil 4 Burada mutlak olan olumluluk-olumsuzluk olup bunların sıralanışı önemli değildir. sanat-ı tekâbül: äan at-ı teúàbül daòi ùıbàú nev inden olup bu da iki ma nà-yı mütevàfıúeyn veyaòud daha ziyàde mea ni-yi mütevàfıúayı ìràdla ba dehü bu ma nàlara muúàbil olan me Ànì ale t-tertìb ityàn olunmasıdır. (s. 95) Sanat-ı tekâbül, tıbâk çeşitlerindendir. Birbiriyle uygun ( mütevâfık ) iki veya daha fazla manayı önce zikretmek, sonra bu manalara mukâbil olan diğer manaları getirmektir. Ahmed Hamdî, bu mukâbil manalar, ikişerli veya daha fazla gruplar hâlinde olabileceğini ifade ettikten sonra ikili için verdiği şu örneğe geçer. Dilde safà-yı ışúıñ dìde àamıñla pür-nem Bir evde ıyş ü şàdì bir evde ye s ü màtem Burada ıyş ü şâdî grubu söylendikten sonra bu grupta yer alan kelimelerin içinde mukâbillerini bulunduran yes ü mâtem grubu getirilmiştir. mütevafık 1 + mütevafık 2 mütevafık 3 + mütevafık 4 mütekâbil X mütekâbil

283 sanat-ı mürâ ât-i nazîr (sanat-ı telfîk / i tilâf / tevfîk /tenâsüb): MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı mürà Àt-i naôìrdir. Bu daòi birbirine münàsib ve muúàrin olan bir ùaúım umÿru bir yere cem etmege derler. (s. 96) Muhassenât-ı maneviyye den biri de sanat-ı mürâat-ı nazîrdir. Anlamca birbirine uygun ve yakın olan birtakım şeyleri bir yere getirmeye denir. Ahmed Hamdî bu tanımın ardından sanat-ı telfîk, itilâf, tevfîk ve tenâsüb olarak da adlandırılan bu sanatı örneklerle izâh eder. Bu sanat için verdiği örnekleri aşağıya alıyoruz. * Muharebede kullanılan kılıç, mızrak, hançer ve siper gibi, * Yazı takımından kalem, hokka, kalemtıraş, maktâ ve mıkrâz gibi, * Meclise dair şarap, mest-i humâr, câm gibi. Bu açıklamaların ardından Ahmed Hamdî, bir beyit örneği verir. Çeken şaràb-ı neşàt cihànda bir kerre ÒumÀrı càm-ı felek ser-nigÿn olunca çeker Biz bu sanatın, archisémème e (üst anlambirimcik demeti) ait unsurları bir araya getirmekle ilgili olduğu kanaatindeyiz. teşâbüh-i etrâf: TeşÀbüh-i eùràf ãan atı daòi màrrü õ-õikr ãan at-ı mürà Àt-i naôìr mülóaúàtından olup bu da ibtidàsına münàsib lafıôla kelàmı òatmetmekdir. (s. 96) Teşâbüh-i etrâf sanatı da mürâât-i nazîr sanatının eklerinden olup başlangıcına uygun lafızla kelâmı sonlandırmaktır. Tenâsüp sanatının eklerinden kabul ettiği bu sanatı Ahmed Hamdî şu beyti örnek vererek açıklar. Biz görmeyiz ÒudÀ yı velì ol görür bizi ÕÀt-ı ecelli çünkü Laùìf ü Òabìrdir Burada Biz görmeyiz Hudâ yı fıkrasının Latîf ismi, ol görür bizi fıkrasının da Habîr ismi ile ilgisi görülmektedir.

284 252 îhâm-ı tenâsüb: ãan at-ı mürà Àt-i naôìri mülóaúàtından biri de ìhàm-ı tenàsüb ãan atıdır. Bu da iki emriñ beynini miyànelerinde àayr-i maúãÿd olup dìger ma nàda münàsebeti olan lafıô münàsebetiyle cem etmege derler. (s. 97) Mürâat-i nazîr sanatının eklerindendir. İki olguyu, olguları gösteren lafızlardan birinin kastedilmeyen manası vasıtası ile ilişkilendirmektir. A. Hamdî, bunun için şu beyitleri örnek olarak verir. Meşreb-i pàdişàhımı bilürem Mihri yoúdur o màhımı bilürem mâh mihr ay 1. sevgi (maksûd) 2. Güneş (gayr-i maksûd) Beyitte mihr kelimesinin kastedilen (maksûd) anlamı, sevgi dir. Bu kelimenin mâh kelimesiyle ihâm-ı tenâsüp sanatını oluşturması kastedilmeyen (gayr-i maksûd) güneş anlamından dolayıdır. Kitapta geçen ikinci örnek şudur: MestÀne o meh-rÿyı görüp ayıla yazdım Naúş oldı elif úaddi dile bayıla yazdım مهر ويی گوروب ا ی له يازدم / نقش اولدی الف قدی با يله يازدم مستانه Ahmed Hamdî, beyitte 1. mestâne ve ayılmak, bayılmak 2. mihr ve ay 3. nakş ve yazmak 4. elif ve bâ ی kelimeleri arasında açıkça ihâm-ı tenâsüp sanatının olduğunu belirtir. 3. irsâd ve teshîm: İrsâd ve teshîm sanatı, Meânî bahsi içinde anlatılan mana sanatlarındandır. A. Hamdî, Bedî bahsinde bu sanatın açıklaması sırasında kitapta Meânî kısmına (s ) bakılmasını hatırlatır.

285 253 a) irsâd: irãàd, bir fıúra veyà beyitte óarf-i reviyy ne idigi ma lÿm olduàu bilindikde evvelinde acüze delàlet edecek bir nesne ìràd olunmasına derler. (s. 25) İrsâd, bir parça ya da beyitte kâfiye olan kelimenin son harfinin ( harf-i reviyy ) ne olduğu bilindiğinde öncesinde beytin son kelimesini ( acüz ) gösteren bir şey getirilmesine denir. Ahmed Hamdî, bu sanatın tanımının daha evvel meânî kısmında yapıldığını ifade edip doğrudan örneğe geçer. Ol müsta ìn-i ism-i celàlim ki def aten Fetó-i kelàma úudretimi Müste Àn verir Beyitten önceki beytin kâfiyeleri ( harf-i reviyy ) ve beytin son kelimesi olan müsta în in getirilmesi, beytin akabinde Müste ân ın geleceğine delâlet etmektedir. b) teshîm: kelàmıñ evvelinde delàlet-i lafôiyye ve ma neviyye ile Àòirine delàlet eder bir şey ìràdına derler. (s. 26) Kelâmın başında delâlet-i lafziyye ve maneviyye ile sonuna delâlet eder bir şey söylemektir. Tanım, meânî kısmından alınmıştır. A. Hamdî tanımın sonunda teshîmin delâleti lafziyye ile delâlet eder kısmının, irsâda yakın olduğu açıklamasını yapar. Örnek olarak aşağıdaki beyti verir. Vaùan 1 ıñ õevúı mülàúàt-ı eóibbà iledir Bì-mülÀúÀt-ı eóibbà vaùan 2 ı n eyleyem Burada kelâmın başındaki vatan 1 lafzı, sondaki vatan 2 lafzına delâlet etmektedir. A. Hamdî nin iki ayrı sanat olarak ele aldığı irsâd ve teshîm i, Cevdet Paşa ve Tahir'ül-Mevlevi tek sanat olarak kabul eder ve bu iki sanatı aynı sanatın müteradif isimleri olarak ele alırlar Tahir'ül-Mevlevi, a.g.e., s. 70, s.168; Ahmed Cevdet, Belâgat-ı Osmâniye, Mimar Sinan Üniversitesi Yay., İstanbul 1987, s. 158.

286 sanat-ı müşâkele: MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı müşàkeledir. Bu da vuúÿ -ı lafôìyle veyàòÿt vuúÿ -ı taúdìri ile bir şeyiñ şey -i Àòar ãoóbetinde vàúi olduàundan için o şeyi ãoóbette vàúi olduàu şey-i Àòarıñ lafôıyla õikrolunmaàa derler. (s. 97) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Herhangi bir şeyin kelâmda lafzen veya takdîren (varsayılarak) bir başka şeyle birlikte bulunması hasebiyle, birlikte bulunduğu diğer şeyin lafzıyla zikrolunmasına denir. Ahmed Hamdî, müşâkelenin lafzen ve takdîren olmak üzere iki türlü yapıldığını ifade eder ve tanımdan sonra sırası ile bunlarla ilgili örnekleri verir. a) lafzen sohbet-i gayr: Bunun için tanım yapmaz, örneklerle izâhta bulunur. TÀr u pÿdı terk-i tàr u pÿd-ı hestìdir anıñ ŞÀl-ı dervìşì doúunmaz belde-i Keşmìr de ŞÀl terk-i hestì tàr u pÿd tàr u pÿd Örnek beyitte atkı ve çözgü ipleri ( târ u pûd ), şâl a mahsûstur. Bunlar, şâl ın sohbetinde yani yanında getirildiği için yokluk ( terk-i.. hestî ), atkı ve çözgü gibi somut bir lafızla tamlama yapılarak getirilmiştir. Örnek: - Bu şeyi baıa verir misin? denildiğinde cevaben - Sana dayak veririm demek. Örnek: Dün bağçede oturur iken birdenbire safrâm tutup benzim sarardı idi. O esnada ağaçları da gördüm ki hazan onların da safralarını tutturup benizlerini sarartmış. b) takdîren sohbet-i gayr: Ahmed Hamdî, bu sanat için de tanım yapmayıp, örneklerle izâhlarda bulunur. Biz bunu şu şekilde açıklayabiliriz bir lafız önceden söylenmemişken o lafzın ifade ettiği durumun fiilen var olmasına dayanarak lafzı güya söylenmiş kabul edip farklı bir bağlam içinde söylemektir. Örnek: Yemek pişiren bir adama: Yazını pişirsen daha iyi olmaz mı? denilmesi.

287 255 Ahmed Hamdî, beyit için şu açıklamada bulunur. Burada pişirmek başta lafzen söylenmemiş olsa da o kimse yemek pişirmekte bulunduğundan takdîren söylenmiş hükmünde tutularak pişirsen bu duruma müşâkeleten söylenmiştir. Bu açıklamalara göre müşâkele sanatının, konuya geçiş tekniği olduğunu ve bu teknikle mevzu içinde kalınarak başka bir mevzuya geçildiğini söyleyebiliriz. Nesne A semi - vermek - almak - atmak B semi Müşâkele, kelimelerin birisinin seçme ekseninden, diğerinin seçme eksenine atlamanın yollarını, modern teorilerle söyleyecek olursak, Tem 1 den Tem 2 ye geçişi verir. Müşâkele sanatını modern dilbilimin izotopi konusu ile bağlantılı düşünmek gerekir. Bu sanatla bir bağlamdan diğer bağlama geçiş öğretilir. Bir kavramın oluşturduğu izotopiden başka bir izotopiye geçiş, örneğin vermek lafzında Bunu bana verir misin? sorusuna karşılık olarak getirilen cümlede başka bir izotopiye geçiş için Sana dayak veririm cevabı gibi. Cevdet Paşa nın bu sanat hakkındaki görüşünü aşağıya alıyoruz: Bir şeyi, sohbetinde bulunduğu bir şeyin ismiyle zikretmektir. Nitekim bir konağa yalın ayak gelen bir fakire Ne dürlü yemek istersin pişirelim denilmesi üzerine Bana bir çift ayakkabı pişiriniz demesi gibi 226 Bütün bunlara dayanarak müşâkelede bir bağlamdan bir vesile ile başka bir bağlama geçiş yapıldığı sonucuna varıldığı anlaşılmaktadır. 5. sanat-ı müzâvece: MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı müzàvecedir. Bu da iki ma nà beyninde izdivàc ve içtimà etdirilmesidir. (s. 98) Muhassenât-ı maneviyye den biri de sanat-ı müzâvecedir. Bu da iki mananın birleştirilmesidir. 226 Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniye, Mimar Sinan Üniversitesi Yay., İstanbul 1987, s. 158.

288 256 Müzâvece, iki mananın birleştirilmesidir. Şart ve cezâ (cezâ, şart cümlelerinde şart ekinden sonra gelen ikinci kısma denilir.) cümlelerinde yer alan iki manayı, birine yüklenen mananın diğerine de yüklenmesi suretiyle birleştirmeye denir. 227 Kitaptaki örneği Şart Filân zâtın insâf u mürüvvetine bakın ki beni her ne kadar onunla görüşmekten men ü nehy eylediklerinde bende onun mihr ü muhabbeti lecc ü inat ve kesb-i izdiyâd eyler ise Ceza o, hakkımda gammâz ve nemmâmın gamz ü nifâkına îkâ -ı sem -i i tibâr ederek lecâcet-i hicre müsâ ade ile benden uzaklığına bâis olur. Burada şart ve cezâda olan (izdiyâd eylerse) iki anlam yani men ü nehy ile gammâzın nifâkı, lecâcet-i muhabbet ile lecâcet-i hicr artması dikkate alınarak birleştirilmiştir. TERETTÜB men ü nehy mihr ü muhabbet lecâcet gamz ü nifâk hicr Şekilden de anlaşıldığı gibi mihr ü muhabbet ve hicrde kendisini lecâcetle gösteren derecelenme (terettüb) men ü nehy ve gamz u nifâkı birleştirmektedir. 6. tecâhü l-i ârif: MuóassinÀt-ı ma nevìden biri de tecàhü l-i Àrif ãan atıdır. Bu da ma lÿm bir nükte için ma lÿmu àayr-i ma lÿm mesàúına sevú etmekdir. (s. 99) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Bilinen bir nükteye bağlı kalınarak bilinen bir şeyi bilinmeyen konumuna getirmeye denir. A. Hamdî, tecâhül-i ârif için gereken bu malûm nükteleri tevbîh (tektir, azarlama), tedellüh (şaşırma, aşktan tutulma), tedehhüş (dehşete düşme) ve tahayyür (hayrete düşme) vs. olarak açıklar ve bunlar için örnekler verir. Ey òàk-i KerbelÀ nedür ol sebz-càmeler EyyÀm-ı màtemiñ bu mudur resm ü Àdeti Yukarıdaki beyit kitapta tevbîhe örnek olarak verilmektedir. Şair, Kerbelâ nın bahardan dolayı yeşillere büründüğünü bilmezden gelip Kerbelâ yı matemdeyken yeşil giymesinden dolayı istifhâm yoluyla kınar. 227 H. Akdemir, a.g.e., s. 305.

289 257 Tecâhül-i ârif in başlıca olarak övgü ve yergide kullanıldığını söyleyen A. Hamdî, övgü ve yergide tedellüh için sırasıyla aşağıdaki örnekleri vermektedir. Övgüde mübâlağa için tedellühe örnek: Aceb aks-i ruòuñ mı eylemiş rÿşen bu şeb-i çeròi ŞerÀr-ı sìneden yanmış mı yoúsa òırmen-i encüm Yergide mübâlağayı ifade eden tahayyür ve tedellüh için örnek: Acaba bu mübârizlerimiz bir takım aceze-i nisvân veyâhut bir nice hâm u nâdân olan emredler midir nedir? Kitapta yukarıda sözünü ettiği tedehhüş için A. Hamdî bir örnek verilmez. Tahirül Mevlevî nin eserinde yukarıdaki dört nükteden olan tedehhüş yerine tenşît (şenlendirmek için yapılan tecâhül-i ârif)e yer verilmektedir 228. Diğerleriyse ortaktır. Cevdet Paşa ise bu nüktelerden sadece tevellüh (şaşakalmak için yapılan tecâhül-i ârif) ve tahayyür zikreder sanat-ı tevriye (sanat-ı îhâm / sanat-ı tevcîh / sanat-ı temsîl): tevriye, úarìb ve ba ìd iki ma nàsı olan bir lafôı, ıùlàú edip úarìne-i òafiyyeye i timàden ma nà-yı ba ìdi muràd olunmaúdır. (s ) Tevriye, biri yakın, diğeri uzak iki anlamı olan bir lafzı kullanıp gizli bir karîneye dayanarak bu lafzın uzak anlamını kastetmektir. A. Hamdî, tevriyeyi kendisini oluşturacak lafzın uzak veya yakın anlamlarından birine ait bir mülâyim in (kelimeler arasında bitişiklik ilişkisi) söz konusu lafızda aynı yapıda bulunup bulunmamasına göre ikiye ayırır. Bu görüşlerini aşağıya alıyoruz. Yapıda lafzın yakın ya da uzak anlamlarıyla ilgili her hangi bir mülâyim yoksa bu tevriye çeşidine tevriye-i mücerrede denir. Yapıda lafzın yakın manasıyla ilgili bir mülâyim bulunursa bu tevriye çeşidine tevriye-i muraşşaha denir. Kitaptaki örneğini veriyoruz. äordum nigàrı didiler aóbàb Semt-i vefàda doàru yoldadır 228 Tahir'ül-Mevlevi, a.g.e., s Ahmed Cevdet, a.g.e., s. 167.

290 258 Beyitte Vefâ ve doğru yol tevriyeleri bulunmaktadır. Burada yakın anlam, sevgilinin Vefâ Semti nde, cadde üzerinde bir evinin olduğunu ifadeden ibâretken uzak anlam, sevgilinin âşığına vefâlı ve edepli olduğunu belirtmektir. Şairin asıl maksadı, yani murâd edilen anlamsa, uzak anlamdır. Tevriye-i muraşşaha örneği Her tàze naòl-i gülşeni pìr-i sefìd iden Berd-i acÿz mevsiminiñ úoca úarı dır Beyitte acûz ve pîr münâsebetiyle her ne kadar koca karı yakın anlamsa da kastolunan, uzak anlam olan kardır. Metinde bu uzak anlamın mülâyimi olarak sefîd lafzı yer almaktadır. Bir başka ayırma ilkesine göre ise tevriyeyi A. Hamdî şu şekilde ikiye ayırır: a) tevriye-i müteheyyi e: Tevriye kendisinden önce gelen bir lafızla hazırlanırsa buna tevriye-i müteheyyi e denir. Örnek: DehÀnıñ naàme-perdàz eyledikde etdim istifsàr äorarsañ bu maúàmı bÿselikdir didi ol dildàr Bu beyitte nağme-perdâz lafzı, bûselik tevriyesini hazırlamıştır. b) tevriye-i mübeyyene: Lafzın uzak anlamının bir levâzımıyla (birlikte düşünülen ayrılmaz parçalar) birlikte zikredildiği tevriye çeşididir. Örneğini alıyoruz. Bürÿdet ol derece tu diseñ yire düşmez Çi sÿd meykedede úaymaú ister ehl-i ãafà Yakın anlam: süt kaymağı. Yakın anlamın mülâyimi: ;سودsüt yazı benzerliğinden dolayı. Uzak anlam: kızakla kaymak. Uzak anlamın mülâyimi: bürûdet. Murâd: sarhoşluk harâretiyle safâ ehlinin buz üzerinde kaymak istemeleri. LEVÂZIMI MÜLÂYİMİ Kaymak (TEVRİYE) yakın anlam (mana-yı karîb) süt kaymağı sûd سود uzak anlam (mana-yı baîd) kızakla kaymak رودتbürûdet ب

291 sanat-ı aks: MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı aksdir. Akis, kelàmda bir cüz olup onu cüz -i Àòire üzerine taúdìm ederek ba dehü bu cüz ü taúdìm ve o bir cüz ü te òìr eylemekdir. (s. 101) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Akis, bir kelâmın iki parçasının belirli bir dizilişle söylendikten sonra bu dizilişin tam tersi bir dizilişle birinci parça ile ikinci parçanın sıralanışlarını değiştirerek yeniden ve birlikte söylemektir. Tahirül Mevlevî, akis sanatına tard ü akis ve akis ü tebdîl denildiğini de nakleder. 230 Ahmed Hamdî, bu sanat için şu örnekleri verir. KİBARın kelâmı, kelâmın KİBARı dır. Bì-niúÀb ü bà-niúàb arż-ı cemàl eylerdi yàr Geh HİLÂLi bedr u geh bedri HİLÂL eylerdi yàr 9. sanat-ı rücû : Dìger muóassinàt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı rücÿ dur. Rücÿ, bir nükteden nàşì, naúż u ibùàl ùarìúıyla kelàm-ı sàbıúa avdet ve müràca atdır. (s. 101) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Söylenmiş bir sözü, daha çarpıcı kılmak için olumsuzlayıp reddederek daha önce söylenen söze dönme sanatıdır. Ahmed Hamdî bu sanat için şu örneği verir. Gÿş et göñül beyàn-ı miyàn eylerem saña Yoú belki rişte-i dil ü càn söylerem saña Bu yapıda rücû sanatını oluşturan beyân-ı miyân eylerem sana denildikten sonra yok belki ile nakzedilerek rişte-i dil ü cân söylerem sana ibâresinin getirilmesi ile rücû yapılır. 10. sanat-ı tecrîd: MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı tecrìddir. Bu da õì-ãıfat olan bir emirden yine ol ãıfatda emr-i mezbÿra mümàåil emr-i Àòar intizà ına derler. Bu da o ãıfatıñ emr-i mezbÿrda mübàlaàası için ìràd olunur. (s ) 230 Tahir'ül-Mevlevi, aks, Edebiyat Lügatı, s. 19

292 260 Muhassenât-ı maneviyye dendir. Belli bir niteliğe sahip bir şeyden, bu şeyle aynı niteliğe sahip bir başka şeyin soyutlanarak çıkarılmasıdır. Tecrîd i Cevdet Paşa eserinde şöyle anlatmaktadır. Bazan mütekellim kendisinden bir şahıs tecrîd ile ona yani kendi kendiye hitab eyler buna tecrîd denilir. 231 (Bazan sözü söyleyen kendisinden bir şahıs çıkararak bu soyutladığı kişiye yani kendi kendisine hitap eder buna tecrîd denilir.) Tahirül Mevlevî ise tecrîd i Bir şâirin kendini mücerred bir şahıs farz ederek ona hitâb etmesidir. şeklinde tanımlamaktadır. 232 Cevdet Paşa ve Tahirül-Mevlevi nin tanımları dikkate alındığında A. Hamdî nin tanımı oldukça kapalı kalmaktadır. İlk iki tanımda kelâmı söyleyen, A. Hamdî nin tanımında ise zî-sıfat olan bir emir (niteliği olan bir şey) söz konusu edilmektedir. A. Hamdî, tecrîdin amacını bütünde ve parçada ortak olan sıfatın aşırılığını belirgin kılmak olarak verir. Bundan ve diğer iki tanımdan çıkan ortak sonuç, tecrîdde ögeler arası ilişkinin, bir parça-bütün yani tam-girişimlik olduğudur. Zî-sıfat olan bir emir (umûm) Ol sıfatta emr-i mezbûra mümâsil emr-i âhar (husûs) Tecrîd sanatı, bu tam-girişimlik ilişkisinde yer alan bütün içindeki parçanın çıkarılması ve ona hitap edilmesi ya da hitap edilmemesi şeklindedir. umûm husûs Burada bütünden tecrîd edilen parça, bütünü göstermek için kullanılmaktadır. Ahmed Hamdî tecrîdi iki kısma ayırır: a) hitâbî b) gayr-i hitâbî Hitâbîye Örnek: Ey çeşm-i girye-òìz eåeriñ yoú mudur seniñ Áteş içindeyim òaberiñ yoú mudur seniñ 231 Ahmet Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmaniye, Mimar Sinan Üniversitesi Yay., s Tahir'ül-Mevlevi, tecrîd, a.g.e., s. 152

293 261 Bu beyitte şair, gözüne karşısında biriymiş gibi 2. şahıs olarak ey ile hitap etmektedir. Gayr-i Hitâbîye Örnek: Nergis ol òÿn-h v Àrsız ayn-ı żarardır çeşmime CÀm-ı mey dil-dàrsız òÿn-ı cigerdir çeşmime Bu beyitte göz yine kendisinden farklı bir varlık olarak ele alınmış ancak ona hitab edilmemiştir. Göz, 3. şahıs olarak kalmaktadır. 11. sanat-ı tevcîh / muhtemilü z-zıddeyn: äan at-ı tevcìh daòi muóassinàt-ı ma neviyyeden olup buña muótemilü żżıddeyn daòi derler. Bu da kelàmı, bir vecihle ìràd etmekdir ki medió veyà õemden vecheyn-i muhte lìfeyn üzere muótemel ola. (s. 102) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Kelâmı övgü ya da yergiden herhangi birisine hamledilebilecek şekilde kullanmaktır. A. Hamdî, bu sanat için Amr adında gözlerinden biri görmeyen bir terzi hakkında Beşşâr adlı bir şairin Arapça olarak söylediği beytin tercümesini örnek olarak verir Amr dikdi bendeñiz için bir úabà KÀşkì ki gözleri olaydı sevà Bu beyitten şair Beşşar, Amr ın diktiği kabadan memnun olup ona dua ediyor da olabilir veya memnun olmayıp diğer gözünün de açılmaması için beddua da ediyor olabilir. Beyit her iki ihtimali de içinde bulundurmaktadır. 12. sanat-ı leff ü neşr: MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı leff ü neşrdir. Bu da icmàl veyà tafãìl üzere evvelà müte addidi õikredip ba dehu müte addidiñ ÀóÀdından her birisi için olan nesneyi sàmi iñ ircà ına i timàden min àayr-i ta yìn õikretmekdir. (s. 103) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Yoğunlaştırma ( icmâl ) ve ayrıntılandırma ( tafsîl ) şeklinde önce, birkaç şeyi söyleyip ardından, bunların herbiri için olan şeyi, dinleyenin anlayışına dayanarak ilişkilendirmeden zikretmektir.

294 262 A. Hamdî, sanatın tanımından sonra ikiye ayrıldığını ifade eder. a) leff neşr-i müretteb: müteaddid + müteaddid d Örnek: karşılık + karşılık k Fikr-i rÿyuñ dilde tàb-ı sÿz-ı zülfüñ sìnede NÀrdır külòanda gÿyà màrdır gencìnede b) leff ü neşr-i gayr-i müretteb: müteaddid + karşılık d müteaddid + karşılık k Örnek: Õihn ü fikriñ ràóatı yürümek ve işlemek ile vücÿduñ riyàøeti sebeb-i taãfiye-i dem ve illet-i idàme-i ãıóóat-i benì Àdemdir. (Tercüme-i Telemak tan) Burada müteaddid ve onun karşılığı ve ardından yine müteaddid ve onun karşılığı getirilmiştir. 13. sanat-ı cem : MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı cem dir. Bu da müte addidiñ beynini bir óükümde cem etmege derler. (s. 103) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Sayılanları ( müteaddid ) bir hükümde, yüklemde toplamaya denir. A. Hamdî, bu sanat için şu örneği verir: Gül Àteş gülbün ün Àteş gülşen Àteş cÿy-bàr Àteş Semender ùıynetàn-ı aşúa besdir làle-zàr Àteş Bu beyitte âteş yüklemi, archisémème (üst anlambirimciği demeti)dir. 233 Gül, gülbün, gülşen, cûy-bâr kesişim kümesi olan âteşte birleşirler. 14. sanat-ı tefrîk: gül gülbün gülşen cûy-bâr âteş MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı tefrìúdir. Bu da iki ãıfatıñ miyànını ibtidà cem etmeden tefrìú ùarìúıyla ìràd etmege derler. (s. 103) 233 R. Filizok, Anlam Analizine Giriş, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İzmir 2001, s

295 263 Muhassenât-ı maneviyye dendir. İki sıfatı, önce birleştirmeden tefrîk yoluyla kullanmaya denir. Cevdet Paşa, eserinde tefrîk sanatı için şunları söyler: İki şeyin beynindeki fark ve tefâvütü beyân etmektir. 234 Tahirül Mevlevî İki şey arasındaki farkı göstermektir ki bundan maksat birinin tefevvukunu anlatmaktır. 235 şeklinde bu sanatı tanımlar. A. Hamdî, örnek olarak şu beyti verir. Nice teşbìh olunsun eràuvàna rÿy-ı gül-gÿn uñ Anıñ óüsni sebük-rev rengi ammà dà imì bunuñ erguvân sebük rev (geçici) hüsn + renk rûy-ı gül-gûn dâimî (kalıcı) Erguvân ve yüz, güzellik ve renkte önce birleştirilmiş sonra da yüz, erguvândan kalıcı güzelliğe ve renge sahip olma farkıyla üstün tutulmuştur. A. Hamdî nin verdiği bir diğer örnek Nice teşbìh edelim úadd-i nihàl-i yàra Yoàıken vech-i şebeh tàze nihàl-i çemen i O bulur kisve-i sebzìn-varaúla revnaú YÀr eder kesb-i leùàfet çıúarup pìreheni Kadd-i nihâl-i yâr ile tâze nihâl-i çemen güzellikte kıyaslanamazlar, çünkü yârin güzelliği soyundukça; tâze nihâl-i çemenin güzelliği yapraklarla giyindikçe ortaya çıkar. 15. sanat-ı taksîm: MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de ãan at-ı taúsìmdir. Bu taúsìm 104 ãan atı, ibtidà iki şey õikredip ãoñra her birisiyçin olan ãıfatı, kendisine iøàfe ve ta yìn etmege derler. (s ) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Önce özneleri sayıp sonra her birinin yüklemini ( sıfat ını) kendisiyle ilişkilendirip belirgin kılarak ona tahsîs etmeye denir. 234 Ahmet Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmaniye, Mimar Sinan Üniversitesi Yay., İstanbul 1987, s Tahir'ül-Mevlevi, a.g.e., s. 153.

296 264 Sanat-ı taksîmde yüklemlerle özneler arasında bağlantı kuran birer zamir ( merci ) lâzımdır. Örneğin biri ve ol biri lafızları gibi. Eğer merci, belirtilmezse sanat taksîm değil, leff ü neşr olur. Bu sanat, merci ilkesi ile leff ü neşrden ayrılır. Örnek: Özne 1 Özne 2 Merci 1 Yüklem 1 Merci 2 Yüklem cem ma a t-tefrîk: Ruòıyla Àrıż u gìsÿsı dilberiñ yekser Biri gül ü biri kàfÿr ü ol biri anber özne merci (zamir) yüklem rûh biri gül ârız biri kâfûr gîsû ol biri anber MuóassinÀt-ı meõkÿreden biri cem ma a t-tefrìú dir ki iki nesneyi bir ma nàya başúa başúa ãıfatlarla idòàl etmege derler. (s. 104) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Farklı iki şeyin, bir üçüncü şeye bu üçüncü şeyin farklı iki niteliği ile bağlanmasıdır. İki öznenin bir yüklemde birleştirilip o yüklemin farklı iki anlambirimciği (sème) ile ayrılmasıdır. A. Hamdî bu sanat için şu beyti örnek olarak verir. Vech-i pàkiñ nàr a beñzer şu le-efrÿz olmada Dil de beñzer nàr a ammà germ ü pür-sÿz olmada Bu beyitte sevgilinin yüzü ve şairin gönlü farklı benzetme yönleri ile ateşe benzetilmiştir. Bizce burada müşebbehün-bihi bir, müşebbehi ve vech-i şebehi iki olan bir çeşit teşbîh söz konusudur. Aşağıda örnekten sonra sanatı, tefrîk sanatı ile kıyaslayarak gösteriyoruz. vech-i pâk dil Nâr şule-efrûz olma germ ü pür-suz olma Cem ma at-tefrîk sanatı: A 1 B..sème 1 B A 2 B..sème 2 Tefrîk sanatı: A B B sème 1 B sème 2

297 265 Her iki sanatta da bir teşbîh ilişkisi vardır. Yukarıdaki tablolarda da görüldüğü üzere cem ma at-tefrîk sanatında müşebbeh, iki adettir; müşebbehün-bih ve benzetme yönü, yine ikidir. Tefrikte ise müşebbeh ve müşebbehün-bih birer tane, vech-i şebeh ikidir. Bu iki sanatı teşbîhten ayıran taraf, vech-i şebehin iki olmasıdır. 17. cem ma a t-taksîm: (MuóassinÀt-ı ma neviyyeden) Biri de cem ma a t-taúsìm ãan atıdır. Bu da iki şey i evvelà mıãra -i evvelde veyàòÿt fıúra-i ÿlàda bir óükümde cem edip ba dehu ikinci mıãra veyà fıúrada taúsìm etmege derler. (s. 104) Muhassenât-ı maneviyye dendir. İki şeyi, önce ilk fıkrada bir yüklemde birleştirip sonra ikinci mısra veya fıkrada ayrı ayrı yüklemlere ayırmaktır. A. Hamdî bu sanat için şu örneği verir. Bir gelür õevú ÀşinÀ-yı aşúa luùf u kaór-ı yàr Birini dost Àrzÿ eyler birin aàyàr-ı ò v Àr Birini lutf-ı yâr kahr-ı yâr Birini dost arzu eyler bir gelir zevk-aşina-yı aşka ağyar-ı hâr arzu eyler 18. cem ma ü -tefrîk ve l-taksîm: Biri de cem ma ü -tefrìú ve l-taúsìm ãan atıdır. Bu da iki nesneyi ibtidà cem ve soñra tefrìú edip ondan soñra beherine birer ãıfat ìràd ile taúsìm etmekdir. (s. 104) Muhassenât-ı maneviyye dendir. İki nesne (sıfat-mevsûf; özne-yüklem; müsnedünileyh-müsned) önce birleştirip sonra onların aynı şey olmadığını söyleyip en sonda ise bu iki nesnenin ayrı ayrı her birine birer yüklem izâfe etmektir. Ahmed Hamdî, tanımın ardından şu örneği verir. Leb-i yàre aúìú-i nàb didüm Mu teriż oldılar bütün yàràn Didiler seng-pàre-i Yemen ol Bu ise gird-i çeşme-i óayvàn

298 266 cem leb-i yâr akîk-i nâb (-dır) tefrîk taksîm Hayır, öyle değildir (Muteriz oldular bütün yârân) akîk-i nâb (dediğin) seng-pâre-i Yemen (-dir) leb-i yâr (dediğin ise) gird-i çeşme-i hayvan (-dır) Birinci mısraıda leb-i yâr ile akîk-i nâb birleştirilmiş, ikinci mısraıdaki Mu teriz oldılar bütün yârân cümlesinin hükmüyle de ayrılmışlardır. Üçüncü ve dördüncü mısraılardaysa bunların ayırdedici yüklemlerini (Akîk-i nâbın Yemen deki bir taş parçası olması ve leb-i yârinse gird-i çeşme-i hayvan olması) ifade edilerek ikiye ayrılmıştır. 19. mübâlağa-i makbûle: MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de mübàlaàa-i maúbÿle ãan atıdır. MübÀlaàa iddi À ùarìúıyla bir şeyiñ vaãfınıñ şiddet veyà za fını óadd-i müsteb ad veyà müsteóìle iblàà etmege derler. (s. 105) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Bir şeyin, bir niteliğinin azlık veya çokluğunu mümkün olan son noktaya veya imkânsız bir noktaya vardırmaya denir. A. Hamdî, tanımın ardından bu sanata mübâlağa-i makbûle denmesinin mübâlağa-i merdûde den ayırmak için olduğunu ifade ettikten sonra sanatın türleri hakkında bilgiler verir. Sanat, teblîğ, iğrâk ve gulüv olmak üzere üçe ayrılır. Aşağıda bu mübâlağa çeşitlerini mübalağada iddia edilen şeyin mümkün oluş (+) ve olmayışına (-) göre ( aklen ve âdeten ) şematize ederek veriyoruz. Aşağıda mübâlağanın makbûl ve merdûd bütün çeşitlerini şema olarak gösteriyoruz. aklen olabilirlik âdeten 1. teblîğ iğrâk gulüv - - mübâlağa teblîğ iğrâk gulüv gulüvv-i müstahsen gulüvv-i mücâz gulüvv-i müstehcen a. kabîh b. akbâh Şekil 25 Ahmed Hamdî'nin mübâlağa sanatı tasnifi c. eşnâ

299 267 a) teblîğ: Mübâlağada iddia edilen şeyin akıl ve alışılagelmişlik bakımından mümkün olmasıdır. Örneğini aşağıya alıyoruz. Benem ol nàdire-senc-i güher-i tàze ôuhÿr Köhne mażmÿna degil genc-i òayàlim maózen (Daha önceden görülmemiş, yeni ortaya çıkan mücevherlerin sarrafı benim; benim hayal hazinem köhne mazmûnların duracağı bir yer değildir.) Burada iddia edilen şey, şairin yepyeni mücevherlerinin olması ve hayal hazinesinde köhne mazmunların bulunmamasıdır. b) iğrâk: İddia edilen şeyin akılca mümkün, fakat alışılagelmişlik bakımından muhâl olmasıdır. Örneğini aşağıya alıyoruz. Fetó-i Òayber olalı eylememişdir kimse Zÿr u bàzÿ ile bir böyle óiãàrı tesòìr (Burada aklen olan şey bir kalenin bir kişi tarafından bilek gücü ile fetholunmasıdır. Ama âdeten böyle bir şey bugüne kadar olmuş değildir.) c) gulüv: İddia edilenin aklen de alışılagelmişlik bakımından da imkânsız olmasıdır. Gulüv birkaç kısma ayrılır: 1. gulüvv-i müstahsen: Hakkıyla güzel bir hayale sahip olan gulüvv türüne müstahsen denir. Örnek: ÒÀmem ol mÿ ciz-ùıràz-ı ãad hezàràn pìşedir Kim naôìr olmaz oña illà Kelìm iñ ejderi (Kalemim yüzbinlerce mesleği olan, mucizeler yaratandır ki Kelîm in ejderinden (Musa nın asasından) başka bir benzeri olamaz.) 2. gulüvv-i mücâz: Hezel, şaka ve alay mevkinde kullanılan gulüvv çeşididir. Dalga, alay (hezel) makamında kullanımına cevâz verilmiştir. Örnek Hevâ î den Esmezdi deñizde ãıúanàılı úara yeller Bir çifte Arab mavnasına yelken olaydım (Bir çifte Arap mavnasına yelken olsaydım, denizde sıkangılı karayeller esmezdi. Burada şair yelken olduğu takdirde denizde rüzgârların esmeyeceğini latîfe yoluyla mübâlağa eder.) 3. gulüvv-i müstehcen: Bu tür mübâlağaların yapılması yasaklanmış ve hoş karşılanmamıştır. Bunlar ibârede küfür ve ilhâdı içerdiğinden edipler arasında yapılması

300 268 bir tarafa, dinlenmesi bile çirkin görülmüştür. Müstehçen gulüvler kabîh, akbâh ve eşna olmak üzere üç çeşide ayrılır. Bunlardan kabîh için A. Hamdî nin verdiği örneği alıyoruz. Benem ol nàôım-ı endìşe ki simsàr-ı úażà Edemez úıymet-i ıúd-i dürr-i naômım taúdìr (Düşünceleri, nazmeden benim ki kaza simsarı benim nazmımın incilerinin dizgisini değerlendiremez.) 20. tefsîr-i celî: MuóassinÀt-ı ma neviyyeden biri de tefsìr-i celì ãan atıdır ki iki veyà ziyàde nesneyi şi irde òafì ve mücmel olaraú õikredip ãoñra tafãìl etmege derler. (s. 106) Muhassenât-ı maneviyye dendir. İki veya fazla nesneyi, şiirde üstü kapalı ve kısaca zikredip sonra bunları tafsîl etmeye denir. Ahmed Hamdî, bu sanat için şu örneği verir: YÀ ala yàhÿd vere yàhÿd aça yà bend ede TÀ cihàn ùurduúça úalsun şàhide bu yàdigàr Aldıàı olsun vilàyet verdigi olsun aùà Baàladıàı pày-ı düşmen açdıàı olsun óiãàr Yâ ala yahud vere yahud aça ya bent ede Aldığı olsun vilâyet, verdiği olsun atâ açtığı olsun hisâr bent etiği olsun pây-ı düşman Yukarıdaki şemanın ilk satırında nesneler sıralanmış ikinci satırında da bunların tafsîlleri gösterilmiştir. 21. tefsîr-i hafî: MuóassinÀt-ı ma neviyyeniñ biri de tefsìr-i òafìdir. Bu da iki veyà ziyàde nesneyi ibtidà, şi irde getirip ãoñra onlara baż ı münàsib ãıfatlar ìràd etmekle òafìce tefsìr etmege derler. (s. 107) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Şiirde iki veya daha fazla nesneyi önce getirip sonra onları bazı uygun sıfatlarla üstü kapalı olarak yorumlamaya denir.

301 269 A. Hamdî, bu sanat için şu örneği verir. Çeşm ü ebrÿ vü àamzeñ eylerler r Şÿr u àavàà vü fitne Àlemde Yukarıdaki beyitte isim ve yardımcı fiilden oluşan birleşik fiilin yardımcı fiili olan eylerler, çeşm-i ebrû ve gamzen özneleriyle birlikte getirilmiştir. Beytin ilk mısraını okuyan kimsenin zihninde ne eylerler sorusu uyanır. Bu sorunun cevabı (bu müphemliğin açıklanması) ikinci mısraya bırakılır. Tefsîr-i hafîyi oluşturan da bu yapıdır. Çeşm ü ebrû vü gamzen EYLERLER, R şûr u gavga vü fitne âlemde. 22. edeb-i taleb ve hüsn-i sû al: Bir talebin, bir arzunun edebe uygun bir şekilde ifade edilmesidir. A. Hamdî, bu sanatın örneğini vermekle birlikte hakkında bir açıklama yapmaz. O dönemde yazılmış diğer belâgat kitaplarında bununla ilgili bir bilgiye rastlayamıyoruz. Bu sanatı ihtimâldir ki İran belâgatinden taşımıştır. A. Hamdî, bu sanat için şu örneği verir: Faúrıla faòr idince Peyàamber Ümmeti de olur muóibb-i faúìr ÁãafÀ eyle DÀver Şeref i áurebà òaste-òànesine müdìr Şair, kibar bir şekilde, Gureba Hastanesi ne müdür olmak isteğini talep eder. 23. hüsn-i tahallüs / girîzgâh: Óüsn-i taòallüã muóassinàt-ı ma neviyyeden olup bu da şi irde şà ir taàazzül ve teşbìbden veyà neåirde maùla dan bir şìve-i laùìf ile maúãÿda şürÿ etmege derler (s. 107) Muhassenât-ı maneviyyedendir. Şiirde tagazzül ve teşbîbden veya nesirde matla dan asıl maksada, münâsip ve güzel bir ifade ile geçmeye denir. A. Hamdî, bu sanatın sebebinin kelâmda yumuşak bir geçiş ( hüsn-i iltiyâm ) bulunması gerekliliğinden olduğunu, çünkü dinleyen matla dan asıl konuya geçiş esna-

302 270 sında kelâmda mülâyemet ve süs güzelliği ( hüsn-i revnak ) hissettiğinde neşesi harekete geçirilirse sonrasını can kulağı ile dinleyeceğini ifade eder. A. Hamdî ye göre hüsn-i ibtidâ (kelâma maksadı belirten sözlerle başlamak) ve hüsn-i tahallüs ve hüsn-i intihâ (kelâmı söyleneceklerin sonra erdiğini ifade eden bir sözle bitirmek) nın sözün güzelleştirilmesinde tam bir katkısı vardır. Sözünü ettiği hüsn-i ibtidâ konusuna bu bölümde yer vermez ancak daha önce meânî içinde delâlet konusunu anlatırken bu sanatı açıklar: Berâa tü l-istihlâl ki ona hüsn-i ibtidâ ve hüsn-i matla dahi derler. Bu da kitap veya mektûbun evvelinde manâ-yı maksûdu îmâ eden ifâde ve tabîrât-ı belîgâneye derler. Bunun evveli, âhirini îmâ eden her bir ibâre-i belîgaya şümûlü olduğundan ancak kâide-i mezbûreye bu isim verilebilir. (BLO, s. 26) 24. sanat-ı hüsn-i ta lîl: MuóassinÀt-ı ma neviyyenin biri de ãan at-ı óüsn-i ùa lìldir. Bu da bir vaãf için bir i tibàr-ı laùìf ve àayr-i haúìúì ile o vaãfa bir illet-i münàsibe iddi À olunmaúdır. (s ) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Bir nitelik için gerçek olmayan ve hoşa gidecek bir varsayımla o niteliğe uygun bir sebep yakıştırmaktır. A. Hamdî nin açıklamalarından çıkardığımız şemayı aşağıya alıyoruz. Sıfat 1. Nesnede var ( sâbit ) 2. Nesnede yok ( gayr-i sâbit ) İllet-i hakikî A. Nesnede olması isteniyor A. 1) illet akla gelmiyor 2) illet bizce meçhûl B. illet biliniyor 2 1) mümkün 3 2) gayr-i mümkün 4 Hüsn-i talîl, bir sıfata gerçek sebebi dışında hayalî ve gerçek dışı bir sebep icat etme sanatıdır. A. Hamdî bu sanatı, sıfatın durumuna göre şu kısımlara ayırır: 1 Kendisine sebep uydurulan sıfat, 1. Zaten nesnede vardır, ama bu sıfatın gerçek sebebi bilinmiyor ya da bu sebebin farkında olunmaz. Bu sıfat için gerçek dışında hayalî bir sebep uydurulur. Ahmed Hamdî, bunun için şu örneği verir: Baóre nice teşbìh edeyim eyledigim dem áayretle seóàbı görürüm girye-künàndır

303 271 Burada sâbit sıfatın hakikî sebebi yani yağmurun oluşumu, hatırlanmaz. Bu hakikî sebep dışında bulutun, cömertliğin denize teşbîhini kıskanarak ağlamasından yağmurun oluşması gibi hayalî bir illet uydurulur. sâbit sıfat Buluttan yağmurun yağması illet-i hakikî (olağan illet) Âni soğuma ile su buharının su damlası hâline dönüşmesi *** PerìşÀn ehl-i Àlem Àh u efààn etdigimdendir PerìşÀn olduàum òalúı perìşàn etdigimdendir illet-i münâsibe (iddia edilen illet) Bulutların kıskançlıktan ağlaması Şair, halkın perişanlığı sıfatınının sebebi olarak âh ve efgân etmesini ve kendi perişanlığının sebebi olarak da halkı perişan etmiş olmasını gösterir. sâbit sıfat hakikî illet iddia edilen illet Halkın perişanlığı Herhangi bir şey Şairin ah u efganı Şairin perişanlığı Herhangi bir şey Halka perişanlık vermek (halkı rahatsız etmek) *** Dem-À-dem aks alur mir Àt-ı Àlem úahr u luùfuñdan Anıñçün geh kudÿret ôàhir eyler geh ãafà peydà 2. Sıfat nesnede yine sâbittir ve bu sıfatın zâhirde açıkça bilenen bir sebebi vardır. Bu söylenmeyip; yerine hoş ve şairâne bir sebep icât edilir. İnsan düşünce ve yollarının farklı olması TezÀóümden ãıyànetdir ta addüd ràh-cÿyànı Óaúìúatde degildir muòtelìf ÀrÀ vü meõhebler sâbit sıfat zâhirî illet iddia edilen illet İnsan aklının farklı seviyelerde olması Arayış peşinde olanları yığılmaktan ve zahmetten kurtarmak Sâbit sıfat: İnsanlık için düşüncelerin ve yolların farklılığı ve çeşitliliği, Zâhirî olarak bilinen illet: Bu farklılığın sebebinin insan düşünce ve aklının farklı seviyelerde olması, İddia edilen illet: Arayış peşinde olanları üstüste yığılmaktan ve zahmetten kurtarmak. 3. Nesnede sâbit olmayan; ama o nesnede sâbit olması mümkün olan bir sıfatın o nesnede sâbit olmasını istemek. İsÀ etkàrì-i àammàz oldı bende müstaósen Gözüm merdümleri úurtuldı òavf-ı àarú-ı ekşimden

304 272 (Gammazın kötülüğü benim için güzel bir şey oldu. (Bundan dolayı) gözbebeklerim gözyaşlarımda boğulma tehlikesinden kurtuldu.) Gammazın kötülüğü çirkindir. Bunun güzel olması, var olan bir şey değildir, gayr-i sâbit tir. Beyitte güzel olma durumu ispat edilmektedir. Bu sıfatı güzel olarak var edip başka bir sıfata (gözbebeklerinin gözyaşı içinde boğulma tehlikesinden kurtulması) hüsn-i talîl eder. Gözbebeklerinin boğulma tehlikesinden kurtulması, gammazın kötülüğünün iyi olduğuna delil olur. 4. Nesnede sâbit olmayan ama o nesnede sâbit olması gayr-i mümkün olan bir sıfatın o nesnede sâbit olmasını istemek. Olmaya idi òıdmetiñ úaãdında cevzà serverà Kimse görmezdi belinde burc-ı cevzànıñ kemer Beytin anlamını Ahmed Hamdî şu şekilde açıklar: Eğer Cevzâ (Merkür gezegeni), sana hizmete hazır olmasaydı kimse onun belinde bir kemer olduğunu görmezdi. Burada Cevzâ nın sultanın hizmetinde olması mümkün olmayan bir sıfattır. Şair bunun var olduğunu iddia eder. Bu var kılmanın sebebi, Cevzâ nın belinde kemer olduğudur. Bu Cevzâ nın belinde kemerin olması onun sultanın hizmetinde olduğuna delildir. Ahmed Hamdî, şüphe ( şekk ) üzerine kurulan kelâmı da sanâyî-i maneviyyeden kabul ederek hüsn-i talîle ekler. Áh eder rÿzgàr aàlar ebr äanki hicràn-ı yàre etmez ãabr 25. sanat-ı tefrî : MuóassinÀt-ı ma neviyyeniñ biri de ãan at-ı tefrì dir. Bu da bir emriñ iki müte allıúından birisi için bir óüküm iåbàt olunduúdan ãoñra o óüküm tefrì ve ta úìbi ìmà edecegi vecih üzere müte allıú-ı Àòarı için iåbàt olunmaúdır. (s. 110) Muhassenât-ı maneviyye dendir. Bir fiil (oluş/hâl) in etkisinde olan iki nesneden birisi için verilen bir hükmün tefri (dağıtma) ve takip gereği diğeri için de verilmesidir. Sanatın A. Hamdî nin açıklamalarına dayanarak çıkardığımız taslağını veriyoruz. müteallik 1 EMİR müteallik HÜKÜM

305 273 Örnek: Dil-i sevdà-zedeye nükhet-i zülfüñ şàfì Remed-i çeşme şifà virmege vechüñ kàfì Dil-i sevda-zede HASTALIK remed-i çeşme ŞİFALANMAK Bir hastalığın (emir) etkisi altında olan ( müteallik ) dil-i sevda-zede ve remed-i çeşm, şifâ hükmünde birleştirilmişitir. 26. te kîdü l-medh bimâ yüşbihü z-zemm / istidrâk: MuóassinÀt-ı ma neviyyeniñ biri de te kìdü l-medó bimà yüşbihü õ-õemm ãan atı olup bu da memdÿóu, õemmi iş Àr eden üslÿb üzere medó eylemekdir. (s. 110) Muhassenât-ı ma neviyye dendir. Bir kimseyi ya da bir şeyi, yergiyi andırır bir üslûpla övmektir. Ahmed Hamdî ye göre bu sanatın en güzel ve makbûl şeklinin bir şeyde varlığı inkâr olunan, sözde kınanacak bir sıfattan yine o şeye ait övülecek bir sıfatın, bu iyi sıfat kınanacak sıfata karışmış gibi varsayılarak istisna edilmesi olduğunu ifade ederek şu örneklere geçer. İtdim imràr-ı naôar esbàb-ı óüsn-i dil-bere Bir úuãÿrsuzdur faúaù úaddi müşàbih ar ara (Bu beyitte sevgilinin boyunun uzunluğu bir kusurmuşçasına methedilir.) *** O màhı eyledim sencìde-i mìzàn-ı diúúat kim DehÀn-ı tengine söz ãıàsa yoú óüsnünde noúãànı (Beyitte sevgili ağzının darlığı yani hiç konuşmamısı yönünden yerilerek medhedilir.) 27. te kîdü z-zemm bimâ yüşbihü l-medh: Muhassenât-ı ma neviyye dendir. Bir kimseyi ya da bir şeyi övgüyü andırır bir üslûpla yermektir.

306 274 Ahmed Hamdî bu sanat için bir tanım yapmadan muhassenât-ı maneviyye den olduğunu ve iki kısma ayrıldığını belirtirek bunlarla ilgili açıkmalara geçer. a) Bir şeyde varlığı inkâr edilen övülecek bir sıfattan, bu sıfata karıştığı varsayılan kötü bir sıfatı, istisna yolu ile çıkarmaktır. Örnek: Filan kimseden hiç hayır gelmez, fakat kendisi iyilik eden zâta fenâlık eder. b) Bir şeye kınanacak bir sıfat izâfe edip bir diğer kötü sıfatın kendisinden sonra geldiği bir istisna edatı ile devam etmesidir. Örnek: Filan kimse fâsıktır, lâkin câhildir. Örnek: Filan kimsenin cehlinden mâadâ müstahsen bir sıfatı yoktur. B. Muhassenât-ı Lafziyye: Ahmed Hamdî, muhassenât-ı lafziyye ile ilgili genel bir izâhta bulunmadan doğrudan bu sanatlarla ilgili tanımlara ve açıklamalara geçer. Biz de kitabın sırasına uyarak Hamdî nin bu sanatlara yaptığı açıklamaları sırasıyla veriyoruz. 1. cinâs: MuóassinÀt-ı lafôiyyeden biri cinàs ãan atıdır. Bu da iki lafıô beyninde müşàbehet olmasıdır. (s. 111) Muhassenât-ı lafziyye dendir. İki lafız arasında benzerlik olmasıdır. Ahmed Hamdî tanımda geçen iki lafız arasındaki benzerliklere göre cinâsın birkaç kısmı olduğunu ifade eder. A. Hamdî ve diğer kaynaklara dayanarak cinâslı kelimeler arasında benzerlik ve farklılıkların, harflerin nevileri (envâ-i hurûf), sayıları (âdâd-ı hurûf), hareke ve sükûnu (heyet-i hurûf), harflerin sıralanışı (tertîb-i hurûf) olmak üzere dörde ayrıldığını görürüz. Kaynaklar bunları vücûh-ı erbaa şeklinde isimlendirir Harflerin nevi, aralarında cinâs bulunan kelimelerden birinde hangi harf bulunuyorsa diğerinde de aynı harfin mevcut olması anlamına gelir. Harflerin adedi, birisinde kaç tane harf varsa diğerinde de o miktarda harf bulunması demektir. Harflerin tertibi, kelimelerin sıralanışı bakımından uygunluğu anlamındadır. Harflerin heyeti ise, Arap alfabesinde harflerin hareke ve sükûnudur. Bugünkü alfabede seslilerin tamamının gösterilmesinden harflerin heyeti geçerli değildir. Cinâs çeşitlerinde olan muharref cinâs buna dayanır. Bu dört şeye göre (nev, adet, tertip ve heyet) cinâslar çeşitlere ayrılır. Bk. Mehmet Karaca, İzahlı Edebî Sanatlar Antolojisi, İstanbul 1960, s. 98.

307 275 Buna göre cinâs çeşitlerini şematize ederek aşağıda şu şekilde veriyoruz: Vücûh-ı Erbaa (dört görünüş) Cinâsı tâm Muharref Nâkıs cinâs-ı gayr-i tâm Muzârî Lâhik Hattî 1. Envâ-i hurûf Kalb 2. Âdâd-ı hurûf Heyet-i hurûf Tertîb-i hurûf Bu cinâs çeşitlerini A. Hamdî nin yaptığı açıklamalar ve örneklerle veriyoruz: a. Cinâs-ı tâm: Harflerinin tür, sayı, heyet ve sıralanış bakımından birbirinin aynı olan ve farklı anlamlardaki kelimeler arasında olan cinâs çeşididir. 1) Kelimenin türüne göre (İsim-İsim / Fiil-İsim) a) mümâsil cinâs b) müstevfâ cinâs (isim-isim) (fiil-isim) 2 1 شير شيرخوار [ ] şîr 1 (arslan), şîr 2 (süt) [ خوان [حمد hamd-h v ân (..okuyan) (...sofra) h v ân-ı cûd [خوان جود [ a) cinâs-ı tâm-ı mümâsil: Cinâsı oluşturan kelimelerin ikisinin de isim olması durumudur. Örnek: şìr-i şìr-h v Àr olmasıdır. شير شيرخوار b) cinâs-ı müstevfâ: Cinâsı oluşturan kelimelerden birinin isim, birinin fiil MihmÀn-ı mìzbàn-ı luùfı sulùàn ü gedà Óamd-h v Àn-ı h v Àn-ı cÿdı pìr ü ùıfl-ı şìr-h v Àr 2) Kelimenin basit ya da birleşik olmasına göre: cinâs-ı mürekkeb: Cinâsı oluşturan iki ögeden herhangi birinin birden fazla lafızdan meydana gelmesidir. SulùÀn-ı mülk-i hàver ya ni o mihr-i a ôam TÀbende olmaz idi tà bendeñ olmayaydı a) lafızlardan oluşmasına göre mürekkep cinâs çeşitleri 1. müşâbih (yazılışı aynı) 2. mefrûk (yazılışı ayrı) tâbende [تابنده] tâ bende [تا بنده] câh ile [جاهله] câhile [جاهله] ten nûr [تن نور] tennûr [تنور]

308 276 Örnek: DÀà-ı ışúıñla derÿn-ı dil yanar tennÿr olur Pertev-i mihr-i rÿòuñla ser-te-ser ten nÿr olur b) cinâs-ı rüfû: Biri basit diğeri birleşik iki kelime arasında gerçekleşir. Burada cinâs, basit kelimenin tamamıyla birleşik kelimenin bir kısmının birbirine yamanması ile oluşur. Örnek: [ ادراک تاب [کتاب kitab-ı idrâk-tâb c) cinâs-ı müzdevic/mükerrer/müredded: Cinâsı oluşturan kelimelerin birbirine ulandığı cinâs çeşididir. Örnek: [ غشمشم ] gaşem-şem [ نغمغم ] negam-gam b. Cinâs-ı muharref: Hareke ve sükûnu ( heyet-i hurûf ) farklı olan kelimelerle kurulan cinâs çeşididir. ال برد جبه cübbetü l-bürd [ ال برد [جنه cennetü l-berd şirkdir. Bidat, şerek-i [بدعت شرک شرکدر [ c. Cinâs-ı nâkıs: Hurûfun heyeti ve adedi farklı olan cinâs çeşididir. 1) farkın bir harfle sınırlı olması a) farkın ilk harfte olması ahter [اختر [ duhter [دختر [ b) ortada bir harf fazla olması cedd ü cehd [جد و جهد [ c) Sonda bir harfin fazla olmasıdır, buna mutarraf cinâs denir. muztar [مضطر] muztarib [مضطرب [ 2) farkın bir harften fazla olması a) tecnîs-i mükerrer: Başta bir harften daha fazla fark olmasıdır. ارتحاله irtihâle حاله hâle b) müzeyyel cinâs: Başta bir harften fazla fark olmasıdır. cevânih [جوانح [ cûy [جوی [ ç. Cinâs-ı muzârî - Cinâs-ı lâhik: Vücûh-ı erbaa dan sadece harflerin sıralanışı ortak olan cinâs çeşididir. 1) cinâs-ı muzârî: Farklı olan harflerin mahreçlerinin yakın olması durumudur.

309 277 a) [طام] tâm [دام] dam b) [سعاد] sa ad [سهاد] sehâd c) [خيل] hayl [خير] hayr 2) cinâs-ı lâhik: Farklı olan harflerin mahreçlerinin aynı veya yakın olmaması durumudur. همز hemz lemz [لمز] sitâre [ستاره] seyyâre [سياره] d. Cinâs-ı hattî: Sadece harflerinin şekilce benzeştiği cinâs çeşididir. rûzgâr [روزگار] zûrkâr [زورکار [ özr [عذر] gadr [غدر] e. Tecnîs-i kalb: Cinâsı oluşturan kelimelerin harflerinin nevi, heyet ve adet bakımından aynı olup, sıralanışlarında kısmî farklılık olmasıdır. reve ât [روعات] averât [عورات [ Ahmed Hamdî, bundan sonra cinâs sanatının eklerine ( mülhakât ) geçer. sanat-ı kalb: äan at-ı úalb daòi mülóaúàt-ı cinàsdan olaraú ãanàyì -i lafôiyyedendir. Bu da her iki lafôıñ nev ve aded ve hey et-i óurÿfda mütteóid ve yalñız tertìbde muòtelif bulunmalarına derler. (s. 114) Sanâyî-i lafziyye de cinâs sanatının eklerindendir. Her iki lafzın nev ve aded ve hey et-i hurûfta bir olup yalnız tertipte muhtelif bulunmalarına denir. Ahmed Hamdî, burada kalp sanatını gördüğümüz kadarıyla ters dizimi ( in ikâs ) ayırt edici bir özellik olarak ele aldığı için tecnîs-i kalb sanatından ayrı olarak görmekte ama kalb sanatını cinâs ın mülhakları arasında saymaktadır. A. Hamdî, bundan sonra kalb sanatının çeşitlerini verir. a. kalb-i küll: Harflerin tamamının ters dizimiyle oluşan kalb çeşididir. Örnek: تاريخ] târîh خيرات -] hayrât اقبال ikbâl les [لسع] ا تش âteş لا بقا lâbekâ عسل asel شتا şitâ

310 278 b. kalb-i ba z: Ters dizim ve tebeddülün bir kısmında olmasıdır. Örnek: غيرت àayret [تغير] taàayyür maklûb-i mücennah: Tecânüs-i kalbîyi oluşturan kelimelerden biri beytin ya da mısranın başında diğeri beytin ya da mısranın sonunda olursa buna maklûb-ı müneccah denir. Örnek beyitleri aşağıya alıyoruz. İúbÀliñe i timàd úılma kim Kim úalbi anıñ da là-beúàdır *** Mÿr gibi emriñe úılmış iùà at ehl-i Rÿm RÀm oldı nitekim MÿsÀya ey şeh-i siór màr ma kûs-ı müstevî: Bazan kâmilen aşağıdan yukarıya okunan ibâre ve mısra larda bulunur. Örnek: خوش کمالک همه کلامک شوخ Òoş kemàliñ heme kelàmıñ şÿò Örnek: لالی انشا ا شنا ÁşinÀ-yı leàlì-i inşà Ahmed Hamdî cinâsa bundan başka iki sanatın daha eklendiğini ifade ederek izahlarda bulunur. ittihâd-ı iştikâkî: İştikâk (kök) bakımından mücânis (uygun) olan lafız çifteleri ki bunların kökleri bir olur. NÀrastdır sipihr mümàşàt eder ise de äàf olmaz iddi À-yı musàfàt eder ise de cinâs-ı iştikâk: İştikâk bakımından söz ile mücânis olan iştikâk çeşididir. Burada lafızlardan birinde olan harflerin tamamı ya da büyük bir kısmı diğerinde de bulunur. Ama cinâs-ı iştikâk ta olduğu gibi bunların kökleri aynı olmaz. Örnek: 2. terdîd: خال òàl [خالی] òàlì äanàyì -i lafôiyyeden biri de terdìd ãan atıdır. Bu da lafıô ve ma nàca müttefiú iki kelimelerin biribirine aùf u redd olunmasıdır. (s. 115) Sanâyî-i lafziyye dendir. Lafız ve anlamca uygun iki kelimenin birbirine bağlanması ve redd olunmasıdır.

311 279 Önce bir şeyi söyleyip sonra söylenileni beklenmedik bir şekilde reddetmektir. Örneğin O, hâindir, hayır hâin değil, hâinden de hâindir gibi. Aynı kelimeyi önce kullanıp sonra onu red manasına gelecek şekilde getirmek olarak açıklanabilir. A. Hamdî, terdîd için şu örneği verir. Gerçi cànàndan dil-i şeydà içün kàm isterem äorsa cànàn bilmeõem kàm-ı dil-i şeydà nedür Sevgiliden bir arzu, merak istimesine rağmen o arzunun ne olduğunu kendisinin de bilmemesi ile terdîd sanatı yapılmıştır. 3. reddü l-acüz ale s-sadr: Reddü l- acüz ale ã-ãadr daòi ãanàyì -i lafôiyyeden olup bu da yà kelàm-ı menåÿr veyà kelàm-ı manôÿmda olur. ( ) kelimeteynden biriniñ evvel-i fıúrada ve dìgeriniñ Àòir-i fıúrada ve manôÿmda biri úanàı mıãra olursa olsun evvel-i mıãra da ve dìgeri Àòir-i mıãrà da veyàòÿt biri mıãra -i evveliñ óaşvinde veyà Àòirinde getirilmege derler. ( ) Reddü l-acüz ale s-sadr sanayi-i lafziyyedendir. Hem nazım hem nesirde görülür. ( ) Kelime çiftlerinden ( kelimeteyn ) birinin herhangi bir fıkra veya mısraın sonu ile bunu takip eden fıkranın veya mısraının başında getirilmesine denir. Ancak nazımda mısraının haşvinde de yer alabilir. A. Hamdî, bu sanatın içindeki kelime çiftlerini ( kelimeteyn ) şu şekilde görülebileceğini ifade eder: 1. Aynı iki kelime ile ( lafız ve manada müttefik lafzeyn-i mükerrereyn ) 2. İki cinâslı kelime ile yani lafız bir anlam farklı ( lafzen müşabih olan kelimeteyn-i mütecâniseteyn ) 3. Kökteş iki kelime ya da sözde kökteş olan iki kelime ( iştikâk ya da şibh-i iştikâk cihetiyle mütecâniseyne mülhak add olunan kelimeteyn ) ile yapılır. A. Hamdî nin bu açıklamalarını şu şekilde gösterebiliriz. Nesirden Örnek: I. fıkra A A II. fıkra Nazımdan Örnek: I. mısra.. (A haşv )... A âhir II. mısra A.

312 280 Mükerrer kelimelerden ilkinin, ilk mısraının orta ya da sonunda gelmesi mümkündür. Yukarıda parantez içinde verilen A, ortada gelme ihtimalini gösterir. Tekrarlanan iki lafzın, birinci mısraının sonuyla, ikinci mısraının başında ve ikinci mısraının sonuyla ardından gelen birinci beytin başında gelmesine şu örneği verir: Ey vücÿd-ı kàmiliñ esràr-ı óikmet maãdarı Maãdarı õàtıñ olan eşyà ãıfatıñ maôharı Maôharı her óikmetiñ sensin.. Bu bölüm dışında kitabın Meânî kısmında bu sanatın irsâd ve teshîm sanatları ile ilgisi üzerinde durulmakta ve farkları belirtilmektedir (BLO, s. 26). 4. irsâl-i mesel: İrsÀl-i meåel daòi muóassinàt-ı lafôiyyeden olup bu da şi irde ve fıúra-i kelàmiyyede meåel ìràdına derler. (s. 116) Muhassenât-ı lafziyye dendir. Şiirde ve kelâmın fıkrasında atasözü kullanımına denir. Ahmed Hamdî tanımın ardından örnek olarak şu beyti verir: 5. telmîh: ZamÀnı gelmiyecek her işiñ óuãÿlı muóàl Umÿrı vaútine merhÿn kelàmı pek meşhÿr Telmìó daòi ãanàyì -i lafôiyyeden olup bu da õikri sebúat etmeyen meşhÿr bir úıããaya veyàòÿt şi ir veyà bir meåel-i sà ire işàret etmege derler. (s. 116) Sanâyî-i lafziyye dendir. Metinde daha önce zikredilmemiş meşhur bir kıssaya yahut şiir veya sair bir mesel e işaret etmeye denir. Ahmed Hamdî tanımın ardından örnek olarak şu beyti verir: Aòter-i maùlabım ÀfÀú-ı felekden doàmaz Günde biñ şey doàurur leyle-i óublà-yı adem Beyitte el-leyletü óublà 237 şeklindeki meşhûr mesele îmâ ve işâret olunmuştur. 237 Gece, gebedir.

313 sanat-ı iktibâs: äan at-ı iútibàs daòi ÀyÀt ve eòàdìåden olduàunu bildirmeyerek bunlardan biriyle kelàmı tenvìr etmege derler. (s. 116) Âyet ve hadis olduğunu belirtmeden kelâmı bunlardan biriyle aydınlatmaya denir. Ahmed Hamdî yukarıdaki tanımının ardından örnek olarak şu beyti verir: Bì-beúÀdur bu menzil ey aóbàb 238 لبا ب يااولو ا فاتقوا االله 7. sirkat: Sirúat daòi ãanàyì -i lafôiyyeden olup bu da sà iriñ kelàm veyà şi irini başúa zemìnde ifàdeye derler. (s ) Sirkat, sanâyi-i lafziyye dendir. Başkasının kelâm ya da şirini başka bir bağlamda ifâde etmektir. Ahmed Hamdî tanımdan sonra sirkatin iki çeşidi olduğunu ifade ederek bunlarla ilgili açıklamalara geçer. a.1. zâhirî (nesh ve intihâl): Başkasının kelâmının tamamını ya da bir kısmını hiç değiştirmeksizin almaktır. Yapılması belâgatçilerce hoş karşılanmaz. a.2. mesh ve igâre: Başkasının sözlerinin dizilişini değiştirerek ( tağyîr ) ya da bazı sözleri alınarak ( ahz ) yapılan sirkat çeşididir. Bu türden sirkat, bazan orjinalinden ( mesrûkün-minh ) fazla meziyete sahip olduğundan makbûl olur. Eğer, bu çeşit meziyetlere sahip değilse kötü görülür. b. gayr-i zâhirî: Bu tür sirkatler beş kısımdır. Bunların tamamına izin verilip hoş görülmüştür. 1. Orjinalinin manası ile çalıntının manası benzeşen ( teşâbüh ), 2. Orjinalin manası, çalıntının mahallinin gayrı na naklolan, 3. Çalıntının manası, orjinalinin manasından daha mükemmel olan, 4. Çalıntının manası, orjinalinin manasının nâkiz i olan, 238 Fe ttaúullàhe yà ÿlÿ l-elbàb Ey akl-ı selim sahipleri! Allah tan korkun, Mâide Suresi, 100.

314 Orjinalin manasının bazısı alınıp daha fazla güzelleştirmek için çalıntıya eklenendir. Ahmed Hamdî, sirkat için hiçbir örnek vermez. 8. fıkra: Fıúra birbirini ta úìb eden fàãılalı ibàre veyà cümleye denir. (s. 117) Fıkra, birbirini takip eden fasılalı ibâre veya cümleye denir. Ahmed Hamdî, fıkra ile cümle arasında eksik girişimlik ( umûm ve husûs min vech ) olduğunu örneğin birbirini takip eden kelâma ( kelâm-ı mütevâliyye ) fıkra da cümle de denildiğini ancak, mütevâliyye olmayan kelâma cümle denilip fıkra denilmediğini ifade eder. Örneğin isim ve sıfat tamlaması gibi tamlamaları bulunduran ve peşpeşe fasılalı olarak gelen ibareye fıkra denir. Ahmed Hamdî nin açıklamalarına dayanarak diyebiliriz ki fıkranın fasılalı ve mütevâliyye (birbirini takip etmesi) olması gerekir. Fıkra ve cümle arasındaki fark, tevâli farkıdır. Tevâli daha büyük ibâreyi oluşturacak ögelerin birbirini takip etmesidir. Mütevâliyye olmayan, birbirini takip etmeyen kesik, tek yapıya cümle denir. 9. seci : MuóassinÀt-ı lafôiyyeden biri de seci dir. Seci, kelàm-ı menåÿrda iki fıúranıñ Àòirleriniñ, óarf-i vàóid üzere gelmesine derler. (s. 118) Muhassenât-ı lafziyye dendir. Kelâm-ı mensûrda iki fıkranın sonlarının aynı harfle bitmesine denir. Ahmed Hamdî bu tanımın ardından seci ile ilgili olarak şu açıklamalara geçer: Ona göre secide amaç, kelâmın fasılalara bölünmesinde ( tekâtu -ı kelâm ) denge ( itidâl ) sağlamaktır. Bu dengeyi sağlamak için sadece durma ( vukûf ) ve fasılaların aynı harfle bitmesi ( harf-i vâhid üzere tevâfuk ) yeterli olmaz, bunun yanında duyulması kulağa hoş gelen ve söylenmesinde kolaylık ve tatlılık olan sözleri secilendirmekle olur. Zihinde şekillenmiş manaları secili lafızlara ( elfâz-ı müsecca ) yerleştirmek ve o manaya başka bir şey ilâve etmeyip ve ondan bir şey eksiltmeyip zorlanmadan ( tekellüfsüzce ) ifade edilebilirse o kelâmda güzellik ( hüsn ü şetâret ) vardır. Tersi bir

315 283 durumda seci uğruna lafız ve manayı eksiltmek ve süslemeye kalkışarak tekellüf yoluna gidilirse bu sözde çirkinlik ve bayağılık meydana gelebileceği gibi aynı zamanda böyle bir şey za f-ı te lîfe (söz diziminde hata) de sebep olur. Ahmed Hamdî, kelâmın parçaları arasında bağlantıda ( rabt-ı kelâm ) büyük bir etkisi olduğu için secinin şartlarının ve kısımlarının açıklanmasının gerekli olduğunu izah ederek secinin yedi şartını sırası ile verir. 1) Tek tek lafızların ( elfâz-ı müfrede ) akıcı ve organik olması ( selâset ve uzbiyyeti ), 2) Seci yapılan şeylerin tertîb ve terkîbin oturmuş ve insan zevkine makbûl gelebilmesi için tutukluktan ( rekâket ) ve zorlamadan ( ihtiyâr-ı tekellüf ) kurtulmuş olması, 3) Anlamın lafıza tâbi olması değil, lafzın anlama tâbi olması, 4) Her bir fıkranın diğer fıkrada olan anlama delâlet etmemesi, 5) Secili fâsılaların mümkün olduğunca az harften oluşmasıyla fıkranın seçkin hâle getirilmesi, 6) Fıkranın sonunda seci oluşturmak için getirilen kelimelerin çok kullanılan ve herkesin bildiği kelimelerden değil, zevki gelişmiş okuryazarlar arasında bilinen kelimelerden olması, 7) Yüklem konumundaki fiillerin, ulaç ve bağlaçların seci olarak çok fazla kullanılmaması. A. Hamdî, yukarıdaki şartları taşıması gereken secinin üç kısma ayrıldığını ifade ederek bunları açıklamaya geçer. 1) sec -i muvâzî (sec -i murassa ): Birbiriyle secilenmiş iki fıkranın ya bütün ya da çoğu kelimelerinin vezin, harf sayısı ve kâfiyenin son harfinde ( harf-i revî ) birbirine uygun olmasıdır. zübdetü l-emâsil v el-akrân ve umdetü l-ekâbir ve l-a yân; menşe -i fazl u irfân ve menba -i ilm u îkân; ârif-i rumûz-ı dekâyık vâkıf-ı künûz-ı hakâyık 2) sec -i mütevâzin: Her iki fıkranın son kelimelerinin vezin ve kâfiyede birbirine uygun olmasıdır. Bi l-cümle ashâb-ı ukûl, mütevârî-i gûşe-i humûl oldular; Re is-i mutaffifîn-i bâzâr ve ser-hayl-i kem fürûşân-ı dil- âzâr 3) sec -i mutarraf: Her iki fıkranın yalnız harf-i revî de (kâfiyenin son harfi) uygunluk göstermesidir.

316 284 Gevher-i girân-bahâ-yı hürriyyet ve sehâvetle tabî at ve tıynetini pirâste eden ashâb-ı gayret ve hamiyyet. A. Hamdî, burada geçen muvâzî seci de fıkralarda bulunan kelimeler, vezinde ve harflerin sayısında birbirine uygun ve eşit, mütevâzin seci de yalnız fâsıla kelimeleri eşit, mutarraf seci de ise yalnız harf-i revîlerin birbirine eşit olduğunu ifade eder. A. Hamdî, seci hakkında yapılmış bir diğer üçlü tasifi de örnekleri ile açıklar. 1) Fasılaların eşit olup birinin diğeri üzere ziyâde bulunmaması, İlcâ-yı cevr-i zamâne Taleb-i âb u dâne ve güzerân-ı rûz u şebâne içün beni arz-ı vasıta revâne eyledi 2) İkinci fıkranın genel dengeyi bozmayacak ölçüde birinci fıkradan kısa olmasıdır, fakat birinci fıkra uzun olup ikinci fıkra birinci fıkranın sebebi, sıfatı veya onu açıklayan bir parça olduğunda bu secili kısım, şiirdeki müstezâd gibi olduğundan hoş kabul edilir. O zât germ ü serd-i zamâne görmüş bir pîr-i hiredmenddir lâkin derdmend ve müstemenddir 3) Eğer birinci fıkra, iki-üç kelimeyi, ikinci fıkra on kelimeyi aşarsa bu tür seciler çirkin kabul edilir. İşte şeyhûheti nümâyân ve zâhir u bâtını birbirine uygun fakîr ve bâ-vâye ve âciz u hakîr bir pîr-i nâtüvândır 10. sanat-ı muvâzene: äanàyì -i lafôiyyeden biri de ãan at-ı muvàzene olup bu da kelàm-ı menåÿrda fevàãıl bulunan elfàôıñ ve şi iriñ mıãrà eyninde Àòir kelimeleriniñ bilà-úàfiye birbirine müsàvì olmasıdır. (s ) Sanâyî -i lafziyye dendir. Düz yazıda fasılaları oluşturan lafızların ve şiirde mısraların son kelimelerinin kâfiye olmaksızın eşit uzunlukta olmasıdır. Ahmed Hamdî, bu tanımın ardından nazımdan ve nesirden birer örnek verir. Ale l-òuãÿã ki ilhàm-ı vàridàt-ı nu ÿt Derÿna aşúla oldı şeref-peõìr-i vürÿd

317 285 Nesirden Örnek: Bu âlem-i mükevvenâtın mebde ve intihâsı ve hâdisât-ı kevniyyenin esbâb-ı hudûs ve inbi âsı tamâmiyle bilinmek ilm-i İlâhîye mahsûstur. Bu konu, daha sonra Recaizâde Ekrem ile Muallim Nâci arasında ortaya çıkan kâfiye kulak için mi, göz için mi tartışmalarının merkezinde yer alır. Ahmed Hamdî, burada kâfiyeyi göz için kabul ettiğinden intihâsı ve inbi âsı نب عاث ی ا kelimelerinde kâfiye kabul etmez. Bu bakımdan Muallim Nâci ye yakındır. Bugün için bu sanat, anlamını yitirmiş durumdadır. 11. lüzûm-mâ-lâ-yelzem (iltizâm / tazmîn / teşdîd / i nât): Lüzÿm-mÀ-lÀ-yelzem daòi ãanàyì -i lafôiyyeden olup bu da şi iriñ óarf-i revìinde ve neåriñ fevàãıl-ı fıúaràtında vàúi óarfden evvel seci de làzım olmayan bir şeyiñ ityànıdır. (s. 121) Sanâyî -i lafziyye dendir. Şiirde kâfiyenin son harfi ( harf-i revî ) ve nesirde fıkraların fasılalarının son harflerinden önce secide gerekmeyen bir benzerliğin getirilmesidir. Ahmed Hamdî, bu sanatın her ne kadar seciden sayılıyorsa da revî harflerinden önce yer alan harflerin aynı cinsten olması lâzım geldiğinden seciden daha özel olduğunu, secide böyle bir eşitliğe gerek olmadığını ifade ederek örneğe geçer. El- ıyâzubillâh nasîb-i kem-ter ve nuhûset-i ahterden bed-ter ne olabilir. Burada kâfiyenin son harfi alan -(e)r ر deki ortaklık dışında onların önünde olan t [ ninت getirilmesi lüzûm-ı mâ-lâ-yelzemdir. *** Ahmed Hamdî, bundan sonra seci ile ilgili izâhlarda bulunduğu İstitrâd bölümüne geçer. Bu bölümdeki açıklamalarını aşağıya alıyoruz. Ahmed Hamdî ye göre secinin kelâma bir güzellik ve letâfet verdiği inkâr edilemez ise de kâtip ve müelliflerinin pek çoğunun buna kapılarak kelâmın manaca olan kuvvet ve güzelliğini bunun uğruna feda ettikleri görülmektedir. Bu durum muhassenât-ı bedî iyye nin belâgatten sayıldığı eski zamanların kalıntısıdır. Hâlâ pek çok edip, doğal ( müterâsil ) ve secisiz ibârelerin belâgatine gizliden gizliye inandıkları hâlde secisiz bir metin sade ve âdî olur fikrine düşmektedir. Hâlbuki kelâmın belâgat

318 286 bakımından itibârâtına bakılmalıdır. Bütünüyle en belîg olan son peygamberin dilinde pek çok müterâsil mektuplar ve belîg hutbeler sudûr etmiştir. Ahmed Hamdî, seci ile ilgili bu İstidrâd ın ardından bedî sanatları açıklamaya devam eder. 12. sanat-ı tersî : MuóassinÀt-ı bedì iyyeniñ eşrefinden ma dÿd olan ãan at-ı terãì daòi ãanàyì -i lafôiyyeden olup bu da her iki fıúradan birinde bulunan elfàôıñ cümlesiniñ veyà ekåerisiniñ öbüründe bulunan elfàôıñ cümlesine veyà ekåerisine vezin ve úàfiyede tevàfuúuna derler. (s. 123) Muhassenât-ı bedî iyye nin en değerlilerinden biri olan sanat-ı tersî, iki fıkradan birinde bulunan lafızların tamamının ya da büyük bir kısmının diğer fıkrada bulunan lafızların tamamına ya da büyük bir kısmına vezin (uzun ve kısa hecelerin birbirine denk olması) ve kâfiye bakımından uygun olmasıdır. Tanımda da görüldüğü gibi A. Hamdî bu sanatı, bedî sanatların en değerlilerinden görür. Örnek olarak ise şu beyti verir: Ey nigeh-bàn-ı meúàlìd-i niôàm-ı devlet Ve y nesaúsàz-ı e Àôìm-i mehàmm-ı millet (Bu beyitte yer alan kelimelerin tamamı hecelerin uzunluğu ve kısalığı bakımından birbirine uymaktadır ve son kelimeleri olan millet ve devlet de kâfiyeleri oluşturmaktadır.) Örnek: Bu kârgâh-ı ekvânın kâffe-i meşhûdâtına Ve bu şâh-râh-ı imkânın âmme-i mevcûdatına atf-ı nigâh-ı dikkat edilse 13. i tirâzu kelâm kable t-temâm: İ tiràøu kelàm úable t-temàm daòi muóassinàt-ı lafôiyyeden olup bu da kelàmıñ arasına tamàm olmazdan evvel cümle-i mu teriøa dàòil olmaàa derler. (s. 123) İtirâzu kelâm kable t-temâm, muhassenât-ı lafziyye dendir. Kelâm arasına parantez cümlesi ( cümle-i muteriza ) dâhil edilmesine denir.

319 287 Ahmed Hamdî, bu tanımın ardından şu örneği verir: Agsân-ı mültefitühü s-sâk-ı bâğzâr-ı muhabbetimiz (bi-hikmetillâhi ta âlâ) tündî-i bâd-ı hicrânla şikeste oldu. Burada bi-hikmetillâhi ta âlâ parantez cümlesidir. Kelâmın arasına dâhil edilmiştir. 14. sanat-ı tensîku s-sıfât: äanàyì -i lafôiyyeden biri de ãan at-ı tensìúu ã-ãıfàtdır. Bu da bir şey için sıfàt-ı adìde iåbàt etmege derler. (s. 124) Sanâyî -i lafziyye dendir. Bir şeyi birden fazla sıfatla nitelendirmeye denir. A. Hamdî, bu tanımın ardından şu örneği verir: Destûr-ı mükerrem, müşîr-i müfahham-ı nizâm-ı âlem, nâzım-ı menâzım-ı ümem, müdir-i umûrü l-cumhûr bi l-fikri s-sâkıb, mütemmim-i mehâmü l-enâm bi r-râyı s-sâ ib, mümehhed-i bünyânü d-devle ve l-ikbâl, müşeyyid-i erkânü s-sa âde ve l-iclâl, mürettib-i merâtibi l-hilâfeti l-kübrâ, mükemmil-i nâmûsü s-saltanati luzmâ, el-mahfûf bi-sunûfi avâtıfi l-mülki l-a lâ, a nî filan paşa. 15. siyâkatü l-a dâd: äanàyì -i lafôiyyeden biri de siyàúatü l-a dàddır. Bu da bir ùaúım esmà-i müfredeyi ta dàd etdikten soñra cümlesini veyàòÿt ba żısını tavãìf etmege derler. (s. 124) Sanâyî-i lafziyye dendir. Bir takım tekil ( müfret ) isimleri saydıktan sonra tamamını veya bazısını sıfatlarla nitelemeye denir. A. Hamdî bu sanat için şu örneği verir: İlm-i inşânın vasfında inşâ, lisân-ı devlet ve tercümân-ı himmet ve beşir ü nezîr-i millet ve sefîr-i suhûlet-mesîr-i cemâ at ve miftâh-ı bâb-ı medeniyyettir. Lisân-ı devletdir ki ashâb-ı politikanın te âtî-i efkârına vâsıtadır. Tercümân-ı himmetdir ki ashâb-ı hâll ü akdin kavâninine esâs ve icrâsına vâsıtadır. Beşîr ü nezîrdir ki vakâyi -i mâzîyelerle bazı ahâlîyi tebşîre ve bazısını inzâra vâsıtadır. Sefîr-i suhûlet-mesîrdir ki bunun vâsıtasıyla dünyânın bu başında bulunan adam öbürü başında bulunan adamla kolayca muhâbere eder. Miftâh-ı bâb-ı medeniyyetdir ki ahâlî-i mütemeddinenin yüzüne ebvâb-ı maârif bunun vâsıtasıyla açılmışdır.

320 288 B. AHMED HAMDÎ NİN BELÂGATTE ELE ALDIĞI KONULARIN BİLİM DALLARI VE ÇAĞDAŞ TEORİLERLE İLİŞKİLERİ Bu bölümde Ahmed Hamdî nin Belâgat-i Lisân-ı Osmânî sindeki konularla çağdaş teorilerin ilişkilerini ele alacak, ancak sadece konu ve yaklaşım aynîliklerini genel hatlarıyla tespit etmekle yetineceğiz. Bu kavramların analiz ve tenkidi ayrı bir inceleme gerektirecek genişliktedir. Çalışmamızın bundan önceki bölümlerinde, belâgat ile ilgili konuların ele alınması sırasında belâgatimizdeki bilgilerle günümüz modern teorilerinin benzer taraflarını gösterdik. Burada söz konusu ilişkileri bir bütün hâlinde ele alacağız. Bilindiği gibi XX. yüzyılın başlarında Kıta Avrupa sında İsviçreli Ferdinand de Saussure ( ) ün Amerika da ise Charles Sanders Pierce ( ) in çağdaş dilbilim ve göstergebilim dallarını kurmasıyla dil ve edebiyat araştırmaları yeni bir yön kazanır. Filoloji ağırlıklı çalışmalar, yerlerini yapısal dilbilim (linguistique structurale), göstergebilim (semiotique), edimbilim (pragmatique), anlatıbilim (naratologie) gibi sahalara bırakır. Yeni kurulan dilbilim, göstergebilim, anlambilim gibi Batı dünyasında hâlen geliştirilmekte olan teori ve tekniklerle Türk-İslâm medeniyeti içinde gelişmiş olan mantık, fıkıh, belâgat gibi bilim dallarının sıkı ilişkileri olduğunu bilmekteyiz. 239 Aslında bizim klâsik belâgatimizle Batıda yürütülen çalışmalar arasındaki bu benzerlikler tabiîdir. Çünkü gerek bizim klâsik belâgat anlayışımız, gerekse bugünkü modern teorilerin temeli, Aristoteles mantığına kadar uzanır. Ancak bugün mantık araştırmalarımız canlılığını yitirmiştir. Bunun aksine Batıda bu bilgiler, geliştirilerek devam ettirilmiştir. Bunun sonucu olarak çok erken dönemlerde geleneğimiz içinde gelişen semiotik yaklaşım, kültürümüzde geliştirilememiştir. Bu bölümde Ahmed Hamdî nin eserinden hareketle belâgat biliminin yaklaşımları ile modern teoriler arasındaki ilişkilerden başlıcalarını sergilemeye 239 R. Filizok, Yüzyılımızı Aydınlatan Bir Bilim Dalımız: Belâgat,

321 289 çalışacağız. Bunları Dilbilim-Belâgat İlişkisi, Göstergebilim-Belâgat İlişkisi, Çağdaş Kompozisyon Anlayışlarının Belâgatle İlişkisi, Mantık-Belâgat İlişkisi başlıkları ile ele alacağız. 1. DİLBİLİM-BELÂGAT İLİŞKİSİ Burada cevabını arayacağımız soru, Dilbilim ne getirdi? dir. Bu bakımdan dilbilimle ilgili konumuzla alâkalı olan dikkate değer gelişmeleri kısaca hatırlamakta yarar vardır. Burada dilbilimin tarihinden çok bu yeni görüşlerin başlıcaları ve belâgatle bağlarını verceğiz. Bunlardan önemli gördüklerimiz şunlardır: a. Dilbilimin Temel Yaklaşımları ve Belâgatle İlişkisi 1) Bir sistem olarak dil Modern dilbilimin kurucularından kabul edilen F. Saussure e göre dil, bir adlar dizini, dizelge (nomenclature) olmayıp bir dizge (systém)dir. 240 Genel Dilbilim Dersleri nde bu düşünceyi ispatlamaya çalışmıştır. Saussure e göre dil, basit bir araç değildir. insanların dünyalarını kurduğu ve eklemlediği, toplumsal karşılıklı etkileşimin ürünü olan özsel ögeler dir. 241 Ona göre bir dildeki kelimelerin ve öğelerin kendisinden daha çok, bunları birleştiren ilişkiler ve bağıntılar önemlidir. Bir öğedeki önemli bir değişiklik, sistemin bütününü değiştirmektedir. Dil, tıpkı dilbilimde olduğu gibi, belâgatçiler tarafından da daima sistematik olarak algılanmıştır. Belâgatçilerin konularını tedrîc (register) fikri ile değerlendirmeleri Saussure ün sistem kavrayışı ile ilişkilidir. A. Hamdî, konularını daima seçme ve sıralama sistemi içinde ele alır. Belâgatin girişinde yer alan fesâhat, seçme ve sıralamaların en güzel şekilde yapılmasını verir. Burada kelimelerin seçimi kadar cümlelerin doğru şekilde sıralanması üzerinde durur. Bu bakımdan doğrudan seçme ekseni kavramına bağlı olan tedrîc kullanılmıştır. 240 Zeynel Kıran-Ayşe (Eziler) Kıran, Dilbilime Giriş, 3. b., Seçkin Yay., İstanbul 2003, s Taylan Altuğ, Dile Gelen Felsefe, YKY, 2. b., İstanbul 2008, s. 174.

322 290 2) Dil - Söz Ayrımı Saussure ün düşüncesinin temelini, dile ve dili oluşturan dilbilimsel işarete yönelik getirdiği yeni tanımlar oluşturur. İlk olarak dil (langue) ve sözü (parole, discours) birbirinden ayırmakla işe başlar. Dil, soyut bir sistemdir ve kendi kendini düzenler, buna mukâbil söz, konuşucunun kişisel konuşması sırasındaki aktüel ve anlık söyleyiştir. Saussure e göre, Dil, konuşan kişinin bir işlevi değildir, bireyin edilgen bir biçimde belleğine aktardığı bir üründür. 242 Dil, önceden bir tasarlama gerektirmemesine rağmen söz, bireysel ve zihinseldir. Saussure, fikirlerini satranç benzetmesi ile açıklar. Dil, satranç oyunundaki kurallardır. Buna karşılık söz, satranç oyuncusunun oynadığı kendine mahsûs oyundur. Dil, herhangi bir bireysel isteğe veya tercihe bağlı değildir. İşlevlerini bağımsız olarak gerçekleştirir. Toplumsallık ve dizgesellik nitelikleriyle belirlenen dilin karşısında söz, etkin bireysel rol ile karakterize olur. Söz, bireysel bir seçme ve gerçekleştirme edimidir. 243 Çağımız dilbilimi norm fikrini benimser ve bu fikir, belâgatimizde fesâhat konusu içinde ortaya konulur. Belâgatte çift norm fikri vardır. Bunlardan birincisi kültür normu (bilimsel), ikincisi genel norm (örf)dur. Dil ve söz ayırımını özellikle Meânî bahsi içinde buluruz. Meânî, dilbilgisi kurallarının öğretildiği bir yer olmaktan çok öznenin, yüklemin, tümlecin, cümle tiplerinin, kısaltma ve uzatma kurallarının kullanılmalarının sunulduğu bir bölümdür. Sözün hâle göre değişimleri bu bölümde verilir. Bu bakımdan meânî, semantik kadar pragmatiğe de yakındır. 3) Dilin Keyfîliği Saussure, kelimelerin kuruluşları ile keyfî yahut nedensiz (arbitrarie) kullanışları ile nedenli olduğunu düşünmektedir. İşaret ile işaret ettiği nesne arasında başlangıçta bir sebep ilişkisi yoktur, bu ilişki zaman içinde ve kullanıcıya göre ortaya çıkmaktadır. Örneğin Türkçede masayı masa olarak adlandırmak tamamen keyfîdir. 244 Türkçede m-a-s- 242 Ferdinand De Saussure, Genel Dilbilim Dersleri, Multilingual Yay., İstanbul 2001, s Taylan Altuğ, a.g.e., s R. Filizok, a.g.e., s. 56.

323 291 a kelimesine karşılık İngilizcede t-a-b-l-e denilmesi de bu keyfîliği göstermektedir. Türkçedeki masa kelimesi keyfi bir uzlaşmanın sonucudur, ancak artık bu kelime söz konusu nesneyi anlatmak için zorunlu olarak kullanılmaktadır. Öyleyse kelime doğuşuyla keyfî, kullanılışı ile zorunludur. Saussure tabiat taklidi (onamatopeia) dışındaki bütün dil göstergelerinin nedensiz olduğu görüşündedir. Dil varlığını yalnızca topluluk üyeleri arasında yapılmış bir tür sözleşmeye borçludur. Öte yandan, işleyişini bilmek için bireyin dili öğrenmesi gerekir. 245 Aynı şekilde belâgatte beyân konusuna bakıldığında dilin keyfîliği ve kullanımda keyfî olmadığı görüşünü buluruz. Beyân anlatımı daha açık ve etkili kılmak için çeşitli yöntemlerin verildiği bölümdür. Belâgatçiler dilin kullanışta keyfî olmadığı düşüncesini taşıdıklarından anlatımda uyulması gereken hakikat, mecâz gibi ayrımları ve bunların alt dallarını bu bölümünde açıklığa kavuştururlar. 4) Dilin Çizgiselliği Dil çizgiseldir. Dilbilime göre dilin gerçekliği, birimlerinin temsil ettikleri dışsal bağıntılardan değil; birbirleri ile olan içsel bağıntılardan hareketle doğru bir biçimde tasarlanabilecektir. Bu, dilin yatay ekseni (sentagma) ve dikey eksen (paradigma)idir. Kullanım hâlindeyken her kelime, iki eksen içinde yer alır. Bir kelime, sıralama ekseninde temel anlamına, seçme ekseninde yan anlamına kavuşur. 246 Yatay eksen, cümlenin eksenidir. Buna sentaks, gramer veya dilbilgisi ekseni de denebilir. Sentaks, özne, tümleç, yüklemin sırası gibi cümlenin unsurları arasındaki yatay ilişkileri inceler. Belâgat, bütün bölümlerinde bu iki eksen üzerinde önemle durur. Fesâhat belâgatin, düzgün ve doğru cümle kurma kurallarının öğretildiği birimidir. Ustaca yapılan seçme ve sıralamaya fesâhat adı verilir. Belâgatimizde kelimenin fesâhati ve cümlenin fesâhati birbirinden ayrı olarak incelenmiştir. İfadede güç söylenen, artık kullanılmayan ve hatalı kullanılan kelimeler seçilmemelidir. Aynı şekilde uzun tamlamalı, anlaşılmaz ve bozuk cümlelerle sıralama yapılmamalıdır. Belâgatte isnâd bir fiilin bir özneye dayandırılması kurallarını ve çeşitlerini 245 F. Saussure, a.g.e., s R. Filizok, a.g.e., s. 64.

324 292 verir. Cümlenin unsurlarının ve cümleden büyük birimlerin sıralanmasının kuralları ve çeşitleri isnâd içinde öğretilir. Cümlenin unsurlarının bağıntısı kadar, iç bağıntısı ve tutarlılıkları da belâgatimizde son derece önemlidir. Özellikle cümle ve kelimeden büyük birimlerin bağlanmasını ve ayrı ayrı düzenlenmesini araştıran vasl ve fasl bahsi içinde dildeki bağıntılar üzerinde önemli tasnif ve araştırmalara gidilmiştir. Bağlananları zihinde birleştiren alâka ve münâsebet anlamındaki cihet-i câmi a (ortak yön), terimi bağıntının alt türlerinin tasnif ve tanımlarını içermektedir. 5) Gönderge-Gösteren-Gösterilen Dilbilim, dili işaretlerden (sign) oluşan bir dizge olarak görür. Bu dizgede dil dışı gerçeklik gönderge bizzat nesnenin kendisidir. Gösteren (signifier), bu nesnenin dildeki adıdır. Kendi dışında bir başka nesne veya olguyu taşır. Göndergenin zihnimizdeki karşılığı ise gösterilen (signified) dir. a. Kelime Analizi ve Belâgatçilerin Kelime Analizleri a) gösteren (signifiant) b) gösterilen (signifié) Saussure göre işaret, bir kâğıt gibi iki tarafı bulunan bir bütündür. Signifiant (gösteren), ses/lafızsa; signifié (gösterilen) kavram/manadır. Anlam, gösteren yani ses vasıtasıyla ortaya çıkar. Saussure, dilin psikolojik niteliğine dikkatleri çeker. Onun dile yaklaşımı temelde psikolojiktir. Saussure söz çevrimini konuşan kişinin zihninde başlatır. Konuşan kişinin beyninde, zihinsel olguların (kavramların) dilsel seslerin tasarımları (işitim imgeleri) ile bağıntılandığı bir yer varsayar. Buna göre söz-çevrimi şu akışı izler: Konuşan kişinin beyninde bir kavram, kendisine karşılık gelen işitim imgesini canlandırır (psikolojik süreç). Beyin işitim imgesine ilişkin bir uyarımı ses organlarına aktarır (fizyolojik süreç). Ses dalgaları konuşan kişinin ağzından dinleyenin kulağına doğru yayılır (fiziksel süreç). Ses dalgaları konuşan kişinin ağzından dinleyen kişinin beyninde bir işitim imgesini canlandırır ve işitim imgesinin kendisine karşılık gelen kavramı canlandırması ile çevrim tamamlanır T. Altuğ, a.g.e., s. 181.

325 293 Saussure e göre işaretleyen ve işaretlenen arasındaki karşılıklı ilişkiye işaretleme (signification) adı verilir. İşaretleme, işaretleyen ile işaretlenenin zihinde birleşme hadisesidir, yani kavramla (mana), ses (lafız) imajının birleşmesidir, bunun sonucunda doğan birlik işarettir. İşaretleyenden işaretlenene, işaretlenenden işaretleyene gidilebilir; yani kavramdan ses imajına, ses imajından kavrama gidebiliriz. Kelimenin sesini duyduğumuzda zihnimizde bir kavram canlanır; tersine, kavramı düşündüğümüzde zihnimizde ses imajı canlanır. Konuşan ( mütekellim ), kavramdan ses imajına ulaşır, dinleyen ( muhâtab ) sesten kavrama ulaşır. Bu durumda işaretleme, konuşan ve dinleyende birbirine ters olan iki birleşmeyi ifade eder. Ancak her iki birleşmeden doğan işaret aynıdır. 248 İşareti konuşan (mütekellim) ve dinleyene (muhâtab) göre düşünme belâgatin de temel yaklaşımlarındandır. Belâgatçiler kelimeyi lafız ve manâ şeklinde ikiye ayırarak analiz ederler. İşaretleyen ve işaretlenen belâgatte lafız ve mana ya tekabül etmektedir. Lafız, bugün sesle ilgili düşünülür. 249 Kelime Analizi işaret=kelime SES ( LAFIZ ) ANLAM ( MANA ) Manalı lafızlara kelime denir. Belâgatçiler, anlamdan daha somut gördükleri için lafızdan başlayarak manaya ulaşırlar. b. Kelime ile mana arasındaki ilişki: Belâgatte sözün (lafız) bir anlama gelişinde üç yol olduğu düşünülür. Bunlar mutâbakat, tazammun ve iltizâm dır. Mutâbakat, lafzın sırf bir anlam için konulması (vaz ı)dır. Örneğin üçgen lafzının üç kenarla çevrilmiş şekle delâlet etmesi gibi. 248 R. Filizok, Gösterge (İşaret / Signe) ve Anlam, s Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, İstanbul 1318; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara 1980; TDVİA, lafız, C. 27.

326 294 Tazammun, lafzın mananın bir parçasını göstermesidir. Örneğin üçgen dışında kare, daire gibi başka şekiller olmakla birlikte üçgen yerine şekil de denilebilmesi gibi ya da Üstünde bir lahor vardı. cümlesinde lahor, bir yere değil; oraya ait bir kumaşa karşılık gelir. Burada lafız, anlamın bir bölümünü ifade etmektedir. İşte belâgatte mürsel mecâz lar bu tür delâletlere dayanır ve bir bitişiklik ilişkisini gösterirler. İltizâm, bir lafzın çağrıştırdığı bir manaya delâlet etmesidir. İstiâre ve teşbîh iltizâmla ilgilidir. Belâgatçilerin kelimenin doğuşu hakkındaki görüşlerini bu üçlü tasnifte görürüz. Bu konular belâgatte Beyân bahsi içinde ele alınır. Bunlar Guiraud nun kelimenin çağrışımıyla ilgili görüşleriyle benzerlik içindedir. 250 Kelimenin doğuşu a) mutâbakat (söz ile anlam arasında kurulan itibarî ilişki) b) tazammun (bitişiklik ilişkisi) c) iltizâm (benzerlik ilişkisi) Dilbilim ve göstergebilimin temel konusu olan gösterge ve gösterilenle ilgili görüşler, belâgatte delâlet teorisinin temelini oluşturur. Bu konu, son derece detaylı ve sağlam bir sistem ve tasnif hâlinde belâgatçiler ve mantıkçılarımız tarafından değerlendirilmiştir. 251 Yukarıda sıraladığımız maddeler ve gösterge ile ilgili görüşler, aynı zamanda göstergebilimi de ilgilendirdiğinden burada çağımızda önemi ve alanı gittikçe artan göstergebilim ile ilgili görüşleri ve belâgatle bağıntılarını ayrıntılarıyla ele alacağız. b. Anlambilim ve Belâgat İlişkisi Eski belâgat geleneğimizin çağımızın anlambiliminin temel konularını içerdiğini görmekteyiz. Bilindiği gibi, çağdaş anlambiliminde anlambirimcik çözümlemesi, kelime alanları, cümle ve metin anlamları, izotopi, figür-tem araştırmaları gibi çeşitli araştırmalar yapılmaktadır. Bu konular geleneksel belâgat kitaplarında ve Ahmed Hamdî nin eserinde de bulunmaktadır. Bu husus bize belâgatin sözünü ettiğimiz çağdaş bilimlerle mukayese edilebilir bir seviyede olduğunu göstermektedir. Bu türden parelelliklerin daha iyi anlaşılması için maddeler hâlinde sıralıyoruz: 250 R. Filizok, a.g.e. s Geniş bilgi için bk. Göstergebilim-Belâgat İlişkisi s. 306, Mantık-Belâgat İlişkisi s. 323.

327 Anlambirimcik Çözümlemesi Saussure ün modern dilbilimi kurmasıyla birlikte sosyal bilimlerdeki algılarda bazı değişimler yaşanır. Doğadaki her şey, bir işaretler sistemi olarak kabul edilir. Dil de bir işaretler sistemidir. Dil sistemini oluşturan işaretlerden biri olan kelimeler, çeşitli analizlere tâbi tutulur. Saussure ün kelimeyi yaprağa benzeterek, bir yüzünü ses, bir yüzünü anlam olarak gördüğünü daha önceki bölümde ifade etmiş ve sesin anlamla birlikte işareti oluşturduğuna değinmiştik. İşte semantiğin konusunu işaretin bu anlam yüzü ilgilendirmektedir. Dilbilimle birlikte anlam konusunda bir takım değişmeler görülür. Eski dilbilgisi kitaplarında en küçük anlamlı birimin kelime olduğu görüşü yaygınken dilbilimle birlikte kelime, daha küçük anlam birimciklerine bölünmüştür. Bu çalışmalar beraberinde anlambirimcik çözümlemesini (Fr. analyse sémique, İng.semic analysis) getirir. Anlambirimcik çözümlemesinin esin kaynağı sesbirimciklerdir. Sesbirimler, bağımsız varlığı ya da gerçekleşmesi olmayan, sadece sesbirimde eylemli duruma giren özellikler ya da sesbirimcikler içerirler. Örneğin Türkçedeki /v/ sesbiriminde «dudaksıl-dişsil» ve «titreşimli» sesbirimcikler vardır; «titreşimli»nin yerini «titreşimsiz» özelliği alırsa, /f/ sesbirimi elde edilir. Başka bir deyişle, /v/ ile /f/ birinci öğede «titreşimlilik» bulunmasıyla birbirinden ayrılır. İşte bu yöntem, daha sonra L. Hjelmslev den esinlenen A. J. Greimas ve B. Pottier tarafından anlam düzleminde kullanılmıştır. 252 Fransız dilbilimci B. Pottier, kelime için anlambirimi (sémème) terimini bir anlambirimi oluşturan bileşenler için ise anlambirimciği (sémè) terimini kullanır. Örneğin insan kelimesinin içinde barındırdığı /canlı/, /konuşan/, /hareketli/, /gülen/ gibi anlam özelliklerinin her biri birer anlambirimciği (sémè)dir. Bu anlambirimciklerin bir araya gelmesinden oluşan küme ise anlambirimciği demeti (sémème) olarak adlandırılır. İNSAN canlı konuşan hareketli gülen Buna göre bir kelimenin anlamı (yani bir anlambirimciği demeti), bileşiklerin elementlere ayrışabilmesi gibi daha küçük anlambirimciklerine ayrılabilir. Bu işlem, söz konusu kelimeyle anlam yönünden ilgili olduğu diğer kelimelerin karşılaştırılmasıdır. Söz gelimi hepsi de oturmak için kullanılan sandalye, koltuk, tabure, kanepe, minder 252 Z. Kıran-A. (Eziler) Kıran, a.g.e., s. 247.

328 296 kelimeleri ele alındığında birbirlerinden, sahip oldukları anlambirimcikleri ile ayrıldıkları anlaşılır. Bu nesneler için tespit edilen anlam birimcikleri (sèmè) şunlardır: s1 = arkalıklı, s2 = ayaklı, s3= bir kişilik, s4 =oturmak için, s5=kollu, s6= sert maddeden. s1 s2 s3 s4 s5 s6 sandalye S1 koltuk S2 tabure S3 kanepe S4 minder S5 Yukarıdaki tablo "sandalye" sözlük biriminin (lexie) beş, tabure sözlük biriminin dört anlamlı anlam birimciğine, yani "sémè"e sahip olduğunu gösteriyor. Diğer taraftan /sandalye/ ve /tabure/ arasındaki farklılığın s1 (= arkalıklı) anlam birimciğinden doğduğu anlaşılıyor. 253 Burada karşımıza yeni bir terim çıkar: Archisémème (üst anlambirimciği demeti). Bu sandalye, koltuk, tabure ve diğerlerinin hepsinin birleştiği kesişim kümesi olan s4 (= oturmak için) anlambirimciğidir. Yani bütün bu gereçlerin oturmak için olması, bu kelimelerin arasında bir üstanlambirimcik demeti oluşturur..s3.s4.s2.s6.s1.s5 siyah: koltuk kırmızı: kanepe yeşil: sandalye sarı: tabure mavi: minder üst anlambirimciği (archisémème) Arka arkaya gelen unsurlar arasında anlambirimcik (sémè) ortaklığı olmak zorundadır. Kelimeler arasında bir ortaklık varsa bir anlamdan söz edilebilir. Örneğin kuş vidayı okudu cümlesinde anlambirimcik ortaklığı bulunmaması dolayısıyla anlamlı bir cümle değildir. Anlambirimcik analizi, anlambirimcikleri, birbiriyle bağıntılı kelimeleri ve ortaklıkları inceler. Modern anlambilimin üzerinde durduğu anlambirimcikler teorisinin gösterdiklerini belâgatimizde bulmak mümkündür. Örneğin ittisâl ve ciheti câmia kavramları ile modern anlambirimcik analizi arasındaki benzerlikler dikkat çekicidir. 253 R. Filizok, a.g.e., s. 84.

329 297 İttisâl, belâgatte birbiriyle ilişkili kelimelerin oluşturduğu kesişim kümesi için kullanılır. Ali, aslandır. cümlesinde Ali ve aslanda ortak olan cesaret, bir kesişim kümesi ( ittisâl ) örneğidir. Ali ile aslan var olma, cisim olma ve canlı olma vb. kavramlarda da birleşirler. Ancak burada kastedilen kahramanlıkta birleşmeleridir. Buna Ali cesaret et ittisâl aslan göre benzetmenin belâgat içinde tasnifleri ve değerlendirmesinde anlambirimcik çözümlemesinin izlerini buluruz. Bilindiği gibi benzetme ( teşbih ), bir şeyin diğer bir şeyle bir yönden ilişkilendirilmesidir. Örneğin Altın gibi sarı başaklar benzetmesinde başak (benzetilen) ve altının (kendisine benzetilen) ilişkilendirilmesi sarı (benzetme yönü) oluşlarında gerçekleşir. Başak ve altının başka özellikleri bulunmasına rağmen kesişim kümesi, renkten seçilmiştir. Sarı ortak anlambirimciktir. Anlambilimi ile belâgat arasındaki bu bağlamdaki benzerlikleri şu şekilde sıralıyabiliriz: a) Benzetmede yaklaşım modeli (psikoloji): Belâgatçiler benzetilen ve kendisine benzetilen arasında çeşitli ilişkiler olduğunu düşünürler. Bu ortak ilişkiler ve yönler ( vech-i şebeh ) Ahmed Hamdî de en genel şekliyle hissî, aklî, hayâlî ve vehmî olmak üzere dörde ayrılır: 1. Hissî: Beş duyu ile algılananlarla olur. Hasan Ağa, siyahlıkta Arap gibidir. 2. Aklî: Gazap, hilm, bilme, zekâ, bönlük gibi nefsanî nitelikler, ahlâk, doğruluk, cüret ve korkaklık vb. konularda bir kimseyi bir kimseye, faydasız bir şeyi yokluğa benzetme gibi. Bekir Ağa, cesarette aslan gibidir. Bu aynı zamanda analoji (kıyas) ile ilgilidir. 3. Hayâlî: İlmi, nûra ve cehâleti, karanlığa benzetme. 4. Vehmî: İnsanın kurgu gücünden kaynaklanan şeylerde olur. Örneğin süngüyü sivrilikte gülyabani dişine benzetme. Belâgatte benzetme, nesnede ya da anlamda oluşuna göre ayrı ayrı olarak ele alınmıştır. Hakikî teşbîh, mecâzî teşbîh ayrımı bu düşünceden doğar. Benzetme, nesnelerin kendileri, cevherleri ve ârazları ile yapılırsa hakikî teşbîh olur. 1. Cevher Cevhere Nil suyu, Fırat suyu gibidir. 2. Âraz Âraza Yanaktaki kırmızılık, güldeki kırmızılık gibidir. 3. Cisim Cisme Zebercet, Zümrüte benzer.

330 298 Mecâzî teşbîhte, benzetilen ve kendisine benzetilen arasındaki ortaklık benzetmenin nesnesinde değil, anlamında gerçekleşir. Örneğin Ali, tilki gibidir. b) Benzetme yönünün kendisine benzetilenle ilişkisi: Belâgatte benzetme yönünün kendisine benzetilenle ilişkisi üçe ayrılarak incelenir. Bunlar vericinin benzetmedeki yaklaşım modelleridir. 1) zatî: Benzetme yönü zâtî (özsel) olabilir. (Bu gömlek o gömlek gibi ketendir.) 2) vasfî: Benzetme yönü sıfat larla ilgili olabilir. (Hasan Ağa siyahlıkta Arap gibidir.) 3) izâfî: Benzetme yönü izâfî (göreli) olabilir. (Delili aydınlıkta güneşe benzetme) zâtî vasfî izâfî Kendisinden gelen anlambirimcikler Sıfat anlambirimcikleri İzâfî anlambirimcikler (çağrışımlar; benzerlik-bitişiklik) Bunlar üç tür anlambirimcik ilişkisi oluşturur. Belâgatin bu ince ayrımları anlambirimcik analizi bakımdan son derece önemlidir. Aşağıda belâgatçilerin benzetmede nesne ile ilgili tasnifleri ve yaklaşım modelleri şema ile gösterilmiştir 254 : 1. zatî 2. sıfatî 3. izâfî Nesne (Kendisine benzetilen) Verici Yaklaşım modeli 1. hissî 2. aklî 3. hayalî 4. vehmî (dört ayrı sémè) Bütün bu ayrıntılı tasnifler de belâgatimizin anlam konusunda ince tasnif ve tanımlara gittiğini göstermektedir. 2. Kelime Alanı Teorisi ve Belâgat İlişkisi Bir metnin incelenmesinden amaç, metnin anlamına ulaşmaktır. Kelime alanı (Fr.champ lexical, İng.lexical field) ve anlam alanı (Fr.champ sèmantique) nın bulunması metnin anlamının çözülmesi için uygulanan yöntemlerdendir. Kelime alanı Bir metinde yahut bir metin kümesinde aynı teme bağlı olan kelime ve deyimlere denir. 255 Bir başka ifade ile aynı gerçeklik alanı na ait olan kelimeler kümesidir. Kelimeler çevrelerinde birer gerçeklik alanı oluştururlar. Söz gelimi mut- 254 Bu tasnif, Rıza Filizok un ders notlarından alınmıştır. 255 R. Filizok, a.g.e., s. 134.

331 299 fak ile ilgili gerçeklik alanı çatal, kaşık, tabak vs.dir. Bir metni anlamak metinde dağınık olarak bulunan bu kelimeleri salkım hâlinde algılayabilmektir. a) Kelime Alanı ve Tenâsüp Sanatı: Belâgatimizde tenâsüp sanatının kelime alanlarının en net şekilde görülebileceği kısımlardan biri olarak düşündüğümüz için buraya almayı uygun gördük. Bilindiği gibi bir metindeki kelime alanları farklı biçimlerde oluşabilir. 256 * eşanlamlılar: Savaş, harb, muharebe, cenk * aynı kelime ailesine ait kelimeler: göz, gözcü, gözlem, gözlük * aynı alana(domain) ait kelimeler: asker, tüfek, top, ordu, subay, komutan * aynı kavramı (notion) ifade eden kelimeler: öfke, kızgınlık Tenâsüp (sanat-ı mürâat-i nazîr / sanat-ı telfîk / itilâf / tevfîk) ise aynı gerçeklik alanına ait kelimelerin bir metinde toplanmasıdır. Bu bakımdan anlambilimin kelime alanları anlayışı ile örtüşmektedir. * Muharebede kullanılan kılıç, mızrak, hançer ve siper * Yazı takımından kalem, hokka, kalemtıraş, maktâ ve mıkrâz * Meclise dair şarap, mest-i humâr, câm gibi. Bu sanat, üst anlambirimcik demetine (archisémème) ait unsurların bir araya getirilmesi ile ilgilidir. Aynı şekilde genel anlam birimcikler (classeme) ile de ilişkildir. Bununla ilgili olarak Ahmed Hamdî den bir örneği aşağıya alıyoruz. Çeken şarâb-ı neşâtı cihânda bir kere Humârı câm-ı felek ser-nigûn olunca çeker Burada şarap, humâr ve câm meclisle ilgili kelimelerdir. Tem in bulunması, kelime alanlarının bulunmasına bağlıdır. Tem, metnin kelime kadrosuna yansır. Kelime alanları, metnin tutarlılığını ve uyumunu sağlar. Bir metin birbiriyle ilişkili unsurlar varsa bir bütün oluşturur. b) Bağdaşıklık ve Cihet-i Câmi a (Ortak Kesişim Kümesi): Kelimeler kadar kelimeden büyük birimlerin uyumu da çağdaş anlambilimin konularındadır. Aşağıdaki her cümle, tek başına anlamlı olmakla birlikte aralarında onları birleştiren bir bağlantı yoktur. Bu yüzden bu cümlelerin arka arkaya gelmesinden bir 256 R. Filizok, Metin Analizi Açısından Kelimeler,

332 300 metin doğmamaktadır. Aşağıda üç anlamlı cümlenin arka arkaya gelmesinden bir metnin oluşmadığını bir örnekle gösteriyoruz. Cümle 1 Ahmet, çarşıya gitti. anlamlı Cümle 2 Su, 100 de kaynar. anlamlı Cümle 3 Bugün hava güzel. anlamlı anlamsız Metnin anlamı, kelimelerinde ve cümlelerinde değil, bunlar arasındaki bağlardadır. Burada anlam, ne A, ne B ne de C dir. A + B + C D dir. Bunların müştereken oluşturdukları D, metnin anlamını verir. Anlam bize metnin kelime ve cümlelerinin bağlantılarından gelir. Bu bağlantılar değiştikçe metnin anlamı da değişecektir. Bir edebî eser, bu kelime alanlarının birbirine sağlam olarak bağlanmasından oluşur. Eserlerdeki bu birleştirme ve bağlamalara bağdaşıklık (cohesion) denir. Metinlerde dilsel tabakanın altında bir anlam alanı yer almaktadır. Anlamsal tabakalar arasındaki bağlantılara tutarlılık (coherence) denilir. Bağdaşıklık ve tutarlılık benzer, fakat farklı düzeylere ait kavramlardır. Bağdaşıklık metnin yüzeyinde, dilsel öğeler aracılığıyla görülebildiği halde, tutarlılık derin yapıda oluşan anlamlar arasındaki mantıksal bağlardır. Bağdaşıklığı gösteren dilsel öğeler olmasına rağmen tutarlılığı gösteren belirli dilsel öğeler bulunmamaktadır. 257 Belâgatte bu bağlamalar vasıl-fasıl konusu içinde verilmektedir. Belâgate göre kelime ve cümleden büyük birimler, bağlanma yönünden iki kısımdır. Cümlelerin birbirine bağlanmasına vasıl (bağlaç grupları teşkil edenler, bağlı cümle), bağlanmadan ayrı ayrı getirilmelerine fasıl (bağlaç grupları teşkil etmeyenler, sıra cümlesi) denir. Birbirine bağlanan vasıllı cümleler arasında bir bağıntı, atıf bulunmalıdır. Buna cihet-i câmi a denir. Bu, bir cümlede bağlananları zihinde birleştiren alâka ve münasebettir. Ahmed Hamdî bu cümle ve kelime bağlarını (cihet-i câmi a) aklî, vehmî ve hayalî olmak üzere üç kısımda inceler Yerdeşlik (Fr. İsotopie) ve Belâgat İlişkisi Yerdeşlik kavramı ile belâgat anlayışımız bir takım benzerlikler taşımaktadır. Bilindiği gibi kelime alanı ve metnin tutarlılığı ile ilgili konulardan biri de yerdeşliktir. 257 İrem Onursal, Türkçe Metinlerde Bağdaşıklık ve Tutarlılık, Geniş bilgi için Tasnifler ve Terimler bölümünden s. 189 dan cihet-i câmiâ maddesine bakınız.

333 301 En geniş anlamı ile izotopi bir metinde her hangi bir dil öğesinin tekrarlanmasıdır: Sesbirim (phonème), anlambirimcik (sème), sözlüksel birim (lexie), cümle yapısı vb tekrarlarından izotopi doğar. 259 Örneğin insan, Satürn ve vida arasında ortak bir ilişki yoktur. Bunun gibi unsurlarla kurulacak bir metinde anlam bütünlüğü bulunmamasına allotopie denir. SATÜRN gezegen yuvarlak dönen halkalı VİDA yivli bağlar sert İNSAN canlı konuşan hareketli gülen Anlamlı bir metin için /canlı/, /yivli/, /gezegen/ gibi çok çeşitli anlambirimciklerinden herhangi birinin her birinde ortak olması gerektirmektedir. Kelime alanı ile metnin tutarlılığı, izotopi kavramı ile yakından ilgilidir. Daha önce de ifade edildiği gibi kelime alanı, aynı teme bağlı kelimelerden oluşur. İzotopide ise tem, çoğu zaman dolaylı ve ikincil anlamlardadır. İzotopi, kelime ve anlam alanından daha geniş bir kavramdır. Temel anlamların yanında yan anlamlar (connotation) ve analojileri de içerir. Yerdeşlik sayesinde değer yargıları (fr. axiologie) oluşturulur. Yine yerdeşlik, metinde ya da söylemde düşüngü (fr. idéologie) olarak gerçekleşir. 260 İzotopinin anlam izotopisi, ses bilgisi izotopisi, üslûp bilimi izotopisi, sözceleme izotopisi gibi farklı çeşitleri bulunmaktadır. Belâgatin bedî kısmında yer alan müşâkele, tıbak gibi pek çok sanat, izotopi kavramı ile paralellikler göstermektedir. Anlam sanatlarından biri olan müşâkele sanatının modern dilbilimin izotopi konusu ile bağlantıları dikkat çekicidir. Müşâkelede bir kavramın oluşturduğu bir izotopiden başka bir izotopiye geçiş söz konusudur. Bu yüzden daha önce terimler bahsinde bu sanatı açıklamakla birlikte konunun daha iyi anlaşılması için bu bölüme Ahmed Hamdî nin açıklamalarını ayrıntılı olarak almayı uygun gördük. 259 R. Filizok, İzotopi Nedir?, Doğan Günay, Sözcük Bilime Giriş, Multilingual Yay., İstanbul 2007, s. 288.

334 302 Ahmed Hamdî, müşâkeleyi herhangi bir şeyin kelâmda lafzen veya takdiren (varsayılarak) bir başka şeyle birlikte bulunmasından dolayı birlikte bulunduğu diğer şeyin lafzıyla söylenmesi şeklinde verir Bunu bana verir misin? Sorusuna cevap olarak - Sana dayak veririm. demek gibi. Müşâkelenin bir başka çeşidi ise bir lafız önceden söylenmemişken o lafzın ifade ettiği durumun fiilen var olması sebebiyle lafzı, güya söylenmiş kabul edip farklı bir bağlam içinde ifade etmektir: Yemek pişiren bir adama: Yazını pişirsen daha iyi olmaz mı? Cümlesinde pişirmek başta lafzen söylenmemişse de yemek pişirme durumu bulunduğundan takdîren söylenmiş kabul edilerek Pişirsen denir. Müşâkele, konuya geçiş tekniğidir. Bu teknikle mevzu içinde kalınarak başka bir mevzuya geçilir. Nesne A semi vermek almak atmak B semi Aynı zamanda kelimelerin birisinin seçme ekseninden diğerinin seçme eksenine atlamanın yollarını da verir. Tem 1 den Tem 2 ye geçişi gösterir. Cevdet Paşa nın bu sanat hakkındaki görüşü şu şekildedir: Bir şeyi sohbetinde bulunduğu bir şeyin ismiyle zikretmektir. Nitekim bir konağa yalın ayak gelen bir fakire Ne dürlü yemek istersin, pişirelim denilmesi üzerine Bana bir çift ayakkabı pişiriniz demesi gibi 262 Bütün bunlara dayanarak müşâkelede bir konteksten bir vesileyle başka bir kontekse geçiş yapıldığı anlaşılmaktadır. Aynı şekilde tıbâk sanatı da izotopi ile ilgili sanatlardandır. Bu sanat birbirine mütekâbil (oppozition) olan kelimelerin bir araya toplanmasına dayanır. Dost-düşman, 261 Ahmed Hamdî, Belâgat-i Lisân-ı Osmânî, İstanbul 1293, Matbaa-i Âmire, s Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniye, Mimar Sinan Üniversitesi Yay., İstanbul 1987, s. 158.

335 303 beyaz-siyah ve benzeri mütekâbil kelime çiftelerinin bir metinde kullanılmasıdır. Konunun daha iyi anlaşılması için Ahmed Hamdî den bir örneği aşağıya aldık: Bezm u remzi verd ü hâr u avf u hışmı nûr u nâr Emn ü bîmi taht u dar u mihr ü kini fahr u ar Burada bütün beyit birbirinin oppozisyonu olan kelimelerle kurulmuştur. bezm x remz verd x hâr avf x hışm nûr x nâr emn x bîm taht x dâr mihr x kin fahr x âr Leff ü neşrin mukâbil kelimelerinin paralel kullanımı ile oluşan sanat-ı tekâbül de tıbâk gibi izotopi konusu ile örtüşmektedir. 4. Figür-Tem ve Belâgatte Edebî Sanatlar Bilindiği gibi figürler basit ve özellikle kurallı konuşmadan farklı olan söz tarzlarıdır. Figürler ya bir kelimeyi esas anlamı dışında kullanma ile, ya terimlerde ve düşüncelerde bir yapı değişikliğine veya düzenlemeye giderek ortaya çıkar; bu şekilde ifadeye daha fazla cazibe, asalet, canlılık ve enerji kazandırma yoluna gidilir. Örneğin, biraz ümit ifadesi yerine bir ümit ışığı dediğimiz zaman bir figür kullanmış oluruz. 263 Edebî sanatların tanımı, çeşitleri, yapıları günümüzde de anlam araştırmalarının merkezinde yer almaktadır. 264 Bu çalışmalarda figürler, sadece sözü süsleyen unsurlar değil, anlamın formları olarak görülmektedir. Belâgatte, edebî sanatlar kelime değer alanlarının her birinde tek tek aranmaktadır. Bu arama, bir sanat teorisi ve sınıflandırmasıdır. Bir kelime, fonksiyonuna göre özne-tümleç-yüklem, cinsine göre isim-fiil-zarf, lafzın delâlet ettiği anlamına göre hakikat, mecâz olur. KELİME KAZANDIĞI DEĞER ANLAM özne-tümleç-yüklem Kelimenin fonksiyonuna göre adlandırılması Anlam 1 isim-fiil-zarf Kelimenin cinsine göre tasnifi Anlam 2 hakikat-mecâz vs. Taşıdığı anlamın delâletine göre Anlam 3 1) Belâgat, edebî sanatların tanımı, ne olduğu konusunda durur. 263 Ali Ak, Retorik Figürleri, R. Filizok, Anlam Değişmeleri ve Edebî Sanatlar,

336 304 2) Bu sanatların ne olduğu kadar nerede olduğunu da önemli ve ayrı bir mesele olarak görür. (isimde, fiilde vb.; özne-yüklem-tümleç; hakikatte, mecâzda) 3) Belâgatte edebî sanatların nasıl bulunacağı da ayrı bir mesele olarak yer alır (karîne ve alâka ile sanatlara bakılır). Belâgatte edebî sanatlar, Batıdaki figür-tem ilerlemesi çerçevesinde yer almaktadır. Örnek olarak mana sanatlarından biri olan terfî sanatının (Bir fiil (oluş/hâl) in etkisinde olan iki nesneden birisi için verilen bir hükmün tefri (dağıtma) ve takip gereği diğeri için de verilmesidir.) figür-tem ilerlemesini A. Hamdî den aldığımız örnekle gösteriyoruz. Beyitte hastalık ( dil-i sevdâ-zede ) ve ilaç kelimeleri şifa hükmünde (tem) birleştirilir. Dil-i sevdâ-zedeye nükhet-i zülfin şâfî Remed-i çeşme şifâ vermeğe vechin kâfi Belâgatte benzetmenin en genel ayrımında figür ve tem konusuna gidildiğini görürüz. İlmin nûra, cehâletin karanlığa teşbîhi bunun örneklerindendir. ilim (figür) cehâlet nûr (figür) karanlık Tem, aydınlıktır. Aydınlık ve karanlık arasındaki ortak anlambirimcik, görmedir. 5. Gramatikal / Sentaktik Unsurlara Göre Anlam Çözümlemeleri Bu bölümde dilbilgisinin, mantığın ve anlambilimin cümleye bakışını vereceğiz. a) Klâsik dilbilgisi, bir cümlede temel olarak toplam beş unsur görür: Özne, nesne, tümleç, zarf ve yüklem. Dilbilgisinde bir cümle incelenirken amaç, kelimelerin cümlede yüklendiği görevleri tespit etmek, cümle içi bağları ortaya koymaktır. b) Mantıkçılar cümlede üç şey ararlar: 1. Özne (konu, mevzû): Kendisine bir nitelik yüklenendir. 2. Sıfat (yüklem, mahmûl): Konuya yüklenen niteliktir. 3. Bağ (râbıta): Konu ile sıfat arasında ilişki kuran fiil unsurudur. Örnek: Ahmet çalışkan -dır özne sıfat bağ Mantığın ve dilbilgisinin amacı, farklı olduğundan tasnifleri de farklılık gösterir. Dilbilgisinin amacı, kelimeler arası, sözdizimsel ilişkiyi göstermek ve iş bölümünü vermektir. Özne işi yapan, yüklem iş, tümleç ise özne ve yüklem arasındaki işi tamamla-

337 305 yan unsurlardır. Dilbilgisinin amacı öncelikle formdur. Dilbilim, anlamla ilgili dilbilgisindeki bazı eksikliklerin tamamlanması ihtiyacından doğmuştur. Klâsik mantık, kavramlar arasında eşitlik, aykırılık, tam girişimlik, eksik girişimlik olmak üzere dört türden ilişkiden söz eder 265 ve cümleleri bunlara göre inceler. Örneğin Okul, mekteptir. cümlesinde okul ve mektep arasında, eşitlik ilişkisi vardır. c) Çağımızda cümleye üçüncü bir yaklaşım daha ortaya çıkmıştır. Bu semantiğin ve pragmatiğin yaklaşımıdır. Semantik cümleyi anlam açısından irdeleyerek bir cümlede dört unsur (nesne, fikir, hareket, şahıs) arar. 266 Semantikçi, mantıkçı gibi ne hakikati ne de cümle içi kelime münâsebetlerini arar. Bir söze dış dünyadan nelerin yansıdığı, hangi hâl ve şartlarda ifade edildiği problemini araştırır. Sentaksta yer alan dil içi olgularla birlikte meseleye dil dışı olguları da katar. Pragmatik, semantiğin bu yaklaşımını genişletir. Klâsik belâgat kitaplarımızda muktezâ-yı hâl konusu içinde işlenen yaklaşımlar yukarıda ifade edilen modern bilimlerin yaklaşımı ile benzerlik göstermektedir. ç) Dilbilgisi, mantık ve semantik gibi yaklaşımlar dışında bir cümleye tem-rem ilişkisi içinde de bakılmaktadır. Bu, semantiğin bakış tarzıdır. Bir insan konuşurken nasıl oluyor da diğer insanlar onu anlamaktadır. Kitap geldi derken kitap iki tarafın da bildiği bir konu ( tem ), onun gelmiş olması ise konuşanın bildiği dinleyenin bilmediği bir konudur ( rem ). Buna göre cümle iki unsurdan oluşur: 1. iki tarafın ortak olarak bildiği bilgi (tem) 2. birinci bilgiye ilâve edilen yeni bir bilgi (rem) Bu yaklaşım belâgatçiler tarafından bilinmektedir. Belâgatte haber konusu tamamen tem-rem ile örtüşür. Belâgate göre söyleyenin dinleyene haber vermesinde iki türlü amacı olabilir: Söyleyen dinleyene ya bir bilgi verir ya da bilgiyi kendisinin de bildiğini bildirir ve dinleyen, haber cümlesi karşısında üç hâlde bulunabilir. Dinleyen, haberi bilir. Bilir bilmez hâldedir, bilgisi zan hâlindedir. Dinleyen, haberi bilmez. 265 Necati Öner, Klasik Mantık, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1970, s R. Filizok, Mantık Bilimi, Dil Bilgisi ve Anlam Biliminde Cümle, s. 3.

338 306 Görüldüğü gibi modern semantiğin konuları belâgat içinde yer alır ve eğitim amaçlı, pedagojik bir eser yazan Ahmed Hamdî de bu konuların üzerinde ısrarla durur. 2. GÖSTERGEBİLİM - BELÂGAT İLİŞKİSİ Bir telefonu açtığımızda duyduğumuz bir ses bize - Alo, Ahmet Demir Beyle görüşebilir miyim? dediğinde buradan bize gelen bilgi sadece bir sorudan ibaret değildir. Bununla birlikte sesinin kalınlığı ve inceliğinden konuşanın kadın veya erkek olduğunu, arada öksürürse bundan da hasta olduğunu anlarız. Öyleyse anlam sadece dilde değildir. Anlamlı olan öksürük gibi, ses tonu gibi başka belirtiler de vardır ve bunlar da anlam üretirler. İşte semiyotik yalnızca dildeki anlamla değil; dil dışındaki bütün anlamlar ve göstergelerle ilgilenen bir bilim dalıdır. Bir bilim olarak semiyotik, lengüistikten daha sonra geliştirilmekle ve dilbilimin içinde düşünülmekle birlikte zamanla dilbilimden daha genel olduğu sonucuna varılmış ve daha üst birim olarak değerlendirilmiştir. Semiyotik, kısaca, değişik işaret sistemlerine dayanan anlam ve bildirişim konularıyla ilişkili bir bilimdir. 267 Dil araştırmalarının, bir işaret signe teorisine bağlanması ve dil dışındaki işaret sistemlerinin incelenmesi ihtiyacı, göstergebilimin temellerinin atılmasını sağlamıştır. Semiyotik, Eski Yunancada işaret anlamına gelen semeîon kelimesinden gelir. Bu bilim dalı Türkçede göstergebilim ya da işaretbilim adı ile karşılanır. Kültürel kodlar, gelenekler veya metni anlama süreçlerine göre düzenlenmiş işaretler sistemi olarak araştırılan her şey, semiyotik incelemelerin konusu kapsamındadır. Çağdaş semiyotik, temelde iki kaynağa dayanır. İlki Saussure ün Genel Dilbilim Dersleri başlıklı eser, diğeri mantıkçı Pierce e ait yazılardır. Saussure ün görüşleri daha çok toplumsal nitelikli buna karşın Peirce in görüşleri mantıksal özelliklere sahiptir. 268 Saussure, genel bir değerlendirmede semantikten-semiyotiğe bir geçiş aşamasını temsil eder. 269 Toplumda geçerli bütün göstergeleri inceleyecek bir bilimin kurulabile- 267 Roland Barthes, Göstergebilim İlkeleri, (çev.: Berke Vardar-Mehmet Rifat), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1979, s. XII-XIII. 268 R. Barthes, a.g.e., s. XII.

339 307 ceğini tasarlar. Toplumsal psikolojinin bir bölümü olarak ele aldığı bu yeni bilime göstergebilim (sémiologie) adını verir. Göstergebilimin amacını, bütün toplumsal işaretlerin özelliğini belirtmek, ortak yasalarını bulmak olarak belirlemiştir. 270 Peirce ise işâretleri üç alt sınıfa ayırarak değerlendirmiştir: 1) icone (benzeyen işaretler) 2) indice (alâmet işaretler) 3) symbole (anlaşmalı işaretler) Pierce a göre ikonlar (benzeyen işaretler), gösterilen şey ile gösteren şey arasında bir benzerlik ilişkisi bulunmasıdır. Bunlar bir fotoğraf, bir ev plânı gibi görmeyle, işitmeyle ve hareketle ilgilidirler. İndisler (alâmet işaretler), bir olgunun tabiî olarak bir başka olguyu çağrıştırmasından doğar: Kara kara bulutların yağmurun, dumanın ateşi çağrıştırması bu türdendir. Bir ard arda geliş, bir bitişiklik ilişkisinden doğarlar. Semboller (anlaşmalı işaretler), bir başka nesneyi anlaşmalı olarak gösterirler. Dil işaretleri, anlaşmalı işaretlerin bir türüdür. 271 Bilindiği gibi belâgatte işaret ya da delâlet konusu, esaslarını mantık biliminden alır. Belâgatte delâlet teorisi içinde, kelimenin doğuşu hakkında bilgiler verilir. Eski mantıkta dilimizde kullanılan delâlet kelimesi, Batıda dilbilimin ve semiyotiğin de konusu olan signification kavramının tam karşılığıdır. Delâlet, mantıkta şöyle açıklanır: Delâlet bir şeydir ki, onu anlamakdan başka bir şeyi anlamak lazım gel ir. Örneğin bir yerdeki insan ayağı izi oradan bir bir insanın yürümüş olması ihtimalini gösterir. Buna göre de iz e dâll, bu izin bizi götürdüğü şeye burada insan a medlûl adı verilir. 272 Delâlette, göstergeler, sözlü ( lafzî ) ya da sözsüz ( gayr-i lafzî ) olmalarına göre ayrı ayrı değerlendirilir. Delâletin temel ayrımı bu ikilidir. Semiyotiğin temelinde de aynı ayırımı buluruz. Semiyotik her şeyi insan için bir dil olarak kabul eder. Delâletin sözsüz ve sözlü çeşitlerinin her biri tabiî, aklî ve vaz î olmak üzere üçe ayrılır. Aşağıda delâletin bu tasniflerini ve çeşitlerini bir şema hâlinde sunuyoruz: 269 T. Altuğ, a.g.e., s Berke Vardar, Dilbilim Yazıları, Multilingual Yay., İstanbul 2001, s R. Filizok, İşaret (Signe) ve Anlam, Türk Dili ve Araştırmaları Dergisi, S. IX, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir 1998, s Said Paşa, Hulâsa-i Mantık, Mantık Metinleri I, İşaret Yay., İstanbul 1998, s. 64.

340 308 DELÂLET 1. Sözsüz (Gayr-i Lafzî) 2. Sözlü (Lafzî) a) tabiiyye b) akliyye c) vaz iyye a) tabiiyye b) akliyye c) vaz iyye 1. mutâbakat 2. tazammun 3. iltizâm Aşağıya bu delâlet çeşitlerinin örneklerini de vermeyi uygun bulduk: 1. Sözsüz Delâlet: a) tabiî: Nabzın sürat üzere hareketi nin mizâcın şiddetine delâleti gibi. b) aklî: Mesnû ât tan (yapılandan) vücûd-ı sâni e (yapana) delâlet. c) vaz î: İşâret ten işâret olunan şey e delâlet gibi. 2. Sözlü Delâlet: a) tabiî: Uh! lafzının göğüs ağrısına delâleti gibi. b) aklî: Duvar arkasından işitilen bir lafzın o lafzı söyleyene delâleti gibi. c) vaz î: Bir kitabın ismi nin o kitaba delâlet etmesi gibi. 273 Delâletin bu ayırımları ile yukarıda işaret ettiğimiz Pierce a ait indis, ikon ve sembol ayırımı örtüşmektedir. Buna göre tabiî delâlet, indis; aklî delâlet, ikon ve vaz î delâlet ise sembole tekâbül etmektedir. Günümüzde Pierre Guiraud da temel olarak benzer bir tasnifi kullanır. Bununla ilgili görüşleri, arkasından tabloyu aynen alıyoruz. Guiraud'ya göre, İşaretleme (signification), bir nesneyi, bir varlığı, bir kavramı, bir hareketi, onları zihinde canlandırabilecek olan bir işarete bağlayan zihnî muameleler zinciridir. Bir bulut yağmurun işaretidir, "at" kelimesi bir hayvanın işaretidir. Psikologlar işarete "uyaran" adını verirler. Uyaranın organizma üzerindeki etkisi, zihinde bir başka uyaranın imajını canlandırır. Bulut yağmur imajını, kelime bir varlığın imajını uyandırır. Teknikler, bilimler, sanatlar, her çeşit dil "işaretleme"nin hususi sınıflarıdır (mode). Bu bize, işaretleme meselesinin evrenselliğini gösterir: Bir işaretler dünyasında yaşıyoruz, genel bir işaretleme bilimi, beşerî bilgilerin ve faaliyetlerin tamamını içine alır. Bize algılanabilir olan dış dünyadan ulaşan uyaranlar (stimulus "monde sensible"), çağrışımlı olanlar ve çağrışımlı olmayanlar diye ikiye ayrılır. Bizde bir çağrışım uyandırmayan uyaranlar (stimulus non associés), bilinmeyenlerin dünyasıdır. Bizde bir çağrışım uyandıranlar, dolayısıyle bizim için anlamlı birer işaret (signes yahut stimulus associé) olanlar subjektif yahut objektif olarak bilinenlerin dünyasıdır. Bu ikinci tip uyaranlar, yani işaretler, tabiî olup olmamalarına göre ikiye ayrılır: 273 Said Paşa, a.g.e., s. 64.

341 309 a) Tabiî işaretler (signe naturels), b) Sun'î toplumsal işaretler (signes sociaux artificiels). Bilim, tabiî işaretlerle ilgilenir, sanat, dil ve semioloji, sun'î, toplum tarafından yaratılmış işaretlerle ilgilenir. Sun'î toplumsal işaretler, tabiî olanı bir "icone" vasıtasıyla gösteren işaretler ve bir anlaşmaya bağlı, muhaberede (communication) kullanılan sembol nitelikli işaretler olmak üzere ikiye ayrılır. Bu işaretlerin birinci tipi sanatta, ikinci tipi dilde ve sosyal kodlarda kullanılır. Anlaşmaya bağlı, muhaberede kullanılan sembol nitelikli işaretler, sebep-sonuç ilişkisi taşıyan benzerlik ilişkili "iconographique" semboller ve keyfî nitelikli, saf semboller olmak üzere tekrar ikiye ayrılır. bunlardan birincisi sosyal kodları, ikincisi dili ilgilendirir. Bu uyaranlar sistemi içinde dil işaretleri, çağrışımlı, sun'i, toplumsal, sembol nitelikli, muhabereye ait, keyfî ve halis semboller 274 olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu gruplandırmanın genel olduğunu, "ses taklidi" kelimeler gibi hususî durumları ifade etmediğini de belirtmemiz gerekir. Bütün bu açıklamayı şöyle bir tablo ile gösterebiliriz: 275 Bütün Uyaranlar (Algılanabilen dünya) BİLİNMEYENLER Çağrışımlı olmayan uyaranlar Çağrışımlı Uyaranlar ( ¼ARETLER) BİLİMLER Tabiî işaretler Sun'î, toplumsal işaretler SANATLAR İkonlu işaretler Sembol nitelikli muhabere işaretleri sebepli ikonografik semboller Keyfî, halis semboller Toplumsal kodlar DİLLER Bu tablo, bütün işaret sistemlerini toplu bir şekilde ifade etmektedir. 276 Bütün bu bilgiler ışığında da görülmektedir ki semiyotik bütün işaret sistemleri ile ilgilenir. Sadece Türkçe, Arapça vb. gibi her hangi bir dili değil, tabiatta olan olgula- 274 Burada sembol kelimesi, geniş manasında kullanılmıştır. 275 P. Guiraud, La Sémantique, Paris, Presses Universitaires de France, 1955, s.16. Tablo, Pierre Guiraud'nun bu eserindeki (s. 16) şemaya dayanılarak tasavvur edilmiştir, tasnif ise tamamen Guiraud'ya aittir. Bu eserin Türkçeye tercümesi yapılmıştır: Pierre Guiraud, Anlambilim, çev.: Berke Vardar, Gelişim Yayınları, İstanbul, R. Filizok, Gösterge (İşaret/Signe) Ve Anlam,

342 310 rı da doğal bir dil olarak kabul eder. Görüldüğü gibi Guiraud un tasnifiyle belâgatçilerin tasnifi benzer nitelik gösterir. Semiyotiğin alanındaki bu işaret sistemlerinden belli başlılarını maddeler hâlinde örnekleri ile aşağıya alıyoruz. Beşerî diller (Fransızca, Türkçe gibi) Yapay diller (trafik işaretleri, mors alfabesi gibi) Geleneklerin dili (sofra ve yemek âdabı, yemek yerken bir düzen takip edilmesi gibi) Tabiat olgularının dili (ikon, indis vs.) Esaslarını mantıktan alan delâletin ayrımları ile göstergebilimin yukarıdaki şemada görülen ayrımları yan yana konduğunda şu fark edilecektir: a) Sözlü delâlet, semiyotiğin sun î toplumsal işaretlerle, sembol nitelikli ve keyfî işaretleri inceleyen kısmı ile yukarıdaki şemada da görüldüğü üzere aynı yapıdadır. b) Sözsüz delâlet de semiyotiğin tabiî işaretler ve ikonlular kısmı ile aynı yapıdadır. İşte delâlet in sözlü ve sözsüz işaretleri ayrı ayrı incelemesinde ve bunları alt gruplara ayırmasında da semiyotik ile benzerlikler olduğunu görmek mümkündür. Bütün bu örneklerde de görüldüğü gibi belâgat ve mantıktaki delâlet teorisi ile çağımızın teorilerinden semiyotik arasındaki bu benzerlikler belâgatimizde işaret konusunun ne kadar geniş çapta işlendiğinin ve sistem hâlinde düşünüldüğünün bir kanıtıdır. Bildirişim Teorisi ve Belâgat İlişkisi Bu bölümde günümüzde geniş kabul gören göstergebilimin temelini oluşturan bildirişim teorisi ile belâgat geleneğimizin ilişkisi üzerinde duracak ve bu yaklaşımların dayandığı esasların benzerliklerini göstereceğiz. Roman Jakobson ( ) un geliştirdiği bildirişim teorisi ile belâgat biliminin yaklaşım benzerliğini ayrıntılarıyla görmek için bu teorinin temel elementlerini gözden geçirmemiz yararlı olacaktır. Bilindiği gibi R. Jakobson bildirişimi, verici (émetteur), alıcı (récepteur), nesne (réferent), mesaj, kanal ve kod olmak üzere altı temel elemente ayırarak analiz eder. 277 Jokobson un bu yaklaşımı, daha sonra yapılan dil ve edebiyat 277 Kanal, ses ve ışık gibi mesajı taşıyan fiziksel nesnedir. Bu kategorilerden belâgatçiler, sadece kanal fikri üzerinde durmamışlardır.

343 311 incelemeleri için bir model oluşturur. Aşağıda bildirişimin temel elementlerine ve onların fonksiyonlarına sırasıyla yer veriyoruz. 278 NESNE (Bağlam) (Haber fonk.) VERİCİ (İfade fonk.) MESAJ (Estetik fonk.) ALICI (Etkileme fonk.) KANAL (Algılamak fonk.) KOD (Üst-dil fonk.) Bildirişimin Temel Elementlerinin Fonksiyonları 1. Verici: Bildirişimde vericinin en temel fonksiyonu kendini ifade etmektir. 2. Alıcı: Etkilenme fonksiyonu vardır. 3. Nesne-Haber-Konu: İfade fonksiyonunu yüklenir. 4. Kanal: Algılamak (duymak, görmek gibi beş duyu) fonksiyonu yüklenir. 5. Dil-Kod: Üst-dil fonksiyonu yüklenir. 6. Mesaj: Estetik fonksiyonu yüklenir. Şemada da görüldüğü gibi bu altı unsurun altı fonksiyonu vardır. Bunlara göre de bir iletişim olayının gerçekleşmesi için verici-mesaj-alıcı olmak üzere en az üç temel elemanın olması gerekmektedir. Mesajın bir konusu, bir nesnesi bulunur. Konu, bir nesne veya bir haber olması örnekleri ile aşağıda gösterildi. -Ahmet çarşıya gitti. (haber) -Güneş doğdu. (nesne) Bir iletişim için verici, mesaj, alıcı ve nesne dışında daha başka şeyler de gerek vardır. Örneğin bunlardan biri kanal yani fiziksel araçtır. Yazılı bir nesnede okumayı sağlayan ışık, kâğıt, harfler vs. veya telefonda konuşma mesajını ulaştıran tel gibi. 278 Tablo, R. Filizok, Roman Jakobson un Bildirişim Modeli: Dil İle Bildirişimin (Communication) Temel Elementleri, adlı yazıdan alınmıştır.

344 312 Mesajın anlaşılabilmesi için alıcı ve verici arasında bir koda ihtiyaç vardır. Kod, bir nevi şifre sistemidir. Bilindiği gibi diller, bir şifre, bir kod sistemi oluşturur. Bu da bireyler arasında daha önceden yapılmış bir uzlaşmaya dayanır. İki tarafın anlaşmak üzere seçtiği dil, koddur. Kod, kendi içinde yine çeşitli alt kodlar taşır. Aydın dili, halk dili, Servet-i Fünûn dili kodun bu alt kodlarından bir kaçıdır. En alt kod ise üslûptur. Üslûp, özel bir kod olarak da kabul edilmelidir. Kanal, görevini yaparken bir takım engelleyicilerle karşılaşabilir. Buna gürültü diyoruz. Gürültü, kanalın çalışmasını engelleyen her türlü fiziksel unsura verilen addır. Silik bir fotokopi, telefonun şarjının bitmesi birer gürültü çeşidi olarak kabul edilirler. 279 Yukarıdaki şekilde bu model, dil ürününün ortaya çıkışında, bir mesajın verilmesinde yapıcı, kurucu temel unsurların neler olduğunu ortaya koyar. Bu model yardımıyla bir mesajın oluşmasında, anlaşılmasında görev alan temel öğeler belirlenir. Mesaj, onu kullananlardan ayrı düşünülmemiş, aksine nesnesiyle, anlaşılmasını sağlama şartlarıyla birlikte ele alınmıştır. Bu altı temel elementin başlıca görevleri tespit edilmiş yani fonksiyonları da araştırılmıştır. 280 Belâgatimize gelince R. Jakobson un bildirişim teorisinin üç unsurunu açıkça bulmanın mümkün olduğu görülür. Bildirişimdeki verici (émetteur) için mütekellim, alıcı (récepteur) için muhâtab, nesne (réferent) için haber kavramları kullanılmaktadır. Belâgatte, kod ve kanal ayrımı net olarak bulunmamakla birlikte bunların yarattığı problemler daima göz önünde tutulmuştur. Belâgattin temel konularından olan kelâmın tanımı, alıcı-verici dikkate alınarak yapılmıştır. Mütekellim tarafından (verici) söylendiği zaman dinleyenin (alıcı) başka bir şey beklemeksizin tam bir anlam çıkarttığı biri diğerine isnâd edilmiş iki kelimeye belâgatte kelâm denir. Kelâm, isnâdla muttasıf şol iki kelimeye derler ki söylendiği vakitte muhâtab başka bir şeye muntazır olmayıp onların manâsından istifâdesi tâm ola. (BLO, s. 11) 279 R. Filizok, Roman Jakobson un Bildirişim Modeli: Dil ile Bildirişimin (Communication) Temel Elementleri, R. Filizok, Anlam Analizine Giriş, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İzmir 2001, s

345 313 Buna bağlı olarak isnâd ise kelimelerden birinin, dinleyen için başka bir söze ihtiyaç duymadan zihninde tam bir anlam oluşacak şekilde, diğer bir kelime ile ilişkilendirilmesidir. İsnâd, muhâtaba fâide hâsıl olup kelâm-ı âhara muntazır olunmayacak sûrette kelimelerden birinin diğerine nisbet olunmasına derler. (BLO, s. 12) Yukarıda da ifade edildiği gibi üst-dil fonksiyonunu yüklenen kod, aynı zamanda sistem ve üslûbu karşılar. Belâgatte yere ve şartlara göre dili kullanmak (muktezâ-yı hâl) kodla ilgili bir seçimdir, bu yüzden kod ve alt kodlar son derece önemlidir. Bütün belâgatçiler, kodun seçimi üzerinde dururlar, cümlenin ögelerinin, bitişiğinde bulunan bir başka kelime ile birlikte oluşturdukları bir makam olduğunu düşünürler. Belîğ olma, bu makamların bilinmesini ve makama göre üslûp belirlemeyi gerektirir. Aslında kelâmın mahal ve makamları, kodların seçiminin belâgatte öğretildiği bölümlerdir. a) Bildirişim ve Meânî İlişkisi Meânî, belâgatin temel bilim dallarından ilkidir. Sözün hâle göre aldığı muhtemel söz formlarını inceler. Meânînin temel konusunu, kısaca söyleyen (mütekellim/verici), dinleyen (muhâtab/alıcı) ve bunların aralarındaki mesaj (haber) oluşturur. Aşağıda bu üç unsuru, konunun daha net anlaşılması için şekillerle gösteriyoruz. Mehmet VERİCİ (Mütekellim) M Mesaj Ayşe ALICI (Muhâtap) Mütekellim ve muhâtap arasındaki mesaj, duruma göre çeşitli anlamlar alır; meânînin asıl konusu sözün kaç türlü söylenebileceği ve anlamının dinleyene nasıl tam ve etkili ulaşabileceğinin öğretimidir. Bir söz, içinde birden fazla mesajı da barındırabilir. Aşağıda bu durumu şekillerle gösteriyoruz. Mesaj V M1 M2 A1 A2 Verici Mesaj1 Mesaj2 Alıcı 1 Alıcı 2 Biz bazen bir var olanı, haber cümlesi ile iletebilir; bazen da bir dileği veya isteği yani hayalî bir durumu inşâ (dilek-şart) cümlesi ile iletebiliriz. Meânînin temel kısımlarından birini de bu, haber ve inşâ isnâdı konusudur. Meânînin temel konu-

346 314 sunu isnâd oluşturur. İsnâd, bir fiilin bir fâile dayandırılmasıdır. İsnâdın içinde ise bir fâil (müsnedün-ileyh/özne) ve bir fiil (müsned/yüklem) bulunmaktadır. Bunların hâricinde meânî, diğer unsurlarını müteallikat-ı fiil ve mütemmimat-ı cümle adı altında toplar. Meânî, son olarak îcâz ve ıtnâb yani kısa ve uzun anlatımla ve cümleleri bağlama şekillerinin öğretildiği vasıl-fasıl konusunun araştırmasını yapar. Ancak az evvelde belirttiğimiz gibi meânînin asıl temelini, haber ve inşâ cümlesi oluşturur, diğer konular bu bütünü tamamlayan parçalar olarak görmekte sakınca yoktur. Aşağıdaki tabloda meânîdeki konuları, önemine göre tasnif ederek veriyoruz. Meânî Haber İnşâ Diğerleri 1. yüklem 2. özne 3. tümleç vs. 4. bağlama-ayırma 5. kısaltma-uzatma Belâgatte, konuşanın ( mütekellim ) maksadına, niyetine göre sözün üç hâli bulunabilir. Bunlar: Îcâz (maksadı az sözle ifade etme), ıtnâb (maksadı çok sözle ifade etme) müsâvât (söz ve maksadın birbirine eşit olması)tır. Cümlenin uzun veya kısa tutulmasında göreli bir durum söz konusudur. Îcâz ve ıtnâb da kıstas, norm ve toplum kabul edilir. Norm, kısaca halkın dili tasarrufu ve yaygın kullanımlarıdır. A. Hamdî nin belâgatinde özellikle meânî bahsinde norm fikri esastır. Aslında bugünkü çağdaş dil incelemeleri de birer norm incelemeleridir. b) Belâgatte Alıcı-Vericinin Bilgi ve Haber Karşısında Durumları Belâgatte temel ayrımlardan biri de haber karşısında, alıcı ve vericinin bulunduğu hâllerdir. Konu ve yüklem arasındaki ilişkileri yönünden alıcı ve verici ya bilgiye sahiptir ya da değildir. Bu bilme ve bilmeme durumu içinde alıcı ve verici farklı seviyelerde bulunmaktadır. Aşağıda bu seviyeleri, oranlarıyla veriyoruz ) Ya bilir: bilim : %100 2) Ya zanneder: zan % ) Ya şüphe eder: şüphe, şekk : % R. Filizok, Bilgilerimizin 6 Hâli : Bilginin Basamakları,

347 315 4) Ya vehmeder: vehim : % 49, 48 5) Ya bilmez: bilgisizlik : % 0 6) Ya bilmediğini de bilmez katmerli bilgisizlik ( cehl-i mürekkeb ): % -0 Bilgiden bilgisizliğe gidiş hâllerinin grafiği aşağıya alınmıştır. 282 Alıcı ve verici bir hüküm verirken bilgisinin doğruluğu, sabitliği ve güvenirliği bakımından çeşitli durumlarda bulunur ve buna göre çeşitli hükümler verir. Belâgat ve mantık geleneğimizde bilgi, kaynaklarına göre şu beş gruba ayrılır Meşhûrât: Meşhûrat herkesin zihnî olarak kabul ettiği bilgi. 2. Makbûlât: Makbûl insanların söylediği bilgi. 3. Müsellemât: Doğruluğu yanlışlığı olmaksızın alıcı tarafından kabul edilen bilgi. 4. Muhayyelât/Şiir: Övmek ya da yermek, yükseltmek veya alçaltmak için verilen bilgi. Muhayyelat için mantıkçılar, şiir terimini kullanırlar. 5. Vehmiyyât: Yanlış akıl yürütmeden doğan düşünme biçimidir. Alıcının bilgisi ve zihni kadar, belâgatte vericinin alıcının bilgisi karşısındaki tavrı da dikkate alınır. Bir kimseye bir haberi ulaştıracağında, dinleyenin tereddüt ve şüphesini dikkate alarak vurgular ve pekiştirmeler yapması gerektiği üzerinde durulur. Görüldüğü gibi modern dilbilim ve göstergebilimin konuları belâgat içinde yer almakta ve eğitim amaçlı, pedagojik bir eser yazan Ahmed Hamdî de bu konuların üzerinde ısrarla durmaktadır. Pragmatik - Belâgat İlişkisi Bilindiği gibi pragmatik (edimbilim) verici, alıcı ve sözce bağlamının diğer özellikleriyle ilgili anlam özelliklerini ve dil kullanımlarını inceler. Pragmatiğin başlangıcı olarak Amerikan filozofu Charles Morris tarafından (1938) tespit edilen ve daha sonra Rudolf Carnap gibi mantıkçılar tarafından da kullanılan üçlü inceleme kabul edilmekte- 282 Bu şema Rıza Filizok un yukarıdaki dipnotta geçen Bilgilerimizin 6 Hâli : Bilginin Basamakları yazısından alınmıştır. Bk Geniş bilgi için bk. Mantık-Belâgat İlişkisi, s. 323.

DOI: /fsmia

DOI: /fsmia FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi FSM Scholarly Studies Journal of Humanities and Social Sciences Sayı/Number 8 Yıl/Year 2016 Güz/Autumn 2016 Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi

Detaylı

İçindekiler. Giriş Konu ve Kaynaklar 13 I. Konu 15 II. Kaynaklar 19

İçindekiler. Giriş Konu ve Kaynaklar 13 I. Konu 15 II. Kaynaklar 19 Önsöz Kur an tefsirleri üzerine yapılan araştırmalar bir hayli zenginleşmesine karşın, yüzlerce örneğiyle sekiz-dokuz asırlık bir gelenek olan tefsir hâşiyeciliği, çok az incelenmiştir. Tefsir hâşiye literatürü;

Detaylı

Tefsir, Kıraat (İlahiyat ve İslâmî ilimler fakülteleri)

Tefsir, Kıraat (İlahiyat ve İslâmî ilimler fakülteleri) ARAŞTIRMA ALANLARI 1 Kur an İlimleri ve Tefsir Kur an ilimleri, Kur an tarihi, tefsir gibi Kur an araştırmalarının farklı alanlarına dair araştırmaları kapsar. 1. Kur an tarihi 2. Kıraat 3. Memlükler ve

Detaylı

Türk Dili Anabilim Dalı- Tezli Yüksek Lisans (Sak.Üni.Ort) Programı Ders İçerikleri

Türk Dili Anabilim Dalı- Tezli Yüksek Lisans (Sak.Üni.Ort) Programı Ders İçerikleri Türk Dili Anabilim Dalı- Tezli Yüksek Lisans (Sak.Üni.Ort) Programı Ders İçerikleri 1. Yıl - Güz 1. Yarıyıl Ders Planı SOSYAL BİLİMLERDE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ TDE729 1 3 + 0 6 Sosyal bilimlerle ilişkili

Detaylı

AKADEMİK ÖZGEÇMİŞ YAYIN LİSTESİ. : Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Telefon : (0212) 521 81 00 : abulut@fsm.edu.tr

AKADEMİK ÖZGEÇMİŞ YAYIN LİSTESİ. : Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Telefon : (0212) 521 81 00 : abulut@fsm.edu.tr AKADEMİK ÖZGEÇMİŞ VE YAYIN LİSTESİ 1. Adı Soyadı : Ali Bulut İletişim Bilgileri Adres : Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Telefon : (01) 51 81 00 Mail : abulut@fsm.edu.tr. Doğum - Tarihi : 1.0.1973

Detaylı

BELÂGAT KİTAPLARINDA İSTİTBÂ / İDMÂC SANATININ TARİF VE TASNİFİ

BELÂGAT KİTAPLARINDA İSTİTBÂ / İDMÂC SANATININ TARİF VE TASNİFİ DOI: 10.7816/kalemisi-05-10-01 kalemisi, 2017, Cilt 5, Sayı 10, Volume 5, Issue 10 BELÂGAT KİTAPLARINDA İSTİTBÂ / İDMÂC SANATININ TARİF VE TASNİFİ Muhittin ELİAÇIK 1 ÖZ Belâgat kitapları edebî sanatların

Detaylı

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci; Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : İSLAM FELSEFE TARİHİ I Ders No : 0070040158 Teorik : 2 Pratik : 0 Kredi : 2 ECTS : 3 Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim Dili

Detaylı

EK-3 ÖZGEÇMİŞ 1. Adı Soyadı : Abdulkuddüs BİNGÖL 2. Doğum Tarihi : 28 Mart Unvanı : Prof. Dr. 4. Öğrenim Durumu : Doktora 5.

EK-3 ÖZGEÇMİŞ 1. Adı Soyadı : Abdulkuddüs BİNGÖL 2. Doğum Tarihi : 28 Mart Unvanı : Prof. Dr. 4. Öğrenim Durumu : Doktora 5. EK-3 ÖZGEÇMİŞ 1. Adı Soyadı : Abdulkuddüs BİNGÖL 2. Doğum Tarihi : 28 Mart 1952 3. Unvanı : Prof. Dr. 4. Öğrenim Durumu : Doktora 5. Çalıştığı Kurum : Artvin Çoruh Üniversitesi Derece Alan Üniversite Yıl

Detaylı

AYP 2017 ÜÇÜNCÜ DÖNEM ALIMLARI

AYP 2017 ÜÇÜNCÜ DÖNEM ALIMLARI ALANLAR ve ÖNCELİKLER AYP 2017 ÜÇÜNCÜ DÖNEM ALIMLARI 1- Kur an İlimleri ve Tefsir Kur an ilimleri, Kur an tarihi, tefsir gibi Kur an araştırmalarının farklı na dair araştırmaları 1. Kur an tarihi 2. Kıraat

Detaylı

MÂTÜRÎDÎ KELÂMINDA TEVİL

MÂTÜRÎDÎ KELÂMINDA TEVİL Önsöz Klasik ilimler geleneğimizin temel problemlerinden birine işaret eden tevil kavramını en geniş anlamıyla inanan insanın, kendisine hitap eden vahyin sesine kulak vermesi ve kendi idraki ile ilâhî

Detaylı

T.C. BİLECİK ŞEYH EDEBALİ ÜNİVERSİTESİ İSLAMİ İLİMLER FAKÜLTESİ İSLAMİ İLİMLER BÖLÜMÜ EĞİTİM-ÖĞRETİM PROGRAMI

T.C. BİLECİK ŞEYH EDEBALİ ÜNİVERSİTESİ İSLAMİ İLİMLER FAKÜLTESİ İSLAMİ İLİMLER BÖLÜMÜ EĞİTİM-ÖĞRETİM PROGRAMI Z/S K/ Z/S K/ EK-1 T.C. BİLECİK ŞEYH EDEBALİ ÜNİVERSİTESİ İSLAMİ İLİMLER FAKÜLTESİ İSLAMİ İLİMLER BÖLÜMÜ EĞİTİM-ÖĞRETİM PROGRAMI ARAPÇA HAZIRLIK SINIFI PROGRAMI Hazırlık 1. Yarıyıl İİH001 Arapça Dilbilgisi

Detaylı

İSMAİL TAŞ, MEHMET HARMANCI, TAHİR ULUÇ,

İSMAİL TAŞ, MEHMET HARMANCI, TAHİR ULUÇ, Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : İSLAM AHLAK ESASLARI VE FELSEFESİ Ders No : 0070040072 Teorik : 2 Pratik : 0 Kredi : 2 ECTS : 4 Ders Bilgileri Ders Türü

Detaylı

TANZİMAT I. DÖNEM: ŞAİR VE YAZARLAR. * Şinasi *Ziya Paşa *Namık Kemal. * Ahmet Mithat Efendi *Şemsettin Sami

TANZİMAT I. DÖNEM: ŞAİR VE YAZARLAR. * Şinasi *Ziya Paşa *Namık Kemal. * Ahmet Mithat Efendi *Şemsettin Sami TANZİMAT I. DÖNEM: ŞAİR VE YAZARLAR * Şinasi *Ziya Paşa *Namık Kemal * Ahmet Mithat Efendi *Şemsettin Sami İBRAHİM ŞİNASİ 1826-1871 İBRAHİM ŞİNASİ İstanbul da doğdu. Arapça, Fransızca, Farsça dersleri

Detaylı

AKADEMİK YILI

AKADEMİK YILI Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi 2017-2018 AKADEMİK YILI Hazırlık Sınıfı 1. Dönem Adı Z / S Teo. Uyg Toplam Arapça Zorunlu Hazırlık (Arapça Dilbilgisi (Sarf) I) Z 4 0 4 4 4 Arapça Zorunlu Hazırlık (Arapça

Detaylı

AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DEKANLIĞI EĞİTİM - ÖĞRETİM YILI DERSLER KATALOĞU. Dersin Optik. Kredi AKTS. Ulus.

AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DEKANLIĞI EĞİTİM - ÖĞRETİM YILI DERSLER KATALOĞU. Dersin Optik. Kredi AKTS. Ulus. AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DEKANLIĞI 2016-2017 EĞİTİM - ÖĞRETİM YILI DERSLER KATALOĞU ZORUNLU ARAPÇA HAZIRLIK SINIFI HAZIRLIK SINIFI 1. YARIYIL HAZIRLIK SINIFI 2. YARIYIL İLA011

Detaylı

ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Eğitim-Öğretim Yılı 1.ve 2. Öğretim Eğitim Planları

ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Eğitim-Öğretim Yılı 1.ve 2. Öğretim Eğitim Planları ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ 2018-2019 Eğitim-Öğretim Yılı 1.ve 2. Öğretim Eğitim Planları HAZIRLIK SINIFI (YILLIK) KODU DERSİN ADI Kredi İLH001 ARAPÇA 26 0 26 26 Konu Başlıkları (Yıllık) T

Detaylı

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ İSLÂMÎ İLİMLER FAKÜLTESİ LİSANS PROGRAMI 1. Yıl / I. Dönem Ders. Kur'an Okuma ve Tecvid I

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ İSLÂMÎ İLİMLER FAKÜLTESİ LİSANS PROGRAMI 1. Yıl / I. Dönem Ders. Kur'an Okuma ve Tecvid I SELÇUK ÜNİVERSİTESİ İSLÂMÎ İLİMLER FAKÜLTESİ LİSANS PROGRAMI 1. Yıl / I. Dönem 3801101 3802101 Kur'an Okuma ve Tecvid I 3801111 3802111 Arapça Dil Bilgisi I 2 2 3 3 3801112 3802112 Arapça Okuma-Anlama

Detaylı

EĞİTİM - ÖĞRETİM YILI... ANADOLU LİSESİ 12. SINIF TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ

EĞİTİM - ÖĞRETİM YILI... ANADOLU LİSESİ 12. SINIF TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ AY HAFTA DERS SAATİ KONU ADI KAZANIMLAR TEST NO TEST ADI 1 2 EDEBİ BİLGİLER (ŞİİR BİLGİSİ) 1. İncelediği şiirden hareketle metnin oluşmasına imkân sağlayan zihniyeti 2. Şiirin yapısını çözümler. 3. Şiirin

Detaylı

Dersin Optik Kodu. Ders Dur. (Z/S) Kredi AKTS. Ulus. Kredi. Dersin Optik Kodu. Kredi AKTS. Ulus. Kredi. Ders Dur. (Z/S) Dersin Adı

Dersin Optik Kodu. Ders Dur. (Z/S) Kredi AKTS. Ulus. Kredi. Dersin Optik Kodu. Kredi AKTS. Ulus. Kredi. Ders Dur. (Z/S) Dersin Adı AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DEKANLIĞI 2017-2018 EĞİTİM - ÖĞRETİM YILI DERSLER KATALOĞU ZORUNLU ARAPÇA HAZIRLIK SINIFI HAZIRLIK SINIFI 1. YARIYIL HAZIRLIK SINIFI 2. YARIYIL Ders Adı

Detaylı

2.SINIF (2013 Müfredatlar) 3. YARIYIL 4. YARIYIL

2.SINIF (2013 Müfredatlar) 3. YARIYIL 4. YARIYIL ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ 2014-2015 Eğitim Öğretim Yılı 1.ve 2.Öğretim (2010 ve Sonrası) Eğitim Planları HAZIRLIK SINIFI (YILLIK) KODU DERSİN ADI T U Kredi AKTS İLH001 ARAPÇA 26 0 26 26 Konu

Detaylı

Tahsin Görgün-Yayınlar ve Çalışmalar 1. Tahsin Görgün (Kısa Özgeçmiş)

Tahsin Görgün-Yayınlar ve Çalışmalar 1. Tahsin Görgün (Kısa Özgeçmiş) Tahsin Görgün-Yayınlar ve Çalışmalar 1 Tahsin Görgün (Kısa Özgeçmiş) 1961 yılında Sivas ta doğdu. Sivas İmam-Hatip Lisesini bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi nde lisans eğitimi yaptı

Detaylı

ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Eğitim Öğretim Yılı 1.ve 2.Öğretim (2010 ve Sonrası) Eğitim Planları HAZIRLIK SINIFI (YILLIK)

ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Eğitim Öğretim Yılı 1.ve 2.Öğretim (2010 ve Sonrası) Eğitim Planları HAZIRLIK SINIFI (YILLIK) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ 01-014 Eğitim Öğretim Yılı 1.ve.Öğretim (010 ve Sonrası) Eğitim Planları HAZIRLIK SINIFI (YILLIK) KODU DERSİN ADI İLH001 ARAPÇA 0 Konu Başlıkları (Yıllık) T Sözlü

Detaylı

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Yayın No. 756 İSAM Yayınları 202 İlmî Araştırmalar Dizisi 90 Her hakkı mahfuzdur.

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Yayın No. 756 İSAM Yayınları 202 İlmî Araştırmalar Dizisi 90 Her hakkı mahfuzdur. Mustafa Bülent Dadaş, Dr. 1979 da Adana da doğdu. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ni bitirdi (2002). Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü nde Mecelle de Bulunan Hukuk-Dil İlişkisine Yönelik

Detaylı

Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002), Sayı: 4 97

Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002), Sayı: 4 97 Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002), Sayı: 4 97 BELÂGATIN SİSTEMATİZE EDİLMESİNDE ES-SEKKÂKÎ VE EL-KAZVÎNÎ NİN ROLÜ Dr. M. Akif ÖZDOĞAN Sütçü İmam Ünv. İlahiyat Fakültesi Belâgat ilminin,

Detaylı

İSLAM FELSEFESİ: Tarih ve Problemler Editör: M. Cüneyt Kaya. ISBN sayfa, 45 TL.

İSLAM FELSEFESİ: Tarih ve Problemler Editör: M. Cüneyt Kaya. ISBN sayfa, 45 TL. İSLAM FELSEFESİ: Tarih ve Problemler Editör: M. Cüneyt Kaya ISBN 978-605-4829-05-7 869 sayfa, 45 TL. VII. yüzyılın başlarında kadim medeniyet havzalarında canlılığını neredeyse kaybetmiş olan felsefe,

Detaylı

İçindekiler TAKDİM 5

İçindekiler TAKDİM 5 İçindekiler TAKDİM 5 1 ARAP SÖZLÜK BİLİMİ VE SÖZLÜK ÇALIŞMALARI 23 Soner Gündüzöz Giriş: Arap Sözlükçülüğünün Kavramsal Boyutu 23 Mu cem ve Kāmus Kelimelerinin Tanımı 23 I. Arap Sözlükçülüğüne İlişkin

Detaylı

İLAHİYAT FAKÜLTESİ I. VE II. ÖĞRETİM HAZIRLIKSIZ İLAHİYAT MÜFREDATI

İLAHİYAT FAKÜLTESİ I. VE II. ÖĞRETİM HAZIRLIKSIZ İLAHİYAT MÜFREDATI İLAHİYAT FAKÜLTESİ I. VE II. ÖĞRETİM HAZIRLIKSIZ İLAHİYAT MÜFREDATI 1.YIL / 1. YARIYIL 1.YIL / 2. YARIYIL ILA101 Kur'an Okuma ve Tecvid-I 2 0 2 2 ILA102 Kur'an Okuma ve Tecvid-II 2 0 2 2 ILA103 Arap Dili

Detaylı

GÜMÜŞHANE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Felsefe Bölümü DERS İÇERİKLERİ

GÜMÜŞHANE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Felsefe Bölümü DERS İÇERİKLERİ GÜMÜŞHANE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Felsefe Bölümü DERS İÇERİKLERİ I.SINIF I.YARIYIL FL 101 FELSEFEYE GİRİŞ I Etik, varlık, insan, sanat, bilgi ve değer gibi felsefenin başlıca alanlarının incelenmesi

Detaylı

İçindekiler. Kısaltmalar 13 GİRİŞ I. ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI 15 II. İÇERİK VE YÖNTEM 16 III. LİTERATÜR 17

İçindekiler. Kısaltmalar 13 GİRİŞ I. ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI 15 II. İÇERİK VE YÖNTEM 16 III. LİTERATÜR 17 İçindekiler Kısaltmalar 13 GİRİŞ I. ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI 15 II. İÇERİK VE YÖNTEM 16 III. LİTERATÜR 17 BİRİNCİ BÖLÜM MUHAMMED EBÛ ZEHRE NİN HAYATI, İLMÎ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ I. MUHAMMED EBÛ ZEHRE

Detaylı

Zirve 9. Sınıf Dil ve Anlatım

Zirve 9. Sınıf Dil ve Anlatım Zirve 9. Sınıf Dil ve Anlatım İLETİŞİM, DİL VE KÜLTÜR 1. İletişim 2. İnsan, İletişim ve Dil 3. Dil Kültür İlişkisi DİLLERİN SINIFLANDIRILMASI VE TÜRKÇENİN DÜNYA DİLLERİ ARASINDAKİ YERİ 1. Dillerin Sınıflandırılması

Detaylı

İSMAİL DURMUŞ PROFESÖR

İSMAİL DURMUŞ PROFESÖR İSMAİL DURMUŞ PROFESÖR ÖZGEÇMİŞ YÜKSEKÖĞRETİM KURULU 26.05.2014 Adres : İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İcadiye-Bağlarbaşı Caddesi, No: 40 34662 Üsküdar/İstanbul Telefon E-posta : : 2164740860-1226 Doğum

Detaylı

Merkez / Bitlis Temel İslam Bilimleri /Tasavvuf Ana Bilim Dalı.

Merkez / Bitlis Temel İslam Bilimleri /Tasavvuf Ana Bilim Dalı. Adı Soyadı Ünvan Doğum Yeri Bölüm E-posta : Bülent AKOT Doç. Dr. Merkez / Bitlis Temel İslam Bilimleri /Tasavvuf Ana Bilim Dalı. bulentakot@hotmail.com EĞİTİM BİLGİLERİ Derece Bölüm Program Üniversite

Detaylı

VAK ANÜVÎS HALÎL NÛRÎ NİN MATLA U N-NÛR ADLI TELHÎS TERCÜMESİ

VAK ANÜVÎS HALÎL NÛRÎ NİN MATLA U N-NÛR ADLI TELHÎS TERCÜMESİ T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI VAK ANÜVÎS HALÎL NÛRÎ NİN MATLA U N-NÛR ADLI TELHÎS TERCÜMESİ Yüksek Lisans Tezi Murat Aytekin Tez Danışmanı Prof.

Detaylı

OSMANLICA öğrenmek isteyenlere kaynaklar

OSMANLICA öğrenmek isteyenlere kaynaklar OSMANLICA öğrenmek isteyenlere kaynaklar Eda Yeşilpınar Hemen her bölümün kuşkusuz zorlayıcı bir dersi vardır. Öğrencilerin genellikle bu derse karşı tepkileri olumlu olmaz. Bu olumsuz tepkilerin nedeni;

Detaylı

T.C. KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ İlâhiyat Fakültesi Dekanlığı. REKTÖRLÜK MAKAMINA (Öğrenci İşleri Daire Başkanlığı)

T.C. KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ İlâhiyat Fakültesi Dekanlığı. REKTÖRLÜK MAKAMINA (Öğrenci İşleri Daire Başkanlığı) T.C. KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ İlâhiyat Fakültesi Dekanlığı Sayı : 34394187-399- 24/04/2015 Konu : Lisans Öğretim Programı Değişiklik Önerisi REKTÖRLÜK MAKAMINA (Öğrenci İşleri Daire Başkanlığı)

Detaylı

Yıl: 2, Sayı: 5, Aralık 2015, s

Yıl: 2, Sayı: 5, Aralık 2015, s Muhittin ELİAÇIK 1 BELÂGAT KİTAPLARINDA MÜZÂVECE SANATININ TARİF VE TASNİFİ Özet Belâgat kitapları edebî sanatların ayrıntılı biçimde anlatıldığı eserlerdir. Me ânî, beyân, bedî bölümlerinden oluşan bu

Detaylı

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ARAB DİLİ VE BELAGATİ Arap Dili ve Belagati Anabilim Dalı, İslâm dininin temel kaynaklarını doğrudan anlayabilmek, temel İslâm bilimleri ve kültür tarihi alanlarında yazılmış olan

Detaylı

T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü *BE5FBY8BV* Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Başkanlığı Sayı :27306776/100/ 10770 30/01/2018 Konu :Eğitim - Öğretim İşleri (Genel)

Detaylı

DERGÂH YAYINLARI 786 Felsefe 53 İslâm Felsefesi Dizisi 3 Sertifika No ISBN Baskı Mayıs Dizi Editörü Cahid Şenel

DERGÂH YAYINLARI 786 Felsefe 53 İslâm Felsefesi Dizisi 3 Sertifika No ISBN Baskı Mayıs Dizi Editörü Cahid Şenel DERGÂH YAYINLARI 786 Felsefe 53 İslâm Felsefesi Dizisi 3 Sertifika No 14420 ISBN 978-975-995-900-5 1. Baskı Mayıs 2018 Dizi Editörü Cahid Şenel Dizi Kapak Tasarımı Işıl Döneray Kapak Uygulama Ercan Patlak

Detaylı

Üniversitemiz Senatosunun tarih ve 2018/19 2 sayılı karar eki

Üniversitemiz Senatosunun tarih ve 2018/19 2 sayılı karar eki İSTANBUL 29 MAYIS ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İSLAM VE DİN BİLİMLERİ FAKÜLTESİ İSLAM VE DİN BİLİMLERİ-ULUSLARARASI İLAHİYAT PROGRAMI (%30 Arapça) (2016-2017 AKADEMİK YILINDAN İTİBAREN KAYITLI VE PEDAGOJİK

Detaylı

Fakülte Kurulunun tarih ve 2018/02 1 sayılı karar eki İSTANBUL 29 MAYIS ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İSLAM VE DİN BİLİMLERİ FAKÜLTESİ

Fakülte Kurulunun tarih ve 2018/02 1 sayılı karar eki İSTANBUL 29 MAYIS ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İSLAM VE DİN BİLİMLERİ FAKÜLTESİ İSTANBUL 29 MAYIS ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İSLAM VE DİN BİLİMLERİ FAKÜLTESİ EK.1 İSLAM VE DİN BİLİMLERİ-ULUSLARARASI İLAHİYAT PROGRAMI (2016-2017 AKADEMİK YILINDAN İTİBAREN KAYITLI VE PEDAGOJİK FORMASYON

Detaylı

10.SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ

10.SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ EKİM AY HAFTA DERS SAATİ KONU ADI KAZANIMLAR TEST NO TEST ADI 1 EDEBİYAT TARİHİ / TÜRK EDEBİYATININ DÖNEMLERE AYRILMASINDAKİ ÖLÇÜTLER 1.Edebiyat tarihinin uygarlık tarihi içindeki yerini.edebiyat tarihinin

Detaylı

İÇİNDEKİLER. G r 17 I. YÖNTEM ve KONUNUN SINIRLANDIRILMASI 17 II. TERMİNOLOJİ 23

İÇİNDEKİLER. G r 17 I. YÖNTEM ve KONUNUN SINIRLANDIRILMASI 17 II. TERMİNOLOJİ 23 İÇİNDEKİLER KISALTMALAR 11 ÖNSÖZ 13 G r 17 I. YÖNTEM ve KONUNUN SINIRLANDIRILMASI 17 II. TERMİNOLOJİ 23 B r nc Bölüm KLASİK İSLÂMÎ PARADİGMA ve ORYANTALİST PARADİGMA 25 I. ORYANTALİST PARADİGMA ve KURUCU

Detaylı

SOSYOLOJİSİ (İLH2008)

SOSYOLOJİSİ (İLH2008) DİKKATİNİZE: BURADA SADECE ÖZETİN İLK ÜNİTESİ SİZE ÖRNEK OLARAK GÖSTERİLMİŞTİR. ÖZETİN TAMAMININ KAÇ SAYFA OLDUĞUNU ÜNİTELERİ İÇİNDEKİLER BÖLÜMÜNDEN GÖREBİLİRSİNİZ. DİN SOSYOLOJİSİ (İLH2008) KISA ÖZET-2013

Detaylı

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 11. SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ PLANI

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 11. SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ PLANI EKİM 2017-2018 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 11. SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ PLANI Ay Hafta Ders Saati Konu Adı YENİLEŞME DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI Kazanımlar Osmanlı

Detaylı

Yeni Osmanlılar Cemiyeti Kurucularından Mehmed Âyetullah Bey Dönem-İnsan-Eser

Yeni Osmanlılar Cemiyeti Kurucularından Mehmed Âyetullah Bey Dönem-İnsan-Eser Yeni Osmanlılar Cemiyeti Kurucularından Mehmed Âyetullah Bey Dönem-İnsan-Eser Yazar Ferhat Korkmaz ISBN: 978-605-9247-84-9 1. Baskı Kasım, 2017 / Ankara 100 Adet Yayınları Yayın No: 252 Web: grafikeryayin.com

Detaylı

Üniversitemiz Senatosunun tarih ve 2018/19 2 sayılı karar eki

Üniversitemiz Senatosunun tarih ve 2018/19 2 sayılı karar eki İSTANBUL 29 MAYIS ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İSLAM VE DİN BİLİMLERİ FAKÜLTESİ İSLAM VE DİN BİLİMLERİ-ULUSLARARASI İLAHİYAT PROGRAMI (%30 Arapça) (2017-2018 AKADEMİK YILINDAN İTİBAREN 2.,3.,4. SINIF ÖĞRENCİLERİNE

Detaylı

T.C. RECEP TAYYİP ERDOĞAN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ENSTİTÜ KURULU TOPLANTI TUTANAĞI

T.C. RECEP TAYYİP ERDOĞAN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ENSTİTÜ KURULU TOPLANTI TUTANAĞI T.C. RECEP TAYYİP ERDOĞAN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ENSTİTÜ KURULU TOPLANTI TUTANAĞI Sayı : 47 Tarih : 04.09.2012 Toplantıda Bulunanlar : 1. Yrd. Doç. Dr. Süleyman TURAN, Müdür V. 2. Prof.

Detaylı

Türkçe Eğitimi Anabilim Dalı- Tezli Ortak Yüksek Lisans Programı Ders İçerikleri

Türkçe Eğitimi Anabilim Dalı- Tezli Ortak Yüksek Lisans Programı Ders İçerikleri Türkçe Eğitimi Anabilim Dalı- Tezli Ortak Yüksek Lisans Programı Ders İçerikleri 1. Yıl Ders Planı Türkiye Türkçesi ETO703 1 2 + 1 8 Türk dilinin kaynağı, gelişimi; Türkiye Türkçesinin diğer dil ve lehçelerle

Detaylı

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS KURÂN A ÇAĞDAŞ YAKLAŞIMLAR ILH333 5 2+0 2 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü Türkçe Lisans Yüz Yüze / Seçmeli

Detaylı

ÖZGEÇMİŞ VE ESERLER LİSTESİ. Doç. Dr. Rıza BAĞCI

ÖZGEÇMİŞ VE ESERLER LİSTESİ. Doç. Dr. Rıza BAĞCI ÖZGEÇMİŞ VE ESERLER LİSTESİ ÖĞRENİM DURUMU Lisans: 1976-1980 Doç. Dr. Rıza BAĞCI İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ/TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ Yüksek Lisans: 1984-1987 EGE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL

Detaylı

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS HUKUK DOKTORİNLERİ VE İSLAM HUKUKU

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS HUKUK DOKTORİNLERİ VE İSLAM HUKUKU DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS HUKUK DOKTORİNLERİ VE İSLAM HUKUKU İLH322 6 2+0 2 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Türkçe Lisans Dersin Türü Yüz Yüze

Detaylı

TÜRKİYE DİYANET VAKFI YAYINLARI

TÜRKİYE DİYANET VAKFI YAYINLARI Kitâbü Takrîbi l-garîb Kāsım b. Kutluboğa (ö. 879 h. / 1474 m.) Tahkik Dr. Öğr. Üyesi Osman Keskiner TÜRKİYE DİYANET VAKFI YAYINLARI Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Yayın No. 743 İSAM Yayınları 200 Klasik

Detaylı

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS İSLAM EĞİTİM TARİHİ ILA323 5 2+0 2 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü Türkçe Lisans Yüz Yüze / Seçmeli Dersin

Detaylı

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS KELAM VE İSLAM MEZHEPLERİ ILH

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS KELAM VE İSLAM MEZHEPLERİ ILH DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS KELAM VE İSLAM MEZHEPLERİ ILH 210 4 2+0 2 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü Lisans Yüz Yüze / Zorunlu Dersin

Detaylı

Türkçe Eğitimi Anabilim Dalı- Tezli Yüksek Lisans Programı Ders İçerikleri

Türkçe Eğitimi Anabilim Dalı- Tezli Yüksek Lisans Programı Ders İçerikleri Türkçe Eğitimi Anabilim Dalı- Tezli Yüksek Lisans Programı Ders İçerikleri 1. Yıl Ders Planı 1. Yarıyıl Türkçe Öğretiminde Çağdaş Yaklaşımlar ETO701 1 2 + 1 7 Türkçe öğretiminde geleneksel uygulamalardan

Detaylı

BAYRAM DALKILIÇ, HÜSAMETTİN ERDEM,

BAYRAM DALKILIÇ, HÜSAMETTİN ERDEM, Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : MANTIK Ders No : 0070040047 Teorik : 2 Pratik : 0 Kredi : 2 ECTS : 3 Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim Dili Öğretim Tipi Ön

Detaylı

Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi İÇİNDEKİLER. Özkan CİĞA DİYÂRBEKİRLİ MEHMED SAÎD PAŞA NIN BİBLİYOGRAFYASI, ss.

Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi İÇİNDEKİLER. Özkan CİĞA DİYÂRBEKİRLİ MEHMED SAÎD PAŞA NIN BİBLİYOGRAFYASI, ss. İÇİNDEKİLER Özkan CİĞA DİYÂRBEKİRLİ MEHMED SAÎD PAŞA NIN BİBLİYOGRAFYASI, ss.1-6 Mustafa Uğurlu ARSLAN OSMANLI TARİH VE EDEBİYAT MECMÛASI NDA SAİD PAŞA VE SÜLEYMAN NAZÎF İN İZLERİ, ss.7-17 Abdülkadir DAĞLAR

Detaylı

İÇİNDEKİLER BÖLÜM 1 BÖLÜM 2

İÇİNDEKİLER BÖLÜM 1 BÖLÜM 2 İÇİNDEKİLER BÖLÜM 1 ÖNSÖZ DİL NEDİR? / İsmet EMRE 1.Dil Nedir?... 1 2.Dilin Özellikleri.... 4 3.Günlük Dil ile Edebî Dil Arasındaki Benzerlik ve Farklılıklar... 5 3.1. Benzerlikler... 5 3.2. Farklılıklar...

Detaylı

11.SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ

11.SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ EKİM AY HAFTA DERS SAATİ KONU ADI YENİLEŞME DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI TANZİMAT DÖNEMİ EDEBİYATININ OLUŞUMU KAZANIMLAR.Osmanlı Devleti ni güçlü kılan sosyal, siyasi düzenin bozulma nedenlerini.batı düşüncesine,

Detaylı

İÇİNDEKİLER. Bölüm I GİRİŞ. Bölüm II EĞİTİMİN KELİME ANLAMLARI VE FARKLI AÇILARDAN GÖRÜNÜŞÜ

İÇİNDEKİLER. Bölüm I GİRİŞ. Bölüm II EĞİTİMİN KELİME ANLAMLARI VE FARKLI AÇILARDAN GÖRÜNÜŞÜ İÇİNDEKİLER Bölüm I GİRİŞ A. EĞİTİMDE TANIŞMA - İLK VE SON HAFTALAR...1 B. ÖĞRETMENLİK MESLEĞİ...5 1. ÖĞRETMENLİK VE ÖNEMİ...5 a. Öğretmenliğin Kısa Tarihçesi...5 b. Mesleğin Önemi...8 c. Pedagojik Sevgi...10

Detaylı

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS FIKIH I İLH

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS FIKIH I İLH DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS FIKIH I İLH 307 5 2+0 2 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü Türkçe Lisans Yüz Yüze / Zorunlu Dersin Koordinatörü

Detaylı

Takdim. 1 Hüseyin Atay, Osmanlılar da Yüksek Din Eğitimi, İstanbul: Dergâh Yay., 1983, s. 36.

Takdim. 1 Hüseyin Atay, Osmanlılar da Yüksek Din Eğitimi, İstanbul: Dergâh Yay., 1983, s. 36. Takdim Bir ilmin geçmişini bilmek, Müspet ilimlerde bile belki daha yakın bir tarihe inmeye lüzum gösterdiği halde, mânevî (beşerî) ilimlerde tarihin derinliklerine kadar inmeye ihtiyaç gösterir. 1 İnsanoğlunun

Detaylı

YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ GÜZ DÖNEMİ SINAV PROGRAMI

YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ GÜZ DÖNEMİ SINAV PROGRAMI BİRİNCİ SINIF İN ADI 05 KASIM-13 KASIM 26 ARALIK-06 OCAK 16 OCAK-27 OCAK ILILA505 AKAİD ESASLARI 05.11.2016 08:30:09:30 26.12.2016 08:30:09:30 16.01.2017 08:30:09:30 ILILA503 UZAKTAN EĞİTİM LERİ 07.11.2016

Detaylı

İLAHİYAT FAKÜLTESİ I. VE II. ÖĞRETİM FORMASYONLU İLAHİYAT MÜFREDATI (ILY)

İLAHİYAT FAKÜLTESİ I. VE II. ÖĞRETİM FORMASYONLU İLAHİYAT MÜFREDATI (ILY) İLAHİYAT FAKÜLTESİ I. VE II. ÖĞRETİM FORMASYONLU İLAHİYAT MÜFREDATI (ILY) 1.YIL / 1. YARIYIL 1.YIL / 2. YARIYIL ILY101 Kur'ân-ı Kerîm (Tashîh-i Hurûf)-I 2 0 2 3 Z ILY102 Kur'ân-ı Kerîm (Tashîh-i Hurûf)-II

Detaylı

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci; Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : KELAM TARİHİ Ders No : 0070040093 Teorik : 3 Pratik : 0 Kredi : 3 ECTS : 3 Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim Dili Öğretim

Detaylı

ESOGÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ HAZIRLIKLI İLAHİYAT 2010 YILINDAN İTİBAREN UYGULANAN PROGRAM DERSLERİ I.ÖĞRETİM I. DÖNEM

ESOGÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ HAZIRLIKLI İLAHİYAT 2010 YILINDAN İTİBAREN UYGULANAN PROGRAM DERSLERİ I.ÖĞRETİM I. DÖNEM ESOGÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ HAZIRLIKLI İLAHİYAT 2010 YILINDAN İTİBAREN UYGULANAN PROGRAM DERSLERİ I.ÖĞRETİM 1 I. DÖNEM 181111005 Türk Dili I Z 2 0 2 0 2 181111006 İngilizce I Z 2 0 2 0 2 181111007 Atatürk

Detaylı

Avrupa İslam Üniversitesi İSLAM ARAŞTIRMALARI. Journal of Islamic Research البحوث االسالمية

Avrupa İslam Üniversitesi İSLAM ARAŞTIRMALARI. Journal of Islamic Research البحوث االسالمية Avrupa İslam Üniversitesi İSLAM ARAŞTIRMALARI Journal of Islamic Research البحوث االسالمية Yıl 3 Sayı 1 Mayıs 2010 .. / Özet: Hadislerin anlaşılmasında aklın putlaştırılması Batıyla geniş bir etkileşim

Detaylı

İLAHİYAT FAKÜLTESİ I. VE II. ÖĞRETİM HAZIRLIKSIZ İLAHİYAT MÜFREDATI (FORMASYON DERSLERİ EKLENEREK GÜNCELLENMİŞ HALİ)

İLAHİYAT FAKÜLTESİ I. VE II. ÖĞRETİM HAZIRLIKSIZ İLAHİYAT MÜFREDATI (FORMASYON DERSLERİ EKLENEREK GÜNCELLENMİŞ HALİ) İLAHİYAT FAKÜLTEİ I. VE II. ÖĞRETİM HAIRLIKI İLAHİYAT MÜFREDATI (FORMAYON DERLERİ EKLENEREK GÜNCELLENMİŞ HALİ) 1.YIL / 1. YARIYIL 1.YIL /. YARIYIL DER_KODU DER_ADI (TÜRKÇE) TEO UYG KRD AKT / DER_KODU DER_ADI

Detaylı

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci; Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : YENİ TÜRK EDEBİYATI II Ders No : 0020110013 Teorik : 3 Pratik : 0 Kredi : 3 ECTS : 4 Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim Dili

Detaylı

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci; Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : TÜRK DİLİ I Ders No : 00700400 : 2 Pratik : 0 Kredi : 2 ECTS : 2 Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim Dili Öğretim Tipi Ön Koşul

Detaylı

HİTİT ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ 2007 VE SONRASI MÜFREDAT PROGRAMI AKTS KODU

HİTİT ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ 2007 VE SONRASI MÜFREDAT PROGRAMI AKTS KODU HİTİT ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAÜLTESİ 2007 VE SONRASI MÜFREDAT PROGRAMI T U : Teorik ders saati : Uygulamalı ders saati : Dersin redisi : Avrupa redi Transfer Sistemi 1.SINIF 1.SINIF ODU I. YARIYIL/GÜZ

Detaylı

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci; Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : TÜRK KÜLTÜRÜNDE HADİS (SEÇMELİ) Ders No : 0070040192 Teorik : 2 Pratik : 0 Kredi : 2 ECTS : 2 Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim

Detaylı

İLH107 HADİS TARİHİ VE USULÜ (ARAPÇA)

İLH107 HADİS TARİHİ VE USULÜ (ARAPÇA) Ankara Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı Açık Ders Malzemeleri Ders izlence Formu Dersin Kodu ve İsmi Dersin Sorumlusu Dersin Düzeyi İLH107 HADİS TARİHİ VE USULÜ (ARAPÇA) YRD. DOÇ.

Detaylı

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS DERSLERİ DERSİN KODU VE ADI TEZ 5000 Yüksek Lisans Tezi TİB 5010 Seminer UAD 8000 Uzmanlık Alan

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS DERSLERİ DERSİN KODU VE ADI TEZ 5000 Yüksek Lisans Tezi TİB 5010 Seminer UAD 8000 Uzmanlık Alan TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS DERSLERİ TİB 5010 Seminer UAD 8000 Uzmanlık Alan Dersi I UAD 8001 Uzmanlık Alan Dersi-II TİB 5660 Hadiste Sened ve Metin Tenkidi TİB 5190 Mukayeseli Hadis

Detaylı

Dersin Adı Kodu Yarıyılı T+U Kredisi Akts Felsefeye Giriş IV

Dersin Adı Kodu Yarıyılı T+U Kredisi Akts Felsefeye Giriş IV Adı Kodu Yarıyılı T+U Kredisi Akts Felsefeye Giriş IV 2+0 2 2 Ön Koşul Dersler Yardımcıları Amacı Öğrenme Bu dersin genel amacı; felsefe adı verilen rasyonel faaliyetin ne olduğu, nasıl ortaya çıktığı,

Detaylı

1-Anlatım 2-Soru ve Cevap 3-Sunum 4-Tartışma

1-Anlatım 2-Soru ve Cevap 3-Sunum 4-Tartışma DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS ARAP DİLİ VE EDEBİYATI I İLH 103 1 2+0 2 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü Türkçe Lisans Yüz Yüze / Zorunlu

Detaylı

TÜRKÇE ANABİLİM DALI TÜRKÇE EĞİTİMİ BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS PROGRAMI 2011 2012 EĞİTİM ÖĞRETİM PLANI

TÜRKÇE ANABİLİM DALI TÜRKÇE EĞİTİMİ BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS PROGRAMI 2011 2012 EĞİTİM ÖĞRETİM PLANI TÜRKÇE ANABİLİM DALI TÜRKÇE EĞİTİMİ BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS PROGRAMI 2011 2012 EĞİTİM ÖĞRETİM PLANI GÜZ YARIYILI DERSLERİ Dersin Kodu Dersin Adı T U K Dersin Türü TEA 500* Seminer 020 Zorunlu TEA 501

Detaylı

el-belâga inde s-sekkâkî Ahmed Matlûb Bağdat: Mektebetü n-nehda, 1964, 406 sayfa.

el-belâga inde s-sekkâkî Ahmed Matlûb Bağdat: Mektebetü n-nehda, 1964, 406 sayfa. 9. Tecrübî İlimler (Tıp, Mekanik, Aşçılık, Çiftçilik, Saatçilik) 10. Sanat (Nakkaşlık, Mûsiki, Hüsn-i Hat) 11. Fars Dili ve Edebiyatı (Hikâyeler, Belâgat İlimleri, Arûz, Şuarâ Tezkireleri, Umumi Tezkireler,

Detaylı

Sosyal Bilimler Enstitüsü

Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri 1. Yarıyıl Dersleri TIB5171 SEMİNER (DERSTE) Zorunlu 0 2.00 0 5.00 TIB5175 TEZ DANIŞMANLIĞI I Zorunlu 0 1.00 0 1.00 TIB5101 İSLAM BİLİMLERİNİN TEŞEKKÜLÜ

Detaylı

T.C. YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DEKANLIĞI FAKÜLTE KURULU KARARI

T.C. YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DEKANLIĞI FAKÜLTE KURULU KARARI Toplantı Tarihi: 0. 06. 04 Toplantı Sayısı : 04/05 Fakültemiz Fakülte Kurulu, Dekan Prof. Dr. Abdulbaki GÜNEŞ Başkanlığında 0.06.04 tarihinde toplanarak aşağıdaki kararları almıştır. KARAR: -04-05 Eğitim

Detaylı

T.C. NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ. Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı İLGİLİ MAKAMA

T.C. NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ. Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı İLGİLİ MAKAMA Sayı : 10476336-100-E.531 29/01/2019 Konu : Ders İçerikleri-Çağdaş Türk Lehçerleri ve Edebiyatları Bölümü İLGİLİ MAKAMA Bu belge 5070 Elektronik İmza Kanununa uygun olarak imzalanmış olup, Fakültemiz Çağdaş

Detaylı

HAKKARİ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ İLAHİYAT LİSANS MÜFREDAT PROGRAMI

HAKKARİ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ İLAHİYAT LİSANS MÜFREDAT PROGRAMI HAKKARİ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ İLAHİYAT LİSANS MÜFREDAT PROGRAMI 1. SINIF 1. YARIYIL İLH101 KURAN OKUMA VE TECVİD I 4 0 4 4 İLH103 ARAP DİLİ VE BELAGATI I 4 0 4 4 İLH105 AKAİD ESASLARI 2 0 2 2

Detaylı

Ebû Dâvûd un Sünen i (Kaynakları ve Tasnif Metodu) Mehmet Dinçoğlu

Ebû Dâvûd un Sünen i (Kaynakları ve Tasnif Metodu) Mehmet Dinçoğlu Ebû Dâvûd un Sünen i (Kaynakları ve Tasnif Metodu) Mehmet Dinçoğlu Cilt/Volume: II Sayı/Number: 1 Yıl/Year 2016 Meridyen Derneği hadisvesiyer.info Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 2012, 472 sayfa.

Detaylı

KAFKAS ÜNIVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESI SLAV DİLLERİ VE EDEBİYATLARI BÖLÜMÜ RUS DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI DERSLERİN İÇERİĞİ I.

KAFKAS ÜNIVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESI SLAV DİLLERİ VE EDEBİYATLARI BÖLÜMÜ RUS DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI DERSLERİN İÇERİĞİ I. KAFKAS ÜNIVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESI SLAV DİLLERİ VE EDEBİYATLARI BÖLÜMÜ RUS DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI DERSLERİN İÇERİĞİ I.YARIYIL RU 103 Rus Edebiyati Tarihi 2-0-2 Rusça okutulan bu derste

Detaylı

İslamî bilimler : Kur'an-ı Kerim'in ve İslam dininin doğru biçimde anlaşılması için yapılan çalışmalar sonucunda İslami bilimler doğdu.

İslamî bilimler : Kur'an-ı Kerim'in ve İslam dininin doğru biçimde anlaşılması için yapılan çalışmalar sonucunda İslami bilimler doğdu. Türk İslam Bilginleri: İslam dini insanların sadece inanç dünyalarını etkilemekle kalmamış, siyaset, ekonomi, sanat, bilim ve düşünce gibi hayatın tüm alanlarını da etkilemiş ve geliştirmiştir Tabiatı

Detaylı

SȖDȂN SEYAHȂTNȂMESİ: METİN VE İNCELEME

SȖDȂN SEYAHȂTNȂMESİ: METİN VE İNCELEME T.C. FATİH SULTAN MEHMET VAKIF ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI SȖDȂN SEYAHȂTNȂMESİ: METİN VE İNCELEME Khalid Khater Mohemed Ali 130101036 TEZ DANIŞMANI Prof.

Detaylı

PROGRAMLAR. Türk Din Musikisi Lisans Programı

PROGRAMLAR. Türk Din Musikisi Lisans Programı PROGRAMLAR Türk Din Musikisi Lisans Programı Konservatuvarımız Türk Müziği Bölümü kapsamında açılmış olan program genel amacıyla, ülkemiz topraklarındaki tarihsel müzik geleneklerinin inceliklerini kavramış,

Detaylı

Pa Sa Ça Pe Cu. Öğle Arası. Seminer ve Danışmanlık

Pa Sa Ça Pe Cu. Öğle Arası. Seminer ve Danışmanlık Öğr. Gör. Mehmet Selim AYDAY H-B {N} Duyma, Anlama (İstima) I, II H-E {N} Duyma, Anlama (İstima) I, II H-C {N} Duyma, Anlama (İstima) I, II H-A {N} Duyma, Anlama (İstima) I, II H-C {N} Duyma, Anlama (İstima)

Detaylı

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci;

Öğrenim Kazanımları Bu programı başarı ile tamamlayan öğrenci; Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : YENİ TÜRK EDEBİYATI IV Ders No : 0020110030 Teorik : 3 Pratik : 0 Kredi : 3 ECTS : 5 Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim Dili

Detaylı

HAKKIMIZDA. *TÜBİTAK/ULAKBİM-Sosyal Bilimler Veri Tabanı (2003 ten itibaren) *Modern Language Association of America (MLA) (2010 dan itibaren)

HAKKIMIZDA. *TÜBİTAK/ULAKBİM-Sosyal Bilimler Veri Tabanı (2003 ten itibaren) *Modern Language Association of America (MLA) (2010 dan itibaren) HAKKIMIZDA Tarih İncelemeleri si (TİD), Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü tarafından yayımlanan, 2009 yılı Temmuz ayından itibaren, uluslararası hakemli bir dergidir. İlk sayısı 1983 yılında

Detaylı

İnci Hoca TANZİMAT EDEBİYATI I. DÖNEM

İnci Hoca TANZİMAT EDEBİYATI I. DÖNEM TANZİMAT EDEBİYATI I. DÖNEM TANZİMAT EDEBİYATI I. DÖNEM ÖZELLİKLERİ İlk özel gazete Tercüman-ı Ahval ile başlar. Toplum için sanat anlayışı benimsenmiştir. Halkı aydınlatma amacıyla eser verildiği için

Detaylı

LYS 3 DENEME-5 KONU ANALİZİ SORU NO LYS 3 TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI TESTİ KAZANIM NO KAZANIMLAR. 26/05/2014 tarihli LYS-3 deneme sınavı konu analizleri

LYS 3 DENEME-5 KONU ANALİZİ SORU NO LYS 3 TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI TESTİ KAZANIM NO KAZANIMLAR. 26/05/2014 tarihli LYS-3 deneme sınavı konu analizleri LYS 3 DENEME-5 KONU ANALİZİ SORU NO LYS 3 TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI TESTİ A B KAZANIM NO KAZANIMLAR 1 11 30027 1 / 31 Kelimelerin anlam oluşturmada birbirleriyle ilişkilerini belirler. 2 12 30027 Kelimelerin

Detaylı

Temel Kavramlar Bilgi :

Temel Kavramlar Bilgi : Temel Kavramlar Bilim, bilgi, bilmek, öğrenmek sadece insana özgü kavramlardır. Bilgi : 1- Bilgi, bilim sürecinin sonunda elde edilen bir üründür. Kişilerin öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile çaba

Detaylı

İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ

İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ DİKKATİNİZE: BURADA SADECE ÖZETİN İLK ÜNİTESİ SİZE ÖRNEK OLARAK GÖSTERİLMİŞTİR. ÖZETİN TAMAMININ KAÇ SAYFA OLDUĞUNU ÜNİTELERİ İÇİNDEKİLER BÖLÜMÜNDEN GÖREBİLİRSİNİZ. İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ KISA ÖZET

Detaylı

İÇİNDEKİLER. Birinci Bölüm ÖABT Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Konu Anlatımlı Soru Bankası ESKİ TÜRK DİLİ VE LEHÇELERİ...

İÇİNDEKİLER. Birinci Bölüm ÖABT Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Konu Anlatımlı Soru Bankası ESKİ TÜRK DİLİ VE LEHÇELERİ... İÇİNDEKİLER Birinci Bölüm... 7 ESKİ TÜRK DİLİ VE LEHÇELERİ... 8 Türk Dillerinin Sınıflandırılması... 14 Türk Dillerinin Ses Denklikleri Bakımından Sınıflandırılması... 16 Altay Dilleri Teorisini Kabul

Detaylı

İslam Ahlâk Düşüncesi Projesi

İslam Ahlâk Düşüncesi Projesi Ahlâk Düşüncesi Projesi İSLAM İSLAMAHLÂK AHLÂKDÜŞÜNCESİ DÜŞÜNCESİ PROJESİ PROJESİ düşüncesi düşüncesiiçerisinde içerisindepek pekçok çokdisiplin disiplintarafından tarafındantartıtartışılagelmiş şılagelmiş

Detaylı

ÖZGEÇMİŞ. Derece Alan Üniversite Bitirme Yılı. Lisans İlahiyat Fakültesi Ankara Üniversitesi 1999

ÖZGEÇMİŞ. Derece Alan Üniversite Bitirme Yılı. Lisans İlahiyat Fakültesi Ankara Üniversitesi 1999 ÖZGEÇMİŞ 1. Adı-Soyadı: Ömer ACAR İletişim Bilgileri Adres : Ank. Ü. İlahiyat Fak. Telefon : 0 (312) 212 68 00-1369 E-Mail : oacar@divinity.ankara.edu.tr 2. Doğum Yeri ve Tarihi : Erzurum/Oltu 27.09.1976

Detaylı

YRD. DOÇ. DR. ABDÜLKERİM GÜLHAN 0266 6121000/4508. agulhan@balikesir.edu.tr

YRD. DOÇ. DR. ABDÜLKERİM GÜLHAN 0266 6121000/4508. agulhan@balikesir.edu.tr YRD. DOÇ. DR. ABDÜLKERİM GÜLHAN ÖZGEÇMİŞ 1. Adı Soyadı Abdülkerim Gülhan İletişim Bilgileri Adres Balıkesir Ü. Fen Edebiyat Fakültesi Çağış Yerleşkesi Balıkesir Telefon Mail 0266 6121000/4508 agulhan@balikesir.edu.tr

Detaylı