DÜŞÜNCE DÜNYASINDA MEHMED NİYAZİ ÖZDEMİR (HAYATI-ESERLERİ-DÜŞÜNCELERİ-GAZETECİLİĞİ)

Ebat: px
Şu sayfadan göstermeyi başlat:

Download "DÜŞÜNCE DÜNYASINDA MEHMED NİYAZİ ÖZDEMİR (HAYATI-ESERLERİ-DÜŞÜNCELERİ-GAZETECİLİĞİ)"

Transkript

1 T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI GAZETECİLİK BİLİM DALI DÜŞÜNCE DÜNYASINDA MEHMED NİYAZİ ÖZDEMİR (HAYATI-ESERLERİ-DÜŞÜNCELERİ-GAZETECİLİĞİ) YÜKSEK LİSANS TEZİ Danışman Yrd.Doç.Dr. Caner ARABACI Hazırlayan Hakan BAHÇECİ KONYA

2

3 T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü BİLİMSEL ETİK SAYFASI Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm. Hakan BAHÇECİ iii

4

5 T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU Hakan BAHÇECİ tarafından hazırlanan Düşünce Dünyasında Mehmed Niyazi Özdemir (Hayatı-Eserleri-Düşünceleri-Gazeteciliği) başlıklı bu çalışma 10/06/2010 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.. Yrd. Doç. Dr. Caner ARABACI Başkan Doç.Dr. Bünyamin AYHAN Üye Doç.Dr. Ayhan SELÇUK Üye v

6

7 T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü Öğrencinin Adı Soyadı Hakan BAHÇECİ Numarası: Ana Bilim / Bilim Dalı Gazetecilik/Gazetecilik Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Caner ARABACI Tezin Adı Düşünce Dünyasında Mehmed Niyazi Özdemir; Hayatı, Eserleri, Düşünceleri, Gazeteciliği ÖZET Mehmed Niyazi, yazdığı romanlar, yaptığı araştırmalar ve gazete yazıları ile son dönem düşünce dünyamıza önemli katkıları olmuş bir yazar ve düşünürümüzdür. O ve onun gibi değerli kişileri tanıyıp, hayatlarını, düşüncelerini ve eserlerini topluma tanıtmak, yeni nesiller için faydalı olacaktır. Çalışmamız bu amaç üzerine yoğunlaşmıştır. Tezin konusu; Düşünce Dünyasında Mehmed Niyazi Özdemir dir. Yazarın, hayatı, eserleri, düşünceleri, gazeteciliği incelenecektir. Mehmed Niyazi Özdemir, yazılarında ve kitaplarında Mehmed Niyazi adını kullanır. Yazdığı kitapların arasında roman çoğunlukta olduğu için romancı olarak tanınır. Gerçek bilgi ve arşiv belgelerine dayanarak yazdığı romanlar, titiz araştırmalar sonucu tamamladığı araştırma kitapları, ilgiyle okunmaktadır. Niyazi, uzun yıllar yurt dışında kalmış ve akademik çalışmalarını orada sürdürmüştür. Araştırma ve çalışmalarına İstanbul da devam etmektedir. Bununla birlikte, gazete yazıları yazmakta ve televizyon programları yapmaktadır. Onun, üzerinde ısrarla durduğu konuların başında, tarih bilinci ve şuuru, millet kavramı, kültür ve sanat, medeniyet gibi toplumsal ve sosyokültürel meseleler gelmektedir. Niyazi, vii

8 viii metafizik derinliğe çok önem vermektedir. Çok yönlü ve alçakgönüllü kişiliği ile Niyazi, kıymetli bir yazar ve fikir adamıdır. Çalışmanın neticesinde genel olarak şu sonuçlar elde edilmiştir. Mehmed Niyazi, hukuk öğrenimi görmüştür, ancak çaba ve gayreti ile tarih, felsefe, edebiyat alanlarında da kendini yetiştirmiş bir aydındır. Niyazi, millî tarih bilincine sahiptir. O, bir milletin hafızasının, tarih olduğuna inanmaktadır. Doğu ve Batı karşılaştırmasını yaparken, medeniyet kavramı üzerinden hareket eder. Yeni bir medeniyetin, bu coğrafyada yeşereceğine inanır. Kültür ve sanatın, metafizik dünyadan beslenmesi gerektiğine vurgu yapar. Niyazi, manevî değerlerle şekil almış milliyetçi bir duruş sergiler. viii

9 T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü Öğrencinin Adı Soyadı Hakan BAHÇECİ Numarası: Ana Bilim / Bilim Dalı Gazetecilik/Gazetecilik Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Caner ARABACI Tezin Adı In the world of thought Mehmed Niyazi Özdemir; life, thoughts, products and his journalism. SUMMARY Mehmed Niyazi is a writer and a philosopher who made a lot of contributions to the last term of thinking world. It s going to be useful to recognize him and the people who are valuable him and also their lives, thoughts products to the new generations. Our study centered on this aim. Thesis s subject is In the world of thought Mehmed Niyazi Özdemir the writers life, thoughts, products and his journalism is going to be searched. Mehmed Niyazi Özdemir uses the name Mehmed Niyazi in his writings and his books. Among his books he has written novels just because of that he is known as a novelist. Niyazi has lived abroad for years and he has kept on his studies there. Now he is carrying on his researches and studies in İstanbul. At the same time he has been writing newspaper articles and making TV programmers. He gave point to the subject like history consciousness the concept of nation, culture, art, civilization social and social-cultural matters. Niyazi attaches importance to metaphysics profoundness. With the sophisticated, modest personality, he is a precious writer and a headworker. ix

10 x The interviews and products, which were made with Niyazi, form two important supports of this study. His books were searched and analyzed with the help of content analysis. His articles were classified were made for same of his writings. At the end of these studies, generally these results were gotten. Mehmed Niyazi studies law, but with his tries and efforts he improved himself in the fields of literature, history and philosophy. Niyazi got the consciousness of national history. He believed that the nations memory is history. While he is comparing East with West, he acts/starts with the concept of civilization. He believes that a new civilization will grow up in this area. He emphasizes that culture and art must take nourishment from metaphysics Niyazi shows a nationalist attitude which is shaped with religious values. x

11 KISALTMALAR ABD : Amerika Birleşik Devletleri AP : Adalet Partisi AET : Avrupa Ekonomik Topluluğu BJK : Beşiktaş Jimnastik Kulübü Bkz : Bakınız c : Cilt CHP : Cumhuriyet Halk Partisi DESİYAB : Devlet İşçi Sanayi Yatırım Bankası DP : Demokrat Parti HB : Hakan Bahçeci Hz : Hazreti İTÜ : İstanbul Teknik Üniversitesi MBK : Milli Birlik Komitesi MHP : Milliyetçi Hareket Partisi MNÖ : Mehmed Niyazi Özdemir MÖ : Milattan Önce MTTB : Millî Türk Talebe Birliği NATO : Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü S : Sayı s : sayfa SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği t.y. : Tarih yok TDV : Türkiye Diyanet Vakfı TDV İA : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. TİP : Türkiye İşçi Partisi TMTF : Türk Millî Talebe Federasyonları TÜSİAD : Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği vd : ve diğerleri xi

12 xii ÖN SÖZ Toplumun zihin ve ruh dünyasını besleyen, cemiyetin dinamizmini canlı tutan, dünle bugünün doğru yorumlanmasına rehberlik eden, öneri ve düşünceleriyle geleceğe yön veren düşünürler, yazarlar, şairler, aydınlar, sanatçılar bulunmaktadır. Bu kişiler, sahip oldukları özel yetenekler, kazandıkları bilgi birikimi ve tecrübeleri sayesinde cemiyete ve insanlığa hizmet etmektedirler. Bu, belki de mesleklerin en zor ve meşakkatli olanıdır. Bu mesleğin icrasında yazara, şaire, aydına ve sanatçıya büyük sorumluluklar düşmektedir. Bu sorumluluğun bilincinde olarak hareket eden yazarlar, sadece günümüz için değil, gelecek için de çok önemli bir görevi ifa etmiş olacaklardır. Milletini gönülden seven, inançlarına ve değerlerine sıkı sıkıya bağlı, ilmî olmaktan uzaklaşmadan bu mesleği icra etmeye gayret eden yazarlarımızdan biri de Mehmed Niyazi dir. Niyazi, millet bilincini geliştirmeyi, sahip olduğumuz mirasa sahip çıkmayı, kültür ve değerlerimizi canlı tutmayı gaye edinmiştir. Bu gaye ile metafizik köklere bağlı kalarak düşüncelerini anlatmaya çalışan bir yazardır. Yazar olmayı hiç düşünmediğini açıkça ifade etmesine rağmen, kaderin sevk-i tabisiyle; milletine, yazarak ve kitap yayınlayarak faydalı olabileceğine inanmış, tüm gayret ve emeğini hatta ömrünü bu yola vakfetmiştir. Bu çalışmada yazarın hayatı, eserleri, düşünce dünyası, kişiliği ve gazeteciliği incelenecektir. Çalışmanın tamamlanmasında, yardımları ve destekleri dolayısı ile teşekkür etmeden geçemeyeceğimiz değerli kişiler var muhakkak. Öncelikle, ilk günden itibaren manevi destek ve rehberliğini benden esirgemeyen, Mehmed Niyazi gibi bir aydın şahsiyeti konu edinerek tanımamı sağlayan Hocam Caner Arabacı ya sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Mehmed Niyazi ile ilk irtibatı kurmamı sağlayan Nihat Kahra- xii

13 man Bey e, Ziya Nur Aksun ile yaptığı görüşmeyi bizimle paylaşan Gülser Özer e, Mehtap TV deki programının yöneticisi Hakan Karaman a, meslektaşlarım Ferhan Pelitli ye, Samettin Demiröz e, çalışma arkadaşlarıma, Lokman Koyuncuoğlu ve onun şahsında tüm Konya Yeni Şafak çalışanlarına teşekkür ederim. Ne zaman arasam, bizi kırmayarak yardımcı olan, Mehmed Niyazi ile irtibatımızı sağlayan, kibarlığı ve hoşgörüsü ile bizi cesaretlendiren Konuralp Özdemir Bey in müstesna bir yeri olduğunu belirtmek isterim. Ayrıca, çalışmam boyunca manevi desteğiyle hep yanımda olan eşime ve zamanlarından çalmak zorunda kaldığım kızlarıma çok teşekkür ederim. Elbette şükranlarımızı sunacağımız biri daha var ki; o da Mehmed Niyazi Özdemir dir. Yakınlığı, sıcaklığı, misafirperverliği, sabrı ve hoşgörüsü ile hep yanımızdaydı. Zamanını bizimle paylaşarak kadirşinaslığını gösterdi. Sorduğumuz her soruya içtenlikle cevap verdi. Mehmed Niyazi ye de sonsuz şükranlarımızı sunuyor, hayırlı ve uzun ömürler diliyoruz. Hakan BAHÇECİ Mayıs 2010, Konya xiii

14

15 İÇİNDEKİLER BİLİMSEL ETİK SAYFASI... iii YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU...v ÖZET... vii SUMMARY... ix KISALTMALAR... xi ÖN SÖZ... xii GİRİŞ... 1 BİRİNCİ BÖLÜM MEHMED NİYAZİ NİN HAYATI 1.1. Hayatı Ailesi Sakarya ya Göç ve Çocukluğu Eğitimi Lise Yılları Futbola Karşı İlgisi Üniversite Yılları Hukuk Fakültesi Öğrenci Olayları, Cemiyetler ve Gençlik Askerlik ve Fakülteden Mezuniyet Almanya Yılları Yurda Dönüş ve Ticaret Girişimi Yayıncılığı ve Yazarlığa Başlaması Yayıncılığa Başlaması ve Ötüken Yayınevi Yazarlığa Başlaması Gündelik Hayatı İKİNCİ BÖLÜM MEHMED NİYAZİ NİN ESERLERİ 2.1. Romanları Varolmak Kavgası xv

16 İki Dünya Arasında Ölüm Daha Güzeldi Yazılamamış Destanlar Çanakkale Mahşeri Dahiler ve Deliler Yemen Ah Yemen! Daha Dün Yaşadılar Doğunun Ölümsüz Çocuğu Bayram Hediyesi Araştırmaları Millet ve Türk Milliyetçiliği Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği İslam Devlet Felsefesi Türk Devlet Felsefesi Türk Tarih Felsefesi ÜÇÜNCÜ BÖLÜM MEHMED NİYAZİ NİN DÜŞÜNCE DÜNYASI 3.1. Düşünce Dünyasının Şekillenmesi Dönemin Siyasî Gelişmeleri Adnan Menderes in İdam Edilmesi Dönemin Siyasî ve Fikrî Akımları Mehmed Niyazi nin Etkilendiği Şahsiyetler Peyami Safa ( ) Necip Fazıl Kısakürek ( ) Nihal Atsız ( ) Mahir İz ( ) Ziya Nur Aksun (1960, Konya) Osman Yüksel Serdengeçti ( ) Mehmed Niyazi nin Düşünce Dünyamızdaki Yeri Mehmed Niyazi nin Ele Aldığı Konu ve Problemler Devlet Millet ve Türk Milleti xvi

17 Medeniyet Kültür ve Sanat Roman Tarih Tarih Kavramı ve Tarihin Önemi Tarihçiliğimiz Tarih Felsefesi DÖRDÜNCÜ BÖLÜM MEHMED NİYAZİ NİN DÜŞÜNCE DÜNYASI 4.1. Medya Hakkındaki Düşünceleri Yazılı Basın Gazete Yazıları Televizyon Hakkında Düşünceleri ve Programı SONUÇ KAYNAKLAR Mehmed Niyazi nin Kitapları Mehmed Niyazi nin Gazete Yazıları Kaynaklar EKLER EK 1: M. Niyazi ile Görüşme (4 Şubat 2009) EK 2: M. Niyazi ile Görüşme (23Ağustos 2009) EK 3: M. Niyazi ile Görüşme (30 Ocak 2010) EK 4: M. Niyazi ile Görüşme (30 Ocak 2010) EK 5: M. Niyazi ile Görüşme (7 Nisan 2010) ÖZGEÇMİŞ xvii

18

19 GİRİŞ İnsanoğlu, var olduğu ve yaşamaya başladığı zamandan beri, kendine rehberlik edecek, yön verecek, önderlik edecek bir gücü, bir otoriteyi aramış ve bu güce inandığı oranda kendini güvende ve huzurda hissetmiştir. Bilim adamları, ilk insan ve insanlığın üreyip çoğalması konusunda fikir birliğine varamamış olsa da, bugün insanlık, bu durumu, inançları doğrultusunda kabul etmeyi tercih etmektedir. İnsan, bütün zamanlarda, kendisi için daima ilk ve temel mesele olmuş, fakat insanların çoğu, belki bunun idrakinde bile olmamıştır. Bu ilk bakışta biraz garip görünse de, insanın daima ve en büyük sorunu kendisidir, ancak, idrak düzeyinde. Peygamberler, büyük ahlâk kahramanları, veliler, düşünürler; insanları bu meselenin idrakine kavuşturmaya ve bu idrakin ufkunu açmaya çalışmışlardır (Kösoğlu, 1997: 15). İnsanlık tarihine bakıldığında toplumları, milletleri, grupları yönlendiren, doğru ve yanlışı gösteren, tabiatla, diğer canlılarla ve başka insanlarla ilişkilerini tertip edip düzenleyen liderler, önderler, düşünürler, komutanlar, reisler, yazarlar, şairler görülecektir. Farklı coğrafyalarda farklı iklim ve doğa şartlarında yaşamaya başlayan insanlar, var olabilme ve yaşayabilme çabasından hiç vazgeçmedi. Hayatı bireysel olarak sürdürmeye yetecek refleks ve içgüdü donanımı insanda yoktur. Onun için insan neslinin devam etmesi, insanların aileden başlayarak çeşitli toplumsal yapılar meydana getirmesine bağlıdır (Özakpınar, 1997: 17). İnsan birlikte yaşama, yardımlaşma, dış dünyaya karşı yan yana mücadele etme, yakınındakinin yeteneğine ihtiyaç duyma gibi sebeplerle kendine özgü bir toplum oluşturdu. Bu toplum, kendine göre geleneği, alışkanlıkları, kuralı, dili ve inançları olan bir yapıya kavuşmaya başlayınca bilinçli bir aidiyet şuuru da oluşuyordu. İhtiyaçlarını, sahip olduğu yetenekleri sayesinde karşılayan insan, kavram oluşturma ve tarif etme yeteneği sayesinde de, düşünce dünyasını, estetik anlayışını, geçmişe ait ilgisini, savaş tekniğini, ekonomik yapısını da değiştirip geliştiriyordu. Milletlerin, ulusların oluşmasına hızla geçildi. 1

20 Toplumlar, millet olma yolunda ilerledikçe fiziki bir değişim ve gelişimin yanında; tarih, kültür, sanat, edebiyat gibi alanlarda da ihtiyaçlarını şekillendirmeye, çeşitlendirmeye yöneldiler. Gerek kültür, gerek medeniyet, insanın fiillerinden önce doğada var olan olgular değillerdi. Kültür, tarih, medeniyet gibi milletleri oluşturan unsurlar netleşmeye birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Var olabilme, gücünü gösterebilme, hâkim ve egemen olabilme, toprağını koruma, ekonomisini güçlü tutabilme gibi istek ve ihtiyaçlar doğal olarak bir toplum, medeniyet ve tarih bilincinin oluşmasını gerektirdi. Toplumda oluşan tarih bilinci, sanat ve kültür bağı, geleceğe dönük ümit ve emeller, dünyayı anlama ve algılama ihtiyacı, olayları doğru yorumlayabilme ve buna göre refleks geliştirme isteği, görüş ve düşüncelerine başvurulan kanaat önderlerinin varlığını da zorunlu hale getirdi. Yüzyıllar boyu dünya üzerinde yaşayan insan, kendisinden sonraki nesle tecrübelerini, bilgi birikimini, kederlerini, sevinçlerini, kin ve hırslarını bırakarak sürgit büyüyen bir miras bıraktı. Bu mirasın içinde en önemli ve paha biçilemez olanı ise düşünce dünyası oldu. Düşünce ile kastımız sadece felsefe ya da bilimsel düşünce değildir, insan zihninin tüm etkinlikleri, tüm eserleri, hezeyanları, heyecanları ve faaliyetleri de bu olgunun içine girmektedir. Düşünce dünyası, kültürel yapıyı, sanat alanını, bilim ve teknik uğraşıları, toplum piramidini, felsefeyi hatta savaş ve barışları etkileyen, yön veren, düzenleyen bir güce ve hakka sahiptir. Fiil çoğunlukla düşünceden sonra gelir, faaliyet düşüncenin bir ürünüdür. Bu durumda bir millet, düşünce dünyasını ve bu dünyanın tezahürünü, gerekli şekilde tahlil edebilmelidir. Düşünce dünyasının oluşumu, elbette tüm insanlığın faaliyetinin bir sonucudur. Bununla birlikte uluslara ayrılan, milletler halinde yaşamaya başlayan toplumlar kendi düşünce miraslarını, tefekkür dünyalarını da oluşturdular. Bu oluşumda siyasetçiler, komutanlar, dinî liderler ve diğerleri önemli bir rol üstlendiler. Ancak düşünür, yazar, sanatçı, şair, romancı gibi kişiler çok daha mühimdiler ve daha fazla tesir gücüne sahiptiler. 2

21 Düşünce dünyasının bu önderleri, hayatları, söyledikleri, eserleri, fikirleri ile topluma yön verdiler, zihin dünyasının sağlam temeller üzerinde inşa edilmesine öncülük ettiler. Milletler, bu önderleri sayesinde geçmişi anlamayı, tarihi okumayı, günün olaylarını tahlil edebilmeyi ve geleceğe sağlıklı bakabilmeyi öğrendiler. Toplumun güzergâhına, yol haritasına direkt olarak etki eden bu şahsiyetlerin hayatlarının, eserlerinin, fikir dünyalarının tanınması, bilinmesi ve incelenmesi milletlerin var olabilme ve varlığını devam ettirebilme çabasında önemli bir zorunluluk haline gelmiştir. Şairlerin, yazarların, aydınların, düşünürlerin, akademisyenlerin biyografilerini, çalışmalarını, eserlerini inceleyen araştırmalar, bu zorunluluğun bir sonucudur. Bu çalışmada, son dönem Türk düşünce dünyasında özellikle tarih, millet, devlet konularında çalışmalar yapan araştırmacı, yazar, düşünür, romancı Mehmed Niyazi nin hayatı, eserleri ve düşünce dünyası ele alınacaktır. Çalışma dört bölümden oluşmaktadır. Öncelikle Niyazi nin hayatı hakkında bilgi verilecektir. Hayatının önemli devreleri, öğrenim hayatı, yazarlık mesleği ve günlük yaşantısı konu edilecektir. İkinci bölüm, yazarın eserlerine ayrılmıştır. Eserleri; romanları ve fikir kitapları olmak üzere iki türde incelenecektir. Romanlarının kısa bir özeti verilecek, karakterler ele alınacak ve olayların tahlili yapılacaktır. Fikir kitapları ise yazarın ele aldığı konular bakımından sınıflandırılacak, kitaplardaki tartışma ve mülahazalar değerlendirilecektir. Üçüncü bölüm, hayatı ve eserlerinin ışığında düşünce dünyasının inceleneceği bölümdür. Yazarın, Türk düşünce dünyasındaki yeri tespit edilmeye çalışılacak, yazarın etkilendiği akımlar ve şahsiyetler incelenecektir. Bununla birlikte son dönem düşünce dünyamız konu edilecektir. Son bölüm, Niyazi nin gazeteciliğinin ele alındığı bölüm olacaktır. Özellikle, köşe yazıları yazdığı göz önüne alınarak, son yıllarda yaz- 3

22 dığı köşe yazılarından örnekler verilecek, yazılarında ele aldığı konular sınıflandırılarak bir tasnif yapılacaktır. Çalışmaya, yazarla gerçekleştirilen görüşmelerin tam metni ve gazetede yazdığı köşe yazılarından bazı örnekler eklenecektir. Çalışmanın temel sorunsalı; Türk düşünce dünyasında, Türk aydın tiplemesinde ve dairesinde Mehmed Niyazi nin yerinin tespitidir. Burada kullandığımız aydın kavramını, dinî ve siyasî bir sınır çizmeden kullandığımızı belirtmek gerekir. Ayrıca, derin tarihsel sürecinde tartışıla gelen mana ve mefhum karmaşayı da kastetmiyoruz. Aydını; bilgi birikimi ve istidadı ile olaylara eleştirel pencereden bakabilme, sorgulayabilme ve çözüm üretebilme yeteneğinin kişideki tezahürü, gün yüzüne çıkma gücü olarak tespit ediyoruz. Aydın insanı, halktan ayıran taraf, farklı ve ileri seviyedeki bilgiyi kazanabilecek bir zihnî terbiye ve düşünme metodu kazanmış olmasıdır. O, bir hadise ile karşılaştığı zaman bu nedir? sualini sormaz. Aydın, gördüğü şeyler arasında bir sebep-netice münasebeti bulmaya çalışarak halkın dar ve sathî dünyasının ötesinde objektif realiteyi kavramaya uğraşır. Aydının dünyası, daima ispat ve tahkik mevzuu olan bilgilere dayanır. Halkın bilgisi daha çok hadiselerin oluşundan sonraki müşahedelere bağlı kaldığı için istikbalde olacaklar hakkında hiçbir güvenilir tahmin veremez. Buna mukabil aydın, bu hadiseler karşısında niçin sualini sorduğu ve sebep-netice münasebetlerini araştırdığı için bizi hali hazırda yaşamaktan kurtarır ve gelecek hakkında sağlam bir tahmin kazandırır (Güngör, 1993; 254) Büyük düşünce adamları ilham verir; düşüncelerimizi harekete geçirir, hayalimizi genişletir, eleştirel gözümüzü keskinleştirir. Büyük düşünce adamları o fikirlere, kendi zihinlerinin imkânlar alanında özgürce düşünerek ulaşmıştır. Kendi ruhlarına ve hakikat arayışına sadık kalarak konuştuklarını, onları okurken içimizde şüpheye hiç yer kalmayacak düşünce adamları olarak algılıyoruz (Özakpınar, 2002; 124). Aydın olmanın bir bedeli vardır. Yalnızlık, uyumsuzluk, kınanmışlık Ancak insanı yücelten, asil kılan ve saygınlaştıran da özgürlükçü tutum ve bu bedeldir. Kendisini herhangi bir politik grubun ve serma- 4

23 ye gücünün eklentisi olarak görmeden, özne olarak algılayan aydın, bu toplumun selametinedir (Yıldırım, 1999; 172). Mehmed Niyazi, gerek yaşamı gerekse duruşu itibari ile bir aydın profiline sahiptir. Herhangi bir grup, bir parti ya da siyasi bir oluşumla bağı yoktur. Çalışmalarında objektif olmaya ve bilimsel metot içinde kalmaya özen göstermektedir. Yöntem ve Sınırlılıklar Çalışma, biyografi niteliği taşımakla birlikte yazarın eserlerinin tamamının incelendiği bir çözümleme yoluna da gitmiştir. Kaynak kişilerle yapılan görüşmeler ve daha önce yapılmış röportajlar çıkış noktası olacaktır. Yazarın, yazdığı köşe yazıları ve yaptığı televizyon programları içerik çözümlemesi yöntemiyle takip edilecektir. Mehmed Niyazi hakkında yazarken romandan tarihe, felsefeden siyasete kadar birçok alanda araştırma yapmak ve genel bir bilgiye sahip olmak gerekmektedir. Eserleri hem edebiyat hem tarih hem felsefe gibi farklı bilimsel alanlar ile ilgilidir. Ayrıca, yazarın bir konudaki düşüncelerini değerlendirmek için ulaşılabilecek kaynaklara zaten yazar daha önce ulaşmış ve derinlemesine tahliller yapmıştır. Bu durum, çalışmanın muhtevasını yazarın çalışmaları ile sınırlamıştır. Ayrıca, Türk düşünce dünyası dendiğinde, dünyanın birçok yerine dağılmış Türkler ve bunların tarihi akla gelmektedir. Bu büyük coğrafya ve köklü tarih, Türk düşünce dünyasının da ne denli büyük olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, çalışmaya konu edilecek Türk düşünce dünyası, yazarın yaşadığı dönem ve coğrafya ile sınırlı olacaktır. 5

24

25 1.1. Hayatı BİRİNCİ BÖLÜM MEHMED NİYAZİ NİN HAYATI Sakin ve sıradan bir yaşam sürüyormuş gibi görünmektedir. Kendisi ister bu durumu. Ancak, her anı dolu, her dönemi kendi içinde dinamik ve farklı, verimli ve mücadele içinde devam eden bir yaşam sürdürmüştür. Kendinden bahsetmekten ve yaptıklarını anlatmaktan asla hoşlanmaz. Ona göre, yapılanları anlatmak, kendinden bahsetmek Türk milletinin mayasında yoktur. Çalışmaktan ve araştırmaktan vazgeçmeyi asla düşünmemektedir. Yaşına ve rahatsızlığına rağmen, hafta sonları da dâhil olmak üzere, her gün, evinin yakınındaki kütüphaneye giderek okumaya ve araştırmaya devam etmektedir. Düzenli olarak haftada bir kez Zaman gazetesinde köşe yazıları yazmakta, Mehtap TV de program yapmakta, konferanslar vermektedir. Gerek kütüphanede gerekse dışarıda öğrenci, yazar, düşünür, gazeteci ve araştırmacı, kim bir soru yöneltirse, büyük bir samimiyet ve sıcaklıkla cevap vermektedir. Münzevi ve kendi halinde yaşamı, aslında onun mümeyyiz vasıflarından biridir. Şimdiki evinin muhitini, kütüphaneye yakın olduğu için seçmiştir. Ailede geleneksel olarak ticaretle uğraşıldığı halde ve şu an hayatta olan tüm kardeşleri ticaret yapmakta iken, Mehmed Niyazi, farklı bir alanda, inandığı değerler doğrultusunda çizmiştir hayatını. Nadir bir insandır. Kendi ifadesi ile hastalığı bile nadirdir; Bende nadir görülen bir zatürree hastalığı var, Margaret; Sen de nadir bir adamsın, hastalığın da, derdi (Bkz: Ek 1). Yakın arkadaşlarından ve birbirlerine Dava arkadaşım dedikleri Nevzat Kösoğlu onun hakkında şu değerlendirmeyi yapar; Niyazi, ilgi çekici bir tipti. İnsanları cezbeden bir kişiliği vardı ve sohbeti güzeldi. Çok önemsiz ayrıntıları, sır haline sokmasını bilirdi. Türkçü ise Türkçü, Müslüman ise Müslüman, okuryazarlığı olan, çevresi geniş bir arkadaşımız. Daha heybetli olsun diye kendine Köroğlu Mehmed Ni- 7

26 yazi derdik. Onun konuşmalarını dinleyenler canlanır, gelecek beklentilerinin olduğunu görürlerdi. Öyle bir intiba bırakırdı ki, konuştuklarından daha fazlasını biliyor, daha ötesinde bunun fikirleri var, hayalleri var, planları var diye düşünürdünüz. Tanışmamız ve arkadaşlığımız milliyetçilik meselesi dolayısı ile başlamıştı. Demokrat Parti ve dinî cemaatlerle ilişkisi olan bir arkadaştı (Çakır, 2008: 127). Mehmet Niyazi tam anlamıyla yerli ve millî değerlere sahip bir şahsiyettir. Öz kültürümüzün ve medeniyetimizin terennüm edilmesi cehdi ve kararlılığındadır. Fikrî ve ilmî çalışmaları bunun açıkça ispatıdır (Boztoprak, ) Ailesi Ailesi Çepni Türklerindendir. Çepni Türkleri Horasan Bölgesinden Anadolu ya gelmiş Orta Asya kökenli bir Türk boyudur. Çepniler, sayıları 24 olarak belirlenen Oğuz Boyları ndan biri ve en kalabalık olanıdır. Üç-Okların Gök Han koluna bağlıdırlar. Boy un ismine Kaşgarlı Mahmud un Oğuz Boyları nı gösteren listesinde rastlanır. Burada Çepni Boyu, yirmi birinci sırada zikredilmiştir. Çepnilerin Anadolu nun fetih ve iskânında mühim roller oynadıkları bilinmektedir yılında Fatih Sultan Mehmed Trabzon u fethetmeye geldiğinde şehrin güney ve batı yörelerinde Çepnilerin yaşadığını görmüştü. Yavuz Sultan Selim zamanında Trabzon Sancağında bilhassa Giresun- Kürtün ve Vakfıkebir arasında yoğun bir şekilde yaşıyorlardı. Günümüzde Sürmene, Of, Rize gibi yerlerdeki Türklerin önemli bir kısmını onların torunları meydana getirir (Sümer, 1993: 269). Mehmed Niyazi, kökü Trabzon a dayanan bir ailenin çocuğudur. Ailesi Trabzon, Vakfıkebir-Ballı Köyü nden Sakarya-Akyazı ya bağlı Boztepe Köyü ne yerleşmiştir yılında dünyaya gelmiştir. Niyazi, kendi ifadesi ile zengince bir ailenin çocuğudur. Adalet Partili bir ailedir. Babası Mehmet Bey, yılları arasında yaşamıştır. Niyazi, babasını yirmi beş yaşında iken kaybeder. Babası, ailesine hiç fakirlik göstermemiştir. Babasının esnaf dükkânı, mahke- 8

27 me salonu gibidir. Yakınların, komşuların, esnafın, halkın müşkülatını halletmiştir. Bunda babasının hürmet gören, saygı ve sevgi duyulan bir kişi olmasının büyük katkısı vardır. Yazar, ailesinin bu geleneği devam ettirdiğini Daha Dün Yaşadılar romanında ağabeyi Hacı Ziya nın şahsında daha sonra tekrar dile getirecektir. Annesi Fatma Hanım, 1999 yılında seksen dört yaşında vefat etmiştir. Niyazi, onu Tam bir Anadolu kadınıydı, ailesine vefalıydı, iş ve hizmeti kemaliyle yapardı diye tarif etmektedir. Yazarın Bayram Hediyesi adlı hikâyelerinde babaannesinin şahsında annesine duyduğu özlemi ve muhabbetini rahatlıkla görmek mümkündür. Demircilik yapan dedesini hiç görmemiştir. Babaannesinin, halk tarafından çok sevildiğini ve sıkça ziyaret edildiğini ifade eder. On dört kardeşinden şu an hayatta olan altı kardeşi vardır. Hepsi ticaretle uğraşmaktadırlar Sakarya ya Göç ve Çocukluğu Aile, Niyazi nin babası Mehmed Bey altı yaşında iken Sakarya ya göç etmiştir. Trabzon un dağlık olması, ekim alanlarının yetersizliği ve çekilen geçim sıkıntısı, bu göçe sebep olmuştur. Demirci olan dedesi, muhtemelen o günlerde göç etmeyi düşünenlerin çoğu Sakarya ya gittiği için Sakarya ya göç etmeyi tercih eder. Önce kendisi gider, ailesini daha sonra getirir. Kardeşleri ve birçok akrabası orada kalır. Halen orada yazarın akrabaları bulunmaktadır. Çocukluğu kalabalık bir ailede geçer. Babasının dükkânında pek çok kişinin müşkülatının halledildiğini görür. Anadolu şartlarında zengin sayılabilecek bir yaşam sürdürmektedirler. İlkokula, ağabeyi ile birlikte gitsinler diye okul yaşına gelmediği halde okula gönderilir. Babası, yapamayacağından şüphe eder ama Niyazi, başarılı olur ve devam eder Eğitimi Ortaokulu Akyazı da okur. Lisede okuması için Akyazı dan ayrılması gerekir. O dönemde ilçelerde lise düzeyinde okullar yoktur. İs- 9

28 tanbul da liseyi bitiren Mehmed Niyazi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ne girmiştir. O döneme özgü bir uygulama ile Hukuk Fakültesi üçüncü sınıfa devam ederken Edebiyat Fakültesi nde de felsefe üzerine çalışmalar yapar ve bu alanda sertifika almaya hak kazanır. Hukuk Fakültesi ni bitirirken askerliğini de öğretmen asker olarak Kars ın Selim İlçesi nde tamamlar. Dönüşte, tahsilini sürdürmek için Almanya ya gider. Almanya da, devlet felsefesi alanında yapmış olduğu akademik çalışmaların yeri, Niyazi için çok önemlidir Lise Yılları Lisede okumak için Haydarpaşa Lisesi ne gider. O yıllarda ilçelerde lise düzeyinde okulların açılması yasaktır. Bunun sebebini sorduğumuzda seviyeyi korumak için olduğunu düşündüğünü ifade etmiştir. Liseyi yatılı olarak okumak durumunda kalmıştır. Memleketten çıkarken öyle büyük bir ideal ve hedef belirlemez kendine, Anadolu dan çıkıp gelmiş, okuyup geçimini sağlayabileceği bir memuriyettir beklediği. Kayıt olduğu lisenin yapımına, Serasker Rıza Paşa nın ve Gülhane Askerî Hastanesi kurucusu Bakteriyolog Ridar ın büyük çabalarıyla 1893 te başlanmıştır. Bu çabalarla Üsküdar çevresinin kalkındırılması ve Askerî Tıbbiye nin modernleştirilmesi amaçlanmıştır. Bu temel amaçla kurulan binanın mimarı, İtalyan Valeri dir. Okul inşaatı 1902 de bitirilmiştir yılında lise olan okul, adını, tarihî binanın yapımı sürerken ortaya çıkan Osmanlı-Yunan Savaşı nda (1897) büyük yararlılıklar gösteren Haydar Paşa dan almıştır. Eğitim-öğretime açıldığında içinde İstanbul Muallim Mektebi ile uygulama bölümü de bulunduran okul öğretim yılında bu okulların Çamlıca ya taşınmasıyla bağımsız lise durumuna getirilmiştir (Haydarpaşa Lisesi, ). Sporcudan sanatçıya, politikacıdan şaire kadar birçok ünlü ve şöhret olmuş mezunu vardır. Bunlardan biri olan futbolcu Can Bartu ile Niyazi, aynı sınıfta okumuşlardır. 10

29 Niyazi, paralı yatılı olarak okuyacaktır. Numarası 305 olan Niyazi, ülkenin meşhur okullarından birinde, kafasında petrol mühendisi olmayı tasarlayarak, İstanbul macerasına başlamıştır. Lise yılları onun fikirlerini, hayata bakış açısını, dünyayı algılayışını şekillendiren bir dönem olmuştur. Lise yıllarında tanıştığı kişiler ve gittiği ortamlar, düşünce dünyasının olgunlaşmaya başladığı yıllar olmakla birlikte, ömrü boyunca uğraşacağı yazarlık mesleğinin de alt yapısını oluşturmuştur. Lise çağlarındaki genç Niyazi, kendi üzerinde fazlaca tesiri bulunan iki isimden bahseder. Bunlardan biri Mahir İz dir ( ). Ertuğrul Düzdağ ın davetiyle Mahir İz in evine sohbetlere giden Niyazi, Hoca nın talebesi olmuş, İz in etki ve yönlendirmesiyle Büyük Doğu mecmuasıyla tanışmıştır. Büyük Doğu ise Necip Fazıl Kısakürek ( ) ile tanışmasına yol açmıştır. Büyük Doğu mecmuasının üslubunu canlı ve çarpıcı bulan Mehmed Niyazi, bu düşünce yapısından etkilenmeye başlamıştır. Niyazi nin bahsettiği ikinci isim Bedriye Atsız dır. Bedriye Hanım, Nihal Atsız ın eşidir. Bu şekilde Nihal Atsız ı ( ) tanımış olur. Bedriye Hanım, politik bir konuşma yapmamıştır ancak o, tarihi sevdirmiştir. Niyazi nin tarihe olan düşkünlüğü de ilk olarak buradan filizlenmiş olur. Niyazi, lise yıllarında kendini etkileyen ve sarsan bir olayı unutamaz. Bu olay Adnan Menderes in asılmasıdır. Bir ömür bu acıyla yaşayacaktır. Bu durum onu hem derinden sarsar hem de düşündürür. Kimi güçlerin, zaman zaman bu ülkenin gidişine müdahale etmelerine ve çok sevilen bir adamı asmalarına içerleyen Niyazi ye, bu olay çok dokunmuştur (Bkz: Ek 2) Futbola Karşı İlgisi Mehmed Niyazi, lise yıllarında sporla da ilgilenmiştir. Futbol oynayan Niyazi, okumayı ve yazmayı tercih ettiğinden futbolu bırakmıştır. Bugün, futbolu pek fazla takip etmediğini söylemekle birlikte Beşiktaş futbol takımının galip gelmesinden dolayı sevinç duyduğunu 11

30 belirtir. O, bu durumu şu şekilde anlatır; Gençliğimde futbol oynamıştım. Spora Fenerbahçe alt yapısında başlamıştım. Can Bartu benim yedeğimdi. Ancak maçlar, antrenmanlar, okumamı engelliyordu. Sporu ya da okumayı tercih edecektim. Futbolu bıraktım. Ama Beşiktaş ın yenmesine galip gelmesine seviniyorum. Çünkü fermanla kurulmuş bir takımdır. Diğer takımlar belirli bir ücret karşılığında alınan damga pulu ile dernek kurabilirken, Beşiktaş ilk olarak özel bir izinle çalışmalara başlamıştır (Bkz: Ek 2). Beşiktaş Jimnastik Kulübü nün kuruluşunda, o dönemin siyasî ortamı etkili olmuştur sonbaharında Beşiktaş Serencebey Mahallesi nde, o zamanın Medine Muhafızı olan Osman Paşa nın konağının bahçesinde, 22 kişilik genç grup, haftanın bazı günlerinde toplanıp jimnastik hareketleri yapmaktaydı. O sıralarda siyasi hareketler dolayısıyla her türlü toplanmadan şüphe duyuluyordu. II. Abdülhamit in adamları Serencebey deki bu toplanmaları haber alınca, spor yapan gençler bir baskınla karakola götürüldü. Bu sporcu gençlerin bir kısmının saray erkânına yakın olması, ayrıca o dönemlerde kötü gözle bakılan futbolu oynamadıkları ve sadece beden hareketleri yaptıklarını belirtmeleriyle gergin durum yumuşadı. Hatta saray çevresinden Şehzade Abdulhalim, bu sporcuları destekledi ve sık sık antrenmanları seyretmeye başladı. Ünlü boksör ve güreşçi Kenan Bey de antrenmanlara gelerek güreş ve boks hareketleri göstermeye başladı Mart ında ise özel bir izinle Bereket Jimnastik Kulübü kuruldu (BJK, ). Muhtemeldir ki, bu özel iznin padişah tarafından verilmesi yani bir bakıma fermanla kurulmuş olması Niyazi nin millî duygularına sıcak ve yakın gelmektedir. Futbola olan ilgisi onun, gazetelerin spor sayfasını da takip etmesini sağlamıştır. Özellikle Milliyet gazetesini takip eden Niyazi, gazetede spor sayfasından başka bir sayfanın da takipçisi olur. Bu sayfa, Peyami Safa nın fıkralarının yer aldığı sayfadır. Bu vesile ile Peyami Safa yı ( ) tanır. Peyami Safa nın fıkralarını okudukça, Safa ya büyük bir bağla ve tutkuyla bağlanmış olur. Daha sonraları Pe- 12

31 yami Safa olmasaydı memleket komünist olurdu diyecek ve bu bağılılığının seviyesini belirtecektir Üniversite Yılları Üniversite yıllarında Mehmed Niyazi, oldukça hareketli, hızlı, idealist bir genç olarak hemen tüm eylemlerde, etkinliklerde yer almıştır. Bir taraftan okumaya, bilgi sahibi olmaya özen gösterip derslerine çok çalışır, diğer taraftan kurulan öğrenci birliklerinde, teşkilatlarda etkin rol alır. Millî Türk Talebe Birliği nde yoğun bir çalışma içinde bulunur. Bununla birlikte özellikle Dahiler ve Deliler isimli romanında da sonradan kaleme alacağı gibi dönemin düşünce ve hareket adamlarıyla yakın ilişki içine girer. Bu süreç, onun edebiyat, şiir, düşünce ve siyaset konularında zihin yapısının olgunlaştığı, şekillenip kemale erdiği bir dönemdir Hukuk Fakültesi Niyazi, Hukuk Fakültesi ni tercih eder. Bunda herhangi birinin yönlendirmesi yoktur. Bu kararını daha sonra Hayatımın en büyük hatası! diyecek kadar eleştirir. Yazarlığa ve yayıncılığa başlamasaydı, kaymakam ya da hâkim olmak için uğraşacaktı. Şimdilerde bile tarih okumadığı için hayıflanmaktadır. Fakültenin ilk yıllarında kimseyle tanışmaz. Liseden birlikte geldikleri arkadaşlarıyla vakit geçirir. Bu arkadaşlar olaylara karışmayan, ders çalışmayı tercih eden gençlerdir. Niyazi, fakültenin dersleri ile ilgilenir. O dönem yoğun olarak devam eden öğrenci olayları ve kavgalara karışmaktansa sayfa sayısı binleri bulan hukuk derslerinin kitaplarına yoğunlaşır. Zihnini ve gayretini derslerine verse de, olaylar tüm gençliği sarmıştır. Adnan Menderes in asılmasıyla birlikte özellikle üniversitede öğrenci dernek ve kurulları etkili olmaya başlar. O da, bu dernek ve cemiyetlerin, Adnan Menderes ve onun gibi düşünenlere yakın kişilerin kontrolünde olması amacıyla çalışmalara katılmıştır. Niyazi, Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği için yapılan yönetim kurulu seçimle- 13

32 rinde çalışır ve bu kongrelerde kongre başkanı olur. Ancak hiçbir cemiyetin ve derneğin yönetiminde bizzat bulunmaz. Mehmed Niyazi de diğer öğrenciler gibi mitinglere katılmıştır. Ancak o, hiçbir kavgaya karışmadığını ifade etmektedir. Ona göre bunun sebebi; etrafında hep babayiğit, yaman adamlar vardır ve tüm üniversite onlardan korkmaktadır. Bunca olaya ve kargaşaya rağmen yaşananların bir senaryo ve bir kurgunun parçası olduğunu fark etmiştir. Bu oyunun bir parçasının da öğrencilerin ve gençlerin olduğuna inanır ve olaya bu açıdan bakmak gerektiğini vurgular (Bkz: Ek 2) Öğrenci Olayları, Cemiyetler ve Gençlik O dönemde yaşanan olayların, tezgâhın bir parçası olduğunu belirten Niyazi, bu oyunu oynayanların kimi zaman el değiştirdiğini fakat tezgâhın hep devam ettiğini belirtir. Bunlara rağmen, mücadele ve gayret devam etmelidir düşüncesinden vazgeçmemiştir. Fakültelerde, talebe cemiyetlerine karşı gruplar kurulmaktaydı. Bu gruplar, bir araya gelirler, talebe cemiyetinin yönetim hakkını kazansınlar diye uğraş verirlerdi. Bu gruplardan biri de Hür Hukukçular grubu idi. Niyazi de bu gruplarda zaman zaman yer almıştır. Üniversitede öğrenci dernekleri ve cemiyetleri saflaşmanın resmî tarafını belirlemekteydi. Tesiri güçlü olan derneklerden biri de Millî Türk Talebe Birliği idi. Niyazi, bu birliğin kongrelerinde başkanlık görevlerinde bulunur. Her fakültenin ayrı birlikleri bulunmaktadır. Fakültede seçilen bu dernek ve cemiyetler, üniversitede öğrenci federasyonlarını oluşturur. MTTB kurulduğu yıllardan 1960 lı yıllara kadar daha çok sol görüşlü bir çizgide devam etmiştir. O günlerde, TMTF sağ, MTTB ise sol fikriyatın teşkilatı olmuştur. Bu durum 1965 yıllarına kadar devam eder yılında kurulan bu birliği (MTTB) millete hedef tayininde, gençliğin öneminin farkında olan Cumhuriyet kadroları da resmî görüşleri doğrultusunda desteklemiştir. Arada kapandığı yıllar olsa da etkinliğini kaybettiği tarihe kadar birçok sosyal meselede sesini duyurmuştur. Niyazi, 14 Mart 1967 tarihinde birliğin devam eden kong- 14

33 resinde divan başkanlığında bulundu. Yine bu toplantıda kurulan bir icra kurulunda da yer aldı (MTTB, ). Mehmed Niyazi nin adı, 1968 Kuşağının arsızlıklarına karşı MTTB de ve Milliyetçiler Derneği nde buluşan ve kendini yetiştiren gençler arasında bir efsane gibi söylenir. 27 Mayıs darbesinden sonra, yakın dostu Yusuf Uğurlu ile birlikte, o dönemin en etkili öğrenci kuruluşlarından olan MTTB nin kaderinde çok etkili olur. Bir kongre sırasında divana hâkim olarak, örgütü Yüksel Çengel in başında bulunduğu solcu ekipten Rasim Cinisli nin başında bulunduğu milliyetçi gruba nasıl teslim ettiği heyecanla anlatılır (Miyasoğlu, ). Mehmed Niyazi ve arkadaşlarının, özellikle MTTB çatısı altında yaptıkları, dönemin gazetelerinde çok sık haberlere konu olur. O günlerde çıkan bir habere göre, İTÜ Senatosu, öğrenci kuruluşları ile ilgili bir rapor hazırlar. Rapora göre, öğrenci kuruluşları birleştirilmelidir. Buna göre, MTTB ve TMTF bir kanunla feshedilmeli ya da faaliyetlerine son verilerek yetkisi sınırlı bir tek kuruluş meydana getirilmelidir. Dönemin İTÜ Rektörü Ekrem Şerif Egeli, bu raporu destekler ve şöyle söyler; Öğrenciyi, kendi problemleri ile meşgul etmek çareleri de aranmalıdır. O zaman MTTB Genel Kurul Başkanlığı yapan Niyazi, birlik adına şu açıklamayı yapar; Bu konuda, mutlaka bir tedbir alınacaksa, yalnız MTTB ve TMTF değil bütün cemiyet, dernek ve birlikler üzerinde düşünmek gerekir. Bir mücadele varsa bu, tabandan gelen bir mücadeledir. Tehditle, kapatma ile fikirleri önlemek mümkün değildir. Bir fikir tasvip edilmiyorsa, bu fikrin sahipleri eğitimle, basın yolu ile açık oturumlar vasıtası ile ikna edilme yoluna gidilmelidir (Milliyet, ). Mehmed Niyazi, o günlerden başlayarak doğru bildiği gerçekleri söylemekten çekinmeyeceğini göstermiş, ayrıca, fikrî konuların, baskı ve kavga yoluyla değil, ilmî çalışmalarla tartışılması gerektiğine olan inancını da ortaya koymuştur. 6 Mart 1967 tarihli Milliyet gazetesinde MTTB Kongresinin başladığı haberi geçer ve Mehmed Niyazi nin şu açıklamasına yer verilir; MTTB her türlü emperyalizme karşıdır. Bizi 15

34 bir kısım basın, gerici, kötü, öcü olarak gösterme çabasındadır. MTTB, bu yaklaşımlara karşı aktif olacaktır. Gazetenin, 6 Ocak 1967 tarihli baskısında ise, MTTB lokalinin, öğrencileri tahrik ettiği gerekçesiyle polisler tarafından basıldığı haberi yer alır. Mehmed Niyazi Özdemir in, -o sıralar, 48. Genel Kurul Başkanıdır- bu olayların, birliği yıpratmak ya da sol ihtilalın vasıtasını yaratmak için muayyen kütle tarafından çıkarıldığı, açıklamasına yer verilir. Niyazi, kimi zaman, katıldığı mitinglerden ve eylemlerden dolayı güvenlik güçlerince yakalanıp mahkemeye çıkarılmıştır. Ancak bunlardan kaldırım işgaliyesi adıyla cezaya çarptırılır ve beraat eder. Gençlik için durum iç açıcı değildir. Özellikle Niyazi ve onun gibi düşünenler için şartlar oldukça ağırdır. Çeşitli vasıtalarla gençler arasında çıkarılan ayrılık fikirleri taze tutulmakta, her türlü çatışma için elverişli ortamlar tezgâh edilmektedir. Kitapları okunacak yazarlar, fikirleri takip edilecek liderler azdır ve olanlarda kendi dertleri ile uğraşmaktadırlar. Niyazi nin ifadesi ile ardından gidilebilecek adam sayısı azdır. Peyami Safa 1962 de ölür. Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Osman Zeki Yüksel gibi isimler ziyaret edilir. Niyazi, bunlardan başka Mahir İz i ziyaret etmeye devam eder. Üniversite gençliğinin okuyacağı ve millî bilinçle yazılmış kitaplar azdır. Buna rağmen Niyazi, Sartre, Voltaire, Hugo, Dostoyevski gibi farklı yazarları da okumayı ihmal etmez. Ancak onun önceliği hukuk dersleri olmuştur hep. Yayınevi bakımından da kısır bir dönemdir. Yeni kitaplar basılmaz. Gazete olarak en çok Yeni İstanbul, Son Havadis okunur. Bu gazetelerde en çok Gökhan Evliyaoğulları ve Ali Fuat Başgil takip edilmektedir. Bu dönemde de çeşitli dinî ve siyasî oluşumlar vardır. Niyazi, bunlardan Nurcular ın kendi hallerinde olduklarını belirttikten sonra, Milliyetçilerin dernekleri olduğunu, buralarda yapılan sohbetlere katıldığını ifade etmektedir. Ancak ona göre bunlar, gençlik hevesi ile yapılmış işlerdir. 16

35 Niyazi nin yaşamında büyük etkiler yapacak ve akışını değiştirecek asıl olay onun, Marmara Kıraathanesi ne gelişidir. O, tesadüfen girdiği bu kahvenin müdavimi olacak, orada tanıştığı birçok kişiyle yıllar boyu bağını devam ettirecektir. Yine burada yaşadıklarından etkilenecek, fikir dünyasında mühim değişiklikler olacaktır. Öyle ki, bu mekânın romanını yazacak kadar, Marmara Kıraathanesi, kendinde bir iz bırakacaktır Askerlik ve Fakülteden Mezuniyet O yıllarda uygulanan özel bir uygulama ile Hukuk Fakültesi nde okuyan öğrenciler, ikinci sınıftan takıntısız olarak bir süt sınıfa geçerlerse, Edebiyat Fakültesi nde bir alanda sertifika yapma hakkı kazanmaktadırlar. Niyazi de, bu imkândan yararlanıp, Edebiyat Fakültesi nde felsefe alanında çalışır ve sertifika alır. Bu sertifika, askerliğini, asker öğretmen olarak yapmasını sağlar. Üçüncü sınıfa geçtiği 1963 yılında askerlik görevini yapmak üzere askere gider. Sivas ta Temeltepe adlı kışlada üç aylık bir eğitim aldıktan sonra, Kars ın Selim Kazası na, oradan da bir dağ köyü olan Aşağı Damlapınar Köyü ne asker öğretmen olarak gider. Orada iki yıl asker öğretmen olarak görev yapar yılları arasıdır. Askerlik süresi bitince, teğmen olarak teskere alıp, askerliğini bitirmiş olur. Askerliği sırasında görev yaptığı bu köyü ve orada tanıdığı bir öğretmeni daha sonra Varolmak Kavgası adlı romanında anlatacaktır. Askerlikten dolayı fakülteye ara vermiştir. Dönüşte tekrar başladığı okulunu 1967 de bitirir. Onun için yeni bir hayat başlar. Almanya ya gitme planları yapar. Milletini ve millî olan her şeyi çok seven Niyazi nin yurtdışına gitmesinde rol oynayan nedenin, dönemin siyasi ve sosyal olayları ile ilgisi olduğu kuvvetle muhtemeldir. Ancak, onun için en önemli sebep, orada kafasındaki konularda araştırma yapacağı rahat ortamı bulabileceği inancıdır. 17

36 Almanya Yılları Mehmed Niyazi, kendi ifadesi ile her ne kadar öğrenci olaylarına karışmış olmasa da, herhangi bir kuruluşla, cemiyetle, siyasî hareketle organik bir bağ kurmasa da tanınan, fikirleri bilinen ve her şeye rağmen ilmî çalışmaları bırakmayan bir öğrencidir. Fikirleri, görüşleri ve milliyetçi duruşu onun hayat zihniyetini ve safını belirlemiştir. Üniversitede hep kalabalık bir grupla gezmiş olması, toplum meseleleri ile derinden ilgilenmesi, para yönünden sıkıntı çekmemesi ve hep hareket halindeki dinamik yapısı ile liderlik vasfına sahip bir gençtir. Bununla birlikte o, devlet denen o yapının ne olduğu ve nasıl olması gerektiği konusunda araştırma yapmak arzusundan kendini alamaz. Ülkede kalmak, onun kafasında tasarladığı çalışmayı ve araştırmayı yapmasına fırsat veremeyecektir. Kaynak eser, bilgi ve belge bolluğu bakımından zengin gördüğü Almanya ya gitme fikri oluşur. Bu fikirle 1968 yılında Almanya ya gider. Doktora yapmak için gittiği Almanya da yirmi iki yıl kalır. Devlet felsefesi nedir? Adını duyuyoruz da nasıl bir şeydir? Bunları öğrenmeye gittim. Aslında akademik bir kariyer için değildi gidişim. Felsefî bir derinlik kazanayım, bir nosyonum olsun, amacım buydu. Bu kavrayışla, tarihimiz bize ne diyor, nasıl okumalı ve nasıl yorumlamalıyız? gibi sorulara da cevap bulmayı amaçlıyordum diyen Niyazi, orada tarih felsefesine olan merakını da giderme çabasında olmuştur. Yahya Kemal in mektepten memlekete şeklinde ifade ettiği, aydınlarımız için yol haritası niteliğindeki tavsiyeyi, hayat düsturu olarak benimseyenlerden biri de Mehmed Niyazi olmuştur. O yüzden doktorayı 27 Mayıs İhtilalı sonrasındaki İstanbul Üniversitesi nde yapmak yerine, Almanya da yapmayı tercih etmiştir. Bu arada amacının, dünyanın ülkemize bakışını öğrenmek olduğu kadar, Anadolu çocuklarına sahip çıkmak olduğu da söylenebilir (Miyasoğlu, ). Almanya da birçok kişi ile tanışır. Ancak bunlardan, hayatı boyunca unutamayacağı iki insanın yeri ayrıdır; Hildegart ve Margaret. Bu iki hanımın onda bıraktığı derin izler, romanlarına konu olacaktır. 18

37 Tüm yaşananları İki Dünya Arasında ve Doğunun Ölümsüz Çocuğu adlı romanlarında, olduğu gibi yazmıştır. Almanya da yaptığı doktora çalışmalarını oradaki en önemli işi olarak görür. Türk Kamu Hukukunda Temel Hürriyetler konusunda doktora yapar. Bu çalışmasını Marlburg, Bonn, Köln üniversitelerinde tamamlar. Mehmed Niyazi, Brilon da Goethe Enstitüsü ndeki lisan öğreniminden sonra, Marlburg Üniversitesi nde Prof. Dr. Ditrich Pirson un yanında doktorasına başlar. Önce Bonn a sonra da Köln e tayin edilen hocasını takip etti yılında doktorasını bitirdikten sonra, hocasının yanında aynı kürsüde çalışmaya başladı. Halen bu üniversiteler ile ilişkisi devam etmektedir (Yardım, 2004: 262). Almanya da insan ömrü için oldukça uzun sayılabilecek bir süre kalır. Türkiye de yapabileceğim fazla bir şey yoktu. İşim okumaktı. Onlarda kütüphane daha muazzam, ben de orada kalmayı tercih ettim. Şimdi bile sağlığım el verse okumak için oraya giderim. Dünyanın herhangi bir yerinde çıkan yayınların geldiği kütüphaneler vardır. Osmanlıca kaynaklar bile bulmak mümkündür ifadelerini kullanan Niyazi, uzun süre kalmasının sebebini açıklayarak okumaya ve kitaba verdiği önemi yinelemiş olur. Niyazi nin hocası hayatını kaybetmiştir. Niyazi, üniversiteye zaman zaman makale göndermeye devam etmektedir. Çeyrek asra yakın kaldığı Almanya da birçok kitabının yazımını tamamlamış, diğer eserlerinin de notlarını almıştır. Varolmak Kavgası, İki Dünya Arasında, Hikâyeler orada yazılmış, devlet felsefesi ile ilgili notlar orada derlenmiştir. Niyazi, Alman kültürünün yakın bir zamana kadar metafizik bir arka planla beslendiğini tespit eder. Goethe, dünyaca ünlü bir yazar olurken, kendine kadar gelen büyük Alman Krallığı, Kant, Hegel den oluşan silsilenin bir halkasını tamamlamış olmaktadır. İşte bu yapı Alman edebiyatını, felsefesini ve fikir dünyasını oluşturmaktaydı. Niyazi ye göre bu yapı kaybolunca dünyaca ünlü şöhretler vermekte zorlanmaya başladılar. Buna rağmen, onlarda misal; bir başkasının hakkına saygı en üst noktada devam etmektedir. 19

38 Yurda Dönüş ve Ticaret Girişimi Niyazi, seksenli yılların sonunda yurda döner. O günün yaygın uygulamalarından biri de yurt dışında çalışan gurbetçilerin bir araya gelerek oluşturduğu ticari yapıların ülkede çalışmasıdır. Niyazi ve bir grup arkadaşı da, bir süt fabrikası kurarlar. Süreci, Niyazi şu şekilde anlatır; O zaman modaydı şirket kurmak. İşçiler ve Anadolu dan insanlarla bir araya geldik ve bir süt fabrikası kurduk; Yonca Süt Fabrikası. Mükemmel bir alt yapı ve tesis kuruldu. Kurulma aşamasında on sekiz milyon dokuz yüz bin lira kredi kullanılmış. Fabrika bir yıl çalıştı, bu borcun dokuz milyon dokuz yüz bin lirasını ödedi. Dokuz milyon borcu kaldı. Hükümet kur farkı diye bir uygulama çıkardı. Bir sabah kalktık ki, bu kur farkından dolayı borç yetmiş iki milyon olmuş. Süleyman Demirel gelince, faizi %9 dan %35 e çıkardı. Hal böyle olunca fabrika çalışmaz duruma geldi ve üretim durdu. Sadece bizim değil, bizim gibi birçok fabrika battı. İki fabrika kurtardı kendini, birisi Vehbi Koç un Asil Çelik Fabrikası idi. Borcu on dokuz milyon lira civarındaydı. Bunu devlet üstlendi. Bir de Sabancı nın lastik fabrikası Lassa, bunu da devlet kurtardı. Bu olayları ve durumu anlatmak için, Başbakan Ecevit e gittim. Bana Ya siz ya devlet batacak, çaresi yok dedi. Şirket holding haline bile gelmişti. Holding olmadaki amaç kontrol edilmesi içindi. Biz Almanya da topladığımız paraları Sakarya Holding aracılığı ile Türkiye ye gönderiyorduk. Sermayesi altmış milyon liraydı. Kırk beş milyon lirası holdingin kaynağı, on beş milyon lirası ise Devlet İşçi Sanayi Yatırım Bankası nındı (DESİYAB). Bu şekilde devletin murakıpları, fabrikaları kontrol edebiliyordu. Devam etmiş olsaydı çok iyi olurdu ama zaten bu bir operasyondu. Devleti kullanarak Yahudilerin tezgâhladığı bir operasyondu yani (Bkz: Ek 3) Yayıncılığı ve Yazarlığa Başlaması Niyazi, aslında yazar olmayı ve yazmayı önceleri hiç düşünmemiştir. Yazarlığı, meslek olarak düşünmemiş olsaydı kaymakam ya da 20

39 hâkim olmak arzusundaydı. Ancak gerek ailesinden aldığı terbiye ve etrafına olan duyarlılık bilinci, gerekse lise yıllarında gidip geldiği ortamlar ve okuduğu metinler sayesinde kendisinde millî bilinç ve tarih şuuru oluşmuştu. Niyazi, dönemin şartlarında yapılabilecek en olumlu ve faydalı işin kitap basmak ve yayınlamak olduğunu düşünür. Çünkü ona göre okumak, bilmektir. Bilgi ise kuvvetli bir güçtür. Ayrıca, Peyami Safa, Necip Fazıl gibi bir yazarların kitaplarını basacak yayınevi yoktur. Bu nedenle arkadaşları ile bir yayınevi kurmayı planlar Yayıncılığa Başlaması ve Ötüken Yayınevi Mehmed Niyazi, O zamanlar muhafazakâr kesimin durumu iç açıcı değildi. Durum fena idi. Peyami Safa ölmüştü. Kitaplarını basacak kimse yoktu, zaten okuyacak kimse de yoktu. Necip Fazıl hapisten yeni çıkmıştı. Onun da kitaplarını basacak kimse yoktu. Dergi, gazete, basın konusunda bu kesim fakirdi. Biz ise bu alanın çok önemli olduğunu ve bu yolla hizmet edebileceğimizi düşünüyorduk. Bunların kitaplarını basalım niyetiyle, rahmetli babamdan para aldık. Bu kitapları basalım diye arkadaşlarla karar aldık, emeklerini koydular, yardımcı oldular. İlk olarak Necip Fazıl ın Reis isimli piyesini bastık diyerek, yayınevinin kurulma niyetini özetlemiş olur. Yayınevinin kuruluşunu şöyle anlatır; Biz bir yayınevi kurmaya kalktık. Bizden önce, Özer Revanoğlu ve Ahmet Nur Yüksel, Yaprak Kitapevi ni kurmuşlar. Onlar, bu kitapevine ortak olmamızı önerdiler. Benim yanımda Rasim Cinisli, Nevzat Kösoğlu vardı. Yayınevi nasıl kurulur, nasıl işletilir bilmiyoruz tabi. Bir kitap bastık, paramız bitti. Masrafı kadar satmadı. Rasim, babam para göndermiyor diye başladı mızıkçılık yapmaya. Parasını verdik ayrıldı o. Sanırım, N. Kösoğlu beş bin lira getirebilmişti, parasını verdik onun da. Ancak Kösoğlu, yayınevine sahip çıktı. Ötüken Yayınevi nin kurulması ile Yaprak Kitapevi tasfiye olur. Ötüken in kurulduğu tarih 1964 yılıdır. Yayınevi 1978 de anonim şirket haline gelir. Amaç ve niyet kâr etmekten çok hizmet etmektir. İlk 21

40 hedef, dinî ve millî ruhla yazılmış kitaplar basmaktır. Bu niyet, tüm zorluklara rağmen yayınevinin devam etmesinde itici güç olmuştur. Niyazi bu konuda, babasının desteğini asla unutmaz. Ötüken, vatan kurtarma hareketidir. Öyle başlamıştır öyle gidiyor diyen N. Kösoğlu, yayınevinin şirket olması gerektiğini belirterek durumu arkadaşlarına söyler. İlk anda kabul görmeyen bu teklif, tartışmalardan sonra yine N. Kösoğlu nun yazdığı hisse nispeti ile kabul edilen ortaklık, anonim şirket haline gelir. Ortaklar; Niyazi, Kösoğlu, Nurhan, Ahmet Nuri Yüksel, Ahmet İyioldu, Özer Revanoğlu, Fehim Üçışık ve Mustafa Yıldırım dır (Çakır, 2008: 243). Yayınevinin isminin Ötüken olmasında Nevzat Kösoğlu nun etkisi büyük olmuştur. Kösoğlu, yayınevinin adının, Peyami Safa nın Yalnızız romanındaki muhayyel ülke olan Simeranya olmasını arzu eder. Aslında Niyazi, daha modern ve ideolojik algılamalar çağrıştırmayan bir isim olmasını tercih etmiştir. O sıralarda yayınevine gelen Güzel Sanatlar mezunu Sevgi Babaoğlu nun önerisi ile Ötüken ismi ön plana çıkar. Niyazi de uygun görür ve seslenmez. Aynı durum yayınevinin amblemi olan üç tuğ konusunda da yaşanır. Özer Revanoğlu nun kardeşi Can, bir kitabın kapağında üç tuğ kullanır ve daha sonra Ötüken Yayınevi nin imgesi olarak kalır. Yayınevi, amatör ruhla ve hevesle çalışmalarına devam eder. Hizmet olsun diye birçok zorluğa katlanılır. Ötüken Neşriyat ülkemizin en köklü yayınevlerinden biridir yılında kitabı ekmek kadar aziz bilen birkaç üniversite öğrencisinin harçlıklarını birleştirmesi sayesinde kurulur. Şehzadebaşı ndaki beş metrekarelik yarı bodrum bir dükkânda yakılan meşalenin ilk ateşi Necip Fazıl ın Reis Bey'i oldu. Yayıncılık faaliyeti birçok maddî zorluklarla mücadele edilerek sürdürülür. Peyami Safa nın bütün eserlerini topluca yayınlayarak ciddi bir atılım gerçekleştirilir. Tarık Buğra, Erol Güngör, Arif Nihat Asya, Cemil Meriç, Fuat Köprülü, Abdülhak Şinasi gibi dönemin önemli aydınlarının okuyucularıyla buluşması sağlanır (Ötüken, ). 22

41 Niyazi, tahsil için Almanya ya gitmeye hazırlanırken, yayınevinin işlerini yürütecek ve başında duracak biri gerekir. N. Kösoğlu, o sıralar Muammer Topbaş ın sahibi olduğu Sabah gazetesinde çalışırken, işten çıkarılan Nurhan Alpay ı, Niyazi ye tavsiye eder. Nurhan Alpay, Ötüken de çalışmayı kabul eder. Böylece Niyazi, Almanya yolculuğuna çıkar. Mehmed Niyazi nin yayıncılığı, yazarlığından öncedir. Almanya da öğrenimine devam ettiği sırada, Nurhan, ona bir mektup gönderir. Mektupta özetle, yayınevinin durumunun iyi olmadığı, ekonomik bakımdan iş yapmadığı ve sıkıntılı günlerin geçtiği yazılıdır. Nurhan, yayınevinin tasfiyesini teklif etmektedir. O sıralar basımda bekleyen iki kitap vardır. Bunlardan biri Necip Fazıl ın Menderes adlı kitabıdır. Diğeri ise Niyazi nin yazmayı tamamladığı Varolmak Kavgası dır. Niyazi, Bu iki kitabı basalım, eğer olmazsa sonra düşünürüz cevabını verir. Nurhan, N. Fazıl ın kitabından ümitlidir. Niyazi, bu iki kitabın masrafını da kendi finanse eder. Bu iki kitap tutmazsa yayınevi kapanacaktır. Kitaplar basılır, ilk hali ile kalın bir kitap olan Varolmak Kavgası üç baskı yapar. Satışların iyi olması yayınevinin tekrar ayağa kalkmasını sağlar. Bir anlamda Varolmak Kavgası, Ötüken in yeniden doğuşunu sağlamıştır. Niyazi, kitabının bu kadar tutacağını tahmin etmiştir. Çünkü o, İmam Hatip Okullarının bu toplum için ne anlama geldiğini ve bu anlamla alakalı bir hikâyenin zevkle okunacağını bilmektedir (Bkz: Ek 3) Yazarlığa Başlaması İlk romanı Varolmak Kavgası nı yirmi altı yaşında Almanya da iken tamamlar. Yazmayı düşündüğü ana tema, lise yıllarında kafasında belirmiştir. Dönem sıkıntılı ve problemlerle dolu birçok olayın yaşandığı bir zamandır. İmam Hatip Okulları oldukça azdır. Sporla ilgilenen Mehmed Niyazi, Vefa Lisesi ile İmam Hatip Okulu nun bir voleybol müsabakasını seyretmek durumunda kalır. Maçı izleyen taraftarlardan İmam Hatip Okulu nun öğrencilerinin olgun, vakarlı tavırları dikkatini çeker. Onların farklı olduğunu düşünmeye başlar. 23

42 Aynı dönemde, toplumun bazı kesimlerinde İmam Hatip Okulları için olumsuz kanaatler de yer etmiştir. Kimi aileler bu okullarda okuyan öğrencilerin kendi çocuklarına zarar vereceğini düşünerek çocuklarını, kendileri okula getirir götürürler. Beşiktaş Fındıklı İlkokulu nun ikinci katında Adnan Menderes in ısrarı ile açılan İslam Enstitüsü böyle bir tedirginliğin yaşandığı yerlerdendir. Niyazi ye göre bu aileler nümayiş yapmaktadırlar. Bunun üzerine Mehmed Niyazi, bu öğrencilerin durumlarını, düştükleri sıkıntılı anları, mücadelelerini, ıstıraplarını anlatan bir romanın yazılmasının gerekli olduğuna karar verir. Kendi ifadesi ile eli kalem tutan büyüklere, bu konu ile ilgili bir roman yazdırmayı teklif eder ve hatta bazılarına telif için kapora bile verir. Ancak ne roman gelir, ne verdiği kapora. Durum bu şekle gelince, kendisi bu konuda yazmaya karar verir. İmam Hatip Okulu na giden öğrencilerin ideali ne olmalı, nasıl yoğunlaşmalılar? gibi konuları ele aldığı bir roman kaleme alır. Bu roman Varolmak Kavgası dır. Böylece Mehmed Niyazi yazarlık mesleğine başlar ve bir daha bırakamaz. Mehmed Niyazi, medeniyet, kültür, devlet, millet konularını tüm eserlerinde ele almış, insanın, dolayısı ile insanlığın mutluluğunun çoğalacağı bir arzuyu ifade etmiştir. Roman yazarıdır demek, yazdığı kitaplar arasında romanların daha fazla olması cihetiyle isabetli olacaktır. Çalışmanın yapıldığı zamana kadar yazarın beş adet araştırma ve düşünce kitabı bulunmaktadır. Diğer on kitap ise romandır. Bunlardan Bayram Hediyesi isimli çalışma hikâyelerden oluşmaktadır. Romanlarını da iki kategoride incelemek mümkündür; birincisi kendi yaşadığı olaylardan yola çıkarak yazdığı günümüze ait romanlar, diğerleri ise onun daha çok tanınmasına ve ün yapmasına vesile olan tarihî romanlardır Gündelik Hayatı Mehmed Niyazi, halen yalnız yaşamaktadır. Bu yalnızlık dâhilerin yurdu yalnızlık! dediği bir yalnızlıktır. İnsan başkalarından çok şey öğrenir ama kendi imalatı olan ürünler daha çok yalnızken ortaya çık- 24

43 maktadır. Yalnızken daha üretken olabiliyor insan diyen yazar, bu yalnızlığının içinde aslında hiçbir zaman tek başına kalmaz (Bkz: Ek, 3). Etrafında onu seven ve sayan yakınları, dostları ve arkadaşları sürekli bulunmaktadır. Bir bardak çayı mutlaka yanında bulunan gençlerle sohbet ederek içmektedir. Ayrıca onu, asıl yalnız bırakmayan, kitaplarıdır. Rusya dan Prof. Dr. Hütteroth bir gün beni ziyarete gelmiş. Beyazıt Kütüphanesi nde çalışıyordum o zamanlar. Geliyorum diye neden mektup atmadınız? diye sordum. Ne dese iyi: Oğlum, sen ya kütüphanedesin ya mezarda. Seni bulmak kolay. Benim kütüphane dışında pek hayatım yok (Ulutürk, ). İstanbul da yaşayan yazar, yakın zamana kadar, yeğeni Konuralp ile birlikte yaşamıştır. Konuralp Bey, yanından ayrılmış olsa da, Niyazi nin işlerini takip etmekte, yardımını ve desteğini sürdürmektedir. Konuralp Bey, onun insanî ilişkilerinde çok yumuşak huylu, hoşgörülü ve samimi olduğunu vurgular. Niyazi, birçok kurum ve kuruluş tarafından çeşitli unvanlarla ödüllendirilmiştir yılında kurulan Türkiye Millî Kültür Vakfı nın kuruluşunun kırkıncı yılı dolayısı ile tertip ettiği Kırk Vakıf İnsana Vefa toplantısında bu kırk kişi arasında yer almıştır. Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) tarafından verilen kültür sanat ödüllerinden düşünce dalında Türk Tarih Felsefesi kitabıyla ödüle hak kazanmıştır (Millî Gazete, ) yılında Türk Ocakları tarafından verilen Osman Turan Türklük Araştırmaları Armağanı na layık görülmüştür. Ayrıca Türkiye Yazarlar Birliği ödülü de bulunmaktadır. İmza günleri, konferanslar ve düzenlenen sohbetlerde düşüncelerini ve tarihimizi anlatmaktadır. Mehmed Niyazi, sosyal ve siyasal olaylara bu kadar ilgili ve yakın olmasına rağmen aktif siyasetin içinde hiç bulunmamıştır. Bundan sonra da bulunmayı düşünmemektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi nin kuruluş aşamasında Recep Tayyip in (1954-İstanbul) kendine parti yönetimine girmesi konusunda teklifte bulunduğunu ancak kabul etmediğini ifade eder. Bu teklifi kabul etmeyen Niyazi, eğer millet men- 25

44 faatine bir ihtiyaç hâsıl olursa ve kendinin bir yardımı gerekirse dışarıdan yardımda bulunacağını da belirtir. Bununla birlikte gençliğinde, Milliyetçi Hareket Partisi nin seçim çalışmalarında bulunmuştur. Yakınlarının bu partiden aday olması, buradaki arkadaşları ile fikir bağının olması etkili olmuştur. Elime mikrofon alıp konuşma yaptığım olmuştur ancak ben hiçbir zaman herhangi bir şekilde yönetici, idareci, başkan gibi bir görevle bu partilerde görev almadım diyerek politikaya bakışını net olarak çizmiştir (Bkz: Ek, 4). Niyazi, Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşı ve Yemen den sonra üzerinde hiç roman yazılmamış dediği Plevne Savunması hakkında çalışmaktadır Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Gazi Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunun, Rus ordusuna karşı savunduğu Plevne yi konu alan romanını tamamlamak için çalışmalarını, İstanbul da İslam Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi nde sürdürmektedir. Şimdi olaylardan taviz vermeden roman yapacağız. Roman gün ışığına çıktı. Yayımlanmadan önce Plevne ye gideceğim. Öyle yaparım. Bakarım yazdığım ile oradaki coğrafya uyuyor mu, o tepeler yazdığım gibi mi? Romanı, sağlık problemim olmazsa bu senenin sonuna doğru bitirmek istiyorum. Plevne, bizim omurgamızın kırıldığı savaş. Savaşı ortaya çıkaran Mithat Paşa, Mütercim Rüştü Paşa, Redif Paşa. Ben bunları tanımak istedim. Devletimizde oynadıkları rolleri saptamak istedim. Bu savaşta çok büyük toprak kaybımız oldu. Oldu ama Abdülhamit Han ki -o zaman genç bir adam- Berlin Konferansı nda bir tek mermi atmadan Rusları gene Tuna nın ötesine attı. Bu diplomatik dehayı bütün dünya görmezlikten geliyor. 180 bin kilometre kare toprak kaybıyla o büyük faciayı atlatabildik (Kabaklı, ). Bu yaklaşımı ile Niyazi, bu milletin tarihinde yer alan şahsiyetleri iyi değerlendirmek gerektiğine olan inancını bu romanla tekrar ifade edecektir. 26

45 İKİNCİ BÖLÜM MEHMED NİYAZİ NİN ESERLERİ Çalışmanın bu bölümünde, yazarın kaleme aldığı eserleri incelenecektir. Kitaplar tarz olarak sınıflandırılacak ve bu sınıflama içinde kronolojik sıralamaya dikkat edilecektir. Romanların konusu, karakterleri, olayların geçtiği yer ve tarihi hakkında bilgiler verilecek, romanın kurgusu ve içeriği özetlenecektir. Yazara ait tamamı Ötüken Neşriyat tan çıkmış on beş kitap bulunmaktadır. Bunlardan dokuz tanesi roman, bir hikâye kitabı olmak üzere diğerleri araştırma ve fikrî eserlerdir. Çanakkale Mahşeri, Ölüm Daha Güzeldi gibi eserleri yabancı dillere çevrilmiştir Romanları Mehmed Niyazi nin tüm romanlarında yer alan karakterler gerçek ve yaşamış kişilerdir. Olayların kahramanları ve yaşananlar kurgu değildir. Olaylar, hayatın içinden gerçek yaşanmışlıklardan alınmıştır. Tarihî romanları ise, uzun araştırma ve incelemelerden sonra kaleme alınmıştır (N. Kahraman ile Kişisel iletişim, ). Çanakkale Mahşeri, Yemen Ah Yemen! Yazılamamış Destanlar adlı eserleri, belgesel bir tarih kitabı tarzındadır. Daha çok, tarih yazımında, roman sanatı kullanılmış gibidir. Belge, doküman, hatırat gibi kaynaklardan yola çıkan Niyazi, bu romanların gerçeğe en yakın olması, kurgusunun belgelere uyumlu olması için uzun zaman harcamış, emek sarf etmiştir. Bu romanlara konu olan olayların geçtiği yerlere yolculuklar yapmış ve buralarda incelemelerde bulunmuştur. Mehmed Niyazi, bizzat içinde yaşadığı ve olaylara şahitlik ettiği, kendi hayatını anlattığı romanlar da kaleme almıştır. Bunlardan İki Dünya Arasında ve son romanı Doğunun Ölümsüz Çocuğu Almanya da yaşadığı dönemleri konu edinir. Özellikle bu iki roman onun, gönül ve ruh dünyası hakkında ipuçları verir. Yüreğinde nasıl güçlü bir sevgi beslediği, ulvi duygulara nasılda yer verdiği, bu romanlarda 27

46 görülür. Her ne kadar kendi net olarak ifade etmese de bu romanlar onun gönül dünyasının romanlarıdır. Dahiler ve Deliler romanı ile Daha Dün Yaşadılar romanları ise onun gençlik yıllarından kesitler içerir. İlki, İstanbul ve üniversite çevresini ve o dönemin fikir dünyasını ele alır. Diğeri ise yazarın çocukluğunun da geçtiği, memleketi Akyazı ve bu ilçenin şahsında Anadolu insanının hayatını resmeder. İlk kitabı ve romanı Varolmak Kavgası dır; Varolmak Kavgası Mehmed Niyazi nin aslında hiç aklında yokken yazmaya başladığı ve yazarlıktan bir daha kopamadığı ilk kitabı Varolmak Kavgası dır yılında başlayıp, Almanya da tamamladığı bu roman, idealist bir gencin, Anadolu nun bir köyünden çıkarak yine başka bir köyde ölümüyle son bulan hikâyesini anlatmaktadır. Öyküde konu edilen genç, İmam Hatip Lisesi mezunu biridir. Niyazi, lise yıllarında karşılaştığı bir olay üzerine bu okullarda okuyan öğrencilerin daha farklı yapıda olduklarını sezmiş ve bu yapının kitaplaştırılması gerektiğine inanmıştır. Yazmayı aklımın ucundan geçirmiyordum. Lise yıllarımdı. Sporla ilgileniyor, futbol oynuyordum. O sıralar İmam Hatip Okulları çok azdı. Bir gün Vefa Lisesi ile İmam Hatip Okulu nun voleybol maçını izlemek durumunda kaldım. Vefa Lisesi bir sayı alıyor, Vefa lı talebeler kendi takımını alkışlıyordu. Karşı takım yani, İmam Hatip Okulu nun takımı sayı aldığı zaman Vefa Lisesinin öğrencileri yuhalıyor, İmam Hatip Okulu öğrencileri sessizce bekliyor, kendi takımlarını alkışlamıyorlardı. Bunlar farklı insanlar diye düşündüm, oysa bunların aleyhinde oldukça olumsuz kanaatler bulunuyor. Aslında herkes biliyordu ki İmam Hatip Okullarında okuyan talebeler üstün karakterli öğrencilerdi. Bunun üzerine İmam Hatip Okullarında okuyan öğrencilerin durumlarını, çilesini, mücadelelerini anlatan, Daha yüksek yerlere nasıl taşıyabiliriz? sorusunun cevabını arayan bir kitap, bir roman yazılmalı dedim (M. Niyazi ile Kişisel iletişim, ). 28

47 Mehmed Niyazi, böyle bir romanın yazılması işini, o an eli kalem tutan birkaç kişiye havale etmiştir. Ancak kaporası verildiği halde ne roman yazılmış ne de verilen ücret geri gelmiştir. Bunun üzerine düşündüğü bu konu ile ilgili romanı, kendisi yazmaya karar verir. Yazmaya başlamasına sebep olan yukarıdaki anıyı da romanın içine almıştır. Öykünün kahramanı Murad, Eskişehir in bir köyünde annesi ile birlikte yaşayan zeki, çalışkan bir çocuktur. Babası ölürken, Murad ın okumasını vasiyet etmiş, annesi de bu vasiyeti yerine getirmek için elinden gelen tüm imkânları harcamıştır. Babasının bıraktığı tarlaları ekip biçen Murad ve annesi, oldukça zor bir hayat yaşarlar. Ancak Murad ın başarılı olacağı tahmin edilir ve ilkokul öğretmeninin de yardımıyla İstanbul İmam Hatip Lisesi ne kaydı yaptırılır. Köyde, Murad ın okuması ile çeşitli söylentiler dolaşsa da bunlara kulak asılmaz ve Murad, köyünden, ana ocağından ayrılarak gurbete okumaya gider. İstanbul, Murad için bambaşka bir hayatın başlaması demektir. Yatılı olarak okuyacaktır. Daha çocuk yaşta bilmediği tanımadığı bir ortamda talebelik yılları başlamıştır. Bu okulların özelliği olarak yeni gelenler, daha eski öğrenciler tarafından kollanıp korunmakta, rehberlik görevi yapılmaktadır. Yıllardır devam eden bir alışkanlıkla bu okullar daha çok bir aile ortamını andırmaktadır. Murad burada hayatına yön verecek, zihin dünyasını şekillendirecek bilgilerle donanacaktır. Burada tanıdığı ilk kişi Emin Öğretmen dir. Emin Öğretmen, İmam Hatip Okulu nda görev yapan idealist, yardımsever, babacan tavırlarıyla öğrencilerin yakınlık duyduğu, halden anlayan bir öğretmendir. Murad okuldan sonra Yüksek İslam Enstitüsü ne devam ederken, maddi sıkıntıya düşünce Emin Öğretmen görevli olduğu imamlık vazifesini Murad a bırakarak yardımcı olacaktır. Murad, Emin Öğretmen in vasıtası ile Mehmed ile tanışır, Mehmed üst sınıflarda okuyan bir gençtir ve Murad a ilk yıllarında ağabeylik yapmıştır. Romanın bu kısmında tam bir talebelik öyküsü ile karşılaşırız. Fakirlik, olumsuz şartlar karşısında yıkılmama, gariplik, mahzunluk gibi 29

48 duygular göze çarpmaktadır. Bununla birlikte henüz genç yaşlarda millî ve kültürel değerlere verilen önem, tarih bilinci, çalışma ve faydalı olma hırsı bu öğrencileri ve doğal olarak Murad ı da sarmıştır. Sabır ve dayanma gücü, bu hırs ve umuttan gelmektedir. Okul ortamı sadece dersler vasıtası ile değil, gerçekleştirilen etkinliklerle de öğrencilerini eğitmekte ve olgunlaştırmaktadır. Mehmet Akif in mezarının ziyaret edilmesi, Murad için ayrı bir haz kaynağı olmuştur. Gerek öğretmenler, gerek büyük talebeler gerekse okulun havası oradaki öğrencileri idealist birer genç olarak yetiştirmektedir. Yarınki Türkiye bilgili, imanlı insanların emekleriyle yükselecektir. Bu cümle, okulun ve belki de bu romanın amacı olarak kitaptaki yerini almıştır. Murad ın girdiği bir kompozisyon sınavında konu olarak tahtaya şu cümle yazılır; Kendilerini adam edemeyenler, başkalarının adamı olmaya mahkûmdurlar. Bu cümle Mehmed Niyazi nin düşünce dünyasını özetler niteliktedir. Bu düşünce ve tespit, yazarın romanlarına, kitaplarına yansıyacaktır. Mehmed Niyazi nin önem verdiği ve üzerinde ısrarla durduğu konular bu ilk romanında gün yüzüne çıkmaya başlamış ve hiçbir sapma olmadan günümüze dek gelmiştir. Murad, İmam Hatip Okulu nu başarıyla bitirir, mezun olduktan sonra Yüksek İslam Enstitüsü ne girmeye hak kazanır. Şimdi okumak ve yaşamı sürdürmek çok daha zordur. Emin Öğretmen yardımıyla bulduğu imamlık görevi sayesinde annesine çok yük olmadan okumaya devam eder. Enstitü yılları Murad ın olgunlaştığı, düşüncelerini hayatına yansıttığı yıllardır. Ülke, siyasi ve ekonomik çalkantılar içindedir. Öğrenci hareketleri patlak vermiş, ülkenin gencecik çocukları büyük bir oyunun içine çekilmiştir. Murad, hem okur hem de imamlık yapmaya devam eder. Arkadaşları ile bağını koparmamış, sıkı dostluklar kurmuştur. Evinde arkadaşlarıyla toplanırlar, ülke ve dünya meselelerini konuşur, tarih sohbetleri yapar, geri kalmışlığa çareler üretirler. Murad ın evine gelen giden eksik olmaz ama çok sevdiği, gönül birlikteliği yaptığı arkadaşlarının yeri ayrıdır. Bunların, hayatında farklı bir yeri vardı. Ali, Aslan, Vehbi, Yusuf ve Zaptiye Ahmet bun- 30

49 lardan bazılarıdır. Zaptiye Ahmet, deli dolu, açık sözlü, mert, gözünü budaktan sakınmayan Osmanlı aşığı bir gençtir. Esasen Zaptiye Ahmet, gerçekten yaşamış, İstanbul un tanıdığı, sonradan Dahiler ve Deliler isimli romanda tekrar karışılacağımız bir delikanlıdır. Haksızlıklara, ölçüsüz davranışlara asla tahammül edemeyen Zaptiye Ahmet, nerede sıkıntılı bir durum görse müdahale eden, haksıza haddini bildiren bir insan olarak tanınır. Protesto edeceği biri varsa kim ve nerde olduğuna bakmadan eylemini gerçekleştirir. Bir keresinde, Rus Devlet Başkanı Kosigin 1966 Aralık ayının son haftasında Türkiye ye bir ziyaret gerçekleştirir. Fakat bu yıllar, özellikle Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan soydaşlarımıza yapılan zulmün ayyuka çıktığı bir zamandır. Haksızlıklara dayanamamasıyla bilinen Zaptiye Ahmet Kosigin in mutlaka protesto edilmesi gerektiğini düşünür. Kosigin, 25 Aralık 1966 günü Ayasofya ve Sultanahmet Camilerini gezecektir. Zaptiye Ahmet de meydandaki yerini almıştır. Kosigin Ayasofya ya doğru yürürken birden Zaptiye Ahmet in gür sesi meydanda yankılanmaya başlar. Bu Yuh sesi öyle gür çıkmıştır ki, Kosigin in de dikkatini çeker ve kısa süren bir şaşkınlık yaşatır. Bu arada Zaptiye Ahmet gözaltına alınmıştır. Murad, enstitü yıllarını oldukça hareketli ve yoğun bir şekilde geçirir. Okumaktan, kendini geliştirmekten vazgeçmez. Bu arada hemşerisi Doktor Hayati Bey in evine ziyaret için geliş gidişlerinde evin kızı Mine ye ilgi duyar. Tanımlayamadığı bu sıcak duyguyu hayatının sonuna kadar içinde taşıyacak ve kimseye bahsetmeyecektir. Yüksek İslam Enstitüsü nü bitirince ilk baştan ideali olarak benimsediği öğretmenlik mesleğine başlamak için başvuruda bulunur. Bu başvuru sonrası Konya ya ataması yapılır. Konya, onun için yıllardır beklediği, hedef olarak belirlediği bir hayatın başlangıcı olur. Çünkü Murad, kalkınma için üç temel şartı kaçınılmaz olarak görmektedir. Bilgi, sermaye ve ahlaklı pratisyenler. Bu üç unsuru oluşturmanın ilk adımı eğitimle atılmalıdır. 31

50 Murad, Konya İmam Hatip Okulu nda ilk yılını, azimle çalışarak ve öğrencileri ile sıkı bir bağ kurarak sürdürür. Stajyerliğinin kaldırılıp asil öğretmen olarak atamasının yapılmasını beklerken sınıfına gelen bir müfettişin olumsuz raporu üzerine bakanlıkça görevden uzaklaştırılır. Çok üzülen, yıkılan ve bu duruma bir anlam veremeyen Murad, Ankara ya çözüm bulmak için gider ancak öğretmenlik yapması uygun görülmez. Çaresizlik ve yıkılmışlık duyguları içinde lise yıllarından arkadaşı olan Seyid in yanında bir müddet kalır ve ne yapacağını düşünür. İş arasa da bulamaz. Seyid ile oturduğu bir gün, enstitüden dostu Aslan, yanlarına gelir. Kars ın Selim Kazası nda kaymakamlık yapan Aslan, gençlik yıllarında aldığı eğitim ve terbiye ile bu ülkeye faydalı olmaya çalışan idealist bir kaymakamdır. Aslan, ilçesindeki bir köye imam aramaktadır. Bahsi geçen köye kimse gitmek istemez. Zaten çaresizlik içinde olan Murad düşünmeden atılır, Biz ne güne duruyoruz diyerek. Ne umutlarla çıktığı yolda, şimdi uzak bir Anadolu köyüne imam olarak gidecektir, hem de camisi olmayan, namaz kılanın olmadığı bir köye. Fakirliğin, cehaletin, kavganın hüküm sürdüğü, coğrafyanın ağırlaştırdığı, iklimin zorlaştırdığı bir hayatın tam ortasına gitmektedir. Bütün bu şartları ve ortamı gören Murad, geriye dönmeyi hiç düşünmez ve en iyi örneğin ancak söylediğini yaşamakla olacağını düşünerek çalışmaya başlar. Çünkü uygarlıklar kişiliği olan insanların ürünüdür. Bir dilim ekmeğin garantisi için insan bütün değerlerinden soyulup maymunlaşmamalıdır (Niyazi, 2007: 112). Köyde kendini ilk karşılayan kişi muhtar olacaktır. Muhtar, köydeki tüm işleyişe müdahale edebilen ve köylünün alışkanlıklarına göre davranabilen bir önder niteliğindedir. Murad a çok yardımcı olacak, son ana kadar onun yanından ayrılmayacaktır. Murad ı evinde misafir eden muhtar, çocuğunu da İstanbul a öğrencilik yapmaya gönderecektir. Burası Anadolu nun uzak bir köyüdür. Kış şartları oldukça ağır, toprağı işlemek zordur. Köylü arasında kavga, geçimsizlik eksik olmaz. Dışarıya kapalı, bilgiden yoksun, umarsız bir hayat devam etmektedir. 32

51 Murad, camiyi onarmakla başlar işe. Bu andan itibaren yanından hiç ayrılmayan bir dostu olur yanında; İhtiyar. İsmi de hep İhtiyar olarak anılır roman boyunca. Bu ihtiyar amca hiç konuşmaz, bir gölge gibi Murad ı takip eder ve ona büyük bir hayranlık duyar. Torununu da Murad gibi olacak ümidiyle okumaya gönderecektir. Harabe bir durumda olan caminin yapımına kendi gücü ve imkânları ile işe başlayan Murad, ilk önceleri köyde yadırganır ve alay konusu olur. Yılmayan ve bu durumu görmezlikten gelen Murad, çalışmaya devam eder. Okuduğu ezan, kıldığı namaz, tavırları ve konuşmaları sonucunda, köylü ile arasında sıkı bir bağ oluşur. Murad ile birlikte köyde bir değişim başlamıştır. Din ve vicdan olgusu, köylünün görünen sert yapılarının arkasında yumuşak ve muhlis bir yapı olduğunu ortaya koyar. Murad, köyde sadece camiyi onarıp imamlık yapmakla kalmaz. Okulun yeniden inşasında köy öğretmeni Gafur Bey e yardımcı olur. Köyün yakınından geçen köprünün yapımına ön ayak olur. Sebze ve ağaç dikiminden ikili ilişkilere, aile içi konulardan süregelen batıl inançlara kadar birçok konuda köylüye rehberlik eder. Yazar, bu değişimle sanki küçük bir köyün değişmesi örneğiyle tüm bir cemiyetin değişebileceğine olan inancını ve ümidini yinelemiş olmaktadır. İlk geldiği günlerde namaz kılan kimse yokken geçen süre içinde Murad, Sürmeli isminde bir genci namaz kıldırabilecek bir seviyeye getirmeyi başarmış, köylünün zekâtını dağıtmasına öncülük etmiştir. Köy halkı tümden başka bir yapıya bürünmüştür. Murad ın odası her akşam köylünün toplandığı, muhabbetlerin yapıldığı ve sıklıkla Murad ın konuşmalarıyla geçen sıcak bir ortam olmuştur. Yazar, Murad ın ağzından medeniyet, uygarlık, insanlık gibi temel konulardaki fikrini ve değerlendirmelerini dile getirme fırsatı bulur. Niçin bu haldeyiz? Neden geri kaldık? Nasıl oldu da bu hale geldik? Hangi sebeplerle yenildik? Bu ve buna benzer soruları sorar ve cevaplarını verir. Bu sorular, yazarın sonraki eserlerinde de ele alıp cevaplayacağı temel konuların çıkış noktasını oluşturacaktır. 33

52 Günler böyle devam edip, köylü ile Murad arasında sıkı bir bağ oluşmuşken, o yıllarda belki birçok vatandaşın başına gelen bir olay yaşanır. Köye gelen ve Murad ın odasına konuk olan resmî görevli bir memur, Murad ın konuşmalarından rahatsız olur ve mutsuz ayrılır oradan. Bir müddet sonra köye gelen jandarmalar Murad ı yaka paça gözaltına alırlar. Karakolda ilginç bir olay yaşanır, suç delili olarak toplatılan Murad ın kitapları dikkat çeker. Bu kitaplar arasında; Voltaire, Hugo, Dostoyevski, Zola, Shakespeare, Sartre, Heidegger gibi yabancı yazarların eserleri ağırlıktadır. Mahkemeye çıkarılan Murad, savcının iddianamesini dinler, avukat tutmayarak kendi kendini savunmayı tercih eder. Savcının bir ifadesi onda büyük üzüntü uyandırır. Savcıya göre Murad, karanlık zihniyet dediği bir kafa yapısına sahiptir. Bu ifadenin yanlışlığı üzerine kurar savunmasını. Burada yapılan savunma aslında Niyazi nin de düşünce dünyası hakkında ipuçları vermiş olmaktadır. Biz ne istiyoruz? Kavgamızın sebebi nedir? İki yüzyıldan beri bizden üstün olduğuna inandığımız milletlerin kültürünü almaya çalıştık. Alabildik mi? Alamadık, alamayız da. Her milletin kültür kaynakları, tarihi gelişmesi farklıdır. Bizler sadece onları kabukta taklit edebildik, iç dünyalarına nüfuz edemedik. Kızımızın yaşmakları soldu, şairimizin kalemi sustu, düşünürümüzün beyni dumura uğradı. Şehirlerimizi, evlerimizi donatan nakışlarımız silindi gitti. Bu gidişe dur demezsek, birkaç nesil sonra milletimiz yok olup gidecektir. Milletimiz hem bizim için hem de insanlık için var olmalıdır. Bunun için de beynimiz durumunda olan üniversiteler kuracağız, özelliklerimizi benliğinde taşıyan insanımızı yetiştireceğiz, elimizi eşyaya uzatacağız, ruhumuzun asliyesini dağa taşa nakşedeceğiz ki gelecek yüzyıllarda da var olabilelim. İşte kavgamızın adı, var olmak kavgasıdır (Niyazi, 2007: 238). Mahkeme ileri bir tarihe ertelenir. Hapishane günleri oldukça zor geçer Murad için. Hastalanır ve zayıf düşer. Ancak Murad, bu hapis günlerinde bile olgunluğu ve karakteri ile orada bulunan insanlara etki etmeyi başarmış, mahkûm sıfatıyla orada bulunanlarda köklü değişik- 34

53 likler meydana getirmiştir. Hapis günlerinde Selim adındaki mahkûm, Murad ın yanından hiç ayrılmaz ve ona yardımcı olmak için elinden geleni yapar. Zaten gün geçtikçe bitkin düşen Murad, aldığı acı bir haberle iyice yıkılır. Zaptiye Ahmet bu dünyadan göç etmiştir. Onun ardından hıçkırıklar arasında Seninle Zaptiyem çok şeyler öldü diye sayıklamaktadır. Bu haberle daha da fenalaşan Murad, Selim in kollarında gözlerini bu hayata yumar. Eskişehir in bir köyünde başlayan hayat bir başka Anadolu köyünde toprağa defnedilerek son bulur. Roman, milletini seven, çalışmayı ve inandığı gibi yaşamayı prensip edinmiş idealist bir gencin öyküsünü anlatmaktadır. Farklı bir yapıdır anlatılan. Yazar, sonraki tüm eserlerinde olacağı gibi bu ilk kitabında da, doğu ve batı olgularını karşılaştırır, kültür ve medeniyet farklılıklarını dile getirir. Milletin düştüğü bu hali sorgular ve çözüm yollarını sunar. Kavga, aslında milletin var olabilme kavgasıdır. Bu kavga bir İmam Hatip Okulu öğrencisinin yaşama savaşıyla anlatılmıştır. Romanda, kör ve topallar için hayır çiftlikleri kurmak gibi sosyal içerikli projeler de yer almaktadır. Sosyal devlet olmanın gerekliliği bazı örneklerle açıklanmıştır. Asıl olan; insanın, insanı istismar etmemesidir. Bir insanın fizikî durumundan dolayı yok sayılmaması gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Böyle bir proje ile insan onuru ve erdemiyle çalışma fırsatını yakalanmış olacaktır. Dilenmek yerine kendi çalışarak hayatına devam edecektir (Bkz: Ek, 3) İki Dünya Arasında Mehmed Niyazi, bu romanında yurdundan uzaklarda, genç, zeki ve idealist bir gencin gönül hikâyesini anlatmaktadır. Yani kendi hayatından bir bölümü romanlaştırmıştır. Almanya ya yüksek tahsilini yapmak için giden Niyazi nin ve dolayısı ile romanın kahramanı Ayhan ın 1 yaşadığı gönül kırıklıkları, hayalleri, arzu ve tutkularını, hüzünlerini, yalnızlığını konu edinen bir sürecin öyküsüdür. 1 Ayhan ismi, Niyazi nin çok sevdiği yeğeninin adıdır ve romanlarında kendi için kullanır (Ek: 4). 35

54 Niyazi, kitabın giriş bölümünde şu ifadeleri kullanarak romanın yazılış amacı ve içeriği hakkında duygularını dile getirmektedir. Dünyamızda Hildegard, Margaret, Ayhan gibi pek çok genç yaşamaktadır. Aşkları onları güzelleştirirken, yalnızlıkları acılarını arttırır. Kimsesiz gecelerinde sırdaş olsunlar diye bu talihsiz üç gencin hikâyesini anlattım. Üniversite kantininde derin düşüncelere dalmış ve iç hesaplaşmalar yapan Ayhan, tatlı bir sesle kendine gelir. Karşısında gülümseyen Margaret tir. Kendi isteği ile masasına oturmak ister, Ayhan gülümseyişine ve edasına hayran kaldığı bu genç kızın isteğini geri çevirmez ve aralarında oldukça samimi bir muhabbet başlar. İlk konuşmalarında Doğu ve Batının karşı karşıya gelişi sezilir. Özellikle, farklı milletlerden olanların farklı algılama ve ifade etme özellikleri konuşmalarına yansır. Ancak bu farklılık birbirlerine olan saygı ve muhabbetlerini daha da arttırır. Ayhan, gurbete okumaya gelmiş, içli, duygulu, memleket özlemiyle dolu, zeki, ince düşünen ve konuşmasıyla insanı etkileyen gençtir. Kendini ait gördüğü Doğu, ona göre yıkılmış bir devdir. Bu devin tekrar ayağa kalkması ve kendine özgü kültür ve medeniyeti tekrar insanlığın yararına sunması gerekmektedir. Margaret ile sıcak ve samimi bir dostluk kuran Ayhan, onun yakınlığından ve ilgisinden etkilenir. Tarif edemediği bir duygunun içine girmiştir. Aralarındaki ilişkiye zamanın şekil vermesini uygun bulur. Margaret ile aralarında seviyeli ve insana dair önemli konuların konuşulduğu bir ilgi alanı oluşur. Ayhan, Margaret e bir kitap hediye eder. Margaret in teklifi ile Ayhan ın odasını temizlemek için bir gün belirlerler. Margaret, Ayhan ın talebe odasına gelir. Ayhan oldukça heyecanlıdır. Ancak kızın rahat hareketleri onu sakinleştirir. Temizlik işini yaparken bir taraftan da insan ilişkileri üzerine konuşurlar. Kadın erkek ilişkileri konusunda Margaret in, Kadın ve erkek insanlığı oluştururlar ve birbirlerini tamamlarlar yaklaşımı, Ayhan a dikkat çekici gelir. 36

55 İş bitmiş ve misafirini uğurlama zamanı gelmiştir. Margaret, bisikletine biner ve içli bir gülümseyişle el sallar. Bu durum Ayhan ı etkiler. Margaret, köşeyi döner, Ayhan, iç dünyasında ne yapacağını düşünürken acı bir fren sesiyle irkilir. O tarafa doğru koşar, gördüğü manzara karşısında şok olmuştur. Yüreği büyük bir acıyla dolar, çığlık atmaya başlar. Yerde yatan, daha, kısa bir süre önce yanında olan Margaret tir. Ne yapacağını bilemez haldeyken ilk yardım ekibi ve polis olay yerine gelir. Polise kısaca olayı anlatır ve oradan uzaklaşmak ihtiyacı hisseder. Koşmaya başlar ve hastaneye kadar durmaz. Hastane kapısında ilk gördüğü hemşireye, kazayı ve yaralının durumunu sorar. Margaret, beyin ameliyatına girmiştir ve ölüm tehlikesi bulunmaktadır. Yüreği büyük bir acıyla dolar. Orada yapacağı bir şey yoktur. Evine gelir ve yatar. Ancak kazada kendisinin de bir payı olduğu endişesi, böyle bir olaya sebep olma kaygısı onu rahat bırakmaz, korkunç rüyalar görür. Sabah ilk işi, arkadaşı Selahaddin e gitmek olur. Selahhaddin de, Ayhan gibi okumaya gelmiş bir öğrencidir. Ayhan ın yakın dostu ve sırdaşıdır. Olayı kısaca anlatır. Kazaya, kendisinin sebep olduğu düşüncesinden kaynaklanan tedirginlik gitmemiş, kızın ailesinin bu olaya sebep olduğu için kendisine ne kadar kızacakları endişesine kapılmıştır. Selahhaddin, Margaret in ablası ve eniştesiyle irtibata geçer ve durum hakkında bilgi edinir. Margaret komadadır. Günler geçmektedir ve Margaret hakkında bilgi alamamaktadır. Evinde onun hatıralarını görür ve evden uzaklaşmak için sık sık arkadaşlarına gider. Yine böyle bir gün Selahhaddin, hayatın devam ettiğini ve ölenle ölünmeyeceğini söyleyerek Ayhan ı gençlerin geldiği bir eğlence yerine götürür. Ayhan, içinde bulunduğu karamsar durumdan ve ruh halinden kurtulmak ümidiyle eğlenenlerin arasına katılır. Dans edecek bir kız arar. Ancak zihninde Margaret vardır. İçinde bulunduğu durumdan rahatsızdır. Ancak çaresizlik ve ne yapacağını bilememek Ayhan ı oldukça zorlamaktadır. Bu ruh hali içinde dalgın dalgın gezinirken sonradan doçent olduğunu öğrendiği bir öğretim görevlisi ile tanışır ve yine onun teklifi ile iki kızla dans etmeye başlarlar. 37

56 Ayhan, gençlerin çılgınca ve kendilerinden geçtikleri bu ortamda biraz önce dans etmeye başladığı kızla kısa konuşmalar yaparak müziğe ayak uydurur. O halde olmaktan her ikisi de mutlu görünmektedirler. Ayhan, sohbet biraz ilerleyince adını sorar ve Hildegard cevabını alır. Öykünün bundan sonraki kısmı, Ayhan ın hayatına farklı şekillerde giren bu iki kızla ilişkileri üzerine devam edecektir. Hildegard, coğrafya okuyan bir öğrencidir. Üniversitenin bulunduğu şehre yakın bir köyde ailesi ile yaşamaktadır. Zeki ve alımlı olduğu kadar candan ve cazibe doludur. O gece Ayhan, Hildegard ı yakından takip eder ve her hareketine bir anlam yükler, her davranışından kendince bir mesaj alır. Etkilenmiştir. Başka bir gencin, Hildegard a yaptığı dans teklifini kabul etmemesi bile Ayhan için önemli bir işaret olarak algılanır. Ayhan, Margaret için endişe duyarken diğer taraftan Hildegard ın varlığı ile başka dünyalara dalmaktadır. Üniversitede onunla karşılaşmak için çeşitli bahaneler yaratır, gördüğünde ise büyük bir neşe duyar. Bazen kantinde bazen bahçede oturur konuşurlar. Ayhan ona karşı büyük bir hayranlık ve ilgi duymaya başlar. Yazar, Hildegard için Yeşilin hiçbir tonu, gözlerini andırmıyordu; sanki Rabbim ona has bir yeşil yaratmıştı diyerek Ayhan ın içinde bulunduğu ruh halini dile getirmiştir. Ayhan, hem bir müddet önce yaşadığı elim olayın etkisinden biraz olsun uzaklaşmakta hem de gurbette yakın bir dost, samimi bir kişi, belki vefalı bir sevgili bulmanın hazzıyla yaşamaktadır. Hildegard için adını tam da koyamadığı güçlü bir duygu beslemeye devam eder. Bu arada ondan aldığı bir mektupla belki de içinde bulunduğu durumun mahiyetini fark eder. Hildegard, geçici ihtirasların insanı değildir. Gurbette ciddi bir ilişki de Ayhan a göre değildir. Doğup büyüdüğü çevreden yani memleketinden kendini koparacak bir hayatı ise asla düşünmemektedir. Romanın ilerleyen bölümlerinde bu gerçek hem Ayhan için hem Hildegard için çözümsüz bir problem olarak görünmeye devam edecektir. Bu durum, Ayhan ın iç çekişmeler yaşaması, kaygılanması ve zor kararlar vermesine neden olacaktır. 38

57 Ayhan ve Hildegard, birlikte zaman geçirmekten büyük mutluluk duyarlar. Okulun kapalı olduğu zamanlarda birbirlerine mektuplar yazarlar. Ayhan, özellikle ayrılık zamanlarında bir boşluğa düştüğünü sanır. Bununla birlikte Margaret için büyük bir vicdan azabı ve sorumluluk ile birlikte mahcubiyet duymaya devam etmektedir. Ayhan, günler geçtikçe Hildegard a olan duygularının güçlendiğini fark eder. Bu duyguları, Mehmed Niyazi, yaşayan kişi olarak çok güzel ifade etmiştir. Tüm insanların yaşayabileceği iç hesaplaşmalar, umut kırıklıkları, kahramanlıklar, sade, sağlam ve etkileyici bir dille yazılmış, Bir kalpte filizlenen temiz sevgiye her hangi bir sebeple ihanet etmek katilliktir diyecek kadar Ayhan ın şahsında sevgiye olan inancını dile getirmiştir. Ayhan, bir taraftan Hildegard ile birlikte olmaktan mutluluk duyar diğer taraftan duygularını bir türlü söyleyemez. Kızın ufak hareketleri, kısa cümleleri, yazdıkları, gelip gitmelerini ihtimaller içinde değerlendirir. Bu durumunu eserin yazarı olarak esprili ve çarpıcı bir cümleyle ifade eder; Ah biz doğulular, çıra gibi yanar fakat aşkımızı ifade edemeyiz. Karmaşık duygular içinde günlerini geçirirken, içinde olan biteni ve Hildegard a olan hislerini, ona söyleme kararı alır. Sevdiğini söyleyecektir ancak o gün Hildegard fazlasıyla durgun ve düşüncelidir. Ayhan konuşmaktan şimdilik vazgeçer. O gittikten sonra Margaret in ziyaretine gider. Margaret iyileşmiş, taburcu olacaktır. Buna çok sevinen Ayhan, Hildegard ın tavrından dolayı da çok mutsuzdur. Bu duygularla Selahaddin in yanına gider. Arkadaşı; Dostum, aşk bir zihin iptilasıdır, zihnin meşgul olmaya başlamış diyerek nasihatte bulunur. Margaret, hastaneden çıkmıştır. Ayhan ı ziyaret eder. Bu ziyaretinde kısa da olsa Ayhan ona, Hildegard dan bahseder. Margaret belli etmese de, üzülmüş, hüzünlenmiştir. Keder canlı bir yaratıkmış gibi gözlerine doluyordu. Niyazi nin, kurduğu buna benzer cümlelerde insanı tasvir ederken duyguların insana kattığı farklılığı ne kadar başarılı bir şekilde dile getirdiği görülmektedir. 39

58 Hildegard, Ayhan için her şeydir artık. Mutluğu, üzüntüsü, hayata açılan kapı demektir ve her şey onunla vardır. Bu duygular içinde Ayhan, Hildegard dan bir mektup alır. Zarfın üzerinde Senin Hildegard ın yazmaktadır. Bir vakit sonra, Hildegard, Ayhan ı ziyarete gelir, konuşurlar ve dertleşirler. Hildegard, zarfın üzerine Senin Hildegard ın ifadesini yazmaktan duyduğu pişmanlığı dile getirir. Ayhan, bunu anlayamaz. Sebebini sorsa da tatmin edici bir cevap alamaz. O günle ilgili hatırladığı en önemli ayrıntı, sarılmaları olmuştur. Bununla birlikte sanki bundan sonrası olmayacak ve bitişin başlangıcı gibi bir hava da sezilmiştir. Tatil için memlekete giden Ayhan, Hildegard dan bir haber ya da mektup alamaz. Dönüşte Selahaddin bu duruma Vur tekmeyi gitsin! diyerek tepkisini dile getirir. Ayhan, bir müddet sonra, Hildegard ı başka bir delikanlıyla görür. İkisi okula birlikte gelirler, birlikte vakit geçirirler. Güçlükle dayanır bu duruma. Yüreğinin köz üzerindeki et parçası gibi kıvrandığını hisseder. Ayhan karmaşık duygulara kapılır. Margaret i düşünür kimi zaman, zihnini meşgul etmek için. Bir fırsatını bulduğunda Hildegard a durumu anlatır ve gerekirse ikisinin arasından çekilebileceğini söyler, bunu söylerken içi burkulur ancak gurur Ayhan için önemli bir meziyettir. İlerleyen günlerde Hildegard, Ayhan ı ziyarete devam eder ve bir gün Ayhan ı evlerine Noel için yemeğe davet eder. Ayhan yanına arkadaşı Tunç u da alır, pahalı sayılabilecek bir çiçek hazırlatarak davete icabet eder. Bu arada Selahaddin, Ayhan ı, çevreye yazar olarak takdim etmiştir. Bununla Ayhan ın önemli biri olduğu imajı vermeyi amaçlamaktadır. Bu kurguyu Tunç, yemekte devam ettirir. Ancak o gece, Ayhan için hayal kırıklığı olur. Çünkü Hildegard birlikte gezdiği Kurt isimli genci de davete çağırmıştır. Ayhan, yüreğinde derin sarsıntılar duyar ama sakin olmaya gayret eder. Bunların üzerine, Hildegard ın halalarının, Ayhan ı kast ederek söyledikleri olumsuz cümleleri duyması Ayhan ı iyice karamsarlığa sürükler. 40

59 Ayhan, buralara neden gelip nelerle uğraştığını zaman zaman sorgular. Kurtulmak ister. Ancak çırpındıkça batar, bir çıkış yolu bulamaz. Kasırganın içinde olduğunu hisseder, ne kasırga diner, ne yüreği sükût eder. Terk edilmeyi hazmedemez. Bu ruh halindeyken Margaret ten aldığı bir mektup, onu daha da üzer. Margaret tekrar hastaneye yatmıştır. Selahaddin ile birlikte ziyaret etmeyi uygun bulur. Margaret hastanede onları görünce çok sevinir. Margaret in, Ayhan a olan duyguları Selahaddin in gözünden kaçmaz ama Ayhan bu duruma pek ilgi göstermez. Hildegart, arkadaşı Kurt ile okula gelmeye devam eder. Ayhan, ona karşı tavrını netleştirmeye karar verir. Selam vermez ve mümkün olduğunca uzak durur. Yüreği bu duruma hayır dese de yumuşamayı hiç düşünmez. O günlerde Margaret i hastanede ziyaret devam eder. Bu ziyaretlerin birinde Margaret in intihara kalkıştığını öğrenir, buna bir anlam veremese de, yaşamın kader olduğu ve kendi elimizle bu hayata son vermenin fenalığı hakkında konuşmalar yapar. Söz döner ve Hildegard a gelir. Ayhan, samimi bir şekilde başından geçenleri ve duygularını anlatır. Bu arada sosyal ve ekonomik farlılıklardan, din ve millet ayrılığından söz eder. En sonunda da, Hildegard ın başka biriyle görüştüğünü söyler. Margaret, sakince dinler ve onun ardından koşmamasını tavsiye eder. Bu bir savaşsa bu savaştan galip çıkmak için davranışlarını ayarlamasını söyler ve bu noktada yazarın birçok kitabında olduğu gibi Doğu ve Batı karşılaştırması Margaret in ağzında tekrar yapılır. Ona göre doğulular, kişileri yalnız beyinle değil, yürekle de ele alıp kendilerine mal ederler. Bu konuşmanın sonunda Margaret, Ayhan a ilişkisini devam ettirmesini söyler. Bu duygularla onun yanında ayrılır ve söylediklerini günler içinde düşünür. Margaret i tekrar ziyarete gitmek için yola çıkar, hastaneye gelir ancak acı bir haberle karşılaşır. Margaret intihar etmiş ve yaşamını yitirmiştir. Savunmasız bir çocuk gibi kalmıştır, anlamsız ve derin bir ıstırap duyar. Ayhan, Margeret in cenaze törenine katılır. Ailesi ile karşılaşır. Pişmanlık dolu sorulardan kendini kurtaramaz. Hildegard a olan aş- 41

60 kından dolayı, Margaret in duygularını göremediğini ve onun aradan çekilmek için hayatına kıydığını düşünür. Bu durumdan ve iç dünyasındaki karanlıktan kurtulmak mümkün olmaz. Günler geçer, Ayhan yaşamındaki bu zaman aralığını sorgulamaya devam eder. Tatilden döndüğü bir gün Hildegart, onu evlerine davet eder. Her ikisi de duygularını tam olarak ifade edemezler ancak, içlerinde taşıdıkları hisleri de söküp atamazlar. Gidip gitmeme konusunda kararsız kalan Ayhan, biraz da Hildegard ın ısrarı ile evlerine gider. Orada birkaç gün kalacaktır. Bu süre Ayhan ve Hildegart için bir karar verme zamanıdır. Ayhan konusunda, Hildegart ile ailesi arasında bir anlaşmazlık olduğu bellidir. Bu durumu annesi daha net bir şekilde ifade eder ve Ayhan a, Ne olur kızımızı bırakın! der. Ayhan yıkılmıştır. Ancak Hildegart ın mutluluğu ve rahatı için bu teklifi kabul etmek durumunda kalır. İçinde tükenir her şey, onu bir daha göremeyecek olmak çok acı gelir. Belli etmemeye çalışır, beceremez. İçinde bulundukları durumu kısaca ve etkili bir şekilde ona anlatır. Her ikisinin de engelleri aşma konusunda mücadele ettikleri bellidir. Fakat başkalarının mutluluğu için feda edilecek bir şey varsa o da aralarındaki bağdır. Ayhan ve Hildegart için çok zor ve meşakkatli bir süreçtir. Ayhan, Hildegart ın gidişiyle, kendini hayata bağlayan ne varsa kaybettiğini sanır, gözyaşı döker, yüreği büyük acılar çeker. Gerek beden olarak gerekse ruh olarak mum gibi erimeye başlar, uyurgezer gibi dalgın ve durgundur. Karşılıklı mektuplar yazarlar. Mücadele edecek gücü ararlar. Hildegart ın bir mektubunu okurken Selahaddin, Ayhan ın yanındadır. Ayhan ın durumu arkadaşını çok üzer. Bunun üzerine, kendisi Ayhan ın durumunu anlatan bir mektup yazar. Mektubun en önemli cümlesi; Seni yılda bir kez de olsa görsem, sesini duysam yeter diye Ayhan ın ağzından yazılmış cümledir. Selahaddin gelişmeleri çözememiş ve dinamiti ateşlemiştir. Gerçekten de bir müddet sonra, Hildegart ın düğün davetiyesi Ayhan a gelir. Bu acılara rağmen Hildegart ın düğününe gider ve törene katılır. Hildegart ı gelinlik içinde görmek Ayhan 42

61 için büyük bir ıstırap ve hüzün kaynağı olmuştur. Yinede Tanrım seni mutlu etsin demekten geri durmaz. Niyazi, oldukça çetin ve bilimsel konulara yönelmiş olsa da, aşk, sevgi, vefa, dostluk gibi konularda da başarılı eserler vermiştir. İki Dünya Arasında dili, akıcılığı, kurgusu ve öyküsü ile insana dair çarpıcı ve düşündürücü bir eser olarak yazarın romanları içinde yerini alır Ölüm Daha Güzeldi Niyazi, bu romanın adını Ölüm Daha Güzeldi diye belirleyerek, kimi zaman onurlu bir ölümün, insanlığın yok olduğu bir yerde yaşamın zıddı olarak akla gelebileceğini vurgulamak ister. Kendi ifadesiyle; bu roman, insanlığın ve şahsiyetin zincire vurulduğu bir âlemde, eski SSCB esareti altında, Azerbaycan da hürriyet ve istiklal hasreti içinde kıvranan soydaşlarımızın çırpınışlarını anlatmaktadır. Sovyet Rusya nın, birçok Türk soydaşının yaşadığı topraklarda, özgürleştirmek bahanesi ile gerçekleştirdiği baskı, eziyet ve işkencelerin konu edindiği bir romandır. Romanın kahramanı Tahir ve annesi Zeynep Ana, sabır ve metanetin en gözde örneklerini gösteren Azerbaycanlı Türklerdendir. Bu işkence ve baskılardan kurtulmak için Türkiye ye kaçmayı düşünür ve bu düşüncelerini uygulamaya koyulurlar. Ancak, gelişen olaylar onları birbirinden ayırır ve Tahir şiddetli sıkıntılara, eziyet ve işkencelere maruz kalacağı bir esaret hayatı sürer, ta ki, esir kampından kaçıncaya dek. Olaylar Azerbaycan da Zengibasar ın küçük bir köyünde, Çöllümihmandar da başlar. Zeynep Ana ve oğlu Tahir, küçük kardeşi Hatun ile birlikte bu köyde yaşamaktadırlar. Kitabın başında Azerbaycan Başbakanı Nerman Nermanof tarafından yapılan bir konuşma verilmiştir. Özetle, Ruslarla işbirliği içinde olduğu sezilen bu ve buna benzer kişiler sayesinde Ruslar, buraları özgürleştirme ve halkların kardeşçe yaşamaları avuntusuyla etkileri ve kontrolleri altına almışlardır. Büyük bir oyunun döndüğü ve bu oyunu da Rusların bizzat yönettiği sezilmektedir. 43

62 Nerman Narmanof un ölümüyle yeni iktidar göreve gelmiş ve katı kurallar koymuştur. Her an birinin başına olmadık bir yerden ve sebepten beklenilmedik bir olay gelebilmektedir. Bu ortam insanları durgunlaştırmış ve ürkekleştirmişti. Zeynep Ana, her zamankinden farklı olarak bazı hazırlıklar içindedir. Çevre köylerden bir at satın alır. Oğlu Tahir ile birlikte ata biniyor, Tahir e at binmenin ustalıklarını gösterirken diğer yandan silah kullanmayı öğretmektedir. Talimleri sıklaşmıştır, Tahir bu duruma bir anlam veremese de annesine bir şey söyleyemez. Bir gece Zeynep Ana, oğlu Tahir ve kızı Hatun u uyandırır. O güne dek hazırlığı ve planı yapılan kaçış uygulamaya konur. Hedef, Türkiye ye geçmektir. Mehmed Niyazi, bu sahneleri oldukça etkili bir dille ifade etmiştir. İnsanın ata toprağını, yurdunu, hatıralarını bırakıp gitmesini güçlü tasvir yeteneği ile kâğıda döker; Zeynep Ana, kapıyı kilitlerken bir kapıyı değil, bir hayatı kilitlediğini sandı. Evden çıkıp atlarını sürerler, oldukça uzak bir mesafede Aladağ ın eteklerinde başka bir grupla karşılaşırlar. Biraz bekledikten sonra onlara başka atlılar da katılır. Uzun zamandır birbirlerini görmeyen akrabalar bu kaçış planı için bir araya gelmişlerdir. Başlarında Azim Dayı vardır. Azim Dayı, heybetli, ilerlemiş yaşına rağmen canlı ve kuvvetli bir aile büyüğüdür. Gecenin bir karanlığında buluşan bu insanlar hep birlikte yola koyulurlar. Hepsinin aklında bu ayrılığın ve kaçışın garip duyguları yer etmiştir. Tahir, Mustafa adında bir akrabalarıyla tanışır. Uzun süredir görüşmedikleri bu gencin ilerleyen sayfalarda, kahraman bir yiğit ve savaşçı olduğu anlaşılacaktır. Öyle ki Tahir düştüğü esir kampından yine Mustafa nın yardımıyla kurtulur. Azim Dayı ve diğerleri için yol çok meşakkatlidir. Her an yakalanma, pusuya düşme tehlikesi bulunmaktadır. Yolculuğun fiziki şartları da çok ağır ve yorucudur. İklim ve yol durumu aileleri güçsüz düşürmektedir. 44

63 Yolculuk bu zor şartlar altında devam ederken korkulan olur ve Ruslar kafilenin çevresini sarar. Çetin bir çatışma başlar. Kadınlar ve çocuklar bile tüfekleriyle karşılık verirler. İlk çatışma da Azim Dayı vurularak şehit olur. Mustafa bu durum karşısında grubun liderliğini üstlenir. Karmaşanın ve çatışmanın devam ettiği bu sürede bazı aileler kuşatmayı yarıp Türkiye sınırını geçerler. Fakat Tahir, Zeynep Ana, Mustafa nın annesi Gülbahar ve daha birkaç aile daha çatışmadan kaçmayı başarabilirler. Onlar için kaçış planı olumlu sonuçlanmamıştır. Bununla birlikte geride kalmak çok daha tehlikeli ve riskli bir hal almıştır. Bu planın saklanması zorunludur. Tahir ve annesi köye döner. Kış yaklaşmıştır. Köyde büyük bir hüzün hüküm sürmektedir. Zeynep Ana, Gülbahar Yengeyi ve Mustafa yı görüp durum hakkında bilgi almak için onların yaşadığı köye gitmeye karar verir. Tahir, Hatun ve Zeynep Ana, hazırlıklarını yaparlar ve yola çıkarlar. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Yerlak Köyüne ulaşırlar. Gülbahar Yenge onların gelişlerine çok sevinir. Bu arada oğlu Mustafa nın bir subayı öldürdüğü iddiası üzerine Rus askerleri tarafından arandığını ve uzun zamandır ondan haber almadığını anlatır. Zeynep Ana ve Gülbahar Yenge sohbet ederken dışarıdan sesler gelir. Etrafları çevrilmiştir. Birden silah sesleri ve evden içeriye atılan gazyağı şişelerinin oluşturduğu alevlerle her yer karışır. Zeynep Ana karşılık verir ancak dışarıdakiler çok kalabalıktır. Teslim olmaya karar verir. Ellerini kaldırır ve kapıya doğru yürür. Tam bu esnada kapı açılır ve eli silahlı iki askerin arasından yalın kılıç bir başka asker kılıcı kaldırır ve Zeynep Ana ya doğru savurur. Bu manzara karşısında Hatun ve Gülbahar Yenge bayılır, Tahir sendeler, yere düşer. Annesinin, öldüğünü sanır. Tahir, yakalanmış ve bir hapishaneye getirilmiştir. O artık bir tutsaktır. Lise çağlarında bir genç, en acı ve en dayanılmaz şartlarla yüz yüzedir artık. Koğuş on metrekare bile değildir. Beton soğuktur ve uzanıp yatacak yer bile yoktur. Bu daracık yerde kimi zaman dört kişi 45

64 kalmaktadır. Şartlar öyle ağırdır ki, tuvalet olarak bir bidon kullanılmaktadır ve bu bidonu dolunca dökme görevi Tahir e düşmüştür. Olaylar Tahir için çok korkunçtur; dayanılacak cinsten değildir. Aklı ve düşünceyi zorlayan bir zindan hayatı yaşanır. Bunun üzerine bir de; şüphe, korku ve çaresizlik onu büsbütün yorar. Kaldı ki, kaçışları ile ilgili ne diyecekti, nasıl bir tutum takınacaktı, bilemez. Her şeyin onların elinde olduğunu hisseder. Tahir, sorgulanmak için yargıcın karşısına çıkarılır. Konuşup konuşmama konusunda tereddüt içindedir. İlerleyen zamanlarda kader birlikteliği yapacağı ancak şimdi adını bile bilmediği hücre arkadaşı ona parmağıyla Sus! işareti yapmıştır. Buna rağmen yargıcın bazı sorularına cevap verir. Bu sorgular böyle devem eder. Koğuşa aklî dengesini yitirdiği izlenimi uyandıran bir kişi daha gelir; Komünist Eşber. Bu adam sıradan değildir ve her yaptığı aşırılıktan ibarettir. İlerleyen sayfalarda tekrar Tahir ile yolları kesişecektir. Yargıcın sorularına cevap vermeyen ve susan Tahir, işkenceye gönderilir ve bu işkencelerde çok acı çeker. Günlerce kendine gelemediği zamanlar olur. Mehmed Niyazi, bu durumu, insanın nasıl zalimleşebildiğini, gaddar ve acımasız olduğunu şu çarpıcı cümlelerle ifade etmektedir; Ne olurdu insan her şeyi bırakıp kendini anlamaya çalışsaydı! İşte o zaman karşımızdakinin değerini anlar, ebedi mutluluğu bu yeryüzünde de hissederdik. Bunu ancak sevgimizle, yüreğimizle yapabilirdik. Beynimiz çıkarlarımızın maymuncuğudur, midemiz bizi beynimize perçinledi. Yüreğimiz de biyolojik anlamda sıkışıp kaldı. Artık o sonsuzluğun aynası değil, ahların, gözyaşlarının sığınağı hiç değil! Doktorların kontrol edebileceği bir et parçası (Niyazi, 2006: 63). Tahir, bu acılı ve ıstırap dolu hayattan nasıl kurtulacağı ve sonunun nereye varacağını bilmeden günleri tüketir. Son sorguda, kendisi ile ilgili bir karar çıktığını anlar. Buradaki zindan hayatı bitmektedir. Başka bir yere gönderilme kararı çıkar. Romanın bu noktasına kadar zindanda Peykedeki adam olarak bahsedilen kişinin Feyzullah Hoca 46

65 olduğu anlaşılır ve o da Tahir ile birlikte başka bir yere tutsak olarak gönderilir. Romanın sonuna kadar Feyzullah Hoca, Tahir e hep göz kulak olacaktır. Tahir ve Feyzullah Hoca hapisten alınarak daha birçok mahkûmun balık istifi doldurulduğu trenlerle başka bir yere nakledilirler. Zorlu ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra tren, sessiz ve ıssız bir yerde durur. Bu manzarayı Niyazi şöyle anlatır; Öylesine duygulu bir sessizliktir ki bu, en gaddar ruhları siygaya çeker, en büyük günahları pervasızca işleyen taş yüreklileri Rabbiyle baş başa getirir, hiçbir pişmanlık bunun kadar etkili olmazdı; çünkü insan ancak bu anda acizliğini duyardı (Niyazi, 2006: 76). Tahir ve Feyzullah Hoca, esir kampına geldiklerini ilk günün sabahı anlarlar. Bu yabancı ve şaşkın hallerini fark den Rıza İslâmzade, onlara yardımcı olur. Rıza ile sonraları dost ve arkadaş olurlar. Özbekistanlı Kazım da bu ekibin arasında yer alacaktır. Esir kampı ise Sibirya da ıssız bir yerdir. Kamp tekdüze bir hayatın yaşandığı, çok sıkı korunan ve disipline edilen, tavize yer verilmeyen, pis, sağlıksız ve eziyetin had safhaya çıktığı bir ortamdır. Mahkûmların günleri ağır işlerde çalıştırılarak doldurulur. Verilen yemek yetersizdir ve soğuk oldukça acımasızdır. Her şey tekdüze ve herhangi bir tersliğe mahal bırakmayacak bir düzende devam etmektedir. Kampın yönetmeliği dışında, kendine göre yasaları vardır. Aynı kaderi paylaşmak bu yasaların temelini oluşturur. Eli kazmasında hayallere dalan bir mahkûmu gardiyanın geldiğini gören bir başka bir mahkûm uyarmak durumundadır. Böyle derin hayallere daldığı bir günde Tahir, Rıza İslâmzade tarafından donmaktan son anda kurtarılır. Tahir, pek fazla dışarısı ile meşgul olmadan kendi halinde ve kendi üzüntüleri ile bu hayata tutunmaya çalışırken ilginç bir olay meydana gelir. Türkiye ye kaçmak için akrabaları ile buluştuklarında yaşlıca bir adamı hatırlar; Hasan Dede adındaki bu ihtiyar amca, grubun liderli- 47

66 ğini yapan Azim in vurulup şehit olması üzerine Azim! Vurdular seni Azim! diye bağırmaya başlamıştır. Tahir bu bağırmayı kampta da duyar, dikkatlice baktığında bu sesin Hasan Dede ye ait olduğunu anlar. Bununla birlikte Hasan Dede ile konuşup konuşmamak konusunda tereddüt eder. Hasan Dede, yaşadıklarından dolayı nerdeyse aklî dengesini kaybedecek duruma gelmiştir. Romanın ilerleyen bölümlerinde bu ruh hali onu iyice saracak ve dengesiz davranışlarından dolayı idam edilecektir. Kampın insan psikolojisine etkisi ağırdır. Kimi mahkûmlar dayanamayarak, intihar, kaçış, kendine zarar verme gibi davranışlarda bulunmaktadır. Kampta gündüz ağır çalışmalarının dışında gece dersleri de bulunmaktadır. Bunlara; doktrin dersi denir ve ihtilal propagandaları yapılır. Çoğunda, anlatılan aynı yöndeki fikirlerdir. O dönem Sovyet Rusya nın ve aydınlarının bakış açısı, şu cümlelerle yazar tarafından ifade edilmektedir. Zengin fakiri sömürüyor, ağa köylüyü kırbaçlıyor, din adamı bir şey üretmeden geçimini sağlıyor, burjuva devleti halkı inim inim inletiyordu. Fakir mazlum, zengin zalimdi (Niyazi, 2006: 104). Günlerin geçmediği ve ümitsizliğin had safhaya çıktığı kimi zamanlar insan zihni bu ortama katlanamayacağını sanır. Yazar, böyle durumlarda insanın dayanma gücünü nasıl kazanacağını, Feyzullah Hoca nın dilinden şu şekilde ifade eder; Rahat yaşamak istiyorsan, hayatı olduğu gibi kabul et. Dileklerinin hayata şekil vermesini istiyorsan, sıkıntılara katlanmalısın. Ancak bu ikinci şekilde yaşadığının farkına varırsın (Niyazi, 2006: 117). Kampın şartları gün geçtikçe ağırlaşmaktadır. Muratzâde adındaki bir Türk genci hiç yoktan kurşunlanarak idam edilir. Yeni gelenlerle kamp kalabalıklaşır. Özbekistanlı Kâzım ve yeni gelmiş bir Kırgız genç, gardiyanların ihmalleri sonucu donarak can verirler. Avrupalı devletler, bu tür kamplarda yaşananların bilinmesi için girişimlerde bulunur ancak kamp yetkilileri düzenledikleri oyun ve sahte kamplarla şartların normal olduğunu gösterirler. 48

67 Feyzullah Hoca ve Tahir, bu kampta yönetmeliği hiç ihmal etmediklerinden dolayı başka bir kampa gönderilirler. Bu yeni kamp ilk öncekine göre daha belirli işlerin yapıldığı bir yerdir ve iklim olarak daha sıcaktır. Yapılan iş bellidir ama aynı yönetmelik uygulanır ve aynı ağır şartlar devam etmektedir. Tahir ve Feyzullah Hoca bu kampta beklemedikleri bir olayla karşılaşır. Çalıştıkları bir gün önlerine bir taş düşer. Taşa sarılı olan kâğıtta onları kaçıracaklarına dair bir not vardır ve hazırlanmaları istenmektedir. Buna göre bir akşamüstü, ikisi ormana doğru yürüyecekler ve onları orada bekleyenlerle kaçacaklardır. Bu planı yapan ise Gülbeyaz Yenge nin oğlu Mustafa dır. Feyzullah Hoca ve Tahir akşamüzeri kaçamazlar ama gece, sessizce kaçış planını uygulamaya koyuldular. Ormana dalacakları sıra, nöbetçilerden biri duyduğu ses üzerine kontrol etmeye gelir, yakalanacaklarını anlayan Feyzullah Hoca, Tahir in kaçmasına olanak vermek için kendini feda eder ve nöbetçinin üzerine atlar. Feyzullah Hoca hayatını kaybeder ancak onun fedakârlığı sayesinde Tahir, kaçmayı başarır. Tahir kaçmıştır ama Feyzullah Hoca nın ölümüyle ikinci kez yetim kaldığını hisseder. Murat ve Cabir adında iki gencin yardımıyla trene bindirilir ve Bakü ye doğru yola çıkar. Oradan da Erivan a gidecektir. Yaşadıklarını rüya sanan Tahir ürkek ve şüphe içinde başladığı tren yolculuğunu Erivan da bitirir. Kendisine yoldaşlık den Sadık isimli bir genç ile ihtiyar bir adamın evine gelirler. Tahir için asıl büyük sürpriz bu evde yaşanır. Öldüğünü zannettiği annesi ile burada karşılaşır. Asıl şaşkınlık ve şok halini, bu an yaşar Tahir. Annesi, Gülbeyaz Yenge nin evinde ölmediğini, yaralandığını anlatır. Buradan Türkiye ye geçeceklerdir. Tahir kardeşi Hatun u sorar. Annesi önce cevap vermez. Yola çıkarlar. Zeynep Ana bir evin önünde durur ve kapıyı çalar. Kapıyı açan adamı silahını çekerek vurur. Tahir ve Gülbeyaz Yenge daha durumu anlamadan arkadan Tahir in kardeşi Hatun görünür. Zeynep Ana kızı Hatun u da vurarak öldürür. Tahir çok şaşkındır, bunca yıl sonra kardeşini bulmuş ama annesi 49

68 onun canına kıymıştır. Zeynep Ana, kızı Hatun u bu adama Türkiye ye geçirsin diye emanet etmiştir ancak adam Hatun u yanına almış ve onunla evlenmiştir. Bu durumu kaldıramayan Zeynep Ana Tahir in alnında böyle bir leke kalmasın diyerek emanete yapılan hıyaneti her ikisini de vurarak cezalandırır. Zeynep Ana, Gülbeyaz Yenge ve Tahir, Türkiye ye kaçmak için hazırlık yaparlar ve yola düşerler. Büyük umutlarla düştükleri bu yolda yine Ruslarla karşılaşırlar. Çatışma çıkar. Bu çatışmada Zeynep Ana vurulur ve yaralanır. Yarası ağırdır. Bu halde Rusların eline düşmek istemez. Yalvarırcasına ve analık hakkını da öne sürerek Tahir den kendini vurmasını ister. Tahir yıllardır özlemiyle yandığı, hayaliyle yaşadığı annesinin bu isteğini geri çeviremez ve tetiği asılır. Zeynep Ana şehit olup canını verirken, gözü yaşlı Tahir, Türkiye ye doğru yola çıkar. Roman bu hazin olayla sona erer. İnsanlığın gaddarlaştığı bir dünyadan kaçıp kurtulabilmek, çok ağır bedellere mal olmuştur. Niyazi, Zeynep Ana karakterinden çok etkilenmiştir. Yazdığı karakterler arasında onu en fazla hislendiren, hüzünlendiren ve derinden sarsan kişinin Zeynep Ana olduğunu ifade eder Yazılamamış Destanlar Mehmed Niyazi, bu romanda, vatanseverliği, ecdada vefayı, vatan topraklarının değerini, gönüllü olmanın ne demek olduğunu kendi babasının öyküsünden yola çıkarak gerçek olayların ışığında kaleme almıştır. Kitabının ithaf bölümünde, romanı babası Hacı Mehmed Özdemir e ithaf ettiğini belirtmiştir. Ayrıca yine bu bölümden, Mehmed Özdemir in ağabeyi Süleyman ında Birinci Balkan Savaşı nda şehit olduğu anlaşılmaktadır. Balkan Savaşları, Osmanlı Devletinin dört Balkan devletine karşı (Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ) yaptığı savaşların adıdır. Olaylar İkinci Balkan Savaşı nın (1913) devam ettiği günlerde gerçekleşir. Rusya nın Balkanlar da savaş çıkmayacağına dair garanti 50

69 vermesi üzerine Osmanlı, iki yüz tabur kadar askeri terhis etmişti. Dört Balkan devletinin hücumuyla orada kalan ordumuz yenilgiye uğradı. Bulgarların İstanbul u işgal etme düşünce ve hazırlığı İstanbul da endişe ile karşılandı. Enez-Midye hattının gerisine kadar çekilme kaydıyla bir antlaşma isteniyordu. Birinci Balkan Savaşı nda (1912) Osmanlı Devleti nin ağır mağlubiyete uğrayıp Balkanlardan çekilmesi sonucunda, Balkanlarda siyasi bakımdan büyük bir boşluk ve dengesizlik meydana geldi. Ganimetin paylaşılmasında anlaşamayan Balkan Devletleri, birbirine düştüler. Londra Antlaşması, Osmanlılarla Balkan Devletleri arasında barış kurmuş, fakat Balkan Devletleri arasında, kazanmış oldukları zafer ücretinin paylaşmasında meydana gelen anlaşmazlıkları çözememişti. Zafer ücreti; Midye-Enez hattının batısında kalan Osmanlı topraklarını teşkil ediyordu (Karal, t.y.:340). Sırbistan askeri, hareket dolayısıyla Sırp-Bulgar ittifakının çizdiği ve kendisine ayırdığı arazi parçasından daha büyük bir bölgeyi ele geçirmişti. Sırpların bu arazi bölgelerini geri vermemesi anlaşmazlığın düğüm noktasını teşkil ediyordu. Diğer taraftan Londra Konferansı nda en büyük payı Bulgaristan ın alması, diğer müttefiklerin hoşnutsuzluğuna sebebiyet vermişti. Bulgarların Ege kıyısına ulaşmış olmasını, Yunanlılar, sert tepki ile karşılamışlardı. Bu husus, Yunanistan ile Sırbistan ı birbirine yaklaştırmış ve aralarında ittifak anlaşması akdine sebep olmuştu. Bulgaristan'ın daha fazla toprak almasını kabul etmeyen Yunanistan, Karadağ, Sırbistan ve 1. Balkan Savaşı na katılmayan Romanya birleşerek, Bulgaristan a karşı savaş açtılar. Bulgarların üst üste yenilerek Doğu Trakya daki birliklerini batıya kaydırmasından faydalanan Osmanlı Ordusu, Midye-Enez çizgisini aşarak, Edirne ve Kırklareli ni geri aldı. Edirne, Türk milleti için ayrı bir öneme sahipti. Bu millete başkentlik yapmış, bağrında Türk tarihinin izlerini taşıyan bir şehirdir. Selimiye Camii nin burada olması ise başka bir kıymet ifade etmektedir. Rivayet edilir ki Venizelos un Edirne yi bize verin demesi üze- 51

70 rine ünlü Türk düşmanı Lord Curzon şunu sormuş: Selimiye yi ne yapacağız? Selimiye gibi eserler toprağı vatan yapan mühürlerdir. Benzerini yapmamız en azından kısa zamanda mümkün görünmemektedir. Selimiye ye sadece Sinan ın gönye ve malası şekil vermedi. Bir esere yalnızca yapanın bilgisi, kullandığı malzeme şekil verseydi, bugün o muhteşem eserlerin inşa edildiği dönemlerden daha fazla bilgilere, daha kaliteli malzemelere sahibiz, ne çare ki bir benzerini yapamıyoruz. Çünkü esere daha çok sanatkârın ruhu şekil verir. İşte yitirdiğimiz o ruhu tekrar ne zaman ele geçireceğimiz belli olmadığından Selimiye yi ve emsallerini gözümüzün nuru gibi korumalıyız (Niyazi, ). Gerek Balkanlardaki durum gerekse İstanbul da yaşananların oluşturduğu olumsuz havaya rağmen bir avuç gönüllü, özellikle Edirne için harekete geçmişlerdir. Romanda, bu gönüllülerin yaşadıkları ve mücadeleleri anlatılmıştır. Romanın kahramanı Mehmed, Topal Ali nin oğludur. Topal Ali, Erzurum da Ruslarla yapılan savaşta ayağını kaybedip topal kalmıştır. Bu haliyle ismi Topal Ali olarak anılmakta ve eşi Ayşe ile birlikte, köyünde oldukça fakir ve sıkıntılı bir hayat yaşamaktadır. Oğulları Süleyman, asker olma yaşına gelmiş ve hükümet Onun yaşındakileri askere çağırmıştır. Süleyman, yeni nişanlanmış, zayıf, uzunca boylu bir delikanlıdır. Ayşe Kadın, ağabeyini de Osmanlı-Rus Balkan Savaşı nda kaybetmiş ve kocası da bir ayağı kesik olarak dönmüştür. Anadolu nun birçok yerinde halen devam eden bir gelenekle Süleyman ve köyün diğer askerleri törenle askere uğurlanırlar. Topal Ali, Ayşe ve kardeşi Mehmed oldukça üzgün ve durgundur. Köyde kalanlar cephenin ve devletin durumu hakkında konuşarak vakit geçirirler. Köyün ileri gelenleri, İmam Salih Efendi ve Miralay Rıfkı Bey köy kahvesinde gelen haberleri yorumlayarak halk ile dertleşirler. Bu sohbetlerin birinde, yazar Niyazi, düşülen durumun sebeplerini şu şekilde kahramanına söyletir; Caydırıcı gücümüz yok, düşmanlarımızın silahlarına sahip değiliz. Kendimiz yapamıyoruz, fakir olduğumuzdan 52

71 da yeteri kadar satın alamıyoruz. Paramız olsa da modası geçmiş silahları bizlere satarlar. Bu savaş belki sona erer ancak yenilerinden kurtulamayız (Niyazi, 2008: 21). Çağın ilimleri ile donanmak gerektiğini neden ısrarla vurguladığı bir kez daha görülür. Topal Ali yi şube reisi çağırtınca, Ali nin içi büyük bir hüzün ve merakla dolar. Oğlu ile ilgili çağrıldığını anlar. Gerçekten de şube reisi, Allah geride kalanlara ömür versin, onların şefaatinden mahrum etmesin! diyerek oğlu Süleyman ın şehit olduğu haberini verir. Topal Ali, titreyip ağlamaya başlamıştır. Topal Ali, oğlu Süleyman ın öldüğünü özellikle karısı Ayşe den saklamayı düşünür ve bunu uzunca bir süre başarır. Karısı anlamasın diye Miralay Rıfkı Bey in yardımıyla sanki oğlundan gelmiş gibi bir mektup yazdırır. Delikanlının nişanlısı da haberi duymuş ancak Ali yalanlamıştır. Bir müddet sonra askerlerin izne geleceği haberi alınır. Ayşe Kadın, tüm diğer köylüler gibi oğlunu tren istasyonunda bekler. Ancak Süleyman trenden inmez. İçinde daralan bir sıkıntıyla eve döner, henüz eve girmeden küçük oğlu Mehmet in feryadı ile irkilir. İçeri girdiğinde acı haberi öğrenir ve ağlayarak ağıtlara başlar. Bu bölümde yazar, günün siyasi gelişmelerinden bilgiler vermektedir. Köyün meydanında Miralay Rıfkı Bey in ve yanındakilerin konuşmaları o güne dair olaylarının değerlendirilmesi niteliğindedir. Özellikle Enver Bey ve birkaç genç subayın, kendilerine katılan ahali ile birlikte yaptığı Bâb-ı Âli baskını İstanbul a dair en önemli haberdir. Bu baskınla sadrazam istifa etmiş ve yerine Mahmut Şevket Paşa sadrazamlığa tayin edilmiştir (1913). Baskının sebebi ise Londra Barış Konferansı nda Osmanlı nın Midye-Enez hattına çekilmeyi kabul etme aşamasına gelmiş olmasıdır. Bu çekilmeyi Enver Bey gibi düşünenler kabul edemezler (Çavdar, 1984: ; Danişmend, 1972: 400). Enver Bey in Trablusgarp ta birlikte mücadele ettiği Eşref Bey i İstanbul a çağırdığı da köyde konuşulur. Her ikisi, cesur birer askerdir ve gönüllü olarak bir avuç asker ve orada kendilerine katılanlarla, Şeyh Sunûsî nin de yardımıyla oldukça başarılı bir savaş yürütmüşlerdir. 53

72 Fazla zaman geçmeden tahmin edilen şey olur; gençleri askere almaktadırlar ve Mehmed in de askerlik çağı gelmiştir. Her ne kadar savaş olmasa da, Ali, oğlu Mehmed için üzülür ve derin bir acı duyar. Annesi Ayşe, günlerce sessiz ve gizlice ağlar. Oğlu Süleyman şehit olmuş, mezarının yerini bile bilmemektedir. Şimdi ise oğlu Mehmed askere gitmektedir. Niyazi, Anadolu insanının metanetini, sabrını, hüznünü ve kadere karşı rızasını çok güçlü bir dille romanın bu bölümünde dile getirmiştir. Ayrılırken Mehmed ağlamak istemese de annesi büyük bir gönül yangınıyla gözyaşlarını bırakmıştır. Ya İlahe l- Âlemin! Ümmet-i Muhammed in yardımcısı ol! Koç yiğitlerimi analarına, babalarına kavuştur. Yaban ellerde bırakma (Niyazi, 2008: 51). Mehmed, köylüsü Hasan ile aynı birliğe düşer ancak bir müddet sonra, Mehmed gönüllü birliklere dâhil edilir. Bu bölükte Mamaka Mustafa, Zenci Musa gibi cesur, atik ve gözü kara gönüllülerle tanışır. Hele Zenci Musa, kapkara teni, heybetli bedeni ile onda büyük bir tesir bırakır. Gönüllülerin olduğu birlikte çok daha farklı ve daha sıkı bir talim yapmaya başlarlar. Özellikle düşmana sessizce yaklaşmak, gece baskınları, kundaklama, çekilme gibi konulara ağırlık verilir. Sisli bir sabah yeni bir gönüllü grubu gelir. Bu grubun giyimi farklıdır ve başlarındaki sarık, omuzlarındaki armalar dikkat çekmektedir. Gönüllü Kuvvetleri Genel Kumandanı Eşref Bey, yeni gelen bu grubun başındaki uzun boylu, hafif bıyıklı, gösterişli kumandana iki eski dost gibi sıcak ve samimi davranır. Bu kumandan Said Nursî dir ( ) Van gönüllülerinin de katılmasıyla gönüllü birlikler daha da iştiyaka gelirler. Onlardaki disiplin, düzen ve yüksek manevi huzurları askere büyük bir güç katmaktadır. Said Nursî nin bu savaşa katılıp katılmadığı konusunda bazı tereddütler bulunmaktadır. Niyazi, kendisi ile yapılan görüşmede bu savaşta onunda yer aldığını belirtmiştir. Bu konuda neden net bir bilgi verilmediği ve Said Nursî ninde niçin savaşa dair bir iz belirtmediği konusunda şu kanaatini ifade etmektedir; Bizde mütevazılık esastır. Yapılan işi ben yaptım demek pek hoş görülmez. Övünmek için yap- 54

73 mış olmak itibar görmez. Bu nedenle Nursî, bu savaşta bulunduğunu dile getirmemiştir (M. Niyazi ile Kişisel iletişim, 4 Ocak 2009). Romanın bu bölümünde gönüllü olarak savaşmayı göze almış kişilerin isimleri belirtilmiş olmaktadır; Eşref Kuşçubaşı ( ); Teşkilat-ı Mahsusa nın kurucusu olduğu söylenen Kuşçubaşı, Kafkas kökenlidir. İstihbarat ve gerilla savaşı sahalarında ün yapmış biridir. Oldukça hareketli ve macera dolu bir hayat yaşayan Kuşçubaşı, Trablusgarp Savaşı sırasında ortaya koyduğu mücadele ile dikkatleri çeker. Eşref Kuşçubaşı, Batı Trakya da hep yanında bulunan Süleyman Askerî ve bazı arkadaşları ile Batı Trakya Cumhuriyeti adı altında bir devlet kurdu. Bu devlet doğal olarak feshedildi ancak Niyazi ye göre ele geçirilen ganimet ve paralar daha sonra Millî Mücadelede kullanılmak üzere Eşref Bey tarafından çiftliğine gömülür ve zamanı gelince Mustafa Kemal Paşa ya teslim edilir (Niyazi, ). Enver Bey ( ) Olayların olduğu sırada, yarbay rütbesindedir. Bâb-ı Âli baskınını gerçekleştiren kadronun başında bulunur. Enver Bey in maceraları, ordu safhalarında ona büyük bir ün ve itibar kazandırır ihtilalından sonra da Enver Bey in bu maceraları unutulmayacak, onun cesaret ve fedakârlıklarından daima saygı ile bahsedilecektir. Zaten Ordu Komutanlığı da bunu görmemezlikten gelemez. Önyüzbaşı Enver Bey, bir buçuk yıl içinde 13 Eylül 1907 de ve olağan dışı bir şekilde Binbaşı rütbesine yükseltilir. O Henüz 26 yaşında olduğu halde bir Kurmay Binbaşıdır. Devleti, Birinci Dünya Savaşına soktuğu gerekçesiyle ağır eleştirilere maruz kalsa da Onu vatansever ve cesur bir asker olarak görmekte mümkündür (Aydemir, 1985: ). Romanda sıklıkla görüleceği üzere, Eşref Bey in yanında Süleyman Askerî gibi bir kumandan daha vardır. Teşkilat-ı Mahsusa nın ilk başkanıdır. 1911'de adını duyuran,1914'de Harbiye Nezaretine bağlanan Teşkilat-ı Mahsusa, Osmanlı Devletini parçalamak ve yok etmek isteyen emperyalist devletlerin ve Türk-İslam düşmanlarının faaliyetlerini boşa çıkarmak için vatansever, idealist insanların kurduğu bir 55

74 teşkilattır. Teşkilat-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki nin iktidardan düşmesiyle 1918'de feshedilmiştir. Askeri eğitimini tamamladıktan sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde önemli görevler almaya başlayan Süleyman Askerî, Makedonya daki çete takiplerinde kendini göstermiş, ilerleyen yıllarda Kuşçubaşı Eşref ile birlikte Batı Trakya da önemli faaliyetler yürütmüştür (Şimşek, 2008). Enver ve Eşref Beyler hazırlıklarını Edirne nin geri alınması üzerine yapıyorlardı. Bu arada Balkan Devletleri, aralarında anlaşmazlığa düşmüş ancak bu durumdan Hükümet yararlanma yoluna gitmemiştir. Malî durum oldukça vahimdir. İstanbul ise gizli ajanların cirit attığı bir yer haline gelmiştir. Eşref ve Enver Beylerin hazırlıkları konusunda takibat yapmaktadırlar. Dönemin sadrazamı Said Halim Paşa ise bir an önce barışın ve şartlarının sağlanmasını istemektedir. Devletlerarası görüşmeler sürerken hazırlıklar ve talimler hızla devam etmektedir. Bir gün talim sahasına yaşı bir hayli ilerlemiş Müşir Deli Fuat Paşa gelir. Müşir Paşa, iki oğlunu zaten Eşref Bey in yanına daha önce vermiştir, bu gelişinde ise diğer oğlu Reşit i de Eşref Bey in yanına asker olarak teslim edecektir. Romanın ilerleyen sayfalarında Reşit, bir çarpışmada şehit düşecek ve tüm asker, babası, derin bir üzüntü duyacaktır. Bu arada Müşir Fuat Paşa ile Said Nursî arasında şöyle bir konuşma geçer, Müşir, hayret içinde şu soruyu sorar; İslam dan önce büyük devletler ve medeniyetler kurduk. İslam la şereflendikten sonra daha büyüklerini kurduk. Fakat yüz elli yıldır, devamlı geri gidiyoruz; sanki felaketleri yaşamak için dünyaya geliyoruz. Bunu bir türlü izah edemiyorum. Düşman mı çok değişti, yoksa biz bir şeyleri mi kaybettik? Dikkatle dinleyen Said Nursî, bu soruya uzunca cevap verebileceğini ancak iki kelime ile söylemeyi uygun bulduğunu belirtir ve şu cevabı verir; Heyecanımızı kaybettik Müşir Hazretleri (Niyazi, 2008: 71). Eşref Bey in gönüllüleri, uğraşlar sonunda ordunun bir görevli birliği olarak harekete geçer. Hurşit Bey in komutanlığını yaptığı kolorduda yer almış gözükmektedirler. 56

75 Taksim kışlasında eğitilen tümen, Murat Dağları ndaki Bulgar bataryalarının susturulması için görevlendirilir. Murat Bey Tepelerindeki bataryaların susturulması için yapılan plan uygulamaya konur ve harekât başlar. Merkezde Kuşçubaşı, sağında Selim Sami ve solunda Cihangiroğlu... Kuşçubaşı nın elindeki kuvvetlerin hepsi genç, yiğit ve gözü pek kişilerdir. Kuşçubaşı bunlara çok iyi bir biçim vermiş, hepsi de emrinde ölümü göze alacak kadar cesur yürekli, yiğit askerlerdir. Baskın yapılır, planlandığı gibi başarıyla sonuçlanır. Bulgar ordusu sekiz saat süren savaş sonunda bozguna uğrar ve zafer kazanılır. Zaferin İstanbul da duyulmasıyla yer yerinden oynar. Zafere susamış Türk insanı bu anlamlı zaferle kendini bulur. Başta Padişah olmak üzere birçok tebrik telgrafları gönderilir. Zafer sonrası Enver Bey ve Eşref Kuşçubaşı, Hurşit Paşa nın karargâhında toplanırlar. Hurşit Paşa sonuçtan memnundur ve ordunun Enez-Midye hattına gerileyip orada durmayı teklif eder. Eşref Bey duyduklarına inanamaz ve Edirne Bulgarlara mı kalacak? diye sorar. Hurşit Paşa; asıl amacın İstanbul u kurtarmak olduğunu söyler. Enver Bey susar. Eşref Bey ise; Edirne nin geri alınmasının vefa borcu olduğunu, şehit kanlarının boşa gitmemesi için bunun mutlak gerekli olduğunu söyler. Eşref Bey, daha fazla toprağın geri alınması gerektiğini ısrarla vurguluyordu. Enver Bey le yaptıkları görüşmede ne yapılabileceği konusunu tartıştılar. Kolordu komutanı Hurşit Bey ile görüşmeye karar verdiler. Hurşit Bey, hükümetin ve diğer büyük devletlerin çok baskı yaptığını daha fazla ilerlemenin mümkün görünmediğini belirtir. Sorumluluk konusunda da çekinceleri vardır. Buna rağmen, Enver ve Eşref Beyler, fikirlerinden dönmezler, birliğin gönüllü harekâtı olduğunu hatırlatarak, kimseye karşı bağlı olmadıklarını, eğer bir problem çıkarsa sorumluluğu üzerlerine alacaklarını söylerler. Hurşit Paşa, bazı küçük yardımlar dışında fazla bir şey yapamayacağını belirtir. İleri hareket başlamıştır artık. Gönüllüler yalnız, ancak, cesaretli ve kararlıdırlar. Baskınlarla, saldırılarla, gerekirse boğaz boğaza sava- 57

76 şarak Edirne ye doğru yürürler. Marmara Ereğlisi alınır. Askerî ve mülkî âmir olarak Akovalı İsmail Hakkı yı tayin eder Eşref Bey. Bu tayin önemlidir. Çünkü Trakya da bir müddet sonra bağımsız bir devlet kuracak düzeye gelecektir. Eşref Bey ve gönüllüler vakit geçirmeden Tekirdağ a yönelirler. Tekirdağ ın alınışı çok çetin bir savaştan sonra mümkün olur. Eşref Bey, buraya da, eskiden kadılık yapmış bir ihtiyarı vali tayin eder. Eşref Bey in kardeşi Selim Sami, Cihangiroğlu İbrahim ve Said Nursî kendilerine verilen görevleri tam yerinde ve zamanında yapıyor, birliklerine çok iyi hâkim oluyorlardı. Cengâverlikleri, cesaretleri, Said Nursî nin manevi havası ile askere büyük bir moral kaynağı oluyorlardı. Bu moralle Muradlı ve Çorlu da alınmıştı. Gönüllülerin bu hareketi ve alınan topraklarla Midye-Enez hattını aşmaları büyük devletleri ve dolayısı ile hükümeti hoşnutsuz etmektedir. Özellikle Rusya ve Fransa bu duruma çok sert şekilde karşı olduklarını, verdikleri notalarla belirtiyorlardı. Mamafih, savaş gönüllülerin, bağımsız olarak gerçekleştirdikleri bir durumdu. Bunu engellemek için İstanbul dan bir heyet yola çıkar. Bu durum karşısında halk ile bir istişare yapma ihtiyacı hissedilir. Burada Said Nursî nin Edirne hakkında söyledikleri önemlidir. Edirne çok önemlidir. İkinci başşehrimiz olmasından ve bilhassa ulu camimiz Selimiye nin orada bulunmasından milletimizin gözünde fevkalade değeri vardır. Eşref Bey ve İstanbul hükümeti arasında tam bir uyuşmazlık vardır. Buna rağmen, kararlarından dönmeyen gönüllüler Seyitler i de kurtarırlar. Edirne kuşatmasının başlaması için hazırlıklar yapılmaya başlanır artık. Sağ cenahta Selim Sami, önünde Said Nursî, sol cenahta Cihangiroğlu İbrahim, merkezde ise Süleyman Askerî vardır. Bu arada Enver Bey de, birliği ile birlikte harekâta katılır. Önce bir baskın yapmayı uygun bulurlar. Kuşatmadan önce, şehirde bulunan kuvvetlerin komutanına kesin uyarı gönderirler. Ordu yürüdükçe uzaktan Selimiye nin minareleri görünür. Askerler sevinçle ve heyecanla yeniden güç bulurlar. Eşref Bey, yanına al- 58

77 dığı birkaç kişiyle Edirne kışlasına kontrole çıkar. Önceden bir keşif yapmayı uygun bulur. Yolda yakaladığı birinin Türk olduğunu ve esir edildiği yerden kaçtığını öğrenir. Ondan aldığı bilgilerle büyük bir savaşa ihtiyaç kalmadan, tek kurşun atmadan, kışladaki komutanlık etkisiz hale getirilerek Edirne kurtarılmış olur. İstasyon ve dış mahallelerde çatışmalar olmuştur ancak bunlar kısa sürede son bulur. Bu arada Müşir Deli Fuat Paşa nın oğlu Reşit şehit düşmüştür. Eşref Bey, Selimiye Caminin arkasında şehzadelere ayrılan bir bölüme Reşit için bir mezar yeri hazırlatır. Cenaze namazını Said Nursî kıldırır. Oğlunun ölümü karşısında Müşir Deli Fuat Paşanın sözleri manidardır. Ölmesini bilmeyen milletlerin başları devamlı eğiktir. Edirne nin geri alınışı Avrupa da büyük yankılar uyandırdı. Çünkü Batılılar başından beri Balkan Devletlerinin zaferini ilgiyle izliyorlardı. Bulgarların İstanbul a girmelerini beklerken tam tersi gerçekleşti. Buraya Avrupa nın gazetecileri ve basın kuruluşları akın etti. Edirne ye gelen yabancı gazetecileri gönüllülere büyük bir ilgi ile yaklaştılar. Van Gönüllüleri, Zenci Musa, Eşref Bey onlar için oldukça ilginç ve olağan dışı konulardı. Said Nursî ile yaptıkları konuşmalar ise dikkat çekicidir ve belki tüm romanın ana teması niteliğindedir. Said Nursî nin bir İslam âlimi olmasına ve oldukça uzak bir yerden gelip savaş gönüllüsü olmasına hayretle bakarlar ve bu konu üzerinde yoğun sorular sorarlar. Bizi buraya sadece İslam kardeşlik bağı getirdi ifadesi ilgi uyandırmaya yetmiştir. Bir başka soruda ise, İslam âleminin neden geri kaldığı konusu yer almıştır. Bu soruya Said Nursî şu şekilde cevap verir; Değişik sebepler olmakla birlikte en önemlisi, yer altı madenleridir. Hıristiyan dünyasında demir ve kömür çok çıktı; kalkınmalarında itici güç oldu. Hıristiyan âleminde de Hz. İsa nın merhametinden eser kalmaması önemli bir unsurdur. Sömürgeci devletler sömürdükleri ülkelerde hiç bir şey bırakmadılar. Oysa İslam insaniliği hep ön planda tutmuştur. İslamiyet denge dinidir. Ne maddeyi reddeder, ne de onu mabutlaştırır. Midesini doyururken, ruhuna da hi- 59

78 tap eder. Said Nursi nin ağzından söylenen bu yaklaşımlar Niyazi nin birçok kitabında ve yazısında dile getirdiği temel kabullerden bazılarıdır. Edirne nin alınışı, İstanbul hükümeti tarafından geçici olarak görülür. Diğer Avrupa devletleri ise bu durum karşısında Padişah Mehmed Reşat a baskı yapmaya, tehdit etmeye devam ederler. Eşref Bey ve gönüllüler artık yardım gelmeyeceğini anladılar. Bulgarlardan aldıkları ganimetler ve halkın yardımıyla mücadelelerine devam kararı aldılar. Bu arada romanın kahramanı Mehmed ise, her görevde yer alıyor, özellikle eğitim konusunda Selim Sami nin yanında bulunuyordu. Edirne de kurulan üst ve birlikler boş durmuyor, kasaba ve köylerin de geri alınması için mücadeleye devam ediyorlardı. Habibçe, Yenice, Harmanlı gibi yerler düzenlenen baskınlarla Bulgar ordusundan temizleniyordu. Kurtarılan bölgeleri İstanbul Hükümeti, Osmanlı Devleti nin toprağı saymıyor, sahip çıkmıyordu. Sivil teşkilat yoktu; hâlbuki hayat canlıydı ve devam ediyordu. Toplumun ihtiyaçları görülmeliydi. Bunun üzerine Eşref Bey konuyu Said Nursî ye açar ve bir hal çaresi bulunması gerektiğini belirtir. Said Nursî, dinî, idarî ve adlî olmak üzere bir teşkilat yapısının kurulmasının yerinde olacağını tavsiye eder. Yeni bir devlet yapılanması içinde, kadılar, zabitler, asayişi sağlayacak görevliler, mülkî amirler görevlendirilir. Kurtarılan yerlerde bu teşkilatlanmaya uygun yapılar ihdas edilir. Hurşit Paşa dan gelen bir mektup tüm gönüllüleri derinden sarsmıştır. Mektupta, geriye dönmeleri, Bulgarların Edirne yi bırakıp otuz km. berisine kadar bırakacakları vaadiyle bir anlaşma imza edecekleri belirtiliyordu. Tüm ileri gelenler, halk ve kurulan teşkilatta görev alanlar camide toplanıp istişare ederler. Alınan yerlerin geri verilmesi ve Bulgar zulmünün artabileceği endişesi büyük bir üzüntü oluşturur. Bununla birlikte, devletin tamamını tehlikeye atmış olma tehlikesi de görünmektedir. Geri dönme fikri ağır basar. Zulümden korkanlar ve gönüllülere katılanlar, Edirne ye dönmeye başlarlar. Edirne ye Enver Bey de gelir ve yerleşir. Said Nursî, Eşref Bey ve Cihangiroğlu İbrahim aynı evde kalırlar. 60

79 Edirne de bulunan gönüllüler, Bulgarlara bırakılan yerlerde Bulgarların Türklere yönelik baskı ve zulümlerini duyarlar ve çok üzülürler. Gerçekleştirilen baskınlarla bu zulme rıza gösteren bazı Bulgar komutanları yakalanarak mahkeme edilir ve idama mahkûm edilirler. Koşukavak ve Kırcaali gibi yerler Bulgarların kontrolünden kurtarılır ve Edirne de kurulan teşkilata benzer yapılar oluşturulur. Eşref Bey, Edirne de dolaştığı bir gün kabineden Talat ve Cemal Beylerle karşılaşır. Yanlarında Enver Bey de vardır. Buraya sınırların belirlenmesi için gelmişlerdir. Doğal olarak bu durum Eşref Bey in harekâtının durdurulması sonucuna gelmektedir. Talat Bey, hükümetin içinde bulunduğu durumu anlatarak ikna etmeye çalışır. Enver Bey, sessizce dinler ancak Eşref Bey ile yalnız kaldığında yapabileceği bir şey olup olmadığını sorar. Bu soru ileriye doğru devam edilmesi yönündeki fikrini açıklamaktadır. Karargâhta durum istişare edilir; Said Nursî, Cihangiroğlu İbrahim, Süleyman Askerî ve Selim Sami, harekâtı ilerletmek yönünde fikir belirtirler. Selim Sami, topyekûn bir saldırının zorunlu olduğunu, bunun için bir bahanelerinin bulunması gerektiğini ifade etti. Buna göre Selim Sami, ileri bir hücumda şehit düşecek ve diğerleri de onun intikamını almak için saldıracaklardı. Böylelikle hem Enver Bey rahatlayacak hem de hükümet zor durumda kalmamış olacaktı. Kurulan planın işlemesi için, basına haber sızdırılması, böylece resmî yazışmalardan kurtulacakları düşünüldü. Konunun İzmir ve Salihli deki karargâhlara bildirilmesi de uygun görüldü. Bunun için ağzı sıkı bir er aranır. Seçilen kişi Akyazılı Mehmed olur. Bu şekilde Mehmed, hem bu gizli görevi yerine getirir hem de ailesini görme imkânı bulur. Trabzon daki fırkadan, Enver Bey in, emrine vereceğim dediği seçkin subayların Eşref Beye katılması, Bulgarlardan alınan silahlarla, gönüllüler, günün şartlarında bir ordu hüviyetine bürünmüştü. İlk hedef olarak Bulgarların yoğun olarak bulundukları ve Türklere zulüm yaptıkları Gümülcine nin alınması belirlenir. Bulgarların ummadığı bir saatte yapılan baskınla Gümülcine kurtarılmıştır. 61

80 Enver Bey, İstanbul da vatan topraklarının kurtarılmasından dolayı memnun oluyor ancak hükümet ile arasındaki anlaşmazlığın giderilememesi huzurunu kaçırıyordu. Bu huzursuzluk Eşref Bey ve çevresindekilere kadar yansıyordu. Bir tarafta Bulgarlar diğer tarafta kazandıkları zaferleri görmezlikten gelen, yardımı kesen ve hatta bu durumdan rahatsız olan kimi Osmanlı paşaları Eşref Bey, etraflı bir istişare toplantısı yapmaya karar verdi. Gümülcine de bir okulun salonunda durum tüm yönleriyle ele alındı. Said Nursî nin de görüşleri doğrultusunda kurulan teşkilatların devletleşme yolunda kullanılabileceği ve burada yeni bir hükümet kurulması fikri benimsendi. Bu bir ara formül olsa da ilk bakışta akıllıca bir çözüm gibi görünmekteydi. Batı Trakya da yeni bir devlet kurulmuş oluyordu. Bayrağı, ordusu, toprağı olan bu devletin adı Batı Trakya Türk Cumhuriyeti idi. İskeçe, Gümülcine, Dimetoka, Manastır gibi Batı Trakya şehirleri bu yeni devletin önemli şehirleri olarak göze çarpmaktaydı (Bayar, 1965: 60). Bu gelişme karşısında İstanbul Hükümeti, rahatsızlığını açıkça dile getirdi ve Talat Paşa başkanlığında bir heyeti görüşmek üzere gönderdi. Bu defa durum daha farklı görünüyordu. Enver Bey de, Edirne nin batısına kadar çekilmeyi gönlü razı olmasa da uygun gördüğünü bir mektupla bildirmişti. Heyet gidince, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti devlet erkânı, yaptığı toplantıda bizzat Enver Bey ile görüşmenin yerinde olacağını kararlaştırdı. Eşref Bey tebdili kıyafet yaparak Edirne ye doğru yola çıktı, oradan İstanbul a geçecekti. Enver Bey hasta olduğu halde Eşref Bey ile görüşür. Gönderdiği mektubun nedenini ve sebeplerini açıklar. Duyduğu acıyı dile getirdikten sonra, büyük devletlerin birbirleri arasında anlaştıkları menfaat hesaplarının üst düzeyde yapıldığını, İngiltere ve Fransa nın Almanlara karşı Ruslarla işbirliği içine gittiğini ve bu oyunun içinde Osmanlının daha zor durumda kalacağını uzunca bir şekilde izah eder. Bu durumdayken Eşref Bey in kurduğu devletin devam ettirilmesi güç görünmektedir. Eşref Bey, kararını vermiş olarak geri döner. Fedakârlıklar içinde, şehitler verilerek, mücadelenin en çetini verilerek alınan vatan toprakları gözyaşları içinde terk edilir. Bayraklar 62

81 asıldıkları yerlerden indirilirken büyük bir hüzün ve gözyaşı seli vardır. Said Nursî mahzun, Eşref Bey kaygılıdır. Bu galiplerin mağlubiyetidir. Niyazi, romanın başından sonuna vatan topraklarının kutsiyetine vurgu yapmıştır. Bir karış vatan toprağı için can vermeye değer, bunun için asker olmaya gerek bile yoktur. Gönüllü olmak yetecektir. Millî duyguların öne çıktığı bir savaş romanı olsa da anlatılan bir milletin destansı mücadelesidir. Mehmed Niyazi, insana dair tüm duyguları ustalıkla kaleme almaktadır. Savaş romanı yazmak, özellikle savaş sahnelerinin aynı görüntüde tekrar etmesinden dolayı güçtür. Buna rağmen Niyazi, kullandığı kelimeler, kurduğu sağlam cümleler ve olayı gerçeğe en yakın şekliyle ifade edebilmesi ile bu güçlüğü akıcı ve heyecanlı bir yöne çevirebilmiştir. Tarihi olayları gerçeğine en yakın yazabilmek amacıyla faydalandığı bilgi ve belgeleri romanın öyküsüne ustalıkla yerleştirmiş, bundan dolayı romanlar belgesel bir tarzı da andırmaktadır Çanakkale Mahşeri Çanakkale Savaşı, bugün sonuçları halen tezahür eden bir savaştır. Aslında Türk milleti bir savunmanın nasıl yapılacağını göstermiştir. Bu bakımdan savaş yerine savunma, direnme demek de hatalı değildir. Son kale, son adım gibi sıfatlar Boğazların geçildiğinde oluşacak sonuçlara atfen verilmiştir. Bu mücadele bir milletin var olma, ayakta kalabilme, varlığını devam ettirme iddiasının ispatıdır. Bu savaşla ilgili yüzlerce roman, yüzlerce akademik çalışma yapılabilir. Çünkü savaşa katılan her bir askerin bir sinema filmine konu olabilecek öyküsü vardır. İhtimal çok değildir ve bunların arasında ölüm en kuvvetli olanıdır. Türk'ün adını tarihe altın harflerle yazdıran Mehmetçik in Çanakkale Savaşları ndaki başarısı, tek başına askeri harekâtın bir sonucu değildi. Bu savaş, bir milletin topraklarını yabancı güçlerin işgal etmesine karşı asker, sivil, kadın ve çocuk topyekûn bir mücadelenin dünya tarihinde görülmemiş en çarpıcı örneğiydi. 63

82 Çanakkale Muharebeleri, 1. Dünya Savaşı içinde 3 Kasım Ocak 1916 tarihleri arasında Çanakkale Boğazı nda cereyan eden savaşlara verilen addır. Merkezî devletler yanında savaşa giren Osmanlı Devleti ni saf dışı bırakmak amacıyla İtilaf devletleri tarafından düzenlenmiş olan Çanakkale Harekâtı, 1. Dünya Savaşı nın en önemli askerî faaliyetlerinden biridir. Osmanlı Devleti nin Almanya yanında savaşa katılmasıyla zor durumda kalan İngiltere ve Fransa, Rusya ile doğrudan temasa geçip savaş güçlerini arttırmak, Osmanlı Devleti nin Süveyş Kanalı ve Hint yolu üzerindeki baskısını kaldırmak, ayrıca Orta Avrupa ya sızan Alman-Avusturya ordularını arkadan çevirmek için bu harekâtı gerekli görmüşlerdir. Boğazlara karşı girişilecek bir deniz harekâtı ile İstanbul un ele geçirilip Osmanlıların savaş dışı bırakılması fikri, özellikle İngiliz Bahriye Nazırı, Winston Churchill tarafından savunulmuştu (Kurşun, 1993: ). 13 Ocak 1915 te Londra da toplanan harp meclisi, Çanakkale Boğazı nı denizden donanmayla zorlayıp geçmeye karar vermişti. Bu karardan sonra İngiltere 18, Fransa ise 5 harp gemisiyle Çanakkale önlerine geldi. İlk düşman hücumu 19 Şubat 1915 te oldu. O tarihten sonra yaklaşık on ay boyunca karada ve denizde müthiş çarpışmalar olacaktı. Bu çarpışmaların en mühimi 18 Mart 1915 tarihinde cereyan edenidir (Bozgeyik, ). Çanakkale Savaşı, Birinci Dünya Savaşı nda Avrupa ile Asya nın birbirine en çok yaklaştıkları bölgede geçmiş olduğu için kıtalar savaşını sembolleştirir. Güçlü bir donanma tarafından devamlı olarak desteklenen bir kara ordusuna karşı savaşılan tek savaştır. Taraflar arasında maddî savaş gücü bakımından mevcut büyük dengesizlik de kayda değer bir olaydır. Sahip oldukları imparatorlukları enlem ve boylam daireleri ile ölçen birer imparatorluğa sahip İngiliz ve Fransızlar, savaş güçlerini ayakta tutabilecek sonsuz kaynaklara sahiptiler. Türkler ise bir o kadar fakirdiler ki, düşmandan alabildikleri gereçlerle tahkimat yapabilmekteydiler (Karal, t.y.:475). 64

83 Çetin ve sert geçen savaş, Müttefik Devletler in yenilgisi ile son bulur. Savaş, Birinci Dünya Savaşı nı uzatır ve birçok alanda derin izler ve sonuçlar bırakır. Her iki taraftan da binlerce kayıp kalır geride. Türk milletinin Çanakkale geçilmez! azim ve kararlılığının haykırışı olarak dünya tarihine damgasını vurmuştur. İslam dünyası Çanakkale Zaferi yle birlikte güç kazanmıştır. Bu tarihten sonra Arap Yarımadası nda kurulan İslam devletleri zaferin heyecanı ve Çanakkale den aldığı manevi güçle kurulmuştur, Başarı, azim ve kararlılık Çanakkale ruhunun içindedir. Başarı için ne lazımsa Çanakkale ruhunda saklıdır (Vakkasoğlu, ). Çanakkale çarpışmaları, Osmanlı Devleti nin uçsuz bucaksız topraklarının çok farklı bölgelerinden gelmelerine ve Türk, Kürt, Çerkez, Arap, Laz gibi değişik etnik köke mensup olmalarına karşın Osmanlı, Müslüman ortak paydasında birleşmiş, bu toprakların kaybını önce Halifeliğin merkezi İstanbul un, ardından da tüm İslam âleminin çöküşü olarak algılayan çeyrek milyon insanın ve onları kahramanca yöneten yürekli komutanların ortaklaşa yazdıkları bir destandır (Akşit, 2004: 154). Mehmed Niyazi, bu denli önemli ve sonuçları devam etmekte olan savaşı romanlaştırmıştır. Ona göre, roman gerçeklerden alınmış olmalıdır. Tarihî roman ise ancak gerçeklere bağlı kalındığında okuyucuya o heyecan ve havayı yaşatabilir. Uzun araştırmalar ve çabalar sonucu Niyazi, savaşın romanını yazmıştır. Kendisi ile yapılan görüşmede şu noktaya dikkat çekmiştir; Dünyanın yıllık bilinen tarihi var. Bu tarihte biz 1400 yıl süper güç olmuşuz. Süper güç olmak bizim milletimizin kromozomlarına işlemiş. Dolayısı ile bugünkü halimizden memnun değiliz. Tarihten bahseden her film, her roman izleyicisini etkiliyor, yakalıyor. Bunu keşfetmeye başladık Niyazi ye göre Çanakkale Savaşı, tarihsel bir hesaplaşmadır. Çanakkale Savaşı ile itibarımızı yeniden kazandık. O bu durumu şöyle açıklar; Öncelikle şunu söylemeliyim ki bizim büyük zaferimiz Çanakkale değil, Kutü-l Amare zaferidir. Bunları bilmediğimiz için kimi algılama yanlışlıkları yapılabilmektedir. Çanakkale şanlı bir müdafaa- 65

84 dır. Türk savunmasının ne olduğunu dünyaya gösterdik amenna ama asıl zafer Kutü-l Amare dir. Biz orada 5 general, dört yüzden fazla subay, bin dört yüz den fazla asker esir almışızdır. Kutü-l Amare de İngiliz birliklerinin komutanı General Townshend de esir alınmıştı. Bu tespitten sonra Çanakkale Savaşı nı konuşacak olursak; Çanakkale, sonuçları halen devam eden bir savaştır. Çanakkale nin üç boyutu vardır; 1. Dünya tarihi açısından önemlidir. 2. Millî Tarih açısından önemlidir. 3. Türk Milletinin ruhunu aksettirmesi açısından önemlidir. İlk olarak; Dünya tarihi açısından önemlidir. Churchill diyor ki, Biz Çanakkale yi geçemedik; savaş iki buçuk yıl uzadı. Sekiz buçuk milyon Avrupalı öldü. Rusya komünist oldu. Rusya komünist olurken otuz milyon insan öldü. Komünist olan Rusya daha sonra Çin i komünist yaptı. Çin komünist olurken milyonlarca insan öldü. Avrupa nın ihtişamından Asyalılar şüphe etmeye başladılar. Bu şüphe onların bağımsızlık arzu ve düşüncesini ateşledi. Biz Hindistan ı, Bangladeş, Arap ülkelerindeki sömürülerimizi kaybettik. Belçika Kongo yu, Hollanda Endonezya yı, sömürgeci devletler sömürgelerini Çanakkale savaşında kaybetmeye başladılar. Hayatın iki kaynağı vardır; metafizik ve ilim. Metafizik şahsiyeti dokur, vicdan oluşturur. Vicdan bize sorumluluğumuzu düşündürür. Rusya komünist olduğu için metafiziğini kaybetti. Bundan dolayı Rus insanı, vicdanını, sorumluluğunu, sanatını her şeyini kaybetti. Rusya çatırdadı. Bismarc diyor ki; Rus istila ettiği hiçbir bahçeden çıkmamıştır. Şimdi Rusya çatırdamaya başladı, neden? Çünkü insanı, rüşvetten başka bir şey düşünmüyor. Midesinden, nefsinden başka bir şey düşünmüyor. Onlar için, vatan, millet, fedakârlık hiç bir şey ifade etmiyor. Rusya, bugün kilometrelerce karelik toprağı kontrol ediyor. Göreceksiniz, Rusya 1552 yılındaki sınırlarına çekilecek. Yani Çanakka- 66

85 le de dökülen kanlar öyle mübarektir ki hala sonuçları devam etmektedir. Millî Tarih açıcısından Çanakkale bir laboratuardır. Millî Mücadelede gördüğümüz bütün kumandanlar başta Mustafa Kemal olmak üzere Fevzi Paşa, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar, bütün bunlar önemli rütbelerdeki subaylardı. Son dönem tarihimizin laboratuarıdır. Onun için Türk milletinin ruhunu aksettiren bir savaştır. Annelerin çocuklarına yazdığı mektuplarda bunu görürüz. Çanakkale, doğru düzgün anlatılırsa bir kalabalığı millet yapacak materyalin neler olduğu bulunabilir. Ancak bugün biz bunu nasıl ranta çevirebiliriz düşüncesine kapılmışız. Oysa Çanakkale ye katılan her asker için bir roman yazılmalıdır (Bkz: Ek 1). Yazar, her asker için bir roman yazılmalı düşüncesini kendi yazdığı bir romanla da hayata geçirmiş olmaktadır. Roman ilk kurşunun atıldığı an ile başlar ve tüm cephelerde yaşananların anlatılması ile devam eder. Öne çıkan kahramanların şahsında tüm Anadolu insanının fedakârlığı gözler önüne serilir. Romanın kimi yerlerinde, bir belgesel tarzında, yaşanan sahneler canlandırılır. Böyle çetin bir savaşın yaşandığı yerlerin coğrafî ve doğal güzelliği de romanda yazarın gözlemleriyle betimlenmiştir. Roman, okuyucuya savaşla ilgili pek çok yer ismi, savaş taktiği, sayısal bilgiler ve yazılmış mektup, telgraflarla net ve bilimsel veriler de sunmuş olmaktadır. Şu cümleler muhtemeldir ki, Niyazi nin, savaşın geçtiği yerleri dolaştığı zamanlardan edindiği gözlemlerle yazılmıştır: Yaz gelmiş, Gelibolu Yarımadası Anadolu yakası güzelliklerine kavuşmuştu. Tepelerin yeşili, denizin mavisi burada bambaşka idi, bu iki renk sahillerde birbirinin içinde eriyor, denize doğru mavilik, karaya doğru yeşillik ağır basıyordu. Tabiatın neşesini paylaşan kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyor, bir tüfek patlayınca sürü halinde havalanıyorlardı (Niyazi, 2007: 257). İngiliz, Fransız ve Ruslardan oluşan Müttefikler; Osmanlı, Almanya ve yandaşlarıyla birçok cephede savaşmaktadırlar. Ruslar, Alman- 67

86 lar karşısında yenilgiye uğramaktadır. Müttefiklerin Çanakkale Boğazı nı geçip Ruslara yardım etmek istemeleri Çanakkale cephesinin açılmasına neden olmuştur. Bu cephede; başarılı olurlarsa; Osmanlı ortadan kalkacak, savaşa girme konusunda tereddüt eden Balkan devletleri Müttefiklerle birlik olacak ve Avusturya ve Almanya doğudan da sıkı bir çembere alınacaktır. Roman şu cümlelerle başlar, bu ifadeler aynı zamanda savaşın başladığını simgeler ve öykü sonuna kadar bu heyecan ve canlı haliyle devam eder: Nöbetçinin haberi üzerine gözetleme yerine gelen tabur kumandanı Binbaşı Talat, boynunda asılı dürbünü gözlerine yaklaştırdı. Kurşun renkli gökle mavinin birleştiği yerde önde gambotlar, arkada zırhlılar dumanlarını savurup hafif dalgalı denizi yararak geliyorlardı. Binbaşı Talat, ağacın yanında dikilen Ahmet Çavuş a bağırdı. Batarya Kumandan ına haber ver, düşman göründü (Niyazi, 2007: 12). Müttefikler; Limni, Bozcaada ve Gökçeada da üs kurmuşlardır. Sayı ve malzeme bakımından Türklerden çok daha üstündürler. Türk savunmalarını yıpratmak için sık sık bataryalarımız bombardıman edilmektedir. Düşmanların 276 topuna karşılık, çoğunun atış menzili pek uzun olmayan 78 topla karşılık verilebilmektedir. Bununla birlikte Müttefiklerin zırhlı donanmaları da çok kuvvetlidir. Düşmanlar önce uçakla keşifte bulunup daha sonra gece bombardıman yapmaktadırlar. Bütün bunlara karşılık olarak Türkler, şaşırtma taktiği ile seyyar topçu birliklerini kurnazca sık sık yer değiştirerek savunma yapmaktadırlar. Tüm bu çabalar, sadece Müttefiklerin, merkez tabyaları rahatça dövmelerini, mayın tarama gemilerinin ileri sokulmalarını engelleyebilmektedir. Binbaşı Talat ın bulunduğu Seddülbahir e onun yanındaki Anadolu yakasındaki Kumkale Tabyasına ateşe başlar. Binbaşı Talat, saatine baktı saat tam üçü on geçiyordu, böylece günlerdir beklenen hücum başlamıştı. Ne yazık ki aralarında büyük bir dengesizlik vardı. Müttefik zırhlıların içinde modern silahlar, seri ateşli uzun menzilli büyük çapta toplar mevcuttu. Türklerin ise boğazın her iki yakasında on yedi 68

87 kısa menzilli adi toplarla karşılık veriyorlar. Zırhlıların namlularında ateş görülmesiyle karşıda ki Kumkale de havalanan toz toprak bulutunun içinde sarı kırmızı şimşekler çakması bir oluyordu. Mermilerin düştüğü yerde fıskiyeler gibi toprak havaya savruluyordu. Bu tufana Ertuğrul tabyası karşılık vermeye çalışır. Seddülbahire atılan iki mermi arkalarına, bir mermide önlerine düşer. Binbaşı Talat, korkunç bir patlamayla sarsıldı, çevresi zifiri karanlık kapladı, burnunun ucunu bile görmüyordu. Karanlık yavaş yavaş dağılmaya başlayınca artık net bir şekilde görüyordu ama gördüklerine inanamıyordu, topların namluları yerlerinden fırlamış, bazıları çökmüş bazıları toprak altında kalmıştır. Sığınak ve cephanelik yerle bir olmuştur. Taşlar üstünde bedenler çırpınmaktadır. Siperlerden fırlayan subay ve erler arasında saçları kırlaşan, yüzündeki çizgiler derinleşmiş Oğuz Amca bulunmakta idi. Soluk soluğa gelenler yaralıları hemen sargı yerine götürürler. Müttefik zırhlıları ufukta kaybolmaya başlayınca bazı erler siperlerde serili kuru ot ve saman doldurulmuş yataklar onlara kuş tüyü gibi gelir, kafasını koyan hemen uykuya dalıyordu ama o gece Oğuz amca bir türlü uyuyamıyor. Sarıkamış cephesindeki iki oğlu gözlerinin önünden bir türlü gitmez. Fakat uyuması gerekir, bir müddet sonra tedirgin bir uykuya dalar. Yazar, romanının adına mahşer koymakla ne kadar isabet etmiş olduğunu yukarıda anlatılan sahneyle ispat etmiş olmaktadır. İlerleyen sayfalarda insanın kanını donduran, hüzne boğan olağan dışı sahneler geldikçe gerçekten bu sürecin bir mahşerden farksız olduğu anlaşılacaktır. Anadolu yakasındaki küçük tepeyi gözetleyen Teğmen Hüsamettin in gözleri önünde gene vahim bir olay cereyan ediyordu. Tepelerde şimşekler çakıyor, ağaçlar çatırdıyor, ufuklar birbirine karışıyordu. Öğleye doğru Agamennon Zırhlısı nın güvertesinde bir ateş patladı. Büyük bir sarsıntıyla geri çekilmeye başlar. Teğmen Hüsamettin dürbünlü merceğini bu sefer Dablin Kruvazörü ne çevirir. Ertuğrul Tabyası ndan isabetli atışların yapılması onu da menzilin dışına çıkarınca 69

88 Ertuğrul Tabyası ateşini Kumkale Tabyası nı topa tutan Goluva Zırhlısı na çevirdi. İsabetli atışlarıyla onu da uzaklaştırdı. Uzun menzilli toplarıyla diğer zırhlılar gibi o da siperleri dövmeye başlar. Yaptıkları hedef belirlemelerle donanmaların mermileri Ertuğrul Tabyası nın çok yakınına geliyordu. Hedef tespit edilmiştir fakat yapabileceği bir şey yoktur. Çakılı topları bir başka yere götüremezdi. Birkaç mermi art arda hemen yanlarında patladı. Tabya nın içine taş toprak doldu. Askerler kürekle bunları temizlerken isabet eden başka bir mermi ile topun namlusu ateşler içinde havaya uçtu. Oğuz Amca elindeki küreği yere atıp yerde çırpınanlardan birini hemen sargı yerine götürür fakat er yarı yolda can verir. Ertuğrul Tabyası sükût edince mermiler, Orhaniye Tabyası na yoğunlaşır, bu mermi sağanağı altında yapılacak pek bir şey yoktur, sığınağa çekilirler. Zırhlılar gittikçe ateşlerini yoğunlaştırıyorlar sık sık yer değiştirip tam isabet etmenin yollarını ararlar. Zelzeleye tutulmuş gibi sallanan sığınaktakilerin gözleri önünde bir cehennem cereyan etmektedir. Müttefik ordular, savaşın her anını aralarında değerlendirmektedirler. Komutanlar savaşın seyrini konuşur ve durum tespiti yaparlar. Bu konuşmaların birinde bu harekâtın fikir babası denebilecek Churchill deniz saldırısının başarılı olmak üzere olduğunu iddia eder. Ekselanslar, herhalde artık bir tereddüdünüz kalmamıştır. Sizlere bir elimizi bağlasalar tek elimizle Boğaz engelini aşacağımızı söylememiş miydim? İşte donanmamızın muhteşem zaferi; Boğazın girişindeki dört tabya bertaraf edilmiştir. Evet, bu cepheyi açmakla son derece isabet edilmiştir. Tannenberg de Almanlar karşısında ağır yenilgiye uğrayan dostumuz Rusya ya yardım edeceğiz. Çarlık yönetimi de savaş aleyhtarı Komünistleri ezecektir. Çanakkale-İstanbul Su Yolu ile onlar mühimmata biz de sayısız asker gücüne kavuşacağız. diyerek savaşın sonucundan emin konuşur. Komutanlardan Hamilton, Çanakkale ye tam hâkim olmadan Gelibolu ya asker çıkarmak Türklerin tuzağına düşmektir. Boğazı geçtik- 70

89 ten sonra Boğazdan ve Ege Deniz inden yapacağımız çapraz ateşle zaten ufak olan yarımada un ufak yapar, ardından çıkaracağımız kara birlikleriyle arta kalanları temizleriz. diyerek fikrini söylüyordu. İkna olan diğer komutanlar, denizlerdeki tüm mayınların temizlendiği raporuna güvenerek donanmayla saldırıya devam kararı alıyorlar. Savaşın seyrine özellikle deniz savaşı kısmına etki edecek olan mayınların döşenme işi gizlice uygulanmaya koyulur. Tophaneli Hakkı, Nusret Mayın Gemisiyle sefere hazırlanır. Yüzbaşı Hakkı, görevini düşündükçe heyecanlanıyordu. Elerinde yirmi altı mayın bulunmaktaydı. Çanakkale önlerinden demir aldılar. Sahil şeridini takip ediyorlardı. Karanlık Limana geldiklerinde boğazı kesen şekilde değil de sahile paralel şekilde yeni bir hat oluşturmak için ilk mayını bıraktılar ve aynı sessizlikle yirmi altı mayını yüz metre aralıklarla dört buçuk metre derinliğe döküp müttefik donanmasına yakalanmadan sabah aydınlığında geri döndüler. Donanma ile sonuç alıcı bir saldırı planlayan müttefik ordu, dönemin en modern silahları ile donanmış gemileri ile saldırı vaziyeti alırlar. Müstahkem Mevki Komutanı Yarbay Selahattin Adil, Müttefik zırhlıları ufukta görünce birlikleri süratle alarma geçirdi. Boğaza saf saf giren zırhlılar savaş düzeni aldılar. Boğazda, tepelerde, vadilerde, koylarda sükûnet hâkimdi. Ama bu sükûnet uzun sürmedi. Triumpf Zırhlısı nın ateş açmasıyla sükûnet son buldu. Hemen ardından Prınce Geor ateşe başladı. Bu bölgede yer alan Tekke ve Baykuş bataryaları ateşe karşılık verdi. En modern zırhlılar olan Queen Elizabeth, Anadolu Hamidiyesi ni, Lora Nelson, Namazgâhı, Agememnon, Rumeli Mecidiyesini, İnflexitle, Rumeli Hamidiyesi ni dövüyorlardı. Tek taraflı bombardımanı yeterli görmeyen Amiral De Robek sessizce bekleyen gruba, Goulois, Charlemogne, Bouvet ve Suffren Zırhlıları na ileri geçmesi için komut verdi. Öne çıkan bu zırhlılar, Merkez Tahkimatı ndaki uzun menzilli topların menziline girmişlerdi, sabahtan beri sakin duran toplar birden gürledi. Boğazın değişik yerlerinde gizlenmiş bu toplar, saatlerdir beklemenin hıncıyla yüklenirler. Bir 71

90 mermi İnflexitle zırhlısının prova direğini parçaladı ve güvertede yangın çıkardı. Bu arada pek çok yerinden isabet almış Agamemnon uygun bir yere kaçmanın hesabını yapıyordu. Queen Elızabeth in de vinçlerini parçaladı ve top ambarı isabet aldı. Queen Elizabeth sanki bir ejderha gibi ateş kusuyordu. Anadolu Hamidiyesi allak bullak olur. Tabyanın duvarları yıkılıyor askerlerin yanında patlayan toplar yeri göğü sarsar. Sadece donanma saldırısının yeterli olmadığına karar veren düşman, karadan saldırmak için de hazırlanır. Seddülbahir ve Kocatepe den çıkarma yapmayı düşünürler. Bunu bekleyen Türkler, gerekli yerlerde tüneller, siperler, hendekler kazar ve mayın döşerler. Düşman, şaşırtma amaçlı sahte çıkarmalar da yapar. Esas kanlı boğuşma Seddülbahir de olur. Tüm bu ağır şartlara rağmen Türklerin devamlı hücum tazelemesi psikolojik yıkımı arttırır. Düşman, Seddülbahir i koruyan Türk birliklerini arkadan sarabilecekleri Aytepe yi ele geçirmek istemektedir. Planladıkları üç yerde de (Kumkale, Arıburnu ve Seddülbahir) tutunmayı başarırlar. Zaten sayıları az olan Türk kuvvetleri daha fazla savunamayıp geri çekilirler. Yaralıları düşman insafına bırakmak zorunda kalırlar. Bu arada Yavuz Zırhlısı yola çıkar ve Anadolu dan da yardım gelir. Türkler takviye ve intikam gücüyle saldırırlar ve Müttefikler çözülür. Bırakılan esirlerimiz anlaşmaya aykırı olmasına rağmen yakılarak öldürülürler. Yazar, bu elim olayı şu şekilde tasvir eder; Hamilton maiyetiyle Yarımada dan ayrılınca, Yüzbaşı John Weistock büyücek bir baraka yaptırdı: Hıncı ruhunu tutuşturan Weistock hem gecenin intikamını almak, hem de tepelerden, Anadolu Yakası ndan gözetleyen Türklerin gözünü yıldırmak istiyordu. Her hücumda mutlaka esir düşülürdü; esirlerin başına nelerin geldiğini göstermek için barakaya Türk askerlerini doldurttu. Çevresini geniş bir daire şeklinde Müttefik askerleri kuşattılar. Çatısına, yan tahtalarına benzin döktürdü. Bir paçavrayı yaktırıp, barakaya savurttu. Baraka tutuştu; içindeki askerler sağa sola kaçışmaya başladılar. Baraka sağlam yapılmıştı; çıkmaları mümkün 72

91 değildi; çıksalar bile elleri tetikte Müttefik askerlerinden canlarını kurtaramazlardı. İçerideki askerler alev dalgalarından korunmak için bir kenara, üst üste sığınmaya çalışıyorlardı. Alev onları yakaladı; acı feryatları alevlerin çıtırtılarına karışıyordu. Kabaran alevler, iki ağaç boyu kadar yükselirken barakanın çatısı çöktü; bir iki çığlık parçasından sonra feryatlar kesildi; Müttefik askerleri uzaklaşmak zorunda kaldılar; kötü bir yanık kokusu o civarı, durulmaz hale getirmişti (Niyazi, 2007: 243). Güçlü donanmalarının gözetimi ve yardımıyla Kara Kuvvetleri çıkartma yapacakları yerlere yerleşir. Barbaros ve Turgut Reis gemileri düşman kara kuvvetlerini bombalayıp Türk askerlerine maddi ve manevi yardımda bulunmaya çalışırlar ama düşman gemileri yanında etkisiz kalırlar. Anzaklar da Kocaçimen ve Conkbayır ına saldırırlar. Bombardımanın ardından Fransızların desteği ile batıdan çıkan İngilizleri durdurulamaz. Temkinli davranan Türkler, müttefiklerin çıkarma planını iyice anladıktan sonra kuvvetlerini toplamışlardı. Arıburnu ve Seddülbahir cephelerinde üstün bir direniş göstermişlerdi. Müttefikler, adalardan yeni kuvvetlerle beslendikleri halde bu direnişi kıramazlar. İnsanda saatler sürecek hissini uyandıran bombardıman tekrar başlamıştı. Oğuz Amca birkaç adım sağında bulunan iç âlemine dalmış Hasan Şakir e bakıyor oğlu Mustafa yı hatırlıyordu. Onu bir daha bu dünya gözüyle görebilecek miydi? Neredeydi? Birliğinin güneye hareket ettiğini yazmışlardı. İzin almayı düşünür ama bu durumda izin almayı uygun bulmaz. Müttefik uçakları, Türklerin moralini bozacak yazılar atarken, Türk erleri bunlara aldanmayıp mücadelelerini sürdürür. Türklerin gece baskınlarıyla büyük ölçüde bozguna uğrarlar. Büyük hücum için yeni İngiliz, Fransız ve Hint birlikleri adalara sevk edilirler. Taarruza başlarlar. Ama kısa sürede takviye güçlerle Türkler, savunmadan taarruza geçer. 73

92 Gün ışırken Türk kuvvetleri hücuma kalkar. Bindirdikleri müttefiklerin sol kanadı sarsılır. Çalıların arasından binlerce Türk askeri fırlıyor, çoğu makineli tüfeklerin ateşiyle doğransa bile durmazlar. Oğuz Amca siperde ateş eder mermisi bitse de olanca hızıyla yenisini takar. İki tarafın askerleri birbirine girmiş iç içe süren boğuşmalar devam eder. Türk askerlerinin üstün gayreti Anzakları dize getirmiş, onları denize doğru sürüklemiştir. Bunu gören Müttefik donanması, kendi askerlerinin kıyımını göze alarak ateşe başlar. Donanmanın ateşiyle Türk ilerleyişi ancak durdurulabilir. Ramazan Bayramı gelmişti. Oğuz Amca ve Yusuf izin almayı başarırlar. İzinleri sabah dörtten akşam altıya kadardı. Sabah dörtte yola koyulurlar. Epeyce yol aldıktan sonra önlerindeki tepeyi aşınca düzlüğe vardılar. Fakat bir türlü yollarını bulamazlar. Yollarını bulmaları bir hayli vakitlerini alır. Zamanlarının kalmadığını fark etmeleriyle geri dönmeleri gerektiğini anlarlar. Arıburnu nda şiddetli çarpışmalar devam etmektedir. Suvla dan gelen haberler Esat Paşa yı korkutuyordu, verilecek bir yanlış karar bugüne kadar yapılan her şeyi alıp götürürdü. Tan yeri ağarırken Türkler, büyük bir hücuma hazırlanıyorlardı. Bütün hazırlıkların tamamlanmasıyla hücum başladı. Saat dörtte hücum emri duyulunca askerler manga manga, takım takım siperlerden fırlayıp hücuma kalktılar. Askerler verilen emirlere göre karşılarındaki siperlere yaklaşırlar. Müttefiklerin makineli tüfekleri devreye girer. Ortalığı silah sesleri boğmuştur, Teğmen Hüsamettin in hücum emriyle parıldayan süngüler ALLAH ALLAH nidalarıyla düşman siperlerine dalıyorlardı. İki tarafın askerleri aç susuz durmadan çarpışıyorlardı. Siperlerin bazıları ölü ve yaralılarla dolmuştur. Anzaklar ele geçirdikleri Conkbayırı ve Besimtepe den geriye atılıyorlardı. Askerler birbirlerine girmişler karışmışlardı, feryatlar ve naralarla birbirlerine acımasızca saldırıyorlar dipçikler süngüler savruluyordu. Düşman askeri, denize doğru kayar. Müttefik kuvvetlerinin geri çekilişini uzaktan takip eden Hamilton un bakışlarında derin bir üzüntü yerleşir. Ya- 74

93 pabileceği başka bir şey kalmamıştır. Tüm imkân ve planları kullanmıştır. Yağmur yağmaktadır, ince damlacıkların asılı kaldığı hava gönüllere kasvet dolduracak kadar bulutludur. Bu esnada İsmailoğlu tepesinden yanık bir türkü başlar. Çevredeki herkes nefesini tutup kulak kesilir Bu ses en çok Oğuz Amca yı etkiler. Oğuz Amca derin bir of çekerek Allah ım bana oğlumun sesini duyurdun yüzünü de göster diye dua eder. Türkünün bitmesiyle silah sesleri tekrardan başlar. Şarapnelin biri Oğuz Amca nın yanında patlayıp, Oğuz Amca yı savurur. Kanlar içinde kalan Oğuz Amca hemen sargı yerine götürülür. Hastanede yatağına giderken gözlerine inanamaz, gözünden bile sakındığı oğlu Mustafa kanlar içinde yatmaktadır. Oğlu Mustafa nın kendisini böyle görmesini istemez, fakat Mustafa babasını görür. O da babasının, onu böyle görmesinden dolayı babasının da çok üzüleceğini düşünür, babasını görmezden gelip sırtını döner. Oğuz Amca, oğlunun yanından geçerken inlememeye dikkat eder. Biraz önce ölmüş bir askerin yatağına yatırılır. Başına yorganı çekerken Mustafa diyerek gözyaşlarını tutamaz. Mustafa, sanki babasını duymuştur, hafifçe sendeler, derin bir şekilde sarsılır ve ruhunu teslim eder. Türklerin direnişini kıramayacaklarını anlayan Müttefikler gizlice Çanakkale den çekilme kararı alırlar. Zafer, Türk milletine büyük bir onur ve kıvanç kazandırır. Mehmed Niyazi, romanında birçok kahramanın ismini anmıştır. Hepsi gerçek kişilerdir. Komutanların isimleri, gemilerin isimleri, yer adları tarihsel gerçeklerle birebir aynıdır. Bu bakımdan roman, yıllarca sonra savaşı bire bir tekrar yaşatmayı başarmıştır. Düşman Kuvvetlerinden Amiral de Robeck, Churchill, Birdwood, Rubert Brok, Binbaşı Unwin, Hamilton vb komutanlar da kitapta sıklıkla belirtilir. Esat Paşa, Halil Sami Bey, Binbaşı Mahmut Sabri, Mustafa Kemal, Kınalı Murat, Cideli Mehmed Çavuş, Seyit Onbaşı, Yahya Çavuş gibi kahramanlar Çanakkale Muharebelerinde gelişen olaylar içinde anlatılmıştır. Kitapta yaklaşık 300 e yakın isim geçer. 75

94 Roman üslubuna uygun olarak öne çıkan ve olayların onun etrafında anlatıldığı başrol denilebilecek kahramanlar da vardır. Bunlardan en önemlisi Oğuz Amca dır. Oğuz Amca: İlerlemiş yaşına rağmen savaşa katılan, Erzincan ın Kemah ilçesinin bir köyünde karısı Hatice yi, kızı Nadiye yi ve oğlu Mustafa yı bırakan sabırlı, tevekkül sahibi, fedakâr bir kahramandır. Oğuz Amca hiçbir zaman ümidini yitirmez. Cesurdur. Etrafındakilere yardım eder. Onları, sözleriyle ve tavırlarıyla etkiler ve örnek olur. Oğulları Hasan ve Akif, Sarıkamış Harekâtı nda şehit düşer. Onların şahadetini metanetle karşılayan Oğuz Amca sık sık köyündeki karısı ve kızını düşünür, nasıl geçindiklerini merak eder. Çarpışmalar boyunca Binbaşı Mahmut Sabri nin komutasında Yahya Çavuş ile birlikte ve daha sonra Yusuf ile beraber çarpışır. Oğlu Mustafa yı belki de en son görmek istediği yerde, ölüm döşeğinde, şahadet şerbetini içerken görür. Hasan Şakir de, Niyazi nin özellikle romanına alıp, dikkat çektiği bir diğer kahramandır. Müderris Rasih Efendi nin torunu olan ve Tıbbiyenin 1. sınıfında okuyan Hasan Şakir de arkadaşları gibi gönüllü olarak cepheye gelir. Ağırbaşlı ve efendi bir genç olarak anlatılan Hasan Şakir in ailesi varlıklıdır. Savaşın insanda oluşturduğu psikolojik duruma zor alışır. Ondaki değişiklik roman içinde anlaşılır. Ancak Hasan ın en önemli yanı, ilme verdiği önemdir. Mehmed Niyazi, tüm eserlerinde olduğu gibi, ilmin, kültürün, medeniyetin önemini bir savaş romanı olsa da dile getirmeyi unutmamıştır. Bunu da Hasan ın yazdığı mektuplarda ifade eder. Kumandanlarımız olan Alman subaylar insanımızın şecaat ve metanetlerini çeşitli vesileler ile dile getirmenin mecburiyetini hissediyorlar. Onlara bu yiğitliği veren, iman ve ecdada bağlılık şuuru olduğundan şüphe etmiyorum. İnşallah kültürümüzün direği olan bu iki unsur, sonsuza kadar devam eder de, eli öpülesi milletimiz hiçbir zaman boynu bükük kalmaz. Yenilgilerimiz bile şerefle dolu olur (Niyazi, 2007: 334). Hasan Şakir in bu mektubu yazdığı dedesi Rasih Efendi, İstanbul da yaşar. Önemli bir ilim adamıdır. Onun nasihatleri ile birçok 76

95 genç gönüllü olarak cepheye gider. Cephe gerisinin de ne kadar önemli olduğunu, savaş devam etse de bilim ve kültür alanında ilerlemeye devam etmenin gerekliliğine inanır. Bu yönüyle, yazarın ilme, kültüre, metafiziğe verdiği önem yinelenmiş olur. Yusuf, Oğuz Amca nın mektuplarını yazan, Hasan Şakir le yakın dost olan yiğit, güçlü, kuvvetli bir Anadolu delikanlısıdır. Hasan ın şehit olması onu derinden sarsar. Savaş boyunca yiğitçe ve cesurca çarpışır ve şehit düşer. Binlerce Anadolu gencinden sadece biridir. Askere su dağıtma işini yapan Mıstık, cesur, yanık sesiyle Yunus Emre ilahileri söyleyen bir gençtir. Onun sayesinde asker kimi zaman güler ve komik olaylar yaşar. Daha önce Balkan Savaşları na katılan ve hatta Niyazi nin Yazılamamış Destanlar adlı romanında da gördüğümüz Molla Kazım da, askerin manevi yönünü kuvvetlendiren ilim ve irfana önem veren bir müderristir. Askere moral veren, gerektiğinde savaşan, imamlık yapan Kazım, Türk milletinin savaşlardaki moral kaynağını temsil eder. Niyazi, romanda sadece savaş sahnelerini vermekle kalmaz. Askerlerin içinde bulunduğu ruh halini anlatır. Cephe gerisinde olan biteni vererek, savaşın tüm toplumu nasıl etkilediğine dikkat çeker. Çanakkale Savaşı, var olma cehdinin bir ifadesi olunca herkes aslında bir yanıyla cephededir. Bu yönüyle Niyazi, tüm coğrafyanın içinde bulunduğu ruh halini ve bu halin dışarıya yansımasını yazmıştır Dahiler ve Deliler Kendi şahsına münhasır kokusu ve havası, müdavimlerinin renkli kişilikleri ve bir dönemin vazgeçilmez mekânı olarak Marmara Kahvesi, bu romanda canlanıp hayat bulmaktadır. Dahiler ve Deliler bir mekânın romanıdır. Kültür, sanat ve bilim dünyasından pek çok özel nitelikli insan ve halkın arasından renkli ve farklı simalar bu mekânda buluşurlardı. Yine bu mekânda hemen her türlü konu en koyu ve uç noktalarda tartışılırdı. 77

96 Niyazi, mükemmel denebilecek gözlem ve tahlil yeteneğiyle bu mekânı canlandırmış, olup bitenleri, hikâyesinde anlaşılır ve akıcı bir dille gözler önüne sermiştir. Yazar, roman hayatı yansıtmalı düşüncesini, bu çalışmasında bir kez daha uygulama alanına koymuştur. Roman, Maksut adında bir gencin, içinde bulunduğu ruh halinin tahlili ile başlar. Maksut, herhangi bir işte çalışmayan ama kendince dünyanın en asil işini yapan bir delikanlıdır. O, kendini mükemmel bir sanatçı olarak görür. Henüz bir kitabı yayınlanmamış ve ismi duyulmamış olsa da Maksut, bu durumu geçici ve başlangıç olarak görmektedir. Kendini bu duruma öyle kaptırmıştır ki adını bile sanatçı adı olmadığı gerekçesi ile Kartal Dağyeli olarak değiştirir. Romanda da bundan sonra adı Kartal olarak anılacaktır. Annesinin verdiği üç beş kuruş harçlıkla geçinir. Bu durumundan rahatsız olsa da uğraşını soylu bir uğraş olarak görür ve bir gün mutlaka ses getirecek bir eser çıkaracağına inanır. Kartal, gururlu, iç dünyası ile kavgalı, karamsar ve biraz da kendisini üstün gören bir yapıya sahiptir. Delikanlı ve sanatkâr, sevgilisiz olur mu? düşüncesiyle kendinden yaşça büyük bir bayanla, Meral ile tanışır. Kartal ın, Marmara Kahvesi ne gelmesiyle romanın başrolündeki mekân tanıtılır ve olaylar bu kahvenin çevresinde ve müdavimlerinin yaşadıklarıyla hikâye edilmiş olur. Kahve, İstanbul Beyazıt Meydanı nda bulunur. Muhit, üniversitenin, basın merkezi Babıâli nin, öğrenci yurtlarının ve tarihsel mekânların yakın olması hasebiyle zaten bir çekiciliğe sahiptir. Böyle bir mekânda bulunan Marmara Kahvesi ise müdavimleri ve onların oluşturduğu ortam nedeniyle her kesimden insanın uğrak yeri hâline gelmiştir. Kahvenin müdavimi olmak, adeta bir cemiyete dâhil olmaktı; resmi dairelerde çalışanların, hangi fikirden olurlarsa olsunlar, kahvede aynı masada sohbet etmiş olsalar bile, işi düşenlere yardımda bulunmaları için göz aşinalıkları yeterdi. Yaş ve seviye gözetilir, kimse kimseye saygısızlık etmez, hor görmezdi. Gönlüne ve o anki durumuna göre herkes istediği masadaki sohbeti dinler, fikrini söylerdi. Bazen 78

97 bir profesör, kahvenin müdavimi bir meczupla saatlerce sohbet ederdi. İlimden sanata, şiirden romana, teknolojiden politikaya kadar her konu derinlemesine tartışılır ve konuşulurdu (Niyazi, 2007: 14). Yazar, kahvede konuşulanları romanına ustalıkla yerleştirmiştir. Bir mekânın romanı yazıldığı düşünülürse, zorluk daha iyi anlaşılır. Buna rağmen romanda, yazarın fikir ve düşünce dünyasına dair ipuçları bulmak mümkündür. Romanın birçok yerinde, kahvede oluşa gelen bir sohbet yardımı ile siyasî, tarihî ya da sanata dair fikir ve yaklaşımlar yazarın görüşü ile okuyucuya gösterilmiş olmaktadır. Bölüm aralarında, kahvede bir masada yapılan konuşmalar ve içerikleri öykü edilerek, bir döneme ait düşünce yapısı ve toplumsal gelişmeler üzerine analizler yapılmış olunmaktadır. İzzeddin Şadan, emekli bir Fransız parlamenter ile yaptığı sohbette şu görüşlerini söyler; Osmanlı nın iki ayağı vardı; biri Orta Asya da, diğeri Mekke, Medine deydi. Gövdesi Orta Asya da oluştu, ruhu Mekke ve Medine den geldi. Anadolu daki bu buluşma, tereddütsüz insanlığın yüz akıdır. Yazar, bu vesile ile Türk dünyasına ve Türk milletinin insanlık için ne kadar önemli olduğuna olan inancını ve bu inancın temel dayanağını belirtmiş olmaktadır. Bu yaklaşımı, yazarın daha sonraki köşe yazılarında ve kitaplarında da görmek mümkündür. Kartal, tanıştığı ve yakınlaştığı Meral ile annesinin dairesinin altındaki evine gelir gider. Annesi bu duruma çok üzülmektedir. Çare olarak mahalleden bir kızla baş göz etmeyi düşünür. Ancak Kartal, kendisine münasip görülen kızı seviyesine uygun olmadığı gerekçesi ile ret eder. Kahveye geldiği bir gün romanı yeni çıkmış birini oldukça sert bir üslupla eleştirir. Bu arada, romanın bundan sonraki bölümlerinde karşımıza çok sık çıkacak biri daha anılır; Binbaşı Hüsrev. Emekli bir asker olan Hüsrev, kendini önemli bir lider olarak görmekte, gençlerin çalışmalarından kendini sorumlu tutmaktadır. Büyük bir hareketin lideri gibi davranır ancak bu kendi iç dünyasında olup biten bir vehim gibi görünür. Hüsrev genellikle hocaların olduğu masayı tercih eder ve pek lafa karışmaz. 79

98 Kartal, ne yazdıkları ne çizdikleri ile tatmin oluyordu. Ses getirecek bir eser ortaya çıkaramamaktan daralıyor, bocalıyor ancak bir türlü istediği kıvamı yakalamıyordu. Kendi kendine düşünürken şu tespiti yapar; Ne kâfir, ne mümin olabildik. Yarım hiçbir şey olmuyor. Aslında ben ne inancın şevkini, ne de inançsızlığın buhranını yaşadım. Bu iki hasletten yoksunluk içimi boşalttı; beni boş çuvala döndürdü! Ah ne yapmalıyım! Bu cümlelerle Mehmed Niyazi nin sanata yaklaşımını da tekrar görmüş oluyoruz. Çünkü ona göre sanatın temelinde metafizik dünya vardır. Kahvede sadece ülkedekilerin değil, dünyadaki bütün fikirlerin nabzı atardı. Bir masada komünizm ilan edilir, diğer masada dini esaslara göre devlet kurulur, bir başka masada Existentialism in tenkidi yapılır, bir diğerinde Nietzsche eleştirilirdi. Birbirlerine düşman gözüyle bakmaz, dışarıda karşılaşırlarsa aynı kahveden olmanın verdiği sıcaklıkla davranırlardı. Kimileri onlara birazda hafife alarak Marmaratör derlerdi. Onlar ise birbirlerine sahip çıkarlardı. Romanın bu bölümünde hikâyenin kahramanlarından olan Niyazi de anılmış olacaktır. Çalışkanlığı ve millî konulara olan hassasiyeti ile dikkat çeker. Hukuk Fakültesi nde öğrencidir. Arkadaşları ile olan yakın ve samimi ilişkisi, olaylara getirdiği bakış açısı ve ürettiği çözümlerle, karakterli, idealist bir genç olduğu anlaşılmaktadır. Kahvede Prof. Dr. Mükrimin Halil, Hilmi Oflaz, Abdüsselam Hikmet sohbet ediyorlar. Diğer masada Filozof Cemal, kitap okur. Niyazi ve Sahir ise hararetli bir şekilde tartışırlar. Avukat Osman, Mükrimin Hocanın masasına oturur. Mesele devlettir. Konu devlet olunca Hilmi Oflaz daha hassas ve sert bir üslup takınır. Avukat Osman, devlet hakkında bir değerlendirme yaptıktan sonra devletimizin yok olup silinip gideceğinden şüphe duyduğunu belirtince, Hilmi Oflaz, sert bir şekilde ona karşı çıkar, devletin selamette olduğunu asıl hükümetin rezalette olduğunu söyler. Bu sohbete sonradan katılan Hasan a, - Fransız gazetesi Le Monde okuduğu için ona Le Monde Hasan derlerdi.- Le Monde, ne yazıyor? diye sorulunca, Şu günlerde bir şey 80

99 yok cevabını verir. Binbaşı Hüsrev, yine kendi hayal dünyasında, Hasan a, yabancı bir gazete okuduğu için şüphe ile bakar ve ona temkinli yaklaşırdı. Hilmi Oflaz, Hasan ın Batı ya bağlılığını bilir ve içine sindiremez. Bu yüzden roman boyunca Hasan ve Hilmi Oflaz Batı nın ve Doğu nun üstünlüğü konusunda sık sık sert tartışmalar yapacaktır. Yazar, başka birçok yazı ve eserinde dile getirdiği gibi Doğu ve Batı karşılaştırmasını bu romanda da işlemiştir. Kartal, ilk resim sergisini açar. Resimleri ilginç ve karmaşıktır. Kartal bu durumu kendine has bir durum olarak görür. Sergiye istediği kadar kişi gelmez ve beklediği ilgi oluşmaz. Gelenler de resimlerden bir şey anlamazlar. Kartal ın annesi, sergi masraflarını bile çıkaramayacağını tahmin ettiğinden bir tanıdığı aracılığı ile kendisi, parasını karşılayarak birkaç resim aldırtır. Bu arada Meral, Binbaşı Hüsrev i daha önce bir yerlerde gördüğünü, tanıdığını sanır ve sonunda Hüsrev gibi asker olan babasının komutanı olduğunu düşünür. Bu durumu Kartal a söyler. Meral e göre Hüsrev, gaddar, tüm cuntaların içinde yer almış, ülkeyi karıştıran her türlü yapıyla bağı olan sert ve acımasız bir komutandır. Kartal, bu duruma önce bir anlam veremez. Hüsrev in her hareketini gözlemlemeye başlar. Daha önceki hal ve hareketleriyle kıyaslar. Kartal, Binbaşı Hüsrev in gerçekten farklı bir kişiliğe sahip olduğunu, gizli ve sır dolu bir yönünün olduğunu düşünmeye ve inanmaya başlar. Bu durum çok ilgi çekici gelmiştir. Kartal a göre Hüsrev, kendini çok iyi gizleyebilmiş bir lider ve komutandır. Kartal, aradığı kahramanı bulduğunu düşünür. Yazmak için uğraştığı romanının kahramanı Binbaşı Hüsrev olacaktır. Kartal, Binbaşı Hüsrev e olan ilgi ve alakasını arttırır. Onunla daha çok birlikte olmaya başlar ve onunla sohbetler ederek onu çözmeye uğraşır. Diğer yandan onun, gerçekten gizli ve başarılı bir adam olduğuna iyice inanmıştır. Bu inançla Hüsrev le konuşmaya başlar. Binbaşı Hüsrev sanki aradığı bir itici gücü bulmuş gibidir. Kartal, ona ne kadar başarılı ve yiğit bir kahraman olduğunu söyledikçe Hüsrev kendini gerçekten büyük bir lider gibi görmeye başlar. Bundan sonra 81

100 Hüsrev, büyük bir askeri yapılanma ve kapsamlı bir plan ve hazırlığın içindeymiş gibi bir havaya bürünür. Binbaşı Hüsrev, ruhu okşanıp takdir edildikçe Kartal a daha derin mevzular açar. Kendisi, gizli bir teşkilatın yönetim kadrosundaymış gibi bir tavırla yaklaşmaya başlar Kartal a. Kartal ın gözünde Binbaşı Hüsrev artık büyük biridir. Büyük bir komitacı gözüyle bakar ona. Bununla birlikte, bu durumun gerçek olup olmadığı okuyucuya bırakılmış gibidir. Kahvede, çeşitli konular tartışılmaya devam etmektedir. Şair Sedat Umran ın kahveye geldiği bir gün, şiir ve şair tartışılmaktadır. İşportacılık yaparak geçimin sağlayan Hilmi Oflaz ın şiir hakkındaki yorumları şair Sedat Umran ı biraz sinirlendirir. Ancak, Hilmi Oflaz, kendinden emin bir şekilde şiiri tarif eder; Şiir bir ejderhadır, şiir bir güldür. Hayat şiirdir. Metafizik renk, motif ona derinlik verir; metafizik ürperti ise sonsuzluk. Bunun için her saf şiirin ardında mutlaka bir dünya görüşü veya ufkunu genişleten bir duygu âlemi vardır (Niyazi; 2007, 95). Yazar, kahve ve kahvenin müdavimleri üzerinden aslında bir toplum analizi, toplum mühendisliği yapmaktadır. İnsanların arasında yer alan her türlü görüş, fikir, dünya algısı, düşünce yapıları kahramanların sayesinde ete kemiğe bürünmektedir. Şiir ve şairin konu edinildiği bu bölümde de bu sahneyi görmek mümkündür. Şair Üstün İnanç, bu tartışmaların üzerine gelmiştir. Şairlerin buluşacağı bir şairler derneği kuracaklarını söyler. Fakat bu derneğe Sedat Umran ı almayacaklarını söyler. Bu arada kahveye, üniversitedeki milliyetçi kanada mensup birkaç öğrenci oturur. Bunlar, Mu Mehmed, Hukuk Fakültesi öğrencisi Niyazi, İlahiyat öğrencisi Reşat tır. Bu gençler, ülkenin içinde bulunduğu siyasî, sosyal ve ekonomik durumdan dolayı muzdarip ve dertlidir. Kendilerince yapılacak bazı şeyler olduğuna inanırlar. İlk adım olarak iktisadî içerikli bir doktrin yazmaya karar verirler. Böylelikle toplumdaki ekonomik canlılık çoğalacak, ekonomi alanında görüşleri doktrin haline gelecek ve toplum aydınlanacaktır. Onlara göre, karşı taraf tüm kaleleri ele geçirmektedir. 82

101 Bütün kalelerin ele geçirildiğinden telaşlanan sadece gençler değildir. Şoför Kâmil ve Zeki de sık sık telaşa kapılanlardandır. Bu yüzden cunta yapılanmalarına benzer oluşumların içinde yer alırlar. Bir defasında Selim Paşa ile anlaşarak bir gece hareketi ile darbe planı içinde yer alırlar. Dönemin şartları göz önüne alındığında bu tür yapılanmaların kaçınılmaz olduğu düşünülebilir. Şoför Kâmil ve Zeki, kendilerine verilen bir görevi hakkıyla yapmak için çok çaba sarf ederler ancak plan işlemez, Kâmil ve Zeki hayal kırıklığına uğrar. Yazar, bu olayı anlatırken aslında ülkenin içinde bulunduğu karmaşık ve akıl almaz durumu da vurgulamış olmaktadır. Bir sabah kalktığınızda darbe olmuş haberi ile karşılaşabilirsiniz. Aslında bir ülkenin en vahim ve korkunç günlerinden biri sayılması gerekirken darbeler sıradan bir olay gibi algılanmaya başlanmıştır. Binbaşı Hüsrev, Niyazi ve arkadaşlarının yazdığı doktrin kitabını okur. Yazılanlar ilgisini çeker ve etkilenir. Doktrin yazmanın Marx, Engels, Hegel gibi adamların işi olduğu ve gençlerin bu iş için erken yaşta olduklarını düşünse de yabancı sermaye, cebrî tasarruf gibi ifadeleri ve içeriğindeki cümleleri görünce takdir etmekten kendini alamaz. İşin daha garibi, bu çalışmayı kendince sahiplenir ve gençlerle daha sıkı ilişkiler kurmayı düşünür. Bu arada Reşat ın teklifi ile yazılan bu kitaba isim olarak Das Dava konulması uygun bulunur. Niyazi nin yanına, memleketinden tanıdığı bir arkadaşının kardeşi Rıfkı gelir. Rıfkı, babası ile münakaşa etmiş ve İstanbul a kaçmıştır. Her insana yardım etmeyi bir vazife olarak gören Hilmi Oflaz, Rıfkı ya da kol kanat gerer ve ona kendi tezgâhının yanında bir işportacı tezgâhı açarak yardımcı olur. Kahvedeki sohbetlerden birinde Erol Güngör ve Muzaffer Ozak Hoca, Adnan Menderes in idam edilmesi üzerine derinden sarsılmış bir vaziyette Adnan Menderes i konuşurlar. Adnan Menderes, bir yurt dışı ziyaretinde, Paris te yaşayan Osmanlı Hanedanından olanları sormuştur. Yine Hanedan ailesinden Ayşe Osmanoğlu ve annesinin İstanbul a dönmelerinden sonra gizlice onlara yardım etmiştir. Bu olayı Muzaffer Hoca dan dinleyen Erol Güngör hüzünlenir. 83

102 Rıfkı nın gelmesinden iki ay kadar geçmiştir. Ali Saib, kahvenin müdavimlerindendir. Bir konuşma esnasında Rıfkı, Ali Saib ve İzzeddin Şadan Hoca nın da içinde bulunduğu bir grupla sıkı bir tartışmaya girer. Yazar, işte bu an belki de romanın ana fikrini yine kendisini canlandıran Niyazi ye şöyle söyletir; Dünya da Marmara Kahvesi nin eşi menendi yoktur. Ortaokul mezunu bir genci yirmi günde profesörlerle tartışabilecek duruma getirdi (Niyazi, 2007: 138). Binbaşı Hüsrev, iyice kendini sorumlu ve büyük yük altında olan bir lider gibi görmektedir artık. Doktrinin tamamlanıyor olması bile onun sorumluluğunu arttırmaktadır. Doktrin tamamlanınca gençler, kitabı çoğaltıp basmaya karar verirler. Ancak kitap basma maliyeti fazladır. Binbaşı Hüsrev bir miktar para verir, bu parayla doktrin mumlu kâğıda daktilo edilir. Bir teksir makinesiyle çoğaltmayı düşünürler. Bu makineyi de, Avukat Osman dan almayı planlarlar. Önce makineyi isterler ancak Avukat Osman, böyle bir riski göze alamayacağını söyler. Bunun üzerine Das Dava cı gençler makineyi izinsiz alıp, teksir ettikten sonra yerine koymayı tasarlarlar. Niyazi ve arkadaşları, Özer adındaki bir arkadaşlarının yardımıyla bir gece teksir makinesini çalarlar. Avukat, durumdan şüphe der ama Niyazi, durumu idare eder. Gece gündüz çalışıp kitabı çoğalttıktan sonra makineyi tekrar yerine bırakırlar. O günden sonra doktrin elden ele dolaşmaya başlar. Bekledikleri ilgi olmuştur. Öyle ki, Eskişehir den gelen biri, Das Dava yı okuduklarını ancak bazı yerleri daha iyi anlamak için, doktrini yazan kişiyi bir konferans için davet etmek istediklerini söyler. Bu durumdan, Mu Mehmed şüphe duysa da, çalışmanın başka bir yerde okunup incelenmesi heyecan uyandırır. Bununla birlikte Reşat ve Niyazi için bu sıradan bir olaydır. Halbuki Hüsrev ile Mu Mehmed için bu gelişme, çok büyük bir hareketin habercisidir. Yine de herkes bir hareketlenme olduğu konusunda hemfikirdir. Bu yüzden, Eskişehir e birini göndermeyi uygun bulurlar. Mu Mehmed ve arkadaşları toplanıp istişare ederler. Tavşan Salih, iyi bir hatip olduğu için onu Eskişehir e göndermeye karar verirler. Bu 84

103 olay, Binbaşı Hüsrev için tarihî bir kıvılcım niteliğindedir. Nitekim Salih, trenle Eskişehir e gider ve döner. Salih, heyecanlı ve hararetlidir. Anlattıklarına göre, oda hınca hınç dolmuştur. Katılım sayısı ve ilgi çok yoğundur. Salih, anlattığına göre oldukça etkili ve başarılı bir sunum yapmıştır. Binbaşı Hüsrev, bu gelişmeden dolayı büyük bir adım atıldığını düşünür. Eskişehir de oluşan bu topluluğa Karargâh adını verir. Kartal, Hüsrev i çok sıkı takip etmektedir. Büyük gürültüler çıkaracak romanını yazmaya başlayacaktır. Hüsrev, Kartal için büyük bir kahramandır ve romanının da başkahramanı olacaktır. Hukuk Fakültesi ni bitirmiş ve başsavcılık yapmakta olan Ali Karcı, izinli olarak geldiği İstanbul da kahveye uğrar. Osman Yüksel Serdengeçti, Ziya Nur Aksun, Erol Güngör, İzzeddin Şadan, Abdüsselam Hikmet ve Hilmi Oflaz ın bulunduğu masaya oturur. Sohbet tatlı ve derindir. Kahveye giren İsmail, Le Monde Hasan ın oturduğu ve komünistliğin konuşulduğu masaya yönelir. İsmail ve Hasan, tarih yazımı konusunda tartıştıktan bir müddet sonra kimlik tartışmasına girerler. İsmail, Türklüğü tarif ederken şunları söyler; Ben Müslüman ım; başka hiç vasfımla da öğünmem; ama kesinlikle milliyetçi değilim. Biz bu dünyaya gelirken milliyetimizi seçmedik; kader bizi Türk, Arap, Acem olarak yeryüzüne getirdi. Bir insanı kaderinden dolayı suçlamak ilkelliktir. Ben Türk milletinin soylu, âlicenap, zalimlerin korkulu rüyası, mazlumların hamisi olduğunu söylüyorsam, milliyetçi dünya görüşünü benimsediğimden değil, hakkı teslim ettiğim içindir. Yazar, milliyetçik konusunda da aynı görüşü paylaşmaktadır. Osmanlı ile ilgili bir ifadesinde şunları söylemiştir; Osmanlı, insanların kaderleri ile değil tercihleri ile uğraşmıştır. Kahve sakinleri İstanbul un bir başka semtine gittiler mi, kendilerini gurbette zannederlerdi. Buna rağmen Niyazi ve Hilmi Oflaz, kimi zaman Emirgan a çay içmeye giderler, akşam tekrar kahvedeki sohbete yetişirlerdi. Yine bir gün, ikisi çay içmek için yola düşerler. Hilmi Oflaz, otobüse binmek için Niyazi ye Koş! der. Otobüste, bilet 85

104 kontrolörü yaklaşır ve Bilet kontrol! der. Bunun üzerine Hilmi Oflaz şu cevabı verir; Ne soruyorsun? Alınması lazım geliyorsa alınmıştır. Alınmamışsa, alınmayacak demektir. Hilmi Oflaz, nüktedan, hazır cevap, ne yapacaksa hakkıyla yapan bir halk adamıdır. Niyazi, belki bu yüzden, onun için Ben onun müridiyim diye söyler sıklıkla. Hilmi Oflaz, metafizik evladıyım dediği Necip Fazıl için büyük bir vefa ve muhabbet beslerdi. Onun Büyük Doğu dergisi için canla başla çalışır, abone toplardı. Evindeki herkesi hatta kümesteki tavuk ve horozları ad takarak abone etmişti. Niyazi ve Hilmi Oflaz, çaylarını yudumlarlarken tatlı sert bir sohbete dalar. Konu, devlet ve Türk milletinin devlete verdiği önemdir. Onların bu konuşmalarını duyan çevredekiler de, onların yanlarına sokulur ve dinlemeye başlarlar. Türk milleti, devletine büyük önem verir. İslam coğrafyasında Türkler kadar devlet kurma yeteneği ve özelliğine sahip başka bir millet yok gibidir. Yaşanılan coğrafya, tarihî gelişme ve benzeri unsurlar bu özelliği kazandırmıştır. Türkler varlıklarını devletleri ile koruyabileceklerine inanmışlardır. Devlete, hiçbir milletin vermediği kadar önem vermiş bir millettir. Hilmi Oflaz konuştukça açılıyor ve açıldıkça daha bir iştahla konuşmaya devam ediyordu. Sonunda dinleyenlerden biri komiser olduğunu söyleyerek onları karakola çağırır. Karakolda, Hilmi Oflaz yine o farklı ve özgün tavrıyla konuşmalarına devam edince, komiser onları Benim bölgemi terk edin! diyerek gönderir. Reşat ve Niyazi, kahvede otururken Eskişehir den gelip bir konuşmacı isteyen Okan gelir. Oldukça kızgın ve kırgın olduğu her halinden bellidir. Sebebi kısa sürede anlaşılır. Tavşan Salih, Eskişehir e gitmemiştir. Hayal kırıklığına uğramışlardır. Hem oraya gitmeden, hem de bu kadar yalan söyleyebilmiş olması onlarda büyük bir şaşkınlık uyandırır. Kartal, yazmayı hayal ettiği büyük romanı için Binbaşı Hüsrev i takip etmeye devam eder. Bir gün Hüsrev, Kartal a o akşam beraber olmaları gerektiğini söyler. Güya, gençlerle bir hareket tatbikatı yapa- 86

105 caktır. Niyazi, Reşat, Salih gibi gençler, Hüsrev in talimatları ile yatıp kalkıyor ve sanki bir yeri işgal ediyormuş gibi tavılar takınıyorlardı. Bu durum, Kartal ın garibine gitse de pek bir şey söylemez. Binbaşı Hüsrev, grevlerin sürmesi, öğrenci olaylarının devam etmesi, sokakların kaynamasından kendini sorumlu tutuyor ve büyük bir görev içinde olduğu havası estiriyordu. Rastlantı sayılabilecek bir olayla, Millî Türk Talebe Birliği ele geçirilmişti. Genel Kurulda, hiçbir aday yeterli oyu alamayınca, kurula başkanlık eden Niyazi ve arkadaşları yönetime gelmiş olur. MTTB bir miting düzenlemek ister. Pankart yapacak bez ve boya yoktur. Niyazi nin çabaları ile gerekli para bulunur ve bildiriler dağıtılır, dövizler yazılır, katılımı sağlayacak ilanlar verilir. Miting, oldukça büyük bir katılımla yapılır. Binbaşı Hüsrev, mitingin her anında vardır. Miting sonrası MTTB merkezinin camları kırılır. Olayı yapan Teknik Üniversiteli öğrencilerin binası da karşılık olarak basılır ve tahrip edilir. Das Dava nın yayılması, MTTB nin ele geçirilmesi üniversitedeki grupların büyümesine yardımcı olmuştur. Gruplar daha büyüsün ve düşünceler pekişsin diye daha sık miting ve gösteriler düzenlenir. Çoğu izinsiz olan bu gösterilerde çok sık olarak Niyazi, Nevzat, Reşat, Özer, Yurdakul gibi gençler hâkim önüne çıkarlar. Çoğu zamanda, artık bunları iyice tanıyan hâkim, çoğunlukla kaldırımı işgal cezası verip, nasihat ederek gönderir. Necip Fazıl Kısakürek, yazdığı bir makaleden dolayı hapse girer. Hilmi Oflaz, bir ihtiyacı olur gayesiyle, tezgâhını satar ve sabahtan akşama hapishanenin önünde bekler. Necip Fazıl ın hapisten çıktığı gün Hilmi Oflaz ın bayramıdır. Niyazi, o gün Necip Fazıl ı şöyle tanımlar; Yaşadığımız dönemde yanında insanın sıkılmayacağı tek kişi. Necip Fazıl ın durumu ve o günkü şartların ağırlığı özellikle Niyazi de derin bir yaradır. Ne yapılabilir de, hizmet edilir? sorusu kafasını meşgul eder. Özer ile bir konuşmalarında bir yayınevi kurmanın faydalı olabileceği kanaatine varırlar. Özellikle Peyami Safa, Necip Fazıl gibi isimlerin kitaplarının basılması gerektiğini düşünürler. Nev- 87

106 zat ve Ahmet Nuri nin de evet demesi ile Niyazi ve arkadaşları babalarından aldıkları paralarla bir yayınevi kurarlar. İlk bastıkları eser ise Necip Fazıl Kısakürek in Reis Bey piyesidir. Yayınevi, vefa ve hizmet etme duyguları ile çaba ve emek harcar. Her ne kadar istenilen seviyede satış ve kâr elde edilmese de yapılan çalışmanın bir hizmet olduğu prensibi unutulmaz. Ülke karışmış durumdadır. Üniversitede de durum iç açıcı değildir. Üretim durmuş, ekonomi bozulmuş ve asayiş sağlanamamaktadır. Darbe olur nitekim. Sokağa çıkma yasağı ve sıkıyönetim ilan edilir. Binbaşı Hüsrev, bu darbenin kendi önünü ve dolayısı ile başında bulunduğu hareketin önünü kesmek için yapıldığına inanır. Bu arada Kartal, Meral ile birlikte yaşamaya devam etmektedir. Ne, güzel bir resim yapabilmiş, ne de ses getirecek bir roman yazmıştır. Yazdıkları ve çalışmaları onu tatmin etmez, mutlu değildir. Bir gece alkollü olduğu halde evine dönerken, başka iki adamın silahlı kavgasının ortasında kalır. Adamlardan biri vurulur, diğeri kaçar. Kartal, normal bir şekilde yürürken, vuranın bu olduğu şüphesi ile polis peşine düşer ve evinde yakalanır. Kartal, karakolda kendini şaşırtıcı bir üslupla savunur. Komiser farklı bir kişi ile karşı karşıya olduğunu anlar. Yinede Kartal ı savcılığa sevk eder. Savcı da, Kartal ın mantıklı ve sıra dışı savunması karşısında şaşkınlığını gizleyemez bununla birlikte tutuklama talebi ile mahkemeye çıkarır. Kartal, tutuklanarak ceza evine gönderilir. Bir müddet sonra gerçek suçlu yakalanıp suçunu itiraf edince, Kartal serbest kalır. Annesinin ısrarı ile Meral ve Kartal imam nikâhı ile evlenirler. Binbaşı Hüsrev, Kartal ın tutuklanmasını Das Dava hareketine bağlar. Ona göre darbeciler, hareketi çözmüştür. Hatta Binbaşı Hüsrev, televizyon haberlerinde cumhurbaşkanının konuşmasında kullandığı bir cümlede kendinden bahsettiğinden emindir. Bunun üzerine cumhurbaşkanlığına bir telgraf çeker, telgrafta şu çarpıcı ifade yer almaktadır: Restini görüyor, İstanbul da bekliyorum. 88

107 Bu durumu, Mu Mehmed ile görüşen Binbaşı Hüsrev, hiç gidilmediği halde Eskişehir deki karargâhın, buradaki yapılanmanın deşifre olduğuna inandığını belirtir. Bir müddet ortadan kaybolmayı uygun bulurlar. Mu Mehmed Bursa ya gitmeyi planlar. Binbaşı Hüsrev, kendi gibi emekli olan bir asker arkadaşının evinde kalmaya karar verir. Hüsrev, kaçmak için kaldığı evde, tüm olan biteni sorgular. Düşüncelere daldığı bir an dışarıdan sesler gelir. Polisler, Kaçma, çevren sarılı, vaziyet al! gibi komutlar vermektedir. Binbaşı Hüsrev, kıstırıldığını, yakalandığını zanneder. Oysa polisler, o sokakta kaçmakta olan bir hırsızın peşine düşmüşlerdir. Hüsrev, bu kıskaçtan kaçamayacağını düşünür ve çıkış yolu olarak hayatına son vermeyi uygun bulur. Silahını eline alır, tetiği çeker. Cansız vücudu betona yuvarlanır. Roman, bu sonla biter. Belki de tek kurgu bu ölüm olayıdır. Bununla birlikte, Hüsrev bile gerçek bir kişidir. Yazar, bu karaktere verdiği rol ile dönemin sahtelik ve tezgâh kokan yönüne dikkat çekmiştir. Ülkede yaşananlar hep, bir tezgâh ve planlı bir oyunun sahneye konmasıdır. Böyle bir ortamda Marmara Kahvesi, gelenleri ve gidenleri, sohbet ve tartışmaları ile döneme en azından düşünce düzeyinde yön verenlerin mekânı olarak tarihteki yerini almış olmaktadır. Bu mekân Niyazi nin Dahiler ve Deliler romanı ile yaşamını devam ettirme fırsatı bulur. Niyazi, elindeki kitaplar, yağmurda ıslanmasınlar diye tesadüfen girdiği bu kıraathaneden, çok şey almış ve aynı zamanda kendi de o mekâna bir şeyler vermiştir. Niyazi de, o günlerden bugüne gelebilmiş nadir ve özel bir Marmaratör üyesidir Yemen Ah Yemen! Mehmed Niyazi, Türk milletinin vefasını, cesaretini, milletine ve devletine bağlılığını çek önemsemektedir. Yazdığı romanlarında ve fikir yazılarında sıklıkla bu bağlılığa ve milletin cesaretine, vefasına vurgu yapar. Romanlaştırdığı savaşlar, Türk milletinin tarihte bu özelliğinin net bir şekilde ortaya çıktığı savaşlardır. Çanakkale savunması, 89

108 Yemen çöllerinde verilen mücadele, hazırlığını yaptığı Plevne savaşları destansı kahramanlık öyküleri ile dolu tarih sahneleridir. Yemen de verilen mücadele, Osmanlı nın içinde bulunduğu uluslar arası zor şartların derecesine bakılmaksızın, orada mücadele etmiş Anadolu insanının şahsında taşıdığı aziz karakterin bir göstergesi olmuştur. Yemen Çölü, nasıl bir ölü uykusundasın ki bunca şehidin kanı seni yeşertemedi. Anaların, gelinlerin ve nice yetimlerin ıssız yerlerde döktükleri gözyaşları yağmur olup üzerine yağsaydı bağrından ormanlar fışkırırdı. Hâlâ derin bir sükût içindesin. Bir dile gelsen neler anlatırsın ifadeleri ile romana başlar Mehmet Niyazi. Yemen, türkülere, ağıtlara konu olan, hikâyeleriyle yürekleri sızlatan ve Türk insanı için hassasiyet taşıyan bir zaman dilimidir. Mehmed Niyazi, Türk tarihinin önemli olaylarını romanlaştırarak çok ulvî bir görev ifa etmektedir. Bu onun hakiki bir Türk aydını olmasından kaynaklanmaktadır. Türk roman hayatında yer almamış konuları romanlaştırarak, bugünkü gençliğe hem o günleri yaşatmakta, hem de mazimizin unutulmasını önlemeye çalışmaktadır. Mehmed Niyazi, Çanakkale Mahşeri isimli romanında olduğu gibi Yemen Ah Yemen! isimli romanında da çok titiz çalışarak hakikate sımsıkı bağlı kalmıştır. Mehmed Niyazi, tarihî bir destanı yazmanın şuuruyla bu eseri yazarken dönemin bütün şartlarını da okuyucuya çok güzel yansıtmıştır (Akcan, 2008: 79). Yemen, ilk çağlardan itibaren verimli topraklarına atıfta bulunarak Mutlu Arabistan olarak adlandırılır. Yemen halkı daha Hz. Muhammed hayatta iken İslamiyet i benimser. Peygamberin vefatından sonra filizlenen ve derinleşerek devam eden siyasî menşeli dinî tartışmalar kendini Yemen de hissettirir. İslam dünyasını sarsan bu tartışmalardan sonra Şiiliğin Ehli Sünnete en yakın kolu olan Zeydîlik 9. yüzyıldan itibaren Yemen e hâkim olur. Ülke uzun yıllar Zeydî imamlar tarafından yönetilir (Turan, 2003: 360). 90

109 Yemen, Osmanlı Devleti ne 1520 de katılmıştı. Halkı öz Arap tı. Osmanlı Devleti, Yemen de herhangi bir iskân siyaseti izlemedi. Yemen bir vilayet durumuna getirildi. Yemen in etnik ve kültürel durumunda herhangi bir değişiklik yapılmadı. Yemen, Hicaz ın yani Mekke ve Medine nin korunması ve doğu-batı ticareti arasında önemli bir geçiş merkezi olması bakımından önemli idi. Kabileler arasında sık sık çıkan çatışmalardan dolayı Osmanlı oraya çeşitli seviyelerde kuvvetler gönderiyordu. Ancak istenildiği kuvvette bir düzelme sağlanamıyordu. İkinci Meşrutiyet in duyurulması üzerine Yemen konusu tekrar gündeme geldi. Bu arada İngilizler kurdukları tezgâhlarla Arap Şeyhleri etkileri altına alıyor ve ayaklanmalarını sağlıyorlardı. Aden i işgal etmiş İngilizler para ve silah yardımı yaptıkları şeyhler sayesinde buranın yönetimini ve dolayısı ile stratejik bakımdan kritik bir noktayı yönetmek istiyorlardı. Hükümet, çözüm ve tedbir olarak daha çok Anadolu dan gönderilen kuvvetlerle olayları bastırmak istiyordu. Oraya giden Türk evlatları uzun süre orada kalıyor ya da hiç dönemiyorlardı yılı sonlarında İmam Yahya ayaklanmıştı. İzzet Paşa komutasında büyük bir ordu Yemen e gönderildi. Çeşitli başarılar kazansa da, çıkan Trablusgarp Savaşı nedeniyle İmam Yahya ile reform sayılabilecek şartlarda bir anlaşmaya varıldı (Karal, t.y.: 236). Arap Şeylerin neden Türklere bu derece isyan etme ihtiyacı hissettikleri de önemli bir noktadır. Bunda birkaç sebep öne çıkmakta; ilki İngiltere ve Fransa gibi devletlerin menfaati icabı iki millet arasına soktukları düşmanlık hissidir. Arap âleminde Batılıların teşvikiyle oluşmuş Türk düşmanlığı da bir başka sebeptir. Bu durumu göremeyip uygulanan yanlış politikalar da bu soğukluğun devamını sağlayan bir diğer sebeptir (Akgündüz ve Öztürk, 1999: 296). Bu uygulamalardan biri de, orada bulunan askerlerin içinde bulunduğu ağır şartların gözden kaçırılmış olmasıdır. Neredeyse 40 aydır maaş alamayan bu insanlar, büyük bir yokluk ve sefalet içindeydiler. İmam Yahya dahi, son derece sıkıntı içinde olan bu memur ve ailele- 91

110 rine geçinebilecekleri ölçüde para ve hububat yardımında bulunmuştu. Bu durumu defalarca dile getirmiş olan Yemen Valisi Mahmud Nedim Bey, hükümete başvurarak, Yemen de bulunan komutan ve subaylarla, bunların ailelerinin hak ettikleri maaşların hiç olmazsa bir kısmının ödenmesini talep etti. Üstelik Yemen deki tüm idari teşkilat görevlerine fiilen devam ediyordu. Bu gelişme üzerine, 18 Nisan 1922 tarihinde toplanan Meclis-i Vükela, Hariciye Nezaretinin yazısını da gündemine aldı. Yapılan görüşme sonucunda, Osmanlı Hükümeti ile İtilaf devletleri arasında kesinlik ve geçerlik kazanmış bir antlaşma mevcut olmamasına rağmen hukuken Osmanlı Devleti nin hiçbir parçasının terk edilmiş ve ayrılmış sayılamayacağına göre, her türlü maddi ve manevi bağlarını korumakta olan Yemen in, Osmanlı Devleti nden ayrılmış sayılmasının caiz olamayacağı belirtilmiştir. Bu nedenle Yemen de bulunup da, Mondros Mütarekesi nden sonra üstlerinin izniyle orada kalan komutan ve subaylarla, askeri memurların maaşlarının derhal ödenmesi için Harbiye Nezaretinden gelen yazı üzerine, gerekli işlemin derhal başlatılması konusunda Maliye Nezaretine talimat verilmesini karar altına aldı (Ayışığı, 4-8 Ekim 1999). İmam unvanıyla Yemen i paylaşmış olan üç şeyh de Osmanlı yı, para sızdırmak için kullanıyor ancak geleceğe ilişkin planlarını İngilizlerle yapıyorlardı. Şeyhlerin en güçlüsü İmam Yahya, Osmanlı ya karşı cihat ilan ettiğinde 2. Abdülhamit tahttaydı ve Babıâli onu yatıştırmak, Yemen i hiç değilse görünüşte Osmanlı Devleti nin sınırları dâhilinde tutabilmek için ardı ardına anlaşma teklifleri sunmaktaydı de İzzet Paşa, İmam Yahya ya bir anlaşma imzalatmayı başardı. Ancak 1912 de Türk-İtalyan savaşı başlayınca bu anlaşmanın hükümleri kâğıt üzerinde kaldı de Türk kuvvetleri Yemen i tamamen terk edip yönetimi İmam Yahya ya devrettiler. On beş yıl süren Yemen mücadelesi kadar Türk ordusunu bezdiren bir savaş olmadı. Araplar açıktan çatışma yerine birliklerin erzak ambarlarını, su depolarını yağmalayıp tahrip ederek, savaştılar. Deve kervanlarıyla nakledilen savaş malzemelerini çalıyor, sonra bunları 92

111 Türk komutanlara satmak için pazarlık yapıyorlardı. Şeyhleri isyan düşüncesinden uzak tutmak için dağıtılan altın liranın -son zamanda İngiliz altını olmazsa almıyorlardı- toplamı milyonlara ulaşıyordu. Sonuçta Yemen de sadece döneminde 2 bin şehit verdik. Bize de sadece acıları hatırlatan türküler kaldı (Özgürel, ). Yemen, son dönem tarihimizin en dramatik olaylarının cereyan ettiği bir yerdir. Maalesef burası bizim bugünkü aydınlarımız tarafından yeteri kadar değerlendirilmedi. Sık sık gazetelerde, televizyonlarda Yemen de ne işimiz vardı? diye sorarlar. Bu soruyu soranlar Yemen in hemen karşısındaki Eritre de İtalyanların, Cibuti de Fransızların, Güney Yemen de yer alan Aden de İngilizlerin ne işi vardı? diye sormadılar. Osmanlılar, Yemen e hiçbir zaman gelmek istemedi senesinde Yavuz Sultan Selim, Mısır ı Osmanlı topraklarına katınca Mısır ın egemenliği altındaki Yemen de Osmanlı nın eyaleti haline geldi. Osmanlı, bu toprakları Zeydî imamlara, Tehame bölgesinde çoğunlukta bulunan Hanefi ve Şafii hocalar ile oradaki kabile reislerinin yönetimine bıraktı. Ve dedi ki, Siz Peygamberimiz in, Veysel Karani nin yadigârısınız. İhtiyacınız olduğunda bildirin Surre alaylarımızla yardımınıza geliriz. Sonra çekildiler. Fakat daha sonra İranlılar Portekiz le anlaşarak Kızıldeniz i Hint Okyanusu na bağlayan boğaza girip yerleştiler. Hâkimiyetlerini kuzeye doğru yaymaya başladılar. Afrika dan hacca gelen Müslümanlardan ve Yemen halkından ağır vergiler alınca oradan yükselen ses İstanbul da yürekleri yakmaya başladı. Bunun üzerine Osmanlı o zaman Süveyş Kanalı olmadığı için Süveyş te bir donanma inşa ederek oradan İran ve Portekiz i çıkardı. Osmanlı nın yeniden Yemen e girmesinde İranlılar ve Portekizlilerin etkisi olmuştur. Habeşistan ve Yemen de Özdemir Paşa ve oğlu Osman Paşa, çok adil bir yönetim kurdular. Bugün bile iki Habeşli anlaşmalarına sadık kalacağını belirtmek için el sıkışırken Akd-i Süleymani derler senesinde Osmanlı yine oraları aslî sahiplerine bırakıp çekildi senesinde İngilizler, Aden le bir anlaşma yaparak orada bir kömür deposu kurdular ve bunu fırsat bilerek Aden i 93

112 işgal ettiler ve 1848 de daha da yayıldılar. Osmanlı yeniden buralara inmek mecburiyetini duydu. Tarihi iyi anlayabilmek ve anlatabilmek için birtakım ayrıntıları atlamamak gerekiyor. Eğer Osmanlı o topraklara yeniden dönmeseydi, üstünlüğü Avrupa ya bırakacak, Mekke ve Medine güzergâhında olan topraklar Avrupalıların elinde olacaktı. Daha sonra Kerkük ve Musul civarındaki petrol varlığı da Batılıların iştahlarını kabartıyordu ve Aden Körfezi bu toprakların da savunma kilidiydi. Paris, Londra, Berlin, Moskova doğumlu insanlar kapitülasyonlardan da yararlanarak kuş uzmanı, taş uzmanı, şifalı bitkiler uzmanı gibi çeşitli kılıflarla dolaşıp oradaki insanları Osmanlı ya karşı kışkırtıyordu. Dolayısı ile bu ayrıntılara, olayların gerçek sebeplerine iyi bakmak gerekiyor (Niyazi, ). Gerek tarihî ve coğrafî gerekse siyasî ve sosyal şartlar bakımdan ağır şartlar taşıyan, kendine has yönleri bulunan Yemen ve burada sürdürülen mücadelenin romanını yazmış olmakla Niyazi, çok arzuladığı tarih şuuru oluşturma çabasına bir tuğla daha koymuş olmaktadır. Niyazi, romanı bitirip, son noktayı koymak ve yazdıklarını bir de orada yaşamak için Yemen e bir seyahat düzenlemiştir. Yemen de ki kayıpların rakamlarını ifade etmeye tarihçiler cesaret edemiyor ve tarih de utanıyor. Yemen müdafaamız çok zor ve çetin şartlarda olmuştur diyen Mehmed Niyazi, şu çarpıcı misalleri vermiştir: Yemen e yardım gönderilememiş, Kuşçubaşı Eşref komutasındaki ölümü göze almış 43 aslan Bugün ölmeyeceksek ne zaman öleceğiz diye görevi kabul edip 300 bin Osmanlı altınını Yemen e ulaştırmışlardır. Bu yolculuk sırasında binlerce İngiliz askeri tarafından kuşatılmışlar, otuz dokuzu şehit düşmüş, üçü yaralı, bir kişi de altınları kurtarıp, Yemen e teslim etmiştir. O, Zenci Musa dır. Ne yazık ki, O zamanki Batı basını bu savaşı günlerce manşetten vermiş, dünyanın en ilginç savaşı yaşanmış, ancak bu konuda Türk tarihçileri tek bir eser yazmamışlardır. Bu 43 aslan, şayet Hıristiyanların olsaydı bu konuda binlerce eser yazılır, yüzlerce film çevrilirdi. Türk Devleti, en zor anında bile o aslanlara sahip çıkmış ve dünyaya meydan oku- 94

113 muştur. Öyle ki bu savaşta yaralı olarak esir düşen Kuşçubaşı Eşref, büyük bir kahramandır. Kuşçubaşı Eşref i koruyabilmek için Enver Paşa, Kuşçubaşı na bir şey olursa, Osmanlı nın elindeki bütün İngiliz askerlerini kurşuna dizeceğini söylemiş ve Eşref Paşa yı korumuştur. Yemen e gittiğinde pek çok şeyi eliyle koymuş gibi bulduğunu, Şurada şöyle bir bina olmalı dediğinde yanılmadığını söylerken de, enaniyet yaptığı endişesine kapılıyor. Onu şaşırtan şey, Yemen i bir çöl halinde beklerken sarp dağlarla karşılaşmasıdır. Yerli ve yabancı pek çok kaynak taramış; bu nedenle mektuplar, hatıratlar, yazışmalar, yabancı casusların anıları romana kaynaklık ediyor. Kitapta adı gecen her şey gerçek diyor. Tarihî kayıtların kırılganlıklarından dolayı romanın geçtiği mekânları görme ihtiyacı hissetmiş. İki emekli müftü iki yıl boyunca, Yemen le ilgili eski kayıtların tercüme edilmesinde kendisine yardımcı olmuş (Öztürk, ) Daha Dün Yaşadılar Mehmed Niyazi nin, çocukluk yıllarını ve ailesinin, Akyazı da ne kadar sevildiğini anlattığı bir romandır. Anadolu insanının o renkli, heyecanlı ve kendine özgü yaşantısı yazarın gözlemleriyle Akyazı da tekrar canlanmaktadır. Niyazi, başta babası olmak üzere ailesinin ve ağabeylerinin tüm ilçede nasıl gönülden sevilip saygı gördüğünü, takdir edilip güven duyulduğunu esprili bir dille kaleme almıştır. Romanın ismi, düne duyulan özlemin bir ifade şeklidir. Öyle ki, özlemi çekilen kişiler çok değil daha dün aramızdaymış gibidir. Yazar, onların ölümü ile aslında yitirilen değerleri de ne kadar özlediğini söylemektedir. Yazar, onlar için kitabın ithaf bölümünde şu cümleyi kurar; Bilinmezlerse yalnız kendilerini, bilinirlerse insanlığı aydınlatırlar. Roman, Adapazarı na bağlı Akyazı İlçesi nde ve bu ilçenin çevresindeki köylerde geçer. Olaylar, buralarda yaşayan sakinlerin gündelik hayatlarından alınmıştır. Anadolu insanının hayalleri, düştüğü trajikomik durumlar, hırsları, kadirşinaslığı, vefası ve memleket sevdası, 95

114 Niyazi nin gözüyle okuyucu ile buluşur. Kişinin kendinden bir parça bulması çok kolaydır. Okuyan, kitabın birçok bölümünde kahramanların düştükleri durumdan dolayı ya da diyaloglar sebebi ile samimi bir tebessüm eder farkında olmadan. Olaylar, yeni bir ilçe olan Akyazı da yaşanır. Akyazı, o dönemin tipik bir Anadolu köyünü hatırlatır. Verimli bir ovada kurulmuş olan ilçede herkesin kendine yetecek kadar bir bahçesi bulunmaktadır, fakirlik bir kader olarak yerleşmiştir sanki. Ülke ekonomik olarak zayıf, politik olarak çekişme ve kavgaların yaşandığı bir süreçten geçmektedir. Akyazı, herkesin neredeyse birbiri ile akraba ve hısım olduğu büyük bir aile gibidir. Kendi halinde ancak hareketli, canlı ve dinamik bir şehirdir. Ziya, romanın en önemli kahramanıdır. Genç yaşta hacca gidip geldiği için adı Hacı Ziya olarak bilinir. Ziya nın babası ilçede manifaturacılık yapmaktadır ve küçük yaşta Ziya yı yanında çalıştırmaya başlar. Ziya ise gözünü otobüs durağına ve şoförlüğe dikmiştir. Bu amacını da gerçekleştirir ve aldığı otobüsle şoförlük yapmaya başlar. Ziya, bir müddet sonra otobüslerin başına, başka birini getirmiş, şoförlüğü devretmiştir. Kendisi durağın karşısına bir dükkân açar. Aynı zamanda Esnaf Sanatkârlar Odasının da yönetim kurulu başkanlığını devam ettirmektedir. Bu dükkânı hem yazıhane hem ticaret için kullanır. Aslında bu dükkân zamanla tüm ilçenin yerel bir mahkemesi, yardım yeri, olayların çözüldüğü bir merkez gibi işlemeye başlayacaktır. Mehmed Niyazi nin babası da yıllarca ilçede sözü dinlenen, hatırı sayılan, yardımsever, eli her işe uzanan, iyilik timsali bir adamdır. Gönül ve halk adamıdır. Kendi ifadesine göre, Niyazi nin babasının dükkânı bir mahkeme gibi çalışır. İlçenin tüm konuları burada görüşülür, tüm çekişme ve anlaşmazlıklar burada tatlıya bağlanır. Oğlu Hacı Ziya da aynı görev ve usulü devam ettirir. Birçok ilçe sakini, Ziya nın babası gibi olduğunu ve bunun hakkını verdiğini teslim ederler. Hacı Ziya, küçüğünden büyüğüne, memurundan işçisine, okuyanından cahiline toplumun her kesiminden insanla muhabbet kurmuştur. Güngörmüş olması ve hayat tecrübesi ile birçok meseleyi basit ve 96

115 kalıcı bir yolla çözüme kavuşturmaktadır. Tevfik Amca, Hacı Ziya yı çok seven, onun bu durumuna hayran olan ve hep gözetip kollayan bir ihtiyardır. Tevfik Amca, Rüştiye mezunudur ve aynı zamanda Esnaf Sanatkârlar Odası nın sekreterliğini yürütür. Her zaman Hacı nın yanında bulunmaya ve işlerine yardımcı olmaya çalışır. Ona göre Ziya nın en büyük zaafı merhametidir. Deli Fazlı, aldığı lakap gibi kimi zaman ilginç ve anormal davranışlar sergilemektedir. Cüsseli, yüz yirmi kilo ağırlığında, gözünü budaktan sakınmayan, renkli kişiliği ve Hacı Ziya ya gönülden bağlılığı ile ilçenin, dolayısı ile romanın önemli kahramanlarındandır. Deliliği saflığından gelir. Cumhuriyet Bayramı nın kutlandığı bir gün, kutlama sessiz ve heyecansız geçiyor düşüncesi ile aldığı mantar tabancalarını çocuklara dağıtır. İşareti ile çocuklar başlarlar tabancaları patlatmaya, kendi de parabellum tabancası ile havaya ateş etmeye başlar. Kargaşanın arasında Fazlı nın attığı gerçek mermiler anlaşılmaz. Durumu fark eden Hacı Ziya ya Sanki birinin çocuğu evleniyor, milletin kanı kaynamalı diyerek açıklama yapar. Ağrıyan dişini, tabanca sıkarak, kurşunla çıkarmayı deneyecek kadar deli cesareti ve saflığı vardır. Hacı Ziya, toplumdan her kesime bir şekilde iyiliğinin dokunabileceği kanaatini taşıdığı için hiçbir ayrım yapmadan çözümler bulmaktadır. Abdurrahim adında otuz yaşlarında bir genç, aklî dengesini zaman zaman kaybetmektedir. Ailesi fakir olduğu için onlara bakacak kimse yoktur. Para yardımında bulunmaktan ziyade Abdurrahim in geçimini sağlayıp hem kendini normal hayatın içine katması hem de annesi ve kardeşlerine bakması daha isabetli olacağı düşüncesi ile Ziya, ona bir ayakkabı boya sandığı temin eder. Abdurrahim, Hacı Ziya nın dükkânının karşısında bir yere sandığı koyar ve burada ayakkabı boyayarak geçimini sağlamaya çalışır. Ayrıca o da, Ziya ya gönülden bağlıdır ve Ziya yı kendince uzaktan uzağa korumaktadır. Darbe olmuş, iktidardaki parti kapatılmış, yöneticilerinden üçü darağacına gönderilmişti. Darbeden sonra yapılan zulümler halkı iyice ürkütmüştü. Dükkânda, bir partinin ilçe başkanı olan Şefik Bey le otu- 97

116 rurlarken, Diplomat Sadi görünür. Sadi, okuma yazma bilmediği halde, herhangi bir işi ve uğraşı olmasa da politikayla yakından ilgilenmektedir. İl Genel Meclisi üyeliğine gözünü dikmiştir. Her gün tıraşını olur, kravatını takar ve önemli bir siyaset adamı edasıyla dolaşır. Günün büyük vaktini Hacı Ziya nın yazıhanesinde geçirir. Diplomat Sadi, Şefik i yazıhanede görünce nereye gideceğini sorar, bir toplantı için vilayete ineceğini öğrenince Sakın beni unutma! diyerek tembihte bulunur. Kemal, köyün tanıdığı simalardan biridir. Bir gün Hacı Ziya ya gelerek sıkıntıda olduğunu söyler. Ziya sorunca derdini anlatır. Söylediğine göre düşmanı vardır. Gece gündüz onu rahatsız etmektedir. O gece, evdeyken dışarıdan sesler duyar, gözetlendiğini sanır. Silahını çeker ve etrafı kolaçan ederken bir silah patlar. Korkudan yere kapaklanır. Ayağa kalkınca kimseyi göremez. Hacı dan kendine yardımda bulunmasını ister. Biraz sohbet ettikten sonra Hacı Ziya, patlayan silahın Kemal e ait olduğunu anlar. Durum mahkemeye kadar gider. Ancak farkında olmadan Kemal ateş etmiştir. Bu olaydan sonra adı Kabadayı Kemal e çıkar. Aslında ürkek ve narin bir yapısı vardır. Fakat o kendini hep kabadayı gibi görür. Deli Fazlı, sık sık İstanbul a gider. Orada yatıp kalktığı hanımlara emanet diyen Fazlı nın peşine bazen başka takılanlar da olur. Hacı Ziya, bu duruma üzülür ancak pek renk vermez. Bu durumun farkında olan Fazlı da Hacı Ziya yı bu konularla çok meşgul etmek istemez. Hacı Ziya nın adeta sırdaşı olan bir diğer dost ise Azmi dir. Azmi de Ziya nın çevresinden ayrılmayan bir yakınıdır. Abdurrahim, boya sandığını her zamanki yerine koyar, işler iyi olmadığı zaman Yolum yok Hacı! der, Hacı Ziya, cebine biraz para koyar. Diplomat Sadi okuma yazmayı öğrenemez ama Ziya ona bir diploma temin eder. Bu şekilde İl genel Meclisi yolu açılmıştır. Nitekim ilk seçimlerde Sadi, İl Genel Meclisi üyeliğine seçilir. Ama havasından ve fiyakasından yanına yaklaşılmaz. Diplomat Sadi, yeşil bir fötr şapka alır. 98

117 Deli Fazlı, yine İstanbul a gittiği bir gün, Hukuk Fakültesi nde okuyan Hacı Ziya nın kardeşi Ayhan ile karşılaşır. Ayhan ı gören Fazlı, Burada ne yapıyorsun? diye sorar. Ayhan, iki Amerikalı turistin gelip geçen kadınlara sarkıntılık yaptığını ve bunun kanına dokunduğunu söyleyince, Fazlı, silahını çeker ve onları kovalamaya başlar. Yakalayınca da her ikisinin kafasına silahın kabzası ile vurarak yere yuvarlar. İlçede ilginç olaylar yaşanır. Vasfioğlu Ahmet, yaşlıca bir amcadır. Muhafazakâr yapısı ile şimdiki gençlerin rahat ve açık tavırlarından rahatsız olur. Yine camiden çıktıkları bir gün, mini etek giymiş bir öğretmene, bu halinden dolayı bastonu ile vurmaya başlar. Oysa bu hanım, hâkim Haluk Bey in eşidir. Tabi devreye Hacı Ziya girecek, Ahmet Amca yı bu durumdan kurtaracaktır. Bu olay vesilesi ile yapılan bir konuşma dikkat çekicidir. Hacı Ziya, durumu konuşmak için Hâkimin yanına gider. Haluk Bey, hanımının cami cemaatinin arasından yürümesini uygun bulmadığını ancak Ahmet Amca nın yaptığının da doğru olmadığını söyler ve şu noktaya dikkat çeker; Hukukta töre, milletin vicdanı diye bir şey vardır. Hüsameddin ve Necati, Akyazı nın en önemli politikacılarıdır. İkisi de etkileyici, ikna edici konuşma yeteneğine sahiptirler. Uzun boylu, yakışıklı insanlardır ve giyimlerine çok dikkat ederler. Aynı zamanda rakiptirler. Aynı partide birleştikleri olur ancak aralarında çekişme ve ayak oyunları sürüp gitmektedir. Roman boyunca ikisi arasındaki hile ve oyunlar anlatılmaktadır. Aslında ikisinin şahsında ülkede devam eden oyun ve tuzakların, tezgâh ve hilelerin nasıl bir kısır çekişmeye döndüğü belirtilmektedir. Akyazı da bir tane futbol takımı vardır, fakat nüfus arttıkça top oynamak isteyen gençlere Gençlik Spor Kulübü nün tek takımı yeterli olmaz. Hacı Ziya nın gençlik yıllarında kurduğu bir başka futbol takımı da antrenmanlara başlar. Akın Spor adındaki bu takım, otobüs garajında çalışmalarını yapar. Garajda çalışan Farfara Mustafa, ilk önceleri garajın düzenini bozuyorlar diye kızmasına rağmen gün geçtik- 99

118 çe futbol hastası bir adam olup çıkar. Öyle ki, futbolcular ona, takımın başkanı gibi davranmaya başlayınca başka bir havaya girer. Deli Fazlı nın başı dertten hiç kurtulmaz. Aklına estiği gibi davranmaya devam eder. Ancak işi rast gider ve çoğunlukla Hacı Ziya nın yardımı ile paçayı sıyırır. İstanbul a gittiği bir gün, gazinoda bir bayanla eğlenirken, tanımadığı biri onları rahatsız eder. Fazlı, silahını çeker, adamın sırtına dayar. Tüm gazinoyu boşaltır, sağa sola ateş eder. Polisler gelir ve zorla Fazlı yı ikna ederler. Bir gece nezarette kalan Fazlı, mantar tabancası attı olarak salıverilir. Sonradan anlaşılır ki, Fazlı nın gazinoda tuttuğu adam, hapisten yeni kaçmış, azılı bir suçludur. Farkında olmadan polislerin kovaladığı suçluyu yakalamıştır. İlçeden Mustafa Aydın ve Köpek Hasan lakaplı iki kişi sahte dolar basmak iddiası ile mahkemeye sevk edilirler. Hasan, oldukça fakir, geçinmekte zorlanan biridir. Ailesi Hacı Ziya ya yakınır. Durum oldukça zor görünmektedir. Bununla birlikte Hasan, Mustafa nın yanında durmuş ve sadece bakmış diyerek bir savunma hazırlanır. Paraları verdikleri kişilerde zararları tazmin edilerek şikâyetten vazgeçirilir. Bozdurmadıkları ve bu olayı bir arkadaşlarının matbaasında sürpriz olsun diye bastıklarını söylerler. Hasan, mahkemeden beraat etmiş olarak çıkar. Hacı Ziya bununla da kalmaz, kendi kavaklığında ona bir iş verir. Bir akşam Kabadayı Kemal ve Ayhan, definecilerin kahvesi olarak ün yapmış bir kahveye giderler. Boş bir masaya otururlar. Çaylarını içerken yanlarındaki masada define konuşulmaktadır. Postacı Ömer ve daha birkaç kişi önlerindeki haritaya bakarak hararetli bir define tartışması içine girmişlerdir. Postacı Ömer, etrafındakileri gösterdiği yerde saklı bir define olduğu konusunda ikna eder. Buna göre okulun yanındaki tarlada çok eskiden kalma bir Ermeni nin gömdüğü hazinesi saklıdır. İşarete göre bu define daha önce kesilmiş bir çınar ağacının kökünün dibindedir. Postacı Ömer in verdiği hızla, etrafındakiler o gece çınar ağacının kökünü çıkarıp, defineyi almak üzere karar verirler. Ömer, kendisinin gelemeyeceğini ancak ortak olduğunu ısrarla 100

119 vurgular. Birkaç gün sonra Ayhan, Ömer e defineyi bulup bulmadıklarını sorar. Mesele anlaşılmıştır. O tarla, Ömer in babasınındır. Ekilip biçileceği için kökün sökülmesi gerekmektedir. Ömer, bu ağır işi kendi yapmamak için böyle bir oyun düzenler ve çınar ağacının kökünü el değmeden söktürmüş olur. Milletvekili seçimleri yapılır. Diplomat Sadi, partisine kendi köyünden çok oy çıkacağını umduğu halde istediği sayıyı bulamayınca hançerlenmiş hissine kapılır. Hırsından ne yapacağını bilemez. Bir köylüsünün iki sandıkta oy kullandığını haber alır ve karşı partiden olduğu için durumu şikâyet eder. Ramiz, ilçede ve köyde oy kullanmıştır. Savcı Ramiz i mahkemeye sevk eder. Tutuklanıp hapse konma ihtimali vardır. Ramiz in hanımı Hacı Ziya ya durumlarının çok kötü olduğunu, eşi hapse girerse rezil olacaklarını anlatır. Bunun üzerine Hacı Ziya, Savcı Ali ile görüşür ve durumu izah eder. Ramiz in her iki pusulada attığı imzaların birbirinden farklı olduğu savunması ile savcı beraat isteyince mahkeme Ramiz i beraat ettirir. Bu arada, herkese yardım eden, kanun ve kurallar çerçevesinde insanlara iyilik yapan Hacı Ziya nın da daha önce bir kaymakamı telefon direğine asmakla tehdit ettiğini öğrenmiş oluruz. Hacı Ziya, camide çocuklara Kur an okutan bir hocayı yakalatıp kelepçeleten bu kaymakama sinirlenmiş ve bu tehdidi yapmıştır. Ona göre millet ve devleti karşı karşıya getiren idareci görevini layığı ile yapmıyor demektir. Abdurrahim in dengesi gün geçtikçe bozulmaktadır. Durmadan başkasına sataşmakta ve insanları rahatsız etmektedir. Diğer yandan matematiğe karşı ilgisi ve yeteneği de dikkati çeker. Hacı Ziya, güya bir matematik öğretmeni gibiymiş gibi yazıhaneye çağırdığı psikiyatr ile onu konuşturur. Doktor durumun ciddi olduğunu söyler ve günlük kullanması gereken bir ilaç verir. İlaçları bizzat Ziya takip eder. Bir keresinde Abdurrahim, ilçeye teftişe gelen Mülkiye Müfettişini kendine ayakkabı boyattığı için tartaklar ve yine Ziya olaya müdahale ederek tatlıya bağlar. 101

120 Sıcak bir yaz günü, ilçede hiçbir ses ve hareket yoktur. İnsanlarda bir rehavet oluşmuştur. Deli Fazlı, bu durumdan çok rahatsız olur ve ilçeye can getirmek için taksi durağındaki tüm taksileri tutar. Taksiler, ilçenin her iki girişinden başlayarak sırayla yola çıkar ve kornalara basarlar. Fazlı da en son taksiye biner ve elindeki parabellum ile havaya ateş eder. Millet merakla ve korkuyla ayağa kalkar. İlçedeki politikacılar arasında gizliden gizliye devam eden çekişme ve ayak oyunları devam etmektedir. Şefik, ilçe başkanlığını Diplomat Sadi ye kaptırmıştır. Necati ve Hüsameddin ise mührü tekrar ele geçirmenin planı içindeydiler. Hacı nın tüm uyarılarına rağmen Diplomat Sadi, bu ayak oyunlarını görememekte ve özellikle Hüsameddin ile yakın ilişkiler içine girmektedir. Gerçektende bir müddet sonra, Hüsameddin, Sadi nin okuma yazma bilmemesini de fırsat bilerek, onun ağzından genel merkeze bir mektup yazar. Mektupta, güya Sadi, Necati ile olan çekişmesinden dolayı kendisi ve Necati nin ihracını istemektedir. Hüsameddin sadece Necati nin, ihracını istediğini yazdığını söyler. Genel merkez ise mektuba göre işlem yaparak Diplomat Sadi yi ve Necati yi ihraç eder. Durumu öğrendiğinde Sadi, şok olmuştur. Hacı Ziya ile Ankara ya durumu düzeltmek için giderlerse de artık iş işten geçmiştir. Partiden ihraç edilen Sadi, uzun süre Hüsameddin in engellemesi sayesinde partiye dönemez, yine Ziya nın araya girmesi ile üyeliği tekrar kabul edilir. Hacı Ziya, her yıl olduğu gibi, yine hac seferi düzenliyordu. Bu hac mevsimleri ayrı bir hava oluşturur ilçede. Tatlı bir telaş ve koşuşturmaca yaşanır. Ziya, tüm işleri bir hizmet edası ile yerine getirir. Bu yıl, herkes tarafından sayılan, yüksek ahlak sahibi, ilçenin vaizi İhsan Efendi nin de Ziya nın kafilesinde bulunması ilgi çekici bir durum olmuştur. Her seferde fıkralık birkaç olay yaşanır ve dönüşte tüm Akyazı halkı bu olayları anlatır. Hac kafilesini uğurlamak ve karşılamak büyük bir merasim ve hoşluktur ilçede. Ancak bu defa Deli Fazlı, İstanbul da karıştığı bir olayda dayak yemiş ve gözü morarmıştır. Utancından Hacı Ziya yı uğur- 102

121 lamaya gelemez. Hac Ziya nın organize ettiği hac kafilesi büyük bir coşkuyla ve kalabalık eşliğinde uğurlanır. Hacı Ziya nın hacca gitmesi büyük bir olay olur. Sanki ilçeye bir matem havası siner. Azmi, Hacı nın yanında çalışan yeğeni Kenan ve kardeşi Ayhan ı yalnız bırakmaz, yanlarına gelir gider. Tevfik Amca, sık sık yazıhaneye uğrar ve Hacı dan bir haber var mı? diye sorar. Ziya ve kafilesinin dönmesini, tüm ilçe halkı merakla bekler. Dönüş yaklaştıkça bir heyecan sarar herkesi. Yazıhane ana baba günü gibi olur. Deli Fazlı, zaten Ziya yı uğurlayamamış olmanın verdiği bir mahcubiyetle kafileyi Bolu Dağı yakınlarında karşılar. Elbet karşılaması kendine has olur. Tabancalar patlar, kurbanlar kesilir. Büyük bir coşku seli içinde ilçeye giriş yapılır. Ziya, söz verdiği gibi ilk olarak, Abdurrahim e katışıksız zemzemi verir ve ona sarılır. Farfara Mustafa, futbol işini oldukça büyütmüş hatta abartmıştır. Evdeki inekleri satıp, Akın Spor a futbolcu almak ister. Zaten oldukça zor geçinen Mustafa nın bu davranışı hoş karşılanmaz. Çare olarak başkanı değiştirmek düşünülür. Deli Fazlı, aynı zamanda Mustafa nın akrabasıdır ve Mustafa ondan çok korkar. Başkanlığa Fazlı nın getirilmesi uygun bulunur. Her ne kadar Deli Fazlı, futbol nedir, nasıl oynanır, kuralları nedir, bilmese de, Ziya nın ricasını kırmaz ve Ben başkanım! diyince, Mustafa başkanlıktan vazgeçer. Ülkenin içinde bulunduğu döviz kıtlığından yararlanarak birileri sahte Marlboro imal etmektedir. İstanbul da, Ankara da ve diğer büyük şehirlerde satılan bu sahte sigaraların Akyazı da üretildiği dedikodusu sebebi bilinmeyen bir şekilde, tüm yurda yayılır. Devlet televizyonu bile, ilçede bir belgesel çeker. Tüm ilçe sakinleri durumu yalanlamış olsa da, tütün sarmak için kullanılan ifadenin buna sebep olabileceği söylense de inandırıcı bulunmaz. Güvenlik güçleri, ev ve iş yerlerinde arama yapmayı planlar. Aranan evler arasında Hacı Ziya da vardır. Aranmakla kalmaz, ilçenin birçok ileri geleni, elleri kelepçeli bir şekilde karakola getirilir. Ziya ve yanındakilerin ağrına gitmiş 103

122 olsa da onları asıl üzen bu olaydan dolayı tüm yurtta ilçe hakkında olumsuz düşüncelerin yayılmış olmasıdır. Deli fazlı ilk zamanlar futbol hakkında bir bilgisi olmasa ve merak duymasa da zamanla ilgi alanına girer. O da kuralları öğrenir, heyecanına kaptırır. Yendiklerinde sevinir, gol yediklerinde ise küplere biner ve hırs yapar. Adapazarı ndaki bir lig maçına çıkmadan önce futbolcunun birine, eğer bir numara olursa, kullasın diye bir bıçak verir. Kendisi de kenara çekilir. Hacı Ziya, onun huyunu bildiğinden maçtan önce silahını alır ama bu defa silah olmasa bile yenilgiyi hazmedemeyen Fazlı büyük bir kavga çıkarır. Akyazılı gençler rakiplerini döver ve şehre kadar kovalarlar. Bu olaydan sonra Akın Spor ligden ihraç edilir ve altı yıl men cezası verilir. İlçede kavga gürültü eksik olmaz. Aslında ülkede güven ve asayiş sorunu çözüme kavuşmuş değildir. Adapazarı nda yapılmakta olan Türk Milli Talebe Federasyonu nda kavga çıkar. Muhalif grup, parti ve sendika aracılığı ile kurulu basar ve öğrencileri döverler. Oldukça sert ve uzun süren kavgada yaralananlar olur. Ayhan da yaralananlar arasındadır. Radyodan bu haber geçince Hacı Ziya ve yanındakiler hemen yola çıkarlar. Deli Fazlı, gece vakti olmasına rağmen belediye hoparlöründen gençleri sabah erkenden dövüşe gidilecek ilanı ile hazırlamaya başlar. Hacı Ziya Adapazarı nda emniyet müdürü ile hastaneleri dolaşır fakat Ayhan yoktur. Tedirgin olan Ziya, emniyet müdürünün çabası ile kardeşinin nezarette olduğunu öğrenir ve yanına giderler. Yaralı olmadığını görünce sevinir. Bu arada Fazlı, tüm gençleri yola dökmüştür. Otobüslerle şehre gelen Akyazılı gençler hırsla çevrelerine bakınmaktadır. Bu arada Fazlı, otobüsten, yolda giden muhalif partinin milletvekili Turhan Bey i görür ve hemen üzerine koşar ve vurmaya başlar. Fazlı nın bu hareketinden sonra ortalık karışır, kimin kime vurduğu belli değildir. Polisler zor zapt eder kavgaya karışanları. Yaralananlar çoktur ve aralarında Fazlı da vardır. Tedavilerinden sonra mahkemeye çıkarılan Fazlı, tutuklanarak cezaevine gönderilir. 104

123 Hapishanede Deli Fazlı nın ziyaretçisi eksik olmaz. Elleri boş gelmeyen ziyaretçiler sayesinde fakir mahkûmlar da güngörmüş olur. Fazlı, hapse düşmesine sebep olarak Turhan Beyi görür. Bu nedenle mahkemede bir fırsatını bulup onu paralamaya karar verir. Onu tanıyan Hacı Ziya, Turhan Bey i ziyaret eder ve durumu anlatır. Turhan Bey, Ziya nın söylediklerin doğru çıkacağını bildiğinden mahkemeye gitmeme kararı alır ve davacı olmaktan da vazgeçer. Daha sonra Fazlı yı, Ziya, affetmek konusunda ikna edecektir. Hâkim, dışarıdan görülmek üzere Fazlı yı serbest bırakır. Deli Fazlı, çıkınca da pek rahat durmaz ama genel af çıkınca, Fazlı nın sicili temizlenmiş olur. Maddi sıkıntıya düşen Fazlı ya Azmi nin ısrarı ile Ziya ve Azmi sermaye verirler. Parayı doğru kullanması için sıkı sıkıya tembih ederler ancak bir süre sonra Fazlı söylenenleri unutur ve iflas eder. Diplomat Sadi, politikada istediği gibi bir sonuç elde edemez. Yoksulluk dara sokmaktadır onu ve ailesini. Hacı Ziya, Esnaf Kredi Kooperatifi ndeki görevini bırakıp yerine başkan olarak Sadi yi aday gösterir. Bu şekilde hem itibarı artmış olacak hem de birkaç kuruş para kazanacaktı. Genel kurulun yapıldığı gün Ziya acı bir haber alır. Yıllardır birlikte olduğu, dostu ve sırdaşı Azmi, vefat etmiştir. Hacı Ziya, hüzne boğulur, üzülür ve durgunlaşır. Ziya, Azmi nin boşluğunu doldurmakta zorluk çeker. Onun ailesine ve çocuklarına yardım eder. Oğlunu, Ankara ya askerî okul sınavlarına yanına Fazlı yı da vererek gönderir. Çocuk, okulu kazanınca sanki kendi oğlu kazanmış gibi sevinir ancak Azmi nin yerini dolduramaz. Azmi nin ölümü ona çok dokunur. Belli etmemeye çalışsa da, yüreğine bir acı demir atar. Zaman zaman sırtını bir sızı yoklar ama pek önemsemez. Bir gece, uykuda irkilir, göğsünde ağırlık hisseder. Rahatlamak için çırpınır, eşi bir gariplik olduğunu sezer. Işığı yakar, Ziya kendinde değildir. Eşi, annesini çağırmaya gider, döndüklerinde Hacı Ziya, gözlerini tavana dikmiş, yüzüne durgunluk yerleşmiştir. 105

124 Sabah namazı ile Akyazı ya bir bomba düşer. Sarsıntısı kolayca geçecek bir bomba değildir bu. Evine doğru akın eder tüm Akyazı halkı. Hacı Ziya yı salona çıkarırlar. Yüzünde, gereken her şeyi yaptığına inanan mutlu bir ifade vardır. Deli Fazlı, korkunç, uyurgezer, ürkütücü bir durumdadır. Hacı! Bizi kimlere bıraktın Hacı! diyerek çılgınca ağlar. Zorla dışarıya çıkarırlar. Köylüler Akyazı ya akın eder. Akyazı, daha önce böyle bir kalabalık görmemiştir. Bütün dükkânlar kapalıdır, sadece lokantalar, kahveler açıktır ve o gün yemek içmek parasızdır. Bu dost, candan insanın yüreklerde bıraktığı boşluğu kim dolduracaktı? Defin bitince, Vali Hayri Bey, mezarı başında şunları söyler, -Ben bir ilin valisiyim, başında ağlıyorum, akıl hastanesinde yatan Abdurrahim annesine; Hacı niye ziyaretime gelmiyor? O gelmeyince, kendimi garip hissediyorum diyormuş. Bir valiyi ve bir akıl hastasını aynı sevgiyle kendisine bağlayan bir başka insan tasavvur etmek mümkün mü? Deli Fazlı nın mezarlıkta görünmemesi dikkatleri çeker. Evini boşaltmış, başka bir yere gitmiştir. Gittiği yeri bilen yoktur ama bir efsane misali kimi zaman Hacı nın yazıhanesinin orada görüldüğü söylenir. Roman, bu acıklı ve hüzün dolu sonla biter. Ölümün, kaçılmaz tek gerçek olduğu bir kez daha yinelenmiş olur. İnsanların birbirleri ile ilişkileri, muhtaçlıkları, şartların tüm ağırlığına rağmen insanı insan yapan değerlerin asla değişmemesi gerektiği yalın bir dille ifade edilmiştir. Akyazı, Niyazi nin yetişmesinde çok önemli bir ilkokul olmuştur. Babası ve ailesinin manevi ağırlığı ve terbiyesi onu bugünlere hazırlayan harcın ilk karışımıdır. Bir fötr şapkanın, bir futbol maçının, soy isim almak için yapılan kurnazlıkların bu insanlar için ne kadar önemli olduğunu, kâh gülümseyerek, kâh buruk bir hüzünle takip edilliyor. Mehmet Niyazi zaten belki de sırf bunun için Daha Dün Yaşadılar diye bir isim vermiş ro- 106

125 manına. Sanayileşme ile birlikte değişen ihtiyaçlar, değişen duygu ve düşünce alışkanlıkları ile bizler, artık manevi değerlerimizi göremez olduk ve çok kötü değiştik... Öyle ki, artık ne kendimizi, ne komşumuzu, ne kasabalımızı ne insanımızı ve değerlerimizi düşünüyoruz Yaşadığımız; farkında olsak da olmasak da bizi bunaltan ve her geçen gün daha da bıktıran büyük bir yalnızlık (Özcan: ) Doğunun Ölümsüz Çocuğu Mehmed Niyazi, tüm eserlerini kıymet ve değer verdiği, sevdiği, saygı duyduğu bir yakınına, tanıdığına, bir yazar ya da bilim adamına ithaf etmiştir. Bu romana ise oldukça anlamlı, derinliği bulunan bir cümle ile başlamıştır; Hayat elbise gibidir; yanlış iliklenen ilk düğmeyi diğerlerini takip etmesi gibi atılan yanlış adım da çoğu kere ömür boyu sürecek yanlışların başlangıcı olur. Roman, Almanya da geçen olayları konu alır. Kitabın kahramanı Mustafa, ülkesinden yüksek tahsilini yapmak ve tez çalışmasını tamamlamak için Almanya ya gelmiş bir öğrencidir. Onun başından geçen olayları, arkadaşlıklarını, gönül meselelerini, etkileyici ve sade bir dille anlatmıştır. Mustafa, Almanya da vaktini çoğunlukla kütüphanede geçirir. Memleketten tanıdığı birkaç öğrenci arkadaşı, orada tanıştığı dostları ve yakınları vardır. Romanın kimi bölümlerinde, Mehmed Niyazi nin belki de tüm yazarlığında izleri görülen millet, medeniyet, kültür, devlet gibi konulardaki yaklaşımları ve değerlendirmeleri kahramanların konuşmalarında yer almaktadır. Romanda, kültürlerin coğrafya ve milletin algılamasına göre nasıl şekillendiği ve kültürler arası farklılıkların insanda oluşturduğu değişimler ele alınmıştır. Bununla birlikte insan kavramı ve öz olarak insana dair duygular, öfkeler, hırslar, yaşanan gelgitler etkileyici bir üslupla ifade edilmiştir. Mustafa, üniversitede ve genellikle kütüphanede tez çalışmasına devam ederken gençliğinin verdiği istek ve arzuyla bir kızla arkadaş olmak ister. Gönlünden geçen Helga ya da Doris tir. Silviya isimli kız 107

126 ise Mustafa ya ilgi duymaktadır. Doris mezun olup okuldan ayrılır. Ancak Helga ve Silviya romanın başkahramanları olarak hikâyenin sonuna kadar karşımıza çıkacaktır. Mustafa, kendini seven ve sayan, yalnız ve yaşlı bir kadının evinde kiracı kalmaktadır. Yaz aylarında bir fabrikada çalışır. Bu fabrikada çalışan Hilmi Bey le dost olur. Hilmi Bey, mühendistir ve burada yalnız yaşamaktadır. Hilmi Bey, ameli- salih bir Müslüman dır. Hoşgörülü, yardımsever, sakin ve sabırlı bir yapısı vardır. Bunda Mevlânâ hayranı olmasının etkisi büyüktür. Hilmi Bey ve Mustafa sık aralıklarla Mustafa nın evinde buluşur ve dertleşirler. Hilmi Bey ile eve gelen bir diğer misafir ise Ali dir. Ailesi ile birlikte gurbetçi olarak Almanya da çalışan Ali, sert ve katı mizaçlı bir yapıya sahiptir. Buradaki yaşam ve kültür Ali yi rahatsız etmektedir. Romanın ilerleyen bölümlerinde Ali nin kızı, ailesinin rızası olmadan, Alman bir gence kaçacak, bu durumdan dolayı Ali ve ailesi zor günler geçirecektir. Öyle ki Ali, psikolojik olarak rahatsızlanacak ve daha fazla dayanamayıp memlekete dönme kararı alacaktır. Mustafa nın evine gelen sadece Hilmi Bey değildir. Bir barda tanışıp dost olduğu Walter adındaki Alman genci de eve gelip gitmektedir. Walter, giyimi, yemesi, içmesi ile tipik bir Alman gencidir. İnancı olmamakla birlikte Mustafa ile iyi anlaşmaktadır. Mustafa, Helga ya olan ilgisini çeşitli vesilelerle göstermeye çalışır ancak Helga nın yanında gördüğü gencin, Helga nın nişanlısı olduğunu öğrenince bir boşluğa düşer. Bu arada Silviya, Mustafa ya olan ilgisinin karşılıksız olduğunu düşünerek Mustafa nın ziyaretine gelmeyi bırakır. Mustafa şimdi elinde olan Silviya yı da kaybettiğini düşünür. Bu düşünce Silviya ya olan düşkünlüğünü arttırır ancak bunu ifade edecek cesareti bulamaz. Açıkça söyleme gücünü ve yolunu bulamayan Mustafa, çeşitli mizansenlerle Silviya ile yakınlaşmayı dener. Bu konudaki en yakın yardımcısı arkadaşı Tuncay dır. Tuncay, Mustafa ile aynı binada kalan bir öğrencidir. Hem Almanca hem de İngilizceyi iyi derecede bildiği için tercümanlık yaparak 108

127 para kazanmaktadır. Öğrencilikle pek ilgisi yoktur. Gönlünü eğlendirmekle daha çok meşguldür. Hayal gücünün çok geniş olması, olmayanı varmış gibi göstermedeki maharetinden dolayı Mustafa, ilk başlarda pek yakınlaşmasa da sonraları özellikle gönül işlerinde çok yardımını görecektir. Mustafa, elinde sandığı Silviya nın başka bir gençle olmasına içten içe kızar. Silviya yı elde etmek amacıyla Tuncay dan yardım almak durumunda kalır. Tuncay kadınlar konusunda kendisini uzman görmektedir. Çeşitli taktik ve tekniklerle Mustafa ya, Silviya konusunda ümit verir. Hazırladığı çeşitli uydurma haber ve olaylarla Silviya nın gözünde Mustafa yı yüceltmeye, değerli göstermeye ve ona dönmesine uğraş verir. Tuncay ın ilk yaptığı, Mustafa yı ünlü bir yazar ve şair olarak tanıtmak olmuştur. Hazırladığı bir oyunla Mustafa yı, Avustralya devlet televizyonunda çalışan bir muhabire ünlü bir aydın olarak tanıtmış ve röportaj verdirmiştir. Bu vesile ile Mehmed Niyazi, kültür ve medeniyet hakkındaki görüşlerini de kahramanı Mustafa ya söyletme fırsatını bulmaktadır. Muhabir, ülkesine dair bazı sorular sorar, Mustafa oldukça etkili ve isabetli değerlendirmeler yapar. Özellikle Avustralya kültürü hakkında söylediği sözler büyük beğeni toplar. Silviya etkilenmiş görünür. Ancak Mustafa ya ziyarete gelmez ve görüşmez. Bu durum Mustafa yı daha çok üzer ve moralini bozar. Mustafa, evinde misafirlerini ağırlamaya devam eder. Sık aralıklarla Hilmi Bey, Ali, Walter ve Tuncay, Mustafa nın evinde bir araya gelir çeşitli konulardan konuşurlar. Bu ortam sayesinde yazar, insan ilişkileri, din ve vicdan, yaşam hakkında konuşmalara yer verir. Böylelikle insanın iç dünyası, duyguları ve arzuları hakkında edindiği gözlem ve tecrübeleri de ifade eder. Tuncay, Mustafa ya haber vermeden başka bir oyun hazırlar. Çok ünlü birkaç yazarın da katılacağı bir toplantıya sanki toplantı komisyonundan geliyormuş gibi bir davetiye hazırlar. Bu davetiyeyi de Silviya görür. Mustafa bunun bir mizansen olduğunu anlar. Ancak doğ- 109

128 ruyu söylemeyi de kendine yediremez hatta oyunu devam ettirir. Bununla birlikte beklediği sıcaklığı ve yakınlaşmayı bir türlü bulamaz. Mustafa, odasının yanındaki boş odalardan birine memleketten yeni gelen ve abisinin selamını getiren Kadir isimli bir genci yerleştirmek durumunda kalır. Kadir, Manisalı, dil öğrenmeye ve burada çalışmaya gelmiş bir gençtir. Kendini materyalist devrimci olarak görmektedir. Toplumun üst ve alt yapılardan oluştuğunu, asıl olanın ekonomik yapı olduğunu sıklıkla söyler ve savunur. Bu farklı görüş ve düşüncedeki kahramanlar, Mustafa nın evinde denk geldikçe buluşur ve hararetli tartışmalar yaparlar. Walter, Ali ye tanrının polisi, Kadir e zibidi, Hilmi Bey e rahip diye isimler takmıştır. Böyle bir ortamda her nevi konu konuşulur ancak herhangi bir taşkınlık yaşanmaz. Hilmi Bey ile yaptığı bir konuşmada, Mustafa, gönül işleri ile ilgili dertleşir. Bu konuşmalarda Niyazi, insana dair önemli tespitler yapar. Tarihi romanları bile okuyucuyu yormadan yazmaya özen gösteren yazar, aşk, sevgi, hırs, ihtiras gibi gönül işlerine dair konulara da hâkim olduğunu göstermektedir. Hilmi Bey in ağzından aşkı tarif ederken şu cümleleri kurar; Aşk, sel gibidir; kaptığını götürür; ele geçirdiğinin iradesini işe yaramaz hale getirerek onu dalgalarına katar. Çekilmesi zordur; ama geçip gittikten sonra güzelliklerini görür, bizlere neler kazandırdıklarını idrak ederiz. Keşke hepimiz âşık olabilsek (Niyazi, 2009: 67). Mustafa, ev sahibesinin boğulmuş olarak bulunmasından dolayı çok üzülür ve bu olaydan etkilenir. Polise ifade vermesi gerekmektedir. Kitabın ileriki sayfalarında bu olayı Kadir in yaptığı anlaşılacaktır. Ancak Kadir, bu olaydan dolayı değil ama karıştığı bir kavgadan dolayı hapse girmek durumunda kalacaktır. Kadir yaşadıklarından psikolojik bunalıma girer ve intihar eder. Mustafa, Silviya ya olan ilgisinden kurtulamaz. Hatta tutku derecesine gelen duygularının önüne geçemez. Böyle olmakla birlikte açık olarak konuşamaz. Tuncay ın teknik ve taktikleriyle girişimlerine de- 110

129 vam eder ancak sonuç alamaz. Açıkça konuşup onurunu rencide etmekten ve küçük düşmekten çekinir. Bu konuda kendine yardım edecek birini daha bulur. Bu Helga dır. Onunla dertleşir bu arada aslında Helga nın zamanında kendisine ilgi duyduğunu da anlar. Ancak iş işten geçmiştir. Walter ile odasında uzun geceler geçirirler. İki dost efkâr dağıtmak için sıklıkla bir araya gelirler. Bununla birlikte Hilmi Bey in vesilesi ile Mevlânâ Celaleddin i tanıma fırsatı bulan Walter, yine Hilmi Bey ile Konya ya gider. Orada bulunduğu süre zarfında Mesnevi yi ve Mevlânâ nın diğer eserlerini inceleme imkânı bulur. Yazar, bu vesile ile Doğu ve Batının karşılaştırmasını yapar. Mevlânâ yı konuşurlarken hem Mevlânâ hem de eserlerinden yola çıkarak doğunun ezilmişliği ve kurtulma yolları hakkında mülahazalarda bulunmaktadır. Oysa biz büyük bir medeniyetin çocuklarıyız. Batının bilimine sahip olduk mu, kendimize güvenir, ister istemez dünyamıza döneriz (Niyazi, 2009: 161). Mustafa, çalışmalarına devam eder, Helga ile dertleşir, Walter ile akşamları vakit geçirir. Silviya ile sık olmasa da karşılaşır ancak bir türlü istediğini elde edemez. Oysa Silviya da Mustafa ile birlikte olmak istemekte ancak kendini böyle yakışıklı, böyle ünlü böyle karakterli birinin yanında et yığını gibi hissetmekten korkmaktadır, dengeye büyük önem verdiğinden Mustafa nın gölgesinde kalmaktan çekinmektedir. Bu yüzden Mustafa ile huzur bulacağına inanmamaktadır. Bu durumdan habersiz Mustafa yine Tuncay ın bir oyunu ile bir başka kente toplantıya gitmiş numarası yapacaktır. Evde birkaç gün geçirmesi gerekmektedir. Lambaları bile yakmayacaktır. Bununla birlikte Silviya nın kendisini kontrol için geleceğini umut eder ve öyle beklemektedir. Birkaç gün sonra kapının ziline uyanır. Silviya olacağını tahmin eder. Daha doğrusu öyle kabullenir, öyle olsun ister. Pencereyi açar, uzanır. Ancak dengesini kaybeder, düşüp can verir. Yazar, romanı ile ilgili dikkat çekici bir değerlendirme yapar: Ben klasik değil, alaylı bir tarihçiyim. Tarih, cemiyetin gelişiminden ötürü duyduğum bir dal. Bizim tarih kitaplarımızın çoğunda insana dair bir 111

130 tek cümle yok. Hayata yön veren psikolojidir, telakkilerdir. Osmanlı'yı sen, ben kuramayız. Osmanlı tipini oluşturmadan Osmanlı devleti gün ışığına çıkamazdı. Onun için bizim tarih romanlarımız pek yavandır. Doğunun Ölümsüz Çocuğu, bir tarih romanı değil elbette. Ama muazzam bir medeniyetin yeniden inşasında rol alabilecekken, nefsiyle ideali arasında kalıp uyum sağlayamayan insan tipinin tezahürünü anlatıyor (Ulutürk, ). Yazarın daha önce yazdığı İki Dünya Arasında romanı ile irtibatlı bir romandır. Her ikisi de Niyazi nin Almanya yıllarında yaşanmış olaylardır. Zaten kendisi de Her iki romanı birleştirince ortaya benim hikâyem çıkar, söylenen sözler, oynanan oyunlar ortaya çıkar diyerek, önceki romanın tamamlanmış olduğuna vurgu yapar. Niyazi, kısa gibi görünen bu olaylar yumağında, memleketten uzak bir mekânda yaşanan olayları oldukça sade, etkili bir biçimde romanlaştırmıştır. Kişilerin karakter ve düşünceleri çok farklı olsa da, temel noktada insan odaklı bir yapı romanın tesirini arttırmaktadır Bayram Hediyesi Mehmed Niyazi nin hikâyelerini birleştirdiği kitabın adıdır. Aynı isimle bir hikâye ile birlikte on iki hikâye bulunmaktadır. Konulu ve tezli romanları düşünüldüğünde, öykü, edebiyatın başka bir alanı gibi görünmüş olsa da Niyazi, oldukça başarılı, dikkat çekici ve kendine has üslubu olan bir hikâye tarzı oluşturmuştur. Hikâyelerinde, toplumun içinden, yaşadığı çevreden, tanıdığı, kendi halinde ancak kendine özgü yanları olan kahramanları konu edinmiştir. Sade ve kuvvetli bir dil kullanılmıştır. Türk toplumuna has algılamalar, içinde kötülük barındırmayan saflıklar, vefa, bağlılık gibi duygular hissedilirken diğer taraftan yaşamın mizah dolu, hüzün ve ıstırap dolu yönleri de ustalıkla öykülerde işlenmiştir. Hikâyeler farklı kültür, farklı eğitim düzeylerinde, köylü, kentli, öğrenci, esnaf gibi aramızda yaşayan tiplerin öykülerini içerir. Kıskançlık, gurur, yardımseverlik, kendine güven, zayıf tarafları saklaya- 112

131 bilme, takdir edilmekten hoşlanma gibi bizzat insana dair tavırları ve duyguları göstermektedir. Niyazi, düşünce dünyasında hep insan odaklı bir bakış açısına sahip olmuştur. İnsan ise yaşadığı coğrafyadan, tarihinden, geleneklerden, örf ve âdetlerden, kültüründen etkilenmiştir. Bu yüzden merkezde insan bulunmaktadır. Niyazi, 1980 yılında yazdığı Şadi nin Dâhiliği hikâyesinin dışında kitaptaki tüm hikâyeleri altmışlı yılların sonu ile yetmişli yılların başlarında kalem almıştır. Hikâyelerin çoğunluğunda bizzat çevresinde yaşamış gerçek kahramanlar yer almaktadır. Kitaptaki ilk hikâye; Çavuş un Karısı isimli bir hikâyedir; Olay Karadeniz in bir dağ köyünde geçer. Mektepli 2 olarak çağrılan ve kentte hâkimlik yapan bir gencin başından geçen hazin bir öyküdür. Mektepli, oldukça sıkıntılı olduğu bir gün, evinden çıkar ve yolda Çavuş ile karşılaşır. Çavuş lakabı, adamın neredeyse gerçek adı gibi bilinmektedir öyle ki Mektepli bile adamın gerçek adını hatırlayamaz. Çavuş un karısı sara hastasıdır ve bir kriz geçirmektedir. Mektepli, yardım etmesi gerektiğine bir vefa borcu olarak karar verir. Adam, parasının olmadığından yakınsa da Çavuş u zorla ikna ederek karısını doktora götürmeyi kabul ettirir. Mektepli ve Çavuş, ağaç dallarından bir sedye yapar ve kadını sedyeye yatırırlar. Köy, dağ köyüdür ve coğrafya oldukça zorludur. Yokuşlar, dar patikalar, sık ağaçlar yürümeyi güçleştirmektedir. Gece karanlığı ise önlerini görmelerini engeller, yaktığı çırayla önünü seçmeye çalışan Mektepli, yardım etme azmi ve sevinci ile yorulduğunu düşünmemeye gayret eder. Çavuş, karısının adını tekrar ederek sabretmesini söyler ancak bir müddet sonra kadının sesi kesilir. Sedyeyi yere koyarlar, Mektepli, kadınına doğru eğilir. Kadın hayatını kaybetmiştir. Bu sahneyi Niyazi şu çarpıcı cümlelerle anlatır; Aralanmış dudaklarında birkaç feryat asılı kalmıştı sanki. Elimi alnına koydum, buz kesilmişti. Gözlerini kapattım; başımı kaldırdığımda karanlıkta 2 Mektepli, Niyazi nin, kendini ifade için kullandığı bir lakaptır. 113

132 hayalet gibi sallanan Çavuş un gözyaşları ip gibi uzanıyordu. Yüzümü öteki tarafa çevirdim; delice akan Mudurnu Çayı nın çağıltısı bu gece mateminin en içli ağıtlarını söylüyordu (Niyazi, 2007: 18). Çok yakın iki dostun birbirlerine karşı olan muhabbeti ve yakınlığı üzerine bina edilmiş Şadi nin Dâhiliği isimli hikâyede ise latife dolu bir muziplik öyküsü anlatılmıştır. Üniversite öğrencisi kahramanımız, arkadaşı Şadi nin kendine olan aşırı güvenini ve abartılı düşüncelerini bildiği için onu konuşturarak muhabbet etmek ister. Şadi, o gün filozof olduğunu iddia etmektedir. Şadi ye göre kitaplarda yazılanlar yanlış yazılmıştır ve bilinen tüm filozoflarda bir şey olmadığını düşünmektedir. Bunun üzerine kahramanımız, Şadi nin üzerine gitmeye karar verir. Şadi, kendisine yöneltilen derin ve tartışmalı konuları yıllarını bu konuya hasretmiş bir bilim adamı edasıyla anlatmaktadır. Öyle ki; ünlü filozofların nutuk atmak gibi bir özellikleri vardır denilince sandalyeye çıkıp uzun bir nutuk savurmakta, onların elleri de büyüktür denilince ellerinin büyüklüğünü ispata uğraşmaktadır. Kendini kanıtlamak için, kâh bir komutan kâh bir politik lider gibi davranışlarla konuşmalar yapmaktadır. Dâhiliğini ispat için ne gerekirse yapacaktır. Bunu fark eden arkadaşı işi muzipliğe dökerek şöyle söyler; Fizikî yapın, kabiliyetlerin dâhiliğini ortaya koyuyor. Yalnız bütün dâhiler ahlaksızdırlar, oysa sen pırıl pırıl, tertemiz, dürüst, namuslu bir insansın. Bunu duyan dâhi Şadi, Sen öyle zannet, ben öyle şerefsizim ki, dünyada eşimi menendimi bulamazsın diyerek o güne kadar yaptığı tüm utanılacak işleri sıralamaya başlar. Odada bulunanlar kendilerini tutamazlar artık. Şadi yi durdurmak mümkün değildir. Sonunda, Yeter, tamam sen bir dâhisin! demek zorunda kalırlar. Para ve itibar kazanma hırsının, saflıkla birleştiği zaman, ne tür sonuçlar doğurabileceğini gülünç ve bir o kadar da dramatik bir olayla, Nasır İlâcı başlıklı hikâyede görüyoruz. Bakkal Hasan, ilçede küçük bir esnaftır. İşlerini büyütmek ve çok para kazanmak, dükkânını genişletip itibar sahibi bir esnaf olma hayalleri kurmaktadır. 114

133 İstanbul a bir esnaf arkadaşı ile gelir, biraz alışveriş yaptıktan sonra, arkadaşını atlatarak kendi başına alışveriş yapmayı düşünür. Böylelikle kendinin de ne kadar akıllı ve ticaret ehli bir esnaf olduğunu göstermek düşüncesindedir. Kendi başına daha ucuz mallar alacak ve daha pahalıya satacaktır. Bununla birlikte saflığı ve çabucak kanaat getirmesi ise başına dert olacaktır. Bakkal Hasan, İstanbul da toptancıların olduğu yerde ve Kapalıçarşı civarında gezerek piyasayı öğrenir. Kafasında sürekli büyük bir esnaf olduğu düşüncesi ve daha da ilerleyeceği hayalleri vardır. Yanına yaklaşan bir adam merhamet dolu bir sesle baba yadigârı saatini satmak zorunda kaldığını söyler. Bakkal Hasan, bildik bir eda ile önce hiç oralı olmaz ama saatin şatafatına hayran kamıştır. Adam durumu sezer ve başka cümleler kurarak Hasan ı ikna yollarını arar. Sıkı bir pazarlıkla saati ucuza alabileceğini düşünen Hasan, yine saatten de anlıyormuş havasıyla saate adamın istediği paranın yarısını vererek saati alır. Yanına yaklaşan bir başka adam, çalıntı bir saati aldığını söyleyerek onu korkutur. Hasan yaptığı işten pişman olmuştur. Saatten kurtulmaya karar verir. Bir kuyumcuya girerek saati satmak ister ancak kuyumcu saatin sahte olduğunu, beş para etmeyeceğini söyler. Hasan, duruma çok üzülmüştür ve hayal kırıklığına uğramıştır. Pişman, yıkılmış ve yorgun şekilde otele döner. Kandırıldığına canı yanar ancak teselliyi çabuk bulur, diken battığı yerden çıkar sözünü hatırlayarak saati aynı yolla başkasına satmaya karar verir. Bakkal Hasan, elinde saatle dolaşır ve saati satabilecek birini arar. Kime teklif ettiyse olumsuz cevap alır. Akşam olmuştur, saati alması için teklifte bulunduğu bir adam, yüzüne bakar, Hasan ın saatinin bir işe yaramayacağını ancak saatin modelini kullanmak için atölyesinde lazım olabileceğini söyler. Bunun için kendi saati ile takas yapmayı teklif eder. Hasan, dün uğradığı zararı telafi edebileceği kanaatiyle bu alışverişi kabul eder. Adama, saatinin karşılığı olarak üste bir miktar para da vermek suretiyle oradan ayrılır. 115

134 Gece otelde aynı odayı paylaştığı adam saati fark eder ve saatin altın bir saate göre hafif olduğunu söyler. Hasan kuşkulanır ancak bir şey yapacak durumda değildir. Sabah olur olmaz, saatini takas ettiği adamın dükkânına gider lakin ne dükkân vardır ne de adam. Dünyası başına yıkılır. Gördüğü bir trafik polisinin yönlendirmesi ile olayı karakolda anlatır ve ifade verir. Eve dönmek en iyisi gibi düşünür ve yola düşer. Dönüş yolunda Nasır ilâcı diye bağıran bir seyyar satıcı dikkatini çeker. Adama yaklaşır. Kendi nasırının da ne kadar acı verdiğini ve ilçede birçok kişinin nasır yüzünden sıkıntılar çektiğini hatırlar. Bu ilacı ilçede satıp iyi kâr edebileceğini düşünür ve planlar. Bildik bir esnaf edası ile seyyar satıcı ile pazarlığa tutuşur, elinde kalan son parayı da bu nasır ilaçlarından iki kutu alarak köye döner. Her ne kadar saatlerden zarar etmiş olsa da, nasır ilacından para kazanacak olmak ona iyi bir ticaret gibi gelmiştir. Köye döndükten sonra dükkânının camına büyük harflerle Nasır ilacı gelmiştir yazılı bir kâğıt asar. İlk müşterisi de gelmiştir. Seyyar satıcının tarif ettiği gibi o da ilacı nasıl kullanması gerektiğini tarif eder. Müşterisi Kürkçünün Ali, dükkânda uygulamak istediğini söyler. Kutuyu açarlar, kutunun içinden şöyle bir yazı çıkar; Ayağınızda nasır olmasını istemiyorsanız, ayakkabıyı bol giyin. Bakkal Hasan, kurduğu tüm hayallerin birden boşa çıktığını anlamıştır ama iş işten geçmiştir. İnsanın zayıflığına, hırslarına, hayallerine dair bir hikâyedir ve insanın düşebileceği durumlar basit ancak düşündürücü bir olayla ifade edilmiştir. Hurşit in Yazar Oluşu isimli öyküde ise, taksi şoförlüğü yapan bir gencin yazar olma hevesi ve düştüğü dramatik son, konu edilmektedir. Hurşit, üniversite hocaları ve öğrencilerinin sıkça uğradığı bir kitapevine takılmaya başlar. İlk önceleri suskun görünür ve çoğunlukla kenarda dinler konuşulanları. Gün geçtikçe, kendine özgü cümleler kurup sohbetlere katılmaya başlar. Bir müddet sonra, gençlerin hal ve hareketlerini beğenmemeye, birçok konuda hocalardan bile daha fazla 116

135 şeyler bildiğini dillendirmeye başlar. Onunla istihza etmek isteyen birkaç üniversite öğrencisi güya, konferans verdirmek amacıyla onu hazırlıksız bir anında ikna ederler. Büyük bir cesaretle on, on beş kişiye nutuk atar. Öyle bir hâle gelir ki artık kitap yazmak zorunda hisseder kendini. Kitapçıdan aldığı tomarla kâğıtları eve götürür ve çok ses getirecek bir kitap yazdığını söyler. Etrafta Hurşit ile ilgili pek çok laf çıkar. Ancak Hurşit, hiçbirine aldırmaz ve yazmaya devam eder. Yazmaya başladıktan sonra, anormal ve hoş karşılanmayan bazı hareketlerde bulunur. Artık kendisini, önemli bir yazar olarak görmekte ve kendisinin anlaşılmamasından dem vurmaktadır, bununla birlikte kimseyi beğenmez. Hurşit, gün geçtikçe dengesini kaybetmektedir. İnsanlarla kavga eder, çalışmayı bırakır ve bir gün kitapçıya şöyle bir haber gelir; Hurşit, yazdıkları ile üniversiteye savaş açmıştır. Yazdığı kâğıtları üniversite kapısının önüne koymuş, İlim orda değil, burada! diyerek bağırmaktadır. Cüretkâr, deli cesareti denebilecek bir cesaretle her şeyi karşısına alan bu genç sonunda bir metaforun içine düşmekten kurtulamamıştır. Aslında buna benzer kişilikler toplumda azımsanmayacak kadar çoktur. Böyle kişiler nedense normal görülmezler ancak onlar yaptıklarından çok emindirler. Geç Beyim isimli hikâye ise özetle şöyledir: Köylü Hüsnü, avladığı üç ördekle ilçede dolaşırken, rast geldiği kaymakamın ısrarı ile bu üç ördeği ona satar. Kaymakam Bey, ördekleri evine götürmesini ister ve parasını da peşin olarak verir. Yolda jandarma komutanı ile karşılaşır. Komutan oldukça sert mizaçlı biridir. Hüsnü nün itirazlarını dinlemeden elindeki üç ördeği satın alır ve o da evine götürmesi emriyle parasını da verir. Hüsnü şaşkın, biraz pişman ancak cebindeki paraların sevinciyle yürürken ilçenin ileri gelenlerinden Hacı Ali ile karşılaşır. O da ördeklere talip olur. Hüsnü, sinsice gülümser ve ördekleri aynı fiyata Ali ye satar. Bu defa Hacı Ali nin evi yakındır ve ördekleri onun evine bırakır. 117

136 Hüsnü, yaptığı işten pişman olmuştur ve başına geleceklerden korkmaya başlar. Hızla köyüne döner. Kaymakam ve Komutan, neredeyse aynı olayları o akşam evlerinde yaşarlar. Birbirleri ile konuşurlarken durumu fark ederler. Kaymakam, ördeği satan köylünün bulunmasını ve cezasının verilmesini ister. Komutan, bu işi üstlenir ve Köylü Hüsnü yü aratır. Bulması zor olmaz. Hüsnü ne kadar kaçsa da eli kolu çaresizdir. Komutan ısrarla muhtar aracılığı ile haber yollar ve Hüsnü yü beklediğini belirtir. Hüsnü, kaçmanın çare olmayacağını anlayarak ilçeye gelir. Ancak, en hafif şeklide nasıl kurtulabileceğini, emekli dava vekili İhsan Bey den sorar. İhsan Bey, düşünür ve birkaç tokat yemeye razı olursa ve ördekleri sattığı paraya yakın bir parayı da vermeyi kabul ederse bu işten sıyrılabileceğini söyler. Parayı da iş bitince alacağı garantisini alır. Hüsnü, çaresiz kabul eder. Buna göre; Komutan ne derse desin, ne yaparsa yapsın, Hüsnü, Geç beyim diyecektir. Hüsnü, denileni aynen yapar, komutan ne sorarsa Geç beyim der. Komutan kızar, sinirlenir birkaç tokat vurur ama Hüsnü, umursamadan hep aynı cevabı verir. Bir müddet sonra Kaymakam da, karakola gelir. Hüsnü, ona da aynı taktiği uygular, sonunda her ikisi de bununla uğraşmanın faydasız olacağına karar verip Hüsnü yü salıverirler. Hüsnü, gayet sakin karakoldan çıkar, İhsan Bey in dükkânının önünden geçerken, İhsan Bey, Hani benim param? dercesine Hüsnü ye işaret eder. Hüsnü, oldukça rahat ve umursamaz bir tavırla ona da Geç beyim der ve uzaklaşır. Rıfkı Bey in Bir Günü başlıklı hikâyede, hâli vakti yerinde, zengin, konforlu bir yaşam süren fabrikatör Rıfkı Bey kaleme alınmıştır. Yaşadığı toplumun gerçeklerine uzak, kendi etrafında dönen bir dünya istemektedir. Zenginliğine ve servetine rağmen, işlerin durgunluğundan ve daha fazla para kazanamamaktan şikâyetçidir. Çevresinde olup bitenler onun çıkarına veya zararına olmadığı sürece önemsizdir. Kendi dışında gerçekleşen olaylara o kadar lakayt davranır ki, çıkan bir yangını evine uzak olduğu için yok sayar ve gündemine bile almaz. 118

137 Yazar ve gazeteci Hüseyin Ali nin dalgınlığı ve unutkanlığı üzerine kurgulanan Bir İftar Daveti adlı hikâye, insanın yaşamında düşebileceği gülünç ve bir o kadarda vahim durumu anlatmaktadır. Öyle ki, öykünün kahramanı Hüseyin Ali, kafasında tasarladığı ve düşündüğü roman ile gerçek hayatı karıştırmaktadır. Bir ramazan günü, oruç olduğunu unutur, kaldı ki, o akşam çok yakın bir aile dostlarını iftara davet ettiklerini de unutmuştur. Dolayısı ile evden istenilen ihtiyaçları da almamıştır. Eşinin idare etmesi ile durum atlatılır ancak o gün Hüseyin Ali, bir başka yakınına da dışarıya çıkmak için söz vermiştir. Evde otururlarken zil çalar ve arkadaşları eve gelir. Evde misafir olduğunu unutarak, beklemelerini, paltosunu alıp geleceğini söyler ancak yatak odasına gittiğinde uykunun iyi geleceğini düşünerek yatağa uzanır ve uykuya dalar. Kıskançlık başlıklı hikâye, aslında Niyazi nin Almanya da yaşadığı olayların kısa bir özeti gibidir. Öykünün kahramanlarından Helga ve Hildegart, Niyazi nin İki Dünya Arasında ve Doğunun Ölümsüz Çocuğu adlı romanlarında yer alır. Öyküde, Helga ve Hildegart adlarında iki kızın muhabbeti ve sevgisi arasında kalan Zekâi anlatılmıştır. Hildegart, onun için ayrı bir yere sahiptir. Helga nın fiziki yapısını ve insanlığını daha çok beğense de Hildegart, Zekâi için çok daha değerli ve kıymetlidir. Lüğlüp İlyas başlıklı öykü, hiçbir belirgin özelliği olmayan ama içinde ne büyük bir dünya taşıdığını zor fark ettiğimiz bir karakteri anlatır. Lüğlüp İlyas, kendi halinde ailesi ile birlikte kıt kanaat geçinen fakat kimseye muhtaç olmayan bir adamdır. Anadolu nun birçok yerinde olduğu gibi nereden kaldığı ve neden konuşulduğu belli olmayan lakabı ile dikkat çekmektedir. İlyas, lakabını beğenmez ve kullanılmasından hoşlanmaz. Anlamını araştırsa da bir sonuç elde edemez. Bu duruma alışmak zorunda kalan İlyas, dükkânını genişletmek ve daha saygın bir kişi olmak amacıyla girişimlerde bulunur. Tamirci dükkânına birkaç yeni eşya, mal ve parça alır. Bu girişim etraftan bazı esnafların başlatması ile alay konusu olur ve Bayağı arttırmışsın! ifadesi, 119

138 ismi ile birlikte anılır hâle gelir. İlçe hep bu sözü söylemeye başlar. Çocuklar bile bu espriyi sıkça yapmaya başlarlar. Lüğlüp İlyas, bir yandan lakabı diğer yandan Arttırmışsın İlyas! hitaplarından çok bunalır ve buradan göç etmeye karar verir. Ailesinin bile haberi olmadan büyük bir kentte ev tutar ve aniden göç edip, ilçeyi terk eder. Niyazi, kitabının başında, annesinin kendi kitapları arasında en çok Bayram Hediyesi kitabını beğendiğini belirtir. Ayrıca Anadolu kadınının ve annelerin vefasını, sabrını, imanını konu edinmenin gerekliliğine vurgu yapar. Ninemin Bekleyişi başlıklı öyküsünde ise aslında annesini de anlatmıştır. Bu hikâyede, Niyazi, ninesi ile birlikte geçirdiği günleri, kadıncağızın torununa olan ilgi ve yakınlığını, kendisinde ninesini bıraktığı derin ve anlamlı izleri hatırlamaktadır. Özellikle Süleyman Amcası hakkında ninesinin söylediği özlem dolu sözler Niyazi yi çok etkiler. Süleyman Amcası Balkan Savaşları nda şehit olmuştur. Bu olayı daha sonra Yazılamamış Destanlar romanında tekrar anlatacaktır. Niyazi, lisede okurken, ninesinin hastalandığı haberini alır ve büyük bir üzüntüyle köyün yolunu tutar, eve yaklaştığında babasının okuduğu sure ve dualarla hüznü yoğunlaşır. Ninesini yatakta hasta vaziyette görmek ona derinden tesir eder. Kitaba ismini veren hikâye ise, Rus zulmünün had safhaya çıktığı Azerbaycan topraklarında yaşanır. Baymirza ve ailesi, bir çocuklarını şehit vermiş ve diğer çocuklarını da dağlara göndermek durumunda kalmıştır. Müslümanların kurban bayramından dolayı, Rus General geçici bir ateşkes ilân eder. Baymirza nın babası bayram namazından sonra eve döner. Hep birlikte mahzun ve sessiz bir bayram sabahını yaşarken eve Rus askerler gelir. Ellerinde bir sepet vardır. Ateşkes olduğu için korkmasalar da bir endişe duyarlar. Askerler ellerindeki sepetin komutanları tarafından hediye olarak gönderildiğini söyleyerek sepeti bırakır giderler. Bir müddet sonra Baymirza nın annesi sepetteki paketi açar; paketten Baymirza nın ağabeyi Narmirza nın kesik başı çıkmıştır. Acı ve dayanılması güç bu olay karşısında şok olurlar ve çılgına dönerler. Niyazi, Ölüm Daha Güzeldi romanında Rus zulmünü 120

139 anlattığı bir başka olayı ve oradan kaçışı ele alacaktır. Ömer Seyfettin in Bomba isimli öyküsü hatırlara gelmektedir. İnsanlığın ve özellikle Türk milletinin çektiği çilelere rağmen gösterdiği sabrı ve metaneti açık, sade bir dille ifade edilmiştir. Hikâyelerde anlatılan birçok kişi ve olaylar gerçektir. Sıradan ve normal kabul edilen bir insan aslında gözlemlendiğinde kendine özgü ve diğerlerinden farklı yapı taşıyabilir. Ne söylenmişse ve ne yazılacaksa aslında insana dair olmaktan kurtulamaz. İnsan ise kültürü, medeniyeti, tarihi ve coğrafyası ile bir kimlik taşır. Bu kimlik kendi yaşadığımız toplumun bir aynasıdır. Bu öykülerde bahsi geçen tipler aslında bizden, kendimizden izler taşır. Hikâyelerde anlatılan bizzat toplumun kendisidir, bu yüzden kitapta, tanıdık bir mahallede, bildik bir sokakta, aşina yüzlerle karşı karşıya kalırız Araştırmaları Mehmed Niyazi, üniversite yıllarından başlayarak, devlet, millet, medeniyet, kültür gibi insanlığın yüzyıllardır üzerinde tartıştığı temel konulara eğilmiştir. Özellikle Almanya da devlet felsefesi konusunda yaptığı araştırmalar ve bu araştırmaların sonucu kaleme aldığı eserler dikkat çekicidir. Yazdığı kitaplardan üçü sanki bir üçleme çalışmasını andırır. Bu çalışmalar birbirini takip eden, aynı araştırma süreci ve uğraşın sonucudur. İslam Devlet Felsefesi, Türk Devlet Felsefesi ve Türk Tarih Felsefesi isimli eserler yıllardır devam eden okuma ve araştırmaların sonucu olarak okuyucu ile buluşmuştur. Millet ve medeniyet konularında kaleme aldığı makaleleri ve bu konulardaki araştırmaları özel başlıklar halinde kitaplaştırılmıştır. Çalışmanın bu bölümünde yazarın araştırmaları hakkında değerlendirmeler yapılacaktır Millet ve Türk Milliyetçiliği Mehmed Niyazi nin, gerek yazdığı kitaplar, gerekse köşe yazıları incelendiğinde millet kavramı üzerine ne kadar çok durduğu ve özel bir önem verdiği anlaşılır. Bunda, gençliğinden getirdiği millî duygu- 121

140 ların, Türk milletine olan hayranlığı ve bağlılığının, yetiştiği çevrenin, etkilendiği yazar ve düşünürlerin tesiri vardır. Fakat en önemlisi o, milletini derin bir tutkuyla sevmektedir. Bununla birlikte araştırma yaptığı alanın genel üst başlıkla devlet olduğu düşünülürse milliyetçilik konusunda bir çalışma yapacağı mukadderattı. Millet ve Türk Milliyetçiliği isimli çalışma, yazarın kaleme aldığı makaleleri de kapsamaktadır. Millet kavramı ve Türk milliyetçiliği üzerine derli toplu, açıklayıcı ve bilimsel bir çalışma sunulmaktadır. Konu ile ilgili, her seviyeden okuyucuya ufuk açıcı bilgiler verebilecek yoğunluktadır. Bununla birlikte, uzun ve geniş kapsamlı tartışmalardan kaçınılmıştır. Günümüzde Türkiye nin çok sık gündemine gelen kimlik ve milliyetçilik konularında öz ve isabetli değerlendirmeler yapılmıştır. Milliyetçilik, hemen her yaştan ve her kesimden insanın, kendilerince bir şeyler anladıkları bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazar da, durumun bu bakımdan çapraşık bir durum arz ettiğini ifade etmektedir. Mahiyeti insandan insana, toplumdan topluma değişmektedir. Bütünleştirmeye yönelik olduğu zaman birlik ve beraberliği isteyenlerce meşru, bölmeye yönelik olduğu zaman gayri meşru kabul edilmektedir. Ayrıca, bir ideolojik olgu olarak da algılanabilmektedir. Yazar, tüm bu karmaşık durumun farkında olduğunu belirterek millet kavramını açıklayarak kitabına başlangıç yapar. Yazara göre, milletin oluşmasında menfaat, korku ve diğer faktörlerden ziyade aidiyet şuuru tohum teşkil etmektedir. Aynı ataların çocukları olmak, aynı toprakları vatan olarak benimsemek, aynı dili konuşmak, aynı inancı paylaşmak, aynı değerlere sahip olmak aidiyet duygusunun ötesinde sosyolojik bir bütünü ortaya çıkarıyordu. Zamanla irsiyet kanunları kendini göstererek sosyolojik bütüne biyolojik hüviyet verip, onu sosyal ve biyolojik bir bütün haline dönüştürüyordu. Yaşadıkları felaketler, kazandıkları zaferler, içinde bulundukları şartlar sosyolojik ve biyolojik bütünü o günün realitesinde özlenen yarınlara hazırlarken, belli özelliklere kavuşturup, millet haline getiriyordu (Niyazi, 2000: 17). 122

141 Yazar, millet kelimesinin etimolojisini belirtirken, kelimenin, dilimize yabancı bir dilden geçmiş olsa da, kazandığı anlama dikkat etmek gerektiğini vurgular. Ayrıca, milletle; halk, kavim, ırk gibi diğer sosyal gruplar arasında önemli farklar vardır. Misal halk, belli bir dönemde yaşayan insanları ifade eder; canlı varlıklardan oluşur. Millet ise mevcut, geçmiş ve gelecek bütün nesilleri kapsar. Kendi özelliklerini tam oluşturamamış veya özelliklerinin değerini yeterince idrak edememiş, çoğunlukla soy birlikleri olan kavimle millet arasında belirgin farklar vardır. Milletleri oluşturan kişiler arasındaki ruhî temayüller, kavimleri oluşturan kişilere göre daha yoğundur. Irk kavramında ise daha çok fizikî bir takım özellikler öne çıkmaktadır. Oysa insan, yalnızca fizikî görünüşünün mahsulü olmayıp, ruhî muhtevası da bulunan bir varlıktır. Milletin oluşumunda her iki yön de etkili olmuştur. Niyazi, millet hakkında ileri sürülen felsefî, siyasî, sosyolojik yaklaşımları belirttikten sonra şu sonuca varır; Hukukî manasıyla millet, belli bir devletin hudutları içinde yaşayan, resmî dili yasayla belirlenen, devletin toprak kaybıyla veya kazanmasıyla azalıp çoğalan vatandaş denen insanların toplamıdır. Fakat nasıl su, hava tabii birer realite ise, millet de sosyolojik bir realitedir. Siyasî olaylar, askerî zafer ve yenilgiler kaderini etkilese bile, varlığını tayin edemez. Çünkü suni değil, organiktir. Halktan, kavimden ve ırktan ayrı olan millet belli unsurlarla oluşmuş ve belli özelliklere kavuşmuş insan topluluğudur. Yazara göre, milletler canlı birer organizma gibidirler. Gelişmeye ve değişmeye devam edeceklerdir. Bu bakımdan o, toplumsal ve sosyolojik bir yaklaşımı tercih etmiştir (Niyazi, 2000: 39). Kitabın ikinci bölümünde milleti oluşturan unsurlar ve bu unsurların etkileri tartışılmıştır. Milletin oluşmasında, din, dil, ırk gibi objektif unsurlar, millet olma şuuru, bağlılık gibi sübjektif unsurlar ya da her ikisi de birlikte ele alınarak düşünce yapıları oluşmuştur. Bunların yanında birlikte yaşama, istek ve iradesi, gönül birlikteliği ve bunlar için elverişli bir zemin milletin oluşumunda etkili olabilir. Ancak kimi zaman tek bir unsur milletin oluşumunda tesir ederken kimi zaman tüm bunların ortak bir etkisi olabilmektedir. 123

142 Yazar, milletin unsurlarını maddeler halinde şu sırayla verir ve bu unsurları değerlendirir; dil ve soy, din, kitle ve vatan, zaman, ülkü, ortak egemenlik altında yaşamak, iktisadî menfaat. Birbirleri ile anlaşabilme, sağlıklı iletişim sağlayabilme dil ile mümkün olabilmektedir. Din, sıradan bir unsur değildir, yasaklar ve emirler zinciri olarak din, insanın insanla ve insanın eşyayla ve insanın kendisi ile ilişkilerini düzenlediği için bir insan tipinin oluşumunda çok tesirlidir. Vatan, barındırdığı hatıralar, kutsal beldeler, ataların mezarları ile aidiyet şuurunu her gün tazeler. Zaman, o milletin özelliklerini o coğrafyaya sabitleyen bir unsurdur. Hiçbir şey beklemeden, milletin hayrına olduğuna inanılan bir iş yapmanın lezzeti sonsuzdur; bu lezzet, bu heyecan belli bir ülküye inanmayanlara yabancıdır. Coğrafyanın vatan haline gelmesinde ortak egemenlik çok önemlidir. İnsanî ihtiyaçlar ise ancak ortak ekonomik menfaatlerle rahatça karşılanabilir. Yukarıda sayılan unsurlar o milletin özelliklerini de hazırlamış olur. Unsurların etkisi değişik olduğundan ve farklı şartlarda geliştiğinden toplumlar ayrı özelliklere kavuşmuştur. Bu bakımdan her milletin kendine göre, kendine has özellikleri vardır. Değişik şartlar altında bulunan milletlerin tarihî gelişmelerini etkileyen unsurlar birbirlerine benzemediğinden her milletin sahip olduğu özellikler de farklı oldu. Yaşanılan toprak, hava, su gibi biyolojik etkiler, nesilden nesle aktarılan kalıtımsal durumlar, dini inançlar milletin özellikleri ile yakından ilgilidir. Ayrıca ıstıraplı ve hazin devirler, savaşlar, zaferler, kullanılan eşyalar, ekonomik seviye, kültür ve sanatta ulaşılan nokta da bir milletin özelliklerinde önemli rol oynamıştır. Yazar, buradan hareketle gerek tarihte, gerekse günümüzde yaşayan milletlerden örnekler vererek özelliklerini örneklerle anlatmıştır. Mesela, aynı kültür bölgelerinde yoğrulmalarına rağmen, eski Yunan ve Romalılar değişik özelliklere sahip idiler. Yunanlılar, destanların, mitolojilerin içinde yaşıyorlardı. Hayatlarını adeta felsefe dolduruyordu. Romalıların ise destanları, mitolojileri, felsefeleri yoktu. Buna karşılık hukuk düşüncesi, devlet düzeni o yüzyıllarda Batı da en üstün seviyeye Romalılarda ulaşmıştı. 124

143 Genel olarak çeşitli milletlerin özelliklerini belirttikten sonra Türk milletinin özellikleri hakkında bilgiler verilmektedir. Türk milletinin de şartlardan, tarihî gelişmesinden kendine ait özellikler doğmuş ve gelişmiştir. Yazar, Türk milletini dokuyan özelikleri şu şekilde sıralamaktadır; aksiyon, intibak, hoşgörü, yüksek ahlâklılık. Aksiyon: Türklerin, aksiyon özelliklerini Oğuz Han ın şu sözüyle anlamak mümkündür; Gökyüzü çadırımız, güneş bayrağımız. Oğuz destanındaki Daima göçeler, oturak olmayalar! buyruğu da aynı özelliğin bir sonucudur. Türkler, insan denizi Çin in dibinde yaşamış, sık sık baskına uğramış, baskın yapmıştır. Bozkır kendine yetmemiş batıya doğru göç etmiştir. Bu göç esnasında İslam dini ile tanışmış, bu din ile birlikte aksiyoner özellikleri yeni bir kaynaktan beslenmeye başlamıştır. Cihan Padişahı, Dünya Hakanı gibi unvanlar aksiyoner olmanın getirdiği sonuçlardır. Türkler, sahip oldukları aksiyon özelliği ile teşkilat ve nizam fikrinin gelişmesini sağlamışlardır. Devlet kurma ve bu devletin bekasını sağlamak ancak bu şekilde bir özellikle mümkün olabilmiştir. Türkler, dünya tarihindeki ilk amme hukukunun uygulayıcısıdır. Teşkilat ve disiplin, ehliyet ve liyakat gibi esaslar Türklerin kurdukları devletlerde önemli birer faktör olmuştur. İntibak: Bir milletin, bir medeniyetten diğer medeniyete kişiliğini ve kimliğini yitirmeden geçebilmesi çok önemlidir. Çünkü bu şekilde bir millet, dünyanın yeni şartlarında yaşama imkânı bulabilir. Kendi özelliklerini yitirmeden yeni bir ortama ve zamana ayak uydurmak, uydurmakla kalmayıp kendi izi ve etkisini o zamana gösterebilmek ancak bilinçli bir intibakla mümkündür. Türkler, bunu Müslüman olup, kendi özellikleri ile yeni dinlerinin istediklerini bir potada toplamayı başarmakla göstermiş oldular. Müslüman olan Türkler sadece sahip oldukları özellikleri korumadılar, onları geliştirdiler; mesela devlet anlayışında ebed-müddet e vardılar. Tebaa, onlar için vediatullah (Allah ın emaneti) oldu, sultanlar kendilerini Bütün mazlumların velisi telakki ettiler (Niyazi, 2000: 91). 125

144 Hoşgörü: içgüdüsü ile aksiyon ve teşkilatçılığına güvenen Türk milleti, tarih sahnesinde yer aldığından beri kendine güven duymuş, dolayısı ile hoşgörüye sahip olmuştur. Türk milleti, sayısız milleti egemenliği altına almış olmasına rağmen hiçbir milleti topyekûn kılıçtan geçirmemiştir. İslamiyet i kabul ettikten sonra hoşgörü özelliği, yeni dinin evrenselliği ile daha geniş boyutlara ulaşmıştır. Türkler gittikleri hiçbir yere vahşet, zulüm, mecburi kültür değişimi götürmediler. Yeryüzünde imparatorluklar kurup da emperyalist olmayan tek millet Türklerdir. Yazarın burada verdiği şu örnek manidardır; Türklerin hâkimiyeti Hindistan da dokuz yüz yıl, İngilizlerin ise yüz yıl sürmüştür. İngiliz hâkimiyeti, pek çok dil arasında ortak anlaşma vasıtası olarak İngilizceyi bıraktı. Fakat Türklerin dokuz yüz yıllık hâkimiyetleri sona erdiğinde Ganj Irmağı nın kenarında konuşulan diller varlıklarını devam ettiriyordu. Zira Türkler İngilizlerden farklı olarak yerli halka ikinci sınıf insan muamelesi yapmıyordu. Yüksek Ahlaklılık: Türk milletini özel kılan en önemli ahlakî tarafları, yüreklerindeki sevgi, bencil olmamaları, merhamet duygusu, vefa ve fedakârlıktır. İnsanı dost, kadını anne, eski nesilleri ata, toprağı vatan yapan vefa ve fedakârlık duygularıdır. Türk milletinde bu ahlakî özellikler ilk zamandan beri var olagelmiştir. Yazar, millet kavramı üzerine yaptığı bu değerlendirmeler üzerine milliyetçilik konusunu ele alır. Milliyetçiliğin tarifi ve tarihi üzerine yapılan tartışmalara değinir. Yazara göre, milliyetçilik; milletlerle yaşıttır. Millet bir realitedir, milliyetçilik ise, bu realitenin farkına varma, şuuruna ermedir. Milletini sevmek, vatanseverlik gibi sübjektif yaklaşımlarla milliyetçilik layığı ile kavranamaz. Milliyetçilik için objektif ölçü veya ölçüler koymak gerekir. Yazar, milliyetçiliğin diğer sosyal grup ve kavramlar arasındaki yerini tespit için, bu sosyal sınıflar hakkında bilgi verir ve şu sonuca varır; tarihin yürütücü unsuru şüphesiz millettir. Tarihi yapan, kültür ve medeniyeti oluşturan, kültürlerin taşıyıcılığı görevini üstlenen toplum birimleri içinde en önemli birim millettir görüşüne milliyetçilik, 126

145 bu görüşte olanlara da milliyetçi denir. Milliyetçi duygu yerine milliyetçi şuurun daha önemli ve gerekli olduğuna inanmaktadır. Milliyetçi şuur hem o milletin özelliklerini hem o milletin menfaatini düşünür. On birinci yüz yıldan itibaren İslamiyet, Türk dünyasında çok önemli bir yere sahip olmuştur. Artık İslamiyet ile Türkleri birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Türk milliyetçiliği herhangi bir ideoloji, felsefî hayat, tasavvuf değil, hakikat çekirdeğini ihtiva eden bir idealdir ve tarihin karanlıklarından beri milletin getirdiği değerlerle, Türk milletinin mevcut sosyal gerçeklerinden kuvvet alır. İçinde pek çok ideolojiyi, felsefî cereyanı barındırabilecek bir dünya görüşüdür. Kitabın bundan sonraki bölümleri, her biri kendi içinde farklı ve özgün bir tartışma konusu olabilecek başlıklar halinde kaleme alınmıştır. Altıncı bölümün sonuna konulmuş ek, Turgut Özal ın ( , TC sekizinci Cumhurbaşkanı) cumhurbaşkanlığı sırasında kendine yazılmış bir mektuptur. Bu ek, konu olarak, Kürtler ve Kürtlerin tarihsel sürecini ele almaktadır. Mehmed Niyazi, tarih şuuru noktasında hassastır, bu duygu ve bilince özel bir önem vermektedir. Onun, milliyetçilik anlayışında da tarihin ayrı bir yeri vardır. Tarih anlayışı ve milliyetçilik algısı, onun tarih şuuru ve milliyetçiliğin birlikte kavranması gerektiğini vurguladığını göstermektedir. Çünkü Niyazi ye göre; geçmişle irtibat nasıl yaşadığımızın nereden geldiğimizin, gelecekle irtibat ise nasıl yaşayacağımızın ve nereye gideceğimizin şuuruna bizleri sahip kılar. Yazar, milliyetçiliği sadece bir milletin tarihinin şuuru olarak görmez, ona göre, milliyet olmayan yerde şahsiyet, şahsiyet olmayan yerde insan yoktur. İnsanı seven herkes, onun kökleri olan, devamlı mayasını tazeleyen, her an ona bir şeyler taşıyıp onu zenginleştiren milletleri de sevmek, varlıklarını sürdürmelerini arzulamak, onlara saygı duymak zorundadır. Niyazi, kitabının son bölümünde milletlerin geleceği hakkındaki düşüncelerini dile getirir. Teknoloji ve iletişim hızla gelişip değişmek- 127

146 tedir. Teknik imkânlar ne kadar ilerlerse ilerlesin milletler var olmaya devam edecektir. Çünkü coğrafya farklılıkları, inanç çeşitliliği, sanat ve kültür anlayışları farklılık gösterdikçe, milletleri var eden unsurlar da devam ediyor demektir. Bu da, milletlerin ve dolayısı ile milliyetçiliğin devam edeceğinin göstergesidir. Yazar, bu kitapla millet ve milliyetçilik olgularını ele almıştır. Milletin unsurları ve milliyetçiliğin algılanış şekilleri üzerine değerlendirmeler yaptıktan sonra günümüz dünyasında milliyetçiliğin durumunu ve geleceğini tespite gayret etmiştir. Çünkü milliyetçiliği bilmeden sosyolojik boyutları ile milleti ve hayatımızdaki rolünü yeterince anlamak mümkün değildir Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği Mehmed Niyazi, ait olduğu milletin geçmişi ve bugününden yola çıkarak geleceğinin de şekil alması gerektiğine inanır. Ona göre bizler, Doğu ile Batı arasında yerini arayan bir millet olsak da, kendimize özgü yönlerimiz ile aslında özel bir kutup noktası olabilme yetenek ve gücüne sahibiz. Son iki yüz elli yıldır içine düştüğümüz zorluklar ve ağır şartlar, medeniyetimizin parlak dönemlerini silmiş görünse de bu değişmeyecek bir durum değildir. Niyazi, milletinin derdini, hüznünü, boynu büküklüğünü yüreğinde hisseden ve bu ıstırabı derinden duyan bir millet evladıdır. Bu nedenle Niyazi, ülkesini arayan medeniyetin tekrar milletimize döneceğine olan ümit ve inancını canlı tutmak amacıyla okuma ve yazma işini asla bırakmamaktadır. Mehmed Niyazi, Türk milletinin dünya tarihi boyunca uzun yıllar süper güç olduğunu hatırından çıkarmamaktadır. Süper güç olduğumuz dönemlerde dünyaya muazzam bir medeniyet örneği göstermiştik. Niyazi, medeniyetimizin tekrar dirilebileceği kanaatini taşımakla birlikte bunun bir zorunluluk olduğunu vurgulamaktadır. Yazılarında çoğunlukla medeniyet kavramı üzerinde durmakta, Türk milletinin tarihini bilmeye çağırırken belki de medeniyetimizi tekrar ayaklandırmaya çağırmaktadır. 128

147 Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği adlı çalışma, bu çağrının bir tezahürü niteliğindedir. Kitabın önsözünde, şu çarpıcı ifadeleri dile getirerek kitabın anahtarını da okuyucuya vermiş olmaktadır; Bugün Doğulu da değiliz, Batılı da İki dünya arasında adeta medeniyet muhaciriyiz. Aslında ne kendimizden kaçmanın yollarını aramalı, ne de Batı da oluşmuş seviyeli bir kültür ve medeniyete gözlerimizi kapamamalıyız. Yüzyıllardan beri sürüp gelen hayatımızın elbette bir anlam taşıdığını bilmeli, milletimizin tecrübesi ile teşekkül eden geleneklerimizi, değerlerimizi, değerlerimizi asla küçümsememeliyiz. Zaten bütün ciddi kültür ve medeniyetlerin her biri birer sentez değil midir? Biraz dikkat edince coğrafî ve tarihî şartların sentezi önümüze koyduğunu, bizi ona zorladığını görürüz. Asya nın engin ruhuyla, Avrupa idrakinin mezcedilmesine çağımızda insanoğlunun ne kadar ihtiyacı var. Tarihî misyonumuz da bunu gerektirmiyor mu? Kitap, çeşitli kavram ve olguları, tartışmaları, insanlık tarihi açısından ele alırken Türk dünyasının bu süreçteki yerini ve durumunu tespite çalışmaktadır. Kültür, bilim, sanat, tarih, din gibi kavramların medeniyet oluşumundaki yerini ve ilişkilerini incelemektedir. Her konu için ayrı bir başlık kullanılmış, her bir konu kendi içinde özgün birer makale çalışması şeklinde düzenlenmiştir. Niyazi, giriş bölümünde Türk dünyası ve özellikle ülkemizdeki Batılılaşma çalışmalarının süreci ve buna neden gerek duyulduğu hakkındaki görüşlerini belirtmiştir. Batı yı ve Batılı olmayı tarif etmek, hedefi belirlemek açısından önemlidir. Batı, planı projesi yapılmış bir toplum modeli değildir. Ancak genellikle, Grek-Romen esasına oturan, Hıristiyan zihniyetiyle gelişen kültür ve medeniyet olarak tarif edilmektedir. Bugün Batı ile kast edilen coğrafya, Kuzeybatı Avrupa, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri olarak algılanmaktadır. Türkiye coğrafyası, geri kalmışlığını ve çeşitli sahalarda mağlubiyetlerini bertaraf etmek için Batılılaşmayı gerekli gördü. Bunun üzerine neredeyse yüz yıla yakın, adları farklı olsa da Batılılaşma çabaları devam etmektedir. Batılılaşmaktan ne anlaşılması gerektiğinde bir itti- 129

148 fak olmaması problem olarak görünmektedir. Her ıslahat ve iyileştirme hareketinin Batı ya dönük olduğunu zannetmek de yanlış bir algılamadır. Değişmeyi değil de gelişmeyi gaye edinmiş olsaydık, zorlamalara başvurmaz, olmayacakların peşinde koşmazdık. Niyazi ye göre milletin lâyık olmadığı bugünkü durumu teşhis hataları yüzündendir. Bu teşhis hatalarından, sonucu en ağır olanı, Batı yı bu hale getiren unsurların ne olduğu konusunda yapılanıdır. Yazar, Batı nın kuvvetlenmesindeki en önemli etkinin ne din, ne devlet şekli olduğunu belirttikten sonra şu tespiti yapıyor, Batı yı kuvvetlendiren o zaman ekonominin itici gücü olan demir ve kömüre fazlasıyla sahip bulunmasıdır. Bu madenleri ve ekonomik imkânları daha faydalı hâle getirmekte rol oynayan, geliştirdikleri ilimlerdi. Hayat telakkilerinde değişiklikleri de göz ardı edilemeyecek kadar önemli rol oynardı. İlimleri, hayat telakkileri ve zenginlikleri kültürlerini çok ciddi boyutlarda etkiledi (Niyazi, 2001: 21). Müslümanlar, ya içlerine kapanarak, ya da inkılâplar yaparak ayakta kalmaya çalışmışlardır. Her ikisi de çeşitli avantajlar sunabilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır, yazara göre taklit, ruhu alır. Bu yüzden, bir toplum, insanî faaliyetlerde, yani kültür konularında ortaya bir şey çıkaramayınca da hedef aldıkları medeniyetin kültür üretmeyen sınıfına eklenir, bir süre sonra da erirler. Niyazi ye göre biz de bu felakete sürüklenmekle karşı karşıyayız. Eğer kültürümüzü kuvvetlendiren tedbirleri ihmal edersek, millî varlığımızın yok olacağını söylemek kehanet değildir (Niyazi, 2001: 23). Mehmed Niyazi, ilk makalesinde Batılılaşmak için harcanan emek ve çabanın beyhude çırpınışlara benzediğini vurgulamaktadır. Çünkü bizde kimi devlet adamları, Batılı gibi giyinip, Batı nın fikir hareketlerinden isim ve kavramlar kullanıp, Batı dakine benzer kurumlar kurduk mu, Batılı olacağımıza kani idiler. Bu kanaatle, Batı dakine benzer kurumlar kuruldu, onların yaşayış şekli topluma uyarlanmaya çalışıldı. Gelinen nokta bir türlü istenilen gibi değildi. Oysa her şey gelip insanın zihniyetinde düğümleniyordu. Şahsiyet sahibi, hür düşünceli, 130

149 hoşgörülü, çağın ilimleri ile donanmış insanlara muhtaçtık. Bu muhtaçlığı nasıl giderebileceğimizi bilirsek, sorunlarımızı da çözmeye başlayabileceğimizi gözden kaçırmıştık. Yazar, Batılılaşma yolunda gelinen noktayı tespit ettikten sonra, geri kalışımızın analizini yapmaktadır. Ona göre, geri kalmışlığın en büyük nedenlerinden biri ilim dünyamızın donuklaşmış olmasıdır. İlim dünyamızdaki duraklamanın sebebini de teşhis etmek için itikat ile ilgili konulara, inanç dünyamıza bakmalıyız. Çünkü zihniyetin temel dayanağı itikattır. Dinden alınan yönerge ve yönlendirmeler, zaman içinde hatalı algılandığından, ilim dünyamız da gerekli gelişmeyi gösteremedi. Batı, karanlık Orta Çağından kurtulurken biz o karanlığa yol alıyorduk. Niyazi, bu konuda medreselerin geldiği noktayı ve sonuçlarını belirterek örnekler vermektedir. İlmin en önemli evladı teknik, milletlere güç verir. Zayıf milletler hayatlarını ancak güçlü milletlerin ipotekleri altında sürdürürler. Hür olmak isteyen milletler en az çağdaşları kadar güçlü olmak zorundadırlar (Niyazi, 2001: 46). Batılılık ve Millîlik başlıklı yazıda, yazar, millî bir duruşun Batılılaşma karşısında nasıl bir tavır takınması gerektiğini sorgular. Batı tüm her şeyi ile alınmalı mı, yoksa ihtiyaç duyduğumuz kadarı ile sınırlandırılmalı mıdır? Bu sorunun her iki yönüne de bazı itirazlar gelmiştir. Yazar ise şu noktaya dikkat çeker; her kültür, eskilerden veya yaşayan başka kültürlerden bir şeyler almış, terkip yaparak oluşmuştur. Eğer Batı dan bir şeyler alınacaksa ki bu en azında etkileşim bakımından kaçınılmaz görünmektedir, nasıl bir refleks geliştirileceği mutlaka bilinmelidir. Batı dan aldıklarımıza, manevî ve millî değerlerimizi katmadıkça, ne aldıklarımızı kendimize mal edebiliriz ne de yeni senteze dair ümit besleyebiliriz. Neyin, nasıl alınacağı konusunda isabetli teşhisler yapmak gerekir. Dinamik bir toplum, rast gele her şeyi bünyesine katmaz. Canlı toplumların da insanlar gibi teşhis güçleri vardır. Neyin, niçin gerekli olduğuna ve nasıl kendilerine mal edileceğine canlı bir uzviyet gibi karar verirler. 131

150 Kendi memleketinin kültürünü, medeniyetini, irfanını inkâr eden veya hakir gören milliyetini kaybeder. Bundan dolayı da, artık bu millet ve milliyet adına konuşmak onun hakkı değildir. Medeniyetimizin gelişmesi için gerekli ve ona uyabilecek olan şeyleri Batı dan alarak, kendimize tatbik etmek, Batı karşısında ilk adım olarak atılabilmeliydi (Said Halim, 1993: 75). Mehmed Niyazi, Nasıl Batılılaşırız? başlıklı yazısında, aslında nasıl ve neden Batılılaşamayacağımızı gözler önüne sermiştir. Ona göre ancak etkileşim olabilir, onlar gibi olmak ise başka bir şeydir. Eğer Batılı gibi olmak istiyorsak değerlerimize veda edip hem fizikî bakımdan hem manevî dünyamızda onlar gibi olmalı, aynılaşmalıyız. Oysa mazi, insanı kolay kolay terk etmez. Bunun için de milletçe hafızamızı yitirmemiz, tarihimizden kopmamız lazımdır. Hafızasını yitiren bir insanı düşününce hafızasını yitiren bir toplumun ne hale geleceği tahayyül edilebilir (Niyazi, 2001: 72). Batı ve Batılılaşma konusuna bu temel düşünce ile yaklaşan Niyazi, kitabın bundan sonraki yazılarında da, karşımızda duran, Batı ve Batı nın temsil ettiği medeniyeti çeşitli açılardan incelemektedir. Özellikle din, ahlâk, insanlık sevgisi, devlet anlayışı, sanat, bilimsel gelişme gibi konularda Batı ve Doğu karşılaştırması yapmaktadır. Yazar, diğer eserlerinde ve özellikle romanlarında sıklıkla Doğu-Batı karşılaştırması yapar. Romanlarında her iki medeniyeti de temsil eden karakterler bulunur ya da bunları karşılaştıran diyaloglar ve sahneler yer alır. Peyami Safa nın üslubu yazarı etkilemiş görünmektedir. Peyami Safa nın da romanlarında, karakterlerden biri Batılıdır. Yazara göre, medeniyet Batı dan uzaklaşmaktadır. Batı, Roma İmparatorluğu nun idealleri gölgesinde gelişip büyümeye başladı. Roma da ise tanrı fikri olmadığından vicdan yer etmiş değildi. Hıristiyanlık ise papa ve papazların elinde tahrif edildi ve düşünce, kiliseye ait bir giz olarak görüldü. Batı nın sosyal hayatı ilkel kaldı. Haçlı Seferleri ile Batı ve Doğu, karşılaşmış oldular. Batı aydını, kiliseye karşı isyan etmeye başladı. Ruhî ve manevî tüm değerler neredeyse 132

151 ortadan kaldırıldı. İç dünyalarını unutan insanlar, müreffeh yaşamaya adadı kendilerini. En değerli ölçü, maddî ilerleme olarak görüldü. Bu madde düşkünlüğü, yer altı ve yer üstü zenginliklerini kullanıp, teknik bakımdan üstün olmalarını sağladı. Bu zenginlik ve güçlü olma arzusu onları sömürgeci devlet haline getirdi, Avrupa Romalılaştı. İnsanın kendi kendine yetemeyeceğini anladıklarında hayat tarzları onları sımsıkı sarmıştı. Yalnızlık ve nesnenin kontrolü altında kalmak tedavisi mümkün olmayan bir hastalık halini almıştı. Metafizik dünyaları onları bu hastalıktan kurtarmaya yetmedi. Batı nın normal insanı kendinden kaçar hâle geldi. Hiçbir şeyi dert edinmeden anını yaşamak telaşına kapıldı; fakat ne vicdanından, ne de idrakinden kurtulabildi (Niyazi, 2001: 199). Niyazi, medeniyetin batıdan uzaklaştığını ifade ettikten sonra, Bu durumda medeniyet, ülkesini arıyorsa, nereyi bulacaktır? sorusunu sorar. Tarihe bakıldığında, insanlığın yüksek medeniyetinin gezen bir nesne olduğunu, nerede ortamını bulursa, orada kök salıp, ürünlerini verdiği görülebilir. Çin, Hindistan, Mısır, Mezopotamya, Roma, İslam dünyası ve Hıristiyanlık âlemi medeniyetin konaklama yerleri olarak göze çarpmakta. Batı yı yurt edinen medeniyet Uzak Doğu ya göç mü ediyor? sorusu da günümüz sosyal bilimcilerin gündemindedir. Niyazi, medeniyetin Uzak Doğu ve Budist dünyası gibi ihtimallerin çeşitli sebeplerle medeniyetin yurdu olamayacağı kanaatindedir. Yazara göre, insanlığın yüksek medeniyetinin yerleşebilmesi için, bugünkü İslam dünyasının imkânlarının ve insan unsurunun ele alınarak değerlendirilmesi gerekir. Geçmişte olduğu gibi Orta Doğu da kendisiyle barışık, vicdanıyla uyumlu insan ortaya çıkarabilirse, güvene, hoşgörüye ve hürriyete dayalı âdil bir düzen kurulabilirse hem Müslümanların arasından büyük şahsiyetler çıkar, hem de tarihte engizisyondan kaçanların despotların kılıç artıklarının buluşma yeri olan İslam ülkeleri, tekrar hürriyet ve adalet arayan büyük ruhlara kucak açar. Çağımızın tedirgin, insanına huzur verecek medeniyet de bu bölgede göverir. 133

152 Bir gün sıra gene Avrasya ya, Asya ya, bize gelecek. Sıra bize geldiğinde vahşi kapitalizm ve ezici, yok edici sömürü yerine insanlık anlayışı, insanî duygular, maddiyat ile maneviyat arasında bize özgü denge yeniden hâkim olacak. İnsanlar yalnız kendi doymak bilmez iştahlarını, o azgın kâr hırslarını düşünmeyecekler; dünyanın neresinde olursa olsun aç kalan, hastalıktan kırılan, soykırımlara uğramış, halkların her bireyinin acısını yüreklerinde hissedecekler. Osmanlı ve daha önceki Türk devletlerinde olduğu gibi düşkünlere, acizlere yardım eli uzatılacak. Toplumlarda derin kültürler ve sanat, insanlık hayrına kullanılacak yaratıcı bilim ve teknik gelişecek (Sinanoğlu, 2003: 205) Bu noktada Türk milletine de büyük görevler ve sorumluluklar düşmektedir. Sahip olunan tecrübe, tarihsel birikim, vicdan ve coğrafya düşünüldüğünde, İslam dünyasının liderliği Anadolu da oluşabilir. Batı ve Doğu, Anadolu da tekrar buluşup insanlığa mal olabilecek bir medeniyet ortaya çıkabilir İslam Devlet Felsefesi Mehmed Niyazi, üniversite yıllarından sonra belki de dönemin şartlarının elverişsiz olması ve kendi özel durumundan dolayı yurtdışına gitmeyi tercih etmiştir. Uzun yıllar kaldığı Almanya da özellikle devlet felsefesi üzerine çalışmalar yapmıştır. Yirmi yılı aşkın kaldığı bu ülkenin Kendi için anlamı nedir? sorusuna net ve kısa bir cevap vermektedir; Benim için tek önemli tarafı, orada devlet üzerine çalışmış olmamdır. Bu kadar uzun bir süreçten sonra kaleme alacağı İslam Devlet Felsefesi, Türk Devlet Felsefesi gibi önemli eserlerin notlarını tutmuş, bir nevi bu kitapların araştırma devrelerini burada geçirmiştir. Devlete ve devletin ne olduğuna dair, İslam ve Türk devlet yapılarını konu aldığı eserlerinden biri İslam Devlet Felsefesi dir. İlk baskısı seksenli yılların sonunda yapılan kitabın baskı sayısı altıyı geçmiştir. Kitap, giriş bölümünden ve devlet felsefesi hakkında bilgi verdikten sonra İslam devleti konusuna geçer. İslam da devletin önemi ve 134

153 doğuşunu kaynakları ile değerlendirir, devletin unsurları ve İslam da devlet teşkilatını ayrı bölümler halinde inceler. İslam devletinde bir problem olarak tartışıla gelen, hürriyetler konusu için ayrı bir bölüm açar ve hemen her konuşmasında ve konferansında belirttiği İslam devletinin esaslarını ele alır. Devletin amacı ve diğer devletlerle ilişkileri irdelediği bölümle kitap son bulur. Bu şekliyle kitap, net ve anlaşılır bir üslupla çözüme yönelik ve isabetli tespitler yapmayı amaçladığı için oldukça sade ve ikna edici bir yapıya sahiptir. Tartışmaların derli toplu verilmiş olması, kronolojik sıraya dikkat edilmesi, tartışmalara konu olan ayet ve hadislerin, konuya dair kaynakların neredeyse tamamının gözden geçirilmiş olması okuyucu için büyük bir avantaj ve kolaylık sağlamaktadır. Gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da şudur ki, kitap, felsefe ile ilgili olsa da, kamu hukukunun bir dalı olan devlet felsefesi açısından İslam devletinin ne olduğu belirlenmeye çalışılmıştır. Kitabın önsözünde, bu kitabı neden yazmak ihtiyacı hissettiğini şu cümlelerle özetler; Öğrencilik yıllarım İslam devletine duyulan ihtiyacın çok konuşulduğu bir ortamda geçti. Çağımız insanının ilgilerini düşündükçe, onu İslam devletiyle bir araya getirmekte güçlük çekiyordum. Sorularımın üzerinde durmaktan da rahatsız oluyordum; çünkü İslam devleti bana ilim değil, inanç meselesi olarak görünüyordu. Oryantalist Richard Hartmann ın bir kitabında İslam ın hürriyet anlayışı ile ilgili yazdıklarının benim bildiklerimden farklı olduğunu gördüm. Bizim ilim adamlarımızın da bu konuda ciddi bir araştırma yapmadıkları dikkatimi çekti. İslam devleti hakkında araştırma yapmak benim için kaçınılmaz oldu (Niyazi, 2007: 9). İslam ın ilk dönemlerinden itibaren, devlet anlayışından bir sapma olmamıştır. Her dinin ve her medeniyetin kendine göre bir devleti vardır. İslamiyet in de kendine has medeniyeti ve devleti olması tabiidir. Ancak gerek ekonomik gerekse dış dünyanın şartları dolayısı ile İslam devleti üzerinde bazı yanılgılar oluşmuştur. Her ne kadar İslam kaynaklı devletlerin bazı sorunları ve eksikleri varsa da Batı modeli 135

154 devletlerin de insanlığın tüm boyutlarına yer bulamadığı anlaşılmaktadır (Niyazi, 2007: 20). Niyazi, bu girişten sonra genel olarak devlet felsefesi hakkında bilgi vermektedir. Yine bu bölümde İslam devlet felsefesinin kaynaklarının Kur an ve Hadis başta olmak üzere kıyas, dört büyük halife ve Müslümanların örf ve gelenekleri olduğunu vurgulamaktadır. Buradan hareketle İslam da devletin zaruret olduğunu delilleri ile birlikte ifade eder. İnsana mutluluk, haysiyet ve şahsiyet veren faziletli bir toplumun oluşmasında sosyal ilkelere ihtiyaç olduğundan, İslam bunları ihmal etmiyor. Cemiyete hâkim olması gereken ilkeler sadece ahlakî nasihatlerle hüküm icra etmezler. Müeyyideler gerektirir, bunları da koyacak ve tatbik edecek devlettir (Niyazi, 2007: 25). Niyazi, İslam devletinin doğuşunu Milâdî 620 ve 622 yıllarında yapılan Akabe biatleriyle başlatır. Bu olay Peygamber ile Medineli Müslümanların arasında bir sözleşmeden ibarettir. Bu olayla, devletin kurulabilmesi için gerekli olan belli değerler sistemine kavuşmuş topluluğun ilk adımı atılmış olmaktadır. Niyazi, İslam a göre devletin unsurlarını şu şekilde sıralamıştır; a) Ülke unsuru: Klasikleşmiş şekli ile ülkeler Müslümanlar için ikiye ayrılmaktadırlar, Darü l İslam ve Darü l Harb. İslam nasslarında yer almayan bu kavram ve konular, İslam hukukçularının yorumlarıyla şekil bulmuştur. İlk kavram farklı tanım ve tarifleri olsa da çoğunlukla Müslüman ülkesi ya da Müslümanların hâkim olduğu ülke olarak bilinir. Bunun tersi durumda ise gayri Müslimlerin egemenliğinin sürdüğü topraklar ise Darü l Harb olarak tarif edilmektedir. b) Nüfus unsuru: İslam devletinde Müslümanlar ve bu ülkede İslam ın emirlerine uyan gayri Müslimler vardır ki bunlara zimmî denmektedir. Bu iki unsur nüfusu oluşturur. c) Hâkimiyet unsuru: İslam devletinde hâkimiyetin kaynağı Allah iradesidir. Hukuki iktidar Allah a aittir. Bununla birlikte bu gücün kullanılması ve sınırlandırılması diğer kaynaklarda ve uygulamalarda 136

155 belirtilmiştir. Öyle ki İslam devletinde zalim olan hükümdara karşı isyan etmek bile hukuka bağlanmıştır. Niyazi, devletin zorunluluğu ve mahiyeti hakkında bu bilgileri verdikten sonra İslam da devlet teşkilatı, şekli, devlet başkanlığı ve başkanlık makamının işleyişi gibi konuları ele almaktadır. Bu bölümde kitabın ana fikri ve devlet konusunda yazarın düşünceleri de görülmektedir. Buna göre devletin belirlenmiş bir şekli yoktur. İslam devleti zamanın ve şartların elastikiyetine göre şekillenecektir. Günlük hayatın birçok noktaları için kaideler konmuşken, devlete belli bir şekil getirilmemesi dikkat çekicidir. Bu konuda herhangi bir ayet ya da Peygamber den gelen bir hadis yoktur. Devletin yapısı ve şekline ait müşahhas hiçbir şey hükmetmemesinin hikmetini İslamiyet in bütün insanlığa ve zamanlara hitap etmesinde aramak gerekir. Çünkü müşahhas olan bir varlık, zaman ve mekânla sınırlıdır. Zaman ve mekân değiştikçe o da değişmek zorundadır. Yalnız ayet ve hadislerde İslam devletinin ruhu, bir başka söyleyişle İslam devlet telakkisi belirgindir (Niyazi, 2007: 46). Niyazi, zaman ve mekân şartlarının, değişimin ve o günün imkân ve ihtiyaçlarının, devletin şekline de yön vereceğine inanmaktadır. Bu yüzden, devletin nasıl olacağı ve şeklinin bizzat belirtilmiş olması İslam ın tüm çağlara hitap etme özelliğini yitirmesi demektir. Devletin kuruluşunda ve teşkilatlanmasında kesin bir yönlendirme olmamakla birlikte Peygamber ve ondan sonra devam eden uygulamalar şüphesiz en önemli örnekler olacaktır. Bugün, uygulana gelen ve bilinen her türlü uygulama ve devlet teşkilatlanması daha ilk yıllarda ve dört halife döneminde örnekleriyle pratik edilmiştir. Hz. Ebubekir, çok az bir kişi, tarafından seçilmiş ve diğer Müslümanlar bu seçime itiraz etmemiştir. Hz. Ömer atanmış yani kendinden önceki halife tarafından tayin edilmiştir. Hz. Osman, bir şura tarafından seçilmiştir. Hz. Ali ve Hz. Muâviye dönemi ise halk demokrasisi olarak nitelendirilebilir. Tüm bunlardan, farklı uygulamaların kabul gördüğü ve bunlara itiraz edilmediği dolayısı ile şekil konusunda bağlayıcı bir kalıbın ol- 137

156 madığı anlaşılacaktır. Niyazi nin ifade ettiği gibi, İslam ruhuna uygun bir devlet dünyanın dört bir yanında, her iklim ve coğrafyada, her zamanda ve şartlarda kurulabilir. Yazar, bu tespitlerden sonra İslam devletinde müesseseler ve özellikle başkanlık konusunda değerlendirmeler yapmaktadır. Zamanın icabı olarak kurulan teşkilat ve kurumlar bir tecrübe olacak ve şartlar değiştikçe yeni durumlara uygun yapılanma ve sistem geliştirilecektir. Bu yaklaşımla başkanlık konusuna da bakılabilir. Her ne kadar devletin başında bir başkan olup olmaması konusunda bazı tartışmalar olmuşsa da ilk halifenin hemen Peygamber in vefatından sonra seçilmiş olması ve Hz. Peygamber in imamlık ve önderlik konusunda söylediği sözler konunun ne kadar hassas olduğunu göstermektedir. İslam devlet başkanının unvanının ne olacağı da ilk dönemden itibaren tartışılmıştır. Halife ve hilafet makamı, en çok bilinen ve üzerinde durulan bir unvandır. Bunun yanında imam, melik, sultan, emiru l mü minin, reis gibi unvanlar da İslam devlet başkanı için kullanılmıştır. Bu unvanların herhangi birinde birlik yoktur. Asıl olan devletin başındaki kişiyi temsil etmiş olmasıdır. Devlet başkanının Kureyş ten mi olacağı meselesi ise İslam âlimleri arasında yoğun olarak tartışılmıştır. İmamlar Kureyş tendir hadisine dayanılarak tüm başkanların Kureyş Kabilesi nden olması gerektiği düşüncesi bazı sahabe tarafından ve daha sonra bazı İslam hukukçuları tarafından savunulmuştur. Bununla birlikte İbni Haldun, Mevdudi, Cürcânî gibi İslam âlimleri de bu hadisin şartlar ve duruma göre değerlendirilmesi gerektiğinden hareketle böyle bir şartı kabul etmemişlerdir. Bu hadis üzerinden oldukça derin ve çetin tartışmalar çıkmış, Zeydîler, Rafızîler, Haricîler, Şiîler pek çok farklı fikir yürütmüşlerdir. Bu noktadan yola çıkarak Şiîler, hilafet ve halifeler hakkında farklı bir iddia ile Hz. Ali nin halifeliği ilk önce hak ettiğine inanarak imamet konusunda diğer Müslümanlardan ayrı düşmüşlerdir. Tüm bu tartışmalar bir yana Kur an incelenince, İslamiyet in milletlere üstünlük yerine insanlığı kucaklama esasına dayandığı tespit edilir. 138

157 Ayrıca peygamberlikte, akrabalarına üstünlük sağlamaz, Hz. Muhammed in de yakınlarına bir ayrıcalık tanıdığı vaki değildir. Çözümü zor bir konu olmakla birlikte, İslam devletinin içinde bulunduğu durum ve şartlar belirleyici olmalıdır. Devlet başkanlığına geliş yollarını ise Niyazi, İslam âlimlerinin görüşlerine dayanarak üç şekilde belirler; seçim (biat), tayin ve zorla başkanlığa geliş. Bu üçünden hangisinin daha uygun olacağı yazar tarafından çeşitli görüşler hatırlatılarak ele alınmıştır. Yazar, sonunda kendi kanaatini şöyle ifade eder. Zaruri şartlar gerektirirse zorla başa gelmek caiz olabilir ancak bu konuda sağlıklı yol, irsiyet ve seçim usulleridir. Hangisinin o toplum için daha iyi olduğuna karar verebilmek, o toplumun şartlarını, tarihî birikimini, zihniyetini göz önünde bulundurmakla mümkündür. Emanetin ehline verilmesi bakımından, kanaatimizce, seçim usulü, her zaman olmamakla beraber, İslam devleti anlayışına daha uygun görünmektedir. İslam devlet başkanında aranan şartlar da önemli bir konudur. Devletin geleceği ve ümmetin durumu başkanlık makamındaki şahsiyete sıkı sıkıya bağlıdır. Bu yüzden başkanda bazı şartlar aranmaktadır. Her ne kadar bu şartların ne olduğu ve hangileri olduğu konusunda tam bir mutabakat yoksa da temel yaklaşım aynı ilkelerdir. Maverdi, İbni Haldun, Kadı Beyzâvî, İmam-ı Gazâli gibi İslam âlimleri, başkanda bulunması gereken özellikleri çeşitli bakış açılarıyla belirtmişlerdir. Hemen hepsinde adalet ve adil olma en önemli şarttır. İlim sahibi olma, yeterlilik, cesaret, fizikî kifayet, ergenlik, akil baliğ olma gibi maddelerde listelerde yer almıştır. Bu farklılık ve çeşitlilik devlet başkanının görevleri konusunda da karşımıza çıkar. Sonuç olarak değişen şartlar, devlet başkanına başka görevler yükleyebileceği gibi eski görevlerin de bazılarını sona erdirebilir. İslam devleti elbette bir başına başkanlıktan ibaret değildi. Başkan, öncelikle İslam a ve ümmete hizmet etme amacını gütmektedir. Bu hizmetin sağlanmasında zamanı ve şartları geldikçe yeni kurum ve kuruluşlar kurulmuş, teşkilatlanma yapısı geliştirilmiştir. Beyt ül Mal 139

158 kurulması, divan teşekkülü, il ve ilçelere ayrılma Hz. Ömer zamanında başlayan uygulamalardır. Valilerin tayin edilmesi, kadılar yoluyla mahkemelerin görülmesi hep bu teşkilat yapısı içinde teşekkül eden oluşumlardır. İslam devletinin mahiyeti başlıklı yedinci bölüme yazar, şu soru ile başlar; Hukuk devleti mi? Soru bu şekliyle önemli bir noktaya dikkat çekmektedir. İslam, insanlık tarihi boyunca yeryüzüne peygamber vasıtası ile gönderilen son din olma özelliğini taşır. Din olarak insanlığın iyiye, güzele, doğruluğa, adalete davet edilmesini ve böylelikle Müslüman olmalarını ister. Bununla birlikte İslam, insanların ve Müslümanların hem dünya ile ilgili gündelik hayatlarını hem de manevi bakımdan metafizik dünyalarını düzenler. Bu bakımdan acaba İslam sadece metafizik dünyaya hitap eden bir inanç bütünü müdür, yoksa tüm dünya hayatına hitap edebilecek bir hukuk nizamı mıdır? Asırlarca evvel gönderilen bu din vicdanlarda kalıp insanların manevi yönleri ile ilgilenecekse bunca hukuksal tartışma ve düzenleme neye göre ve nasıl yapılmıştır? İslam ın ilk yıllarından itibaren gerek Müslümanların kendi arasında gerekse diğer topluluklarla kurulan ilişkilere bakıldığı zaman İslam devletinin hukuksal esaslara göre şekillendiği görülmektedir. Devlet başkanı bir yana, İslam da bizzat, Peygamber bile, başına buyruk değildir. Hz. Peygamber de sıradan bir Müslüman gibi Kur an ın emirlerine uymak zorundaydı. Niyazi, bu tespiti yaparken İslam hukukunun temel aldığı kaynaklardan biri olan Peygamber in bile sınırının vahiyle çizilmiş olduğunu vurgulamak istemiştir. İslam hukuku öncelikle İslam ın temel kaynaklarından doğmuştur. Temel kaynaklarda farklılık olunca, İslam dünyasında değişik hukuklar meydana geldi. Hariciler, Şia, Caferiler gibi kimi grupların bakış açılarındaki farklılık, Ehli Sünnet mensubu olanların yaklaşımı hukuk anlayışını da farklılaştırmış oldu. Bununla birlikte Sünnet, uyulması gereken bir kaynaktır görüşü genel kabul görüyordu. Sünnet, İslam hukukunda, Peygamber in sözü, eylemleri ya da yapılan bir hareket 140

159 karşısında susması yani tasvibi olarak tarif edilir. Buradan hareketle yazar, İslam hukukunda Hz. Muhammed in hem bir peygamber, hem bir insan olarak vasıfları ve görevleri olduğuna dikkat çeker. Peygamber olarak Allah tan aldığı emirleri uygulaması ki bu emirler sorgusuz kabul edilecektir. Diğeri ise bir devlet başkanı ve insan olarak verdiği hükümlerdir. İslam devletinin mahiyeti belirlenirken bu durum çok önemli bir mihenk taşı olacaktır. Peygamber in uygulamaları bir peygamber ya da bir insan olarak İslam hukukunun şekillenmesinde yön gösterici bir rehberdir. Peygamberin tüm fiil ve düşünceleri kutsal olsaydı, Kur an dan zerre kadar taviz vermedikleri gibi, onlardan da taviz vermezlerdi. Ama zaman zaman düşüncelerinden vazgeçmişler, başkalarının düşüncelerini uygulamışlardır. Mesela, Bedir Savaşı öncesi seçtiği yeri, bir sahabenin uyarması ile değiştirmişler, Uhud Savaşı nda kendisinin görüşü şehirde kalmak iken, özellikle gençlerin istemesi ile düşman ordusunu şehrin dışında karşılamışlardır. Medine ye hicretten sonra oradaki halkın hurma ağaçlarını sunî olarak tohumladıklarını görmüş, böyle yapılmamasını söylemiş. Ancak ürün o yıl az olunca bu görüşünden vazgeçerek alışkanlıkları üzerine bildikleri gibi yapmalarını söylemiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hepsi de bize Allah tan emir gelmeyip Hz. Peygamber in insan olarak düşünmesi ise bundan vazgeçebileceğini, ayrı uygulamalarda bulunabileceğini göstermektedir. Buraya kadar ki açıklamalardan Hz. Peygamber in yemek, uyumak, giyinmek gibi tasarruflarından başka kaza ve imamete, tebliğ ve fetvaya dair tasarrufları olduğu ve bunları birbirlerinden ayırmanın zarureti anlaşılmaktadır. Bu ayırım İslam devleti için hayati önem taşımaktadır (Niyazi, 2007: 115). Bu önemli husus, İslam hukukunun temel dayanağı olarak, oldukça özgür ve geniş bir alanı kapsar. Bizzat insanı merkez alarak ve insanın mutluluğu için çaba sarf eden bir hukuk anlayışı gelişmiştir. Hz. Peygamber dâhil, İslam dünyasında bütün yöneticilerin Kur an ve diğer mer î (örf, âdet gibi) hükümlere göre hareket etmek zorunda ol- 141

160 dukları gözden kaçmamalıdır. Kişinin hakları ne devletin, ne de halife ya da hükümdarın lütfu değildir. Kur an ın, sünnetin ve mer î hukukun ürünüdür. İslam devleti, hukukunu da İslam hukukundan almaktadır. Hukuk bu denli önemli olduğu için de, kanun ve kurallar bu sistem için kaçınılmaz bir netice oluşturmaktadır. İslam devletindeki kanunlaştırma hareketini kamu hukuku ve özel hukuk olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Niyazi, Hz. Muhammed in Mekke den Medine ye hicretinden sonra Medine de oluşturduğu anayasal düzenlemeyi ve orada bulunan Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında varılan anlaşmanın maddelerinin metin haline getirilmesi ile oluşan kanunlaştırmayı dünyanın ilk anayasası olması bakımından çok önemli bulmaktadır. Bu ilk anayasa aynı zamanda kamu hukukunun çekirdeğini oluşturmaktadır. İslam coğrafyası genişleyip, Müslümanlar bu coğrafyalara dağılıp çoğaldıkça yeni ve farklı ihtiyaçlar gündeme gelmiştir. Bu ihtiyaçların karşılanmasında, İslam ın insan ve adalet anlayışı göz önünde bulundurularak gerek ictihad yoluyla gerekse dışarıdan örnek alımlarla çözüm yolları bulunmuştur. Yazar, bu konuda Hz. Ömer in uygulamalarına ve toplumsal teşkilatı oluştururken izlediği metoda dayanarak kanunlaştırma hareketinin süreci hakkında bilgi vermektedir. Niyazi, şu noktayı özellikle vurgular; Kur an ve sünnetin hüküm getirmediği konularda, İslam ın insan ve adalet yaklaşımını incitmeden, hatta bunları takviye ettiği durumlarda yabancı devletlerden, müessese ve kamu yönetimi ile ilgili yasaların iktibasında Müslümanlar haklı olarak bir sakınca görmemişlerdir. Bu değerlendirmeden sonra yazar, şu dikkat çekici soruyu sorar; İslam Devleti ve İslam hukuku teokratik midir? Teokrasi, kendini ilah sayan veya ilahların temsilcisi olarak görenlerin idaresi şeklinde tarif edilmektedir (Doğan, 1994: 760). Dinî hâkimiyet anlamındadır. Hıristiyan dünyasında zamanla papazların elde ettiği güçle sorgusuz ve yanılgısız kabul edilen kanun ve kuralların çıkarılması ile topluma 142

161 ve devlete yön verme işi ile oluşan yönetim biçimi teokratik düzen olarak algılanmaktadır. Batı dünyası İslamiyet in de Hıristiyanlık gibi teokratik bir düzen getirdiğine inanmışlardır. Hâlbuki tüm insanlar İslam karşısında aynıdır. Niyazi, İslam devletinin teokratik bir yapıda olduğu algısının tamamen yanlış ve hatalı bir yaklaşım olduğunu verdiği örneklerle açıklamaktadır. Bu yanılgının iki sebebi vardır. İlki İslam devletinde halifelik makamının papazlık kurumu gibi algılanmasıdır. Oysa halifelik ilk baştan beri devletin başında olmanın getirdiği bir yöneticilik makamıdır. İlk halifeler doğal olarak hem devleti yönetiyorlar hem de Peygamber e en yakın olmaları dolayısı ile dini en iyi bilenlerdi. Bu durum hiçbir zaman şüphesiz ve sorgusuz olmalarını sağlamamıştır. Diğer bir nokta ise İslam hukukunun ilahî kaynaklı olmasından dolayı İslam devletinin de teokratik bir yapıda olması düşüncesidir. Oysa İslam ın temel kaynakları devlete, yönetime dair kaide getirmediğine göre, bu hususların düzenlenmesini yönetenlere bırakmış demektir. Ferdin hak ve hürriyetlerine dikkat ederek, yönetenler, amme düzenini kurabilirler. Bu da İslam da kamu hukuku alanında kesinlikle teokrasi söz konusu olmadığını göstermektedir. Eğer İslam devleti teokratik bir devlet olsaydı, onda amme menfaati, zaruretler herhangi bir rol oynamazdı. Allah da, Peygamber e kamuyu ilgilendiren konularda istişare etmesini emretmezdi. Hiçbir tereddüde yer vermeden şu hükme rahatça varabiliriz: İslam devleti teokratik değil, kaynaklı hukuk sistemine sahip bir devlettir (Niyazi, 2007: 146). Yazar, kitabının sekizinci bölümünü İslam devletinde hürriyetler bahsine ayırmıştır. İslam, yasakları çizmek yerine mubahları yani insanın yapmakta serbest olduğu davranışların üzerinde durmuştur. Bu bakımdan hürriyet, insanın karar verme ve iradesini, sınırları çizilen daire içinde kullanabilmesidir. İslam, kişi güvenliği, mesken dokunulmazlığı, seyahat özgürlüğü gibi şahsi hürriyetleri insanlara vermiştir. İnanç hürriyeti ise İslam ın, üzerinde durduğu mühim bir noktadır. Dinde zorlama yoktur (Kur an-ı Kerim, Bakara Suresi, ayet 256), 143

162 Sana sadece tebliğ etmek görevi düşer (Ra d Suresi 40), Sen öğüt ver, öğütçüsün, zor kullanmaya gönderilmedin (Gaşiye Suresi 21-22). Yazar, özellikle inanç konusunda, bu ve buna benzer ayetleri hatırlatarak İslamiyet in inanmaya başlama konusunda insanlığa ışık tuttuğunu vurgular. Ayrıca iktisadî ve toplum hayatında da Müslüman, çalışma ve kazanma, mal edinme, yerleşme ve mülk edinme hürriyetlerine sahiptir. Görülmektedir ki, İslam da asıl olan hürriyetlerdir. Yazar, kitabının bu kısmına kadar İslam devletinin mahiyeti ve teşkilat yapısı üzerinde durduktan sonra, bahsi geçen devletin esasları konusunda maddeleri belirtir. Ayetler ve sünnet incelenip, Müslümanların uygulamalarına ve tecrübelerine bakıldığı zaman İslam devletinin bazı temel esasları tespit edilebilir. Bu esasları Niyazi şu beş maddede toplar; 1-Kuvvetin kanunda toplanması 2-Adalet 3-Danışma, istişare (müşavere) 4-Liyakat, yeterlilik 5-Sosyal dayanışma. Niyazi, İslam devleti hakkında verdiği bu bilgi ve açıklamalardan sonra İslam devletinin amacı nedir? sorusuna cevap aramaktadır. İslam, insanın mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu mutluluk için devlet bir araç olacaktır. İslam devlet anlayışını bu noktadan hareketle kavramak mümkün olabilir. İslam devleti öncelikle insanın mutluluğu, huzuru ve güvenliğini teminle görevlidir. Bunun için can, mal, namus güvenliğini korumakla mükelleftir. Devlet aynı zamanda ilmin kıymet ve öneminden dolayı halkı eğitmekle de ilgilenmek durumundadır. Ayrıca aileden başlayarak toplumun her kesimi güven içinde çalışmak ve emeğinin karşılığını almak ister, bu ortamın sağlanması ve korunması da devletin sorumluğu altındadır. Ferdin ve cemiyetin her türlü ihtiyaçlarını karşılamakta devletin gayesi arasında olmalıdır. Görülüyor ki, İslam devleti insanın mutluluğunu amaç ve gaye edinmektedir. 144

163 İslam devleti, Kur an ve hadislerde ifade edilmiş ve cemiyetin siyasi ve sosyal hayatı üzerinde müessir bulunan emirleri temsil eder, başka bir deyişle, kanun ve faaliyetlerin İslam ın kaynaklarına uygunluğunu sağlar. İslam ın devlete getirdiği esaslar mutluluğu için gerekli olan unsurlardır (Niyazi, 2007: 197). Yazar, kitabının sonuna, yeryüzündeki ilk anayasa olarak bilinen ilk İslam anayasasının maddelerini ek olarak koyar. Niyazi, bu kitabıyla, İslam ın, şekli önceden belirtilmiş bir devlet yapısını öngörmediğini vurgulamıştır. Durgun, dinamik olmayan ve günün ihtiyaçlarına cevap veremeyen, kurum ve teşkilatını insanın mutluluğu noktasında geliştiremeyen bir devlet anlayışının İslam ın ruhuyla uyuşmayacağına dikkat çekmiştir. İslam kaynaklarının şekli ve yapısı belli bir devlet yapısı hükmetmemesi İslam ın çağlar ötesi olmasının bir sonucudur Türk Devlet Felsefesi Mehmed Niyazi, tüm bilimsel ve akademik çalışmasını, devlet, devlet yapısı ve Türk milletinin devlet anlayışı üzerine yoğunlaştırmıştır. Almanya ya gidiş amaçlarından birisi de bu alanda çalışmak arzusu olmuştur. Gerek Türkiye de gerekse Almanya da devlet üzerine derin ve yoğun araştırma ve çalışmalar yapmıştır. Türk Devlet Felsefesi isimli eseri de bu çalışma ve araştırmaların bir sonucu olarak kaleme alınmıştır. Kendi ifadesi ile aslında çalışmanın adı Türk-İslam Devlet Felsefesi adı olarak planlanmıştır. Ancak İslam devlet anlayışı ve İslam ın devlete bakış açısını anlamak ve algılamak ilk adım olması gerektiği için İslam da devlet nedir? sorusuna cevap aramak gayesi ile İslam Devlet Felsefesi kitabını yazmıştır. Türk Devlet Felsefesi ni yazarken İslam Devlet Felsefesi kitabına da atıflarda bulunmuştur. Öyle ki, her iki kitabın planı ve bölümlerinin paralellik taşıdığı gözlerden kaçmamaktadır. Kitap, önsöz ve girişten sonra on bölüm olarak tasarlanmıştır. Genel anlamda devlet felsefesi nedir? sorusuna cevap verildikten sonra, Türklerde devlet kavramı ve devletin doğuşu hakkında bilgi ve- 145

164 rilir. Dördüncü bölüm Türk devletinin unsurları hakkında sınıflamalar yapar. Aynı bölüm, İslam Devlet Felsefesi adlı eserde de, İslam devletinin unsurları olarak benzerlik taşımaktadır. Gerek İslam devletinde gerekse Türklerde, ülke, nüfus, hâkimiyet, teşkilatlanma gibi unsurlar yazarın edindiği bilgi ve tespitlerle değerlendirilmektedir. Türk devletinin özellikleri anlatılırken de, İslam devletinin özellikleri göz önüne alınarak bir sınıflamaya gidilmiştir. Diğer bölümlerde, Türk devletinin geçirdiği süreçler ve günümüze geliş serüveni ele alınmıştır. Yazarın, kitabın giriş bölümünde ifade ettiği şu düşünce, kitabın neden yazıldığı konusunda net bir ipucu vermektedir; Devlet kurmak, millet olmanın tabii bir sonucu değildir. Hiç devlet kurmamış ve bu ihtiyacı duymamış milletler vardır. Devlet kurmuş milletlerin pek çoğunun da tarihî gelişmelerinin ancak bir bölümü kendi devletlerinde geçmiştir. Ama tarihin karanlık devirlerinden beri, farklı coğrafyalarda, Türk milletinin bir devleti devam edip gelmektedir. Nesilden nesle sürdürülen bu devlet hayatı Türk milletinin her ferdinin şuurunda kök salmıştır. Tarih boyunca Türk devletlerinden biri yıkılırken enkazının üzerine bir yenisinin kurulması hep bu şuurun eseridir. Türk milleti bekasını devletiyle bir görmüş, Allah devlete ve millete zeval vermesin! cümlesini dualarına katmıştır. İlk bölümde, devlet felsefesi kavramı ve mahiyeti hakkında bilgi verilir. Genel olarak devlet felsefesi, iktidarın menşeini, devletin doğuşunu, anlam ve amacını, ona hâkim olan ilkeleri, milletle devletin derin ilişkisini tarihî perspektifi de ihmal etmeyerek inceler. Türk devlet felsefesinin ne olduğuna cevap ararken Türk devletinin doğuşunu, tarihteki gelişmesini; Türk milletimin İslamiyet i kabul edişiyle devletinin amacının, mahiyetinin, bu amaç ve mahiyete bağlı olarak teşkilatının da değiştiğini, bugünkü durumunda nelerin payı olduğunu, geleceğinin de nasıl olabileceğini araştırmak gerekir (Niyazi, 1993: 18). Kitabın üçüncü bölümünde Türklerde devlet kavramı ve Türk Devletinin doğuşu hakkında tartışmalar yer almaktadır. Türklerde 146

165 devlet kavramı il kelimesi ile karşılık buluyordu. Sulh, barış, imparatorluk, iktidar anlamlarına gelen il kelimesi zamanla ülke anlamını da ihtiva etmiştir. Eski Türklerde il kelimesinin yerini bugünkü Türkçede, İslamiyet le dilimize giren devlet kelimesi yerini almıştır. Arapçadaki yapısı ile devlet hareket etmek, döndürmek, işleri çekip çevirmek gibi anlamlara gelmektedir. Bu haliyle Türkler, devlete dinamik bir yapı atfetmişlerdir. Türk devletinin doğuşu da devlet felsefesi için çıkış noktalarından biridir. Yüzyıllar boyu yaşanan müşterek olaylar toplumları millet olma yoluna doğru iter. Tarihi yapanlar da yine büyük milletlerdir. Toplumlar yaşadıkları coğrafyanın etkisi altındadırlar. İlk Türkler Orta Asya bozkırlarında tarih sahnesinde göründüler. İktisadî uğraşları hayvancılık olan bu ilk Türkler için Orta Asya otlak ve su bakımından pek cömert değildi. Konar-göçer topluluklar halinde idiler. Düşmanla ne zaman karşılaşılacağı bilinmediğinden her an savaşa hazır olmak zorundaydılar. Böyle bir tehlike altında yaşayan insanların teşkilatlanmaya önem vermeleri tabii idi. Yazar, Türk devletinin oluşumu ile ilgili çeşitli görüşlere yer verdikten sonra şu noktaya dikkat çeker; Göktürkler zamanında dikilen abidelere bakıldığı zaman, Türk milletinde devlet fikri ilk baştan beri vardır ve devleti bizzat kurduğunun farkındadır. Kağanına da kağanlığı kendisi vermiştir. Devlet şuuru Türk milletinde mevcuttur. Bozkırda yaşayan ve çevresindeki amansız tehlikelerden hareketli ve dinamik yapısı ile korunabilen Türklerde devlet topraktan daha önemli hale gelmiş ve devlet baba olmuştur. Tarih sahnesine çıktıkları ilk zamanlardan itibaren Türkler, devlet olgusuna sahip olduklarına göre bu devletin temel ilke ve unsurları olması da tabiidir. Yazar, kitabın dördüncü bölümünü Türk devletinin unsurlarına ayırmıştır. Devleti oluşturan unsurlardan ikisi hazırlayıcı unsur olarak isimlendirilir. Bunlar ülke ve nüfustur. Meydana getirici unsur ise hâkimiyettir. Yazar bu üç unsura bir de teşkilat yapısını ekleyerek bu dört unsuru incelemiştir. Öncelikle İslam öncesi Türklerde bu öğelerin algılanışı üzerine duran yazar, İslam ile birlikte bu unsur- 147

166 ların aldığı duruma dikkat çekmiştir. İslam öncesi ve Müslümanlıkla birlikte bu unsurların önemi ve algılanmasında çok büyük farklar oluşmaması dikkat çekicidir. Ülke: Eski Türkler ülüş dedikleri ülkeye hiçbir zaman kuru toprak parçası olarak bakmazlardı. Ülke kutsal törenin tatbik edildiği yer olduğu için kutsaldı. Ülkesiz bir topluluğun devlet kurması düşünülemezdi. Milletlerin ülke anlayışları farklıdır. Mesela: Eski Yunanlılar için en ideal site halkının ekip biçtiği yerlere kadar uzanan ülke idi. Aynı dönemde Türkler ise gökyüzü çadırımız diyerek ülkelerinin çok geniş olmasını arzuluyorlardı. Ülkenin devletin esası olduğu görüşü Türklerde eskiden beri yerleşmiştir. Nüfus: Gelişi güzel bir araya gelmiş insanlar devletin nüfus unsurunu meydana getirmez. İnsan unsuru çeşitli sebeplerin etkisiyle bir araya gelmiş birbirine bağlı, devlet kuracak ve yaşatacak olgunluğa erişmiş olmalıdır. Türk devletlerinin temel gayelerinden biri de dağınık Türk boylarını bir araya getirmektir. Halk kelimesinin karşılığı eski Türklerde kün idi. Oğuz destanında Halkımız çok olsun cümlesinden nüfusun önemini Türklerin çok eski çağlarda kavradığını anlarız. İslamiyet de, nüfusa önem verir ve ümmetin çokluğu ile övünülür. Nitelikli, eğitilmiş, yetişmiş ve bilinçli nüfus devletin en önemli unsurlarından biridir. Hâkimiyet: Hayat şekilleri, bağımsızlığı, Türk milletinin karakteri haline getirdi. Abidelerde, bağımsızlıktan mahrum bir millet ölmüş kabul edilmektedir. Hâkimiyeti iyi kullanamayan kağanlara halk itaat etmezdi. Kağan hâkimiyet unsuru değil; hâkimiyeti kullanan yüksek bir yetkili idi. Bir millet azınlık olarak bir devlette yaşayabilir ama ideali kendi devletini kurmaktır. Türkler İslâmiyet i kabul edince devletlerini ona göre düzenleyip geleneklerinde İslam ile çatışmayanları devam ettirdiler. Hâkimiyet anlayışları da İslâmî mahiyet aldı. Yazar, burada kut kavramına dikkat çeker; kut devlet, baht, iyilik, talih anlamındadır. Tanrının bu yetkiyi vermesini ülüg (kısmet) 148

167 olarak tanımlarlardı. Hâkimiyetin kullanılmasında bu yaklaşım çok önemli olmuştur. Türk hakanları âdeta göğün yerdeki temsilcisi gibidir. Oğuz destanına göre Oğuz Han karizmatik bir şahıs idi. Hâkimiyeti ilahî menşeden almıştı. Yönetme hakkı hükümdara tanrı tarafından ilahî bir lütuf olarak verilmişti. Gök-tanrı inancı bütün Türk milletinde hâkimdi. Tanrı vergisi Kut a sahip olan tahta çıkar görevini yapabildiği sürece orada kalırdı. Başarılı olamazsa Tanrının Kut u geri aldığına inanılır ve tahttan düşerdi. Türklerin ilahî kaynaklı hâkimiyet telakkisi başka milletlerinkinden farklıdır. Türk hâkimiyet telakkisine göre kut babadan oğla geçerdi. Kut, irsen geçse de buna sahip olabilmek için gerekli başka özellikler vardı. Hazarlarda umumî felaketler hakandan kut un gittiğine delalet eder ve idam edilirdi. Eski Türklerde hakan, devleti töreye göre yönetirdi. Yani yönetim hâkimiyete kanuni bir mahiyet verirdi. Türkler İslam ın kabulünden sonra İslamiyet ile çatışmayan geleneklerini devam ettirdiler. Kut a İslamî bir anlam verdiler. Onu Allah ın takdiri veya nasibi olarak yorumlamışlardır. İslam inancında Allah kadir-i mutlak tır. İnsan nasibinde varsa devlet başkanı olabilir. Türkiye Cumhuriyeti nde ise, hâkimiyetin kaynağı anayasada Hâkimiyet; kayıtsız şartsız milletindir şeklinde ifade edilmiştir (Niyazi, 1993: 34-60). Yukarıda sayılan unsurların ışığında Türklerde devlet başkanlığı ve hâkimiyetin kullanılması da devlet felsefesini anlamak bakımından gereklidir. Bununla birlikte Türklerin teşkilatlanma konusundaki yetenekleri ve hassasiyetleri de gözden kaçmamalıdır. Eski Türklerde hakanlar hâkimiyeti töreye göre kullanırlardı. İslam ın kabulü ile İslam hukuku ve töre dikkate alındı. İlk Türklerde, göç halinde yaşayabilmek, bozkırda dağılıp yok olmamak için teşkilat çok önemliydi. Devlet teşkilatı din, töre, coğrafi yapı, hayat tarzı vs. ile yakından ilgilidir. Kur an da devlet şekline ve müesseselerine dair bir ayet bulunmaması anlamlıdır. Bunun sebebini İslamiyet in bütün insanlığa ve zamanlara hitap etmesinde aramak gerekir. İslamî esaslara sahip devlet, despotizme kapalı, hürriyetlere açık bulunmak zorundadır. 149

168 Türklerin teşkilat yapılarında istişare etmenin önemi büyük olduğundan kurultay ayrı bir yere sahiptir. İstişare hem eski Türklerde hem de Türk İslam devletlerinde önemliydi. Kurultay, Kageş bu amaçla oluşturulmuştur. Adliye ve ordu ise Türklerdeki diğer önemli teşkilat yapılarıdır. Eski Türk devletlerinde adalet, devletin temeli idi. Devlet Yüksek Mahkemesi nin başkanlığını da hükümdar yapardı. Türk devletinin amaçlarından biri de iç barışı sağlamaktı, bunun da temel taşı sağlıklı bir adalet teşkilatı idi. Müslüman olduktan sonra Türkler, dinlerinin gereği olarak adalete büyük önem verdiler. Müslüman Türk hükümdarlar, kendilerini Peygamberin vekili saydıklarından, adaletin tevziinde de baş görevli ve sorumlu olduklarının şuurundaydılar. İlk Türk devletlerinden itibaren Türk devletleri, çoğunlukla askerî karakter taşırlardı. Düşmanın ne zaman nereden geleceği belli olmadığından, halk her zaman savaşa hazırdı. Eli silah tutan herkes bir asker idi, bu disiplin ve intizam içinde yaşarlardı. Yazar, kitabın yedinci bölümünde, Türk devletinin amacını maddeler halinde şu şekilde belirtmiştir; a) Yurt Edinme: Türk devletlerinin bir amacı ele geçirdikleri yerlere düzen getirmek, oraları vatan etmektir. Bir yeri, ele geçirmek değil, elde tutmak önemliydi. Bu ise belli bir nüfusun o yere yerleştirilmesi ile iskân siyasetiyle olurdu. Sınırlar genişledikçe hâkimiyetin her yere ulaşması için çeşitli Türk boylarına yurtluk verilirdi. Buna Türk devlet geleneğinde orun denirdi. Bu Oğuz Han töresi olup İslamiyet ile de devam etmiştir. b) Barış : İl kelimesinin bir anlamı da barış idi. Barış olan ortamda halkın huzuru büyük ölçüde sağlanmıştır. Türk devletleri de iç ve dış huzurun sağlanmasına çok önem verirlerdi. Göktürkler bunu: Gökte ve yerde nasıl düzen varsa devlette de aynı şekilde olmalı diye ifade ederlerdi. Tüz kelimesi içerdeki asayişi ifade ederdi. Hükümdar, devletin asayişini sağlayamazsa, Kut un tanrı tarafından geri 150

169 alındığına inanılırdı. Türk tarihinin kaynaklarında, kılıçtan geçirilen düşman sayısı ile övünüldüğü görülmemiştir. İslam ın temel ilkelerinden biride barış tır. Müslüman olan Türkler tabii olarak İslamiyet in barışçı ilkesini de benimsediler. Savaşta önce barış teklifinde bulunmaya özen gösterdiler. Osmanlı her an kendine karşı organize Haçlı ruhuyla karşılaşmasına rağmen Hıristiyanlara kin beslemedi. Sessiz sakin şehirleri nice bilginlerin durağı oldu. Türkler hiçbir zaman yaptıkları antlaşmaya sadakatsizlik göstermediler. Barış yaptıkları devletin zayıf anını kollamadılar. c) Cihan Hâkimiyeti: Bir devletin insan unsuru o devletin amacını şekillendirir. At sayesinde elde edilen sürat, daha ilk çağlarda Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar ülkelere hâkim olmak duygusunu onlarda uyandırmıştı. Türklerde kağan, yeryüzünün hükümdarı olarak düşünülürdü. Türk kağanları Tanrının varlığı ile dünyanın bütün ülkelerini idare ederlerdi. Böyle bir devlet ve hükümdarı anlayışı hukuk tarihinde de önemli yer tutmuştur. Bu çeşit devlet anlayışlarına uluslararasında üniversal devlet şekli denir. Bizim kitaplarımızda böyle devletler için cihanşümul devlet deyimini kullanırlar. Türk psikolojisinde derin yer tutan bu telakkiyi ilk, Oğuz Kağan ın destanında bulabiliriz. Güneş bayrağımız, gökyüzü çadırımız parolasıyla daha çok denizlere daha çok ırmaklara diyerek yeryüzünün fethine hazırlanıyordu. Göktürkler, bu anlayışın gelecek nesillere intikali için Orhun Abideleri ne kaydetmişlerdi. Bu inanç, Uygurlardan Moğollara geçti. Cengiz Han ın torunlarının tahtında dünyanın 4 bucağı ile 4 bucağın hakanlarını temsil eden 4 minder bulunurdu. İslam ın cihat anlayışı, Türklerin cihan hâkimiyeti felsefesine uygun düşüyordu. Halifenin Tuğrul Bey e Doğunun ve batının hükümdarı unvanı vermesi aynı gerçeği ifade eder. Osmanlılar da, Türk devlet geleneğinin mirasçısıydılar. Osman Gazi nin göbeğinde çıkan ağacın dallarının dünyayı kapladığı ünlü rüya, devletin kuruluş amaçlarından birinin, cihan hâkimiyeti olduğunu gösterir. Yavuz Sultan Selim in, Piri Reis in yaptığı haritaya bakıp Dünya ne kadar küçük, bir 151

170 hükümdara bile yetmez sözü aynı ülkünün ifadesidir. Osmanlı döneminde cihan hâkimiyeti politikası Kızıl Elma diye ifade edilmişti. Bu ideal, Osmanlı cihadında devamlı itici güç olmuştur. Roma fethedilseydi, Kızıl Elma, bir başka yeri sembolleştirecekti. d) Hizmet: Halka hizmet, Türk devletlerinin en önemli amacıydı. Halkın ihtiyaçlarını görmek ve ülkede yoksul bırakmama görevini üstüne alan devlet için daha ilk çağlarda devlet baba deyimini doğurmuştu. Yusuf Has Hacip, hükümdara, Memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa onu, Tanrı sana soracaktır, gözünü aç! diyerek halka hizmetin önemini ifade etmiştir. Yavuz Sultan Selim, halifeliği devralınca, onun emriyle halifelik sıfatı Hakimü-l Haremeyn den Hadimü-l Haremeyn e yani Mekke ve Medine nin hâkimin den Mekke ve Medine nin Hizmetkârı na çevrildi. Osmanlı, din, dil, ırk ayrımı yapmadan tebaasının hizmetinde bulunmuştur. Yüzyıllarca Topkapı Sarayı, Batı derebeylerinin malikâneleri seviyesinde bile değilken onlar milyonlarca kilometrekareye hizmet götürdüler. Kitabın sekizinci bölümünde, Türk devletinin özellikleri sıralanmıştır. Bu özellikler, yazar tarafından İslam Devlet Felsefesi adlı eserinde de, İslam devletinin esasları sayılırken zikredilmiştir. Adalet, liyakat, hukukun üstünlüğü, sosyallik, danışma gibi özellikler İslam devletinin esasları olmakla birlikte, Türk devletinin temel özelliklerinden sayılmıştır. Bununla birlikte Türk devletinde geleneklere bağlılık ve gelişme de önemli bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet hayatında geleneğin ve tecrübenin önemini, Türkler eski devirlerde sezdiklerinden üzerinde titizlikle durmuşlardır. Fakat her çağın şartları değişiktir, ihtiyaçlar farklıdır. Devlet de şartlara uymalı, yeni ihtiyaçları karşılamalıdır. Bu gerçeği devlet tecrübesi ile yakalayan Türkler, önem verdikleri töreyi dokunulmaz kabul etmemişlerdir. Türk devletleri bir yönleriyle geçmişe bağlı, diğer yönleriyle geleceğe açıktılar (Niyazi, 1993: 230). Mehmed Niyazi, kitabının son bölümünde bugünkü Türk devlet sistemi hakkındaki görüş ve düşüncelerini açıklayarak kitabın başın- 152

171 dan beri dikkat çekmek istediği neticeyi de dile getirmiş olmaktadır. Bu vesile ile demokratik sistemi de değerlendirir. Yazara göre demokrasi, devlet sistemlerinden biridir. Hiçbir devlet sistemi iyi veya kötü değildir. Demokrasi de pek çok milletin mutluluk kaynağı olabileceği gibi her toplumda da beklenen neticeyi verememektedir. Türk milletinin kurduğu devletlerde, şura, danışma ilkesinin bulunmuş olması Türk milletinin demokrasiyi tercih sebebidir. Türk milletinin, devletine yüklediği anlamın, hem maddî hem manevî bir yönü bulunmaktadır. Fedakârlıklara hazır olması, Türk milletinin kendine has hareketli yapısı onun demokratik rejime müsait olduğunun göstergelerinden birisidir. Bununla birlikte sağlıklı bir demokrasinin gelişebilmesi için şartları da yerine getirilmiş olmalıdır. Yazara göre sağlıklı bir demokrasi için ilk şart elverişli bir ortamın bulunmasıdır. Bu ortam da tabuların ve peşin kabullerin olmadığı yerlerde oluşur. Kamuoyu açık hale getirilmeli, her fikir tartışılmalıdır. Eğer bir güç Şu fikir konuşulup tartışılır ve sonunda benim dediğim kabul edilir dayatması ile iktidar olmuşsa orada demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Hatta bu gizli bir diktatörlüktür. Ayrıca demokratik düzen, güvenin hâkim olduğu ortamda kurulabilir. Diğer yandan çeşitli baskı grupları da iktidara etki ederek menfaat ilişkisi kurmak isterler. Bu isteğin ve ihtimalin de unutulmaması ve buna göre tedbirler alınması gerekmektedir. Ancak bu şekilde demokratik rejim, halkın vicdanında yer edebilir (Niyazi, 1993: 262). Kitabın son kısmında, günümüzde Türk devletinin amacı nedir? sorusuna cevap verilmiştir. Din, mezhep, tarihî gelişme, millî güç esas alındığında Orta Doğu gözden geçirilirse, bu bölgede Türkiye Cumhuriyeti nin önemli rol oynaması mukadder görünmektedir. Türkiye Cumhuriyeti nin bölge devletinden, dünya devleti haline gelmesi de bu bölgedeki görevini çok iyi yerine getirmesine bağlıdır (Niyazi, 1993: 270). Tarihî birikim açısından bakıldığında, Türkiye gerek bölge içi gerekse bölge dışı ülkelerden çok farklı ve kendine has özelliklere sahiptir. Bu da Türkiye nin uluslar arası yapının hâkim sistemik unsurları 153

172 ile tarih boyu sürdüre geldiği ilişkilerin farklılığından kaynaklanmaktadır. Türkiye ne bu sistemik unsurları ortaya çıkaran tarihî sürecin, ne de bu sürecin sömürgeleştirdiği ülkeler grubuna dâhildir. Uluslar arası sistemi oluşturan hâkim medeniyet ile asırlar süren çok yoğun bir hesaplaşma sürecinin oluşturduğu bir tarihî mirasın eseridir. Bu tarihî mirasın dönüşüm süreci çok iyi tahlil edilmelidir. Bu birikim, Türkiye Cumhuriyeti nin ufkunu açma ve amaç belirlemede göz ardı edemeyeceği bir unsurdur (Davutoğlu, 2003: 65-66). Görüldüğü kadarı ile yazar, emek harcayarak, oldukça uzun bir zaman içinde, derin araştırmalar yaparak çalışmayı hazırlamıştır. Ancak daha dikkat çekici olan ve okuyucuda iz bırakan yön ise, yazarın millî bir hassasiyet taşıdığı ve Türk kimliğine olan bağlılığıyla milletine vefa duygusu içinde olmasıdır Türk Tarih Felsefesi Mehmed Niyazi, okuyup yazmaya başladığı andan günümüze kadar oluşturduğu düşünce dünyası, fikir ve zihin mecrasını, millet ve tarih bilincini Türk Tarih Felsefesi isimli eserinde açıklığa kavuşturmuş, derleyip, sistematik bir şekilde sonuçlandırmıştır. Bu sonucun bundan sonrası için daha çok kapılar açacağı muhakkaktır. Ciddi ve orijinal, kendimize has bir kültür ve medeniyete sahip olmak istiyorsak, ilk kaynaklardan tarihimizi doğru yazmak zorundayız. Bu da ancak olayların nedenlerini, milletimizin mantalitesinin bunlardaki etkisini bilmekle mümkündür. Ardından sorumluluğunun şuurunda olan insanımız gelecektir. Fizikçimiz, kimyacımız, romancımız dünyadaki emsallerinden geri kalırlarsa, görevini yapmamış olmanın ıstırabını duyacaklardır. Bu insan tipine kavuşmadan sarf edeceğimiz bütün gayretler suyun üzerine nakış işlemektir; zira insan, özelliklerine göre dünyasını kurar. Bütün bunların biricik anahtarı tarih felsefesidir. Bugüne kadar, daha yetkili kimseler tarafından Türk Tarih Felsefesi nin yazılmasını özledik ve bekledik. Özlemimiz gerçekleşemeyince, aczimizin idrakinde olmamıza rağmen bu büyük görevi üstlenmek zorunda kaldık (Niyazi, 2008: 15). 154

173 Tarih felsefesi olmadan da yazılan tarihin doğru olup olmadığını anlamak mümkün değildir. Bu bizim kültür ve ilim hayatımızda bir boşluktu. Ben tarih heveslisi biriyim. Yani tarihin bilinmeden hiçbir sosyal bilimin anlaşılamayacağına inanıyorum. Bunu klasik tarih bilimcilerimizin yazmasını arzu ediyordum. Fakat onların böyle bir gayreti olmadığına hayretle şahit olunca, Türk Tarih Felsefesi ni yazmak zorunda kaldım. Bir başka kitabı yazarken de bir taraftan tarih felsefesi ile ilgili bilgileri topluyordum. Onlarla alakalı makaleler yazıyordum. Epey uzunca bir zamana denk geliyor bu kitabın yazılışı (Aktaran, Kaplan, ). Türk Tarih Felsefesinin yazılmasını bir görev ve zorunluluk olarak gören Niyazi, meselenin ne kadar mühim olduğunu düşündüğünden konuyu kendi kaleme almıştır. Gerek romanlarında gerekse araştırmalarında sıklıkla dile getirdiği tespitini yineleyerek bu konuya neden bu kadar önem verdiğini izah edecektir. Ne acı talihtir ki, insanoğlunun en dinamik dönemi olan iki yüz elli yıl, Türk tarihinde gerileme, hatta çözülme dönemine rastlamıştır. Bu ve buna benzer bir cümleyi yazar birçok yerde kullanmaktadır. Ona göre iki yüz yıldır yuvarlanmadığımız uçurum kalmamıştır. Bu durumdan kurtulmanın ilk adımı doğru tarih bilgisi ile donanmak ve geleceğe bu bilgi ile bakabilmektir. Bu bakış açısını yakalamak noktasında en önemli pencere Tarih Felsefesidir (Bkz: Ek, 4) Konunun ne kadar hassas ve girift bir konu olduğu henüz kitabın başlığında kendini göstermektedir. Başlıktaki her üç kavram da üzerine ciltler dolusu kitabın yazılabileceği, derin analiz ve incelemelerin yapılabileceği kavramlardır. Türk kavramının tarihte bıraktığı iz ve insanlığın adını yıllarca süper güç olarak andığı bir millete karşılık gelmesi ilk çetin meseledir. İkinci kavram olan Tarih ise, bizzat her insanı ve her anı ilgilendiren bitmiş bir olayın kesinleşmemiş görüntüsüdür. Felsefe ise, insanın düşünce dünyası ile sonsuz bir ufka yönelik bilimsel bir alandır. Tarihe iz bırakmış bir milletin, neredeyse dünya tarihi ile yaşıt geçmişinin, düşünce ve algılamadaki yansımasını konu edinmek öncelikle bu konuda dert ve vefa sahibi olmayı gerektirir. 155

174 Herkesin bildiği üzere tarih, yaşanmış geçmişi araştıran bilimdir. Tarih felsefesi ise yaşanmış geçmişin iki farklı şekilde ele alınmasını sağlar. Birincisi, hangi inanç ve düşünce ile geçmiş, yaşanmış; hangi etkenlerle yoğrulmuş? İkincisi ise bizatihi tarih bilimini konu edinir; tarih biliminin kullandığı malzemeler, yöntemler nelerdir; hangi noktalarda zaafları bulunmaktadır? Yani yaşanmış geçmişi gün ışığına çıkarmak için tarih biliminin daha ne gibi donanımlara sahip olması gerektiği üzerinde durur (Niyazi, ). Mehmed Niyazi, kitabına tarih, tarih bilimi, tarihin önemi ve diğer bilimlerle olan ilişkisini açıklayarak başlar. Genel olarak tarih felsefesinin ne olduğunu tartışır ve bu alanın tarih bilimine olan etkisini irdeler. Tarih konusunda çeşitli düşünce yapıları hakkında bilgi verir ve zihniyetin oluşumunda tarihin ne kadar etkili olduğunu ispat etmeye çalışır. Tarih ve ideoloji arasında etkileşimi ifade ettikten sonra Türk tarih felsefesine giriş yapmıştır. Özellikle Türk tarihinin yazılmasında öne çıkan güçlükler ve faktörler konusunda değerlendirmeler yapmış, Türk adı ve karakteri hakkında bilgi vermiştir. Eser, Türk tarih felsefesine giriş mahiyeti taşımaktadır ve bu konuda yazılacak kitaplara rehberlik edecektir. Kitabın ilk sayfalarında tarih ve tarih bilimi hakkında tartışmalar yer almaktadır. Tarihin tanımı ve önemi üzerinde durulmuştur. Birçok bilimde kavramların tarif ve tanımı çeşitli ve farklıdır. Hele tarih gibi bir konu her bir insanı tek tek ilgilendirdiği için tanımı da bir o kadar farklılaşmakta ve algılaması çeşitlilik arz etmektedir. Mehmed Niyazi ye göre insan, tarihin çocuğudur. Bunu ancak kucağında gözlerini açtığı toplumun değerlerini taşıyanlar idrak edebilir. Millî şuurun değişik kaynakları vardır. Bu kaynakların arasında en önemlisi tarihtir. Tarih bilmek, geçmişi yaşamak için değil, geçmişle bağı korumak içindir. İnsan ne geçmişte, ne de gelecekte yaşar; asıl olan geçmişi ve geleceği yaşamak değil, onlarla irtibatlı olmaktır. Geçmişle irtibat, nasıl yaşadığımız, nereden geldiğimizin, gelecekle irtibat ise nasıl yaşayacağımızın ve nereye gideceğimizin şuurunu bize verir (Niyazi, 2008: 21). 156

175 Tarihin bilinmesinin milletin şuuruyla yakından ilgili olduğunu vurgulayarak kitabın ilk bölümünü kaleme alır. Tarih ve Önemi başlıklı bu bölüm daha çok tarihin ne olduğu ve önem derecesi hakkındaki tartışmalara ayrılmıştır. Collingwood ve Montesquieu gibi düşünürlerin, tarihin ne kadar faydalı olduğunu savunurken, Nietzsche ve Paul Valery gibi düşünürlerin zararlı bulduğunu savunduklarını belirtir. Tarihin konusu hakkında da pek çok tartışmalar vardır. Niyazi ye göre tarih bilgisi hakkında iki farklı tavır sergilenmektedir. İlki eskilerde olup bitmiş olayları Bana ne! diyerek önemsememektir. İkincisi ise tarihî olayları sebepleri ile araştırıp, onları yorumlayıp istifade etmeye çalışmaktır. Niyazi, ikinci yaklaşımın bütün semavî dinlerin yolu olduğunu vurgulamaktadır. Niyazi ye göre, bir millet tarihini bilmiyorsa, hayatı başkalarının insafına kalmıştır. Tarih, bir ipe dizilmiş taneler gibi kronolojik sırayla olayları bilmek değil şartları ve sebepleriyle olayları bütün görmek, etkileşimi gözden kaçırmamak demektir. Tarih ve Tarihçi başlıklı bölümde tarihçinin takındığı tavırla ne kadar önemli bir görev altında olduğu belirtilmiştir. Batıda tarihin babası olarak kabul edilen Herodotos ve Thoukydides gibi tarihçilerin olayları mantık süzgecinden geçirdikleri için tarihçi olduklarını belirtir. Tarihçinin, millî ruhun niteliğini belirlemek ve milletin hayatına buna göre bir düzen verilmesine yardım etmek gibi önemli bir görevi vardır. Bu görevi yerine getirirken milletlerin geçmişte yol haritalarını, gelecekte kaderlerini okumaya çalışır. Bunları yaparken, çalışmasıyla sadece gerçeği bulmayı ülkü edinmelidir. Onun görevi, olayların mahiyetini gün ışığına çıkarmaktır. Her ne kadar tarihçi, içinde bulunduğu düşünce dünyasından, şartlardan ve duygulardan tam olarak kurtulamayacak olsa da bilim namusu ve ilkeler doğrultusunda vicdanının yönlendirmesi ile objektif olmayı başarmalıdır. Tarihçi kafasındaki gerçeği değil dışarıdaki gerçeği gün yüzüne çıkarmalıdır. Tarih Bilim midir? başlıklı bölüm, bilim dünyasında tartışıla gelen bir soruya cevap arama çabasını taşımaktadır. Başlıktaki soruya çeşitli yaklaşımlardan sonra şu tespitle cevap verir; Yöntemi, bünyesinde bulundurduğu eleştiri mekanizması sayesinde ve yardımcı bilimlerin müdahalesi ile yapılan çalışma ilmidir (Niyazi, 2008: 40). 157

176 Tarih Bilimin Gelişmesi ve Çeşitleri bölümünde tarihin de insanlığın gelişmesiyle paralellik arz ettiğini belirttikten sonra tarih biliminin ayrıldıkları şekilleri hatırlatır. Buna göre, tarih ilk olarak hikâye edilerek yazılmıştır. Yazının icadıyla olayları olduğu gibi tutanakla belirtmek, vesikalara dayanarak yazmak ve yazılanları kaynak olarak kullanmak yoluyla üç şekilde yazıya geçirilmesi olmuştur. Son dönemlerde ise, öğretici ve araştırmacı tarih anlayışının öne çıktığını ancak onun bilimini yapmak isteyenin araştırma tarzına başvurması gerektiğini vurgulanır. Tarihin diğer sosyal bilimlerle olan ilişkisinin çok sıkı olduğu belirtildikten sonra tarih felsefesi kavramına geçilmiştir. Tarih Felsefesi başlıklı bölüm, kavramların tanımı ve her iki kavramla oluşmuş terkip üzerine değerlendirmelerin yapıldığı ve tarihçesine göz atıldığı bölümdür. Her iki kavram da bilimsel düşüncede ve bilimler arasında yerini almış disiplinler olarak kabul edilebilir. Tarih kavramı herhangi bir sözlükten arandığında bile farklı birçok anlamı bulunabilir. Geçmekte olan olayların zaman sırası gözetilerek sürekli ve metotlu olarak yazılması ilmi, geçmiş olayların araştırılması ilmi, geçmişin yazılı vesikalarla bilinen kısmı, bir şeyin geçirdiği gelişmelerden bahseden eser (Doğan, 1994: 747). Türk Dil Kurumunun hazırladığı sözlüklerde farklı terim ve bilim alanlarına göre tarihin on kadar farklı sözlükte tarifi yapılmıştır. Konuyla ilgisi olması bakımından Bilim ve Sanat Terimleri Sözlüğüne alınmış ve felsefi terimler içine alınan tanımı almak isabetli olacaktır; 1. Olup biten şeyler olarak tarih: Zaman içindeki değişmelerin tümü. (Bu anlamda yeryüzü tarihinden de söz edilir.) 2. İnsanın dünyasında olup bitenler, insanlığa ilişkin olay süreçleri. 3. Sonluluğu ve zamanlılığı; planlayarak, yaratarak, eyleyerek ve inanarak geleceğe yönelmişliği, aynı zamanda geçmişe olan bağıntısı içindeki insan varoluşunun kendine özgü bir boyutu. 4. Geçmiş olan, yitirilmiş olan, artık bulunmayan, yinelenmeyen, bir kerelik olan. Olmakta olan, zamanın gidişi içinde ortaya çıkan durumlar, geçmişte olmuş olan, ama aynı zamanda şimdi de bulunan (TDK, 1975). Felsefe kavramı ise daha çok zihin ve fikir dünyasından yola çıkılarak görünen dünyayı anlama çabası olarak düşünülmektedir. Hik- 158

177 met sevgisi, madde ve hayatı, belirtilerini, sebep ve sonuçlarını inceleyen zihnî ve fikrî faaliyet, bu yoldaki sistem (Doğan, 1994: 249). Bilgi, bilgelik sevgisi. Var olanların varlığı, anlamı ve nedeni üzerine sorularla ortaya çıkmış. Önceleri dinin ve söylencelerin yanıtladığı bu sorular, eleştirel bir düşüncenin ve gözlemenin konusu yapılınca felsefe doğmuştur Mehmed Niyazi, tarih kavramının etimolojik yapısını ve ilk kullanılmaya başlandığı andan itibaren geçirdiği evreleri anlatarak felsefe ile olan ilişkisini tespite çalışmıştır. Buna göre tarih İbranice verehe den gelmekte ve hilali görmek anlamını taşıyan tarih hikâye etmek, anlatmak anlamında kullanılmıştır. Bu tanımlamalardan sonra tarih felsefesi terkibinden nasıl bir felsefe anlayışı beklendiğini şu ifadelerle açıklar; Aslında tarihin düşünme ile ele alınmasından başka bir şey olmayan tarih felsefesi, geçmişin ne anlama geldiğini sorgulamakla başlayıp, insanlığın yaşadığı serüveni değerlendirerek, ortak ilkeleri izah etmek gayretiyle yapılan felsefedir (Niyazi, 2008: 51). En genel anlamda, bir bütün olarak tarihin doğasını, özünü, anlamını araştıran, tarihsel ilerlemeyi, gelişmeyi ve değişmeyi belirleyen temel yasaların ne olduklarını irdeleyen, tarih yazımının nasıl ve hangi yöntemlerin kullanımıyla yapılması gerektiğini soruşturan, bu arada uygulanan yöntemlerin geçerliliklerini felsefî bir gözle denetleyen felsefe dalıdır. Tarih felsefesi, geçmişte meydana gelmiş tarihsel olayların insanoğlunun bugününü anlamak açısından önemini, tarihin dünyayı ve yaşamı anlamadaki değerini dizgeli bir biçimde ele alır (Güçlü vd, 2003: 1393). Bu durumda şöyle bir örnek verilebilir; Alexander Graham Bell, telefonu icat etmiştir denirse bu ifade bir tarihçi bakışı ile söylenmiştir. Ancak, telefonun icadı, insanların iletişim kurma çabalarından doğmuştur, sebepleri ve neticeleri şunlardır, günümüze kadar etkisi nasıl gelmiştir, insanlığa verdiği yön nedir? gibi soruları araştırıp bunlar üzerinde konuşmalar yapılacak olursa, tarih felsefesi olarak bir yargıya varılmıştır. 159

178 Niyazi, tarih felsefesi kavramını ilk kullanan düşünürün Voltaire ( ) olduğunu belirttikten sonra, bu alan hakkındaki tartışmalara yer verir ve kendi tanımını şu şekilde yapar; tarih felsefesi, tarihten faydalanma, ondan ders alma usul ve ilkeleridir. Tarihin anlam ve amacını, derinleştirmek ancak tarih felsefesi ile mümkündür. Tarih felsefesi olmadan, tarihi gerektiği şekilde değerlendirmenin imkânı yoktur (Niyazi, 2008: 55). Tarihimizi bilmediğimiz kanaatinde olan, tarihini bilmeyen milletlerin hafızasını yitirdiğine inanan, tarihî olayları sebeplerini bilmeden bugünü anlamanın mümkün olmayacağını savunan, insanın, tarihin çocuğu olduğunu ifade eden bir düşünür olarak Niyazi nin tarih felsefesine bu kadar önem vereceği aşikârdır. Tarih Felsefesinin Önemi başlıklı bölümde genel anlamda insanlık için önemini belirttikten sonra Türkler açısından önemine vurgu yapılmaktadır. Tarih felsefesi bakımından şu soru kaçınılmazdır. Askeri ve siyasi başarıların yanında, mimariden tıbba, bilimden kültüre insanlığın gidişatını etkileyen zihinlere sahip Türkler nasıl oldu da, iki yüz elli yıldır yuvarlanmadık uçurum bırakmadı? Bunun sebebi nedir? Tarih bilimi ile uğraşanlar bakımından, sebep ve sonuç ilişkisini kavramak için yardımcı olacak ilk zihin yapısını tarih felsefesi oluşturur. Bu zihin yapısı, tarihi bütün görür; bir sonraki olayın sebep ve mantığının bir önceki olayda yattığını bilir. Zincir geriye doğru uzayıp gider; olaya direk etki eden hususlar tespit edilmedikçe, konunun yeterince anlaşılamayacağının farkındadır (Niyazi, 2008: 83). Yazara göre, tarih biliminde yanlışlığa sebep olan hususlar üç ana grupta toplanabilir. Bunların başında önyargılar gelir. Anlam kayması ve olayın bütünüyle göz önünde bulundurulmaması da diğer sebeplerdir. Bu yanılgıları ortadan kaldırmak için tarihe nelerin kaynaklık ettiğini kavramak gerekir. Buna göre, olaya tanık olanların anlattıkları, resmi kayıt ve evraklar, rivayetler ve bulunan bir çömlekten duvara kazınmış bir yazıta kadar her şey kaynaktır. 160

179 Tarih ve Zihniyet başlıklı bölümde yazar bir tehlikeye dikkat çeker; tarih ve zihniyet birbirinden ayrılmayan iki kavramdır; tarihi bilmek için o dönemin zihniyetini bilmek gerekir. Zihniyetiyle taban tabana yazılan tarihler milletin zaman içindeki bütünlüğünü dinamitler, dolayısı ile milletin felaketini hazırlar. Bununla beraber, milletin hafızasının, karşılaştığı en ciddi tehlikelerden birisi ideolojik tarihtir. Bir ideoloji, bir millet için can simidi gibi görünürse, olaylar hep o gözlükle değerlendirilmeye çalışılır. O ideolojiye ait ne varsa, güzel ve yararlıdır, onun dışında kalanlar zararlıdır. Hâlbuki hayat ırmağı çok değişik kıvrımlarla akar, bir merceğe sığabilecek cinsten değildir (Niyazi, 2008: 121). Yazar, tarih felsefesi hakkındaki bu değerlendirmelerden sonra Türklerde Tarih Felsefesi başlığı ile Türk Tarih Felsefesi hakkındaki düşüncelerini izah eder. Bölüm, Türklerin eski çağlardan beri geçmiş olayları öğrenmek, onlardan ders ve ibret almak arzusunda olduklarının belirtilmesiyle başlar. Niyazi, bu arzunun Türk destanlarında bile yer aldığını vurgular. Destanlar, toplumu ilgilendiren ve etkileyen tarihî ve sosyal olayların anlatıldığı manzum hikâyelerdir. Etnografya ve tarih incelemeleri sonucu, Sibirya dan Akdeniz kıyılarına kadar, yayılan ve çok uzun bir tarih içinde çeşitli destan devirleri geçiren Türklerinde millî destanları bulunmaktadır. Yazar, İslamiyet ten önceki Türk destanlarından Oğuz Kağan ve Ergenekon Destanları na dikkat çeker. Gerek şahsiyeti gerekse destanın kendisi hakkında değişik yorum ve görüşler olsa da, bugün bilinen destanın Oğuzname de denilen çok geniş bir destan dairesinin parçaları olduğu kanaati yayılmıştır. Bu dairenin önemli bir bölümünü Dede Korkut Kitabı oluşturmaktadır. Kaynağı Reşîdüddin in Cami ul-tevarih olan Ergenekon Destanı ise, Göktürklerin Ergenekon a sığındıktan sonra buradan ayrılmalarını ve yeni yurtlar bulmalarını konu edinir (Köprülü, 2003: 42). Niyazi, Oğuz Kağan Destanı nda, Kağan ın yanında yer alan Uluğ Türk adında aksakallı, boz saçlı, akıllı bir ihtiyarın bulunmasına vurgu yapar. Bu, tecrübenin, bilginin devlet millet hayatındaki 161

180 önemini anlatmaktadır. Oğuz Kağan; gücü, yanındaki ihtiyar bilge de tecrübeyi ve aklı temsil ediyordu. Güç, akıl, bilgi ve tecrübe bir araya gelince millet mutlu olabiliyordu. Ergenekon destanı analizci bir mantıkla incelendiği zaman ibret alınacak birçok olayı karşımıza çıkarır. Ergenekon denilen yerden çıkmak için yapılan kurultay, demirin işlenmesi, nüfusun çoğalması, gerekli güce ulaşıncaya kadar beklenmesi gibi imgeler millet hayatında nüfusun, tekniğin, istişarenin, sabrın ne kadar önemli olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Göktürk Kitabeleri ne de göz atarsak, Türklerin nasıl bir tarih felsefesine sahip olduğunu müşahede ederiz tespitini yapan Niyazi, bu destan ve bu kitabelerin tarh felsefesinin bir ürünü olduğunu belirtir ve şu soruyu sorar; Aksi takdirde niçin dikileceklerdi? Gelecek nesillerin okumaları, ibret almaları maksadıyla değil mi? Türkler Müslüman olduktan sonra da kabul ettikleri dinin, geçmiş milletlerden ibret alma, tarihten ders alma konusunda ki uyarı ve prensiplerini benimsemekte güçlük çekmediler. Gerek ayet gerekse Peygamber in sözlerinde dünden ders alma, özellikle helak olan milletlerin sonu hakkında düşünme noktasında yoğun bir yönlendirme bulunuyordu. Tarih felsefesinin amacı da geçmişi sebepleriyle izah edip, geleceği görmek olduğuna göre Türkler sahneye ilk çıktıkları andan itibaren tarih felsefesi ile ilgilenmiştir. Niyazi, tarih felsefesinin Türklerde bir disiplin olarak ele alınmasında bazı isimleri özellikle vurgulamaktadır. Osmanlı ve Selçuklu tarih anlayışının o döneme has olarak İslam sınırları içinde kalmasına ve tarihin edebiyattan kopamamış olmasına dikkat çeker. Bu durum tenkit fikrine yeterince yer verilmesini engellemiştir. Buna karşılık İbn Haldun un (ö.1406) meşhur eseri Mukaddime sinin Türkçeye çevrilmesi ile tarih felsefesi bu coğrafyada bir disiplin olarak şekillenmeye başlamıştır. Ahmet Vefik Paşa nın Darülfünun da verdiği tarih felsefesi dersleri, Kâtip Gelenbevizade nin Tarihte Usul adlı risalesi, Ahmet Cevdet Paşa nın on iki ciltlik Tarih-i Cevdet isimli eseri, Müşir Süleyman Paşa nın Harbiye Mektebi öğrencileri için hazırladığı ders kitabı, tarih felsefesi alanındaki çalışmalara öncülük etmiştir. 162

181 Bu bölümde, yukarıdaki isim ve çalışmalardan başka, Tarih-i Osmanî Encümeni, Türk Yurdu gibi dergiler, Ziya Gökalp ın çalışmaları, Yusuf Akçura nın Üç Tarz-ı Siyaset adlı çalışması, Mehmed Fuad Köprülü, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Hammer, Jorga gibi ilim adamlarının da isimlerini zikreder. Yazar, Türk tarihi niçin etkisizdir? sorusuna şu çarpıcı iddia ile yanıt arar; Tarihin etkili olması inandırıcılığına bağlıdır. İnanılmayan tarihten kopmak tabiidir. İçinde yaşadığımız Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı nın enkazı üzerinde filizlendi. Bugünkü devletimizi tanımamız, öncelikle Osmanlı yı, hiç değilse son dönemlerini tanımamıza bağlıdır. Niyazi, Türk Tarihinde Çağlar başlıklı bölüme Türklerin tarih anlayışlarını sorgulayarak başlar. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti nin kurulma yıllarındaki sürece ve bu süreçte etkili olan milliyetçi tarih anlayışına dikkat çeker. Ancak zaman içinde milliyetçi görüşün yerini Batılılaşmak fikri ağırlık kazanmaya başlamıştır. Ancak, Türk tarihi Osmanlı dan Karahanlılara, Selçuklulardan Uygurlara, Göktürklerden Hunlara kadar uzayan derinliklerin hepsini kucaklamalıdır. Geçmişte kalanlarını günışığına çıkarırken, yaşayanların önünü aydınlatmalıdır. Yazar, bundan sonraki bölümlerde Türk ve Türk tarihine dair temel problemleri, soru şeklinde başlıklar haline getirmiş ve cevaplarını da konuyu tartışarak vermeye çalışmıştır. Türk tarihinin devirleri konusunda, o devri yine o devre damgasını vuran kurumlarla adlandırmak gerektiğini belirtir. Niyazi ye göre, Hun Devleti, bugüne kadar kurulmuş Türk devletlerinin ve Türkiye Cumhuriyeti nin başlangıcı sayılmalıdır. Diğer Türk devletleri onun bir devamı gibi kabul edilmelidir. Bununla birlikte hepsini ayrı ayrı ele alıp devlet olarak incelemek gerekir. Yazar, Türk adı ve karakterini inceledikten sonra, Türk tarihinin yazılmasındaki güçlüklere değinir. Türk tarihinin yazılmasındaki en büyük güçlük zaten Türk adında gizlidir. Öyle ki Türk denilince oldukça eski ve uzun bir tarihî süre göz önüne alınmalıdır. Ayrıca Türkler, tarih boyunca çok büyük ve geniş bir coğrafyaya dağılmışlardır. Ayrıca, Türk tarihini etkileyen iki önemli unsur da Türk tarihinin ya- 163

182 zımında etkili olmuştur. Bunlardan biri bilimde geri kalma diğeri ise, stratejik yer altı zenginliklerinin azlığı ya da kullanılamamasıdır. Türk tarihinin temel dinamikleri, Türk milletinin karakterinin özelliklerinden gelmektedir. Devletine olan bağlılığı, düzen fikrine yatkınlığı, değer yargıları, metafizik dünyasını besleyen İslam dini, bu milletin karakterinin oluşmasında etkili olmuştur. Tarihin köklerini milletin değerlerinde, sosyal yapısının ilkelerinde buluruz. Millet değiştikçe tarihi de değişir. Milletin zihniyeti, hayatın bütün yönlerine yansır, her yerde damgası görülür. Yükselme dönemlerimizde milletimizin belirgin özelliği yüksek ahlaklı olmasıydı. Çöküntüsünün en önemli sebeplerinden biri, ahlak çözülmesidir. İşte bu noktada karşımıza insan unsuru çıkmaktadır (Niyazi, 2008: 290). Bu vurguyu belirten yazar, Türk aydınlarına büyük görevler düştüğünü hatırlatarak kitabını sonlandırır. Kitabın en temel tartışma konularından biri, Türk milleti, tarih sahnesinde görünmeye başladığından beri batıp çıkmasına karşın varlığını nasıl sürdürebilmiştir? Ayrıca gözden kaçmaması gereken bir diğer soru şudur; Türklerin çok azı işgal altında varlığını sürdürebilmiştir. Bu tarihî gerçek, Türk millî karakterinin hangi özelliğinin sonucudur? Yazarın, çalışması boyunca problematik bir açıyla yaklaştığı konu ise şudur: Türk milletinin geri kalmasında hangi unsurlar ve etkiler yer almaktadır? Uzun yıllar süper güç olmuş, tarihin ve medeniyetin şekil almasında rol oynamış bir millet, nasıl oldu da son iki yüz elli yıldır yuvarlanmadık uçurum bırakmamıştır? Yazar, bu çıkmazın sebepleri, sonuçları ve çıkış yollarının neler olabileceğini tarih felsefesi bakımından incelemiştir. Kitabın tamamlanması için emek ve yoğun bir çaba harcandığı gözükmektedir. Konu ile ilgili gerek eski gerekse günümüz kaynaklarından ekseriyeti incelenmiş, sistematik bir biçimde, toplu ve anlaşılır bir üslupla okuyucuya sunulmuştur. 164

183 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM MEHMED NİYAZİ NİN DÜŞÜNCE DÜNYASI Niyazi nin düşünce dünyası, metafizik bir alt yapıya sahiptir. Sanat ve edebiyatla uğraşanların mutlaka metafizik dünya ile bağı olması gerektiğine inanır. Bu dünyadan beslenmeyenlerin çalışmaları ona göre derinliği olmayan uğraşlar olacaktır. Niyazi, Nurettin Topçu nun, Düşüncenin hakiki şekli inançtır yargısına uygun olarak, metafizik dünyanın inançla birebir bağı olduğunu belirtmektedir. Bir fikir, inanç dünyamıza etkili olmayı başardığı ölçüde gerçektir. İnancı hakikat yapan, onun pratikteki başarısıdır (Topçu, 1995: 116). Metafizik dünyaya bu kadar önem verdiği içindir ki, metafizik derinliği ve metafiziğe yatkın olan yazarları okumayı tercih etmektedir. Ona göre, metafizik yatkınlığı olmayan birinin yazdıkları şematiktir. Mehmed Niyazi, milliyetçi bir duruş sergilemektedir. Ancak onun milliyetçiliği ırk ya da politik muhtevadan farklıdır. Milletleri, birbirleri ile tanışmak, bilişmek için yaratıldıklarını sıklıkla vurgular. Ona göre, milleti sevmek, aslında insanlığa faydalı olabilme çabasının bir kapısıdır. Bu açıdan bakıldığında milliyetçiliği de inanç duyguları ile beslenmektedir. Türk milletini ve bu milletin günümüze kadar getirdiği değerleri, gelenek ve görenekleri, bu millete özgü alışkanlıkları büyük bir vefa duygusu ile sevmektedir. Niyazi yi, Türk düşünce dünyasının, herhangi bir safhasına yerleştirmek mümkün olabilir. Çünkü o, İslam öncesi, İslam Türk düşünce devri ve modern çağın Türk düşünce yapılarından haberdardır ve her dönemin Türk düşünce sisteminden hisseler almıştır. 3 3 Türk düşünce tarihini, bu şekilde üç devreye ayıran Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken dir. Türk Tefekkürü Tarihi, YKY Kitapları, İstanbul, 2007, Türkiye de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yay, İstanbul,

184 3.1. Düşünce Dünyasının Şekillenmesi Düşünce dediğimiz o soyut gerçeklik, gerek birey gerekse toplum olarak zihinsel faaliyetlerin tamamını kapsamakla birlikte, somutlaşan bir görüntü ve tezahüre de sahiptir. Türk Dil Kurumu, hazırladığı sözlükte kavramı şu şekilde tanıtmaktadır; Uzay ve zamanın ötesinde, öznenin dışında, kendiliğinden var olan, duyularla değil, yalnızca ruhen algılanabilen asıl gerçeklik, mütalaa, fikir, mülahaza, ide, idea. Zihnin bütün faaliyeti, duyuların müdahalesi olmadan zihnin kendi malzemesi ile yaptığı eylem. Bir yargı sahibi, bir fikir sahibi olmak, insanın tamamen zihnî ve aklî faaliyeti (Bolay, 1996: 115) olan düşünme, bireyin dış dünyaya, iç dünyasından istediği kadarını çıkarma işidir. Zihin ise, bireyin beslenme alışkanlığından, okuduğu kitaplara kadar birçok değişik faktörle şekillenebilmektedir. Bilim, sanat ve edebiyatla uğraşanların zihin dünyası, karşılaştırma yapmak, ayırmak, kavram üretmek, problem çözmek, sorgulamak gibi faaliyetleri yapmada daha yeteneklidirler. Bu yetenek ve istidat, yazarın, ressamın, şairin ve hatta bir liderin fikrî faaliyetlerini daha yoğun olarak çalışmasını sağlamaktadır. Buna mukabil, istisnalar olmakla birlikte her insan, dışarıdan aldığı ikaz ve uyarıcılarla zihin dünyasını, düşünme eylemini şekillendirmektedir. Belirli bir konuda fikir sahibi olmak, zihnî birtakım uğraşlardan sonra o konu hakkında bir karara varmak ve bu kararı sistematik bir şekilde ifade etmek, düşünme eyleminin sonucudur. Bu süreçte, dış dünyada olup bitenler, sıra dışı olaylar, okumalar, gözlemler, geçmişi anlama çalışmaları ve yaşanılan zamana bir anlam yükleme arzusu, düşünceye şekil veren etkenlerin başında gelmektedir. Temas edilen kişiler de, düşüncenin şekillenip bir yol çizmesinde güçlü bir etkiye sahiptir. Mehmed Niyazi, gelenek ve göreneklerine bağlı bir aile ortamında büyümüştür. Nafakasını el emeği ile kazanan dedesinin ve çevredekilerin evliya dediği babaannesinin, tüm aile bireyleri üzerinde bir iz 166

185 bıraktığı sezilmektedir. Ayrıca, babasının yardımsever, hürmet gören ve sözü dinlenilen bir toplum önderi olduğu görülmektedir. Yazar, maddî bakımdan imkânları müsait, kalabalık, saygı duyulan bir ailenin ferdi olarak ilkesi ve geleneği olan bir çizgide yaşamıştır. Bu durum ona, bağımsız bir ortam sağlamıştır. Kimseye ödeyeceği bir bedel yoktur. Öğrencilik hayatı boyunca hiçbir kişi, kurum ya da kuruluştan burs vb. yardım almamıştır. Yazar, özellikle gençlik çağlarında ülkede devam eden ve üniversite yıllarında yoğunlaşan siyasî ve sosyal çalkantılardan etkilenmiştir. Onun, hayatı anlamaya çalıştığı bir dönemde, bir başbakanın asılması iç dünyasını oldukça sarsmıştır. Bu olayı, ömür boyu unutamayacağı elim bir anı olarak saklayacaktır. Ailesinin Adalet Partili olması onun, politik zemini tanımasına yardımcı olmuştur. Adalet Partisi, içinde birçok eski Demokrat Partilinin bulunduğu ve 27 Mayıs Askerî Darbe sonrası kurulan bir partidir. Parti, her fırsatta Demokrat Parti nin devamı olduğunu vurgulamıştır. İlk yıllarında milliyetçi, muhafazakâr ve liberal söylemleri olan bu parti, kapatıldığı 1992 yılına kadar ülkenin gidişatında önemli roller oynamıştır. Bu partinin tarihi ülkenin siyasal tarihinin seyrini belirlemiştir. Mehmed Niyazi, ülkenin içinde bulunduğu durumu gözlemlerken diğer yandan okumalarına devam eder. Öyle ki o, sadece Türk yazarları değil, dünya edebiyatında ve dünya düşünce tarihinde hatırı sayılır tesirleri bulunan düşünürleri de okumuştur. Bu okumaları, tanıştığı arkadaş çevresi, ülkedeki sosyal durum onun milliyetçi ve muhafazakâr bir düşünce geliştirmesini sağlamıştır. Fakat o, hiçbir zaman katı, keskin ve radikal olmayı tercih etmemiştir. Sloganlaşmış ve klişeleşmiş söylemler yerine temeli ve dayanağı bulunan araştırmalara dayanarak fikir yürütmeyi seçmiştir. Çalışmanın bu bölümünde yazarın düşünce dünyasını şekillendiren süreç üç başlık halinde incelenecektir. 167

186 Dönemin Siyasî Gelişmeleri Niyazi nin gençlik çağları ve Almanya ya gidişine kadar olan dönem, süreci tanımak için yeterli olabilecektir. Özellikle lise yılları ve devamında üniversitede yaşadıkları, aslında onun fikir hayatının olgunlaştığı dönemdir. Almanya da ise olgunlaşan ve belirli bir çizgiye ulaşan fikirleri, yaptığı araştırmalarla yerli yerine oturmuş, parçalar birleşerek bir bütün halinde sistematik yapıya kavuşmuştur yılından sonra uluslar arası sistemden etkilenmeye başlayan Türkiye, siyasî, sosyal ve ekonomik yapısını buna göre şekillendirmeye başlamıştır lı yıllar Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi nin ülke yönetiminde söz sahibi olduğu yıllardır. Tek parti yönetimi süresince Cumhuriyet Halk Partisi, yönetimde bulunmuş ve içinde, toplumun her kesiminden farklı görüş ve düşüncelerde olan gruplar barındırmıştır. Demokrat Parti nin (DP) kurulması Türk siyasi hayatı açısından çok önemli bir dönüm noktasıdır. II. Dünya Savaşı sonrasında dünyadaki dengelerin değişmesi, Sovyetlerin Türkiye üzerindeki artan baskıları, iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi ni (CHP) çok zor durumda bırakmıştır. Dış politikadaki endişe verici gelişmelerin yanı sıra ekonomik ve siyasî huzursuzlukların artması, çok geçmeden CHP içerisindeki muhalif sesleri de açığa çıkarmıştır (Ertunç, 2004: 362). Uzun yıllar boyunca iktidarı tek başına elinde tutan ve hiçbir muhalif oluşuma izin vermeyen CHP nin, 1945 sonrasında demokratikleşmeyi ilke olarak kabul etmesiyle çok partili sisteme geçişin yolu açılmıştır (Bulut, 2009: 73-79) senesine kadar TBMM de komisyon raportörlüğü yapan Adnan Menderes, o yıl Saraçoğlu Hükümeti nin getirdiği, Toprak Kanunu tasarısını şiddetle tenkit ederek, komisyondan istifa etti. Bu muhalif duruş ilerleyince CHP Disiplin Kurulu bir süre sonra Adnan Menderes ve arkadaşlarını partiden ihraç etti. Bunun üzerine Menderes in arkadaşı Celal Bayar da partiden istifa etti. Halkın da destek vermesi ile yeni bir partinin kurulması fikri oluştu. Böylelikle 7 Ocak 1946 da 168

187 Demokrat Parti kuruldu. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde oyların yarıdan fazlasını alarak iktidar oldu. TBMM başkanlığına Refik Koraltan, Cumhurbaşkanlığına DP genel başkanı Celâl Bayar seçildi. Yeni cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Menderes i başbakan olarak görevlendirdi (Akşit, 2004: 83). Adnan Menderes in 10 yıllık başbakanlık döneminde Türk iç ve dış politikasında büyük değişimler oldu yıllarında Türkiye ekonomide kalkınma dönemine girdi. Bu dönemde serbest piyasa ekonomisine geçişe hız verildi. Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni verildi. Yabancı sermayeyi teşvik yasası çıkarıldı. Gelen krediler özellikle tarım alanında kullanılmaya başlandı. Tarımda makineleşme çalışmaları yoğunlaştırıldı. Marshall Planı nın da katkısıyla ülkede yeni sanayi tesisleri kuruldu. Örneğin, yassı çelik (sac) imal eden Ereğli Erdemir Demir-Çelik Tesisleri bu tesislerden biriydi yılında Türkiye Vakıflar Bankası kuruldu. Bu dönemde Türkiye nin gayri safi millî hâsılası yılda ortalama %9 oranında büyüdü yılı iktidar ve muhalefet arasındaki ilişkiler açısından son derece gergin geçmişti. Bu gerginlik 1960 a girildiğinde bir türlü yumuşatılamadığı gibi aksine daha da sertleşti. 7 Nisan da DP Meclis Grubu bir bildiri yayımladı. Bildiride CHP nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı, orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı öne sürüldü. Bu bildirinin ardından DP Meclis Grubu TBMM Başkanlığı na muhalefetin eylemlerinin soruşturulması için bir önerge verdi. Önerge 18 Nisan da Meclis'te büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Buna göre bir Tahkikat Komisyonu oluşturulacak ve bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı. Demokrat Parti nin sona yaklaştığını gösteren olay 28 Nisan 1960 da yaşanmıştır. 28 Nisan Olayları olarak bilinen bu olayda İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampus unda Demokrat Parti aleyhine gösteri düzenleyen öğrencilere polis saldırmış ve büyük bir arbede yaşanmıştır. Olaylar sonucunda Turan Emeksiz adlı bir öğrenci hayatını 169

188 kaybetmiştir. Bu olayın hemen ertesinde Demokrat Parti lehinde bir gösteri olması beklenen, 555K koduyla bilinen 5. ayın 5. günü saat 5 te Ankara- Kızılay da düzenlenen gösteri gerçekleştirilmiştir. Ancak, gösteride muhalif grup daha baskın çıkmış ve Menderes tartaklanmıştır. 19 Mayıs 1960 da Harbiyelilerin yaptığı yürüyüşten sonra nitekim 27 Mayıs 1960 da ordu hiyerarşisini altüst eden bir hareketle 27 Mayıs Darbesi gerçekleşmiştir. DP yöneticileri tutuklanarak Yassıada ya götürülmüşlerdir (Örmeci, 2008: 69). Ordu içinde de 10 yıllık DP iktidarına karşı alttan alta başlayan hareket, protesto gösterileri sırasında kendini açıkça belli etmeye başlamıştı. Özellikle 29 Nisan daki gösteriler sırasındaki öğrenci-ordu dayanışması dikkat çekiciydi. Ankara daki 5 Mayıs gösterilerinden iki gün önce de Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes e bir mektup göndermiş ve ülkenin içinde bulunduğu bunalımdan çıkış için bazı önerilerde bulunmuştu. 21 Mayıs ta bu kez Ankara daki Harp Okulu öğrencileri, iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan çıkmıştı ve gerginlik doruktaydı. Bu arada Başbakan Menderes, bir açıklama yaparak Tahkikat Komisyonu nu başlangıçta üç ay olarak öngörülen çalışmalarını tamamladığını, raporun yakında meclise sunulacağını kamuoyuna duyurdu. Menderes in, Tahkikat Komisyonu nun, CHP hakkında verilen önergeyle ilgili çalışmalarını tamamladığını açıklamasından iki gün sonra 27 Mayıs 1960 ta başkanlığını Orgeneral Cemal Gürsel in yaptığı ve Millî Birlik Komitesi adı altında toplanan bir subay grubu, emirleri altındaki askeri birliklerle birlikte Ankara ve İstanbul daki bazı önemli yerleri ele geçirdi ve Türk Silahlı Kuvvetleri adına yönetime doğrudan el koyduğunu açıkladı lerde memur ve subayların durumu, özellikle ekonomik açıdan dramatik bir şekilde kötüye gitti. Her şeyden önce enflasyon ordu mensuplarını güç durumda bırakıyordu. Menderes hükümeti önceliği yol, su, elektrik gibi altyapı çalışmalarına, endüstriyel ve tarımsal ge- 170

189 lişmeye verdiğinden, orduya bütçeden yeterli kaynak sağlanmıyordu. Bütün bunlara DP nin ideolojik olarak cumhuriyet ilkelerine ihanet ettiği kanısı da eklenince, orduda DP karşıtı bir hava egemen olmaya başladı, ülke içinde artan siyasal kutuplaşma orduya da sıçradı 1950 lerin ortalarından itibaren subaylar arasında DP iktidarını devirmek için birbirinden habersiz birçok gizli örgüt kuruldu yılına doğru orduda, iktidarı devirme yolunda örgütlenmeler giderek olgunlaştı ve subaylar 27 Mayıs 1960 da ülke yönetimine el koydular (Kuyaş, 2002: 301). 27 Mayıs sabahı, Silahlı Kuvvetler adına radyodan yayınlanan bildiride, "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır" deniyordu. Eskişehir den dönmekte olan Başbakan Adnan Menderes, Kütahya yolunda tutuklanarak Ankara ya getirildi. Daha sonra Celal Bayar, hükümet üyeleri ve DP li milletvekilleriyle birlikte İstanbul a, oradan da Yassıada ya gönderildi (Ulurasba, 2004: 79). 27 Mayıs, gerçekten Türkiye Cumhuriyeti açısından çok önemli ve tartışmalı bir olaydır. Ordunun siyasete karışma ve direkt müdahale geleneğini başlatması açısından son derece zararlı olan 27 Mayıs; ilginç bir şekilde 1924 Anayasası nın yerine özgürlükçü 1961 Anayasası nı getirerek demokratik bir rejime kavuşulmasına öncülük etmiştir (Örmeci, 2008: 71) Anayasası uzun ve ayrıntılı bir metindi. Ama önemli yenilikler de getiriyordu. Millet egemenliğinin yetkili organlar eliyle kullanılacağı hükmü ile ılımlı bir kuvvetler ayrılığı prensibi yer aldı. Yasama ve denetim yetkisi TBMM nce; yürütme meclisin içinden çıkmakla birlikte ayrı bir organ olarak Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu nca; yargı yetkisi ise bağımsız mahkemelerce yerine getirilecekti. Önemli değişikliklerden biri de TBMM nin Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu ndan oluşan çift meclisli bir yapıdan kurtulması idi. Ayrıca, yasaların Anayasa ya aykırı olup olmadığını tespit etmek üzere Anayasa Mahkemesi kurularak, yar- 171

190 gısal denetime ağırlık verildi. Temel hak ve özgürlükler, o güne kadar hiçbir Türk anayasasında görülmemiş biçimde ayrıntılı olarak düzenleniyordu. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmalarına da sınırlar konuluyordu. Anayasa ayrıca devlete pek çok sosyal ödevler yüklüyordu (Ulurasba 2004: 87) döneminde esas hesaplaşma Atatürkçülükle olmuştur. Çoğulculuğu Atatürkçülükle bağdaştırma çabaları sürekli olarak 1930 ların Kemalizm inden taviz verilerek yürütülmüştür. Ancak DP nin dincilere hilafeti geri getirecek kadar taviz verdiği suçlamaları karşısında, devrimlere koruyucu bir güç aranması yoluna girilmiş ve CHP nin de desteğiyle bu role ordu lâyık görülmüştür (Koloğlu, 2006: 132). Bu süreç öteden beri toplumda bastırılmış şekilde bulunan kutuplaşma ve saflaşmanın da ilk adımlarından biri olmuştur. Kendi içinde farklı görüş ve akımlara yer verse de, iki zıt yönden adını alan sağ ve sol ayrışması şekillenmiştir. Kurucu Meclis in hazırladığı 1961 Anayasası uyarınca, 1961 Ekim inde genel seçimler yapıldı. CHP Genel Başkanı İnönü, de AP ile ortak bir hükümet kurdu. Arkasından İnönü ve Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında oluşturulan koalisyon hükümetleri görev yaptı yılında yeni seçimler yapıldı. AP, iktidara geldi. Süleyman Demirel, başbakan oldu ve muhtelif değişikliklerle Demirel Hükümetleri 12 Mart 1971 e kadar devam etti. Bu arada Fransa'da 1968 de başlayan ve tüm dünyaya yayılan öğrenci eylemleri, 1960 lı yılların sonlarına doğru Türkiye nin de gündeminin birinci sırasına oturdu. Başlangıçta üniversitelerdeki öğretim biçimine ve sınav sistemine bir başkaldırı niteliği taşıyan bu eylemler, bir süre sonra siyasal ve ideolojik içerik de kazanacaktı. O dönemde dünyada güçlenen antiemperyalist hareketler, özellikle Vietnam Savaşı nın yarattığı ortam, Küba ve Afrika devrimleri, sosyalist gençlik hareketlerini etkiledi. Geniş bir toprak reformu, NATO ve AET ile ilişkilerdeki gelgitler, ülkedeki ekonomik uygulamalar karşısında özellikle muhafazakâr çevreler tepki gösterdiler. 172

191 27 Mayıs Darbesini gerçekleştirenler, gerek ordu içinde gerekse üniversitede çeşitli bahanelerle yüksek rütbeli subayları ve öğretim görevlilerini kurumlarından uzaklaştırmışlardır. İlk iktidara geldiği seçimlerden 27 Mayıs Darbesine kadar geçen on yıllık sürede pek çok farklı uygulama ve icraat gerçekleştiren Demokrat Parti, siyasî ve sosyal yönden ülkenin tarihinde önemli izler bırakmıştır. Bakılan açı ve durulan yere göre partinin uygulamalarını olumlu ya da olumsuz değerlendirenler olmakla birlikte siyasal tarih yazanların değinmeden geçemeyecekleri bir dönemdir Adnan Menderes in İdam Edilmesi Menderes( ), çoğulcu demokrasiye olan inancından dindarlara yönelik özgürlükçü yaklaşımına, ikili ilişkilerdeki kibarlığı ve derin kültürel donanımından sanata verdiği değere kadar her yönüyle Türk toplumuna damgasını vurdu. İç ve dış siyasette büyük gelişmelere imza attı (Akşit, 2004: 83). 1899'da, Aydınlı toprak ağası varlıklı bir çiftçinin oğlu olarak doğdu. Büyük babası Hacı Ali Paşa Konya dan Tire taraflarına göç etmiştir. I. Dünya Savaşı öncesinde futbol oynadı. İlkokuldan sonra, İzmir Amerikan Koleji nden mezun oldu. I. Dünya Savaşı nda yedek subay eğitimi gördü, fakat hastalandığı için cepheye gidemedi. İstiklal Savaşı na katıldı ve İstiklal Madalyası aldı. İzmir in ünlü ailelerinden, Evliyazade Fatma Berin Hanım( ) la evlenmiş, ondan Yüksel, Mutlu, Aydın olmak üzere üç oğlu olmuştur. Aydın da çiftçilik yaparken, Fethi Okyar ın ısrarı ile Serbest Cumhuriyet Fırkası na 1930 yılında girer ve bu siyasî hayatı idam edilinceye kadar sürer (Birand vd., 1989). İmam Hatip okullarının açılması, ezanın tekrar Arapça olarak okunmaya başlanması, camilerin açılması gibi icraatlar Menderes in yaptıkları arasında en çok akılda kalanlar olacaktı. Geniş halk kitlelerinin ilgisini çeken konuşmalarıyla dikkati çeken Menderes, 14 Mayıs 1950 seçimlerini DP nin kazanmasının ardından, Cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar ın yerine Demokrat Parti Genel Başkanı olur. Ardından Aydın milletvekili olarak 22 Mayıs 1950 de 173

192 kurulan hükümette başbakan olarak görev alır. Menderes in göreve gelmesiyle inançlı kesimde bir hareketlenme ve ümit oluşur. İlk icraatı Türkçe okunan ezanı tekrar Arapça şekliyle okutmaya başlamak olmuştur. O dönem, milletin hissiyatına tercüman olmaya çalışan, özellikle milliyetçi ve inançlı kişilerin sözcüsü gibi görünenlerden biri de, Osman Yüksel Serdengeçti idi. Bilhassa kendi yayını olan Serdengeçti adlı dergide hararetli yazılar kaleme alıyordu. Demokrat Parti nin halkın oylarıyla seçilmiş meşru bir iktidar olduğunu belirtiyor, bu idare ile CHP idaresine karşı takınacakları tavrın aynı olmayacağını ifade ediyor, Menderes in başbakan olmasıyla dergisinde coşkulu yazılar yazıyordu. Bu yazılardan birinde Haziran 1952 tarihli dergide, Menderes e hitaben şunları söylüyordu; Sen Antalya nutkunda, sana İnkılâp düşmanı! diyenlere karşı şöyle demişsin; Bu kanunlar acaba hangileridir ve tavizler hangi tavizlerdir? Galiba ezanın Türkçe okunmasını ve vicdan hürriyeti üzerinde yapılan baskının kaldırılmasını kastediyorlar. Eğer inkılâp kanunları bugüne kadar halk tarafından benimsenmemişse, jandarma zoru ile yürütülecekse, millî vicdanın hilafına olan bu kanunları kaldırmak demokratik iradenin başta gelen vazifesi olmak icap eder. Hakiki inkılâp, Türkiye de şimdi oluyor. Bir milletin rüştünü ispat etmek için yaptığı hareket hakiki inkılâptır. İnsanları sürü olmaktan kurtaran idareyi kurmaktayız. Bunu duyduğum zaman, içimden gayri ihtiyari Yaşa be Menderes! diye bağırdım. Yaşa be Menderes! Bu sözleri söylediğin için yaşa. Elin, dilin, ayağın dert görmesin. Bu millet aksi ve kötüye solak demiştir. İslam dini hayra sağ, şerre sol demiştir. Sen bu sözlerinle bu milletin yıllarca beklediği, rüyasında bile görse inanası gelmeyeceği, ilk ve tek başbakansın (Yılmaz, 2006: 124). Adnan Menderes in en büyük özelliği milletle olan bağını güçlü tutmasıdır. Özellikle Anadolu insanı, Menderes e büyük bir sevgi ve vefa ile bağlıdır. Ekonomik gelişmeler, toplumsal rahatlama ve özgürlükler, Adnan Menderes e olan muhabbeti arttırmıştır. İleriye doğru 174

193 yeniden bir adım atılmıştır. DP iktidarının tarım dışında iktisadî alandaki teşebbüsleri ile milli gelirin %15 oranında artması, yol ve köprü inşaatlarına önem verilmesi, başarısının arkasındaki önemli etkenlerdir. Köylünün yaşayışını büyük ölçüde değiştiren şeker, çimento ve dokuma alanında büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Bütün bu gelişmeler özellikle köylü ve tarım kesimi arasında DP ye gönülden bağlı bir kitle yaratmıştır ki bu bağlılık, gelecek yıllarda AP yi de iktidara taşımıştır. Bütün bunların yanı sıra DP bürokrasi baskısına son veren parti olarak tanınmıştır Bütün bu gelişmeler DP nin popülerliğini arttırmakla birlikte, aslında sonraki yıllarda su yüzüne çıkacak bir takım olumsuzlukların emareleri de bu dönem de görülmeye başlamıştır (Eroğul, 2003: ). Ülkede gerginleşen hava, iktidar ve muhalefet arasındaki çekişme gün geçtikçe şiddetlenmiştir. Yukarıda bahsedilen gelişmeler sonucu Başbakan Adnan Menderes, Eskişehir den dönmekte iken, Kütahya yolunda tutuklanarak Ankara ya getirildi. Daha sonra Celal Bayar, hükümet üyeleri ve DP li milletvekilleriyle birlikte İstanbul a, oradan da Yassıada ya gönderildi. 24 Eylül 1960 ta Yüksek Adalet Divanı kuruldu. Yüksek Adalet Divanı 14 Ekim de Yassıada da çalışmalarına başladı. On üç suç isnadıyla yargılanan Menderes, on ikisinden suçlu bulundu. Yassıada Mahkemeleri nde verilen bu kararlar kamuoyunda, günümüze kadar sürecek tartışmaların da başlangıcı olmuştur. Parlamenter sisteme geçildikten sonra özellikle yılları arasında bazı siyasi partilerle ordu arasındaki gerginliğin temel meselesini bu idamlar oluşturmuştur. Kuşkusuz DP nin politikalarını pek çok yönden eleştirmek mümkündür. Özellikle DP iktidarı 1954 ten sonra yönetimin sertleşmesi, özgürlüklerin kısıtlanması vb. birçok konuda hatalı kararlar almıştır. Ancak bütün hoşnutsuzluklara rağmen halkoyu ile üç kez iktidara gelmiş bir siyasi partinin yöneticilerinin böyle trajik bir sonu hak etmediği de ortadadır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin ülke yönetimini ele alması ve 1961 Anayasası ile birlikte Türk siyasi hayatı yeni bir dönemece girmiştir (Bulut, 2009: 78). Adnan Menderes, Tür- 175

194 kiye de ilk kez demokratik seçimle iktidara gelen ve yine ilk kez askerî bir darbeyle devrilen başbakandır. Anadolu insanının, muhafazakâr kesimin muhabbetini ve hürmetini kazanan Menderes in Yassıada günleri de oldukça sıkıntılı ve eziyet içinde geçmiştir. Ailesine yazacağı mektuplar bile elli kelime ile sınırlandırılmıştır. Ancak o, metanetini ve tevekkülünü hiç kaybetmemiştir. Son anına kadar yüzündeki gülümseme kaybolmamıştır. İdamından bir müddet önce yazdığı ifade edilen mektubu oldukça manidardır; Sizlere dargın değilim, sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes, hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığımız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme karar-ı metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine de 1950 de kurtarabilirdim. Dirimden Korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek, Adnan Menderes in ölümü sizi ebediyete kadar takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen merhametim sizlerle beraberdir (Apuhan, 1997: 75). Hazin ve acıklı bir son yaşayan bu şahsiyet, elbette Niyazi gibilerin yaşamlarında ve düşünce dünyalarında derin izler bırakmıştır. Niyazi ye göre Menderes, çok değişik bir milletin oluşumunda başarı sağlamıştır. Niyazi, Adnan Menderes idam edildiği zaman, lisede okumaktadır. O yıllardan aklında kalan, onu sarsan ve düşündüren bir olaydır bu. Niyazi, Yaşamımın bundan sonraki kısmını bu acıyla yaşamışımdır diyecek kadar derinden etkilenmiştir. Ben bu devletin bizim olduğuna inanmam. İki yüz elli yıldır, zaman zaman bize müdahale eden kumandanlar geçmiştir. Tabi, bu kumandanların çok sevilen bir adamı asmaları çok dokunmuştur bana (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). 176

195 Cumhuriyet in kuruluşunda ortaya bürokratik bir zümre çıktı. Bu zümre, Fransız, Alman, İngiliz gibi yabancı okullarda okuyan kesimin çocuklarının oluşturduğu bir zümreydi. Misal, 1783 yılında, Fransız Saint-Benoit Mektebine masonlar, dönmeler, Yahudiler çocuklarını gönderirken, Müslümanlar çocuklarını burayı kendilerinden görmedikleri için göndermediler. Buralarda okuyan bu kesim Cumhuriyetin kuruluşunda önemli makam ve yerlerde görev aldılar. Bu durum, 1950 ye kadar devam etti. Menderes diye bir adam geldi, dış görünüş olarak oldukça Batılıydı. Ancak camileri tamir ettirdi, ezanı Arapça olarak okuttu, köylünün önünü açtı, İmam Hatip Okullarını serbest bıraktı. Maziye kök salmaya başladı. Bunda başarılı oldu. Menderes, farklı bir millet başardı. Millet bunun farkında değil o başka. Gelecek yüzyılda tarihçimiz olursa bu milleti Adnan Menderes in inşa ettiğini yazacaktır. O yüzden, yeni bir süreç başlamıştır onunla beraber (M. Niyazi ile kişisel iletişim, 23 Ağustos 2009). Niyazi, Menderes i sadece bir başbakan olarak görmez, aynı zamanda yeni bir sürecin başlamasında ilk adımı atan kişi olarak görür. Ölümü ise Niyazi nin gönlünde ayrı bir yara olarak kalmıştır Dönemin Siyasî ve Fikrî Akımları Altmışlı yıllarda, kendi içlerinde farklı fraksiyonlar taşısa da iki sosyal düşünce yapısı görünüyordu; Sol/Sağ ya da solcu/sağcı kavram ve adlandırmaları. Türk toplumu, siyasî alanda da tesirini göstermiş bu iki düşünce anlayışıyla karşılaşıncaya dek, özellikle İkinci Meşrutiyet ten başlayarak çeşitli düşünce akımları ile meşgul oldu. Bu görüşlerin ortak özelliği; içine düşülen durumdan kurtulmanın, nasıl ve ne şekilde olacağı sorunsalıydı. Bu dönemde düşünce dünyası, üç fikrî hareket çevresinde yoğunlaşmıştı. Bunlar; Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık idi. Sözü geçen dönemde, bu konulara gönderme yapmayan herhangi bir düşünürle karşılaşmıyoruz. Hepsinin düşünce dünyasında, bu üç öğeden en az biri ya da bu öğelerin belli dozlardaki bileşimi göze çarpıyor. Genel felsefî arka planı ise, on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi, 177

196 genellikle Aydınlanma Felsefesi, Pozitivizm, maddecilik oluşturuyor. Düşünürlerin hemen hepsinin ortak sorunu, topluluğu, ulusu kalkındırmak, devleti kurtarmak, kültürü ve ahlakı geliştirmek, bilim ve teknik bakımından çağdaş uygarlığı yakalamaktır. Düşünüş bakımından ortak yanları da köke inmeyen, sonuna kadar gitmeyen bir eleştiri ve özellikle Batı düşüncesinin, kültürünün ve biliminin, verileri mutlak doğrular gibi kabul etmekti (Hilav vd., 1989: ). Görünen o ki, Batı hakkında, o günden bugüne dek, her düşünce yapısı, bir refleks geliştirmiştir. Kimi düşünce sistemleri Batı ya tamamen karşı bir duruş sergiler ve düşünce yapılarını Batı nın zararlı ve yabancı olması üzerine kurarlar. Bunun tam tersine, Batı nın tüm kurumları ile örnek alınması ve Batı medeniyetinin takip edilmesi gerekliliğini temel alan düşünce yapıları da olmuştur. Türkçülük, İslamcılık, Osmanlılık, Batıcılık gibi düşünce akımları günün aydın ve yazarları arasında taraf buluyor, tartışmalar bu şekilde devam ediyordu. Siyaset ve politikanın, bu tartışmaların etrafında şekillenmesi beklenirken, belki tam tersi oldu ve günlük politik gelişmeler bu fikirlerin yönünü tayin etti. Meşrutiyet yılları ve sonrasında bahsi geçen bu üç fikrî akımdan ilk ikisi ile birlikte Osmanlılık fikri de konuşuluyordu. Hatta bu üçü üzerine hararetli tartışmalar yaşanıyordu. Yusuf Akçura ( ) bu üçü hakkında kaleme aldığı Üç Tarz-ı Siyaset makalesi ile meselenin uzun yıllar tartışılmasını sağladı. Bu makaleye yazılan cevabî yazılarda günün düşünce dünyası hakkında ipuçları bulmak mümkün oldu. Osmanlı ülkelerinde, garptan feyiz alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzuları uyanalı, belli başlı üç siyasi tasavvur ve takip edildi sanıyorum. Birincisi, Osmanlı milleti vücuda getirmek, ikincisi, tüm İslamları hükümdarın idaresinde siyaseten birleştirmek, üçüncüsü, ırka dayanan siyasî bir Türk milleti teşkil etmek diyen Akçura yı okuyunca düşünce dünyamızın siyasetle ne denli iç içe olduğunu görmek mümkün olacaktır (Akçura, 2008: 35). İki farklı düşünce, iki karşı düşünceye dönüşmüş bir görünüm arz etmeye başlar. İkiye bölücü fikir yürütme alışkanlığı, derinlemesine, 178

197 analiz ve sentez yapan bir düşünce anlayışını frenlemiş gözükmektedir. Hilmi Ziya Ülken ( ) bu konuda şöyle diyor; Yüzyıllar boyu savaş halinde bulunduğumuz bir dünya karşısındaki mukavemetler ve devrimler, sonunda İmparatorluğun yıkılmasıyla yeni bir siyasi bünyenin ortaya çıkışı, bu bir asırlık fikir hayatını, çoğu ihtiraslı, günlük siyasi eyleme bağlı ve derin olmaktan uzak bırakmış. Batının fikir köklerine nüfuz etmek ve yeni fikirleri geniş buutlarıyla kavramak imkânı bırakmamıştır. Türk düşünürleri yakın yıllara kadar gazete ve dergi sayfalarında, günlük sorulara cevap vermeye uğraşan dar bir çerçeveye sıkışıp kalmışlardır. Bu açıdan bakınca, Tanzimat ve Meşrutiyet in olduğu kadar Cumhuriyet in fikir tarihinin de sathî olduğunu belirtmek lazım gelecektir. Hatta içtimaî eyleme aşırı bağlılık belki de bir bakıma bu devir Türk düşüncesinin kusuru gibi görülebilir. Derinleştirilmiş fikir eserlerini, bu bağımlılıktan kurtulabildiği nispette vermesi beklenmelidir (Aktaran, Hilav, 1989: 390). Türk tefekkürünün içinde bulunduğu durumu çıraklık olarak ifade eden Ülken e göre; Tanzimat tan biraz evvel başlayarak gittikçe zaruri ve içtinabı imkânsız bir hal alan Avrupa ile temas neticesinde, Türkler modern tefekküre ağır ağır girmeye başladılar. Modern tefekkür deyince, Rönesans tan başlayarak Descartes ten sonra tamamıyla inkişaf eden Avrupa tefekkürünü kast ediyoruz. Türk tefekkürünün, bugün içinde bulunduğu devre, modern tefekkürde yaratıcı olabilmek için geçilmesi zaruri olan çıraklık devresidir (Ülken, 2007: 19). 27 Mayıs Askerî darbesinden sonra, ülkede pek çok değişiklik oldu. Halk oylaması ile yürürlüğe giren anayasa, özgürlükçü bir ortam oluşturmuş görünüyordu. Ancak gelişmeler, sürecin hızla karmaşıklığa doğru gidildiğini gösterdi. Niyazi, tüm yaşananların aslında büyük bir oyundan ibaret olduğunu ifade etmektedir. Bununla birlikte, siyasî fikir ve akımlarda çoğalmalar, farklılaşmalar görülmüştür de yeniden canlanan siyasal yaşam, savaş sonrasının iki ana siyasal akımını temsil eden DP ve CHP içinde yeni oluşumlar ortaya çıkardı. DP geleneği, kültürel ve siyasal açıdan muhafa- 179

198 zakâr, iktisadî açıdan liberal olan geniş bir ittifaktı. DP nin devamı olan Adalet Partisi (AP), bu ittifakın yeniden partileşebilmesini kısmen başardı. Radikal milliyetçi ve dinî-muhafazakâr akımlar artık ayrı partilerde örgütlenmeye başladılar. Bunda, 1965 de getirilen nispî temsil sisteminin parlamentoya küçük partilerin girmesini kolaylaştırmasının da etkisi vardı. Milliyetçi-muhafazakâr çevreler, daha sonra Milliyetçi Hareket Partisi adını alan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinde, eski MBK üyesi Alpaslan Türkeş etrafında toplandılar. Dinî-muhafazakâr çevreler ise, Necmettin Erbakan ın liderliğinde Milli Nizam Partisi ni kurdular. Bu parti 1971 de kapatıldı ve yerini Milli Selamet Partisi ne bıraktı. AP içinde de, Süleyman Demirel e muhalif olanlar daha sonra Demokratik Parti yi kurdular. CHP nin solunda ise, isçi sendikalarının da desteğiyle Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu te Cumhuriyet tarihinde ilk kez sosyalist etiketli milletvekilleri parlamentoya girdi. TİP in, öğrenci gençlik ve ücretliler arasında etkili olması karşısında İsmet İnönü, CHP nin "ortanın solunda olduğunu ilan etti. Buna karşı çıkanlar 1967 de Güven Partisi ni kurdular. Bülent Ecevit genel başkan olduktan sonra CHP den ayrılanların katılmalarıyla bu parti adını Cumhuriyetçi Güven Partisi olarak değiştirdi. Gençlik hareketleri de kendi içlerinde bölünerek, farklı siyasal oluşumlar haline geldi ve parlamento dışı muhalefet siyasetini benimsedi. TİP nin kapatılmasını izleyen dönemde, sosyalist partiler parlamentoya hiç temsilci gönderemediler den itibaren, seçimlere katılan parti sayısında önemli bir artış görüldü. Bu, bir ölçüde, Türkiye de toplumsal farklılaşmanın siyasal alana yansımasının sonucuydu. Bu süreç, 16 Ekim 1981 de bütün siyasal partilerin MGK tarafından kapatılmasıyla durdu (TÜSİAD, 2002: 14). Politik ve siyasi alanın bu kadar süratli, bu kadar sert ve karmaşık halde olması, fikrî akımların da bu minval üzerinde olmalarını tetiklemiştir. Fikirlerin tartışılması, meydanlarda kavga ve protestolara 180

199 kalmıştır. İki yüz yıla yakındır devam eden modernleşme çabası, Batılı veya Doğulu tercihine kadar gelmiştir. Düşünce ve siyasal gelişmeler arasındaki ilişki bir yanıyla tarihsel bir yanıyla da günceldir. Bizde ağırlıklı olan durum ve konum, daha çok güncel gelişmeler içinde belli teorilerin üretilmesi ve bunların bir tarihselliğe ve geleneğe bağlanmamasıdır. Şöyle ki; Osmanlı son döneminde devletin dağılmasını önlemek amacıyla Batıcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık akımları tartışılmış ve bunlar çözüm olarak dönemin gazeteci ve aydınları arasında önemli destekçiler bulmuştur. Cumhuriyet in kurulmasıyla düşünsel hareketin seyri değişmiş. Düşünsel hareket, güncel siyasal gelişmelerden bağımsızlaşamamıştır. Ancak bu rutini kırma noktasında 1960 ve 1980 arası daha tarihsel bir perspektifin benimsendiğini söyleyebiliriz. Osmanlı üretim tarzı ve Türk toplumsal yapısının niteliği birçok tartışmaya konu edinilmiş, güncel siyasal gelişmelere bağlı olsa da tarihsel bir niteliğin gözetildiği görülmüştür (Fırat, ). Düşünce dünyamız kendisini, güncel ve siyasal alandan bağımsızlaştıramamıştır. Niyazi nin ifadesine göre, politikacılar pratik adamlardır. Günün şartlarında uygulanması kabul gören fikirleri alır ve arka planını araştırmazlar. Aydın ve düşünürler ise, bağımsız ve objektif değillerse günün politik çekişmelerinden kendilerini sıyıramazlar. Bu durumda, düşünce dünyamızın verimli ürünler ve çözümler üretebilmesi güçleşmektedir. Darbe sonrası yaşananlar, bu güçlüğü tekrar gün yüzüne çıkarmıştır. O dönemde yaşanan toplumsal olaylar, daha çok kavga ve karşı propaganda şeklinde cereyan etmiştir da Genelkurmay Başkanı Cemal Tural ın Silahlı Kuvvetlere aşırı solla mücadeleye girişmeleri için emir vermesinin ardından, yeni cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Anayasanın sosyalizme kapalı olduğunu iddia etti. AP ve diğer sağ partiler, anti-komünist tepki nin örgütlenmesine özen gösterdiler. Art arda yapılan Uyanış Mitingi, Milli Şahlanış Mitingi gibi gösterilerle, milliyetçi-muhafazakâr bir gençlik kesimi sola karşı bir denge unsuru 181

200 olarak güçlendirildi da yaşanan Kanlı Pazar olayının ardından, gençlik içinde sol-sağ çatışması şiddetlendi (TÜSİAD, 2002: 14). Anayasanın sağladığı ortamda, basın ve yayın organlarının, artış gösteren gazete, kitap, dergi ve radyo-televizyon kullanımının geliştirdiği toplumsal bilinç, azgelişmişlik sorunlarıyla baş başa kalan ve daha iyi yaşama isteğinde olan kitleleri umutsuzluğa itecek, bu kitlelerin sağ ve sol radikalleşmeye yönelmesine etkili olacaktır (Oktay, 1987: 12). Sağ ve Sol kavramları ideolojik çağrışımlarına Fransız Devrimi nden başlayarak kavuştular yılında Fransız Meclisi nde hükümdarlık taraftarı olanlar başkana göre sağ tarafta oturuyorlardı. Bunlara karşı olanlar ise solda kalıyordu. Oturdukları bu yerlere göre anılmaları ile sol/sağ ya da solcu/sağcı kavramları siyasal alanda kullanılmaya başlandı (Larousse, 1990: ). Sol; Sağ ile karşılaştırmalı olarak kullanılan ve yaşamı kolaylaştırmanın yolunun, değişim ve ilerlemenin önündeki engelleri kaldırmak olduğunu savunan siyasal ideolojilerin genel adıdır. Bu durumda Sağ; mevcut yapının korunmasından yana eğilimli siyasal ideolojilerin genel adı olarak tarif edilmektedir (Demir ve Acar, 1997: 189) yılında Fransa da büyük burjuva devriminden sonra 1. Fransız Cumhuriyeti kurulmuş ve oluşan mecliste köklü farklılıklar taşıyan temsilciler, bu ayrışmayı yansıtacak şekilde oturumlara katılmışlardı. Siyasî ve fikrî alanda kullanılmaya başlayan bu iki kavramın, Türkiye de 1950 li yıllarla birlikte birtakım gruplara, siyasal eğilimlere, partilere isim olarak takıldığı görüldü (Bulaç, 1997: 173) Bu iki kavramın ne olduğu ve sınırlarının nerede bittiği net değildir. Dönemin düşünür ve yazarları çeşitli görüş ve düşüncede olsalar da sağ ile muhafazakâr kesim anlaşılmakta, bunların karşısında olanlar ise solu temsil etmekteydi. Nihal Atsız, Şubat 1968 tarihli Ötüken de yazdığı Sağcı Kimdir? başlıklı bir yazıda şu değerlendirmeleri yapmaktadır; Sosyalistler ve komünistler solcu diye tanındıkları için, onların karşısında olanlara da sağcı demek âdet olmuş- 182

201 tur. İktisadî bakışla devletçi olmayan, liberal olan, muhafazakâr olanlar sağcı sayılmış. Sol taraf, çoğunlukla dini inkâr ettiğinden dindarlar da sağcı diye gösterilmiştir. Fakat bu tarifler eksik ve kısırdır. Son zamanlarda her şey gibi bu tabirler de müptezel olmuş, sağ ve sol birbirine karışmıştır. Kendilerine mukaddesatçı diyen dindarlar milliyetçi ve sağcı sayıldığı gibi, aşırı sosyalist ve komünistlerin de kendilerini Milliyetçi diye öne sürdükleri görülmüştür. Sağ ve Solu iyi anlatmak, eksiklik ve kısırlıktan kurtararak öne sürmek lâzım. Çünkü Sağ ve Sol yalnız iktisadî veya sosyal bakımdan değil, millî şuur bakımından da ele alınıp değerlendirilmelidir. Türkiye de iki karşı düşünce yapısından Solculuk iş, üretim, alt ve üst yapı gibi kavramların kullanılmasıyla kendini göstermiş oluyordu. Sol düşüncenin anakenti Marksizm di; başka bir yerde, kapitalizmi, demokrasiyi, sanayiyi icat eden toplumların içsel düşüncesi olarak ortaya çıkmıştı. Üstüne, o devirde bizim için örnek teşkil eden bir yerlerde de fiilen iktidara gelmişti. Bu durumda bize onları taklit etmek kalıyordu. Teorik düzeyde çaba Türkiye nin de Marksizm in önerdiği evrim çizgisini doğruladığını kanıtlamakla sınırlanmıştı. Eylemin amacı ise daha önce başarılı olmuş stratejilerden hangisinin ve kimin tarafından Türkiye ye daha iyi uygulanacağının saptanmasından ibaretti (Akat, 2004: 20). Türk Solu, batıcı, liberal ve kapitalist bir rahimde hayat bulmuş, dolayısıyla onun dünya görüşünü içten benimsemiş, paylaşmıştır. Cumhuriyetle birlikte bir devlet partisi olarak ortaya çıkan CHP, yukarıdan buyrukçu ve tayin edici bir ideolojiyi savunan bir parti olarak varlığını korudu. CHP ye hayat veren, gözünü Batı ya çevirmiş olan elit bürokratlar, kendi ülkelerinde yabancılık çeken aydınlardı. Yetmişli yıllara gelindiğinde Türkiye de ve Kuzey Afrika da sol düşüncelerin birdenbire ve olağanüstü gelişmeler kaydettiği gözlendi. Sol un, Türkiye nin yakın geçmişine inen kökleri var ve Tanzimat batılılaşması geleneğinin bir varyasyonu olarak varlığını günümüze kadar sürdürmektedir (Bulaç, 1995: 127). Niyazi nin de sıklıkla vurguladığı iki 183

202 yüz yıldır yuvarlanmadık uçurum bırakmadık ifadesindeki başlangıç noktası da aynı zaman aralığına tesadüf etmektedir. Sağcılık, Komünist Rusya nın toprak tehdidi altında NATO ya girilmesi ile kök salmaya başlamıştır. Tuhaf bir şekilde Türkiye de Sağcılık, İslam ve Müslümanların ideolojisi olarak algılanmıştır. Sağı, Müslümanlar temsil eder algısı yaygındır. Komünizmin dine yaklaşımı, AP iktidarı ve Müslümanların bu partiye yaklaşımı, bu algılamaya sebep olmuş olabilir elbet. Ancak, ideolojik anlamda aslında Sağ ve İslam arasında direkt olarak bir bağ yoktur. Yinede, karşılaştırmalı olarak kullanıldığı için olsa gerek, Solun karşısında olan kim varsa Sağcı olarak isimlendirilmiştir. Dönemin basın yayın yelpazesine bakıldığı zaman, Sağ ve Sol un bölünmüşlüğü ve iki düşünce dünyasının karşı karşıya getirildiği görülmektedir. Akşam, Cumhuriyet, Milliyet gibi kitle gazetelerinin yanında, solun radikalizmini asıl yönlendirenler dergiler oldu. Bunların arasında devrimci Neo-Kemalist Yön dergisi özel bir yer tuttu. Devrim, Türk Solu gibi dergiler ve en etkilisi denilebilecek günlük Aydınlık gazetesi de sol düşüncenin sesi oldular. Solun karşısında sağın radikal kanadı olarak milliyetçi kesimin çıkardığı gazete ve dergiler vardı. Türk Kültürü, Türk Birliği, Millî Hareket, Türk Ülküsü Gençlik Dergisi gibi teori ile eylemi bağdaştıran yayınlara başlanmıştı. Bunların arasında Töre ve Bozkurt ayrı bir yere sahipti. Ayrıca yine sağcı olarak algılanan ve daha çok dinî bir söylem taşıyan Yeni Asya, Hakikat, Bugün, Yeniden Millî Mücadele gibi yayın organları vardı (Koloğlu, 2006: 140). Her iki düşünce yapısının yayın sayısına bakıldığı zaman Sağ ve özellikle Solun içinde de bölünmüşlük dikkati çekmektedir. Niyazi iki kavramın kullanımı hakkında oldukça açık bir düşünceye sahiptir: Solcu ve Sağcı tabirlerini Batılılardan farklı anlamda kullanıyoruz. Bizdeki solcular ülkenin ekonomik hayatına hâkimdirler; genellikle sol veya sosyal demokrat olarak nitelendirilen partilere oy verirler. Sağcı diye telakki edilen fakir fukara ise daha çok muhafazakâr partileri tercih ederler. Fakat bizde sağ ve solun kültürel anlamı 184

203 vardır; solcular ekseriyetle bizim kültürümüzü değil, Batı'nınkini benimsediklerini iddia ederler; aslında Batı'yı bilmezler; fakat ona özenirler. Sağcılar ise kendi değerlerimize sahip çıkmanın önemine inanırlar (Niyazi, ). Toplumun, düşünce safhasından başlayarak temel iki çizgiye ayrılmaları insanoğlunun kaçınılmaz olarak içine düştüğü bir durum olagelmiştir. Muhalif olma, farklı düşünme ve kendini haklı görme insan türünün belirli vasıflarından biridir. İslam dini bakımından insanlar bir zamanlar tek topluluktu. İnsanın düşünce hayatı daha da karmaşık ve zengin hale gelirken duyusal kapasitesi ve bireysel ihtiyaçları da daha fazla farklılaştı; düşünce ve menfaat çatışmaları öne çıkmaya başladı ve insanlık, hayat görüşü ve ahlakî değerleri açısından bir tek topluluk olmaktan çıktı (Esed, 2000: 62). Bu yaklaşım, Niyazi nin, milletlerin varlığı ve insanlığın mutluluğunun milletlere bağlı olması gerekliliğine olan inancıyla da örtüşmektedir. Ancak, Mehmed Niyazi, hangi milletin evladı olacağımızın bir kader olduğunu oysa insanların kaderi ile değil tercihleri ile ilgilenilmesi gerektiğini vurgulamaktadır Mehmed Niyazi nin Etkilendiği Şahsiyetler Mehmed Niyazi nin fikir dünyasını etkileyen ve şekillendiren önemli yazar ve düşünürler vardır. Bunlar, aslında o dönemin neredeyse tüm gençlerini etkilemiş, arkasından sürüklemiş, görüşleriyle şiddetli tartışmalara konu olmuş, fikir önderi kişilerdir. Medeniyetimizin çöküşü ve Batının yükselişi karşısında, Mehmed Akif, Yahya Kemal, Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi, son elli yılık kültür hayatımızda millî kültürümüze, Türk milletinin iman köküne bağlı kalmaya çalışan, nesillerimizi ezilmekten kurtaran, fikir ve ruh yapılarının temel taşları olanların hepsi de, batıdan aldıkları ölçülerle kendimize sahip çıkıyorlardı. Onlar, kendine güvenini yitirmiş, yaralanmış, pınarları kurumuş bir kültürün, kendine dönüş ve öz güvenini kazanmasında büyük işlevler yüklenmiş ve bunu başarmışlardı. Bu kalem ve gönül sahibi büyükler, bizim nesillere, farklı bir bakış açısından ve ölçülerle kendimize yeniden bakmayı, yeninde görmeyi ve yeniden değerlendir- 185

204 meyi öğrettiler. Böylece, kültür ve düşünce hayatımızın kendi üstüne kapanmak ve yenileşmemekten doğan kabuklaşmasının kırılmasında öncülük ettiler (Kösoğlu, 1996: 187). Niyazi ye göre, o dönem arkasından gidilen kişiler, Nihal Atsız, Necip Fazıl, Peyami Safa, Mahir İz, Osman Yüksel Serdengeçti, Nurettin Topçu gibi isimlerdir. Bu kişiler, tarih şuuru olan insanlar. Kimisi daha dindar, kimisi ırkçı, ama hepsi bir yelpazenin içinde bulunan insanlar. Yani hepsi, millet adına endişe duyuyorlar. Hepsinin kendi dünyalarında farklı nitelik ve yönleri var ama hepsinin derdi bu millet, bu topraklar. Bu insanlar, o günün şartlarında, bir tohum atmışlardır toprağa. Günümüze yansımasına bakmak gerekmektedir. Niyazi de bu yüzden, bu isimlerin okunmasını şiddetle tavsiye eder (Bkz: Ek, 3). Niyazi için bu isimlerin başında Peyami Safa gelmektedir. Bir başka deyişle, fikir dünyasının ilk harcını atan ve mimarî olarak şekil veren; Peyami Safa dır Peyami Safa ( ) Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en parlak yıldızlarından olan Peyami Safa, dünya çapında iftihar edebileceğimiz seçkin romancılarımızdandır. Niyazi, onun romanına kimsenin erişemeyeceğine inanır. O, bu inancını şu sözleri ile ifade etmektedir; Peyami Safa, değil Türkiye de dünyada çok önemli bir değere ve yere sahiptir. Romanına kimse erişemez. Ne Yaşar Kemal, ne Orhan Pamuk eline su dökemezler. Orhan Pamuk Nobel Edebiyat ödülü alınca İsmet Özel diyor ki; Peyami Safa kadar yazabiliyor mu bu adam? Zaten ben Peyami den sonra fıkra okumayı bıraktım. Peyami Safa ile Türkiye de fıkracılık sona ermiştir. Roman ise can çekişmektedir. Bugün gazetelerde yazılanlar, fikir yazılarıdır, fıkra değildir. Fıkrada bir derinlik bir üslup bir tat olur. Ama Türkiye de birçok şey gibi bu da yozlaşmıştır (Bkz: Ek, 1). Safa, şair İsmail Safa nın oğludur. Küçük yaşta babasını kaybettikten sonra annesinin yanında büyüdü. Parasızlık ve dokuz yaşında ge- 186

205 çirdiği rahatsızlık yüzünden düzenli tahsil göremedi. Kendi kendini yetiştirdi. Hastalık, cehalet ve sefaletle uğraştığını kendi ifade etmektedir. Memur ve öğretmenlik yaptığı yıllardan sonra 1918 yılında gazeteciliğe başladı ve ömrünün sonuna kadar bu mesleği yürüttü. Vefat ettiğinde Son Havadis gazetesinde yazıyordu. Kendi çıkardığı Kültür Haftası ve Türk Düşüncesi dergilerinde ve yazdığı gazetelerde felsefî, psikolojik, edebî sahalarda önemli tespitleri ihtiva eden makaleleri ve fıkraları ile dikkat çekti. Marksizm e getirdiği ağır eleştirilerle milliyetçi muhafazakâr düşüncenin uzun zaman temsilciliğini yapan Peyami Safa, bir mütefekkir olarak da ülkenin temel meseleleri üzerinde kafa yormuştur (Yardım, 2004: 94-95). Onun bir yazar olarak bariz vasfı, şüphesiz romancılığıdır. O bir bakıma romancı istidadı ile doğmuştur. Nitekim onun; Edebiyat, dokuz yaşlarında başlayan ihtiraslarımdan biridir. On üç yaşımda -Eski Dost- diye yazdığım ilk çocukluk romanımın müsveddelerini hâlâ saklıyorum demesi, söz konusu istidadın varlığını tescil etmektedir (Tekin, 1990: 2). Niyazi, Goethe kadar büyük bir romancının bizde de olduğunu ve onun Peyami Safa olduğunu hatırlatır. Götz e sordum. Bizde Goethe gibi romancı neden yok? diye. Safa, Goethe den büyük romancıdır. Ama Goethe nin başka fonksiyonları vardır. Şairdir, düşünürdür. Peki, bunlar meşhurdur da neden bizimkiler tanınmamıştır? diye sorduğumda şu cevabı verdi; Fakirsiniz, diliniz fakirdir. Misal Yahya Kemal, Goethe den büyük şairdir ancak onun arkasında büyük bir krallık var. Onun medeniyetinin kendisine bir desteği var diyerek Peyami gibi bir romancının karşı karşıya kaldığı kısır döngüyü belirtmektedir (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Peyami Safa, kırk yılı aşkın bir süre, dönemin hemen her gazete ve dergisinde yazılar yazmış makaleler yayınlamıştır. Polemiğe girmekten kaçınmayan Safa nın, Nazım Hikmet, Nurullah Ataç, Aziz Nesin ile girdiği kalem kavgaları oldukça meşhur olmuştur. Geride bıraktığı yüzlerce makale, köşe yazısı, onlarca öykü ve romana bakılınca ne kadar verimli bir kalem olduğu görülmektedir. 187

206 Peyami Safa nın tüm düşünce dünyasını, temelde tek bir sorunsal üzerine inşa ettiğini söylemek mümkündür. Bu sorunsal; Doğu-Batı karşılaştırmasıdır. Türk Düşüncesi dergisinde Doğu-Batı Sentezi başlıklı yazısında, 1933 yılından beri Doğu-Batı meselesini gündeme getirenin kendisi olduğunu hatırlatarak, şu ifadeleri kullanmaktaydı; Yabancı medeniyeti ya toptan reddetmek veya toptan benimsemek gibi iki tepkinin dışında üçüncü bir şans daha vardır ki o da bu milletin yabancı bir medeniyetle kendi millî ve dinî geleneklerini uzlaştıran ahenkli bir sentez yaratabilmesidir. Doğu-Batı sentezi, bizim yani bütün insanların tarih ve ruh yapısı kaderimizdir. Doğu ile Batı arasındaki mücadele her insanın kendi nefsiyle mücadelesine benzer. Bunların sentezi insanın var olmak için muhtaç olduğu vahdetin ifadesidir. İnsan bütünlüğü ve tamlığını ancak bu sentezde bulabilir (Ayvazoğlu, 1998: 428). Sözde Kızlar, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Matmazel Noraliya nın Koltuğu, Fatih-Harbiye gibi romanlarında biri Doğu ve Doğunun karakteristik yapısını, diğeri Batı ve Batının ruh halini temsil eden iki karakter bulunmaktadır. Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar adlı eserinin ilk baskısının önsözünde şunları yazıyor ve Batı karşısında bir durum tespiti yapıyordu; İslam Doğu ile Hıristiyan Batı arasında tercih sıkıntısı Tanzimat tan evvel başlar. Gülhane Hattı da, Jön Türk inkılâbı da, bize ait her şeyi ikiye bölerek, alaturka ve alafranga iki Türk ve iki Türkiye doğuran bu tereddüdü kökünden söküp atamadı (Safa, 1997: 7). Fikir hayatının yönünü ve uğraşacağı problemi bu şekilde belirten Safa, Neden bu haldeyiz? Nasıl çıkabiliriz? sorularına yanıt aradı. Romanlarının genelinde, bir aşk olayı çevresinde kurulan romanların aslî kişilerini üç erkek ile bir kız oluşturur. Erkelerden biri Batı yı (Materyalizm-Marksizm), biri de Doğu yu (din ve mistisizm) temsil eder. Kişiler arasındaki çatışmayı daima Doğu yu, millî ve manevî değerleri temsil eden kişi kazanır (Oktay, 1993: 1227). Edebiyat çerçevesine giren eserler ile Peyami, gerçekten bir kıymettir. Çizdiği ruh ve karakter hudutlarıyla romanı gelişi güzel bir 188

207 macera ve vaka kumkumalığından çıkarır. Kahramanlarını, yalnız sanatkâr yaradılışların insiyakî kuvvetiyle yürütmekle kalmaz, onları geniş ve etraflı bir okuyuşun zengin tahlilleri ile süsler. Romanı küçük çapta bir dünya yapmasını bilir. Eğer o, bizde birinci sınıf bir romancı olarak tanınmamışsa, kabahat kendisinin değildir (Gezgin, 1999: 237). Niyazi, Safa ile ilgili yazdığı bir yazıda, onun üslubunun da ne kadar güçlü ve özel olduğunu vurgular; Peyami Safa denince, her şeyden önce akla üslup gelir. İlk edebi eserlerini vermeye başlayınca Yakup Kadri, hakkında yazdığı bir makalede; Bize üslup getirdi demek mecburiyetini hissetti. Bu gelişigüzel bir hüküm değildi. Zira o, üslubun romanda çok önemli olduğunu, hatta belkemiğini oluşturduğunu bilmekteydi (Niyazi, ). Peyami nin düşünceleri zaman içinde değişip, farklı cihetlere yönelmiş olsa da düşünce yapısında medeniyet, Doğu-Batı ilişkisi, kültür gibi konularda millî bir duruş sergilediği görülür. Necip Fazıl ile birlikte Peyami Safa, devamlı olarak bir misyonun adamı olarak düşünülmüş ve anlaşılmışlardır. Altmışlı yıllara kadar her ikisi de sol ya da Kemalist sayılabilecek düşünce çevrelerinin eleştirilerine muhatap olmuşlardır. Peyami Safa nın ve Necip Fazıl ın yazıları temelde antikomünist bir özellik taşımaktadır. Her ikisi de günlük siyasete dair yazılarını aksatmadan yazmaktadırlar (Kayalı, 1994: 233). Çok çeşitli istikametlerde çok kitap okumak ve bunlar arasında en uygun yolu seçmek kolay iş değildi. Uzun müddet tarafsız kaldı. Bu sebeple her fikre açıktı. Her fikrin altını tartıyor, yanlışını doğrusunu araştırıyordu. Baştan beri hakikate varmak için şüphenin de bir yol olduğunu bulmuştu. Nitekim daha sonra fikirleri billurlaşmaya başladı ve istikametini daha iyi tespit etti. O, bütün fikrî gelişmeleri kafası ile takip etmiş, kalemi ile okuyucuya aktarmıştır. Bu bakımdan onun bu sahadaki davranışı ilmî ve fikrîdir (Göze, 2002: 19). Yayımlanan romanları ile dönemin münekkit ve edebiyat tarihçilerinin takdirini kazanırken, polemik yazıları ve fikrî makaleleri ile de memleketin sayılı münekkitleri arasına girer. Gazetelerde yazdığı ve 189

208 heyecanla takip edilen köşe yazıları ona büyük bir şöhret kazandırır. Peyami Safa artık bir ekoldür. Kültür, sanat, fikir ve edebiyat âleminde eserleriyle bir öncüdür, gerçek bir ustadır. Milliyetçi ve maneviyatçı cephenin babası ve ağabeysisidir (Yardım, 2004: 97). Hakkında yazılanlara bakınca, son tahlilde temel fikrî istikametinin milliyetçilik olduğu ve bunun hiç değişmediği anlaşılmaktadır lu yıllarda Kemalist nitelik taşıyan bu milliyetçilik, 1940 larda konjonktüre bağlı olarak belli ölçüde faşizme kayacak, 1950 lerde ılımlı bir kültür milliyetçiliği hüviyeti kazanacaktır de CHP den milletvekili adayı olurken sonradan Demokrat Parti ile samimi ilişkilere girecektir lı yıllarda iyiden iyiye muhafazakâr bir söyleme sahip olan Peyami nin son on yılında yazdıklarına bakıldığı zaman, Türk sağının belli başlı bütün argümanlarını bulmak mümkündür. Milliyetçi olduğu için tarihin sürekliliğine de inanır (Ayvazoğlu, 1998: 17). Niyazi, Safa yı tanımanın neden önemli olduğunu anlatırken şu noktaya dikkat çeker; Roman, hikâye, şiir, musiki, resim gibi sanatlara sosyal bilimlerde insanî faaliyetler denir. Tarihe bakınca şu gerçek görülür; İnsanî faaliyetleri zayıf olan milletler, kuvvetli olanlara kol kuvveti olarak katılmışlar, zamanla asimile olup, silinmişlerdir. Bundan dolayı milletimizin geleceğini güvence altına almak istiyorsak, sanatkârlarımızı yetişen nesillere tanıtmak zorundayız. Fıkra, başmakale yazarıydı; polemik ustasıydı; tercümeler yaptı; araştırma ve Doğu-Batı Sentezi, Türk İnkılabına Bakışlar gibi düşünce eserleri verdi. Bütün bunların arasında romancılığı en önemli vasfıydı (Bkz: Ek, 1-2). Mehmed Niyazi, Peyami Safa yı gazete yazılarından tanımaya başlar. Milliyet gazetesini spor sayfası için alıp okurken, Peyami nin fıkralarını da okur ve büyük bir tutkuyla ona bağlanır. Altmışlı yıllarda, Niyazi ve onun gibi düşünenlerin içinde bulunduğu durum iç açıcı değildir. Birinci bölümde de belirtildiği gibi imkânlar kısıtlı ve engeller fazladır. Bu ortamda Niyazi ve arkadaşları bu kesime yayıncılık yaparak hizmet etmeyi düşünürler. Niyazi, o günleri şöyle anlatır; Lisede top oynuyordum. Sporla ilgili yayınlarından dolayı, spor haberle- 190

209 rini takip etmek için Milliyet gazetesini okurduk. Milliyet i okurken Peyami Safa nın fıkraları dikkatimi çekti. Bu şekilde Peyami Safa ya büyük bir tutkunlukla bağlanmış oldum. Peyami Safa olmasaydı memleket komünist olurdu. Gün geçtikçe Safa ya büyük bir bağlılığım ortaya çıktı. Bir müddet sonra Peyami Safa vefat etti. Eşi felçliydi. Baldızı Meziyet Hanım bakıyordu. Necip Fazıl hapishaneden çıkmıştı. Hiçbir imkân yoktu. Yayınevi yoktu, dergi, gazete çıkaramıyorduk. Ergun Göze O nun avukatıydı. Peyami Safa ve Necip Fazıl ın kitaplarını basabilmek için birkaç arkadaş sözleştik. Babalarımızdan para istedik. Diğer arkadaşların durumları kısıtlıydı, alamadılar. Babamdan aldığım parayla bir yayınevi kurmuş olduk. Diğer arkadaşlar başka konularda yardımcı oldular. İlk olarak Necip Fazıl ın Reis Bey isimli piyesini bastık. Peyami Safa nın kitaplarını basmak istiyoruz ama başka bir yayın evi haklarını almış. Avukatı Ergün Göze ile konuştum ben. Madem o yayınevi haklarını almış ama basmıyor biz bassak ne olur? diye sordum. O da dedi ki, Sizi mahkemeye verirler, tazminat alırlar. Ben de dedim ki, Malım yok, mülküm yok, versinler mahkemeye. Biz kitapları bastık. Zaten kanuna göre, bir kitabın basım haklarını alan yayınevi beş yıl içinde o kitabı basmazsa hakkı düşermiş. Sonra Ötüken olarak kitapları basmaya başladık. Bu sırada yeğeni vardı Behçet Safa diye, solcuydu. Peyami Safa öldüğü zaman, amcasının mirasını ret etti, ekonomik durumu kötü olduğu için. O olmayınca Nezahet Hanım ve Meziyet Hanımla mukavele yaptık. Oldukça sıkıntılı bir dönem olmasına rağmen, kitapları satılsın satılmasın, satılmış gibi telif ücretini hanımına takdim ettik. Sonradan Ötüken in gayretiyle Peyami Safa, gündeme geldi ve tekrar aranır oldu. Hal böyle olunca, yeğeni de kitapları basmaya başladı. Mahkemelik olduk. Ancak yeğeni bir sonuç alamadı (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). 191

210 Niyazi ve arkadaşlarının gayretleri ile Peyami Safa yeniden doğmuş oluyordu. Belki de Ötüken onun kitaplarını basmamış olsaydı, Türkiye çok şey kaybetmiş olacaktı. Bu durumu Niyazi, şu cümlelerle pekiştirir; Peyami Safa, değil Türkiye de dünyada çok önemli bir değere ve yere sahiptir. Romanına kimse erişemez. Niyazi, gerek üslup ve tarz olarak, gerekse zihinsel anlamda Peyami Safa dan çok etkilenmiştir. Her ikisinin romanında da Doğu ve Batı karşılaştırması sıklıkla yapılır. Peyami de kahramanlar bizzat, Doğu ve Batı yı temsil ederken, Niyazi, tüm kahramanlarını gerçek hayattan aldığı için, konuşma ve diyaloglarında Doğu-Batı karşılaştırmasını yaptırır. Ancak Niyazi, bu Doğu-Batı, zengin-fakir yaklaşımlarının ideolojik olmaması gerektiğine inanır. Her ikisi de milliyetçi ve muhafazakâr bir duruş sergilerler. Niyazi, ona büyük bir bağlılık ve hayranlık besler, bununla birlikte bazı konularda fikrine katılmadığı da vakidir. Medeniyet algısında Niyazi, Peyami ile ayrılığa düşer. Niyazi, bu durumu şöyle açıklar; Peyami Safa, belli bir süre Batıcıdır. Medeniyeti iki tane görür; Batı medeniyeti, Arap medeniyeti. Ben öyle görmüyorum. Bizim medeniyetimiz; kendi dünyamız, dinimiz, vicdanımızdan gelişip ürettiklerimizdir. Bu medeniyetler canlı olursa, yabancı medeniyetler de canlı, diri ise eksiklerini tamamlar. Medeniyet kendini tamamlar. Millette canlı bir hayata kavuşur. Benim kanaatim bu. Ama bu kanaatin oluşumunda bile, Peyami nin görüşü ile örtüşmese de onun etkisi ve payı vardır. Medeniyette ırkı öne çıkaramazsın ama yokta sayamazsın. Tarihi de öne çıkarmazsın ama yok da sayamazsın. Bunların hepsinin bir payı vardır. İnanç bakımından Müslüman ız ama Arap tan farklı yönlerimiz var. Bu Arap ın boğazını sıkalım değil elbet. O belirli bir süre Batıcıdır. Bir makalesinde der ki; Ben Arap ın devesinden indim, Batının devesine bineceğim. Medeniyeti bu kadar basit görür ki Peyami Safa, Cevdet Paşa dan sonra en büyük aydındır. Her medeniyet, canlı bir organizma gibidir. Eğer çağın ilimleri bir medeniyette eksikse bu medeniyet insanına coşku vermez. Yani nasıl 192

211 yeşil otlar doğayı kendine çekerse bir medeniyette insanı öyle kendine çeker. Bizi o medeniyetten kimse koparamaz. Ama çağın ilimleri ile dokunmamış bir medeniyet, hayatın dışına doğru itildiği için insanın gözünde miadı dolmuş gibidir. Onlardan farkım bunlardır benim (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Mehmed Niyazi, yeni nesillerin mutlaka Peyami Safa ile tanışmalarını ve okumalarını istemektedir. Ona göre Peyami, en önemli köşe taşlarından biridir Necip Fazıl Kısakürek ( ) Necip Fazıl, Mehmed Niyazi nin belki de okuduğu tek şairdir. Fikir ve eylem adamı olarak, bir döneme damgasını vuran Kısakürek, şairliğiyle de ayrı bir ün kazanmıştır. Niyazi, kendisine yönelttiğimiz Şiir okur musunuz? sorusuna şu şekilde cevap vermiştir. Ben Necip Fazıl Okurum. Ama şiir bana hitap etmiyor. Bence oturup birisi şiir yazdığını söylüyor diğeri de o şiiri okuyup beğeniyorsa ve o yazana şair diyorsa o kişi şairdir. Mesela Cahit Zarifoğlu benim arkadaşımdı. Ama benim ölçülerime göre şair değildir. Bir başkası beğeniyorsa, niye beğeniyorsun diyecek halimiz yok. Benim için şair Necip Fazıl ın yazdıkları gibidir, ben öyle anlıyorum. Ama misal Cahit Zarifoğlu benim için şair değildir. Yine mesela, benim için Sezai Karakoç bir fikir adamıdır ama şiirlerini okumam (Bkz: Ek, 1). Necip Fazıl ın sanatçı olarak önde gelen niteliği hiç kuşkusuz şairliğidir lı yıllara kadar büyük kentin şairi olarak belirir ve motiflerin çoğu kent ve bohem yaşamının deneyimlerinden ürer. Bu noktadan bakıldığında, Fazıl ın şiirinin resmî ideolojiye bağlı şiirin tersine bir yol izlediği, kente ve felsefî sorunlara yürüdüğü söylenebilir (Oktay, 1993: 994). Dönemin ünlü edebiyatçılarından Hakkı Süha Gezgin ( ), onun için şu çarpıcı cümleleri kuruyordu; Büyük zekâların arada sırada bir kriz entelektüele uğradıkları söylenir. Büyük zekâ bazen sahibi için bir cehennem halini alır. Onu doyurmak, sevindirmek, 193

212 memnun etmek kabil olmaz. Derin düşünüşler, ulvî duygular, yüksek dereceli fırınlar gibi, ruhu eritip kaynatır. Başla gövde arasında korkunç bir kavga, amansız bir çarpışma başlar. Dünkü adam bu ayrılış, kaynayış, süzülüş sonunda bambaşka bir adam olacaktır. Fazıl daki iç akışı, ona başkalarından ayrılan bir hususiyetin damgasını vurdu. Artık Necip Fazıl ın terazisinde kemiyetle keyfiyetin ayrı tartıları var sanıyorum (Ayvazoğlu, 1999: 238). İstanbul Çemberlitaş ta, büyükbabasının konağında doğan Fazıl ın babası Abdulbaki Fâzıl Bey ve annesi Mediha Hanım dır. Baba tarafından Maraşlı olan Necip Fazıl, düzensiz bir eğitim hayatı geçirir. Çeşitli okullarda okur ve Darülfünun da felsefe bölümünde okurken, kazandığı burs ile Paris e öğrenime gider ancak orada da tahsilini tamamlayamaz ve yurda döner. Niyazi, Türk Tarih Felsefesi adlı eserinde, Türklerdeki tarih anlayışını incelerken, milliyetçi muhafazakâr gruba ait küçük bir zümrenin devlet bursuyla Fransa ya gönderildiğini hatırlatmaktadır. Bu grubun içinde kimler vardı? sorumuza verdiği cevapta, Nurettin Topçu, Burhan Toprak, Remzi Özarı gibi isimlerle birlikte Necip Fazıl ın da adını zikretmiştir (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Türkiye ye dönen Necip Fazıl, çeşitli okullarda öğretmenlik ve memuriyetler yaptıktan sonra, öteden beri, eser vermeye daha uygun bulduğu yazarlık ve yayıncılık mesleğine 1942 den itibaren adımını atmış oldu. Son yıllarına kadar Büyük Doğu dergisinin ve Büyük Doğu yayınlarının başyazarı ve sahibi olarak yazmayı ve yayıncılığını bırakmadı yılında tanıdığı Nakşibendî Şeyhi Abdülhakim Arvâsî, onun düşünce dünyasında ve doğal olarak şiir ve yazılarında dinîmistik bir hava oluşmasını sağladı. Böylelikle fikrî dünyası metafizik bir derinlikle farklı bir boyut daha kazanmış oldu. Hayatını, Arvâsî ile tanışmasının öncesi ve sonrası olarak ayırır. Bu durumu o, tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum; gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum." dizeleri ile ifade etmiştir. 194

213 Necip Fazıl, 1950 de Büyük Doğu Cemiyeti adıyla o yıllardaki mevzuata göre siyasî parti kavramıyla eş anlamlı bir siyasî dernek kurmuş, derneğin başkanı sıfatı ile Anadolu nun birçok şehrinde konferanslar vermiştir. Gerek dergilerdeki yazıları, gerek siyasî faaliyetlerinden dolayı değişik iktidarlar devrinde takibata uğramış, hakkında mahkûmiyet kararları verilmiştir. Sanatkârlığı dışında siyasî ve fikrî yazılarıyla daha yaygın bir şöhret kazanan Necip Fazıl, bu açıdan Cumhuriyet döneminin birkaç büyük polemikçi yazarı arasında sayılır. Fikir ürünlerinin arkasında yer yer bir disiplin bulunmakla beraber bu ölçüleri aşan heyecanlı ve mübalağalı çıkışları belki sistemli fikirlerinden daha fazla itibar görmüştür (TDV İA, 2002: ). Onun bu özelliği, daha çok bir eylem adamı olduğunu göstermektedir. O dönem milliyetçi muhafazakâr kesimin gençleri üzerinde büyük bir tesir gücüne sahip olmuştur. Niyazi de, onun bu çekim gücünden etkilenmiştir. Necip Fazıl, 1943 yılından başlayarak hayatının son anlarına kadar Büyük Doğu adıyla bir dergi çıkarmıştır. Büyük Doğu, bir fikir ve düşünce hareketidir. Hem sanat anlamında, hem de düşünce anlamında büyük bir okuldur. Onun ruh dili bunu çok açık olarak ortaya koyuyor. Birçok veliden birçok menkıbe var, Batılı yazarlardan örnekler var; akıl ile yüreğin mezci. Gözünü budaktan esirgemeyen Millî Şeflik zamanında en dirayetli duran Necip Fazıl dır. Sabahattin Ali nin Marko Paşa sını hiçbir matbaa basmazken, o Marko Paşa yı yayımlatıyor. Gerçek anlamda bir şair, tiyatro yazarı, hatip, eylem adamı, düşünür bir bilge ve bir derviştir (Haksal, 2007: 129). Büyük Doğu dergisi, sol düşünceli yazarlara baskı yapıldığı, 1943 ile 1946 yılları ve sonrası onlar için kâbus dönemi oluyor. Derginin çıkışı Büyük Medeniyet düşüncesinin yeniden seslendirilişidir. Mehmed Niyazi daha lise yıllarında tanışır bu dergiyle ve takipçisi olur. Niyazi, bu durumu şöyle anlatır; Lisede okurken çok kıymetli hocalarımız vardı. Bunların arasında iki kişinin benim üzerimde büyük etkisi oldu. Birisi, Mahir İz dir. Ertuğrul Düzdağ isimli bir arkadaşımız vardı. Onun vasıtasıyla Mahir Bey in evlerine gider, sohbetle- 195

214 rine katılırdık. Bizim de hocamız olmuş oldu. Mahir Bey bu arada bizi Necip Fazıl ın Büyük Doğu mecmuasına abone yapmıştı. O dergileri okurken Necip Fazıl ı tanımış olduk. Çok canlı bir dergiydi, çarpıcı bir üslubu vardı (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Özellikle DP nin takip ettiği politik anlayışla, sosyal düşünce ve siyaset alanında, toplumsal güçler gerçek kimlikleriyle ortaya çıkmaya, kültürel, sosyal ve medeniyetsel planda mevcut durum sloganlaşmaya başlandı. İslamî ve millî değerlere önem verilmesini ve öze dönülmesini savunan Necip Fazıl, gençleri etrafında toplayan bir ekol olarak Büyük Doğu yu yayınlamaya devam etti (Şentürk, 1996: 175). Onun eserleri sayesinde, ürkütülüp susturulan ve sistemin desteklediği gruplar karşısında ezik bırakılan muhafazakâr kesim, Batı kriterlerini sorgulama, kendi kıymetlerini kavrama ve kompleksten kurtulup, muhteşem mazi ile gurur duyma aşamasına gelmiştir. Bu, büyük ama mustarip kitle, şairin saydamlaştırdığı bakış açısı sayesinde, muşamba dekor ile solmaz-pörsümez yeni arasındaki farkı fark etti ve netice olarak yeniden millî normlarına, vahiy eksenli referanslarına kavuştu. Ezikliği ve ürkekliği silkip attı üzerinden (Yazıcı, 2008: 12). Necip Fazıl ın düşüncesi ve hareketi Büyük Doğu, mahiyet olmaya değil, mahiyet almaya memur bir düşünceydi. Yani birilerinin gerek insanlar olarak, gerek topluluklar olarak, gerekse de belli düşüncelerin arkasına takılabilecek düşünce değildir. Mahiyet almaya yani arkasına takılması gereken düşüncelerdir. Necip Fazıl ı doğrusu böyle bir şark dekoru şeklinde anlamamak gerekiyor. Necip Fazıl ın belli zaman dilimlerinde anılması gereken tarihsel, arkeolojik malzeme olarak değil, sürekli içimizde yaşaması gereken biri olarak anlamak gerekir. Necip Fazıl ın tavizsiz tavır diyebileceğimiz sanatında, tiyatrolarında, şiirinde; ne kadar eseri varsa, tüm edebiyat dallarında ürün vermesine rağmen, hepsinin içerisine giydirdiği bir tavizsiz tavrı vardı, hayatında da, mücadelesinde de, eserlerinde de böyle (Düzenli, ). Çağdaşları gibi o da, Batı ve Doğu karşılaştırmasına başvurdu. Kendimizi anlamak ve medeniyetimizi tekrar anımsayabilmek Batı yı 196

215 tanımak ve bilmekten geçiyordu. Ona göre; Batı, aklı ve maddeyi temsil ederken, Doğu, metafizik derinliği ve ruhu simgeliyordu. Necip Fazıl, Doğu yu ve Batı yı içlerinde bulundukları durumun tahlillerini yapıyor ve millet için çıkış yolları arıyordu. Necip Fazıl da, Peyami Safa, Hilmi Ziya Ülken gibi düşünürlerin Batı ve Doğu kıyaslamasına katılıyor, her iki kavramın da temsil ettiği düşüncenin, tarihi seyrini ve etkilerini bilmek gerektiğini vurguluyordu. Ancak, Necip Fazıl ın bir farkı, bizi, gerçekleştirdiğimiz değerle ve üslubumuzdan değil, doğrudan, imanımızda yeniden keşfetmeye çalışmasıdır. O, batının ölçüleri ile kendimizi değerlendirmek yerine, kendi ölçülerimizle Batı medeniyetine ve yine kendimize bakmaya çalışacaktır (Kösoğlu, 1996: 189). İki farklı disiplinin her ikisinden de çok önemli eserler ortaya koyan Kısakürek i, okuyup dinleyen Niyazi, Necip Fazıl ın, Batı ve Doğu hakkındaki fikirlerini tahlil etmiş ve kendi düşünce dünyasında değerlendirmiştir. Niyazi nin, Necip Fazıl la samimi ve yakın bir ilişkisi de bulunmaktadır. Kendisi Almanya da iken Necip Fazıl ile yaşadığı bir olayı şu şekilde anlatır; Necip Fazıl ın bir hikâyesi var. Ben Köln deyken konferans vermeye Almanya ya gelecek. Hafta içi konferans vermek istiyor. Ancak Almanya da hafta içi insan bulmak zordur. Ben ülkücülere gittim. Üstat geldi, konferansa gelin dedim. Başbuğa sormamız lazım dediler. Sonra Refahçılara gittim, Hocadan izin almadan olmaz dediler, sonra Süleyman Efendinin orada bir İslam Merkezi vardı, onlar da İzin almadan olmaz dediler. Ben rektörden izin almıştım. Türk talebeler geldiler. Tabi, N. Fazıl zeki adam, bunları fark ediyor. Dedi ki bana; Oğlum, eskiden buzdağlarında yürüyemiyorduk, şimdi nefeslerimizle hohlayarak çamurdan yürüyemiyoruz (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ) Nihal Atsız ( ) Fikirleri ile yaşayışını telif eden bir karaktere ve şahsiyete sahip olan Atsız, yazılarında keskin bir tarz taşırken, günlük yaşantısında 197

216 sakin ve kibar bir kişidir. Güçlü bir Türkolog, Türk Milliyetçiliğinin öncü isimlerinden biridir. Hayatı çok farklı yerlerde ve sürekli bir mücadele içinde geçmiştir. Hayatının büyük bölümünde, öğretmenlik yapmıştır. Bununla birlikte, memurluk, üniversitede asistanlık gibi farklı mesleklerde de bulunmuştur. Türk milliyetçiliğinin öncüsü olan Atsız, kuvvetli bir Türkolog dur. Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, bilhassa Türk tarihinin Göktürk devrini âdeta yaşamışçasına bilir ve severdi. Çok sevdiği bu devreyi Bozkurtlar adı ile romanlaştırmış ve Göktürkleri, Türk milletine tanıtarak sevdirmiştir. Tarihî romanları, hikâyeleri, şiirleri ve makalelerinin yanında ansiklopedi maddeleri de kaleme almıştır (Sertkaya, 1987: 12). Mehmed Niyazi nin fikir dünyasında tesirli etkiler bırakanlardan biri olarak Atsız, özellikle Türk tarihine olan ilgi ve bağlılığı ile Niyazi yi etkilemiş görünmektedir. Yaşadığı dönem itibari ile özellikle gençlerin bilinçlenmesinde önemli rol oynamıştır. Bu duruma, Niyazi de büyük önem vermektedir. Türk tarihinin yeterince anlaşılmadığını ve bizim tarih görüşümüzün hatalı olduğunu savunan Atsız, şu tespiti yapmaktadır; Türk tarihine bakışımız nasıl olmalıdır? Bu, pek mühim bir meseledir. Çünkü Türk tarihi; İngiliz, Alman veya Fransız milletlerinin tarihi gibi ele alınamaz. Bunun sebebi, Türk tarihinin, o milletlerin tarihi kadar basit olmayışıdır. Bu gün, dünyadaki belli başlı milletlerin nasıl meydana geldiğini biliyoruz. Çünkü bu, tarihin gözleri önünde olmuştur. Hâlbuki Türk milleti tarih başladığı zaman teşekkül etmiş bulunuyordu. Bundan başka bu milletlerin tarihi, hemen hemen, hep aynı dar bir alanda geçtiği için, onların tarihlerini sıraya koymak kolaydır. Fakat Türk tarihi için bu, mümkün müdür? Bazen Çin de, bazen Mısır da, bazen Avrupa da gördüğümüz Türklerin tarihini bir çerçeveye sığdırmak güç bir 198

217 iş gibi gözükür. Bundan dolayıdır ki şimdiye kadar Türkler, kırk yerde kırk devlet kuran bir millet sayılmış ve Türk tarihini kronolojik bir düzene sokmak teşebbüsü görülmemiştir. Eskiden, tarihin destanlarla karışık olduğu zamanlarda, Türklerin kafasında daha sistemli bir tarih görüşü vardı. Bu gün, birçok bilinmeyen gerçekler meydana çıktığı için, artık, o eski görüş ile yetinmek mümkün değildir. Bunun için bir yeni tarih sistemi bulmak zorundayız. Milliyetçi olduğumuz ve büyük Türk birliğine inandığımız için de, tarihimize vereceğimiz sistem, dileklerimize uygun olmalı ve bu sistem, bize yalnız geçmişimizi en parlak şekilde göstermekle kalmamalı, aynı zamanda ilerisi için de yol çizmelidir (Atsız, ). Türk tarihini romanlaştıran Atsız, millî tiplerin şahsında, Türk milletinin hasletlerini işlemiştir. Bu işleyiş onun mizacının, kültürünün ve şiirinin derin izlerini aksettirmektedir. Milletin ölümsüzlüğünü, devletin ebediyen yaşamasını, doğrunun, iyinin, güzelin ve yiğitliğin ölçü olmasını işler bu romanlar (Sertkaya, 1987: 41). Nihal Atsız, komünizm tehlikesini, Peyami Safa gibi daha 1940 lı yıllarda gören bir fikir adamı ve yazarımızdır te bu uğurda ırkçılık, Türkçülük itham ve iftiraları ile bir hayli eziyet çekmiş ve işkencelere maruz kalmıştır. Bir dava adamı olarak en fazla hayranlık uyandıran tarafı hiçbir zaman taviz vermemiş olmasıdır. Kendini Türklüğe ve Türkçülüğe vakfetmiş bir adamdır (Suver, 1976: 9). Atsız ın, dönemin tanınmış simalarından Sabahattin Ali ( ) ile olan davaları ses getirmiş, bu davalar sebebiyle dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu na yazdığı mektuplar, o gün hararetle tartışılmıştır. 20 Şubat 1944 tarihli o mektuplardan birinde Atsız, başbakana, sert bir üslupla şu şekilde sesleniyordu; Esefle söylemeğe mecburum ki Türkçülük nazariyat sahasında kalmaya devam ederken, bu milletin ve bu ülkenin düşmanı olan solcu fikirler bazen sinsi, bazen açık yürümekte, büyümekte, propagandasını yapmakta devam ediyor. Hâlbuki sizin Türkçü ve partinizin altı okundan bir tanesinin de milliyetçilik olmasına göre, bunun böyle olmaması icap ederdi (Aktaran, Tevetoğlu, 1967: 608). 199

218 Nihal Atsız, Kızılelma nın Ekim 1947 tarihli ilk sayısında şunları dile getiriyordu; Bir milletin yürütücü kuvvetine ülkü denir. Toplumlardaki kişileri birbirine bağlayan nesne, sadece kök birliği, çıkar ve ihtiyaç değil, bunlarla birlikte ve aynı zamanda ülküdür. Bir topluluktan ortak ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz. Ortak düşüncesi olmayan toplulukta, herkes, yalnız kendi çıkar ve zevkini düşünür. Böyle bir toplulukta fedakârlık, saygı, nezaket kalmaz. Bencillik, kabalık, rüşvet, iltimas ve namussuzluğun türküsü alır yürür. Maddîleşmiş bir insan vatan için ölür mü? Bencil bir insan muhtaçlara yardım eder mi? Milletine inanmayan bir adam yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan birisi çalıp çırpmaz mı? Bu tespitle o, Türk milletinin ülküsünün ne olduğu ve önemini vurgulamış oluyordu. Onun milliyetçiliğinde ırksal bir yan ağır basmaktaydı. Bu kadar keskin ve sert bir yaklaşımla milliyetçilik anlayışına sahip olan Atsız, gerek o zaman, gerekse daha sonraki dönemlerde, bu tavrından dolayı taraftarlarınca yüceltilerken, kimi kesimlerce en ağır eleştirilere muhatap olmaktadır. Bu eleştirilerin başında millete bakış açısındaki keskin sınırlama bulunmaktadır; Nihal Atsıza göre, Türk milletinin esası dil değil, ırk ve kandı (Yalçın, 2008: 114). Atsız ın ırkçı ve Turancı olduğu, dönemin düşünürlerince de kabul ediliyordu. Çıkardığı Orhun dergisinin 1943 yılı onuncu sayısında Türkçülüğün kaynaklarını sıralıyordu. Yazara göre, Türk milliyetçiliğinin adı olan Türkçülük, dört kaynaktan geliyordu: Türk uyruğunun şuur altında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik, Tanzimat tan sonra Avrupa da tatbik edilen milliyetçiliğin, bizde de tatbikini isteyen hareket, devletimiz içinde bulunan yabancı unsurların ihaneti dolayısı ile doğan tepki, Türklerin iki yüz yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar ve geçirdiği felaketlerin verdiği uyanıklık (Kurdakul, 1994: 22). Mehmed Niyazi de, bu dört kaynaktan özellikle son maddedeki durumu sık sık dile getirmektedir. Dönemin sağcı düşünceyi temsil eden düşünürlerinden neredeyse tamamı, iki yüz yıldır milletin, bir uçurumda olduğunu, eziyetler çektiğini belirtmektedirler. Ayrıca Meh- 200

219 med Niyazi de, Türk milletinin, tarihte görünmeye başladığı ilk zamanlardan itibaren bir düzen, disiplin, intizam içinde yaşadığını ve bunun Türk milletinin bir özelliği haline geldiğini vurgulamaktadır. Bu özellik devlet anlayışını ve devletin yapısının sağlam ve köklü olmasını sağlamıştır. Niyazi, özellikle Türk Devlet Felsefesi isimli eserinde bu konuyu detayları ile inceleme gereği duymuştur Mahir İz ( ) Günümüzde yaşı civarındaki birçok insanın, yetiştirici bir sohbet üstadı olarak hatırladığı, Osmanlı üdebasının son örneklerinden biri olan Mahir İz, 1895 tarihinde İstanbul da doğdu. Eserinin (İz in, hatıralarını detayları ile anlattığı Yılların İzi isimli kitap) giriş kısmında verdiği bilgilere göre o, Osmanlı ilmiyesine birçok isim kazandırmış olan devrin tanınmış ailelerinden Külahizadelere mensuptur. Dedesi Mehmet Servet Efendi bir ara Mekke kadılığında bulunduğu gibi babası Seyyid Abdülhalim Efendi de Medine ve Ankara da kadılık yapmıştır. Böyle münevver ve görgülü bir çevrenin çocuğu olan yazar ilk eğitimini bu yetiştirici muhite borçludur (İz, 2000: 346). Mahir, babasının görevleri dolayısıyla Midilli, Balıkesir, Isparta ve Medine de bulunmuş ve on üç yaşındayken ailesiyle Şam ve Beyrut üzerinden İstanbul a dönmüştür. Önce Vefa İdadisi ni ardından da babasının Ankara kadılığı sırasında Ankara Sultanisi ni tamamlamıştır. O, henüz lisenin son sınıfında iken okuduğu okula, ihtiyaç dolayısıyla hoca olarak tayin edilmiştir. Klasik tarzdaki ilk şiirlerini bu sıralarda yayımlamaya başlayan yazarın hayatı, Ankara nın yeni hükümet merkezi olmasıyla yeni bir mecraya girer. Mahir İz, ilk mecliste dört yıl süreyle zabıt kâtibi olarak görev yapar ve meclisin bütün tartışmalarına şahit olur. Daha sonra istifa ederek İstanbul a gelir ve nihai emekliliğine kadar birçok okulda -İstanbul İmam Hatip ve sonra Halıcıoğlu Askeri Lisesi, Edremit Ortaokulu, Haydarpaşa Lisesi, Yüksek İslam Enstitüsü vd.- öğretmen ve idareci olarak görev yapar. Son yıllarını çevresinde toplanan gençleri fikrî ve edebî sohbetleriyle yetiştirmeye 201

220 hasreden Mahir İz, 1974 yılında vefat eder ve Sahrayı Cedit Mezarlığı na defnedilir (Okuyucu, 2005). Mahir İz, bugün Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi olarak anılan Yüksek İslâm Enstitüsü nde de Edebiyat, Tasavvuf Tarihi ve Hitabet dersleri okuttu. 23 Nisan 1920 de açılan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi nde Zabıt Mümeyyizi olarak bir süre görev yaptı. Osmanlı sohbet ve hitabet tarzının son mükemmel temsilcilerinden olan Mahir İz, pek çok gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Din ve Cemiyet, Tasavvuf, Yılların İzi, Kısas-ı Enbiya (Ahmed Cevdet Paşa dan sadeleştirme) basılmış eserleridir. Mahir İz, Diyanet İşleri Başkanlığı nca bastırılan Kur an-ı Kerim Meali nin hazırlanmasında redaksiyon komitesi başkanlığı yaptı. Ülkemizde on binlerce insan yetiştirmiş olan, maarifimizin en önemli isimlerinden biridir (Türk Millî Kültür Vakfı, 2007). Mahir İz in, edebiyatçı yönü en bariz vasıflarından biridir. Hatıralarında Mehmet Akif, Ferid Kam, Mithat Cemal Kuntay, Rıza Tevfik, Yahya Kemal, Nihat Sami Banarlı gibi alanlarında ün yapmış şair ve yazarları anlatmıştır. Bununla birlikte o, belki de en çok talebelerine önem vermekteydi. Çalıştığı ortamlar hep eğitim öğretimle ilgili olmuştur. Merhum Mahir iz Bey in hayatı boyunca büyük bir aşk ve azim ile devam ettiği asil hizmet yolu, kendisine has bir ihlâs ve kemal ile idare ettiği unutulmaz sohbetleriydi. Her yaş ve tabakadan insanla, derin bir tevazu ve samimiyet içinde konuşur, incitmeden ve hissettirmeden onları, iman ve hayat yolunda irşat ederdi (Özdamar, 1994: 12). Mahir İz, şair ve yazar olarak ün bulmuş, bir ara milletvekili olsa da uzun yıllar öğretmenlik yapmış, yeniden dünyaya gelsem, yine öğretmen olurum diyecek kadar bu mesleği sevmiştir. Ancak onun asıl mümeyyiz vasfı, çevresindekilere hep nasihatlerde bulunması ve özellikle gençleri yetiştirme gayreti olmuştur. Bu gençlerden biri de Niyazi dir. 202

221 Mehmed Niyazi, Mahir İz le lise yıllarında tanışmıştır. Mahir iz, aynı zamanda Haydarpaşa Lisesinde öğretmenlik de yapmıştır. Niyazi, lisede okuyan genç bir öğrenci olarak onun sohbetlerine katılır ve manevi dünyasını zenginleştirir. Lisede tanıdığı bu gönül adamının peşini bırakmaz, üniversite yıllarında bile çevresindekilerden ayrı, yalnız olarak, Mahir İz e gitmeye devam eder. Dinî bir bakış açısı, terbiye, insan sevgisi, kadirşinaslık, hoşgörü ve mütevazılık gibi meziyetleri bu sohbet ortamında olgunluğa erişmiştir Ziya Nur Aksun (1960, Konya) Hukuk okumuş aydın ve yazardır. Osmanlı ve İslam tarihleri üzerine yaptığı araştırma ve çalışmalarla tanınır. Mehmed Niyazi, Ziya Nur Aksun için Sebeb-i Feyzim derken, yazdığı bir yazıda, şu ifadeyi kullanır; Tarihimizi millî bir idrakle ele almak isteyenler çok azdır. Bir elin parmaklarını geçmeyen bu bilim adamlarının başında Ziya Nur Aksun gelmektedir. Tarihçi, hamaset gerekçesiyle duyguyu bir tarafa itip sadece olayların soğuk gerçek yüzüyle ilgilenemez; çünkü olayların altında bu duygu dünyasının yattığını bilir; ama duygunun coşkun seline kapılıp olayları da göz ardı edemez. İşte Ziya Nur Aksun un tarih anlayışını bu iki temel unsur örmektedir (Niyazi, ). Ziya Nur, sadece tarihçi olarak değil, ilim ve fikir hayatımızın, edebiyat dünyamızın şekillenmesinde büyük tesiri olmuştur. O, bizi zaferlere taşıyan ruhu önce anlayabilen, sonra da anlatabilen vakanüvistir. Dünyaya hükümranlığımızın iman gücüyle olabildiğini, Osmanlının mayasında, yüksek teknikle birlikte büyük edep olduğunun şuurundadır. Metafizik dünyamızı kavramadan, değerlerimizi sevmeden, iman gücümüzü anlamadan Türk medeniyetini ve kültürünü öğrenemeyeceğimiz kanaatindedir (Yardım, 2007: 255). Ziya Nur Aksun, 1930 yılının 29 Mayıs gecesinde Konya da doğar. Şemsi Tebrizi Türbesi, Küllükbaşı Mevkiinde, kalabalık bir aile içinde dünyaya gözlerini açan Aksun, dedesi Yusuf Ziya Bey in Ziya, babaannesi Mahinur Hanım ın Nur ismini alır. 203

222 Ziya Nur un babaannesi Mahinur Hanım Trabzonludur, dedesi Yusuf Ziya Bey ise Kayseri nin Bakkalbaşı ailesindendir. Evkaf müdürü olan Yusuf Ziya Bey, görevi dolayısıyla pek çok şehir dolaşmak zorunda kalır ve beş çocuğunun her birisi farklı şehirlerde, hatta bazıları günümüz Türkiye sinin sınırları dışında doğar. Bu yüzden Aksun un babası 1890 yılında Gümülcine de dünyaya gelmiştir Erzincan doğumlu olan annesi ise, I. Dünya Savaşı döneminde, dayısı ile birlikte, Erzincan dan Konya ya gelir. I. Dünya Savaşı nı, savaşın yokluğunu ve göçünü yaşayan Aksun ailesinin fertleri, Osmanlı Devleti nden Cumhuriyet e geçiş dönemini yaşamış bir ailedir. Belma Aksun, bu dönemi yaşamış olan annesinin kendisine aktarmış olduğu bir anıyı şöyle anlatıyor: Dayısı, annemin elinden tutuyor, yanlarına hiçbir şey almadan, sadece canlarıyla Erzincan dan ayrılıyor, Konya isyanı sırasında, Konya ya geliyorlar. Annem o günleri anlatırken: Reçel tenceresini ocağın üzerinde bıraktık ve yola çıktık. Sokakta çatışma vardı ve kurşunlar vızır vızır yanımızdan geçiyordu derdi (Aktaran, Özer, ). Başarılı bir talebelik hayatından sonra, İTÜ İnşaat Mühendisliği bölümüne girmiş olduğu halde oradan ayrılarak Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ne girer ve buradan mezun olur yılında ailesinin İstanbul a göç etmesiyle orada yaşamına devam eden Aksun, kurduğu Fakülteler Matbaası ile iş hayatına da atılmış olur. Bu arada sık sık gelip gittiği Marmara Kıraathanesi nde kendi sohbet halkasını kurar ve tarih konuşur, tarih dinler ve yazar. Osmanlı Devleti nin son dönemlerini yaşamış olan ailesinin ve çevresindeki kişilerin Osmanlı Devleti ve Padişahları hakkındaki sözleriyle tarihe olan merakı artan Ziya Nur Aksun, aydın kesim ve bu kesimin düşüncelerine paralel olan eğitim sistemi ile halkın Osmanlı Devleti anlayışı arasındaki farklı yanları ve gerçekleri, çocukluğunda başlayan merak ile araştırmaya başlar. İlerleyen zamanlarda, Aksun un bu çalışmaları, almış olduğu hukuk eğitimi, araştırmaya yönelik okuma iştiyakı ile birleşince, altı ciltlik Osmanlı Tarihi eserine dönüşür. 204

223 1976 yılında geçirdiği beyin kanaması sonucu sağ tarafına inen felçle, konuşma kabiliyetini yitiren Ziya Nur, 34 yıldır süren bu rahatsızlığı sonucunda Fakülteler Matbaası ndaki işine ve Marmara Kıraathanesi ndeki sohbetlerine mecburen son vermek ve evine çekilmek zorunda kalır. Yazan, konuşan ve sohbetlerin üstadı olan Ziya Nur, artık susmakta, dinlemekte ve yapmış olduğu resimlerle tarihi dile getirmektedir. Aksun ile Niyazi arasında çok sıkı bir dostluk ve yakınlık vardır. Ziya Nur un Marmara Kıraathanesi nden başlayarak sürekli yanı başında olmaya çalışan Niyazi, şüphesiz onun beyefendiliğinden, mütevazı kişiliğinden, tarih hevesinden ve Osmanlı yı yakından tanımasından çok etkilenmiştir. Dahiler ve Deliler romanının tarihle ilgili konuşmalarını hep Ziya Nur Aksun yapmıştır Osman Yüksel Serdengeçti ( ) Hayatı boyunca inandıkları uğruna mücadele etmiş ve bu hayat şeklini bir tarz haline getirmiş bir adam Osman Yüksel. Şairlik, yazarlık, mizah, yayıncılık en çok yaptığı işler arasında. Siyaset belki bunların en sonunda gelir. Olaylara bakış açısı, normal insanların aklına gelmeyecek espri ve dokundurmalara rağmen, davası söz konusu olunca Açın kapıları! Osman Yüksel geliyor diyecek kadar gözü kara ve cesur bir karakterdir o. Asıl adı Osman Zeki Yüksel dir. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi öğrenciliği sırasında 1944 Mayıs ında meydana gelen olaylara karıştığı için Hüseyin Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş ile birlikte bir süre hapis yatmıştır. Hapisten çıktıktan sonra öğrenim için aynı fakülteye başvurmuşsa da bu isteği reddedilince dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel e hitaben yazdığı ve Yüksek makamın alçak vekiline diye başlayan yazı yüzünden yeniden hapsedilmiştir (Yılmaz, 2006: 12). Hapisten çıkarak Toplam 33 sayı yayınlanacak olan ve birçok sayısı siyasî irade tarafından toplattırılacak olan Serdengeçti dergisini 205

224 çıkartmış, dergideki yazılarından dolayı okuyucuları onu -Serdengeçti- olarak tanımlamışlar ve bu sebepten kendisi de sonradan Serdengeçti soyadı ile anılmıştır. Çok farklı yönleri olmasına ve çözülmesi güç bir karakter taşımasına rağmen onun hakkında dikkati çeken temel yapı; bu toprakları ve milletini sevmesi, dürüstlüğü ve mert olması idi. Niyazi ye etkisi, onun milletini sevmesindeki büyük coşku olsa gerektir. Ancak asıl nokta, Onun Batı yı çok iyi bilmesi ve tahlil edebilmesidir. Ayrıca o sürekli okuyup kendini geliştirmektedir. Niyazi, Serdengeçti için de ayrı bir TV programı düzenlemiştir. Çoğu zaman, çıkardığı derginin yazıhanesinde yatıp kalkan, hapishaneye evim diyen Serdengeçti şöyle derdi: Dolandırıcı, sahtekâr, namussuz, hırsız, katil... Hepsi, hepsi hapis yatıyor. Bir hiç uğruna, bir alçaklık için hapis yatanlar, hapsi göze alanlar varken, ben neden dinim, imanım için hapis yatmayayım? Dinsiz olmayacağız, hapis olacağız. Ne yapalım? Onun millet ve milliyetçiliğe bakış açısı Niyazi nin konuya yaklaşımı ile de uyumludur. Serdengeçti dergisinin, 8. sayısında şunları söylemektedir; Millet başka, idare başka. Şurada kala kala küçük bir vatanımız ve on sekiz milyon insanımız kaldı. Bu bir parça vatanın şarkı, garbı mı olur? Bir avuç milletin Türkü, Kürdü mü olur? Şark yok, Garp yok! Sadece bir vatan var. Türk yok, Kürt yok! Sadece bir millet var (Aktaran, Balcıoğlu, 2002: ). Mehmed Niyazi nin etkilendiği ve düşüncelerine önem verdiği yazar ve düşünürler şüphesiz bu kadar değildir. Bunların yanında anılması gereken pek çok isim vardır. Bunların başında, Nurettin Topçu, Erol Güngör, Cemil Meriç, Ali Fuat Başgil gibi isimler sayılabilir. Nurettin Topçu ( ); Niyazi, Topçu için hazırladığı TV programına Gençlik yıllarımızda kitaplarını elimizden düşürmediğimiz, her cümlesini yararlanarak okuduğumuz değerli mütefekkir diyerek başlar ve onu şöyle tanıtır; Nurettin Topçu doğduğu zaman milletçe sıkıntılı bir dönemden geçiyorduk. İlk gençlik yıllarında Fran- 206

225 sa da bulundu; mutlaka zihninde mukayeseler yapıyor, Anadolu muzun fakirliği onu üzüyordu. Dindar bir insan olduğu için vicdanı teşekkül ettiğinden, karşılaştığı yoksulluklar, adaletsizlikler onu rahatsız ediyordu. Remzi Oğuz Arık, Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri ile Anadolu nun dertlerini ön plana çıkarmayı ilke edindiler. Zaten fakirlerin dertleriyle dertlenmek için Topçu, daha öğrencilik yıllarında ruhen hazırdır. İmla öğretmeni Nafiz Bey ona Mehmet Akif sevgisini aşılamıştı. Mehmet Akif, Topçu nun model aldığı adamdır denilse yanlış bir şey söylenmiş olacağını zannetmiyorum. O, okuyan bir aydın, düşünen bir beyin, üreten bir münevverdi. Hayatı mücadele ile geçen, ilmî hayatını Batı da tamamlarken Doğu ile gönül bağını koparmayan bir irade ve ahlak numunesidir. Doktorasını Paris te Sorbon Üniversitesi nde tamamladı. Ancak o liselerde öğretmenlik yaptı ve gençleri eğitmekle meşgul oldu. Felsefeyi sevdirmek konusunda büyük gayret gösterdi. O mütemadiyen Müslüman Türk İnsanı ve Müslüman Türk Toplumu nun nasıl olması gerektiğinin arayışı içinde oldu (Yardım, 2007: 79). Niyazi nin, Nurettin Topçu dan felsefenin önemi noktasında ipuçları aldığı muhtemeldir. Niyazi, TV programında onunla ilgili şöyle bir hatırayı anlatır; Topçu, bir gün imam-hatip lisesinde din psikolojisi derslerinin birinde ibadet içinde duyulan vecd halini anlatırken öğrencilerden biri dayanamayıp sorar: Ama hocam, biz sizin dediğiniz gibi kendisinden geçercesine namaz kılarsak rekâtların sayısını şaşırırız. Topçu da Keşke öyle kılabilsen de rekâtları şaşırsan! diye cevap verir. Niyazi, 5 Nisan 2010 tarihli yazısını Topçu nun şu çarpıcı tespiti ile bitiriyordu: Bizi kurtaracak olan ruh, bu sonsuzluğun sevgisine susamış olan ruhtur. Erol Güngör ( ); Niyazi, Görülmese de güneş kayba uğramaz; ama görmeyenin dünyası kararır ibaresini kullanır Erol Güngör için. Birçok telif eser veren, batı dillerinden çeviriler yapan, makaleler yayınlayan Erol Güngör, Niyazi ye göre içimizden gelen ve millî ruhla yoğrulmuş, bunun ıstırabını içinde duyan bir aydındır. Ni- 207

226 yazi ye göre onun eski yazıyla not tutması, nasıl bir ortamdan geldiğini bizlere gösteriyor. Bizim kültürümüzle donanmış bir ortamdan gelen yetenekli bir beyin, çağın ilimleriyle buluşursa, elbette ortaya Erol Güngör çıkar. Bu da hem eksiğimizi hem de neler yapmamız gerektiğini önümüze koyuyor. Biz bir Erol Güngör e değil de, yüzlercesine sahip olsaydık, dünya milletleri arasındaki yerimiz şimdiki gibi mi olurdu? (Niyazi, ). Aynı yazıyı şu tespitle bitirir; Gerek telif, gerekse tercüme eserlerine bakınca, millî kimliğimizi yaşatmak ve geliştirmek için tarihî birikimlerimize değer verdiğini ve çağın ilimlerini yakalamamız gerektiğini görürüz. Çünkü çağın ilimlerini yakalayamazsak, millî kimliğimizi koruyamayız; millî kimliğimizi yaşatmadıktan sonra çağın ilimlerini yakalasak ne olur? İşte var oluşumuzun düğümlendiği nokta burasıdır. O da ömrünü buna tahsis etti. Cemil Meriç ( ); Yazar, mütefekkir, mütercim ve münekkit yönleriyle tanınan Meriç, okumak ve yazmakla geçen bir ömür yaşamıştır. Batı medeniyeti üzerine öne sürdüğü düşünceler yankı bulmuş, ileri seviyede bildiği Fransızca ile değerli çeviriler yapmıştır. Niyazi, Meriç hakkında da yeni neslin yeterince bilgi sahibi olmadığını, gerektiği gibi tanınmadığını üzülerek ifade eder. Cemil Meriç kültür ve tefekkür dünyamızın köşe taşlarından biridir. Heybetli üslubu, çarpıcı fikirleriyle onu hep Nietzsche ye benzetirim; tabii ne inanç, ne de hassas olduğu konular itibarıyla. Nasıl Kadına mı gidiyorsun, kamçıyı unutma! öğüdüyle bir Avrupalı olan Nietzsche bizi şaşırtıyorsa, serenatlar yakılan Batı yı çok iyi bilen Meriç de İdeolojiler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir; itibarları menşelerinden gelir, hepsi de Avrupalıdır hükmüyle bizi şaşırtmaz mı? Ali Fuat Başgil ( ); Gerçek İlim Adamı diye nitelendirdiği Başgil için Mehmed Niyazi, onun ilim adamı ve aynı zamanda fazilet sahibi bir aydın olmasına dikkat çeker. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil hukukçu ve siyasetçi kişiliği yanında, gerek Avrupa da gerekse yurt içinde önemli akademik başarılara imza atmış bir toplum önderi- 208

227 dir. Aydın olmanın iki önemli özelliği vardır; birisi yakınlarına, milletine, insanlığa karşı sorumluluğunu bilmek, diğeri de hakkın yanında olmaktır. Şartlar ne olursa olsun, bu iki özelliği izhar edemeyene aydın diyen, sıfatı yerinde kullanmamıştır. Bu iki vasıf da hocamızda eksiksiz bulunuyordu. Niyazi, gençlerin nasıl ilim adamı olunacağına dair düşünceleri varsa mutlaka Başgil in kitaplarını okumaları gerektiğini vurgular. Başgil hocamızın eserleri, daha mürekkebi yeni kurumuşçasına tazeliğini muhafaza etmektedir. Gençlerimizin başucunda bulunmaları, döne döne okunmaları gerekir. Nasıl ilim adamı olunacağını, bir meseleyi ele alış şeklini, dilinin özelliklerini gençlerimiz merak ediyorlarsa, hocamızın eserlerinden çok şey öğrenirler (Niyazi, ). Başgil, aydın bir siyasetçi olarak politikada da yer almış, cumhurbaşkanlığına adaylığını da koymuştur. Fakat dönemin şartları ve tehdit aldığına dair iddialara bakılarak adaylıktan çekildiği bilinmektedir. 15 Ekim 1961 seçimlerinde AP listesinden bağımsız Samsun Senatörü seçildi. Cumhurbaşkanlığı na adaylığını koyması, Emekli Org. Cemal Gürsel in cumhurbaşkanlığında ısrar eden askerî kesimden gelen yoğun tepkilerle karşılaştı. 24 Ekim 1961 gecesi Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay tarafından götürüldüğü Başbakanlıkta bazı Millî Birlik Komitesi üyesi subaylarınca Hayatınızı garanti edemeyiz denilerek tehdit edildikten sonra Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekildi ve Cumhuriyet Senatosu üyeliğinden de istifa ederek yurt dışına çıktı (Ardıç, ). Görülmektedir ki yazar, dinî ve millî kaygıları olan kişileri, bu uğurda mücadele etmiş, kültürümüze, medeniyetimize katkıda bulunmuş, köşe taşları olan yazar, düşünür ve ilim adamlarına büyük önem vermiştir. Ayrıca hepsinden, kendince, kıymetli paylar çıkarmış, hiçbirine politik gözle bakmamış ve hepsinin aslında aynı yelpazede farlı renkler taşıdığına inanmıştır. Bununla birlikte, Niyazi nin etrafında bulunan arkadaşları da aynı kaygı, dert ve tasayı taşıdığından, çizgisinde bir sapma olmamıştır. 209

228 3.3. Mehmed Niyazi nin Düşünce Dünyamızdaki Yeri Mehmed Niyazi, lise yılarında Mahir İz in sohbetlerine giderek manevî dünyasını zenginleştirirken, Bedriye Atsız ın tarihi sevdirmesiyle, geçmişe ve bugüne yansımasına ilgi duymaya başlamıştır. Adnan Menderes in asılması ve ülkedeki genel durum olayların arkasında ne olup bittiğini öğrenme merakını arttırmış ve gelişmeleri sorgulamaya başlamıştır. Okumaya olan düşkünlüğü, zihin dünyasının zenginleşmesine yol açmıştır. Mehmed Niyazi, çevresini çok iyi gözlemleyen, detayları atlamayan, derinlemesine tahliller yapabilen bir öğrenci olarak gençlik yıllarını sürdürmüştür. Özellikle üniversite yıllarında karşılaştığı çevreler, tanıştığı kişiler, okumaları ve milletine olan düşkünlüğü onu, milliyetçi bir çevreye itmiştir. Ancak o, sadece milliyetçi düşünce ile kalmamış, zihin yapısını farklı düşünce ve felsefî çalışmalardan beslemiştir. Dönemin tanınmış düşünce ve eylem adamları ile iletişim kuran Niyazi, hemen hepsinden önemli paylar alarak kendi ruh dünyasını oluşturmuştur. Niyazi, Türk tarihinin yeterince bilinmediği kanısındadır. Bilinen kısmın ise, daha çok yabancı tarihçilerin yazdıklarının tekrarından ibaret olduğunu belirtir. Tarihin, insanlığın ve milletlerin hafızası olduğunu hatırlatarak, hafızasını kaybeden bir insanın başkalarına muhtaç olacağına ve onların yönlendirmelerine boyun eğmek zorunda kalacağına vurgu yapar. Ona göre tarih kronolojik bir sıralamadan ibaret değildir. Analiz ve sentez yöntemleri kullanılarak tarih yazımına önem verilmelidir. Bunun yanında yarına daha sağlıklı bakabilmek ve doğru bir yol haritasına sahip olabilmek için tarih felsefesine de ihtiyaç duyulmaktadır. Mehmed Niyazi, eserlerinde Doğu ve Batı karşılaştırması yapar. Etkilendiği yazar ve düşünürlerde olduğu gibi, Batı karşısında yenik düşen Doğu, medeniyetinin canlanması için gerekli anahtarları Batı da bulabilecektir. Batı, şu an üstün görünmektedir. Özellikle son iki yüz elli yıldır ona karşı mağlup olmuş bir coğrafyanın insanlarıyız. O halde Batı, bu galibiyetini nasıl elde etmiştir, bu dinamik yapıyı nasıl 210

229 sağlamış ve korumuştur? Bu sorulara cevap arayan Niyazi, teknik ve bilim gibi noktalarda Batı ya bakmak ve gerekirse bu tekniği alma yollarının çaresini aramak gerektiğini belirtmiştir. Ancak, bu tekniğin oluşumundaki zihinsel arka planın, felsefî düşünce ve zihniyetin dikkate alınmasını salık verir. Teknik ve bilimin alınmasında zihnî yapıya ve tarihsel geçmişe bakılmazsa taklit gündeme gelir, oysa taklit ruhu alır. Doğu ve özellikle Türkiye, ülkesini arayan medeniyet için elverişli coğrafyalardan biridir. İnsanlık için faydalı ve gerekli olan medeniyeti kurma yeteneği, tarihsel birikim, stratejik imkânlar ve ruh yapısı, Türk milletinde mevcuttur. Mehmed Niyazi, sanatın ve kültürün milletin hayatında ne kadar önemli olduğunun farkındadır. Ancak o, sanatta metafizik bir boyut ve derinlik arar. Metafizik boyut ile kast ettiği ise din ve inançtır. Ülkücü bir geçmişi olmakla birlikte hiçbir siyasî oluşumla organik bir bağ kurmamıştır. Milliyetçi duruşunu devam ettirir. Ancak onun milliyetçiliği, ırka dayanan bir görüş değildir. Milletleri, medeniyeti oluşturmada gerekli olan bir vasıf olarak görür. Milletler, birbirleri ile tanışıp bilişmek üzere yaratılmışlardır ilkesine inancı tamdır. Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık ayetini birçok kez hatırlatmaktadır. (Kur an-ı Kerim: Hucurat Suresi, 13). İnsanları, şu ya da bu olarak sınırlamak ve tanımlamak yerine, onlarla iyi ve güzelde buluşmayı tercih eder. Bu nedenle, ideolojik olanı pek hoş görmez. İdeolojinin ilmi yok ettiğini belirtir. Okumak, onun en büyük tutkusudur. Bu tutku, yaşam biçimi haline gelmiştir. İnsanımızın da okumasını ve bilimsel bir derinlik kazanmasını arzular. Onu, belirli bir düşünce yapısına koymak gerekirse, milletçi bir duruşla, tarihimizi bilmeye çalışan, milletinin sahip olduğu özelliklerin ve medeniyetinin yarın da devamını isteyen, inançlı bir araştırmacı yazardır demek, isabetli olacaktır. 211

230 3.4. Mehmed Niyazi nin Ele Aldığı Konu ve Problemler Mehmed Niyazi, akademik olarak hukuk eğitimi gördüğü halde, alaylı olarak tarihçiliği seçmiştir. Tarih meraklısı bir yazardır. Yurt dışında devlet ve devlet felsefesi üzerine uzun araştırmalar yapmıştır. Sanattan edebiyata, politikadan sosyal olaylara kadar birçok alanda ve konuda fikir ve düşünceleri olmakla birlikte, bunları temel bazı çerçeveler içinde ele almaktadır. Yazdıkları ve söyledikleri incelendiği zaman temel üç alan üzerine yoğunlaştığı görülmektedir. Bunlar; devlet, millet, medeniyet kavramlarıdır. Bu üç kavramı da, tarih ve tarih felsefesi açısından değerlendirir. Özel olarak üzerine düştüğü ve hassasiyetle dile getirdiği Türk tarih felsefesi ise onun için farklı bir uğraş alanıdır. Eserleri ile ilgili bölümde bu kavramlarla ilgili düşüncelerine değinilmiş olsa da, bu bölümde, bir bütün halinde tekrar incelenecektir Devlet Toplumu yöneten, kuralları belirleme yetkisine sahip olan, özel bir kurumlar bütünü olarak tarif edilebilecek devlet, çeşitli düşünce ve yaklaşımlarca farklı şekillerde algılanmaktadır. Hem Marksist hem çoğulcu yaklaşımların toplum merkezli oldukları; başka bir ifadeyle devletin toplum içindeki grupların faaliyetlerine göre hareket ettiğini düşündükleri söylenebilir. Buna karşın, devlet aktörlerinin önemli ölçüde özerk olduklarını savunanlarda vardır (Marshall, 2003: 147). İnsan, toprak ve egemen bir siyasal otoritenin birlikteliğinden oluşan siyasal örgütlenme olarak da tarif edilebilen devleti (Demir ve Acar, 1997: 159), insan ve insan faaliyetlerinden ayrı düşünmek mümkün görünmemektedir. Devlet kurmak, insan olmanın özelliklerindendir. Olumlu ya da olumsuz her türlü insanî gelişme imkânlarını toplum içinde gerçekleştirirler. Birlikte yaşamanın gerektirdiği ilişkileri düzenleyen temel kuralları din ve ahlak verir. Eğer insanlar, şu veya bu şekilde öğrendikleri din ve ahlak kurallarına her zaman uyarak yaşasaydılar, o zaman 212

231 birlikte yaşamanın temel sorunu, bu kuralların yeni nesillere aktarılması yani genel anlamda eğitim meselesi olurdu. Bu mümkün olamadığı için, maddî yaptırımlar uygulayarak ilişkileri belirli bir düzene sokacak örgütlenmiş güç, yani devlet ve hukuk doğmuştur. İnsan, kendisine göre anlam kazanan varlığı, ona hâkim olan kanunlardan yararlanarak, kendi amacına göre değiştirir, bir düzene sokmaya çalışır. Şu hale göre, bütün diğerleri, insana ve onun gayesine tahsis edilmişlerdir; çünkü onlara anlam, bir başka deyişle tahsis amacı kazandıran insandır. Devlet de bu kültür kurumlarından biridir. Bu sebeple devletin yerini belirlemek, onun, insana nispetle kazandığı anlamı yani tahsis edilmiş olduğu amacı tespit etmek demek olacaktır (Kösoğlu, 1997: 13-15). Mehmed Niyazi, Türk milletinin tarih sahnesinde görülmeye başladığı andan itibaren bir devlet fikrine sahip olduğunu kavramıştır. Bundan dolayı olsa gerek, Devlet nedir, devlet felsefesi nedir? sorularına cevap aramıştır. Yazarın, devlete bakış açısının inanç, millet ve tarihî zorunlulukla bağ kurduğu görülmektedir. Niyazi, devlet denen kanunlar ve müesseseler manzumesinin milletlerin karakteriyle ayrı düşünülemeyeceğini belirtir. Her ne kadar devlet kurmak, millet olmanın tabii bir gereği değilse de devlet, millet hayatının en önemli bir hadisesi, bir fenomenidir. Felsefî antropoloji, devlet kurmayı da insan olmanın bir özelliği olarak görmektedir (Niyazi, 1999: 9-10). Tarihî bir realite, aktif ve etkin bir ide olan devlet, tarihin seyri üzerinde kesin rol oynayan bir fenomendir. Devletin başlangıcını, devamını ve sonunu tarihî kudretler belirler (Özdenören, 1986: 34). Niyazi, temel prensip olarak hiçbir devlet sisteminin mutlak olarak iyi ya da kötü olduğu fikrini benimsemez. Ona göre, devlet sistemleri iyi ya da kötü olsalardı, bazı sistemler sonsuza kadar yaşarlar, bazı sistemler ise çok hızlıca yok olur giderlerdi. Aynı anakarada, başkanlık sistemi ekonomik ve bireysel özgürlükleri alabildiğine serbest bırakıp, zengin bir ülke yaparken, Güney Amerika da bu sistem çökmüş, diktatörlüğe 213

232 dönüşmüştür. Demokrasi pek çok millet tarafından mutluluğun düzenini sağlayan bir sistem olarak görülmüş olsa da, kurumların farklılığı, tarihsel ve örften gelen alışkanlıklar, demokrasinin uygulanış şeklini de farklılaştırmıştır. Romalıların kurduğu devlet yapısı ile Atina devlet yapısı aynı coğrafyada olmasına rağmen milletlerinin karakterleri dolayısı ile çok farklı sistemler geliştirmişlerdir. Roma, imparatorluk olurken, Atina, site devleti olmuştur. İngiliz devletinin oluşumunda tüccarlar ve denizciler büyük rol oynadılar. Ada devleti olmanın getirdiği zorluklar olduğu gibi, içe dönük olmanın getirdiği bir güç ve kazanç anlayışı da vardı. Sömürgeci devlet olmalarında bunun etkisi yadsınamayacak kadar fazladır. İslam öncesi, Araplar, kabile halinde yaşıyorlardı. Belki bu yüzden güçlü bir devlet kuramadılar. Çin gibi uzak doğu ülkeleri yakın zamana kadar tarım ve toprak ülkesi görünümündeydi. Onlar kendi iç dinamikleriyle ve daha çok katı gelenekleriyle sistemlerini oluşturdular. Komünist olan Çin bile, Rusya dan farklı bir tarz uygulamakta bir mahzur görmedi. Devlet, Mehmed Niyazi nin özellikle vurgu yaptığı ve hatırlattığı bir kavramdır. Ancak o, devletin tanımı, yapısı ve seciyesini açıklarken aslında milletin önemine dikkat çekmektedir. Devlet ve millet ikilisini ve bu ikili arasındaki ilişkiyi örnekler vererek açıklar. Diğer milletleri ve Türkleri kıyaslarken Türk devlet yapısını zikretmeden geçemez. Devlet ve millet arasındaki bağı ve yakınlığı ele aldığı bir yazısında şu tespiti yapar; Tarihî gelişmelerinde, geçirdikleri maceralardan, yaşadıkları coğrafyadan ve benzer sebeplerden dolayı milletlerin değişik özellikleri vardır. Sosyal bilimlerin doğmalarında ve gelişmelerinde milletlerin özelliklerinin önemli etkileri olmuştur. Türk milleti, Orta Asya steplerinde Çin saldırılarına maruz kalırken, disiplinli olmayı, devletiyle bütünleşmeyi var olmasının yolu saydı. Göç etmek zorunda kaldığı zaman büyük bir düzen ve iş prensibi içinde, aile bağı kuvvetiyle kendine toprak arıyordu. İslam la tanıştığımız zaman öğrendiğimiz ve alıştığımız devlet-millet bütünleşmesini daha da gelişti- 214

233 rerek Müslümanların teşkilatlanmasını sağlamış olduk. Bu duruma göre; Devletin mihrakını oluşturan güç, kanun hâkimiyetiyle meşruiyet kazanır. Bu da onu zorbalıktan ayırır. Bunun içindir ki medeniyetimizde adil yöneticiler övülmüş, zalimler kötülenmiş, Devlet küfürle değil, zulümle yıkılır sözü kelam-ı kibar haline gelmiştir. Kuvvet ve kanun bir arada olunca, adalet kendiliğinden tecelli eder. Ve biz devletten adalet bekleriz; zira biliriz ki vatandaşına adaletle davranan devlet, müşfik devlettir. Yaramazlık yapan çocuğuna annemiz ele güne karşı ayıp olur der. El dediği il, yani devlet... Gün dediği kün yani millet... Annemiz, devlete ve millete karşı ayıp yapmaktan kaçın derken kültürümüzün devlet ve millet birlikteliğiyle yoğrulduğu ortaya çıkıyor. Kültürümüzdeki devlet fikri milletimiz için de önemlidir. Onu zedelersek yaralarımız dikiş tutmaz hale gelir. Sıkça ifade edildiği üzere devlet ile fert arasında korkunç bir uçurum, kaçınılmaz bir çelişki yoktur. Devlet hükmî şahıstır; değerini varlık cevherinde bulunan insandan alır. İnsan ne kadar değerliyse onun için var olan devlet de o kadar değerlidir (Niyazi, ). Niyazi, devletin insanın ihtiyaçlarına göre şekillenmesi gerektiği düşüncesindedir. Bu ihtiyaçlar, o toplumu oluşturan unsurlara ve zihnî yapıya göre çeşitlenebilir. Devlet ve devletin diğer bir adı olan hak yani hukuk, bu ihtiyaçlara cevap verebilecek güçte olmalıdır. İslamî devlet şekli var mıdır? sorusuna cevap verirken şu değerlendirmeyi yapmaktadır. İslamiyet ten önce kanunlar vardı. Hammurabi Kanunları gibi. İslamiyet ten önce hukuk ilmi yoktu. Hukuka, ilmî hüviyet kazandıran İslamiyet tir. Bu da Ameller niyetlere göredir ilkesi ile açıklığa kavuşur. Mesela, bütün katledilme, öldürme vakaları birdir, yani fizikî olarak aynıdır. Ama niyet faktörü devreye girince her öldürme olayı farklı bir hal alır. Onun için hukuku, ilim yapan Müslümanlardır. Bunu kim yapmıştır? Dört mezhep imamı ve İmam-ı Serahsi. Kur an-ı Kerime baktığınızda, İslamiyet in belli konularda hüküm getirdiğini görürsünüz. Maide Suresi 38. ayette olduğu gibi. Ve 215

234 hırsızlık yapan erkek ve kadının yaptıklarına karşılık olmak üzere, Allah tan bir ceza olarak ellerini kesin. Ve Allah Aziz dir, Hâkim dir. Hırsızın elini kesmek en ağır cezadır. İslam devletinde her türlü ceza verilebilir. Bu zinada da böyledir. Bütün cezaların azamisi belirtilmiş ve haddi de belirtilmiştir. Ayrıca İslam devlet şekli yoktur. Avrupa bu durumun İslam ın zayıflığı, acizliği olarak göstermek için kullanmıştır. Yıllarca Kur an da herhangi bir devlet şekli yoktur yönünde eleştirilerde bulunmuşlardır. Sonunda anlamışlardır ki herhangi bir devlet şekli İslam ın devamlılığını bitirmek demektir. Her coğrafyadaki insanın ihtiyacı farklıdır. Devlet ihtiyaçlara göre bina edilir. Afrika daki insanların ihtiyaçlarını görmek için oluşturulan şekil ile Eskimoların ihtiyaçlarını görmez. Bu yüzden İslam bir devlet şekli vaaz etmemiştir. Beş temel esası gözeten, temel alan, biçimler İslamî bir mana taşıyabilir. Bu beş esas nedir? 1. Kuvvetin kanunda toplanması, 2. Adalet, 3. Emanetin ehline verilmesi, 4. Danışma, istişare, şura, 5. Sosyal Dayanışmadır. Bu beş faktörün esas alınması kaydıyla devlet, ister cumhuriyet, ister krallık olsun adı önemli değildir. Ancak Kur an a dayanması şartıyla. Tabi burada Kur an a dayandırılmasından kasıt, hadlerin göz önünde bulundurulması demektir. Devleti etkileyen en önemli faktörlerden biri de, o devleti kuran milletin dinidir. Devlet kelimesinin anlamında bile o milletin inancından etkilendiği görülebilir. Eski Türklerde il kelimesi, yerini İslamiyet le dilimize giren devlet kelimesi almıştır. Devlet kelimesi, Latince durmak, yerleşmek, ikamet etmek manalarındaki state fiilinden yapılan Batı dillerindeki etat, state kelimelerinin karşılığı olarak kullanılmıştır. Devlet kelimesi ise hareket ettirmek, döndürmek, dolaştırmak, işleri çekip çevirmek anlamlarına gelmektedir. Yani Latinler, devlete statik, Müslümanlar ise dinamik bir değer atfetmişlerdir (Niyazi, 1999: 23). 216

235 Millet ve Türk Milleti Kavramın, tarih boyunca farklı ve değişik algılamaları olagelmiştir. Keskin ve sert çizgilerle tanımlayıp, varlık sebebini buna bağlayanlar olduğu gibi, daha ılımlı ve hümanist yaklaşımlar da görülmüştür. Her şeyden önce kavim ve ırk olarak düşünülürse, millet bir tercih değil, bir kaderdir. Niyazi de bu noktayı esas alarak millet kavramını ve muhtevasını inceler. Millet kavramı, devlet-millet-medeniyet üçlüsü içindeki en önemli yapı taşıdır. Batı düşünce yapısında nation kavramı millet olarak ifade edilmiştir. Bu ise, dil, ırk, ortak kültür ve ortak tarih özelliklerine sahip insan topluluğu anlamına gelir. Buna karşın, millet kavramının inanç ve dinle ilgili olduğu da söylenebilir. Bununla birlikte millet kelimesi Arapçadan dilimize bir başka mana kazanarak girmiş, bu manasıyla dilimizin öz malı haline gelmiştir. Bin yıldan beri dilimizde, edebiyatımızda, bugünkü manasını kazanmış, varlığımızı ifade edebilecek muhtevaya ve güce kavuşmuştur (Niyazi, 2000: 19). Niyazi ye göre millet, mevcut, geçmiş ve gelecek bütün nesilleri kapsar. Millet kavramını ve mahiyetini ırk ve kavim kelimelerinin mahiyeti ile karıştırmamak gerekmektedir. Materyalist felsefe, Hegel, Cermen bilim adamları, Marksist yaklaşım ve daha birçok düşünce yapısı milleti kendi anlayış ve menfaati doğrultusunda açıklamışlardır. Kimi coğrafyalarda Araplar ve Almanlarda olduğu gibi dil birliği, Fransa ve Çin de olduğu gibi kültür, Amerika da olduğu gibi vatandaşlık, İran da olduğu gibi mezhep, millet olmanın esası olarak kabul edilmektedir. Osmanlı ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti nin de milletin tayin ve tarifinde sıkıntılar çektiğini belirten Niyazi, bunların altında ya milletine aşırı bağlılık, devletin bütünlüğünü sağlamak ya da materyalist felsefede olduğu gibi kendi ideolojisini geçerli kılmak çabası olduğuna vurgu yapar (Niyazi, 2000: 35). Çeşitli menfaatlerden dolayı millete dair görüş ileriye sürmek çok elim sonuçlar doğurur. He devir ve her durumda menfaatin şekilleri değişebilir. Bu tespiti yapan Niyazi, Allah ın takdiri ile her milletin 217

236 kendine ait özelliğinden dolayı fonksiyon yüklendiğini, daha doğru bir nokta olarak görmektedir. Ona göre, nasıl su, hava tabii birer realite ise, millet de sosyolojik bir realitedir. Siyasî olaylar, askerî zafer ve yenilgiler kaderini etkilese de varlığını tayin edemez, çünkü sunî değil organiktir. Bir eserde yatan derinliği sezebilmek, onu yoğuran duyguların, düşüncelerin heyecanını duymak için de belli ölçülerin sahibi, yani bir milletin mensubu olmak gerekir (Niyazi, 2000: 39). Milletin oluşmasında aynı dili konuşmak, aynı toprakları vatan olarak benimsemek, aynı tarihsel olaylarla hüzünlenip, heyecan duymak, aynı inancı paylaşmak ve aynı değerlere sahip olmak aidiyet duygusunu geliştirir ve bu duygu sosyolojik bir bütünün oluşmasına yardım eder. Sonucunda belli özelliklere kavuşan millet oluşur. Fransız İhtilalı ile ortaya çıkan, millet değil nation kelimesidir. Hâkimiyetin sahibinin millet olduğu da resmen ifade edilmiştir. Zannedildiği gibi millet bir ihtilal ile veya yüz yıllık zaman dilimlerinde meydana gelmez. O, tarihin teknesinde olayların yumruğuyla yoğrularak vücut bulur; statik değil, dinamiktir. Her çağda değişik bir çehre ile görülebilir fakat hiçbir zaman kökü ile irtibatını yitirmez (Niyazi, ). Niyazi, milletlerin oluşumunda etkili olan unsurları sayarken dil, din, vatan, zaman, ülkü, ortak menfaatler ve ortak egemenlik altında yaşama isteğini sıralar. Yalnız başına olmanın ve ihtiyaçlarını karşılayamamanın getireceği tehlikeleri bilen insan, cemiyet halinde yaşamayı belirli bir yapıya kavuşturmuştur. Bununla birlikte cemiyetin modeli, bizzat insanda şahsı meydana getiren ruh ve beden sentezi içinde ve şahsın fikirle olan münasebetinde önceden oluşmuş bulunur (Özdenören, 1986: 35). Milletin oluşumunda dil, önemli bir vasıtadır. İnsanları birbirleriyle anlaştıran dil, aynı zamanda kültürün biricik aynasıdır. Kültürün inceliği, derinliği, tarihi gelişmesi dile yansır. Dilden bir kavramın silinmesi, kültürden bir damarın koptuğunu gösterir. Dil kadar önemli bir diğer unsur ise dindir. Niyazi, dinin varlığının milletin oluşumun- 218

237 da, idamesinde ve özelliklerinin devam etmesinde zorunluluk olarak görür. Din olmadan cemiyetin ve cemiyeti oluşturan insanların bir hedef ve gaye bulabilmelerinin zor olacağını, bulunan hedefe zor ulaşacağını belirtmiştir. Bilimle, maddelerin ve olayların birbirlerine nasıl bağlı olduklarını, onlardan neler elde edebileceğimizi öğreniriz; fakat bilim bize elde edeceklerimizi nasıl kullanacağımıza dair fikir vermez. Yani din bize hedef gösterir; o hedefe hangi vasıtalarla varacağımızın tespiti bilime aittir. Dünyada kurulmuş bütün büyük medeniyetler fizik ile metafizik âlemleri dengeleyebilmiş toplumların ürünüdürler. Bunların birinden mahrum kalanlar tek bacaklarını kaybetmişlere dönerler; seken her insanın er geç yuvarlanması mukadderdir (Niyazi, ). Bir millet engin bir maziden doğan aidiyet şuurunun, aynı inancın kıvama getirdiği birliktir. Söz konusu birlikte zamanla soyaçekim kanunları kendini gösterir. İşte bu kuvvetlerin, kendini korumak içgüdüsünün hepsine birden millî ruh denir. Millî ruhun kendisine has sezgileri vardır; tehlike sinyalleri aldı mı milletini hazırlamak için eyleme geçer. Dikkat edilirse, bir kalabalığa milliyet üniforması giydiren gelenek, ahlak, kültür gibi manevi unsurların temelinde dinin bulunduğu görülür. Din, aynı zamanda millî ruh için en verimli topraktır. Din, ferdi, vicdana ve şahsiyete kavuştururken, aynı zamanda cemiyetin kültürünü dokur. Beyinsiz bir insan et yığınıdır. Vicdansız bir insan canavardan daha tehlikelidir. Bu ikisinin mezcedilmesiyle hayat, kaynağına kavuşur. Millî ruh da ebedi gıdasıyla buluşmuş olur (Niyazi, ). Niyazi ye göre bir milletin kendine has nitelikleri bulunmaktadır ve bu nitelikler coğrafyadan, tarihten, beslenme alışkanlığından, çekilen sıkıntı ve eziyetlerden, insan toplulukları ile ilişkiden ve havadan bile etkilenmektedir. Milletleri değerlendirirken bu nitelikler göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü şahsiyet olan millet, statik değildir; şartlara göre değişir. 219

238 Türk milleti de yüzyıllardır varlığından bahsettiren, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, kendine ait özellikleri bulunan bir millettir. Tarih sahnesine Orta Asya da çıkan Türkler, büyük bir dalga misali, dünyanın dört bir yanına dağılmış, karşılaştıkları yeni coğrafyalara uyum sağlayabilmiş, yeni kültür ve medeniyetlerin oluşumunda güçlü tesirler bırakabilmişlerdir. İlk Türkler, yani bizim en eski atalarımız bugün Orta Asya diye bilinen yerde, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında yaşıyorlardı. Burası Çin le sınırdaş olan bir ülke idi; bu yüzden Türklerin eski tarihlerine ait bilgilerin pek çoğunu Çin tarihinden öğreniyoruz. Çin tarihleri MÖ yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsediyorlar. Böylece Türklerin bilinen tarihi, dört bin yıllık bir tarihtir (Güngör, 2006: 11). Türk milletinin, bu ismi ne zaman kullanmaya başlandığı bilinmemektedir. Ancak gerek Çin kaynaklarında, gerek dinî literatürde, gerekse destanlarda Türk kelimesine farklı söylenişlerde olsa da rastlanmaktadır. Türklerin çok azı işgal altında varlığını sürdürebilmiştir. Ayrıca, tarihin herhangi bir sürecinde bir Türk devleti ile karşılaşmak mümkündür. Bu tarihi gerçeğin, Türk millî karakterinin hangi özelliği sonucu olduğu dikkatle incelenmeye değer. Niyazi, bu durumu açılarken şu örneği verir; Sert iklimin yoğurduğu, adeta çelikleştirdiği Türklerin uçsuz bucaksız bu bölgelere hâkim olabilmeleri, hızlı hareket etmelerine bağlıydı. İşte bunun için atı ilk ehlileştiren millet oldular. İşte bunların analizi bizi milletin karakterine ve şartlarına götürmektedir. Çünkü tarih bir anlamda o milletin karakterinin ürünüdür. Niyazi, Türk milletinin karakter özelliklerini belirleyen unsurları şu şekilde sıralar; bozkırı çevreleyen bir sınır olmadığı gibi Türklerin de muhayyilelerinin bir sınırı yoktur. Türklerin asıl yiyecekleri etti. Bu yüzden eti, uzun süre muhafaza etmenin yollarını buldular. Ayrıca süt ürünleri de besin maddeleri arasındaydı. Türklerin yaşadıkları bölgelerde demir, kömür gibi madenlerin bulunması da büyük bir şanstı. Dolayısı ile demircilik mesleği kutsal sayılmıştı. Dönemlerinde en ile- 220

239 ri teknolojik silahlara sahip olmuşlardı. Ancak, coğrafî imkânlar, beslenme alışkanlıkları ve şartlar milletin karakterinde etkili olsa da tek başlarına bu karakteri oluşturmaları mümkün değildir elbet. Niyazi, tam olarak açıklanamayacak olsa da bunlara ek olarak şu özelliği de belirtir; Türkler, devletleri ile var olabileceklerine inanmışlardır. Bununla birlikte Niyazi ye göre boyculuk Türklerin en belirgin zaafıdır. Boyculuk, emperyalist güçler için zemin hazırlayan bir zafiyettir. Ayrıca Türkler kolay asimile olabilirler. Bu da onların intibak özelliğinden ileri gelmektedir. Buna karşı, Türk dili ve Türk gelenekleri en önemli yardımcıdır. Bir diğer zaaf noktası ise hafıza zayıflığı ve çabuk unutmasıdır. Bu da ancak tarihe önem vermekle giderilebilecek bir husustur. Tüm bu etkenlerden sonra, Türklerin özelliklerini belirten Niyazi, ilk olarak Türklerin yeniliğe açık olduğunu vurgular. Ancak yeniliğe açık olmak, tezat gibi görünse de muhafazakârlıkla birliktedir. Yani, köklerinden kopup yok olmamaya, yeniliklere göz kapatıp fosilleşmemeye dikkat etmişlerdir. Türkler, teşkilatçı bir yapıya sahiptir. Bu yüzden hukuka dayalı düzen fikrine çok eski çağlarda varmışlardı. Türkler aynı zamanda mistiktirler. Yani iç dünyadaki köklerin sağlamlılığı dış dünyaya aksetmişti. Aşk, zekâ ve zarafet; birbirleri ile çelişir gibi görünen bu özellikler Türklerde bulunduğu için Selimiye, Süleymaniye, Mostar Köprüsü, Tac-Mahal gibi matematiğe başkaldıran eserler çıkmıştır. Türkler, ırkçı değildir ama millî kişiliklerinin idrakindedirler. Savaş alanlarında ne kadar cesaretli ve cevval iseler barış zamanlarında da bir o kadar iyi kalpli ve güzel ahlak sahibidirler. Türkler mütevekkildir, kaderlerine razıdırlar, hayatın haşin hatta zalim olduğundan ne hayrete ne de öfkeye kapılırlar. Bu tahammülleri tarihlerini yoğurmakta çok önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca Türkler kendi başarılarından uzun süre mutluluk duymazlar; onlar için asıl olan milletçe yaşanan gurur duyulacak olaylardır. Bu telakkilerinin uzun süren tarihlerinin dokunmasındaki etkisi, mutlaka her sosyal bilimcinin dikkatini çekmiştir (Niyazi, 2008: ). 221

240 Türkler, belki de iki önemli medeniyetin ortak buluşma noktası olmuştur. İnsanlığı etkilediği varsayılan iki önemli düşünce yapısı Grek ve Sami düşünce sistemleridir. Her iki düşünce sistemi de bulundukları coğrafyadan etkilenmişlerdir. Grek düşünce yapısı zor coğrafi şartlarda kayalıklar arasında oluşurken, Sami düşünce yapısı uçsuz bucaksız çölde, berrak bir gökyüzünde yıldızlar altında olgunlaşmıştır. Belki de bu yüzden Grek düşüncesi akla değer veriyor, onun dışında kalabilecek varlık âlemini önemsemiyordu. Sami düşüncesi ise aklı yeterince ciddiye almıyordu. Belki de bundan dolayı Kur an da sık sık aklın önemine işaret ediliyor, yeri gelince de Ne az düşünürsünüz diye ikazda bulunuluyordu. Akılla-vahyin buluşturulması gerekiyordu. Bunu da Türkler yapmıştır (Niyazi, ). Niyazi, Türkler ve Türk milleti hakkındaki bu görüşleriyle milliyetçi bir söylem sahibidir denebilir. Bununla birlikte onun milliyetçiliği kendi ifadesi ile farklı bir boyut taşımaktadır. Şimdi ben ülkücü olarak geldim. Fakat benim için her zaman ölçülerim İslamî dir. Hiçbir zaman birini Türk değildir diye hor görmemişimdir, suçlamamışımdır. Her milletten arkadaşlarım vardır. Şimdi bu durumda milliyetçi gibi görünebilirim ama benim milliyetçilik anlayışım dinden bağımsız değildir. Misal, Türkeş gibi değildir yani. İnsan hayatını etkileyen faktörler vardır. İnsan hayatı sabit değildir. Değişir sürekli. Diyorsan ki, insan hayatını etkileyen dindir, ümmettir. O zaman sen ümmetçisin. İnsan hayatını değiştiren, aristokratlar ve bunların yön verdiği ilimlerdir dersen, o zaman sen, aristokratsın. İnsan hayatını etkileyen sadece emektir diyorsan, sen o zaman komünistsin. Oysa tarihe baktığımız zaman, insan hayatını değiştiren millettir. Şimdi bir örnek vereyim; İngilizler, tarihi tekâmülünü bir adada gerçekleştirdiler. Adanın imkânları kıtalara göre daha sınırlıdır. Ama İngilizler de insandır. Dolayısı ile onların da ihtiyaçları sonsuzdur. Ama İngilizler bir adanın imkânları ile ihtiyaçları ile sonsuz ihtiyaçlarının karşılamak durumunda kaldıkları için son derece tutumludur. Bir 222

241 insandan, bir eşyadan en fazla nasıl yararlanabileceklerinin, kar etmenin peşindedirler. Bundan ne doğmuştur? Modern iktisat ilmi doğmuştur. Bundan bütün insanlık istifade etmiştir. İngilizler tarihi tekâmülünü bir adada tamamlamış olmasaydı, emperyalizmi fişekleşemezlerdi. Emperyalizm gelişmeseydi, denizciliği geliştiremezlerdi. Diğer milletler içinde böyledir. Bakıyorsun Almanlar, sentezcidir. Fransızlar analizcidir. Biz ise devletçiyiz. Bugüne dek dünyadaki devlete dair tüm tekâmüller bizdendir. Kuvvetlerin bölünmesi, kuvvetler ayrılığı, hep bizim uygulamamızdır. Ama bunu Montesque ye, Rousse ya kaptırmışız. Bize de bir şey kalmamış, çünkü yaptığını izah edemiyorsun. Peygamberin uygulamalarında kuvvetler ayrılığını, istişareyi, meclisi bulmak mümkündür. Kuvvet, teşrii, kaza, icra; bunları biz okuyamamışız. Bunların hepsini Osmanlı da olduğunu görürsünüz. Osmanlı da bunun iki kaynağı var. Birisi Orta Asya, yani tarihî boyut, diğeri; Mekke ve Medine den gelen ruhî boyuttur. Ruhî boyut, gövdesini kendisine benzetmiştir, gövdesine şekil vermiştir. Yani milliyetçilik anlayışımızın böyle bir boyutu vardır (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Osmanlı deyince, Türk milletinin tarihinde uzun yıllar süper güç olmuş bir Türk devletini anlayan yazar için, Osmanlı ilk olarak ilmi ifade eder. Sonra milletin vicdanını ve tabii ki hakkı, hukuku ifade etmektedir. Niyazi ye göre, Osmanlı ile beraber hukuk devletinin sona ermiş, Hak insanlar arasında kaybolmuştur. Osmanlı nın iki ayağı vardı; biri Orta Asya bozkırlarıdır. Buradan gövdesi gelir. Diğer ayak ise Mekke ve Medine dir. Buradan da ruhu gelmiştir. Gövde ile ruh Anadolu da buluşmuştur. Bu gövde zaman içinde ruhuna göre şekil almıştır. İslam ın ruhu haktır. Hz. Ömer zamanında İslam orduları Şam a girmiştir. Orada Müslümanlardan ve Gayri Müslimlerden vergi toplamışlardır. Sonra İslam ordusu Şam ı terk etmek durumunda kalmıştır. Şam ı terk eden İslam ordusu almış olduğu verginin karşılığını verememiş duruma düşmüştür. Hz. Ömer bu durumda vergi tahsildarlarını gönderip paraları geri iade ediyor. 223

242 Çünkü vergi nedir? Devletin vatandaşının güvenliğini sağlaması için alınan paradır. Aynı olayı Selçuklular zamanında da görüyoruz. Aynı olayı 1402 Ankara Savaşı ndan sonra görüyoruz, Selanik bizim elimizden çıkmıştır. Oradaki Gayri Müslimlere ödedikleri vergiler, Osmanlı tarafından geri veriliyor yılına kadar Osmanlı hiçbir Gayri Müslim vatandaşını askere almaz. Misal Amerika da 1960 lı yıllarda Muhammet Ali diye biri çıktı. Dedi ki, ben Müslüman ım ama ABD Hıristiyan dır. Ben askere gitmek istemiyorum. Ne yaptılar? Kelepçeyi vurdular, madalyalarını alıp zorla askere götürdüler. Osmanlı; Müslüman dı. Hz. Ebubekir, Benim vücudumu öyle büyüt ki, cehennemi kaplayayım başka bir kuluna yer kalmasın, girmesin diyor. Yani başka bir adam o. Hz. Ali, valilere gönderdiği mektupta Tebaana iyi davran diyor. Osmanlı tahtında ne yazıyor? Mazlumların velisi. Din, dil, ırk fark etmeden insan olmasına bakarak Osmanlı hep yardımcı olmuştur. Osmanlı nın bu yönlerine, özellikle hak ve adalet anlayışına bugün çok daha özlem duymalıyız (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Milliyet olmayan yerde şahsiyet ve şahsiyet olmayan yerde insan yoktur. Millet ve insanlık iç içe iki realitedir, biri olmadan, diğeri olmaz; birinin lüzumunu idrak eden, diğerinin lüzumunu da idrak eder. Millî figürsüz hiçbir yürek, insanı özünde bulamayacağı için insanlığa açılamaz. İnsanlığın, gerek tabiat şartlarında daha rahat yaşaması imkânına kavuşması, gerekse duygularının incelmesi ve zenginleşmesi, kökleri olan milletlerle mümkündür (Niyazi, 2000: 197). Milletlerin ve dolayısı ile milliyetçiliğin önemli ve lüzumlu olduğuna bu şekilde vurgu yapan Niyazi, bir milliyetçide olması gereken nitelikleri de belirterek bu konudaki düşüncesini temellendirmiş olmaktadır. Ona göre milliyetçi, yönetimin, bizzat milletin elinde bulunması gerektiğine inanmalıdır. Milletlerin özellikleri tarih içinde oluştuğundan milliyetçi, tarihe ve tarih şuuruna son derece önem verir. Çünkü tarih bir milletin hafızasıdır. 224

243 Milliyetçi, milletini geniş bir aile tarzında görür ve bu fertler arasında millî dayanışma ve kardeşlik duygusunu aşılamaya çalışır. Çağın ilim ve ekonomik seviyesinden geri kalmanın hangi dertleri açacağını bilir. Geniş zümrelerde milliyetçi bir şuur oluşturmak gayesiyle somut hususlardan faydalanmak gerekir. Millî semboller, gelenekler, bir zaferin yıl dönümü kutlamaları gibi seremoniler halk kitlelerinde millî şuuru uyandırmak bakımından etkili ve devamlılığı sağlayan hususlardır. Bu hususlar milletin temel kavramlarını adeta cisimleştirir. Milliyetçi şuur, bir milliyetçinin taşıması gereken bir niteliktir. Buna göre, milliyetçi şuur; o sosyal birimin hem millet olma özelliklerini, hem de menfaatini savunur. Çünkü özelliklerini yitiren bir birim yığına dönüşür ve uzun vadede silinip gider. Türk milliyetçiliğinin en büyük özelliklerinden biri de, aynı kültür, aynı geçmiş, aynı gelecek düşüncesi içinde bunları tamamlayan birçok başka aynılık bulunabilmesidir. Paylaşılacak o kadar çok aynılık vardır ki bunlardan biri eksik olsa dahi Türklüğe halel getirmez. Niyazi, bu noktada Sokullu Mehmed Paşa yı örnek verir. Sokullu, 4 soy olarak Türk değildir ama Niyazi, onun soy olarak Türk olmasa bile Türk milletine ait olduğunu ve Türk milliyetçiliği yaptığını belirtmektedir. Osmanlı nın külleri üstüne kurulan Türkiye Cumhuriyeti, yeni ve genç bir cumhuriyet olarak milliyetçiliği, kurulan yeni devleti korumak ve ideolojik geçiş sürecini sağlamak için bir vasıta görmüştü. Ancak milliyetçilik, ırk ve soy unsurları ile değerlendirildiğinde kimi coğrafyaları bölmek için tesirli bir silah haline gelebilmektedir. Türkiye nin yıllardır uğraştığı terör sorununda Kürt konusu esas meseleyi oluşturmaktadır. Niyazi ye göre, Osmanlının ırk meselesi olmadı, olmazdı. Devlete İslam dini yön veriyordu. İslam bir insana ırkından dolayı farklı yak- 4 Sokullu Mehmed Paşa ( ), Bosna da doğmuş, Sultan Süleyman zamanında devşirme alınarak, sadrazamlığa kadar yükselmiş ve 15 yıla yakın bu görevi sürdürmüş bir Osmanlı sadrazamıdır (Buz, 2007: 39). 225

244 laşmaz. Irk bir kaderdir. Osmanlı bir insanın kaderi ile uğraşmaz, tercihleri ile uğraşır. Tarihî olarak sabittir ki, Osmanlı hâkimiyetinde bulundukları sürece, devletin Kürtlerle etnik bir problemi hiçbir dönemde mevcut olmadığı gibi Kürtler de Osmanlı ya karşı tüm zamanlarda sadık kalarak etnik-millî bir harekete katiyen girişmemişlerdir. Kürtlerle, Osmanlılar arasında böyle bir problem olmasına da imkân yoktu (Çolak, 2000: 127). Peki, oyun neden onların üzerinde oynanıyor acaba? sorusuna verdiği cevap dikkat çekicidir. Seni bölecekler, onlar bitecek olsa Karadenizlilerin üzerinde oynanacak. Bu böyledir. Tarih şuuru olmadığı müddetçe çözüm zordur. Şu noktayı unutmamak lazımdır; slogan milliyetçilik bölücülüktür. Böyle yaklaşılırsa birisi ben Türk üm der demez diğeri ben Çerkez im, öteki Kürt üm der. Türkçülüğü, metafizik derinlikle, tarihi boyutla, sosyolojik vakıalarla izah edersen bütünleştirici olursun. Bugün MHP nin metafizik boyutu yoktur, tarihî boyutu yoktur, sosyolojik boyutu yoktur. Türkiye bu problemi, ilimle, kültürle çözebilir. Ne Türk, tarihini, ne Kürt, tarihini biliyor. İlk Türk lügati, 1890 larda yapılmıştır. Yaklaşık, 1750 kelimeliktir. Petersburg dadır Türkmence, 2200 Farsça, yani dilin neden farklı olduğunu iyi anlamak lazımdır. Selçuklu Devleti nde uzun yıllar devletin kayıtları, Arapça olarak tutulmuştur. Sonra Farsça tutulmuş. Camide Arapça konuşuluyor, evde Türkçe konuşuluyor. Şimdi hiçbir millet saf değildir. Bunların arasında Ermeni-Mervani kökenli olanlar var. Onlar kendilerini biliyorlar. Bu işi tezgâhlayanlar onlardır. Bu tezgâhın işlemesinde rolün büyüğü onlarındır. Hatta Türkeş in konuşmasını hatırlıyorum; Öcalan Ermenidir diye. Doğrudur. Mervani kökenlidir yani. Bu noktaları kaçırmamak lazımdır (Bkz: ek, 4). Niyazi ye göre kalkınmada en önemli kaynak millî kültürdür. Roman, şiir gibi insanî faaliyetler de millî kültürün birer ürünü olduğuna göre, bundan yoksun olmak, hedef alınan medeniyetin, kol kuvvetine ve işçi sınıfına dâhil olmak demektir. Milleti kuru kalabalık, yığın ol- 226

245 maktan kurtaran kültürün temelinde de din yatmaktadır. Milletlere güç veren bir diğer önemli kaynak ise bilimdir. Sağlıklı milletler bu iki unsuru at başı götürenlerdir Medeniyet İnsan, başka insanlarla birlikte yaşıyor ve toplum halinde yaşama ihtiyacını duyuyor. İnsan yavrusu başkaları tarafından bakılmazsa hayatta kalamaz. Yetişkinlerde ihtiyaçlarını birbirleri ile olan ilişkileriyle karşılayabilirler. Yani insanın sosyal bir varlık olması, onun biyolojik yapısının bir gereği olarak ortaya çıkar. İnsan düşünebildiğinin farkında olan ve bunu kavramlar geliştirerek ifade edebilen ve bunun bilincinde olan bir varlıktır. Bu şekilde yeni düşünce sistemleri geliştirebilir, yeni tasarım ve düzenler planlayabilir. Bu eylemler aynı zamanda kültür ve medeniyetin ilk adımlarıdır. Kültür ve medeniyetin göstergesi olan eylemler, belirli şartlarda belirli davranışların zorunlu olarak ortaya çıkması anlamında doğa olayları değil, insanın tasarım kabiliyetinin imkân verdiği değişkenlikler alanındaki irade olaylarıdır. Tarih de insan sosyolojisinin bu özelliğinden doğmaktadır (Özakpınar, 2002: 42). Bir topluluğun, hayat tarzı, bilgi seviyesi, sanat gücü, maddî ve manevî varlığı ile ilgili vasıfların bütünü ve bu bakımlardan ileri bir seviyede olma hâli (Doğan, 1994: 535) olarak tarif edilen medeniyet kavramı, Niyazi nin düşünce dünyasında ayrı bir yer tutar. İnsan faaliyetinin ürünlerinin toplamı olarak gördüğü medeniyet, bir milletin karakterinin ve gücünün yansımasıdır. Ona göre, içinde bulunduğumuz buhran bir yönüyle aslında medeniyet krizidir. Yarınlarımıza ümitli bakabilmek için mutlaka medeniyet tarihimizin bilinmesi gerektiğine inanan Niyazi, televizyonda yaptığı programın adını da, Medeniyet Yolculuğu olarak belirlemiştir. Yüz otuz bölümü aşan program, Yaşadığımız coğrafyanın tarihi birikimini nasıl okumalıyız sorusuyla yola çıkıyor ve Niyazi nin anlatımıyla, öteden beri devam eden medeniyet dünyamızı konu ediniyor. 227

246 Mehmet Niyazi, yazılarında ve konuşmalarında, sıklıkla şair, romancı, yazar, mimar, ressam, mütefekkir ne kadar sanat erbabı varsa gündemine almaktadır. Ona göre bu şahsiyetler, kültür ve medeniyetin gelişmesi ve birikiminin korunması için çok büyük önem taşımaktalar. Bu âlemden göçen değerleri; kitlelere, yetişen nesillere tanıtmak, eli kalem tutanların, radyolarda, televizyonlarda halka hitap edenlerin görevidir. Bu sadece Hakk ın rahmetine kavuşanlara karşı görevimiz değildir; aynı zamanda kültür ve medeniyetimizin gelişmesine dair sorumluluğumuzdur; zira bir toplumun şairi, romancısı, mütefekkiri unutulursa elde avuçta bir şey kalmaz; kültür ve medeniyet ise birikimdir (Niyazi, ). Medeniyetimiz, özellikle son iki asırdır, daha önceki muazzam ve muntazam görüntüsünü verememektedir. Batı karşısında yenik ve mahkûm bir pozisyona gelmiş durumdayız. Savaş meydanlarında başlayan mağlubiyetler, kültürel alanlara, yaşam biçimlerine ve tekniğe kadar yayıldı. Düne kadar, medeniyetimize alternatif olabilecek bir dünya yoktu ama sonrasında, bilimde geri kalma, stratejik madenlerin yokluğu, iç dünyamıza dönüp kalmış olmak gibi nedenlerle, yaşanan yenilgiler ve buhranlar bizi arayışa yöneltti. Yok saydığımız ve tanımak için çaba sarf etmediğimiz Batı karşısında, onlar gibi olmak yani Batılılaşmak çarelerden biriydi. Ancak Batı, ezici bir üstünlük kurmuştu. Müslümanlar ya içlerine kapanacak ya da inkılâplar yaparak hayatlarına devam edeceklerdi. Her iki edanın da kendince tutarlı ve riskleri vardı. İçe kapanmak zamandan kopmak demekti, taklit ise ruhu alırdı. Niyazi, bu riski, felakete yürümek olarak görmektedir. Ona göre, Eğer kültürümüzü kuvvetlendiren tedbirleri ihmal edersek, millî varlığımızın yok olacağını söylemek kehanet değildir (Niyazi, 2001: 22). 15. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti, Avrupa kapitalizminin küreselleşme çabaları sırasında onun sınır komşusu oldu. Farklı bir ekonomik, toplumsal, kültürel sisteme sahipti ve Batı ile uzun süren ça- 228

247 tışmalara girdi. Başarısızlık onu Batı nın önce etki, sonra egemenliği altına soktu (Alemdar, 2001: 12). İslâm Medeniyetinin duraklama döneminde yazılan ilmî eserlerin başlıca özelliği daha evvelki parlak dönemlerde yazılan eserlerin birer kopyası olmalarıydı. Eskilerin aşılamaz olduğu hakkında öyle kuvvetli bir kanaat yerleşmişti ki orijinal fikirleri olanlar bile bunları daha evvelki üstadın eserinin açıklaması şeklinde ortaya sunuyorlardı (Güngör, 1993: 91). Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu medeniyet havzasını terk ederek kendisinden çok farklı bir medeniyete dâhil olmaya çalışmıştı. Devletin önünde duran en önemli sıkıntı veya zorluk, daha önceden küçümsediği ve uzun süre muhatap olarak almadığı bir coğrafyayı şimdi kendisine model olarak benimsemek zorunda kaldığıdır. Bu manevî zorluğun üstüne bir de model aldığı medeniyeti temsil eden devletlerin bu yolda Osmanlı yı yalnız bırakmalarını hatta hasmane tutumlarını ve Osmanlı nın varlığını tehdit eden oluşumlara destek vermelerini eklemek gerekiyor. Belki de yenileşmenin bir türlü istenilen sonucu verememiş olmasının temelinde yatan sebeplerden biri de bu olsa gerek (Alkan, 2006: 16). Tanzimat la başlayan süreçte yönetimi elinde bulunduran yeni nesil devlet adamları, takip ettikleri siyaset tarzında Batılı devletlerle temas halinde olmayı, devletin bekası için tek çare olarak görmekteydiler. Öyle ki devletin bir bakanı bile elçiliklere danışılarak görevden alınabiliyordu. Bu durum kendi menfaatlerini gözeten belki de tarihî bir intikam aldıklarına inanan devletlerin lehine oluyordu. Türklerin, bu duruma gelmelerinde, düştükleri teşhis hataları rol oynamıştır. Türkiye, ilim adamları, aydınlar tarafından kendini yenileyemedi. Yenileyemeyince iş siyaset adamlarına kaldı. Siyaset adamlarının aklı gözündedir. Pratik işlerin peşindedir. Biz siyasetçilerin Şarlo gibi film çevirmesini bekleyerek kafalarına şapkayı geçirdik. Oysa bunun cevabını Nasrettin Hoca vermişti. İlim ve marifet, kavuktaysa al sen oku! diyerek. Tabi ama biz bunların farkında değiliz. 229

248 Avrupalılar çok zeki insanlar. Bizim medeniyetimizi ve bizim insanımızı frenlemek için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Türk Tarih Felsefesi isimli kitabımızda değinmiştik. Bunu Türk milletini tarihinden soğutmakla yapıyorlar diye. Şimdi bir örnek vereyim; Ne hikmetse, dünyada en çok maymun Cebelitarık Boğazı nda yakalanırmış. Maymun hikâyesinde olduğu gibi, basit olaylarla bizi oyaladılar. Buna müsaittik. Çünkü ilim adamlarımızda derinlik yoktu. Peyami Safa yı ayrı tutmak isterim burada. Çünkü o batıcıdır. Bir makalesinde Ben Arap ın devesine bindim, Batının devesine bineceğim der ve medeniyeti bu kadar basit görür ki Peyami Safa, Cevdet Paşa dan sonra en büyük aydındır. En büyük aydınımız bile böyle gördükten sonra gerisini sen düşün (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Tanzimat sonrasında Osmanlı aydınları, uleması ve devlet erkânı, Batı ülkelerinde teknoloji ile paralel gelişen temeddün ün (yalnızca biçimsel ve maddesel uygarlık, mühendislik-mimarlık, genel sağlık, kamu hizmetleri gibi alanların) çarpıcı etkisinde kalmışlardı. Gördüklerini kendilerine önerilenlerin ispatı sanıp, determinist, pozitivist ve maddeci düşüncelerin etkisinde kaldılar (Özbilgen, 1994: 40). İlim ve sanat, ferdî çabaların ürünüdür; kökleri toplumdadır, sonuçları da topluma yansır. Hürriyet ve kendine güven, bunlar için gerekli zemini oluşturur. Siyasîlerin yol göstericiliği ise otoritelerine dayanır. Ferdin dışındaki otorite, içindeki buhran ilim ve sanatın iki düşmanıdır. Otorite, ferdi köleleştirir, buhran da yanıltır. İnkılâplarımıza fermanla veya kanunlarla başlayacağımız yerde, ruhumuzun heyecanlarını keşfederek başlasaydık ve onları hayatımızla besleseydik, bugün gıpta edilecek bir yerde olurduk (Niyazi, 2001: 23). Milletlerin ortaya koydukları yaşama tarzı, devlet anlayışları, tarihî miras, yazın dünyası, tüm yönleriyle kültürel ürünler ve sanatsal eserler ve bunların ruhlarda oluşturduğu heyecan medeniyetin görüntüsüdür. Bunların arasında kültür ve sanatın ayrı bir yeri vardır muhakkak. Niyazi, kültürün ne kadar mühim ve temel bir unsur olduğunu sıklıkla belirtir, edebiyat ve sanat konularında yazarken de, bu bakış açısını 230

249 ortaya koyar. Fikir, sanat, ilim bir milletin şahdamarıdır derken millet olabilme ve millet kalabilme başarı ve istikrarının hangi yollardan geçeceğini de özetlemiş olmaktadır Kültür ve Sanat Kültür kavramı, oldukça geniş bir anlamda kullanılabilmektedir. Gerek geçmişe ait alışkanlıklar, eserler, günlük hayata dair izler gerekse günümüzün hayat tarzını, sanatını, yaşantısını anlatmak için başvurulan bir alan olmuştur. Toplumların en önemli bilinç ve yol bulma kaynaklarından biri olan kültür algılaması, kendine yüklenen birçok mefhumu da içinde barındırmaktadır. Durum böyle olunca kültür kavramı ile ilgili birçok yeni kavram ve deyim oluşmuştur. Kültür akımı, kültürel yabancılaşma, kültüre girme, kültür varlıkları, örgüt kültürü, popüler kültür gibi kavramlar, kültürün ne kadar geniş bir alanı ilgilendirdiğini göstermektedir. Türk Dil Kurumunun Büyük Türkçe Sözlüğünde on bir farklı tanım ve kullanımı açıklanmıştır. Yeryüzünde beşeri hayatın başlangıcından bu güne kadar insanoğlu tarafından üretilmiş olan her şey olarak genel bir ifade söylenebilir (Demir ve Acar, 1997: 143). Çoğunlukla akla gelen alan ise; bir toplumun hayat tarzını belirleyen örf, adet, gelenek, görenek, alışkanlıklar ve inançlar toplamıdır. Kültür ve medeniyet kavramları, yazarın birlikte kullandığı iki kavramdır. Ancak, her iki kelimede birbirlerinden farklı anlamlar ve muhtevalar taşımaktadır. Yazar, bu durumun bilincinde olarak hareket eder. Kültür, insan zihninin görüş, bakış, tasarım, tahayyül, duygulanma, anlayış ve değerlendirme tarzı ile ilgilidir. Somut olarak algılanabilir cisimler halinde ortaya çıkan ürünleri o şekle getiren, o cisimlere gördükleri işlevi yükleyen insan zihnidir. Bir edebiyat eseri, bir masal, bir destan, örf ve adetler, her türlü teknik yöntemler, sosyal tutumlar, resim, sanat, müzik, hat gibi sanat eserleri, bunların hepsi birer kültür öğesidir. Medeniyete vücut veren şey ise, kendi zihninin başlı başına bir imkân kaynağı olduğunu, insansın fark etmesidir. Medeniyet, insanın, biyolojik zorunlulukla şu ya da bu şekilde yaptığı fil- 231

250 lerin üstüne yükselerek, kendi zihninde belirlediği bilinçli bir ruhi istikamete göre fillerini üretmesidir (Özakpınar, 1999: 45). Niyazi, kültür kavramının kamuoyunda bunca farklı anlamda kullanıldığı ve bundan dolayı içinin boşaltıldığını ifade ederek, kültürle ilgili, işten çok lafın üretildiğini belirtir. Maalesef kültürü de Zümrüdüanka kuşuna çevirdik, sözünü herkes ediyor; fakat ondan herkes değişik şeyler anlıyor. Televizyonlarımızda kültür programları adına bir şarkıcıyla sohbet edilip onun özel hayatından parçalar gösteriliyor. Kültür Bakanlığı kültüre önem verdiğini göstermek için bilmem hangi türküyü güzel söyleyeni devlet sanatçısı yapıyor. Yıllarca önce bir dostum bir bakana Kültüre daha fazla önem veremez miyiz diye sorduğunda bakanın cevabı beynime mermi gibi yerleşmişti; Hele bir kalkınalım, kültür arkasından gelir. Kalkınmanın temel manivelasının kültür olduğunu, kültürsüz bütün ekonomik imkânların heba olacağını bir bakanın idrak edememesi büyük bir talihsizlikti (Niyazi, ). Niyazi, Sanat çok zor bir iştir; ama insanın tabiatı hayatın gerçeğidir dedikten sonra bu tespitini şöyle açıklar; İnsanı yönlendiren, hayatı yoğuran, duygular olduğuna göre, sanatın ruhî bir özellik taşıdığını söyleyebiliriz. Her fizikî olayın altında bir metafizik dünya bulunduğu için de, sanatın özü metafizik dünyayı keşfetmek, orada derinleşmektir diyebiliriz. İnsanı vicdanı yönlendirir; vicdanı analiz edilmeden bir kişinin romanı, hikâyesi, şiiri yazılabilir mi? Ayrıca metafizik iyi idrak edilirse, kaynağından gelen değerler her çağa yansır; bu yansımaların özü bir, ama görünüşleri farklıdır. Metafiziksiz hayat söz konusu olamaz; insanın uzun macerası bize göstermektedir ki, sadece akılcılık, yani rasyonalizm, onu tatmin etmemiş, insan kendini aklın ötesine yükseltebilecek bir duyguya devamlı sahip olmuştur. Bu açıdan bakınca "sanat, sanat içindir" ifadesi yanlış, en azından eksiktir. Evet, sanat gaye ve ilkelerinden koparılıp herhangi bir ideolojinin veya düşüncenin emrine sokulmamalıdır; böyle bir hususa başvurulursa, yapılan şey sanat olmaktan çıkar, propaganda amacına dönüşür. Fakat hemen belirtmek gerekir ki, sanat da tamamen amaçsız değildir; 232

251 o bize hayatı tanıtırken, aynı zamanda onu derinleştiren ve yaşanmaya değer hale getiren erdemin ne olduğunu da anlatır. Hayatı soylu kılan erdemdir; ondan sıyrıldığı ölçüde hayat hayvanileşir. Sanat çok güçlüdür. Gücünü metafizik dünyadan ve manevi havuzdan alır. Güçlü ordular, hasımlarını yenmiş, kentler, ülkeler fethetmiştir. Ancak birçok güçlü ordu, ait olduğu devletle birlikte tarih sahnesinden çekilmiştir. Buna rağmen emek ve öz katılmış sanat eserleri, içinde barındırdığı değerleri, hazineyi, dili, rengi, kültürü yıllarca taşımıştır. Eğer gerçekten biz milletimizin gün görmesini istiyorsak, meseleyi kültür bazında ele almalıyız. Bunun dışındaki bütün tedbirler geçicidir; suyun üzerine nakış işlemektir diyerek bu konudaki düşüncesini net bir dille ifade etmiştir. Milletler, ancak insanî faaliyet dediğimiz sanatla ürettikleriyle kendilerini korurlar ve geliştirirler. İnsanî faaliyet durunca, millete kişilik veren özellikleri silinmeye başlar. Aradan çok geçmeden millet güruha dönüşür. Onun artık değer verdiği hiçbir şey kalmaz. Ekonomik hamleler yerine para tuzakları icat eder. Üretime katkısı bulunmayan meslekler cazip hale gelmeye başlar. O cemiyette ekonomi tabana vurur. Hangi çağda olursa olsun, bir millet zenginse, o milletin kültüründe hak anlayışının çok önemli bir yeri vardır. Onun da temeli metafiziktir. Maalesef biz bu hayat iksirinin önemini henüz yeterince idrak edebilmiş değiliz (Niyazi, ). Bir sanat eseri ne eskiye çakılıp kalmalı ne de şimdinin ihtirasıyla geçmişe sırt dönmelidir; geleceği kucaklamayı da ihmal etmemelidir. İyi bir sanat ürünü, sahip olduğu öz ve biçimiyle çağını aksettirirken gelenekten de kopmamalıdır. Bir sanatkâr ne kadar yetenekli olursa olsun, mevcut birikimden yararlanmıyorsa, ilkel bir cemiyette gözünü açmış gibidir. İşin alfabesinden başlayanla, binlerce yıllık birikimin üstüne bir tuğla koymak durumunda bulunanı mukayese etmek mümkün müdür? Tabii gelenekten yararlanacağım diye körü körüne öncekileri aynen taklit etmek de anlamsızdır; ürünü sanat eseri olmaktan çıkarır. Onlardan yararlanırken, eserine kimlik kazandıran ayırıcı va- 233

252 sıflara bir sanatkâr dikkat etmelidir. Aksi takdirde o eseri niçin kaleme aldığının anlamı kalmadığı gibi, okumak isteyen de bir sebep bulamaz (Niyazi, ). Kendi dünyamız olarak nitelendirebileceğimiz kültür ve medeniyetimiz can çekişirken yetiştirdiğimiz Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Mehmed Akif, Necip Fazıl gibi şairleri şimdi bulamıyoruz. Hiçbir geleneği teşekkül etmemiş roman dünyamızda seviyeli eserler veren Reşat Nuri ye, Refik Halit e, Yakup Kadri ye, Peyami Safa ya bugün sahip değiliz. Musikimizde Selahattin Pınar ın, Saadettin Kaynak ın yanlarına kimi koyacağız? Dün Kandilli Rasathanesi ni kuran, onun cılız imkânlarıyla keşfettiği yıldıza astronomi ilminde Ankara adı verilen bir Fatin Gökmen hocamız vardı. Tıpta Behçet hastalığını bulan Behçet Bey le, fizikte Salih Zeki Bey le iftihar ediyorduk. Bugün dünyada kültür ve ilimde adı geçen kimimiz var, kiminle iftihar edeceğiz? Meseleye bu açıdan bakınca, başında bulunduğumuz uçurumun korkunçluğunu idrak ederiz (Niyazi, ). Medeniyetin oluşmasında kültür, sanat, edebiyat, gelenek, görenekler önemli faktörler oynar. Ayrıca, Bütün medeniyetlerde bilinçli ve rasyonel düzeyde muhasebesi yapılan bir inanç vardır. Medeniyetin ruhî temeli bir inanç, toplumsal temeli, o temele bağlı ahlâk nizamıdır (Özakpınar, 1999: 47). Kültür dediğimiz bu umman, bu kadar büyük ve önemli olduğuna göre ve kültürümüze gereken kıymeti vermediğimizi söylediğimize göre hal çaresi nedir? Ne maziden ne zamandan kopmamaktır. Bununla kalmaz elbet, ilimdeki canlılık ve ilerleme de kültürün korunmasında mühim bir yer tutmaktadır. İlimde geri kalan milletlerin kültür ve medeniyetleri çağın dışına itilirler. Böyle cemiyetler çok geçmeden nefes alamaz duruma gelirler. Ne çare ki biz kendimizi yenileyecek fikir ve ilim adamları yetiştiremedik; meselelerimizin çözümü devlet adamlarımıza kaldı. Nasıl zamanın gerisinde kalan milletler fosilleşip, adım adım yok oluşa sürüklenirlerse, köklerinden kopan milletler de dejenere olup buharlaşırlar. Yaşayabilmenin biricik şartı, ne zamandan ne de maziden kopmaktır (Niyazi, ). 234

253 Dünyada kurulmuş bütün büyük medeniyetler fizik ile metafizik âlemleri dengeleyebilmiş toplumların ürünüdürler. Bunların birinden mahrum kalanlar tek bacaklarını kaybetmişlere dönerler; seken her insanın er geç yuvarlanması mukadderdir (Niyazi, ). Niyazi, medeniyetin, tarihle ilişkisine dikkat çekerek şu tespiti yapar; Kültürün, ana unsuru üçtür: Metafizik, tarih, coğrafya. Bir karanlıktan gelip bir karanlığa giden insanın macerasını önümüze seren metafizik, maddenin künhünü kucaklarken, içimizdeki canavarı gemler. Nasıl coğrafya durdurulmuş tarihse, tarih de zamanla derinleşen coğrafyadır. Rüyadan uyanmak kuru arzuyla değil, şahsiyetle olur. Onun da kaynakları bellidir; ama biz onlara sırtımızı döndük. Hiç düşünmüyoruz ki, onlara sırtını dönen şahsiyete, yani kendisine sırtını döner (Niyazi, ). Kültür ve medeniyetler ne gökten zembille inerler; ne de yerden huda i nabit gibi biterler; her kültür ve medeniyetin üç asli unsuru vardır; toprak, insan ve zaman. Kadim değerler vardır. Kadim değerler, insanı ayakta tutan değerlerdir. Bu değerler hemen öyle değişen şeyler değildir. Asırlar içerisinde oluşur bunlar. Her yılda yeniden denenmez bu tecrübe, oturmuş bir şeydir. Bu bir tecrübedir. İnsanoğluna ait bir arşivdir. Bunları gündeme getirmeyip üzerinde durulmaz ise, her şey keşmekeş olur. Ahi Evran teşkilatı kurmuş bir milletimiz var. Bir ürünü kalitesiz yapmaya izin vermeyen bir baskı ve mutabakat bulunmaktaydı. Kaliteye, doğruya, iyiliğe dönük bir yönlendirme bulunuyordu (Alatlı, 2003: 47). Medeniyetin oluşmasında o milletin sahip olduğu kültürün rolü büyüktür. Medeniyet oluştuğu kültürle büyür, gelişir ve yaşamını idame ettirir. M. Niyazi de medeniyetin transferi gibi bir yolun mümkün olamayacağını ifade ederek kendi medeniyetimize ve kültürümüze dönük olmamız gerektiğini ısrarla vurgular. Kültür ve medeniyetler dinamiktirler; çağın bilimlerinden koparlarsa, içlerine kapanırlar; bir süre sonra fosilleşir, hayatın dışına atılırlar. Ancak çağın bilimleriyle beslenmekle kendilerini geliştirir, formasyonlarına kavuşurlar. İlk tohumları insanın içinde bulunduğundan çağın ihtiyaçlarına cevap veren 235

254 kültür ve medeniyetler sahiplerine heyecan verirler. Kültür ve medeniyetine şevkle sarılan toplumlar, üretken olurlar; canlı milletlerin saflarında yerlerini alırlar. Kültür ve medeniyetlerini çağın bilimleriyle besleyen Japonlar ve bazı Uzak Doğulu milletler bugün gıpta edilecek seviyelere geldiler. Sosyal bilimlere, tarihî olaylara gözlerini kapayarak transferlerle meselelerini halledeceklerini zannedenler hiçbir varlık gösteremedikleri gibi özlerindeki değerleri de yitirdiler (Niyazi, ). Niyazi ye göre, Türk fikir hayatını solcular temsil eder. Yani basından medyaya sanattan edebiyata onların ağırlığı vardır. Marksizm in solun edebiyatı olmaz. Edebiyat ve sanat, ruhî bir meseledir. Ruhu inkâr edenin sanat yapması mümkün değildir. Devlet iki yüz yıldan beri solcu kesimlere destek vermiştir. Bu desteğe rağmen sol kesimden ayakta kalan kaç tane kültür adamı var? Hepsi yıkılmıştır. Ayakta kalanlara baktığında görürsün ki dinî, millî, tarihî hassasiyeti olanlardır (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Yıllarca Almanya da kalan Niyazi, Türk kültür dünyasının orada ve diğer Batı ülkelerinde yeterince tanınmadığına dikkat çekmektedir. Şimdi Almanya da kafadan biz kayıbız, biz geriyiz, kültürümüz sığdır. Ben yirmi sene üniversitede kaldım, sadece bir defa Yaşar Kemal in, kantinde kitabının satıldığını gördüm, hem de çok ucuz bir fiyata ama yine de kimse dönüp bakmıyordu. Bir defasında da bir kız geldi bana dedi ki; Itrî ne demektir? Dedim ki, Itrî bende bir koku çağrıştırıyor. Ayrıca bu mahlası kullanan bir de müzisyen var, ayrıca bu isimde Yahya Kemâl in bir şiiri var. Dilersen araştırıp, lügate bakayım dedim. Yok dedi, Ben de o şiiri okudum, çarpıldım onun için sormuştum dedi. Onun dışında hiçbir kültür münasebetine muhatap olmadım. Bu konuda işlerin nasıl döndüğü ile ilgili bir örnek vereyim; şimdi benim İki Dünya Arasında isimli romanım çıktı. Zaman da reklamı yayınlandı. Beni bir Alman yayınevi aradı mark verirsen, kitabınızı Almancaya çeviririz, sana da yüz tane veririz dediler. Onlara benim böyle bir talebim olmadığını, hem benim 236

255 kitabımı basıp hem de benden neden bu kadar para istediklerini merak ettiğimi sordum. Onlar da, Bak biz senin kitaplarını Almancaya çevirince sen ülkende kitabım yabancı bir dile çevrildi diyerek reklam yapacaksın, kitabın böylece on misli satacak, aslında biz senin reklamını yapmış oluyoruz dediler. Bizdeki hikâye bu; Bizim Avrupa hayranlığımızı istismar etmek için, kitapları para vererek Almancaya çevirteceğiz, burada da yandaşları bu kitap yabancı dile çevrildi diye reklamını yapacaklar (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Kültür ve sanat değerleri konusunda yönetici makamında olanlara büyük görevler düşmektedir. Sıklıkla, kültürel faaliyetlerin azlığından, okuma alışkanlığımızın arzulanan seviyede olmadığından, sanatçılarımızın kıymetini bir türlü bilemediğimizden esefle bahsediyoruz. Kıymet ve eder bakımından farklı alanlarda onlarca insanımız var. Günümüzde böyle ün yapacak ve uzun yıllar parlaklığını koruyacak bir kişi ve eser bulabilmek güç görünmektedir. Bu durumun tespiti yapılır ancak nedenleri üzerinde gerektiği gibi durulmaz. Mehmet Akif in Safahat ını, Necip Fazıl ın Çile sini, Peyami Safa nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu gibi eserlerini örnek olarak verirken M. Niyazi, günümüzde yazılan eserlerde derinlik, üslup, renk, metafizik bulamadığını ifade ederek, bu noktada kültür hayatımızı düzenleyenlere büyük iş düştüğünü vurgulamaktadır. Kültür hayatımızı düzenleyenlerin, sanatın unsurlarından haberleri olduğunu kim söyleyebilir! Sanat her şeyden önce ruhî bir olaydır. Kıskançlık, diğerkâmlık, kindarlık gibi insanî özelliklerin dışındaki sanatın unsurlarının kökleri eskilerdedir (Niyazi, ). Kültürümüzün araştırılması ve kendisinden beklenen fonksiyonun yerine getirilmesi bilimsel ve akademik çalışmalara ihtiyaç duymaktadır. Aslında çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, derin bir tarihî boyuta sahip kültürümüzü araştırmak, ferdin yapabileceği bir iş değildir. Bu konu için bir akademi kurulmalıdır. Hemen belirtmek gerekir ki kültür sadece tarihî ve coğrafî bir konu değildir; çünkü kültür için oldubitti denemez; bir yandan ölür bir yandan kendini tazeler. Canlı bir orga- 237

256 nizma gibidir; değişmeyi özünde taşımayan kültür fosilleşir; kökünden kopan da dejenere olur (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ) Roman Roman, kültür ve sanatın bir türü olarak, edebiyat ürünlerinden biridir. Niyazi nin romancı yönü ve romana ayrı bir önem atfetmesi dolayısı ile roman için ayrı bir başlık açmak isabetli olacaktır. O, roman sanatına ayrı bir amaç yüklemektedir ve onun için romanın hayatımızdaki yeri müstesnadır. Araştırmaya esas alınan süreçte gazetede yazdığı yazı başlıklarına roman kavramını koyduğu yazı yirmiden fazladır. Romanı konu edindiği ve hatta roman kahramanlarını ele aldığı yazıları ise bu sayının en az iki katıdır. Ayrıca televizyonda yaptığı programda da Türk edebiyat tarihinde önemli yerleri bulunan birçok romancıyı konu edinmiştir. Haftada bir kez yazdığı ve bir kez program yaptığı düşünülürse roman sanatına ne kadar önem verdiği fark edilebilir. Elbette bunda kendisinin de usta bir roman yazarı olmasının etkisi vardır. Ciddi bir kültür hareketimizin doğması, ilimle edebiyatımızın bütünleşmesiyle mümkündür. Bunun da temel taşı romandır; zira roman diğer edebi türlerin arasında insanı en kuşatıcı, en soluklu olanıdır. Sonra o, hayatın kendisi değilse de, hayatın muhtevasını bünyesinde taşır. Biz de hayatta bulunduğumuz için etkisinden kurtulmamızın imkânı yoktur (Niyazi, ). Mehmed Niyazi ye göre roman, gerek şiir gerekse hikâyeden çok daha fazla etkileyici ve yaşama daha yakındır. Romanı, hayatın bizzat içinden tanınması olarak görür. Roman yaşanmamış olmasa bile yaşanma ihtimali olan, insanın başına gelebilecek gerçek duygularla örülmelidir. Bunun için K. Marks ın, Balzac romanlarını okuyarak çok şey öğrendiğini örnek olarak verir. Roman, insanı etkileyen, onu fikren besleyen en önemli sanat dalıdır. Bundan mahrum olan kültürlerin insanları çölde açmış bir çiçeğin kaderini yaşarlar; bünyelerindeki değerleri ortaya koymadan kuruyup kaybolurlar. 238

257 Medeniyet Yolculuğu adlı televizyon programında Ahmet Hamdi Tanpınar ı anlattığı bir bölüme şöyle başlar; İnsanların ruhunun, karakterinin oluşmasında okudukları romanın, hikâyenin, şiirin önemi pek büyüktür. Şiir karanlıkta çakan şimşek gibidir, ortalık birden aydınlanır, kısa sürede tekrar karanlığa boğulur. İnsan bir anda çok şey görür, ama gördükleri silinip gider. Mutlaka ondan da dimağında, ruhunda bir şeyler kalır. Bazı şiirler ezberlenir, döne döne okunur; elbette insanı etkiler. Hangimiz Yahya Kemal in Akıncılar, Mehmet Akif'in Bülbül, Necip Fazıl'ın Sakarya şiirlerinden etkilenmedik. Fakat şiir tabiatı icabı kısadır; insan uzun zaman atmosferini soluyamaz. Hikâye ile romanın farkları çok değişik şekilde belirtilmeye çalışılmıştır. Özetle şunu söyleyebiliriz: hikâye kısadır, roman uzundur. Hikâye daha çok olaydan bir kesit verir; okuyan onu idrakinde tamamlar. Fakat roman insanı yorar, avucuna aldığı kişiyi adeta yoğurur. Bunun için romanın kültür hayatında çok önemli olduğuna inanıyorum. Sanat, bilhassa roman, tiyatro eseri deyip geçmeyelim. Bunlar toplumu, özellikle yetişen nesli idealle yoğuran en etkili unsurlardır. Bir milletin kaderini ne kadar etkilediğini tarihe bakan görür. Bir örnek verelim: Shakeaspare den önce İngiltere, küçük, dünya siyasetinde etkisiz bir devletti. Shakeaspare Kral Liyri, Cezar ı ve benzeri eserleri yazdı. İngiliz milletini, bilhassa geçliğini bu ideallerle yoğurdu. Ardında güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu geldi. Sanatın etkisini Alman milletinin hayatında da görüyoruz. Yüzyıllarca paramparça kalmış milleti Bismarch ın gücünün bir araya getirdiğini tarihler yazar. Ama daha önce Almanların büyük idraki Goethe, o milleti bütünleştirmişti. Unutmayalım ki kültürdeki bu bütünleşmenin üzerinde Bismarch ın askerî ve siyasî dehası rol oynamıştır. Yazar, okumanın, roman ve hikâye ile başladığını hatırlatır. Tarih okumalarında bile roman önemli bir vasıtadır. Kuru olarak yazılan bir tarihi okumanın zevk oluşturmayacağını vurgular. Ona göre; roman, hayattan kuvvet almalıdır, yoksa tat vermez. 239

258 Yazar, Roman nasıl olmalı? sorusuna da çeşitli örnekler vererek cevaplar aramaktadır. Romanın hayatın kendisi olduğunu vurgular ve roman tekniği ile ilgili en ince detaylara kadar inerek bir romanın nasıl yazılacağı konusunda ipuçları verir. Genel anlamıyla roman hayattır veya hayattan bir kesittir. Bu kesitte aksettireceği hayatın bütün unsurları bulunmalıdır. İyi roman ele aldığı konuyu canlı, sade ve tabii anlatandır. Ürünün roman olabilmesi için dengeli bir yapıya, mantıklı bir kurguya sahip olması ve itinalı bir dille anlatılması gerekir. Romana ruh veren hiç şüphesiz ki yazarının estetik anlayışı ve zevkidir. Mehmed Niyazi, yanına hikâye sanatını da koyarak günümüzde romanımızın cılız kaldığını savunmaktadır. Bunun nedeni ise, milletin kendi kültüründen koparılması, alıştığı, bildiği, aşina olduğu hayat tarzı ve bilgisine uzak yeni bir kültürün dayatılmasıdır. Çeşitli zaruretlerden dolayı resmî irade insanımıza yeni bir hayat sunmaktadır. Yüzyıllarca devleti inancının somutlaşmış hali olduğundan sevmese, istemese bile körler gibi el yordamıyla ona gösterilen yolda yürüyor. İnsanımız kendine ait âdetlerden soyunduruldu; bir türlü ona giydirilen gömleğe alışamadı. Alışmış görünenler de o gömleğin bir ruhu olduğunun farkına varamadı; onu sadece kabuktan ibaret bir hayat üslubu zannetti. Âdetlerini sürdürürken insanımız kökünden koparıldı. Geçmişini ararken evini de kaybetti; medeniyet muhacirine döndü; birinden diğerine geçmek zorunda kaldı. Girdiği dünyayı da tanımıyor; ürkek, çoğu kere dehşetli gözlerle çevreyi tarıyor... Bunları bulamadığı kitaba; İşte romanım! der mi? Eline alıp edebi eser diye okur mu? Romanımız niçin cılız kalmasın? (Niyazi, ). Mehmed Niyazi, roman hakkında yaptığı değerlendirmeleri belki de en güzel şekilde kendi romanlarında uygulamıştır. Her romanında, hayatın bizzat içinden ve hatta kendi hayatından öyküler bulunmaktadır. Akıcı ve sade bir dille kaleme aldığı romanlar, Türkçenin hoş ve doğru kullanımı, tarihsel olayları belgesel tadında sahnelemesi eserlerinin etkileyici ve kalıcı olmasını sağlamaktadır. 240

259 Çanakkale Muharebelerini anlattığı; Çanakkale Mahşeri, bu savaşa iştirak etmiş birçok kumandanın yayınlanmış ve yayınlanmamış hatıralarından, gazilerin ve şehit yakınlarının anlattıklarından oluşmuş gerçek olaylarla örülüdür. Kendisiyle yapılan bir söyleşide romanın hazırlanmasının altı yıl sürdüğünü ifade eder. Romandaki kahramanlar gerçek kişiler ve olaylar savaşın tarihî seyrine bire bir uymakta. Yine aynı söyleşide, Roman sizi tatmin etti mi? sorusuna şu içli cevabı verir. Yok! Sızısı hâlâ sürüyor (Özcan, ). Niyazi nin kaleme aldığı bu roman, talihsiz bir şekilde sansüre de uğramış, yasaklılar arasında sayılmıştır. Mehmed Niyazi nin Çanakkale Zaferini anlatan romanı, daha önce teklif edilmesine rağmen Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıkması engellendi ve sansürlenerek yazarına geri iade edildi. Niyazi ye göre bu davranış tipik bir ideolojik karardı. Doğulusu batılısı, köylüsü, genci, ihtiyarıyla her şeyini ortaya koyan destanlık bir savaşa dair yazılan romana, ambargo koymak ancak ideolojik bir yaklaşımın sonucudur (Yardım, 2000: 178). Ölüm Daha Güzeldi isimli romanında bir sürgün ve esaretin öyküsünü kitap boyunca anlatmış ancak sonuna kadar kitaptaki heyecan ve meraklı bekleyiş bitmemiştir. Sonunda ise ibret dolu bir final okuyucuyu beklemektedir. Adı geçen romanın bir bölümünde, sessizliği şöyle tasvir eder; Öylesine duygulu bir sessizlikti ki bu, en gaddar ruhluları sıygaya çeker, en büyük günahları pervasızca işleyen taş yüreklileri rabbiyle baş başa getirir, hiçbir pişmanlık bu kadar etkili olmazdı, çünkü insan ancak bu anda acizliğini duyardı (Niyazi, 2006: 76). Niyazi, bu romanın yazılış hikâyesini şöyle anlatır; Ölüm Daha Güzeldi adlı romanımızda Zeynep Ana karakteri gerçektir. Yine bu romandaki Zeynep Ana nın oğlu Tahir, yani Tahir Amca (Mihmandarlı) Ağır Ceza Reisi idi. Ağrı da, Konya- Çumra da reislik yapmıştır. İdealist bir insandı. Hiç kimseden bir şey istemeyen, mütevazı bir yapısı vardı. Talebeydim, yazları onun yanına giderdim. O da bana gelirdi, İstanbul a geldiği zamanlarda. Bir gün yine Ağrı ya gidiyor- 241

260 dum. Erzurum da indim, bir gün kaldım. Eskişehir de Belediye Reisi Aydın Arat, Erzurum Ziraat Fakültesi nde öğrenciydi. Bana nereye gittiğimi sordu. Bende Ağrı ya gideceğimi söyledim. Beraber gidelim dedi. Ben de olur deyince birlikte gittik. Kış günü, Tahir Amca nın kafasında bir yara çıkmış. Aydın Arat Bey e beni bir hastaneye yatırın demiş. O da Tahir Amca yı bir hastaneye yatırmış. Aydın Arat, ihtiyaçları almak için dışarıya çıkıp döndüğünde, Tahir Amca nın başka bir odaya alındığını görmüş. Durumu sorduğunda, hastane başhekiminin Tahir Amca nın bacanağı olduğunu ve hürmeten bu odaya alındığını anlamış. Tahir Amca ya neden daha önce söylemediğini sorunca Tahir Amca; Biz hiç kimseden hiçbir şey istemeyiz demiş. Tahir Amca nın hayatı çok dramatik bir hayattır. Alparslan Türkeş, Tahir Amca nın romanının yazılmasını istiyor. Bunun üzerine Tahir Amca bana Almanya ya bir mektup yazdı. Benim romanım yazılacaksa, ben senin yazmanı isterim diyordu. Ben de, Almanya dan geldim, Çumra da idi. Yanına gittik, görüşmeleri yaparak hayatını kayda aldık. Bu şekilde romanını yazmış olduk. Buna benzer her romanda beni etkileyen bir karakter olmuştur. Misal, Yazılamamış Destanlar romanımızda anlattığım kahraman benim babamdır. Dünyamızda Hildegard, Margaret, Ayhan gibi çok genç yaşamaktadır. Aşkları onları güzelleştirirken, yalnızlıkları acılarını arttırır. Kimsesiz gecelerinde sırdaş olsunlar diye bu talihsiz üç gencin hikâyesini anlattım diyerek başladığı İki Dünya Arasında isimli romanında Aşk bir zihin iptilasıdır diyecek kadar duyguları ve insanı yakından tanımaktadır. Niyazi, günümüz romancılarından okuduğu yazarlar sorulunca şu cevabı verir; Yaşar Kemal, Ayşe Kulin, Sait Faik okumuşumdur. Bunlardan zevk aldığımı söyleyemem. Şematik gelmiştir. Benim için yazarda ve yazılanda metafizik derinlik olmalıdır. Peyami Safa, Yahya Kemal gibileri daha çok okurum. Olcay Yazıcı, Ekrem Kaplan bugünkü nesilden okuduklarım. Metafiziğe yatkın insanın yazdıklarında bir 242

261 şeyler bulabilirim diye okurum. Tabi, Orhan Pamuk gibi yazarları da okudum. Ancak onu büyük bir romancı olarak görmüyorum. Ama Nobel aldı iyi oldu. Misal, Aşk diye bir roman yazılmıştır. Yani onlar yazamazlar bu romanı. Elif Şafak, dizini kırar, Mevleviliği okur, tarikatları okur, İslamiyet i okur, yaşar, ruhunda hisseder, ondan sonra yazabilir. Ama şimdi yazamaz. Mümkün değil. Bunların ağa babaları da yazamaz (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Roman okuma konusunda yeterince gayret göstermediğimizi ve günümüzde roman okuyucusunun olmadığını belirtir. Ona göre, sola kendimizi kabul ettirmekle sanatçı olduğumuzu aydın olduğumuzu zannediyoruz. Bunun yanında bir hastalığımız daha var; bir cemaatte bir grupta olduğun zaman, nasıl olsa o cemaat üyeleri seni alıyor ve okuyor. Yüz-iki yüz bin sattın mı, iyi satmış ve dolayısı ile okunmuş oluyorsun. Bu yanılgı da yayınevleri üzerinde etkili oluyor. Esasen Türkiye de kitap okunmuyor değil. İlgili olduğu kitabı alıp okuyanlar var. Ama misal bir roman, mecburiyetin olmadığı halde, zevk itibari ile okunur. Zevk itibari ile okumak bende okuma iştiyakı ve iştahı uyandırmalı, okuma hevesimi geliştirmelidir. Bunlardan mahrum olan milletlerde ne kültür olur, ne medeniyet, hiçbir şey olmaz. Çünkü biz kitabı propaganda ile satıyoruz, harçlığını zorla kitap alması için veriyoruz bir çocuğa. O genç de, üç sayfa okuyunca başlıyor Bu kitap güzel değil! demeye. Bir başka kitap alıyor eline, aynı şekilde tekrar bıkıyor o kitaptan da, sonra; Ben kitap okuyamıyorum! diyor. Roman her şeyden önce bir iç portredir; bu bir ferdin, bir memleketin, bir dönemin, bir zümrenin olabilir. Romancı ancak bir sosyologun, bir tarihçinin, bir siyasetçinin göremediği çizgileri görmekle, onlarla eserini dokumakla bu iç portreyi oluşturabilir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu nun bizlere duyurduğu; yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığımız acıları hangi tarih, hangi sosyoloji kitabı duyurabilir? O acıları duyanla duymayan, kişi olarak veya bir milletin mensubu olarak aynı olabilir mi? Sanatın önemi de buradan gelmiyor mu? (Niyazi, ). 243

262 Mehmed Niyazi nin Ele Aldığı Konu Ve Problemler başlıklı kısımdan itibaren; M. Niyazi nin, devlet, millet, medeniyet üçlüsü hakkındaki görüşlerinin hülasası verilmeye çalışıldı. Bu üçlünün arasındaki kuvvetli bağı ve herhangi birindeki ifsat ve yozlaşmanın sonucunu Niyazi, şu şekilde özetler; Bir milletin medeniyeti sarsıldı mı, bu sarsıntının görüleceği ilk yer devletidir; çünkü medeniyetin sarsılması demek, medeniyetin taşıyıcısı olan insanın bazı değerlerini yitirmesi demektir. Bilindiği gibi devlet çarkını döndüren, devlete ruh veren insandır. O yara aldı mı, milletin bünyesine en uygun sistemler işlemez olurlar, en âdil kanunlar kâğıt üzerinde kalırlar. Artık devlet fonksiyonunu ifa etmemeye başlar. Dıştan alınan müesseseler de vücuda takılan organlar gibidirler; bazen zararlı olurlar. O toplumun medeniyeti kendini yenileyip, mecrasına oturamazsa, devlet ya yıkılır yahut da dünyadaki dengelerin hassasiyetinden dolayı sunî teneffüsle yaşamaya devam eder (Niyazi, 1999: 16) Tarih Mehmed Niyazi nin ele aldığı üç ana konunun devlet, millet, medeniyet olduğunu belirtmiştik. Bu üç problemi o, tarih çerçevesi içinde değerlendirir. Tarih sevdalısı ve tarihi zevk için okuyan bir kişi olarak, milletlerin hayatında tarihin ne denli önemli olduğunu sık sık vurgular. Yazdığı yazılarda, televizyon programlarında, konferanslarında tarih bilmenin gerekliliği ve sonuçları üzerinde durur. Eserlerinin anlatıldığı bölümde, Türk Tarih Felsefesi tanıtılırken kitabının yazılış amacı ifade edilmiş, tarih bilimine ve Türk tarihi üstünde neden durduğu belirtilmişti. Kendisi ile gerçekleştirilen görüşmelerde de tarihimizi bilmediğimizi vurgulayarak, bunun hafızamıza zarar verdiğini hatırlatmıştır. Çalışmanın bu bölümünde, özellikle söyleşilerimiz esnasında değindiği tarih meseleleri ele alınacaktır Tarih Kavramı ve Tarihin Önemi Tarih denince oldukça farklı algılama ve tanımlamalarla karşılaşmak mümkündür. Çünkü insanî olan her şey tarihtedir. Bir başka söy- 244

263 leyişle, insan tarihin ürünüdür ve aynı zamanda tarih de insanın ürünüdür. Tarih; niceliksel zaman açısından geçmişte olup bitenleri, toplumların geçirdikleri dönemleri yer ve zaman vererek anlatan, olaylar arasında neden sonuç ilişkisi kurmaya çalışarak bu ilişkileri belge ve kalıntılara dayandırarak sistematik olarak incelemeyi konu edinen disiplindir (Demir ve Acar, 1997: 215). Türk Dil Kurumunun Terim Sözlüğünde, İnsanların, üyesi bulundukları toplumu etkileyen eylemlerinden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan; bu olaylar arasındaki nedensel ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri araştırıp gösteren bilim olarak -Tarih Terimleri- içinde tanımlanırken, altı farklı alanda açıklanmıştır. Tarih için yapılan tanımlamaların sıralanması bile başlı başına bir çalışma olabilir. Bu tür bir çaba tarih anlayışının gelişimi konusunda fikir sahibi olmaya yardımcı olacaktır. Böylece tarihin İnsan beyni yapısının oluşturduğu en tehlikeli ürün (Paul Valery) olarak düşünülmesinden Bir insanın kendisini anlayabileceği en önemli yönelim (Henri Marrou) sayılmasına kadar çok farklı değerlendirmeler daha iyi anlaşılabilir. Başka tanımlar, tarihi, insanlığın geçmişinin bilinmesi, insanların yaşadığı olayların, olguların bilinmesi veya yüzyılların belleğinin oluşturulmasına, aktarılmasına yardım eden disiplin ve yöntem olarak açıklayabilirler (Alemdar, 2001: 251). Tarih bir hafıza deposu, Tarih milletlerin hafızasıdır; onu tahrip eden, sadece millî hafızasına zarar vermez, geleceğini de elleriyle boğar. Bu bir cinnet halidir; bolluklar ülkesi Doğu, uzun bir zamandan beri bu cinnete yakalandığı için sisler diyarı Avrupa nın kapısında boynu büküktür. Kendini sıygaya çekip, düzeltmezse, gelecekte şimdiki durumunu arayacağını söylemek kehanet değildir; ilmin açık tespitidir (Niyazi, ). Tarih olgusu ile birlikte birçok farklı kavram ve terim de oluşmuştur. Tarihe bilim olarak yaklaşanlar da, bilim olarak görmeyenler de, ona önem veren ya da vermeyen bulunsa da, Mehmed Niyazi nin deyimiyle insansız tarihi, tarihsiz insanı düşünmek beyhudedir. Mehmed 245

264 Niyazi de tarihe bunca farklı yaklaşımı değerlendirip kendi tanımını şu şekilde yapmaktadır; Yöntemi, bünyesinde bulundurduğu eleştiri mekanizması sayesinde ve yardımcı bilimlerin müdahalesi ile yapılan çalışma bilimidir. Niyazi, tarihimizi bilmediğimiz kanaatindedir. Çocuklarımızla tarihimizi barıştırmamız gerektiğine inanır. Çünkü millet, tarihi bilmedikçe aslına inanmamaya başlayacaktır. Bu ise felaket olacaktır. Bugün, tarihi öğreten de, öğrenen de, anlatılan tarihe inanmakta güçlük çekmektedir. Her geçiş döneminde böyle zorluklar olmuştur. Bize yanlış öğretileni ve öğreteni de suçlamamak gerekiyor. Yeni hareketler milletin ihtiyaçlarına çarpar, değerlendirmelerde farklılıklar olur, yanlış anlaşılmalar olur. Ama artık tarihimizi doğru olarak öğrenmeye başlamamız lazımdır. Yoksa biz hafızamızı tümden kaybederiz. Sadece 1910 ile 1970 lere kadar döneme inanmamakla kalmaz topyekûn tarihimize inanmamaya döner bu daha büyük bir felaket olur. Bu felaketten kurtulmak konusunda o, ümitlidir. Her şeyi devletten beklemeden ve kültür olarak çalışılırsa bu işin olumlu sonuçlanacağı umudunu taşır. Bir milletin olmakta olanın yerine, olması lazım geleni düşünebilmesi için mutlaka olmuş olanı bilmesi gerekir. Çünkü insan bilsin veya bilmesin, tabiatın değil, tarihin çocuğudur. Millet hafızası, terkibini milletin var olması, silinip gitmemesi için zorunlu gören Niyazi, tarihin bu hafızayı oluşturduğunu ve bu hafızanın şuurla korunabileceğini belirtir; Tarih bize eski çağlarda yaşanıp bitmiş olan medeniyetlere ait ve kendimizle ilgisi kalmamış âlemlerin hayatı hakkında bilgi verir, düşüncesinde bulunanlar mekanik tarih görüşü sahipleridirler. Geçmişi değerlendiren idrakimiz gökten düşmemiştir. Önce idrakimizin izahını yapmalıyız. İdrakimizde az veya çok, şuurlu veya şuursuz geçmiş olayların payı vardır. Bu da bizim geçmişteki tarihe yansız bakmamızı önler, bizim onunla bütünleşmemizi zaruri hale getirir. Bunun diğer adı tarih şuurudur. Tarih şuuru milletlere millî hafıza ve millî mantık bahşeder (Niyazi ). İnsan gerek özel gerekse genel ola- 246

265 rak geçmişi ile ilgili bir aidiyeti olsun ister. Ailesinin kök ve soy ağacını bilmek, kişiye bağımsız olma duygusu ile birlikte belirsizliklerin de önüne geçme fırsatı verir. Günümüzde kimi politik rakiplerin, siyasî hasımlarını, geçmişi ile karalamak gibi bir yolla, bu aidiyeti zedelemek istediklerini görünce, düne ait sağlam bilgilere sahip olmanın gerekliliği hissedilir. Nasıl, aile kökünü bulan bir kişi kendini belirli ve bağımsız bir kimliğe sahip hissederse, milletler de millî tarihlerinin eseri olarak, diğerlerinden ayrı, kendilerine has özellikleri bulunan bir varlık olduklarının şuuruna ererler. İnsanı, fanilikten kurtaran, ebedilik hissini içinde uyandıran da budur. İşte buna tarih şuuru diyoruz. Tarih şuuru, tarihin akışı içinde kendi varlığını bulmaktır. Bunun anlamı geçmişte yaşamak değil; geçmişle irtibatını korumaktır. İnsan ne geçmişte, ne de gelecekte yaşar; önemli olan bulunduğu an içinde yaşarken onlarla irtibatlı olmaktır Tarihçiliğimiz Yazar, tarih biliminin, ideolojik olmayan bakış açısıyla bu ve buna benzer olayları değerlendirirken düştüğü bir çıkmaza dikkat çeker; Bizim tarihimize baktığımız zaman, çok uzun süre bizi bozmak istediklerini görürsünüz. Türkiye de gizli din taşıyanlar var. Bunlar beş on kişi değiller. Organize olmuş milletin içindeler. Biz Müslüman olduğumuz için söze itibar ederiz, söze göre muamele ederiz. Bu insanlara şahsiyet bahşeden, hürriyet veren bu tavırdır. Ama bu suiistimal edilmiştir. Türkiye de 1926 dan 1956 ya kadar bu gizli din sahipleri etkili olmuştur. Kendi imkânlarımızla medeniyetimizi tazeleyemedik. Devlet adamlarının aklı gözündedir, pratik adamlardır. Beğendiğini alırsa zaten arkasını bilmez. Alt yapıyı bilmezler. Üst yapıyı aldık mı, Avrupalılaşacağımızı zannederler ten sonra Saint-Benoit Okulu na 5 Müslümanlar çocuklarını göndermediler. Masonlar, Yahudiler, Dönmeler çocuklarını oraya 5 Özel Saint Benoit Fransız Lisesi, dört yüz yıllık tarihe sahip bir Fransız eğitim kurumudur. Halen İstanbul da eğitime devam etmektedir. 247

266 gönderdiler dan sonra Levantenler gönderdi. Cumhuriyet kurulunca bu camialardan, ortaya bürokratik bir zümre çıktı. Müslümanlar ise çocuğum gâvur olmasın diye buralara göndermedi, içine kapandı. Bu durum 1950 ye kadar devam etti de Menderes diye bir adam geldi. Dış görünüş olarak, oldukça Batılı, aydın bir görüntüsü vardı ama camileri tamir ettirdi, Ezanı serbest bıraktı, köylünün önünü açtı, İmam Hatip Liselerinin önünü açtı. Maziye kök salmaya çalıştı. Menderes ile yeni bir süreç başladı. Bu arada Said Nursî, Süleyman Efendi, Sami Efendi gibi şahsiyetler çıktı. Bunlar Türkiye için büyük birer şanstı. Bunlar, üzerlerine gelen tüm zorluklara, darbelere rağmen direndiler. Bunları dirençli hale getiren inançtır. Yoksa hayatlarına baktığınız zaman korkunç bir ıstıraba katlandıklarını görürsünüz. Türk milleti yeni bir atmosfere kavuştu. Bu atmosfer eğer ilimle kavuşur, hurafelerden arınabilirse üniversitelere sıçrarsa ilerlemek muhakkaktır. Ancak ne yazıktır ki, üniversitelerimiz ideolojik mahfillerdir. Üniversiteler, milletimizi ilim sahibi yapalım derdinde olmamış, ideoloji sahibi yapalım derdinde olmuştur. Oysa bu kabuğu kırmamız lazımdır. İlmî atmosferin üniversiteler girmesi lazımdır, girecektir de. Yazar, tarihimizi samimiyetle ele aldığımız kanaatinde değildir. Ona göre, samimi bir şekilde tarihe bakan günümüz ilim adamlarından Ziya Nur Aksun vardır. Niyazi, tarihimize bakarken nasıl bir tutum sergilememiz gerektiğini şu şekilde belirtir; Bugünkü bakış açımızla, ideolojimizle, tarihe gitmemeliyiz. O günkü şartlara göre tarihi değerlendirmeliyiz. Kafamız boş olarak o güne gidersek, bugünden yani kafandan bir şey bulamamış olursun. Bizim tarihimizi Avrupa yazıyor biz onlardan kopya çekiyoruz. İlim hasbîdir, yani bir gaye gütmeden yapılır. Tarih bilimi için bu yanlıştır. Misal; De Groth (Alman tarihçi) bizim eski tarihimizi öğrenmek, araştırmak için, Çin e gitmiştir. Çin de kırk yıl kalmıştır. Çin salnamelerinden Göktürkleri, Hunları, Uygurları araştırmış ve yazmıştır. Şimdi De Groth un kafasının bir köşesinde ileride Alman milletine faydasını olacağını düşüncesi olma- 248

267 sa, kırk senesini oraya gidip harcamazdı. Biz tarihimizi dışarıdan kopya çekiyoruz. Türklerin eski dönemini yazanlar Alman tarihçilerdir. Uygurlar, Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlı nın ilk dönemlerini yazan ise Hammer dir. 6 (Hammer, Viyana kuşatması sırasında Viyana yı savunan albayın evinde büyümüştür, onun beslemesidir.) Yani bizde yazılanlar bu gibi tarihçilerden alınmadır. Bana sorarsan bizim millî tarihimiz arasını yazan Ahmet Cevdet Paşa nın yazdığıdır. 7 Sonrasında olaylar çoğalmış ve matbuat gelişmiştir. Ama tarihimiz bıçak gibi kesilir. Bu yüzden, ilmi yapan bir gün gelecek bu ilim bir işe yarayacaktır diye bir amaç güdecektir. Türk tarihi ile ilgilenen tüm Avrupalı tarihçilerin bir amacı vardır; Türkleri tarihlerinden soğutmak. Şimdi tarihimizde bir el geziniyor, tarihimizi mirasından koparmak, kendi arzu ettikleri mecrada yönetmek için. Böyle bir ortamda sen ne öğrenebilirsin? Biz bu tarihi yeniden inşa etmeliyiz, bu tarihi rayına oturtmak için ve bundan sosyolojiyi, sosyal psikolojiyi oluşturmak için. Tarih olmadan sosyoloji olmaz. Bizim işimiz çok zor. Bir enstitü kurmak gerekir. Bir kişinin yapacağı bir şey değil. İmkân ve idrak meselesi. Bizim milletin başına gelenler başka milletlerin başına gelseydi çoktan yok olurdu. Ama bu millet, düştüğü yerden kalkmış, demek ki 6 7 Joseph von Hammer-Purgstall ( ) Avusturyalı tarihçi, diplomat ve Doğu bilimleri uzmanı. Viyana daki arşivde uzun yıllar çalıştı, Arapça, Farsça, Türkçe dillerini öğrenerek bu dille yazılmış kaynakları toplayarak, özellikle Osmanlı tarihi hakkında çalışmalar yaptı. En meşhur eseri, Hammer Tarihi olarak da bilinen Osmanlı Devleti Tarihi dir (Akşit, 2004: 321). M. Niyazi, muhtemelen 2. Viyana Kuşatmasını kast etmektedir. Çünkü ilk kuşatma 1529 da gerçekleştiğine göre; Hammer, henüz doğmamıştır. İkinci kuşatma da 1683 yılında gerçekleşmiştir. Bu durumda da bahsi geçen Albay, kuşatmadan sonra, daha doksan senelik bir ömür yaşamış demektir. Burada tarihsel bir saptama hatası görülmektedir. Bununla birlikte, yazarın, dikkat çekmek istediği nokta; tarih yazımında, yeterince millî hassasiyet gösterememiş olmamızdır. Ahmet Cevdet Paşa ( ) On dokuzuncu asırda yaşamış, Osmanlı ilim ve devlet adamı. Tarih ile ilgili meşhur eseri Osmanlı Devleti nin yılları arasını yazdığı, on iki cilt olarak basılan, Tarih-i Cevdet tir. 249

268 bu millette yaşam gücü var, bunu görünce insan şevke geliyor (Bkz. Ek 2-4). Niyazi, sık sık, iki yüz yıldır yuvarlanmadık uçurum bırakmadığımızı hatırlatır ve bu durumun 1780 li yıllardan itibaren başladığına inanır. Çünkü o tarihle birlikte, Batı kaynaklı inkılâplar başlamıştır. Evvela askeriyeden başlayarak yıkılma, geriye gidiş başlamıştır. Dikkatlice bakılırsa bu süreç, bizim onlara mağlup olmaya başladığımız süreçtir. Türkiye de modernleşmenin hızına paralel olarak, genel ve yoğun bir yabancılaşma, tarihsizleşme ve şeyleşme yaşanmıştır. Bundan da, bugüne kadar hem Osmanlı, hem de modern Türkiye nin iç ve dış politikası, nasibini almıştır (Çalış, 2006: 148). Niyazi, bu durumdan kurtulmak için ilk adımın çağın imkânlarını, ilimlerini ele geçirmek olduğunu hatırlatır. Başka türlü çıkma şansı yok gibidir. Çünkü Avrupalılar, bizim ilimlerimizi ele alıp, bu seviyeye gelmişlerdir. Ayrıca, tarihi dinden ayırmak mümkün değildir. Vicdan dinle olur. İnsanı yönlendiren vicdandır. Bu nokta dikkate alınmazsa tarihi çözmek imkânsızdır. Her nesil, kendisinden sonrakine bir miras bırakır. Tarihtir bu miras. Bir sonraki nesil bir önceki nesilden bir şeyler alıyor ve ona bir şeyler katabiliyorsa o toplum ilerliyor demektir. Tarih bir değişme ve birikme. İlerlemeden bahsedebilmek için birikmeye ihtiyaç var. Bu birikmenin geçerli olduğu tek saha; ilimdir (Meriç, 1997: 111). İslam âleminin derdinin çaresi, kendisinde bulunmayan ve geriliğe sebep olan ilim ve fenleri hiç vakit kaybetmeden elde etmesidir. Bu ilimler ve fenler, bugün Avrupa dadır. O halde bizim için yapılacak şey açıktır: Bu ilim ve fenleri Avrupalılardan öğrenmek. Yalnız şunu iyice anlamamız lazımdır ki, Avrupalılardan alacağımız, yalnız bu bilgilerden ibaret olmalıdır (Said Halim, 1993: 256). M. Niyazi ye göre, bizim yazdıklarımızın hepsi mekanik tarihtir. Tarih emperyalizmin anahtarıdır. O bu durumu şöyle örneklendirir, misal; İlk Çağ ne zaman bitmiştir? Tarihçilere göre, Roma nın ikiye 250

269 bölünmesi ve Batı Roma nın yıkılmasıdır. Peki, dört yüzlü yıllarda televizyon, gazete, radyo var mıydı? Roma nın varlığından Çinlinin haberi yoktu, Hindistan ın haberi yoktu. Ama bu tarih, Avrupa için önemli bir tarihtir. Avrupa bu tarihin insanlık için olduğunu kabul ediyor. Orta Çağ nasıl sona eriyor? İstanbul un fethi, Ümit Burnu nun keşfi, peki, bundan Afrikalının haberi var mı? Avrupa bu tarihin insanlığa mal olduğunu kabul ettiriyor. Yani, insanlığın tarihi imiş gibi gösteriyorlar (Bkz: Ek, 3). Tarihin araştırılıp, yorumlanmasında takınılan tavır, günümüz insanının algılamasına, karar vermesine ve zihin faaliyetlerine yön verebilmektedir. Bir ulusa nasıl kimlik vereceksin? Neden tarihi eski Yunan dan başlatıyorsun? Onlar kim? Kadim Asya yı düşününce onlar dünkü çocuk. Benim tarihim ne? Neredeyim? denildiği zaman, eksiğimizi tamamlamak gerekmektedir. Oysa biz eksiğimizi görmüyoruz, nerede ne yapmak lazım, düşünmüyoruz. Hangi alanlarda eksikler varsa ikame edilmelidir (Alatlı, 2003: 46). Niyazi nin hayıflandığı hususların başında, milleti millet yapan harcın donmuş olması gelmektedir. Tarih insanlığın hafızasıdır. Hafızasını ele geçirdin mi, insanlığın geleceğini kurgularsın, iş bitmiştir. Yani benim kavgam o. Her yazımda, her konuşmamda, kitaplarımda buna değiniyorum. Ama kimsenin umurunda değil. Ben bizim milletin bir şey öğrenme miadının geçtiği kanaatindeyim. Ne anlatırsan anlat o bildiğini okur. Bir şey öğrenme kapasitesi kalmamış. Bu milletin üzerinde öyle büyük bir önyargı baskısı, öyle kuvvetli bir bombardıman var ki, kafasındaki harç donmuş. (Bkz: Ek, 4). Tarihçiliğimiz günün birinde sıhhatli bir bünyeye kavuşacaksa bu Maniheist düalizmden kurtulmak zorundadır. Ya aydınlık, ya karanlık: Tarihte bu kadar net hatlar ve saf tipler bulmak imkânsızdır. Çünkü insandır tarihin konusu ve karmaşık, çatışan unsurların elini ayağını bağladığı mahlûka biz insan diyoruz. Unutmamalıyız ki, tarih insanları konu alır (Armağan, 2007: 210). 251

270 Bununla birlikte, içini üzen ve belki biraz da hiddetlendiren bir başka tutum ise Haine, hain diyememek! olarak belirttiği davranışlardır. Her memleketten hain çıkar, ancak bizim memleketimizde haine Haindir! denememektedir. Bu mesele mühim bir noktadır. Bir örnek vereyim; Avrupa Türkiye yi parçalamak istiyor. Londra Konferansı, sonlara doğru, 1875 yılını kastediyorum. Mithat Paşa ( ) Sadrazamlığı esnasında, II. Abdülhamit in ısrarına ve olumsuz yönde görüş bildirmesine rağmen Osmanlı yı savaşa sokacak bir pozisyon alıyorlar. Konferansta, Avrupa devletlerinin önerdiği barış koşullarını reddederek, Rus ordusunun İstanbul Yeşilköy e kadar gelerek büyük bir felakete dönüşecek olan Osmanlı-Rus Savaşının (93 Harbi) yolunu açtı. Şimdi, Mithat Paşa ya hain diyemiyorsun. Türkiye de haine, hain dendiği gün, Türkiye kurtulmaya başlar. Bunun sebebini de ideolojik yaklaşım olarak görür. Çünkü ideolojinin olduğu yerde ilim olmaz. İdeolojik kafadan ilim çıkmaz. Aydın kafa boştur, olayları o alanda değerlendirmeye çalışır. İlim ideolojiyi yok eder. (Bkz: Ek, 1) Tarih Felsefesi Tarih felsefesi, tarihin ne olduğunu anlamaktır. Bu işler nasıl, niye böyle oldu? Tarihi nasıl keşfedebilirim? sorularının cevabını bulmaktır. Sebep-sonuç ilişkilerini görebilmektir. Nereden geliyorum sorusunun cevabını bilmek ve Nereye gideceğim tahminini yapabilmektir. Yani bir yol haritasıdır. Misal, Almanya yı kalkındıran Katolik inanıştı. O giderse yeni nesil, Almanya yı götürür. Bir milleti inşa eden metafizik duygu ve düşüncelerdir. Mesuliyet duygusu oradan gelir (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ). Gazetede her iki yazısından biri tarihle ilgili olan Niyazi, tarihin anlaşılması ve tarihten alınması gereken ibretler ve yön tayinlerinin belirlenmesi için tarih felsefesinin önemini vurgular. Üniversitelerimizde bununla ilgili bir kürsü bulunmamasından dolayı üzüntü duyar. Tarih felsefesi iki farklı konuyu ele alır; birincisi milletlerin tarihî seyrini sebepleriyle inceler. İkinci konusu ise mevcut tarih ilminin du- 252

271 rumunu, tarihçilerin bilgi edinme imkânlarını, yeteneklerini değerlendirmektir. Bu durumda, misal; Türk milletinin neredeyse tüm dünyaya yayılmalarının sebebi nedir? sorusuna cevap ararken, bu soruyu bir tarihçi, cevaplamak için Hangi imkânlara sahiptir ve ne kadarını kullanabilir? sorularının cevabını tarih felsefesi vermektedir. Batı medeniyetinin, insanlığın yönlendiricisi olması lazım geldiğini kabul edenlerce, adını koymamakla beraber konu olarak Tarih Felsefesi ni ilk ele alan Augustinus u biraz tanıyanlar felsefe kavramındaki akılcılığa son derece uzak olduğunu bilirler; onun bu konudaki izahlarına ancak Tarih Teolojisi denebilir. Çünkü akla, olaylarda insanın oynadığı role, beşeri ihtiyaçların zorlayıcı sebeplerine gözlerini kapıyor, her şeyi Tanrı nın iradesi olarak açıklıyor. Kanaatimizce Tarih Felsefesi ni konu itibarıyla ilk ele alan İbni Haldun dur ( ). Mukaddime sini okuyanlar, olaylardaki insanın damgasını net bir şekilde görürler. Denebilir ki İbni Haldun da inanmış bir Müslüman dı; onun da bütün olayları küllî irade olarak Tanrı ya bağlaması gerekirdi. Bu noktada önümüze Hıristiyanlıkla Müslümanlığın insan anlayışları, mayasının niteliği, kader hakkındaki telakkileri çıkar; aralarında dağlar kadar fark vardır. Olayların gelişmesinde, İbni Haldun, insan karakterinin, tutum ve davranışlarının önemli rol oynadığını kabul eder. Bir bedevi ile medenileşmiş bir kişinin yapacağı işlerdeki farklılığa dikkat çeker. Konu itibarıyla Tarih Felsefesi ni İbni Haldun ilk ele almasına rağmen, bu disiplinin adını ilk defa J. Bodin Philosophistorici olarak kullandı. Fakat Bodin, söz konusu disiplini bugünkü Tarih Felsefesi anlamında değil de olup bitenleri anlama ve anlatmada bilgece bir bakış olarak ele aldı. Olayları birbiri ardına sıralama yerine, bilgiyle bunların sebeplerine inmeye çalıştı. Bugünkü anladığımız tarzda Tarih Felsefesi tabirini ilk kullanan Voltaire dir; konusunu da İbni Haldun a benzer şekilde ele almıştır. Bu husustaki görüşlerini Genel Tarih ve Ulusların Ruhu ve Gelenekleri Üzerine Deneme ve Tarih Felsefesi kitaplarında okuyoruz. Voltaire (Fransız yazar ve filozof, 253

272 ), tarihte olup bitenleri kilise mensupları gibi açıklamıyor; olayları akılla, milletlerin durumuyla ele alıyor. Tarihi, Hıristiyan teologlarına benzer şekilde Museviliğin nazil olmasıyla da başlatmaz. Medeniyetin köklerine inmekle başlatılması gerektiğine inanır. Batı da tarih felsefesini Museviliğin ve Hıristiyanlığın insan ve cemiyet anlayışları ortaya çıkardı. Eldeki Tevrat a göre Tanrı yeryüzünde yaşayan kavimlerin arasından Yahudileri iradesini gerçekleştirmek için seçmiştir. Tanrı nın iradesini yerine getirip getirmedikleri, yine O nun huzurunda yargılanıp karara bağlanacaktır. Bunun için Tanrı nın onlara gönderdiği kitapta, bu kavmin geçmişi anlatıldığı gibi, geleceklerine dair haberler, işaretler de bulunuyor. Dolayısıyla Yahudiler hem geçmişlerine, hem de geleceklerine dair düşünme imkânına, yani tarih şuuruna kavuşmuş oluyorlardı. Hıristiyanlık, seçilmiş bir kavmi değil, bütün insanlığı Tanrı ya muhatap durumuna getirdi. Ayrıca Hıristiyanlık inancına göre Hz. İsa zamanın belli bir noktasında yeryüzünde beden olarak görünmüş; İncil i bırakıp gitmiştir, tekrar dünyamızda cismiyle görünecektir (İnkarnation). Kur an da ise insanın yaradılışına, geçirdiği maceraya dair pek çok atıflar, işaretler var; kıyamet de bütün dehşetiyle vurgulanmış. Oruç, hac gibi ibadetlerin zamanları belirtilmiş. Namaz da Müslüman a her an zamanın içinde yaşadığını duyurur. Dolayısıyla elimizde idraklere sığmayacak kadar tarih felsefesini oluşturacak malzeme bulunmaktadır. İslam dünyası olarak bugünkü perişanlığımız herkesçe malumdur; hatta on sekizinci yüzyıldaki Hıristiyanlarla mukayese edilmeyecek durumdayız. Buradan, ancak Batı nın tarihine yönelmesine benzer bir hareketle çıkabiliriz. Tarihimizi önümüze koymalıyız ki nerede yanlış yaptığımızı, hatalarımızı nasıl tamir edeceğimizi görelim. Tarihin mantığı onu yaşayan milletin zihniyetinde gizlidir. O zihniyete sahip olmayanların ortaya koydukları, mekanik tarih olmaktan öteye geçemez; onu yoğuran telakkileri yansıtmaz. Olayları kendi tarih felsefemizle ele alırsak, dilleri çözülür. İşin başının tarih felsefesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz (Niyazi, ). 254

273 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM MEHMED NİYAZİ NİN DÜŞÜNCE DÜNYASI Niyazi, uzun yıllardır çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazmaktadır. Bunların en uzun soluklusu şüphesiz Zaman gazetesinde yazması olmuştur. Yirmi yılı aşkın süredir, ortalama haftada bir kez köşe yazısı yazdığı gazeteye bir kaç kez gittiğini belirten Niyazi, gazetecilikten çok, yazar olarak basın yayının içindedir. Üniversite yıllarında, fikir akımları ve düşünürler, kendilerini daha çok dergi faaliyeti yoluyla ifade ederlerdi. Dergiler etrafında oluşan yapılar, o düşünceye ait temel konuları yazar, tartışır ve eleştirilere cevap verirlerdi. Niyazi, her ne kadar meslek olarak gazeteci değilse de, bu dairenin içinde hep yer almıştır. Etkilendiği şahsiyetlerin çoğu kendi çıkardıkları bir dergi ile birlikte anılmaktadırlar. Necip Fazıl ın Büyük Doğu su, Peyami Safa nın Türk Düşüncesi, Osman Yüksel in Serdengeçti si dönemin en etkili dergilerindendi. Ayrıca Niyazi, bu yazar ve düşünürleri hep basın yayın yoluyla takip etmiş ve okumuştu. Bu yüzden basın yayın hareketlerinin ne kadar önemli ve tesirli olduğunun farkındaydı. Niyazi ye göre dergi, topluma önderlik yapabilecek sanat, siyaset ve düşünce adamlarının yetişmesine olanak sağlayan bir ortam oluşturması açısından önemli bir fonksiyon icra etmektedir. Özellikle kültür ve sanat ağırlıklı dergilerin bu konudaki katkıları yadsınamaz. Dergileri de, olayları düşüncenin penceresinden yorumlayanlar ile fikre, kültüre ve edebiyata öncelik verenler diye ikiye ayırmak mümkündür. Tirajı önemseyenler kültür ve sanat dergilerini gereksiz görebilirler. Evet, bu çeşit dergilere ilgi azdır; ama olaylara ve gelişmelere dikkat eden şu gerçeği tespit eder; sağ ve sol tandanslı gençlerin arasında fikirde, sanatta, hatta siyasette bir noktaya gelenler o dergilerde emek sarf edenlerin veya okuyucularının arasından çıkmaktadırlar. Bu da bize dergilerin ne kadar fonksiyonel olduğunu göstermektedir (Niyazi, ). 255

274 Yazar, halen sürdürdüğü yazılarında, daha çok tarih ve kültür ağırlıklı yazılar kaleme almaktadır. Ancak, bunların çoğu günümüz siyaseti ile yakından ilgilidir. Mehtap TV de hazırladığı program ise yüz otuzu geçmiştir Medya Hakkındaki Düşünceleri Niyazi, ekonomi-politik yapının, medya üzerinde çok etkili olduğunu, özellikle Türkiye gibi ülkelerde bunun daha fazla hissedildiğini belirtir. Ayrıca, güven duygusunun medya organları için kaçınılmaz bir şart olduğuna inanır. Güven duygusunun belki de en çok ihtiyaç duyulduğu yer, medyadır. Güven olmadan medyanın başarıya ulaşması, gayri meşru yollara başvurması anlamına gelmektedir. Kendisi ile yapılan görüşmede Mehmed Niyazi, medya ve mafya sözcüklerinden yola çıkarak şu çarpıcı örneği vermiştir; Medya ve mafya kendi kurallarını koyan iki güçtür, ancak mafya kendi kurallarına sıkı sıkıya bağlı iken, medya kendi koyduğu kurallara yine kendi uymamaktadır. Bu örneği, Zaman gazetesinde yazdığı 4 Haziran 2001 tarihli Medya ve Mafya başlıklı yazısında da dile getirir; İlk defa medya kelimesini rahmetli hocamız İzzeddin Şadan Bey den duydum. Ünlü Freud un yanında çalışma yapan hocamız, Avrupa da şöyle bir tekerleme var, derdi: Medya ile mafya, ikisi de beş harflidir. İkisi de M harfi ile başlar, ya hecesiyle biter. İkisi de başkalarını hedef alır. İkisi de kurallarını kendi koyar; mafya kurallarına her zaman uyar; medya işine gelince uyar. Bu yazıyı şu cümle ile bitirir; Demokratik rejimi devam ettirmek istiyorsak, Meclis imiz ve medyamız halkımızın nezdinde güvenilir olmalıdır. Aksi takdirde rejimi ayakta tutmamız mümkün olmaz. Aslında bunlara güven kalmadıktan sonra rejimi ayakta tutmaya gerek de yoktur. Niyazi ye göre, Türkiye de medya, kurallara ve ilkelere bağlı kalmadan iş yapmaktadır. Öncelikle şu noktayı belirtmek isterim; Büyük servetlerin iki kaynağı vardır. Birincisi teknolojidir, diğeri devlettir. Teknolojiden yani teknoloji üretip satmaktan büyük devletler para kazanır. Türkiye gibi devletlerin şu an yapabileceği iş değildir bu. Bir 256

275 de büyük servetin kaynağı devlettir, devleti soymakta vardır kaynak. Bir örnek vereyim; Ankara da bir programa katıldım. Ankara Kalesi nde bir oda Vehbi Koç tarafından restore edilmiş ve programlar için kiraya veriliyor bu oda. Odada, Koç un hayat hikâyesinin yazılı olduğu bir tablo da var. Vehbi Koç, 1901 de doğdu, 1920 de kurulan ilk mecliste kâtip memur oldu de meclisin tadilatı gündeme geldi. Koç, ihaleye girdi. Meclisin tadilatı ve tamiratını almış oldu. Şimdi yirmili yaşlarında bir adam, ortaokul mezunu, müteahhitlik belgesi yok, diploması yok ama tadilat ihalesi ona veriliyor. Basın sermaye ile de büyük oranda alakalıdır. Şimdi sermaye millî değilse, basın da millî değildir. Basının gelir kaynağı satış ve reklamdır. Satış cüzidir, asıl kaynak reklamdır. O reklamları hangi firmalar veriyorsa basından bunun karşılığını ister. Türkiye nin en büyük sıkıntısı sermayenin gayri millî olmasıdır. Millî bir basın oluşturmuş kişilerin tesiri göz ardı edilmez (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ) Yazılı Basın Her ne kadar sınırları, çizgileri ve şekli oldukça tartışmalı olsa da, basın yayın işleri bir meslektir. Kültürümüzde, her mesleğin sıkı kurallara bağlı olduğu, lonca sisteminin kurulmuş olması, her türden mesleğin kuralına uygun olarak yapılmasının gerekliliğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Cemaat olma, aslında günümüzde toplum halinde yaşamanın bir şekliydi. Doğal olarak cemiyet halinde olmak, başkasına ihtiyaç duymayı gerektirir. Haberdar olmak, bilgiye ulaşmak, günü takip etme gibi bir ihtiyaç, büyüyen ve gelişen bir toplum için kaçınılmaz olunca bu işi medya, büyük oranda yüklenmiştir. Yazılı basın dediğimiz ve daha çok gazete şekli ile karşımıza çıkan medya organı, gelişen ve değişen dünyamızda gücünün sınırı tam bilinmeyen bir etkiye sahiptir. O, basının millî olması gerektiğine, bunun yolunun da sermayenin millî olmasından geçtiğine inanmaktadır. Gazete, televizyon reklamla yaşar. Reklam veren firmalar millî değil ve millî değerlere özen göstermiyorsa, onları millî düşünceye sahip gazete ve televizyon olarak 257

276 görmek zordur. Niyazi ye göre Takvim-i Vekayi den beri millî bir gazete çıkaramadık. Çünkü Türkler ve Müslümanlar savaştan başını kaldıramadı. Tüm sermaye gayri Müslimlerin, Levantenlerin, dönmelerin eline geçti. Basın da, bu sermayenin, bu zihniyetin, dolayısı ile Batı nın etkisi altına girmiş oluyordu. Batı da kapitalizm, burjuvazinin güçlenmesine yol açarken, onun yeni bir iletişim aracını; gazeteyi, 17. yüzyıldan itibaren geliştirmesini sağladı. Bunun anlamı şuydu; öteden beri yönetici sınıfların tekelinde olan haber, giderek artan sayıda insanı, çıkarları öyle gerektirdiği için ilgilendiren bir uğraş alanı haline geldi. Osmanlı da durum böyle değildi. Habere ilgi duyan, haber sayesinde yaşamını değiştirebilen toplumsal kesimler yeterince gelişmemişti. Bu yüzden gazete ekonomik gücü ve etkinliği artan yabancı nüfusun ve onların yerli ortaklarının haber gereksinimini karşılamak için ortaya çıktı. Bu yüzden yayımlanan ilk gazeteler yabancılar tarafından ve Fransızca olarak çıkmıştır (İnuğur, 2005: 155). Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye nin basın tarihini bir bütün içinde ele aldığımızda, Türk ve azınlık gazeteleri yanında, başından beri Fransız basınının varlığını da gözlemleriz. Bu basın, İkinci Dünya Savaşı nın sona ermesinden sonraki döneme kadar önemini sürdürmüştür den önceki dönemde 200 kadar süreli yayın adı sayılabilir. Bunlardan yüzde seksenlik kısmı, tamamıyla Fransızca kaleme alınmış dergi ve gazeteydi. Geri kalan kısımsa, farklı dillerde yayınlanan süreli yayınlardı. İki dünya savaşı arasında, Fransız basınını gösteren, yüzden fazla periyodik mevcuttu. Toplam olarak, XVIII. yüzyılın sonundan, son Fransızca günlük gazetenin yayın hayatını kapadığı 1971 tarihine kadar 350 Fransızca gazete ve dergi yayınlanmıştır (Georgeon, Mart 1990/17). Türkiye de, ilk gazeteyi Fransız devrimini izleyen yıllarda Fransızlar çıkarmışlardır. İstanbul da Fransız elçiliği basımevinde basılan ve 1795 yılında Fransızca olarak basılan bu gazetenin adı (Bulletin des Nouvelles) Haberlerin Bülteni dir. Fransız Devrimi nin heyecanını yansıtan ve tüm dünyanın desteğini kazanmak gayesiyle devrimin amaçlarını anlatan bir gazetedir (İnuğur, 2005: 166). 258

277 Osmanlı Devleti nde, tek bir gazete yokken, onca Fransız gazete ve dergisinin yayınlanmış olması dikkat çekicidir. Özellikle, Fransızca basının, hareket merkezi haline gelen İzmir de çıkan gazeteler, milliyetine bakmadan bütün Avrupa ile ticaret yapanların hizmetindeydi. Bu gazeteler zaman zaman bağlı oldukları Avrupa topluluğunun sözcüsü olduklarını açıklamaktan kaçınmamışlardır (Koloğlu, 2006: 37). Fransızcanın, hemen her alanda geçerli ve tercih edilen bir dil olması, Fransız basınının işini kolaylaştırmıştır. Fransa, Osmanlı Devleti içinde faaliyet gösteren gazetelere kendi cumhuriyetlerinin çıkarlarını savunacak birer yardımcı gözüyle bakıyordu. Bu gazeteler gerek ekonomik (ihale, borsa vb.) gerekse gündem hakkında en sıcak bilgileri Avrupa ya ulaştırıyordu. Bunun yanında Avrupa ve özellikle Paris in şaşalı hayatını iştahla sergiliyordu. Basının, millî bir hüviyet taşımadığı açıkça görülüyordu. Mehmed Niyazi ye göre ilk ve tek millî gazete olan, Takvim-i Vekayi, İkinci Mahmud un ( ) isteğiyle, 1831 yılında devlet eliyle, iç ve dış kamuoyunu etkilemek üzere Türkçe, Fransızca, Arapça, Farsça, Ermenice ve Rumca dillerinde çıkarılmıştır. Niyazi nin bu iddiası oldukça dikkat çekicidir. Takvim-i Vekayi den sonra millî bir gazete çıkaramadık düşüncesi, muhtemelen ekonomi-politik ve sermaye sahipliği durumundan kaynaklanmaktadır. Kaldı ki, bu ilk gazetenin çıkarılmasında Black Bey olarak tanınan, karşı devrimci Fransız Alexandre Blacque önemli roller üstlenmiştir. Black Bey, İkinci Mahmud un isteğiyle İstanbul da Le Moniteur Ottoman (Osmanlı Gazetesi) adıyla yarı resmi bir gazete çıkardı. Bu gazete Takvim-i Vekayi nin Fransızcası olarak düşünülmektedir. İkinci Mahmut merkeziyetçi yaklaşımında bu hamleyi gerekli görmüş olabilir. Bu gazete, siyasal iktidarın bir gereksinimi olarak ortaya çıkmıştır (Çavdar, 2007: 14-16) M. Niyazi ye göre, Türkiye de basının tek sesli olması ellili yıllara dayanmaktadır. Bu durumu şöyle açıklar; 1950 lerden itibaren yavaş yavaş Müslümanlar palazlanmaya başladı. Zaman gazetesi çıktı. Arkasından bu yapıdaki gazeteler çoğaldı, televizyonlar çoğaldı. Bir denge- 259

278 leme oluştu. Bu denge olmasaydı, misal Tayyip Bey in Davos taki çıkışını linç ederlerdi. Haklı bir duruşu aleyhe çevirebilirlerdi. Şu an henüz millî basın diyebileceğimiz yapılar yeterince güçlü değiller. Koç, Sabancı, Doğan gruplarındaki yapı, millî bir gazetenin çıkışına engeldir. Niyazi ye göre; demokrasinin bir şartı da hür ve dürüst basındır. Basın, doğru haberlerle milletin sağlıklı düşünmesine yardımcı olmalıdır. Yalan haberlerle kamuoyu etkilenir, cemiyet kargaşalığa sürüklenirse, demokrasi anarşiye dönüşür. Her anarşi, demir yumruklu bir kurtarıcıya davetiye çıkarmaktır. Bunun örneklerini de son dönem tarihimizde çok sık yaşadık. Ayrıca basınımız, hiçbir zaman samimi olmamış, devamlı çifte standartlar uygulayarak milletin güvenini yitirmiştir. Mesela özgürlük, hürriyet, anayasa havarisi kesilen basınımız, bunları rafa kaldıran askerî darbeleri Selam sana generalim! sloganlarıyla karşılamıştır (Niyazi, ). Demokratik rejimlerde basın yayın organlarının işlevi yadsınamayacak kadar önem taşır. Bu önemi Niyazi de sıklıkla dile getirir. Ona göre demokratik rejimler iletişim araçlarının eseridir. Demokratik rejim denince, hemen akla basın ve yayın hayatı gelir. Çünkü bu organlar halkın gözüdür; kulağıdır; halk onlarla görür, onlarla duyar ve kararını verir. Halkı bilgilendirmek için kurulan bu organlar doğruları değil de, halkı kandırmak gayesiyle yayın yaparlarsa, işte o zaman felaket başlar. Yanlış gören, yanlış duyan, yanlış karar verir (Niyazi, ). Bu tespiti yaptıktan sonra Mehmed Niyazi, basın yayın organlarımızın bu görevi yapmak gibi bir nihai hedeflerinin olmadığını, kamu hizmeti yapmak gibi bir gaye taşımadıklarını ifade ederek medyanın iflas etmiş olduğunu söyler. Aynı yazısında dönemin önemli politikacılarından biri olan Sadettin Tantan ın (1941, Sapanca, bakanlık da yapmış bir siyasetçi) ağzından şu cümleleri nakleder; Halkın haber alma özgürlüğü yok; kendine verileni alma özgürlüğü var. Yoksulluk, bilgi insanlara eksiksiz aktarılırsa, sona erer. Ama medya aktarmıyor. Medya, bürokrat ve siyasetçinin açıklarını tehdit unsuru olarak kullanabiliyor. Menfaat zinciri namuslu insanları tehdit ediyor. Medya tehdit altında tuttuğu zaman, bilgiye ulaşma şansımız zayıflıyor. 260

279 Yazar, gazete sahipliğinin, o gazetenin yayın politikasına yön verdiğini ve bundan kaçmanın zor olduğunu hatırlatarak, tarafsız kalabilmenin güçlüğüne dikkat çeker. Ona göre, gazetede, ait olduğu sermaye ve grubun haberlerine daha çok yer vermek bile yanlılıktır. Her ne kadar bu farklılık kaçınılmaz olsa da, sermayenin etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Mehmed Niyazi, Almanya da uzun yıllar bulunmuş ve her iki toplumu da farklı yönlerden karşılaştırma imkânı bulmuştur. Orada, Alman basınından periyodik olarak takip ettiği bir süreli yayın olmamakla birlikte, Türkiye de çıkan ulusal gazetelerin Avrupa baskılarını takip eder. Her iki basını karşılaştırmanın neredeyse mümkün olamayacağı kanaatindedir. Almanya da bir köşe yazarı, herhangi bir konuda uzmandır ve o konuyu derinlemesine bilir, okuyucu da o konuyu bu yazardan takip eder. Türkiye deki durumu anlatırken şu örnekle konuyu açıklar; Diyelim Emin Çölaşan, bugün Türk tarihinden, Mustafa Kemal den bahseder. Yarın İran ı tenkit eder, öbür gün enflasyon hakkında bilgi verir. Mübareğin bilmediği hiçbir şey yok. Almanya da, yazarlar, uzmanı olmadığı konuda yazı yazmaz. Kendisine, bu durumda hangi gazeteleri alıp okuduğunu ya da hangi tür kanalları izlediğini sorduğumuzda, birkaç gazete ismi söyleyerek, gerekirse bunlardan birden fazla aldığını ve vapura, otobüse okunması için bıraktığını belirtmiştir. Basın, nasıl millî olur? sorusunu daha net bir örnekle açıklamasını istediğimiz zaman, Büyük medya patronu olarak bilinen iş adamlarının battığı gün basın da millî olacaktır demiştir (Bkz: Ek, 1) Gazete Yazıları Gazete yazılarında sanattan edebiyata, politikadan eğitime, hatıralardan kavram tartışmalarına kadar oldukça geniş bir yelpazede yazılarını yazmaktadır. Yazar, yazılarında hemen her alandan mesele ve tartışmaları, gündelik olaylardan, tarihi anı ve hikâyelerden, önemli şahsiyet ve portrelerden, tanınmış ve şöhret bulmuş eserlerden faydalanarak gündeme getirmektedir. Yazdığı ve ele aldığı konular, temel başlıklar ve konular halinde; şu şekilde kategori edilebilir; 261

280 1. Kültür, sanat ve edebiyat yazıları. 2. Yazılarında bahsettiği kitap ve dergiler. 3. Din, bilim ve eğitime dair yazıları. 4. Siyaset ve politika yazıları. 5. Tarih yazıları, portreler. Niyazi, günümüz olaylarını ve bugünü değerlendirirken, tarihsel olaylardan yola çıkar. Verdiği örneklerle günümüzde yaşananları karşılaştırır. Günümüze dair, geçmişten bir örnek ya da benzer bir olay bulmakta zorluk çekmez. Ayrıca, makam ve mevkiine bakmaksızın doğru gördüğü tarafları ve önerilerini çekinmeden ilgili kişiye hitaben yazar. Yazılarının çoğunda toplumsal konuları ele alır. Bunu yaparken, tarih sayfalarından örnekler verir. Mehmed Niyazi, gazete yazılarında kimi zaman tekrarlamış ve tekrara düşmüş olsa da neredeyse aynı cümlelerle yazılar kaleme almıştır. Kimi zaman da yazılarının başlıkları aynı olabilmektedir. İlim ve Siyaset, Romanın Hayattaki Yeri, Garip Bir Yolcu Gibiydi, Sıkıntının Kaynağı, Tarihin Önemi gibi başlıkları benzer içerikli yazılarla birden fazla kullanmıştır. Medeniyet İhraç edilir mi? Sıkıntımızın Kaynağı başlıklı yazıları ise belirli aralıklarla tekrar yayınlanmıştır. Yazar, özel ilgi alanı nedeniyle hemen her iki yazısından birini tarihsel bir konuya ayırmıştır. Kendi ifadesi ile onlarca yazısı sansüre uğramış ve yayına alınmamıştır. Daha çok siyasî içerikli yazılardır bunlar. Gerçi yine siyasi içerikli yazılar yazıyoruz ama söylenenler ve içerik değişik olabiliyor. Tabi, onlarında kendilerine göre sebepleri vardır diyerek olaya bakış açısını ifade eder. Niyazi, yazdığı yazılardan dolayı 28 Şubat süreci olarak bilinen siyasî ve sosyal süreçte mahkemeye verilir. Ancak o mahkemeden bir şey çıkmaz. Ayrıca, Aziz Nesin ile de mahkemeye taşınan bir kalem kavgası olmuştur. Hikâyeyi şöyle anlatır; Aziz Nesin, hatırladığım kadarıyla, Ben Müslüman değilim, Hıristiyan da değilim. Öldüğümde beni bunların mezarlığına gömmesinler şeklinde bir ifade kullanmıştı. Ben de, Ben hayatta iken Aziz Nesin ölürse vasiyetini yerine geti- 262

281 receğim tarzında bir yazı yazmıştım. Bundan dolayı mahkemelik olmuştuk. Bu dava sonucu bana, o günün parası ile iki milyon dört yüz elli bin liralık bir para cezası ve 9 ay 15 günlük bir hapis cezası verildi. Hapis cezası tecil edildi, parayı ödedik tabi (M. Niyazi ile kişisel iletişim, ) Televizyon Hakkında Düşünceleri ve Programı Televizyonun da genel olarak bir yozlaşma içinde bulunduğunu ifade eden Niyazi, televizyonun daha etkili, daha canlı bir hadise olduğunu, buna rağmen ekranın kendisinden beklenen olgunluğu gösteremediği kanaatini taşımaktadır. Televizyonu çok fazla seyretmediğini söyleyen Niyazi, kimi tarihî dizilerin yeterince araştırma yapılmadan eksik bilgi ve hatalı olaylarla dolu olduğunu belirtir. Sermayenin, televizyon içinde ne kadar önemli olduğunu bilen Niyazi, özellikle reklamların da millî olması gerektiğine, reklam verenlerin televizyona etki ettiğine inanmaktadır. Popüler kültürün hızla yayıldığı günümüzde, yozlaşmanın televizyon aracılığı ile daha hızlı yol aldığını ifade eden yazar, metafiziğin olmadığı yerde dejenerasyonun (yozlaşma) kaçınılmaz olduğunu yineler. Avrupa, o büyük kültür 1950 den sonra bozulmuş ve yozlaşmıştır. O kültürden ne bir sanatkâr, ne bir mütefekkir çıkabilmiştir. Televizyon, bu dejenerasyonun yayılmasında oldukça etkili bir araç olmuştur. Son yıllarda toplum değerlerine ve inanç yapısına önem veren televizyonların çıkması bu dejenere sürecini kırmaya yönelik bir gayrettir. Bunların desteklenmesi için yüksek miktarda maddi imkânlara ihtiyaç duyulmaktadır. Niyazi, inanç ve değerler yapımıza uygun televizyonların ve bu tarzda programların çoğalmasının faydasına olan inancını, kendi yaptığı bir televizyon programıyla kuvvetlendirmiştir yılında yayın hayatına başlayan Mehtap TV yetkilileri, kimlerin program yapması gerektiğini tartışırken, Mehmed Niyazi yi de unutmamışlardır. Televizyonda, Medeniyet Yolculuğu adlı bir kültür programı hazırlamaktadır. Nisan 2010 itiba- 263

282 ri ile yüz otuz programı tamamlamıştır. Ayda iki kere gerçekleştirilen çekimlerle beş bölümlük yapımlar, haftada iki tekrarla yayına girmektedir. Programın yayın yönetmeni Hakan Karaman, onun için Çok değerli, birikimli, derviş-meşrep bir insan, onunla çalışmak çok rahat ve çok zevkli, alçak gönüllü, beyefendi bir kişidir. Onunla hem güzel bir program yapıyoruz, hem de bilgi ve birikiminden istifade ediyoruz demektedir (H. Karaman ile kişisel iletişim, ). Yazar, bu programda Peyami Safa dan başlayarak, medeniyetimizde iz bırakmış kişiler dediği yazar, düşünür, şair, tarihçi kişileri anlatmakta, Yahya Kemal den Nurettin Topçu ya, Sâmiha Ayverdi den Osman Yüksel e kadar birçok karakteri tanıtmaktadır. Niyazi, yazdığı romanların sinema filmi olarak çekilmesini ilk adımda istemez. Çünkü ona göre, Yeşilçam mantığı, dizileri ve filmleri magazinsel hale getirmektedir. Yazar, bu durumu şöyle özetler; Ben televizyonları beğenmiyorum. Ancak artık şunu kavramaya başladık. Dünyanın yıllık bilinen tarihi var. Bu tarihte biz 1400 yıl süper güç olmuşuz. Süper güç olmak bizim milletimizin kromozomlarına işlemiş. Dolayısı ile bugünkü halimizden memnun değiliz. Tarihten bahseden her film, her roman izleyicisini etkiliyor, yakalıyor. Bunu keşfetmeye başladık. Mesela ben, Çanakkale ye 1993 yılında gittim. Ahmet İhsan diye bir rehber vardı. Resmî görevli idi. Ona günlük yevmiye verdik. Mayıs ayı idi. Cumartesi, Pazar dolaştık. Kimsecikler yoktu. Sordum Buraya kimler gelir gider? diye. Buraya Anzaklar gelir, onun dışında buraya Türk gelmez dedi. Ama şimdi 3-4 milyon insan oraya gidiyor. Yani bizim insanımız romandan çok etkilenir. Biz, tarihi doğru yazarsak millet etkilenir. Yapılan dizileri magazinsel olmaktan çıkarmak gerekir. 264

283 SONUÇ Araştırmacı, yazar ve romancı Mehmed Niyazi Özdemir, bilgi birikimi, tarih sevdası, milletine olan inancıyla Türk düşünce dünyasında önemli bir yere sahiptir. Mahir İz den dinlediği sohbetlerle metafizik derinliğe ulaşmış, Peyami Safa ile Batı yı, Doğu yu tanımış, Nihal Atsız ile Türk milletini tanıyıp sevmiş, Necip Fazıl ile şiire doymuş, Osman Yüksel in mücadelesiyle cesaret bulmuş, Ziya Nur Aksun dan Osmanlı yı öğrenmiş, mütevazı bir Anadolu insanıdır. Etkilendiği şahsiyetlerin anlatıldığı bölümden de anlaşılacağı üzere, üslup ve hareket tarzları farklı olsa da, vatan ve milletini seven, bu topraklar uğruna çalışmalarını devam ettiren kişilerden etkilenmiştir. Yazdığı kitaplar arasında romanların fazla olması nedeniyle romancıdır demek mümkündür. Ancak o, aynı zamanda bir köşe yazarı, araştırmacı ve düşünürdür de. Çalışmanın tamamlandığı zamana kadar on beş kitabı yayınlanmış bulunmaktadır. Özel bir televizyon kanalında program yapmakta ve haftada bir kez gazetedeki köşesinde yazılar kaleme almaktadır. Yalnız yaşamakta ve vaktinin neredeyse tamamını kütüphanede geçirmektedir. Kibarlığı, alçak gönüllü olması, samimiyeti; okuma ve araştırma tutkusu ile birleşmiştir. Hayatını; okumaya, yazmaya ve millî değerlerin hayat bulmasına adamıştır. Genç yaşında adım attığı yazarlık ve yayıncılık mesleğini devam ettirmektedir. Bu özellikleri ile aydın bir kişiliğe sahiptir. Sorgulayıcı ve eleştirel bakış açısını, tarafsız ve ilmî çalışmalarla desteklemektedir. Onun düşünce dünyasının incelendiği bölümde şu noktalar tespit edilmiştir; Niyazi, tarihimizi yeterince bilmediğimizi, mekanik tarihten kurtarmamız gerektiğine inanır. İdeolojik yaklaşımlardan uzak ve aydın bir bakış açısıyla tarihe bakmayı tercih eder. Ona göre tarih, morga ait bilgi veren bir bilim değil, geleceği aydınlatan bir projektördür. Dindir dediği metafizik dünyanın, özellikle kültür, sanat ve medeniyet algılamalarında en önemli nokta olduğuna inanır. Metafizik 265

284 derinlik olmadan yapılan sanat şematiktir, medeniyet ise ancak ilim, irfan ve imanla ayakta durur. Doğu ve Batı karşılaştırmasını sıklıkla gündeme getirmektedir. Her iki tarafa da, medeniyet kurmuş olmaları bakımından yaklaşır. Batı, kendi çıkarı için diğerlerini yok saymayı göze alabilirken misal Osmanlı insan odaklı bir anlayışla büyük devlet olabilmiştir. Bu noktadan hareketle Niyazi, din alanının önemine vurgu yapmaktadır. Batı ve Doğu arasındaki en büyük farkın metafizik alanda olduğunu savunur. Böylelikle, metafizik dünyanın fizikî dünyadan daha önemli olduğunu ve bu derinliği olmayan insanın merhamet, acıma, yardım gibi insanî duyguları kaybedeceğini ifade eder. Ona göre fizikî dünyayı anlamak, metafizik dünyayı anlamaktan geçmektedir. Ele aldığı konu ve problemler başlıklı bölümde de görüldüğü gibi, onun üzerinde durduğu en temel problem, tarih felsefesi alanıdır. Tarih felsefesine neden bu kadar önem verdiği yine millet ve devlet anlayışına verdiği önemle izah edilebilir. İnsan odaklı bir sosyal toplum algısı vardır. Milliyetçi muhafazakâr duruşa sahiptir. Buna karşın, onun milliyetçi yapısı ırka ve soya dayanmayan, metafizik ve inanç boyutu olan bir yapıdır. Dünden korkmadan, bugüne sırtını dönmeden, yani zamandan kopmadan, yarına bakabilmenin çabası içindedir. Bu çabanın tarih felsefesi ile olumlu sonuçlar vereceğine inanır. Kültürün ve ürünlerinin mutlaka millî olması gerektiğini belirtir. Kültür de kaynağını tarihten almalıdır. Bu noktadan hareketle medyanın istenilen ve ideal yapısından uzak olduğunu, sermayenin, reklamın ve yapısının millî olduğu bir basın yayın kavrayışının olması gerektiğine inanmaktadır. Mehmed Niyazi, milletini ve dolayısı ile tüm insanlığı seven, metafizik köklere bağlı, tarihimizin doğru öğretilmesi gerektiğine inanan, gerçek hayattan alınan ya da belge ve bilgilere dayanan romanlar yazan, değerli bir yazardır. 266

285 KAYNAKLAR Mehmed Niyazi nin Kitapları Bayram Hediyesi (2007). 2. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Çanakkale Mahşeri (2007). 45. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Daha Dün Yaşadılar (2006). 1.Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Dahiler ve Deliler (2007). 5. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Doğunun Ölümsüz Çocuğu (2009). 1. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. İki Dünya Arasında (2007). 2. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. İslam Devlet Felsefesi (2007). 6. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği (2001) 2. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Millet ve Türk Milliyetçiliği (2000). 1. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Ölüm Daha Güzeldi (2006). 6. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Türk Devlet Felsefesi (1993). 3. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Türk Tarih Felsefesi ( 2008). 1. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Varolmak Kavgası (2007). 8. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Yazılamamış Destanlar (2008). 8. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Yemen Ah Yemen! (2007). 9. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat. Mehmed Niyazi nin Gazete Yazıları Suya nakış işlemek. Zaman Sıkıntının kaynağı. Zaman Ferdin önemi. Zaman Ecdadın düşündürdükleri. Zaman Kültürün önemi. Zaman Yabancı gözüyle biz. Zaman Kültür ve medeniyetin unsurları. Zaman Bir kadirbilirlik örneği. Zaman. 267

286 Medeniyet ihraç edilir mi? Zaman Bereketli bir ömür. Zaman Sayın Kültür Bakanının dikkatine. Zaman Romanın hayattaki yeri. Zaman Tarih şuuru. Zaman Tarih felsefesi. Niyazi, Zaman Din ve bilim. Zaman Peyami Safa nın Üslubu. Zaman Tarih felsefesine muhtacız. Zaman Medeniyetin doğuşu. Zaman Romancıdan beklenen. Zaman Derginin önemi. Zaman Romanımız neden cılız kaldı? Zaman Maziye bağlayan damar. Zaman Ziya Nur un tarih anlayışı. Zaman Gerçek ilim adamıydı. Zaman Millî ruh ve din. Zaman Kuşçubaşı ve Millî Mücadele. Zaman Demokrasimizin güçlükleri. Zaman Devletin kutsallığı meselesi. Zaman Sanat ve İnsanî özellikler. Zaman Ne diyebilirim? Zaman Metafizik ve Gülümseme. Zaman. Kaynaklar Akat, Asaf Savaş (Bahar-2004). Toplum ve Bilim, 100/2004, 20. Akcan, Bayram (Kasım 2008) Ah Yemen Ah, Ufuk Ötesi, İstanbul, 2008,

287 Akçura, Yusuf (2008). Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara: Lotus Yayınları. Akgündüz, Ahmet ve Öztürk, Sadi (1999). Bilinmeyen Osmanlı (1. Baskı). İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı. Akşit, Niyazi (2004). A dan Z ye Kültür ve Tarih Ansiklopedisi (1. Baskı). Ankara: Yeni Şafak Kültür Yay. Alatlı, Alev (2003). Türkiye ve Dünya (1. Baskı). İstanbul: Ufuk Kitapları. Alemdar, Korkmaz (2001). İletişim Ve Tarih (2. Baskı). Ümit Yayıncılık. Ankara: Alkan, Necmettin (2006). Avrupa Karikatürlerinde II. Abdülhamit ve Osmanlı İmajı (1. Baskı). İstanbul: Selis Yayınları. Apuhan, Recep Şükrü (1997). Öteki Menderes, İstanbul: Timaş Yayınları. Ardıç, Engin (11 Nisan 2007). Star. Armağan, Mustafa (2007). Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler (5. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları. Atsız, Nihal (21 Temmuz 1941). İstanbul, Çınaraltı Dergisi, Sayı: 1. Aydemir, Şevket Süreyya (1985). Makedonya dan Orta Asyaya Enver Paşa-I (1. Baskı). İstanbul: Remzi Kitabevi. Ayışığı, Metin (4-8 Ekim 1999). Tebliğ: Osmanlı nın Son Vilayeti: Yemen, XIII. Uluslar Arası Türk Tarih Kongresi, Ankara. Ayvazoğlu, Beşir (1998). Peyami, Hayatı, Sanatı, Felsefesi, Dramı (1.Baskı). İstanbul: Ötüken Yayınevi. (1994) İslam Estetiği. İstanbul: Ağaç Yayıncılık. Ayvazoğlu, Beşir (20 Eylül 2007). Türk Düşünce Tarihini Yazmak, Zaman. Balcıoğlu, Rahim (2002). Osman Yüksel Serdengeçti, İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yayınları. Bayar, Celal (1965). Ben de Yazdım. İstanbul: Baha Matbaası. 269

288 Beşiktaş Jimnastik Kulübü Resmi Internet Sitesi, Erişim Tarihi: 9 Nisan Bilim ve Sanat Terimleri Sözlüğü (1975). Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay. Birand, Mehmed Ali vd. (1989). Belgesel; Demir Kırat; Bir Demokrasinin Doğuşu, Ankara: TRT. Bolay, Süleyman Hayri (1996). Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü (6. Baskı). Ankara: Akçağ Yay. Bozgeyik, Burhan (18 Mart 2005). Milli Gazete. Boztoprak, Galip (14 Mayıs 2008). Özdemir in Kalem Dünyası Üzerine, Sakarya Halk. Bulaç, Ali (1995). Bir Aydın Sapması (1. Baskı). İstanbul: İz Yayıncılık. Bulaç, Ali (1997). Çağdaş Kavramlar ve Düzenler (1. Baskı). İstanbul: İz Yayıncılık. Bulut, Sedef (Mayıs 2009). 27 Mayıs 1960 tan Günümüze Paylaşılamayan Demokrat Parti Mirası, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:19, s Buz, Ayhan (2007). Sokullu dan Damat Ferit e Osmanlı Sadrazamları (1. Baskı). İstanbul: Neden Kitap. Coşkun, Zeki ( ). Roman Başka, Film Başka. Radikal. Çakır, Osman (2008). Hatıralar yahut Bir Vatan Kurtarma Hikâyesi, Nevzat Kösoğlu İle Söyleşiler (1. baskı). İstanbul: Ötüken neşriyat. Çalış, Şaban (2006). Hayalet Bilimi ve Hayali Kimlikler (3. Baskı). Konya: Çizgi Kitabevi. Çavdar, Tevfik (2007). İz Bırakan Gazeteler ve Gazeteciler. Ankara: İmge Kitabevi. Çavdar, Tevfik (1984). Talat Paşa, Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü (2. Baskı). Ankara: Dost Yayınevi. Çolak, İsmail (2000). Yeni Dünya Düzeninde Osmanlıyı Aramak. İstanbul: Kırkambar Kitaplığı. 270

289 Danişmend, İsmail Hami (1972). İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c.4. İstanbul: Türkiye Yayınevi. Davutoğlu, Ahmet (2003). Stratejik Derinlik (12. Baskı). İstanbul: Küre Yayınları. Demir, Ömer ve Acar, Mustafa (1997). Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ankara: Vadi Yayınları. Doğan, Mehmed (1994). Temel Büyük Türkçe Sözlük (1. Baskı). İstanbul: Bahar yayınları. Düzenli, Yahya ( ). Necip Fazıl Kısakürek in Edebiyat Hayatı başlıklı konferans, Yer; Atılım Üniversitesi Seyhan Cengiz Turhan Konferans Salonu. Eroğul Cem (2003). Demokrat Parti Tarihi Ve İdeolojisi (1. Baskı). Ankara: İmge Kitabevi Yay. Ertunç, Ahmet Cemil (2004). Cumhuriyetin Tarihi, İstanbul. Esed, Muhammed (2000). Kur an Mesajı Meal-Tefsir, Çev; Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İstanbul: İşaret Yay. Fırat, Ali Haydar ( ). Siyasal Gelişmeler Bağlamında Türk Düşünce Dünyası, Radikal. Georgeon, Dr. François (Mart 1990). Kemalist Dönemde Türkiye'de Fransızca Yayın Yapan Basına Toplu Bir Bakış. Çev: Öktem, Niyazi. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi. C:6, S:17. Gezgin, Hakkı Süha (1999). Haz; Beşir Ayvazoğlu, Edebî Portreler (2. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları. Göze, Ergun (2002). Peyami Safa (2. Baskı). Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Güçlü, Abdulbaki vd. (2003). Felsefe Sözlüğü (2. Baskı). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Güngör, Erol (2006). Tarihte Türkler (13. Basım), Sosyal Meseleler ve Aydınlar (1993). İstanbul: Ötüken Neşriyat. Haksal, Ali Haydar (2007). Necip Fazıl Büyük Doğu Irmağı (2. Baskı). İstanbul: İnsan Yayınları. 271

290 Haydarpaşa Lisesi Resmî Web Sitesi, Erişim Tarihi: 7 Nisan Hilav, Selahattin vd. (1989). Türkiye Tarihi, Çağdaş Türkiye (1. Baskı) Ankara: Cem Yayınevi. İnuğur, Nuri (2005). Basın ve Yayın Tarihi (5. Baskı). İstanbul: Der Yayınları. İz, Mahir (2000). Yılların İzi, İstanbul: Kitabevi Yayınları. Kabaklı, Nevbahar (10 Şubat 2010). Röportaj; Plevne nin Tanınmayan Kahramanları, Anadolu Ajansı. Kaplan, Öz Hale ( ). Mehmed Niyazi ile Röportaj. İstanbul: Yeni Şafak. Karal, Enver Ziya (t.y.). Büyük Osmanlı Tarihi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Karaman, Hakan. Kişisel İletişim, 22 Nisan Kırk Vakıf İnsana Kırk Vefa (2009). İstanbul: Türkiye Millî Kültür Vakfı. Koloğlu, Orhan (2006). Osmanlı dan 21.Yüzyıla Basın Tarihi (1. baskı). İstanbul: Pozitif Yay. Kösoğlu, Nevzat (1996). Türk Kimliği ve Türk Dünyası (1. Baskı). İstanbul: Ötüken Neşriyat. Kösoğlu, Nevzat (1997). Devlet; Eski Türklerde, İslam da ve Osmanlı da (1. Baskı). İstanbul: Ötüken Neşriyat. Kurdakul, Şükran (1994). Çağdaş Türk Edebiyatı III, Cumhuriyet Dönemi, Şiir, Ankara: Bilgi Yayınevi. Kurşun, Zekeriya (1993). Çanakkale Muharebeleri, TDV İslam Ansiklopedisi, c.7. İstanbul: TDV Yayınları. Kurtuluş Kayalı, Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, İletişim Yayınları, s.233, İstanbul, Kuyaş, Ahmet vd. (2002). Tarih 2002, İstanbul: TÜSİAD Yayını. Kültür ve Sanat Sayfası (29 Aralık 2008). Milli Gazete. 272

291 Meriç, Cemil (1997). Sosyoloji Notları ve Konferanslar (4. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları. Milliyet, , s.3. Miyasoğlu, Mustafa ( ). Mütefekkir Romancımız, Milli Gazete. MTTB Resmî Web Sitesi, Erişim Tarihi: 5 Nisan Nihat Kahraman, Kişisel İletişim, 14 Kasım M. Niyazi ile Röportaj (23 Ekim 2004). Şu Yemen Elleri. Türkiye. Okay, Orhan (2002). Kısakürek, Necip Fazıl, TDV İslam Ansiklopedisi, c.25, Ankara: TDV Yayınları. Oktay, Ahmet (1993). Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1. Baskı). Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, Toplumsal Değişme ve Basın (1987). Ankara: BFS Yayınları. Okuyucu, Cihan (2005), Mahir İz ve Yılların İzi, Yağmur Dergisi, 29, 17. Örmeci, Ozan (2008). Türk Siyasal Tarihi (1. Baskı). İstanbul: Güncel Yayınları. Ötüken Yayınevi Web Sitesi, Erişim Tarihi: 12 Nisan Özakpınar, Yılmaz (1999). Kültür ve Medeniyet Anlayışlar (2. Baskı.) İstanbul: Ötüken Neşriyat. Özakpınar, Yılmaz (2002). İnsan Düşüncesinin Boyutları (1. Baskı). İstanbul: Ötüken Neşriyat. Özbilgen, Erol (1994). Pozitivizmin Kıskacında Türkiye. İstanbul: Ağaç Yayıncılık. Özcan, Nusret ( ). 60 ların Siyasetini Akyazı dan Okumak. Yeni Şafak. Özcan, Nusret (18 Mart 1999). Bir Savaşın Ardından. Yeni Şafak. Özdamar, Mustafa (1994). Mahir İz Hoca (1. Baskı). İstanbul: Marifet Yayınları. 273

292 Özdenören, Aleaddin (1986). Devlet ve İnsan (1. Baskı). İstanbul: Nehir Yayınları. Özer, Gülser (2010). Belma Aksun ile Kişisel İletişim, 21 Şubat Özgürel, Avni (17 Ağustos 2003). Radikal. Öztürk, Muhsin (11 Ekim 2004). Üsküplü Osman, Yemen Dağlarında, Aksiyon, Sayı: 514. Safa, Peyami (1997). Türk İnkılâbına Bakışlar (4. Basım). İstanbul: Ötüken Yayınevi. Said Halim Paşa (1993). Buhranlarımız ve Son Eserleri (2. Basım). Haz: Ertuğrul Düzdağ. İstanbul: İz Yayıncılık. Sertkaya, Osman (1987). Nihal Atsız (1. Baskı) Türk Büyükleri Dizisi, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Sinanoğlu, Oktay (2003). Ne Yapmalı? Yeniden Diriliş ve Kurtuluş İçin (11. Basım). İstanbul: Otopsi Yayınları. Sökmen, Cem (Kasım 2008) Ufuk Ötesi, sayı.79, İstanbul. Suver, Akkan (1976). Nihal Atsız (1. Baskı). İstanbul: Su Yayınları. Sümer, Faruk (1993). Çepni Türkleri. TDV İslam Ansiklopedisi, 8/269. İstanbul: TDV Yayınları. Şentürk, Recep (1996). İslam Dünyasında Modernleşme ve Toplum Bilim, İstanbul: İz Yayıncılık. Şimşek, Nurettin (2008). Teşkilât-ı Mahsûsa'nın Reisi, Süleyman Askeri Bey Hayatı, Siyasi ve Askeri Faaliyetleri (1. Baskı). İstanbul: Iq Kültür Sanat Yayıncılık. Tekin, Mehmet (1990). Peyami Safa nın Roman sanatı ve Romanları Üstüne Bir Araştırma, Konya: SÜ Yay. Meydan Larousse Büyük Lûgat ve Ansiklopedi (1990). 10/ , İstanbul: Meydan Yayınevi. Tevetoğlu, Fethi (1967). Türkiye de Sosyalist ve Komünist Hareketler, Ankara: Ayyıldız Matbaası. Topçu, Nurettin (1995). İsyan Ahlakı (1. Baskı). İstanbul: Dergâh Yayınları. 274

293 Turan, Ömer (2003). Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu (1. Baskı). İstanbul: Yeni Şafak Kültür Yayınları. Ulurasba, Ali (2004). Cumhuriyetin 80. Yılında Foto Muhabirlerinin Objektifinden Fotoğraflarla Türk Demokrasi Tarihi, Ankara: Başbakanlık Basın -Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü. Ülken, Hilmi Ziya (1992). Türkiye de Çağdaş Düşünce Tarihi. İstanbul: Ülken Yayınları. Ülken, Hilmi Ziya (2007). Türk Tefekkürü Tarihi (4. Baskı). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Vakkasoğlu, Vehbi ( ). Konferans: Bir Destandır. Seyhan, Zaman, Yalçın, Soner (2008). Siz Kimi Kandırıyorsunuz? İstanbul: Doğan Kitap. Yardım, Mehmed Nuri (2000). Romancılar Konuşuyor (1. Baskı). İstanbul: Kaknüs Yayınları. Yardım, Mehmed Nuri (2004). Unutulmayan Edebiyatçılarımız (1. Baskı). İstanbul: Nesil Yayınları. Yardım, Mehmed Nuri (2007). Aşina Çehreler (1. Baskı). İstanbul: Nesil Yayınları. Yavuz, Ulutürk (20 Eylül 2009). Niyazi ile Röportaj; Doğu'nun Çocukları Heveslerini Aşamıyor, Zaman. Yazıcı, Olcay (Kasım 2008). Necip Fazıl Eksenli Düşünce Denemesi, Ufuk Ötesi, s. 79. Yetiş, Kazım (1994). Destan, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 9, 204. İstanbul: TDV Yayınları. Yıldırım, Ergün (1999). İktidar Mücadelesi ve Din, (1. Baskı). İstanbul: Bilge Yayıncılık Yılmaz, Rasih (2006). Toros Yüzlü Adam; Osman Yüksel Serdengeçti (1. Baskı). İstanbul: Nesil Yayınları. 275

294

295 EKLER EK 1: M. Niyazi ile Görüşme (4 Şubat 2009) (Akyazı-Sakarya) HB-Hocam, öncelikle kabul ettiğiniz ve vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Hocam, kamuoyunda özellikle Çanakkale Mahşeri gibi tezli ve tarihi romanlarınızla tanınmaktasınız. Öncelikle yazarlığınız ve yazarlık serüveniniz hakkında konuşabilir miyiz? MNÖ-Ben tarihimizi bilmediğimiz kanaatindeyim. Tarihimizi, kuru olarak yazıldığı zaman okumakta zorlanıyoruz. Millet olarak okumayı sevmiyoruz. Oysa okuma, hikâye ve romanla başlar. Romanlarımızın çoğu, bu milleti yozlaştırmak için yazılan kitaplardır. Bir örnek vereyim; Victor Hugo nun meşhur eseridir, Sefiller. Koskoca Sefiller romanı şamdanların çalınması ve bu olay üzerine bir papazın takındığı tavır öykü edilerek sürer. Koca roman, bir papazın fazileti ve iyiliği üzerine bina edilir. Bizim Mevlânâ mız, Yunus umuz yok mu? Bu milleti büyük yapacak metafizik yönümüz, değerlerimiz yok mu? 1910 lu yıllara kadar bizde hep doğu-batı konu edilmiş. Peyami Safa da bile bir doğucu bir batıcı karakter vardır lu yıllardan sonra ise zengin ve fakir ilişkileri konu edinilmiş. Olaylara hep ideolojik yaklaşılmış. HB-Aynı durum sinema gibi sanatlarda da yaşanmış değil mi? MNÖ-Elbet aynı aynı. Unutmamak lazımdır ki Türkiye de solcu demek batıcı demektir. HB-Hocam, okuma ve okuduklarınızı kaleme alma konusunda izlediğiniz yol nasıldır? MNÖ-Hangi konuyu yazıyorsam ve çalışıyorsam onun üzerinde okuyup yoğunlaşıyorum. O konu hakkında yazmalarımı düzenliyorum. Misal şu anda Plevne Savaşı üzerinde çalışıyorum. O konuyu ya- 277

296 zarken tüm yüreğim ve beynimle içimde yaşıyorum, bu şekilde canlılığını ve gerçekliğini korumuş oluyor. HB-Hocam, yazmaya ne zaman başlamıştınız? MNÖ-Yazmayı aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Ben zengince bir ailenin çocuğuyum. Yani işte Anadolu da zengin sayılabilecek bir ailenin çocuğuyum. O zamanlar muhafazakâr kesimin durumu iç açıcı değildi. Durum fena idi. Peyami Safa ölmüştü. Kitaplarını basacak kimse yoktu, zaten okuyacak kimse de yoktu. Necip Fazıl hapisten yeni çıkmıştı. Onun da kitaplarını basacak kimse yoktu. Dergi, gazete, basın konusunda bu kesim fakirdi. Biz ise bu alanın çok önemli olduğunu ve bu yolla hizmet edebileceğimizi düşünüyorduk. Bunların kitaplarını basalım niyetiyle, Rahmetli babamdan para aldık. Bu kitapları basalım diye arkadaşlarla karar aldık, emeklerini koydular, yardımcı oldular. O sırada İmam Hatip Okulları çok azdı ama farklı bir yönleri vardı. Lise yıllarında futbol oynuyordum. Başka bir lise ile maçımız vardı. Maç için oraya gitmiştim. İmam Hatip Okulu ile Vefa Lisesi voleybol maçı yapıyorlardı. Vefa Lisesi bir sayı alıyor. Karşı takım sayı aldığı zaman Vefa Lisesi seyircileri yuhalıyor. İmam Hatip Lisesi sayı aldığında kendi seyircisi susuyor, taşkınlık yapmıyor ya da yuhalamıyor. Kendimce; Bu insanlar farklı dedim. Oysa o sıralar bunların aleyhine çok farklı ve olumsuz kanaatler bulunuyor. Rahmetli Menderes ki eğer ileride bu günlerin bir tarihi yazılırsa, Türkiye için ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. Çünkü Menderes, Türkiye nin ruh mimarıdır. O dönem, bir an önce İslam Enstitüsü nü açalım diyor. Beşiktaş Fındıklı İlkokulu nun üst katını bunlara tahsil ettiler. Tabi buralarda, zengin, elit, batıcı kesimin aileleri var. Bu okulda başka çocukların olmasından ve dini dersler okumalarından rahatsızlar. Çocuklarının burada okurken, büyük çocuklar tarafından zarar göreceği kaygısıyla anneleri ile birlikte gelip gidiyorlar. Nümayiş yapıyorlar. Oysa herkes biliyor ki İmam Hatip Okullarında okuyan 278

297 öğrenciler birçok yönden üstünler. Karakterleri sağlam ve her iki yönü de biliyorlar. Bunun üzerine ben eli kalem tutan ağabeylerime bu çocukların çilesini, mücadelesini, daha yüksek noktalara nasıl taşınabileceğini anlatan bir roman yazdırmak istedim. Kapora verdiğim yazarlar da oldu. Ancak, ne roman yazıldı, ne de verilen kapora geldi. Helal olsun. Zannediyorum 26 yaşındaydım. İmam Hatip Okulu nda okuyan bir öğrencinin ideali ne olmalı, mücadelesi hangi nirengi noktalarında yoğunlaşmalı, konularını ele alan bir romanı ben kendim yazdım. Bu başlangıç benim de yazmaya başladığım olay oldu. Bu şekilde yazmaya adım atmış olduk. HB-Yazmasaydınız ne olmayı düşünüyordunuz? MNÖ-Niyetim kaymakam ya da hâkim olmaktı. HB-Varolmak Kavgası nda adı geçen öğretmen kimdi? MNÖ-Ben askerliğimi yedek subay olarak yaptım. Kars ın Selim Kazası nda gördüğüm öğretmenin hayatını oraya monte etmiş olduk. HB- Roman gerçek hayattan alınmış olmalı diyorsunuz. MNÖ-Roman hayattan kuvvet almalı yoksa tat vermez. HB-Yazdığınız romanlardan birinin sinema filmi haline gelmesini ister misiniz? MNÖ-İstemem. Çünkü o kadar berbat yapıyorlar ki sinema filmini. Mesela benim Ölüm Daha Güzeldi romanımı TGRT film haline getirmiş. Annem sağdı henüz. Bir akşam baktım kitaptaki isimler söyleniyor. Biraz takip ettim. Hiç alakası yok. Tamam, Sibirya da geçiyor ama gerisi ilgisiz olmuş. Aslında uygun olursa üzerine emek harcanmış bir çalışma olsun isterim elbet. Osman Sınav aradı beni. Yemen, romanımız için film yapmak istediğini söyledi. Ancak çok büyük bir bütçe gerekiyormuş. Yani Yeşilçam mantığıyla yapılacaksa istemem. HB-Televizyon ya da diziler hakkında ne düşünüyorsunuz? MNÖ-Ben televizyonları beğenmiyorum. Ancak artık şunu kavramaya başladık. Dünyanın yıllık bilinen tarihi var. Bu ta- 279

298 rihte biz 1400 yıl süper güç olmuşuz. Süper güç olmak bizim milletimizin kromozomlarına işlemiş. Dolayısı ile bugünkü halimizden memnun değiliz. Tarihten bahseden her film, her roman izleyicisini etkiliyor, yakalıyor. Bunu keşfetmeye başladık. Mesela ben, Çanakkale ye 1993 yılında gittim. Ahmet İhsan diye bir rehber vardı. Resmi görevli idi. Ona günlük yevmiye verdik. Bir Mayıs ayı idi. Cumartesi, Pazar dolaştık. Kimsecikler yoktu. Sordum Buraya kimler gelir gider? diye. Buraya Anzaklar gelir, onun dışında buraya Türk gelmez dedi. Ama şimdi 3-4 milyon insan oraya gidiyor. Yani bizim insanımız romandan çok etkilenir. Biz tarihi doğru yazarsak millet etkilenir. Yapılan dizileri magazinsel olmaktan çıkarmak gerekir. HB-Çanakkale Zaferi için tarihsel bir hesaplaşmadır diyorsunuz. Bu hangi hesabın sonucudur? MNÖ-1850 den sonra dünyada demir ve kömürün yerini petrol aldı. Osmanlı da petrol vardı. O açıdan baktığımız zaman Abdülhamit in tahttan indirilişini, Onun başına gelenleri, İttihat ve Terakki yi daha iyi anlıyoruz. Tabi bunları derinlemesine bilmediğimiz için iç hesaplaşmaları, yabancıların oyunlarını, tezgâhlarını bilmiyoruz, farkına varamıyoruz. Misal Abdülhamit Tahttan Düşerken diye bir kitap yazılmış. 8 Atlar geliyor atlar gidiyor, Hareket Ordusu geliyor, Şefik Bey Abdülhamit ten sadrazamlık istiyor. Tamam, bunlar doğrudur. Ancak, bunların arkasında olup biten başka şeyler var, bu olayların organize eden baş- 8 Yazarın zikrettiği bu isim, aynı zamanda sinema filmine çevrilmiş Sultan Hamid Düşerken adlı romandır. Roman, Nahid Sırrı Örik ( ) tarafından kaleme alınmıştır. Ancak, roman daha sonraları farklı isimlerle basılmıştır. Nahid Sırrı Örik in romanı yabana atılacak cinsten değil. Kimi yorumculara bakılırsa, Türk edebiyatında en başarılı tarihsel roman örneğidir. Faili ve gerekçesi meçhul bir tasarruf la 1976 da Abdülhamit Düşerken e çevrilen ve oradan da bugüne, sinemaya taşınan romanın özgün adı Sultan Hamid Düşerken dir. Örik in yapıtını başarılı bir tarihsel roman örneği kılan, her şeyden önce bu türün klasik ve temel kuralına bağlı kalmasıdır. Dönemi karakterize eden olaylar, mekânlar, kişiler somut gerçeklikten alınır (Coşkun, ). 280

299 ka bir kuvvet var. Alman kuvveti var. Bu olayları kukla gibi oynatan kuvveti bilmezsek tarihi bilemeyiz. Bizdeki tarih kitapları, sanki tarihi örtmek için yazılmıştır. HB-Hocam bu açıdan baktığımızda, Çanakkale de kazandığımız itibarın korunduğunu düşünüyor musunuz? MNÖ-Öncelikle şunu söylemeliyim ki bizim büyük zaferimiz Çanakkale değil, Kutü l Amare Zaferi dir. 9 Bunları bilmediğimiz için kimi algılama yanlışlıkları yapılabilmektedir. Çanakkale şanlı bir müdafaadır. Türk savunmasının ne olduğunu dünyaya gösterdik amenna ama asıl zafer Kutü l Amare dir. Kutü l Amare de İngiliz birliklerinin komutanı General Townshend de esir alınmıştı. Bu tespitten sonra Çanakkale Savaşını konuşacak olursak; Çanakkale, sonuçları halen devam eden bir savaştır. Çanakkale nin üç boyutu vardır; 1.Dünya tarihi açısından önemlidir. 2.Millî Tarih açısından önemlidir. 3.Türk Milletinin ruhunu aksettirmesi açısından önemlidir Dünya Savaşı sırasında, Irak ta Bağdat yakınlarındaki Kut mevkiinde cereyan eden savaştır. Bugün halkımız tarafından pek bilinmeyen, ancak tarihimizde kazanılmış önemli bir zaferdir. Bu zafer, 29 Nisan 1916 tarihinde Irak Cephesinde kazanılan Kutü'l Ammare zaferidir. Osmanlı Ordusunun Birinci Dünya Savaşı nda çarpıştığı cephelerden biri, İngilizlere karşı oluşturulan Irak cephesidir. Osmanlı dönemi kaynaklarında Irak-ı Arap olarak adlandırılan bölge, Dicle, Fırat havzasında tarihteki Mezopotamya yı (Verimli Hilal) içine alır ve Basra Körfezi ne kadar uzanır. Irak petrollerini ele geçirmeyi amaçlayan İngilizler, 6 Kasım 1914 tarihinde Basra Körfezinden Şattülarap ağzındaki Fav mevkiine asker çıkararak saldırıya geçmişler, ilerleyen aylarda bu saldırılarını kuzeye doğru genişletmişlerdir. İngilizler, 3 Haziran 1915 tarihinde Kutü'l Ammare yi, Temmuz ayı sonlarına doğru da Nasıriye yi işgal etmişlerdir. 23 Kasım 1915 de ileri harekâta geçen Türk birlikleri, General Townshend komutasındaki İngiliz ordusunu geri püskürterek Kut-ül Ammare de çember içerisine almayı başarmışlardır. Kutü'l Ammare yi bir kale gibi savunan General Townshend, 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olmak zorunda kalmıştır. Türkler, Kutü'l Ammare de İngilizlerden başta Tümen Komutanı General Townshend olmak üzere toplam 13 general, 481 subay ve askeri esir almışlardır (TSK Genel Kurmay Başkanlığı web Sitesi; Erişim Tarihi (29 Nisan 2010). 281

300 1. Dünya tarihi açısından önemlidir. Churchill diyor ki, Biz Çanakkale yi geçemedik; savaş iki buçuk yıl uzadı. Sekiz buçuk milyon Avrupalı öldü. Rusya komünist oldu. Rusya komünist olurken otuz milyon insan öldü. Komünist olan Rusya daha sonra Çin i komünist yaptı. Çin komünist olurken milyonlarca insan öldü. Avrupa nın ihtişamından Asyalılar şüphe etmeye başladılar. Bu şüphe onların bağımsızlık arzu ve düşüncesini ateşledi. Biz Hindistan ı, Bangladeş, Arap ülkelerindeki sömürülerimizi kaybettik. Belçika Kongo yu, Hollanda Endonezya yı, sömürgeci devletler sömürgelerini Çanakkale de kaybetmeye başladılar. Hayatın iki kaynağı vardır; Metafizik ve ilim. Metafizik şahsiyeti dokur, vicdan oluşturur. Vicdan bize sorumluluğumuzu düşündürür. Rusya komünist olduğu için metafiziğini kaybetti. Bundan dolayı Rus insanı, vicdanını, sorumluluğunu, sanatını her şeyini kaybetti. Rusya çatırdadı. Bismarc diyor ki; Rus istila ettiği hiçbir bahçeden çıkmamıştır. Şimdi Rusya çatırdamaya başladı, neden? Çünkü insanı, rüşvetten başka bir şey düşünmüyor. Midesinden, nefsinden başka bir şey düşünmüyor. Onlar için, vatan, millet, fedakârlık hiç bir şey ifade etmiyor. Rusya, bugün kilometrelerce karelik toprağı kontrol ediyor. Göreceksiniz, Rusya 1552 yılındaki sınırlarına çekilecek. Yani Çanakkale de dökülen kanlar öyle mübarektir ki hala sonuçları devam etmektedir. 2.Millî Tarih açıcısından Çanakkale bir laboratuardır. Millî Mücadele de gördüğümüz bütün kumandanlar başta Mustafa Kemal olmak üzere Fevzi Paşa, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar, bütün bunlar önemli rütbelerdeki subaylardı. Son dönem tarihimizin laboratuarıdır. Onun için Türk milletinin ruhunu aksettiren bir savaştır. Annelerin çocuklarına yazdığı mektuplarda bunu görürüz. Çanakkale doğru düzgün anlatılırsa bir kalabalığı millet yapacak materyalin neler olduğu bulunabilir. Ancak bugün biz bunu nasıl ranta çevirebiliriz düşüncesine kapılmışız. Oysa Çanakkale ye katılan her asker için bir roman yazılmalıdır. 282

301 HB-Metafizik ile kastınız tam olarak nedir? MNÖ-Yani tek kelime ile söylersek dindir elbet. Şimdi, fizik ve metafizik birbirlerinden ayrılmaz; birbirlerini tamamlarlar. Metafizik, her şeyin ilk muharriki kabul edilen külli iradeye dair bilgidir. Metafizikte yükseldikçe birliğe yaklaşılır, aşağılara inildikçe çoklukla karşılaşılır. Metafiziğin bulunmadığı yerde, devreye kabuller girer, ön yargılar oluşur. Metafiziği inkâr, güya sosyal bilimlere bağımsızlık sağlıyorsa da, onları temelsizleştiriyor, bizleri de eşyanın mahiyetinin bölünmeyeceğini kabul etmek zorunda bırakıyor. Unutmamak gerekir ki; çağın müspet bilimlerinden haberi olmayan bir insan, metafizik düşüncede derinleşmek isterse, onu hurafe beklemektedir. HB-Hocam romanlarınızda hep gerçek kişilerin hayatlarını ele alarak öykünüzü oluşturuyorsunuz. Sizi bunların arasında en çok etkileyen karakter hangisi oldu? MNÖ-Tabi şimdi her romanda farklı karakterler var. Hepsi bizim için ayrı bir öneme ve yere sahiptir. Mesela; Ölüm Daha Güzeldi adlı romanımızda Zeynep Ana karakteri gerçektir. Yine bu romandaki Zeynep Ana nın oğlu Tahir, yani Tahir Amca (Mihmandarlı) Ağır Ceza Reisi idi. Ağrı da, Konya-Çumra da reislik yapmıştır. İdealist bir insandı. Hiç kimseden bir şey istemeyen, mütevazı bir yapısı vardı. Talebeydim, yazları onun yanına giderdim. O da bana gelirdi, İstanbul a geldiği zamanlarda. Bir gün yine Ağrı ya gidiyordum. Erzurum da indim, bir gün kaldım. Eskişehir de Belediye Reisi Aydın Arat, Erzurum Ziraat Fakültesinde öğrenciydi. Bana nereye gittiğimi sordu. Bende Ağrı ya gideceğimi söyledim. Beraber gidelim dedi. Ben de olur deyince birlikte gittik. Kış günü, Tahir Amca nın kafasında bir yara çıkmış. Aydın Arat Bey e beni bir hastaneye yatırın demiş. O da Tahir Amca yı bir hastaneye yatırmış. Aydın Arat, ihtiyaçları almak için dışarıya çıkıp döndüğünde, Tahir Amca nın başka bir odaya alındığını görmüş. Durumu sorduğunda, hastane başhekiminin, Tahir Amca nın bacanağı olduğunu ve hürmeten bu odaya alındığını an- 283

302 lamış. Tahir Amca ya neden daha önce söylemediğini sorunca Tahir Amca; Biz hiç kimseden hiçbir şey istemeyiz demiş. Tahir Amca nın hayatı çok dramatik bir hayattır. Alparslan Türkeş, Tahir Amca nın romanının yazılmasını istiyor. Bunun üzerine Tahir Amca bana Almanya ya bir mektup yazdı. Benim romanım yazılacaksa, ben senin yazmanı isterim diyordu. Ben de, Almanya dan geldim, Çumra da idi. Yanına gittik, görüşmeleri yaparak hayatını kayda aldık. Bu şekilde romanını yazmış olduk. Buna benzer her romanda beni etkileyen bir karakter olmuştur. Misal, Yazılamamış Destanlar romanımızda anlattığım kahraman benim babamdır. HB-Hocam, babanızı anlattığınız bu olayda, Said Nursi yi gördüğü belirtiliyor. Oysa Said Nursi nin bu savaşa katılmadığı gibi bir iddia da var. MNÖ-Şimdi bazı Nurcular, Said Nursi nin bu savaşa katılmadığını söylerler. Ancak tarihi evraklar orada bulunduğunu gösterir. Bazı Nurcular, bu olayı hatıralarında anlatmadığını, bahsetmediğini ileri sürerler. Oysa zaten bizde, yapılanlar anlatılmaz. Bir örnek vereyim; Çanakkale Deniz Savaşı Müstahkem Mevkiler Komutanı Cevat Çobanlı dır. 17 Martta 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa Gelibolu ya gelir. Cevat Paşa onu karşılamaya gider. Deniz Hücumu yapılır. Bu hücumda savunma hattını Selahattin Adil Bey yapar. Sonra Selahattin Bey, emekli olur. Rahmetli Menderes, bunu milletvekili yapar. 11 ay sonra aldığı maaşı hak etmediği gerekçesiyle hazineye iade eder ve istifa eder senesinde İstanbul Üniversitesinde Çanakkale Savaşı nı anma toplantısı tertip edilir. Selahattin Adil i oraya çağırırlar. Oğlu da üniversitede doçenttir. Bu vesile ile babasının savaşta aldığı görevi ve mahiyetini öğrenir. Yani bizim kültürümüzde yapılan bir şey anlatılmaz. Zaten tarihçinin sıkıntısı da burada başlar. Şimdi Said Nursi ile ilgili olarak, Sibirya da bir kurşuna dizilme olayı ile karşı karşıya geliyor. Bunu Said Nursi anlatmıyor. Sonradan Abdulvahit Zapsu, hatıralarında anlatıyor bu olayı. Nurcular, Said Nursi, İttihatçı görünmesin diye, diğerleri de, Said Nursi puan kazan- 284

303 masın diye gizliyorlar. Oysa 1974 yılında Milliyet gazetesinde talebeleri ile çıkmış resmi var. HB-Osmanlı sizin için ne ifade ediyor? MNÖ-Osmanlı ilk olarak ilmi ifade ediyor. Sonra milletin vicdanını ifade ediyor. Ve tabi hakkı hukuku ifade ediyor. HB-Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık birleşir mi? MNÖ-Şimdi -cılık olunca ideolojik bir havaya bürünüyor. Hayat kendini daima taze tutan, tazeleyen bir ağacı andırır. İdeoloji ise bir sınırlamadır. Oraya sığmaz. Ama çaresizlik Osmanlılık dile ters geldiğinden Osmanlıcılık demişiz. Türkiye, ilim adamları, aydınlar tarafından kendini yenileyemedi. Yenileyemeyince iş siyaset adamlarına kaldı. Siyaset adamlarının aklı gözündedir. Pratik işlerin peşindedir. Biz siyasetçilerin Şarlo gibi film çevirmesini bekleyerek kafalarına şapkayı geçirdik. Oysa bunun cevabını Nasrettin Hoca vermişti. İlim, marifet kavuktaysa al sen oku! diyerek. Tabi ama biz bunların farkında değiliz. Bana sorarsan Avrupalılar çok zeki insanlar. Bizim medeniyetimizi ve bizim insanımızı frenlemek için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Türk Tarih Felsefesi isimli kitabımızda değinmiştik. Bunu Türk milletini tarihinden soğutmakla yapıyorlar diye. Şimdi bir örnek vereyim; Ne hikmetse, dünyada en çok maymun Cebelitarık Boğazında yakalanırmış. Maymun hikâyesinde olduğu gibi, basit olaylarla bizi oyaladılar. Buna müsaittik. Çünkü ilim adamlarımızda derinlik yoktu. Peyami Safa yı ayrı tutmak isterim burada. Çünkü o batıcıdır. Bir makalesinde der ki; Ben Arap ın devesine bindim, Batının devesine bineceğim diyerek medeniyeti bu kadar basit görür ki Peyami Safa, Cevdet Paşa dan sonra en büyük aydındır. En büyük aydınımız bile böyle gördükten sonra gerisini sen düşün. HB- Aşk, bir zihin iptilasıdır diyorsunuz. Tarif eder misiniz? MNÖ- Aşk tarif edilemez. Çünkü herkesin bir aşk anlayışı vardır. Herkesin yaşamına, telakkilerine göre bir aşk vardır. Ama hepsinde iptila vardır. 285

304 HB-İki Dünya Arasında romanınıza göre değerlendirilecek olursa. MNÖ- Hayat işte! Şimdi tabi orada Hildegard ile ilgili durumu soruyorsanız, evlenmem mümkün değildi. Dünyalarımız farklıydı. Evlenmemeye gelince, kütüphaneye sabah git, akşam gel. Muhafazakâr ve millî bir dünya görüşüm var. Bu görüşle yazdığımız kitaplardan para kazanamayız. Hısım akrabaların yardımıyla ev bakmakta bize yakışmaz. Yani yazıyı seçmekle evliliğe noktayı koymuş olduk. Evlilik için teşebbüsüm oldu ama bu şartlarda kabul etmediler. Yine de evlenebilirdim ama hiç düşünmedim. Margaret in kendisi ile ilgili yaptığı bir espriyi anlatıyor; Bende nadir görülen bir zatürree hastalığı var, Margaret, Sen de nadir bir adamsın, hastalığın da derdi. Bu arada bir durum tespiti yapmış olayım (Yanımızda bulunan gazeteyi ve gazetenin kitap ekini göstererek) şimdi ben bu gazetede yazıyorum, kitap ekinde büyük bir oranla solcu kesimden kitaplar tanıtılır. Daha az oranda da cemaat kitapları tanıtılır. Bizim gibi adamlara ise sıra ya gelir ya gelmez. Benim hiçbir eserimi iyi ya da kötü anmamıştır. HB-Hocam, yeniden Osmanlı konusuna dönecek olursak, Osmanlı nın en çok hangi özelliğini özlüyorsunuz? MNÖ-Ben laik hukuka inanmam. Aslında hukukçuyum. Alaylı olarak tarihçiyim. Zevk için tarih okurum. Vicdandan kopup gelen hukuktan başkasına inanmam. Hukuk benim rüyamı bile düzenleyebiliyorsa ben ona hukuk derim. Hukuk vicdanların sesi olmalı. Vicdanı ise dokuyan dindir. Ben Osmanlı ile beraber hukuk devletinin sona erdiğini düşünüyorum. Hakkın insanlar arasında kaybolduğuna inanıyorum. Osmanlı nın iki ayağı vardı; biri Orta Asya bozkırlarıdır. Buradan gövdesi gelir. Diğer ayak ise Mekke ve Medine dir. Buradan da ruhu gelmiştir. Gövde ile ruh Anadolu da buluşmuştur. Bu gövde zaman içinde ruhuna göre şekil almıştır. İslam ın ruhu haktır. 286

305 Hz. Ömer zamanında İslam orduları Şam a girmiştir. Orada Müslümanlardan ve gayri Müslimlerden vergi toplamışlardır. Sonra İslam ordusu Şam ı terk etmek durumunda kalmıştır. Şam ı terk eden İslam ordusu almış olduğu verginin karşılığını verememiş duruma düşmüştür. Hz. Ömer bu durumda vergi tahsildarlarını gönderip paraları geri iade ediyor. Çünkü vergi nedir? Devletin vatandaşının güvenliğini sağlaması için alınan paradır. Aynı olayı Selçuklular zamanında da görüyoruz. Diyarbakır da görüyoruz. Aynı olayı 1402 Ankara Savaşından sonra görüyoruz, Selanik bizim elimizden çıkmıştır. Oradaki gayri Müslimlere ödedikleri vergiler Osmanlı tarafından geri veriliyor yılına kadar Osmanlı hiçbir gayri Müslim vatandaşını askere almaz. 10 Misal Amerika da 1960 lı yıllarda Muhammet Ali diye biri çıktı. Dedi ki, ben Müslüman ım ama ABD Hıristiyan dır. Ben askere gitmek istemiyorum. Ne yaptılar? Kelepçeyi vurdular, madalyalarını alıp zorla askere götürdüler. Osmanlı Müslüman dı. Hz. Ebubekir, Benim vücudumu öyle büyüt ki, cehennemi kaplayayım başka bir kuluna yer kalmasın, girmesin diyor. Yani başka bir adam o. Hz. Ali, valilere gönderdiği mektupta Tebaana iyi davran diyor. Osmanlı tahtında ne yazıyor? Mazlumların velisi. Din, dil, ırk fark etmeden insan olmasına bakarak Osmanlı hep yardımcı olmuştur. Osmanlı nın bu yönleri özellikle hak ve adalet anlayışına bugün çok daha özlem duymalıyız. Ancak Osmanlı yı bilmiyoruz ki. HB-Hocam, kimi olaylardan sonra Tarih yazdı ifadesi kullanılır. Misal Davos zirvesinde Başbakan One minute diyerek bir çıkış yaptı. MNÖ-Şimdi ben AKP li değilim. Ben Tayyip Bey in millî ruhtan ve tarih anlayışından kâfi miktarda beslenmediği kanaatindeyim. Ama Tayyip Bey, iyi bir Müslüman, iyi bir vatan evladı, buna inanıyorum da,tanzimat Fermanı ile birlikte başlayan süreçte, 1847 yılında orduya gayrimüslimler de alınmaya başlanmıştı. 287

306 Tayyip Bey de de, Cumhuriyet in ilk nesillerinden olmanın ezikliği var, bu tarih bilmemesinden kaynaklanıyor. Rabbim bence onu tarih bilmemesinden mükâfatlandırıyor ve bence dik durmakla Türk tarihinin değişmesinin sinyalleri alınmış oldu. Türkiye mecburen ister istemez İslam dünyasının liderliğine oynayacaktır. HB-Yeni nesle tarihimizi nasıl öğretmeliyiz ve anlatmalıyız? Günümüzde gençlerimiz tarihe yeteri kadar ilgi duyuyorlar mı sizce? MNÖ-Çocuklarımızla tarihimizi barıştırmamız gerekiyor. Millet tarihi bilmedikçe aslına inanmamaya başlayacaktır. Bu ise felaket olacaktır. HB-Öğretmenimiz de, öğrencimiz de öğretilen ve anlatılan tarihe inanmıyor, diyebilir miyiz? MNÖ-Elbette öyledir. Ama her geçiş döneminde böyle zorluklar olmuştur. Bize yanlış öğretileni de suçlamamak gerekiyor. Yeni hareketler milletin ihtiyaçlarına çarpar, değerlendirmelerde farklılıklar olur, yanlış anlaşılmalar olur. Ama artık tarihimizi doğru olarak öğrenmeye başlamamız lazımdır. Yoksa biz hafızamızı tümden kaybederiz. Sadece 1910 ile 1970 lere kadar döneme inanmamakla kalmaz topyekûn tarihimize inanmamaya döner bu daha büyük bir felaket olur. HB-Peki Hocam ümitli misiniz? MNÖ-Tabi ümitliyim. Ben her şeyi devletten beklemiyorum. Ama kültür olarak çalışırsak elbette ümidim var. HB-Nasıl bir çalışma olmalı o halde? MNÖ-Şimdi öncelikle karşımızda büyük bir kültür var; Avrupa. Tabi Avrupa dan dön, kültürümüze yönel dediğimiz zaman komik kalındığının farkındayım. Ama geçmişe baktığımız zaman N. Fazıl ların, Peyami lerin, Said Nursi lerin, Süleyman Efendi lerin durumlarına baktığımız zaman muhafazakâr ve millî düşünceli zekâdan elli kadar çıkmaz. Şimdi baktığımız zaman biz çoğaldık, çoklaştık. Necip Fazıl ın bir hikâyesi var. Ben Köln deyken konferans vermeye Almanya ya gele- 288

307 cek. Hafta içi konferans vermek istiyor. Ancak Almanya da hafta içi insan bulmak zor. Ben Ülkücülere gittim. Üstat geldi, konferansa gelin dedim. Başbuğa sormamız lazım dediler. Sonra Refahçılara gittim, Hocadan izin almadan olmaz dediler, sonra Süleyman Efendi nin orada bir İslam Merkezi vardı, onlar da İzin almadan olmaz dediler. Ben rektörden izin almıştım. Türk talebeler geldiler. Tabi, N. Fazıl zeki adam, bunları fark ediyor. Dedi ki bana; Oğlum, eskiden buzdağlarında yürüyemiyorduk, şimdi nefeslerimizle hohlayarak çamurdan yürüyemiyoruz. Biz çoğalıyoruz, eğer doğru şeyleri yaparsak çok daha fazla nitelikli çoğalırız. Ben 1960 lı yıllarda İstanbul da hatırlıyorum da, bir tane İmam Hatip Okulu vardı, ne şimdiki gibi gazeteler, ne televizyonlar vardı. Hiç bir şey yoktu. Umarım şımarmayız. Umarım hangi büyük davanın, hangi mesuliyetlerin sorumluluğu altında olduğumuzu unutmayız. HB-Bu niyetlerinize katılmamak mümkün değil. Hocam, günümüz yazarlarından takip ettiğiniz yazarlar, romancılar var mı? MNÖ-Yaşar Kemal, Ayşe Kulin, Sait Faik okumuşumdur. Bunlardan zevk aldığımı söyleyemem. Şematik gelmiştir. Benim için yazarda ve yazılanda metafizik derinlik olmalıdır. Peyami Safa, Yahya Kemâl gibileri daha çok okurum. Olcay Yazıcı, Ekrem Kaplan bugünkü nesilden okuduklarım. Metafiziğe yatkın insanın yazdıklarında bir şeyler bulabilirim diye okurum. Tabi, Orhan Pamuk gibi yazarları da okudum. Ancak onu büyük bir romancı olarak görmüyorum. Ama Nobel aldı iyi oldu. HB-Hocam başka bir konuya geçmek isterim izninizle. Devlet nasıl bir yapıdır? İslamî devlet var mıdır? MNÖ-Şimdi işin garip tarafı ne İslam devletini savunanlar İslam devletini biliyor, ne İslam devletine karşı olanlar karşı oldukları şeyi biliyor. Ne şeraitçiyim diyenler şeriatı, ne şeraite karşı olanlar şeriatı biliyor. Çok acıdır ki dünyada böyle bir kör dövüşü yoktur. 289

308 Şimdi yalnız şunu ortaya koyalım; İslamiyet ten önce kanunlar vardı. Hammurabi Kanunları gibi. İslamiyet ten önce hukuk ilmi yoktu. Hukuka ilmi hüviyeti kazandıran İslamiyet tir. Bu da Ameller niyetlere göredir. ilkesi ile açıklığa kavuşur. Mesela, bütün katledilme öldürme vakaları birdir, yani fizik olarak aynıdır. Ama niyet faktörü devreye girince her öldürme olayı farklı bir hal alır. Onun için hukuku ilim yapan Müslümanlardır. Bunu kim yapmıştır? Dört mezhep imamı ve İmam-ı Serahsi. Kur an-ı Kerim e baktığınızda, İslamiyet in belli konularda hüküm getirdiğini görürsünüz. Maide Suresi 38. ayette olduğu gibi. Ve hırsızlık yapan erkek ve kadının yaptıklarına karşılık olmak üzere, Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin. Ve Allah Aziz dir, Hâkim dir. Hırsızın elini kesmek en ağır cezadır. İslam devletinde her türlü ceza verilebilir. Bu zinada da böyledir. Bütün cezaların azamisi belirtilmiş ve haddi de belirtilmiştir. Ayrıca İslam devlet şekli yoktur. Avrupa bu durumu, İslam ın zayıflığı, acizliği olarak göstermek için kullanmıştır. Yıllarca, Kur an da herhangi bir devlet şekli yoktur yönünde, eleştirilerde bulunmuşlardır. Sonunda anlamışlardır ki herhangi bir devlet şekli İslam ın devamlılığını bitirmek demektir. Her coğrafyadaki insanın ihtiyacı farklıdır. Devlet ihtiyaçlara göre bina edilir. Afrika daki insanların ihtiyaçlarını görmek ve gidermek için oluşturulan şekil ile Eskimoların ihtiyaçlarını gidermek mümkün değildir. Bu yüzden İslam, bir devlet şekli vaaz etmemiştir. Beş temel esası gözeten, temel alan biçimler İslamî bir mana taşıyabilir. Bu beş esas nedir? 1.Kuvvetin kanunda toplanması 2.Adalet 3.Emanetin ehline verilmesi 4.Danışma, istişare, Şura 5.Sosyal Dayanışma Onun için biz bu beş faktörün esas alınması kaydıyla adı ister cumhuriyet, ister krallık olsun adı önemli değildir. Ancak Kur an a 290

309 dayanması şartıyla. Tabi burada Kur an a dayandırılmasından kastım, hadlerin göz önünde bulundurulması demektir. HB-Sanırım bu konuda uzun yıllar çalışıp İslam Devlet Felsefesi isimli eserinizi kaleme aldınız. MNÖ-Evet, bu konuda özellikle Almanya da yaptığım araştırmalar, aldığım notlar kitabın büyük bir bölümünü hazırlamama yardımcı oldu. HB-Hocam, medya hakkında da konuşmak isterim. Şu an bir gazetede haftalık olarak yazıyorsunuz. Süreci anlatır mısınız? MNÖ-Gazetede yazmaya başlayalı 22 yıl olmuş. Haftada beş defa yazmam teklif edilmişti ben bir gün yazmayı tercih ettim. Bu süreçte sadece iki defa gittim gazete binasına. Şimdi bir gazetenin millî olabilmesi için evvela sermayenin millî olması lazımdır. Gazete, televizyon reklamla yaşar. Reklam veren firmalar millî değil ve millî değerlere özen göstermiyorsa, onları millî düşünceye sahip gazete ve televizyon olarak görmek zordur. Onun için millî ruha sahip gazete çıkarmak Takvim-i Vekayi den beri mümkün olmamıştır diyebiliriz. Çünkü Türkler ve Müslümanlar, savaştan başını kaldıramadı. Tüm sermaye gayri Müslimlerin, Levantenlerin, dönmelerin eline geçti. Basın da, bu sermayenin, bu zihniyetin eline, dolayısı ile Batı nın etkisi altına girmiş oluyordu lerden itibaren yavaş yavaş Müslümanlar palazlanmaya başladı. Zaman gazetesi çıktı. Arkasından bu yapıdaki gazeteler çoğaldı, televizyonlar çoğaldı. Bir dengeleme oluştu. Bu denge olmasaydı, misal Tayyip Bey in Davos taki çıkışını linç ederlerdi. Haklı bir duruşu aleyhe çevirebilirlerdi. Şu an henüz millî basın diyebileceğimiz yapılar yeterince güçlü değiller. Koç, Sabancı, Doğan gruplarındaki yapı millî bir gazetenin çıkışına engeldir. HB-Peki Hocam televizyonların durumu 291

310 MNÖ-Tabi o daha etkili, canlı bir hadise, basının bir koludur. Medya tarifini şöyle yapabiliriz; Medya ve Mafya, ikisi de beş harftir. İkisi de M harfi ile başlar. İkisi de kendi kanunlarını koyar, ikisi de devletten ve milletin sırtından geçinir. Yalnız mafya kendi kanunlarına uyar oysa medya kendi koyduğu kanunlara bile uymaz, menfaati olduğunda uyar, olmadığında uymaz. HB-Medya tarafsız olacak diyoruz, öyle olmasını bekliyoruz, sizce de öyle değil mi? MNÖ-Şimdi, her gazetenin bir sahibi vardır. Sahibi olmanın getirdiği yönlendirmekten kaçınmak oldukça zordur. Diğer bir ifadeyle hangi sermayenin hangi grubun gazetesi ise onun haberlerine daha çok yer vermek bile bir yanlılıktır. Bu farklılık beni rahatsız etmez belki ama bununla birlikte ben şahsen böyle olsa da gazete alırken seçici olmaya özen gösteririm. HB-Medyanın ekonomi-politik yönü göz önünden kaçırılmamalı diyebilir miyiz? MNÖ-Elbette öyledir. Sermaye büyük oranda etkili olmaktadır. HB-Bugün özellikle televizyon aracılığı ile popüler kültür hızla yayılmaktadır MNÖ-Şimdi metafiziğin olmadığı yerde dejenerasyon (yozlaşma) vardır ve kaçınılmazdır. Metafizik ve inanç duyguları kaybolduğu zaman dejenerasyon bombardımanı başlar. Avrupa, o büyük kültür 1950 den sonra bozulmuş ve yozlaşmıştır. O kültürden ne bir sanatkâr, ne bir mütefekkir çıkarabilmiştir. Televizyon, bu dejenerasyonun yayılmasında oldukça etkili bir araç olmuştur. Son yıllarda toplum değerlerine ve inanç yapısına önem veren televizyonların çıkması bu dejenere sürecini kırmaya yönelik bir gayrettir. Bunların desteklenmesi için yüksek miktarda maddi imkânlara ihtiyaç duyulmaktadır. Değilse yok olmakla karşı kaşıya kalabilirler. HB-Yok olmaktan kastınız nedir? 292

311 MNÖ-Etkileri, tesirleri azalır. Zayıf ve güçsüz kalırlar. Böyle olunca da; millet şuurumuz yok olur, arkasından kolluk kuvveti haline geliriz. Kültürümüz, medeniyetimiz, milleti oluşturan değerlerimiz uzun vadede kaybolur gider. HB-Hocam şiir okur musunuz? MNÖ-Ben Necip Fazıl Okurum. Ama şiir bana hitap etmiyor. Bence oturup birisi şiir yazdığını söylüyor diğeri de o şiiri okuyup beğeniyorsa ve o yazana şair diyorsa o kişi şairdir. Mesela Cahit Zarifoğlu benim arkadaşımdı. Ama benim ölçülerime göre şair değildir. Bir başkası beğeniyorsa niye beğeniyorsun diyecek halimiz yok. Benim için şair Necip Fazıl ın yazdıkları gibidir, ben öyle anlıyorum. Ama misal Cahit Zarifoğlu benim için şair değildir. Yine mesela, benim için Sezai Karakoç bir fikir adamıdır ama şiirlerini okumam. 293

312 EK 2: M. Niyazi ile Görüşme (23Ağustos 2009) (Üsküdar-İstanbul) HB -Hocam Kendiniz ve aileniz hakkında bilgi verir misiniz? MNÖ-Ailem Trabzon Vakfıkebir Ballı Köyü nden Akyazı nın Boztepe Köyüne yerleşmiştir. Ben Akyazı da 1942 yılında dünyaya gelmişim. Ailem Çepni Türklerindendir. Kalabalık bir ailenin çocuğuyum. İlkokulu ve Ortaokulu Akyazı da okudum. Lise okumak için İstanbul a gitmek durumunda kaldım. O yıllarda ilçelerde lise açılması yasaktı lara kadar da yasak kaldı. HB -Acaba neden yasaktı ilçelerde liselerin açılması? MNÖ-Sanırım seviyeyi korumak için olsa gerek. Bu yüzden Haydarpaşa Lisesi nde yatılı olarak okumaya başladık. Haydarpaşa Lisesi ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ne girdim. O zamanki mevzuata göre Hukuk Fakültesi nde ikinci sınıftan üçüncü sınıfa takıntısız geçen öğrenciler için, dekanlıktan izin almak kaydıyla Edebiyat Fakültesi dil dalında sertifika yapmak imkânı vardı. Ben de felsefe alanında sertifika yapmış oldum. Hukuk Fakültesi ni bitirirken Kars ın Selim Kazasında askerliğimi yaptım. Bu arada öğrenciliğimde devam ediyordu. Fakülte bitip, askerlik de bitince Almanya ya tahsile gittim. HB-Gençliğinizden bahseder misiniz? MNÖ-Lisede okurken çok kıymetli hocalarımız vardı. Bunların arasında iki kişinin benim üzerimde büyük etkisi oldu. Birisi, Mahir İz dir. Ertuğrul Düzdağ isimli bir arkadaşımız vardı. Onun vasıtasıyla Mahir Bey in evlerine gider, sohbetlerine katılırdık. Bizim de hocamız olmuş oldu. Diğeri de Nihal Atsız ın eşi Bedriye Atsız idi. Bedriye Hanım dan dolayı Nihal Atsız ı tanımış olduk. Mahir Bey bu arada bizi Necip Fazıl ın Büyük Doğu mecmuasına abone yapmıştı. O dergileri okurken Necip Fazıl ı tanımış olduk. Çok canlı bir dergiydi, çarpıcı bir üslubu vardı. 294

313 O sırada lisede top oynuyordum. Sporla ilgili yayınlarından dolayı, spor haberlerini takip etmek için Milliyet gazetesini okurduk. Milliyet i okurken Peyami Safa nın fıkraları dikkatimi çekti. Bu şekilde Peyami Safa ya büyük bir tutkunlukla bağlanmış oldum. Peyami Safa olmasaydı memleket komünist olurdu. Gün geçtikçe Safa ya büyük bir bağlılığım ortaya çıktı. Bir müddet sonra Peyami Safa vefat etti. Eşi felçliydi. Baldızı Meziyet Hanım bakıyordu. Necip Fazıl hapishaneden çıkmıştı. Hiçbir imkân yoktu. Yayınevi yoktu, dergi, gazete çıkaramıyorduk. Ergun Göze, onun avukatıydı. Peyami Safa ve Necip Fazıl ın kitaplarını basabilmek için birkaç arkadaş sözleştik. Babalarımızdan para istedik. Diğer arkadaşların durumları kısıtlıydı, alamadılar. Babamdan aldığım parayla bir yayınevi kurmuş olduk. Diğer arkadaşlar başka konularda yardımcı oldular. İlk olarak Necip Fazıl ın Reis Bey isimli piyesini bastık. HB-Peyami Safa nın kitaplarını basma konusunda sanırım bazı problemler çıkmış? Bu olay nasıldı acaba? MNÖ-Peyami Safa nın kitaplarını basmak istiyoruz ama başka bir yayın evi haklarını almış. Avukatı Ergün Göze ile konuştum ben. Madem o yayınevi haklarını almış ama basmıyor biz bassak ne olur? diye sordum. O da dedi ki, Sizi mahkemeye verirler, tazminat alırlar. Ben de dedim ki, Malım yok mülküm yok, versinler mahkemeye dedim. Biz kitapları bastık. Zaten kanuna göre bir kitabın basım haklarını alan yayınevi beş yıl içinde o kitabı basmazsa hakkı düşermiş. Sonra Ötüken olarak kitapları basmaya başladık. Bu sırada yeğeni vardı Behçet Safa diye, solcuydu. Peyami Safa öldüğü zaman, amcasının mirasını ret etti, ekonomik durumu kötü olduğu için. O olmayınca Nezahet Hanım ve Meziyet Hanım la mukavele yaptık. O dönem oldukça sıkıntılı bir dönem olmasına rağmen, kitapları satılsın satılmasın, satılmış gibi, telif ücretini hanımına takdim ettik. Sonradan Ötüken in gayretiyle Peyami Safa, gündeme geldi 295

314 ve tekrar aranır oldu. Hal böyle olunca, yeğeni de kitapları basmaya başladı. Mahkemelik olduk. Ancak yeğeni bir sonuç alamadı. HB-Hocam Peyami Safa nın size bir emaneti, bir masa geçmiş değil mi? MNÖ- Bana değil aslında Ötüken Yayınevine verilmişti. Onun çalışma masası. Ötüken in eski yazıhanesinde duruyor ama ben alacağım onu arkadaşlardan. HB- Peyami Safa sizin gayretinizle yeniden doğmuş oldu diyebiliriz. Böyle bir değer kaybedilmiş olsaydı, Türkiye ne kaybetmiş olurdu? MNÖ- Türkiye çok şey kaybetmiş olurdu. Peyami Safa, değil Türkiye de dünyada çok önemli bir değere ve yere sahiptir. Romanına kimse erişemez. Ne Yaşar Kemal, ne Orhan Pamuk eline su dökemezler. Orhan Pamuk Nobel Edebiyat ödülü alınca İsmet Özel diyor ki; Peyami Safa kadar yazabiliyor mu bu adam? Zaten ben Peyami den sonra fıkra okumayı bıraktım. Peyami Safa ile Türkiye de fıkracılık sona ermiştir. Roman ise can çekişmektedir. Bugün gazetelerde yazılanlar, fikir yazılarıdır, fıkra değildir. Fıkrada bir derinlik bir üslup bir tat olur. Ama Türkiye de birçok şey gibi bu da yozlaşmıştır. Bir defa Türk fikir hayatını solcular temsil eder. Yani basından medyaya sanattan edebiyata onların ağırlığı vardır. Marksizm in solun edebiyatı olmaz. Edebiyat, sanat ruhi bir meseledir. Ruhu inkâr edenin sanat yapması mümkün değildir. Devlet iki yüz yıldan beri solcu kesimlere destek vermiştir. Bu desteğe rağmen sol kesimden ayakta kalan kaç tane kültür adamı var? Hepsi yıkılmıştır. Ayakta kalanlara baktığında görürsün ki dini, millî, tarihi hassasiyeti olanlardır. Biz tabi kompleksli insanlarız. Sola kendimizi kabul ettirmekle sanatçı olduğumuzu aydın olduğumuzu zannediyoruz. Bunun yanında bir hastalığımız daha var; bir cemaatte bir grupta olduğun zaman, nasıl olsa o cemaat üyeleri seni alıyor ve okuyor. Yüz-iki yüz bin sattın mı, iyi satmış ve dolayısı ile okunmuş oluyorsun. Bu yanılgı da yayınevleri üzerinde etkili oluyor. 296

315 Esasen Türkiye de kitap okunmuyor değil. İlgili olduğu kitabı alıp okuyanlar var. Ama misal bir roman mecburiyetin olmadığı halde, zevk itibari ile okunur. Zevk itibari ile okumak bende okuma iştiyakı ve zevki uyandırmalı, okuma hevesimi geliştirmelidir. Bunlardan mahrum olan milletlerde ne kültür olur, ne medeniyet, hiçbir şey olmaz. Çünkü biz kitabı propaganda ile satıyoruz, harçlığını zorla kitap alması için veriyoruz bir çocuğa. O genç de üç sayfa okuyunca başlıyor Bu kitap güzel değil demeye. Bir başka kitap alıyor eline, aynı şekilde tekrar bıkıyor o kitaptan da, sonra Ben kitap okuyamıyorum diyor. Aslında biz kitap okumayan bir millet değiliz. Bizim medeniyetimiz ilmihal medeniyetidir. Kahvelerimiz kıraathanedir. Bununla birlikte bizim milletimizin roman okumaması büyüklüğündendir. Niye; Bizim milletimiz kitap bulsun sel gibi okur. HB-Sizi Peyami Safa, Necip Fazıl gibi ailenizden etkileyen biri oldu mu? MNÖ-Yok, babam hürmet gören, Müslüman, yardımsever bir adamdı. Dükkânımız mahkeme salonu gibi olurdu. Etrafın tüm müşkül işlerini halletmeye gayret eder, birçok mesele dükkânımızda çözülürdü. Babam bize hiç fakirlik göstermedi. Benim için köşe taşları hep öğretmenlerim oldu. HB- Hocam, Almanya sizin için önemli duraklardan biri oldu sanırım. Yirmi yıla yakın orada kaldınız. MNÖ- Almanya nın benim için en önemli tarafı orada devlet felsefesi üzerine çalışmış olmaktı. HB-Almanya da Almanca yazan Türk yazarlar var mı? Türk kültürünün orada durumu nasıl, tanınıyor mu, biliniyor mu? MNÖ- Şimdi Almanya da kafadan biz kayıbız, biz geriyiz, kültürümüz sığdır. Ben yirmi sene üniversitede kaldım, sadece bir defa Yaşar Kemal in kantinde kitabının satıldığını gördüm hem de çok ucuz bir fiyata ama yinede kimse dönüp bakmıyordu. 297

316 Bir defasında da bir kız geldi banma dedi ki; Itrî ne demektir? dedim ki, Itrî bende bir koku çağrıştırıyor. Ayrıca bu mahlası kullanan bir de müzisyen var, ayrıca bu isimde Yahya Kemal in bir şiiri var. Dilersen araştırıp, lügate bakayım dedim. Yok dedi, Ben de o şiiri okudum, çarpıldım onun için sormuştum dedi. Onun dışında hiçbir kültür münasebetine muhatap olmadım. Bu konuda işlerin nasıl döndüğü ile ilgili bir örnek vereyim; şimdi benim İki Dünya Arasında isimli romanım çıktı. Zaman da reklamı yayınlandı. Beni bir Alman yayınevi aradı mark verirsen, kitabınızı Almancaya çeviririz, sana da yüz tane veririz dediler. Onlara benim böyle bir talebim olmadığını, hem benim kitabımı basıp hem de benden nende bu kadar para istediklerini merak ettiğimi sordum. Onlarda, Bak biz senin kitaplarını Almancaya çevirince sen ülkende kitabım yabancı bir dile çevrildi diyerek reklam yapacaksın, kitabın böylece on misli satacak, aslında biz senin reklamını yapmış oluyoruz dediler. Bizdeki hikâye bu; Bizim Avrupa hayranlığımızı istismar etmek için, kitapları para vererek Almancaya çevirteceğiz, burada da yandaşları bu kitap yabancı dile çevrildi diye reklamını yapacaklar. Biz de büyük romancı yok mu? Elbette var; Peyami Safa. Götz e sordum. Bizde Goethe gibi romancı neden yok? diye. Safa, Goethe den büyük romancıdır. Ama Goethe nin başka fonksiyonları vardır. Şairdir, düşünürdür. Peki, bunlar meşhurdur da neden bizimkiler tanınmamıştır? diye sorduğumda şu cevabı verdi; Fakirsiniz, diliniz fakirdir. Misal Yahya Kemâl, Goethe den büyük şairdir ancak onun arkasında büyük bir krallık var, onun medeniyetinin kendisine bir desteği var. HB- Almanya da çıkan ve yayınlanan Türk gazetesi var mıydı? MNÖ-Hayır, takip edebildiğim kadarıyla yoktu. Türkiye de çıkan ulusal gazetelerin Avrupa baskıları yayınlanıyordu. Takip ettiğim süreli bir yayın yoktu. HB- Alman basını ile Türk basınını karşılaştırır mısınız? 298

317 MNÖ-Karşılaştıramazsınız bile. Diyelim Emin Çölaşan, bugün Türk tarihinden, Mustafa Kemal den bahseder. Yarın İran ı tenkit eder, öbür gün enflasyon hakkında bilgi verir. Mübareğin bilmediği hiçbir şey yok. Almanya da Frasus Stausber vardır. Politika profesörüdür ama ihtisas alanı Arjantin dir. Bir tek Arjantin hakkında yazı yazar. Mesela Türkiye hakkında Dr. Lehh vardır. Yalnızca Türkiye ve Afganistan hakkında yazılar yazar. Sadece İslam hakkında yazan yazarlar vardır. Uzmanı olmadığı konuda yazı yazmaz yazarlar. HB-Türkiye de medya kurallara ve ilkelere bağlı kalmadan iş yapmaktadır diyebilir miyiz bu durumda? MNÖ- Elbette öyledir. Öncelikle şu noktayı belirtmek isterim; Büyük servetlerin iki kaynağı vardır. Birincisi teknolojidir, diğeri devlettir. Teknolojiden yani teknoloji üretip satmaktan büyük devletler para kazanır. Türkiye gibi devletlerin şu an yapabileceği iş değildir bu. Bir de büyük servetin kaynağı devlettir, devleti soymakta vardır kaynak. Bir örnek vereyim; Ankara da bir programa katıldım. Ankara kalesinde bir oda Vehbi Koç tarafından restore edilmiş ve programlar için kiraya veriliyor bu oda. Odada Koç un hayat hikâyesinin yazılı olduğu bir tablo da var. Vehbi Koç, 1901 de doğdu 1920 de kurulan ilk mecliste kâtip memur oldu de meclisin tadilatı gündeme geldi. Koç, ihaleye girdi. Meclisin tadilatı ve tamiratını almış oldu. Şimdi yirmili yaşlarında bir adam, ortaokul mezunu, müteahhitlik belgesi yok, diploması yok ama tadilat ihalesi Ona veriliyor. Basın sermaye ile de büyük oranda alakalıdır. Şimdi sermaye millî değilse, basın da millî değildir. Basının gelir kaynağı satış ve reklamdır. Satış cüzidir, asıl kaynak reklamdır. O reklamları hangi firmalar veriyorsa basından bunun karşılığını ister. Türkiye nin en büyük sıkıntısı sermayenin gayri millî olmasıdır. Bugün darbe olmuyorsa, iki insanın bunda büyük payı ve etkisi vardır. İlki Fethullah Hoca diğeri Ülker grubudur. Bu ikisi millî bir basın oluşturmuşlardır. HB-Hocam spora ilginiz var mı? Takip ediyor musunuz? 299

318 MNÖ-Gençliğimde futbol oynamıştım. Spora Fenerbahçe alt yapısında başlamıştım. Can Bartu benim yedeğimdi. Ancak maçlar, antrenmanlar, okumamı engelliyordu. Sporu ya da okumayı tercih edecektim. Futbolu bıraktım. Ama Beşiktaş ın yenmesine galip gelmesine seviniyorum. Çünkü fermanla kurulmuş bir takımdır. Diğer takımlar belirli bir ücret karşılığında alınan damga pulu ile dernek kurabilirken, Beşiktaş ilk olarak özel bir izinle çalışmalara başlamıştır. HB-Hocam başka bir konuya geçmek isterim. Tarihimize baktığınız zaman, içinizi burkan, sizi üzen, olaylar var mıdır? MNÖ-Haine Hain diyememek. Her memleketten hain çıkar, ancak bizim memleketimizde haine haindir denememektedir. Bu mesele mühim bir noktadır. Bir örnek vereyim; Avrupa Türkiye yi parçalamak istiyor. Londra Konferansı, sonlara doğru, 1875 yılını kastediyorum. Mithat Paşa ( ) Sadrazamlığı esnasında, II. Abdülhamit in ısrarına ve olumsuz yönde görüş bildirmesine rağmen Osmanlı yı savaşa sokacak bir pozisyon alıyorlar. Konferansta, Avrupa devletlerinin önerdiği barış koşullarını reddederek, Rus Ordusunun İstanbul Yeşilköy'e kadar gelerek büyük bir felakete dönüşecek olan Osmanlı-Rus Savaşının (93 Harbi) yolunu açtı. Şimdi, Mithat Paşa ya hain diyemiyorsun. Türkiye de haine, hain dendiği gün, Türkiye kurtulmaya başlar. HB-Hocam olayın böyle olduğu bilindiği halde neden vurguladığınız tavır konamamış oluyor acaba? MNÖ-İdeolojinin olduğu yerde ilim olmaz. İdeolojik kafadan ilim çıkmaz. Aydın kafa boştur, olayları o alanda değerlendirmeye çalışır. İlim ideolojiyi yok eder. HB-Hocam, peki tarih biliminin, dikkat çektiğiniz ideolojik olmayan bakış açısıyla bu ve buna benzer olayları değerlendirirken düştüğü çıkmaz nedir? MNÖ-Bizim tarihimize baktığımız zaman çok uzun süre bizi bozmak istediklerini görürsünüz. Türkiye de gizli din taşıyanlar var. Bunlar beş on kişi değiller. Organize olmuş milletin içindeler. Biz Müslüman olduğumuz için söze itibar ederiz, söze göre muamele ede- 300

319 riz. Bu insanlar şahsiyet bahşeden, hürriyet veren bu tavırdır. Ama bu suiistimal edilmiştir. Türkiye de 1926 dan 1956 ya kadar bu gizli din sahipleri etkili olmuştur. Kendi imkânlarımızla medeniyetimizi tazeleyemedik. Devlet adamlarının aklı gözündedir, pratik adamlardır. Beğendiğini alırsa zaten arkasını bilmez. Alt yapıyı bilmezler. Üst yapıyı aldık mı, Avrupalılaşacağımızı zanneder ten sonra Saint-Baneu okuluna Müslümanlar çocuklarını göndermediler. Masonlar, Yahudiler, Dönmeler çocuklarını oraya gönderdiler dan sonra Levantenler gönderdi. Cumhuriyet kurulunca bu camialardan, ortaya bürokratik bir zümre çıktı. Müslümanlar ise çocuğum gâvur olmasın diye buralara göndermedi, içine kapandı. Bu durum 1950 ye kadar devam etti de Menderes diye bir adam geldi. Dış görünüş olarak, oldukça batılı, aydın bir görüntüsü vardı ama camileri tamir ettirdi, Ezanı serbest bıraktı, köylünün önünü açtı, İmam Hatip Liselerinin önünü açtı. Maziye kök salmaya çalıştı. Bunda da başarılı oldu. Menderes çok değişik bir millet başardı lakin millet bunun farkında değil. Gelecek yüzyılda eğer bir tarihçimiz olursa bu milleti Menderes in inşa ettiğini görecek ve yazacaktır. Menderes ile yeni bir süreç başladı. Bu arada Said Nursî, Süleyman Efendi, Sami Efendi gibi şahsiyetler çıktı. Bunlar Türkiye için büyük birer şanstı. Bunlar üzerlerine gelen tüm zorluklara, darbelere rağmen direndiler. Bunları dirençli hale getiren inançtır. Yoksa hayatlarına baktığınız zaman korkunç bir ıstıraba katlandıklarını görürsünüz. Türk milleti yeni bir atmosfere kavuştu. Bu atmosfer eğer ilimle kavuşur, hurafelerden arınabilirse üniversitelere sıçrarsa ilerlemek ve muhakkaktır. Ancak ne yazıktır ki, üniversitelerimiz ideolojik mahfillerdir. Üniversiteler, cumhuriyet, milletimizi ilim sahibi yapalım derdinde olmamış, ideoloji sahibi yapalım derdinde olmuştur. Oysa bu kabuğu kırmamız lazımdır. İlmî atmosferin üniversiteler girmesi lazımdır, girecektir de. HB-Peki şimdiki eğitim sistemimizi buna imkân verecek şekil ve düzeyde görüyor musunuz? 301

320 MNÖ-Şimdi sosyal konularda mükemmellik yoktur. Bugün beynimizi fazla kullanamıyoruz. Biz öğretiliyoruz, biz öğrenmiyor, öğretiliyoruz. Biz adam yetiştirirken Bu yetişsin adam olsun demiyoruz, yetişsin benim adamım olsun. diyoruz. Benim adamım dendiği yerde şahsiyet yozlaşması başlar. Benim olmasın, yetişsin adam olsun, memlekete, millete, insanlığa, ümmete adam olsun. Düşüncesi kabul görmüş olmalıdır. Diğer taraftan herkes kendini bir kavgada hissettiği için, kavgada olduğunu kabul ettiği için böyle düşünüyor. İnşallah bunları aşacağız. Yazıyla, romanla, hikâye ile yazmakla, ecdada bağlı olduğumuzu ortaya koymakla. HB-Ecdada bağlı olabilmek için ecdadı iyi tanımak gerekiyor. Peki, sizce, tarihimiz nasıl öğretmeliyiz? MNÖ-Tarihimizi samimiyetle ele aldığımız kanaatinde değilim. Samimi bir şekilde tarihe bakan günümüz ilim adamlarında bir Ziya Nur Aksun var. Dili ağırdır, eskidir, yinede okumak gerekir. Hami Bey misal, iyi bir tarihçidir ama Türkçü ideoloji ile tarihimize bakar. Devşirmeleri orduya aldı, orduyu bozdu diye Fatih i suçlar. Bugünkü bakış açımızla, ideolojimizle, tarihe gitmemeliyiz. O günkü şartlara göre tarihi değerlendirmeliyiz. Kafamız boş olarak o güne gidersek bugünden yani kafandan bir şey bulamamış olursun. Bizim tarihimizi Avrupa yazıyor biz onlardan kopya çekiyoruz. İlim hasbîdir, yani bir gaye gütmeden yapılır. Tarih bilimi için bu yanlıştır. Misal; De Grot (tarihçi) bizim eski tarihimizi öğrenmek, araştırmak için, Çin e gitmiştir. Çin de kırk yıl kalmıştır. Çin salnamelerinden Göktürkleri, Hunları, Uygurları araştırmış ve yazmıştır. Şimdi De Grot un kafasının bir köşesinde ileride Alman milletine faydasını olacağını düşünmese kırk senesini oraya gidip harcamazdı Bu yüzden, ilmi yapan bir gün gelecek bu ilim bir işe yarayacaktır diye bir amaç güdecektir. Türk tarihi ile ilgilenen tüm Avrupalı tarihçilerin bir amacı vardır; Türkleri tarihlerinden soğutmak. Şimdi tarihimizde bir el geziniyor, tarihimizi mirasından koparmak, kendi arzu ettikleri mecrada yönetmek için. Böyle bir ortamda sen ne öğrenebilirsin? Biz bu tarihi yeniden inşa etmeliyiz, bu tarihi 302

321 rayına oturtmak için ve bundan sosyolojiyi, sosyal psikolojiyi oluşturmak için. Tarih olmadan sosyoloji olmaz. Bizim işimiz çok zor. Bir enstitü kurmak gerekir. Bir kişinin yapacağı bir şey değil. İmkân ve idrak meselesi. Bizim milletin başına gelenler başka milletlerin başına gelseydi çoktan yok olurdu. Ama bu millet, düştüğü yerden kalkmış, demek ki bu millette yaşam gücü var, bunu görünce insan şevke geliyor. HB-Hocam biraz önce gizli bir elden bahsettiniz. Gizli ve derin olan sadece tarihimizde değil sanırım. Derin devlet denilen gizli bir el var mıdır? Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir acaba? MNÖ-Şimdi dünyanın her devletinde bir derin devlet vardır. Fakat bu derin devlet her memlekette emniyet vanasıdır. O milletle derin devlet arasında bir doku birliği vardır. Bizde ise milletle derin devlet arasında bir doku uyuşmazlığı vardır. O derin devlet bizi kendine göre adam etmek istiyor, kendi kalıplarına göre. Yani şahsiyetimizden koparmak istiyor, felakette buradan başlıyor. O zaman derin devletin zihniyetini, tarihini ele alıp incelemek lazım, niye bunlar böyle düşünüyor diye. Bunları bilmeden Türkiye pek yol alamaz. HB- İsim verebilir misiniz? MNÖ-Benim bildiğim devletin bir MİT teşkilatı vardır. Bir genelkurmayı vardır. Bunları yönlendiren bazı düğmeler vardır. O zaman genelkurmay başkanlarını incelemek lazımdır. Kafa yapısını, soyunu sopunu bir araştırmak lazımdır. HB-Bu derin devlet o halde bize ait değil. MNÖ-Belki bizim coğrafyamızda büyümüş insanlar tarafından organize olmuş, dış dünyaya kapalı mı açık mı bunların da iyi tahlil edilmesi gerekir. Bununla birlikte, bizim anladığımız anlamda Müslüman, bizim anladığımız anlamda Türk değiller bunu görmekteyiz. 303

322 EK 3: M. Niyazi ile Görüşme (30 Ocak 2010) (Üsküdar-İstanbul) HB-Hocam, aileniz hakkında bilgi verir misiniz? MNÖ-Babam, Mehmed ( ). Tüm Akyazı nın mahkemesi, hürmet gören, herkesin sevip saydığı bir insandı. Onu altı yaşında iken kaybettim. Annem, Fatma Hanım ( ) Anadolu kadınıydı. Ailesine vefası tamdı, hizmeti kemaliyle yapardı. Dedemi hiç görmedim. Demirciymiş. Babaannemi evliya diye halk ziyaret edermiş. On beş kardeşiz ancak şu an altı kardeş hayatta. Hepsi esnaf, sanırım aile geleneği olsa gerek. Trabzon dan Sakarya ya öç etmiş bir Karadenizli ailenin çocuğuyum. HB-Göç hikâyesini anlatır mısınız? MNÖ-Trabzon coğrafi olarak dağlık bir yer. Tarla az, geçim sıkıntı. Demircilik yapan dedem, başka yerlere göç edenleri görüyor, muhtemelen o sıra Akyazı ya gelenle var, o da, Akyazı yı tercih ediyor. Önce kendisi geliyor, ailesini daha sonra getiriyor buraya. Dedemin kardeşleri orada kalmış, zamanla bağ kopmuş olsa da orada, ailenin büyük bir bölümü halen yaşamaktadır. Babam Trabzon da doğmuş, Sakarya ya geldiğinde altı yaşında imiş. HB-İlkokul yıllarını hatırlıyor musunuz? MNÖ-Ben küçükmüşüm, normal okul çağından önce gitmişim. Ağabeyimle gideyim diye. Babam benim için başaramaz demiş ama biz devam etmişiz. HB-O yıllarda Büyünce ne olacaksın? Sorusuna verdiğiniz cevap ne idi acaba, hatırlıyor musunuz? MNÖ-O günlerimi çok hatırlamıyorum ama lise yıllarında misal, petrol mühendisi olmak istiyordum. Öğretmenlerimden ilk öğretmenim Süreyya Demirkan diye bir adamdı. HB-Lise yıllarınız, Haydarpaşa Lisesi mezunusunuz? MNÖ- O yıllarda ilçelerde lise pek yoktu, okumak için İstanbul a gitmek gerekti. Okul yatılı idi, paralı yatılı olarak lisede okudum numaram 305 idi. 304

323 HB-Lise yılarında sizi etkileyen hocaların başında sanırım Bedriye Atsız geliyor? MNÖ-Evet, onun üzerimizde güçlü tesirleri vardı. Politik konuları konuşmazdı ama o bize tarihi sevdirdi. HB-Haydarpaşa Lisesi oldukça rağbet gören bir okuldu. Birçok meşhur olmuş öğrencisi vardı. MNÖ-Evet, misal ben Can Bartu ile aynı sınıfta okudum. HB-Sizi o yıllarda etkileyen ve düşünce dünyanızı şekillendiren başka kimler vardı? MNÖ-Mahir İz in sohbetlerine giderdik. O sohbetler, bizim düşünce dünyamızı etkilemiştir elbet. HB-Lise yıllarında unutamadığınız bir olay var mı? MNÖ-Çok fazla bir şey yok ama sarsan ve düşündüren bir olay vardır ki; o da, Adnan Menderes in asılmasıdır. Ben bu devletin bizim olduğuna inanmam. Belki iki yüz yıldan beri bize, müdahale eden kumandanlar gelmiştir. Tabi bu kumandanların çok sevilen bir adamı asmaları çok dokunmuştur bana. O acıyla birlikte yaşadım diyebilirim. HB-Lisede okurken amacınız ne idi, ne gibi bir hedefiniz vardı? MNÖ-O yıllarda belirli bir amacım, hedefim yoktu diyebilirim. Yani, Anadolu dan çıkıp gelmişim. Okuyup adam olmaya gelmiş bir öğrenciydim yani. O yıllarda ileride yazar olacağımı aklıma bile getirmezdim. HB-Niçin Hukuk Fakültesini seçtiniz? MNÖ-Aslında öyle özel bir sebebi yok. Ona kalacak olursa, mesela tarih okumadığıma hâlâ üzülürüm, yani yanlış yaptık, hayatımın en büyük yanlışı diyebilirim. Hukuk için kimse yönlendirmedi aslında. HB-Hukuk Fakültesine gelen Niyazi, ne olmak istiyordu, beklentisi ne idi? MNÖ-Hukuka geldiğimize göre bir yerde hâkim, savcı olmaktı herhalde. Yazarlığa başlamasaydım, kaymakam da olabilirdim. 305

324 HB-Fakülteye geldiniz, ilk tanıştığınız kişi kimdi? MNÖ-Kimseye tanışmadım desem yalan olmaz. Biz Haydarpaşa Lisesinden gelen arkadaşlarla birlikte dolaşırdık. Aynı grup devam ediyordu. On-on beş kişilik bir gruptu. HB-Kimler vardı o grupta? MNÖ-Yani öyle tanınmış kişiler değillerdi. Olaylara karışmayan arkadaşlardı. HB-O halde siz daha çok dersle ilgilenen öğrencilerdiniz? MNÖ-Tabi tabi, Hukuk Fakültesinde dersler ağırdı. Kitapları ağırdı. Mesela Ceza Hukuku kitabı, beş bin sayfa civarındaydı. Bir defa okusan hapı yuttun demekti. Yine idare hukuku dersi üç bin sayfaydı. HB-Ama siz bir şekilde öğrenci olaylarına karışmış oldunuz? MNÖ-Birileri ile tanışıp girmiş değildik. Menderes idam edildikten sonra, üniversitelerde öğrenci dernekleri, talebe cemiyetleri fonksiyonel olmuşlardı. Biz o cemiyetlerin Menderes in düşüncesine karşı olmayacak şekilde ele geçmesine ve yapılanmasına çalıştık, mesele budur. HB-Mesela Hukuk Fakültesi, Öğrenci Derneğindeki el değiştirme olayı nasıl oldu? MNÖ-Orada yapılan seçimler aracılığı ile seçimi kazanmaktı. Zorla olmuş bir şey yoktu yani, ben hiçbir zaman bu kongrelerde aday olmadım. O seçimde ben kongre başkanı oldum o kadar. HB Nisan olaylarını hatırlıyor musunuz? MNÖ-Hatırlıyorum ama biz onlara katılmadık. Ama onlar CHP nin, üniversitelerden bazı çevrelerin tezgâhı idi. Biz o tezgâhı görüyorduk ve kenarda seyrediyorduk. HB-Saflaşmalar yoğundu, ne hissediyordunuz? Çıkan olaylar sizi nasıl etkiliyordu? MNÖ-Şimdi benim olduğum yerde olay olmazdı. Benim arkadaşlarım kabadayı insanlardı. Yaman adamlardı. Biz üniversiteden çıktık- 306

325 tan sonra bu kavga dövüş olayları çoğaldı. Benimle birlikte Hüseyin Topçu, Dursun Ali vardı. Bunlardan bütün üniversite korkardı. O yüzden kavga dövüş bizde pek olmazdı. HB-Mitinglere katıldınız mı? MNÖ-Elbette mitinglere katıldığımız olmuştur. HB-Bu dönemdeki olaylar gençliği nasıl bir yöne soktu, nasıl etkiledi? MNÖ- Yani bunları çok kayda değer görmeyin, Dostluk, arkadaşlık hatırına yapılırdı çoğu şey. Çünkü tezgâhtı, gençlik ve gençliğin karıştığı bu olaylar, oyunun bir bölümünü oluşturuyordu. HB-Nasıl Bir tezgâhtı Hocam bu? MNÖ-Bizim gibi ülkelerde hep tezgâh olur. Bu güne kadar, hep tezgâhlar oldu. O günde vardı. O zaman, Türkiye daha zayıftı, kördü. HB-O günü tezgâhlayanlarla bu günü tezgâhlayanlar arasında fark var mı? MNÖ-Süper güç Amerika, İsrail gibi devletler. Zaman zaman etkileyenler ve şekiller değişmiş gibi oldu ama tezgâh devam etti. HB-Niye ısrarla bu topraklar? MNÖ-Başka topraklarda da oluyor elbet. Şimdi şu var ki; dünyada iki devlet olur, diğer devletler bu devletlerin yanında devlet olarak görülmezler bile. Bu devletlerde olanlar da büyük devletlerin işine geldiği gibi düzenlemek içindir. HB-İki devlet, iki güç, diğerleri bu güce uymak zorunda mı diyeceğiz? MNÖ-Şimdi bir örnek vereyim; Mesela Millî Mücadele deniyor. Bu hilafet ve saltanatı kaldırmak için, oynanan bir oyundur. Halk bunu bilmiyor. Ben 1918 yılında çizilmiş bir Türkiye Haritası gördüm. Cumhurbaşkanı Wilson çizmiş. Şimdiki sınırlar o zaman çizilmiş. Bu iç savaşla kamuoyunu yönlendirmek için fırsat bulunmuş oldu. 307

326 HB-Hocam tekrar üniversite yıllarına dönersek, MTTB hakkında ne dersiniz? MNÖ-Talebe cemiyetleri, birlikleri CHP karşıtlarının elindeymiş kırklı yıllarda. Daha sonra İnönü, talebe federasyonlarını kurdurmuş. TMTF, MTTB şeklinde her fakültede birlikler vardı. Fakülteden seçilen cemiyetler ve dernekler bu federasyon ve birliği oluşturuyordu kongreler vasıtasıyla. HB-Hür Hukuklular diye bir grup kurulmuş MNÖ-Kuruldu ama yani öyle büyük bir oluşum değildi. Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyetine yönetim hakkını kazansınlar diye kurulan gruplardan biriydi. HB-Hocam bu tür olaylardan dolayı hiç mahkemeye verildiğiniz oldu mu? MNÖ-Karakola gittim, mahkemeye çıktık ama hepsinden beraat ettik. Bu götürülüşler nümayişti. Kanunsuz yapılan yürüyüşler içindi. Adam vurma, hırsızlık yapma gibi bir olay olmadığı için kaldırımı fuzuli işgaliye cezası verilirdi, para cezası olarak verilirdi. Sonra bırakılıyorduk. Buna benzer olayları Dahiler ve Deliler romanımda da anlattım. HB-Dahiler ve Deliler demişken, Das Dava adında bir metin yazılmış, romanda doktrin diye bahsi geçiyor, içeriği nedir? MNÖ-Onu, Mu Mehmed dediğimiz bir ağabey vardı, o söylüyordu biz yazıyorduk. Halen vardır baskıları. İlk zamanlar paramız yoktu, teksir olarak bastık dağıttık, daha sonra kitap haline geldi. HB-Marmara Kıraathanesine gelişiniz nasıl oldu? MNÖ-Yani özel bir durum yok. Elimde kitaplar vardı, yağmur yağıyordu. Islanmasın diye tesadüfen o kıraathaneye girdim. Kitapları görünce iki adam talebe olduğuma kanaat getirmiş. Gel bakalım seni bir imtihan edelim dediler. Sonradan öğrendim ki, biri Mükrimin Halil, diğeri ise Emin Halil Çavlı imiş. Yağmur yağsın diye bekledim sonra. Oradaki konuşmalar çok dikkatimi çekti. Daha sonrada vakit buldukça uğramaya başladım. 308

327 HB-O yıllarda darbe, muhtıra gibi müdahaleler oluyordu. Siyasi çalkantılar dinmiyordu. Ne hissediyordunuz? MNÖ-İstanbul daydık işte. Yani ne hissedilecek, alışmış gibiydik. Yani darbe olmuş diyorlardı. Biz normal hayatımıza devam ediyorduk. Darbeler benim düşünce hayatımı öyle büyük oranda etkiledi diyemem. Tabi ama bunları, arkasında olanları görüyorum. Şimdi darbe olmuş deseler benim için sürpriz olmaz. HB-Hocam o yıllarda hangi kitaplar okunuyordu? MNÖ-Millî bilinçle yazılmış kitaplar azdı. Birde ben başka görüşlerden de okuyordum. Zaten hukuk kitapları oldukça vakit alıyordu. HB-O halde sıkı ve çalışkan bir öğrenciydiniz. MNÖ-Tabi tabi, önce derslere eğiliyorduk. HB-Peki takip edilen, görüşlerine başvurulan, arkasından gidilen kişiler kimlerdi? İdeal olarak benimsenen isimler var mıydı? MNÖ-Şimdi Peyami Safa akla gelebilir ama 1962 yılında ölmüştü. Pek arkasından gidildi denemez. Bir keresinde üniversiteden hocalar, onun hakkında Kullanılmış kafa! diye nümayiş yaptılar. Biz de lehinde bir açıklama yaptık. Gazetesine kadar gittik. Ben de bir çiçek vermiştim ona. Bunun dışında, Necip Fazıl a, Nihal Atsız a giderdik. Nurettin Topçu ya giderdik. Ankara ya gittik mi, Osman Yüksel Serdengeçti ye giderdik. Ben Mahir İz in yanına gitmeyi ihmal etmezdim. Bizim kesimin gittikleri daha çok bunlardı. HB-Yayınevlerinin durumu nasıldı Hocam? MNÖ-Pek yayınevi yoktu bu tarafta. Yağmur yayınevi vardı. Sadece Ali Fuat Başgil in Din ve Laiklik kitabıyla Demokrasi Yolunda diye kitaplarını bastılar. Bir de İhsan Bey, Cağaloğlu Kitapevini kurdu. Daha sonra biz Ötüken olarak arkadaşlarla çalışmaya başladık. HB-Basın, okunulan gazeteler hangileriydi? MNÖ-Yeni İstanbul okurduk. Orada Gökhan Evliyaoğulları, Ali Fuat Başgil okurduk. Sonra Son Havadis okuduk. 309

328 HB-Hangi hareketler ve oluşumlar vardı? MNÖ-Nurcular vardı ama kendi hallerinde idiler. Milliyetçiler Derneği vardı. O dernekte sohbetler olurdu. Ama bizi doyuran tatmin eden çok kişi yoktu. Yeniden Millî Mücadele diye hareket ve oluşumlar vardı. Ama ben bunları gençlik hevesi ile yapılmış işler olarak görüyordum. HB-Okulu bitirmeden askerlik görevinizi de yaptınız. MNÖ-Evet Kars ın Selim kazasında bir dağ köyünde öğretmen asker olarak tamamladım ve geri döndüm. Sonrası Almanya yılları. HB-Kaç yılıydı Almanya ya gidişiniz? MNÖ-1968 yılında gittim, 26 yaşındaydım. Tatillerde geliyordum sadece. Yirmi iki yıl kaldım orada. HB-Neden Almanya Hocam? MNÖ-Doktora yapmaya gittim. Daha doğrusu Devlet felsefesi nedir? Adını duyuyoruz da, nedir bu, nasıl bir şeydir? öğrenmeye gittim. Akademik kariyer için de değildi gidiş amacım. Yani bir nosyon kazanayım, felsefi bir derinliğim olsun diye amaçladım. Tarih nedir, tarih felsefesi nedir, bizim tarihimiz bize ne diyor? öğrenmeyi düşündüm. Tarihimiz nasıl öğrenmeli ve tarihimize nasıl bakmalıyız? Bunu öğrenebilir miyim diye düşünüyordum. HB-Çok net bir hedef ve ideal değil mi? MNÖ-Evet, hedefim buydu, hep bunların peşinde koştum. HB-Neden bu kadar uzun kaldınız? MNÖ-Yani burada yapacak ne vardı ki? Türkiye de yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Benim işim okumak, onlarda kütüphane daha muazzam. Orada okudum. Şimdi bile sağlığım el verse, yine okumak için giderim. Tercihim orası, kütüphaneden dolayı. HB-Kütüphane daha mı zengin orada? MNÖ-Tabi orada, dünyada çıkan tüm yayınların geldiği kütüphaneler var. Her dilde Osmanlıca kaynak bile bulma mümkün. 310

329 HB-Çeyrek asra yakın kalmışsınız, çok şey yazdırmış size MNÖ-Evet, Varolmak Kavgası, İki Dünya Arasında, Hikâyeler, İslam Devlet Felsefesi, Tarih Felsefesi kitaplarını notlarını hep orada yazdım, topladım. HB-Almanya dan dönüşte bir ticaret girişiminiz olmuş MNÖ-O zaman modaydı, şirket kurmak, fabrika kurmak. İşçiler ve Anadolu dan insanlarla biz de bir araya geldik. Bir süt fabrikası kurduk; Yonca Süt Fabrikası. Mükemmel bir alt yapı ve tesis kuruldu. Kurulma aşamasında on sekiz milyon dokuz yüz bin lira kredi kullanılmış. Fabrika bir yıl çalıştı. Fabrika dokuz milyon dokuz yüz bin lirasını ödedi. Dokuz milyon borcu kaldı. Hükümet bir kur farkı çıkardı. Bir sabah kalktık, borç bu kur farkından dolayı yetmiş iki milyon olmuş. Faizi %9 iken, Demirel gelince %35 e çıkardı. Hal böyle olunca fabrika iflas etti. Tabi, sadece bizim değil, bizim gibi tüm fabrikaların durumu böyle oldu. İki fabrika kurtardı, bunlardan birisi Vehbi Koç un Asil Çelik Fabrikası ki, borçları on dokuz milyar civarındaydı. Devlet üstlendi bu borçları. Diğeri Sabancı nın Lassa sı idi. Ben başbakan Ecevit in yanına gittim. Ya siz, ya devlet batacak, çaresi yok dedi. HB-Şirket ve fabrika holding halini bile almıştı değil mi? MNÖ-Evet tabi, yani kontrol edilebilsin diye. Biz Almanya dayız, topladığımız paraları Sakarya Holding vasıtası ile aktarıyorduk. Holdingin sermayesi altmış milyon liraydı. Kırk beş milyonu holdingin, on beş milyonu Devlet İşçi Sanayi Yatırım Bankasınındı (DESİYAB). Maksat devletin murakıpları fabrikayı kontrol etsinler içindi. HB-Devam edebilseydiniz MNÖ-Yani evet, çok iyi olurdu. Ama zaten bu bir operasyondu, devleti kullanarak, Yahudilerin tezgâhladığı bir operasyondu. Ama anlatamadık tabi. HB-Hocam, yayınevi kurma çalışmalarınız üniversite yıllarında başlamıştı değil mi? MNÖ-Şimdi bizden önce Özer Revanoğlu, Ahmet Nur Yüksel birlikte Yaprak Kitapevini kumuşlar. Biz yayınevi kurmaya kalkınca de- 311

330 diler ki bize, Ortak olalım birlikte çalışalım. Biz üç arkadaş bir araya gelmiştik, Rasim Cinisli, Nevzat Kösoğlu ve ben. Yayınevi nasıl kurulur, nasıl işletilir, nasıl kitap basılır bilmiyoruz. Bir kitap bastık, paramız bitti. Bastığımız kitap masrafı kadar satmadı. Rasim, başladı mızıkçılık yapmaya, Babam para göndermiyor diye. Parasını verdik gitti o. N. Kösoğlu beş bin lira getirebilmişti. Onun da parasını verdik. Ama Nevzat, yayınevine sahip çıktı. Ben Almanya ya giderken bu Nurhan Alpay, Sabah Gazetesinde çalışıyordu. Gazetenin sahibi, Muammer Topbaş, işten çıkarmış, Nurhan ı. Nevzat o sıra Ankara da, Nurhan ı bana gönderdi, Ona iş bulabilir misin? diye. Bende Almanya ya gitmek üzereydim, yayınevinin başında kalacak birini arıyorduk, Nurhan ı uygun bulduk ve o işin başına geçmiş oldu. HB-Kuruluş yılı kaçtı Hocam? MNÖ-1964 yılında kuruldu yılında da anonim şirket haline geldi. Yaprak Kitapevi tasfiye olmuş oldu. Amaç kâr etmek filan değildi. Dinî ve millî kitaplar basmaktı. HB-Bu niyet ve amaç size yol açmış olmalı? Zorluk çektiniz sanırım. MNÖ-Elbette. Niyetimiz bu olunca yola devam edebildik belki de. Babamın katkısını unutmamak lazım, öyle ki, ben Almanya ya giderken on iki kitap vardı. Peyami nin kitapları vardı. Zor zamanlardı ama vefa duygusunun yoğun olduğu, muhabbetli günlerdi. Amaç hizmet etmek olunca bunlara katlanmak daha kolay oldu. Şimdiki gibi değildi, imkânlar kısıtlıydı, baskı bu kadar gelişmemişti. Tashihler, baskıya hazırlamalar süresince oldukça meşakkatli durumlar yaşanırdı. HB-Yayınevinin adı Ötüken oldu, isim babası kimdi? MNÖ-Nevzat tı sanırım. İşte isim düşünüyoruz. Muhtemel ki, Nevzat uygun görmüştür, bir yerlerden aklına gelmiştir. O daha Türkçüydü. Bana kalsa Ötüken koymazdım. İdeoloji kokmayan isimleri tercih ederdim. Ama teklifle de karşı çıkmadım öylelikle ismi belirlenmiş oldu. 312

331 HB-Yayınevinin amblemi nasıl oluştu? MNÖ-Özer Revanoğlu nun kardeşi Can vardı. Rahmetli oldu. O bir kitabın kapağında üç tuğ kullanmış, sonraki kitaplarda da kullanılmaya başlanınca imge olarak kaldı. HB-İşler nasıl yürüyordu? En çok çekilen problem neydi misal? MNÖ-Zor ve ağır şartlar vardı. Ancak hizmet olsun diye katlanıldı zorluklara. Amatör ruhla ve hevesle uğraşılıyordu. Yani sadece biz değil diğer çalışmalarda sıkıntı çekiyordu. Misal, Şevket Eygi, Yeni İstiklal diye bir dergi çıkartıyordu. Bizim arkadaşlar dergiye yardım olsun diye, parası olmayınca postalama işlerini yapıyorlardı. Yani az adam vardı ama hepsi idealist insanlardı. HB-Yazarlığınız, yayıncılığınızdan daha sonra başlamış diyebiliriz o halde. MNÖ-Şimdi ben Almanya da iken Nurhan bana bir mektup yazdı. Yayınevinin durumu iyi değil, iyi görünmüyor, tasfiye edelim diyordu. O sıralar basılacak iki kitap vardı. Dedim ki Bu iki kitap basılsın, duruma bakalım, daha sonra bunlar tutmazsa düşünürüz. Bunlardan biri Necip Fazıl ın Menderes kitabı, Adnan Menderes ile ilgili. Diğeri ise benim yazdığım Varolmak Kavgası idi. Hatta bu kitapların masrafını ben finanse edeyim, dedim. HB-Yani kendi kitabınıza kendiniz finansör oldunuz MNÖ-Tabi tabi, aynen öyle. Yani Ötüken bunlarla yürümezse daha sonra kapatalım dedim ben. Nurhan, Necip Fazıl ın yazdığı kitaptan ümitli idi. Ben ise Varolmak Kavgası ndan ümitliydim. Yani eğer bunlar satmazsa kapatacaktık yayınevini. Varolmak Kavgası, üç ciltlik bir kitaptı. Bir iki ay içinde beş bin satınca tekrar baskıya girdi. Üç baskı yaptı. Böylelikle yayınevi kurtuldu. HB-Yani Varolmak Kavgası Ötüken Yayınevinin yeniden doğuşu oldu. 313

332 MNÖ-Tabi tabi, kapatıyorduk yani, Varolmak Kavgası olmasa kapanacaktı. O kitabında finansını ben karşılamıştım. O günlerden bu günlere Ötüken aynı gaye ile devam ederek geldi ve halen devam ediyor. HB-Varolmak Kavgası ndan neden bu kadar ümitliydiniz? MNÖ-Şimdi ben Türk okuyucusunu tanıyorum. Kendim de kitap okuduğum için biliyordum tutacağını. Çünkü İmam Hatip Okulları bu toplum için çok değerli ve önemliydi. Çünkü buradaki insanlar her iki yönü de bilen insanlardır. HB-Daha önce yazdığınız gazete ve dergiler hakkında ne dersiniz? MNÖ-Tek tük yazdığım dergiler vardı. Zaman da yazarken Tercüman da da yazdım bir müddet. Akyazılı Sedat Peker vardı sahibi. Üç ay yazdım orada, Nazif Okumuş vardı başında. Ufuk Çizgisi diye bir dergi vardı. Ona yazdım. Yani aslında kim para vermiyorsa ona yazdım. Para verse bize gelmez zaten o. HB-Gazetede yazmaya başlamanız nasıl oldu? MNÖ-Tabi, zor zamanlar oldu. Bir ara ben, parasız kalmıştım, sıkıntıya düşmüştüm. Şevket Eygi, gazetenin başına gelmişti, Ertuğrul Düzdağ, bana Yazar mısın? dedi. Ben de Yazayım dedim, bu şekilde başlamış olduk. Sonra Eygi ayrıldı. Zaman dakiler yazma demediler. Ben de yazmaya devam ettim. Yirmi yılı geçti yazmaya başlayalı. Gazeteye daha iki defa gittim. Haftada birkaç gün yazabilirdim ama ben bir defa yazmayı tercih ettim. Ben yazıyı kalemle yazıyorum, yeğenim Konuralp bilgisayar ortamına aktarıp yazıyı ulaştırıyor. HB-Gazete para veriyor mu Hocam? MNÖ-Veriyor evet, ne kadar olduğunu bilmiyorum. Ama bir hesap var oraya yatıyor. İki üç ayda bir denk geldikçe bakıyorum yatmış. HB-Televizyon programları yapmaya başladınız, bu arada MNÖ-Mehtap televizyonunda program yapıyorum. Yüz programı aştık. Medeniyetimiz hakkında dilimiz döndüğünce, önemli gördüğü- 314

333 müz köşe taşları kişileri anlatıyoruz. Televizyonda yaptığım konuşmalar radyoda da yayınlanıyor. HB-Televizyon mu, gazetede yazmak mı? Hangisi tercihiniz? MNÖ-Şimdi televizyon zor, vakit ayırmak gerekiyor. Teknik birçok detay var. Program yaptığım kanal da zorluklarla çalışıyor. Benim yaptığım bir saatlik program için birçok iş ve uğraş yapılması gerekiyor. Yinede çok mesuliyetli iş, vebali fazla. HB- Bir medya kuruluşunda bulunması gereken özellikler ne olmalıdır? MNÖ-Yani ilk ve en önemli nokta; millî olmalıdır. Her bakımdan millî olmalıdır. HB-Hocam, günlük hayatınız nasıldır, nasıl geçer? MNÖ-Yani çok fazla bir şey yok. Kütüphaneye geliyorum öğleden önce, çalışıyorum. Eve dönüp aldığım notları düzeltiyorum. Yani aslında tek kelime ile ifade edilecekse, yalnızım. 315

334 EK 4: M. Niyazi ile Görüşme (30 Ocak 2010) (2.Görüşme, Üsküdar-İstanbul ) HB- Sayın Hocam, Doğunun Ölümsüz Çocuğu isimli romanınız hakkında kısa bir bilgi verir misiniz? Son kitabınızdı, anlatılanlar kendi hikâyeniz mi? MNÖ-Şimdi o kitapta anlatılanlarla, İki Dünya Arasında adlı romandaki olayları birleştirirseniz benim hikâyem çıkar ortaya. Söylenen sözler, oynanan oyunlar ortaya çıkmıştır. Kitap okununca görülecektir, aslında oraya giden birçok kişinin içine düştüğü olayları göstermiş olduk. Tabi, bu arada bizim de yaşadığımız süreç anlatılmış oldu. HB- Zihin ve düşünce dünyanızı etkileyen, şekillendiren kişiler kimlerdir? Bu kişilerin ortak özellikleri ne idi ve bu kişiler hangi düşünce yapısına sahipti? MNÖ-Nihal Atsız, Necip Fazıl, Peyami Safa, Mahir İz, Osman Yüksel Serdengeçti; bu isimleri sayabilirim. Tarih şuuru olan insanlar. Kimisi daha dindar, kimisi ırkçı, ama hepsi bir yelpazenin içinde bulunan insanlar. Yani hepsi, millet adına endişe duyuyorlar. Hepsinin kendi dünyalarında farklı nitelik ve yönleri var ama hepsinin derdi bu millet, bu topraklar. HB- Hocam, kitaplarınızdan Türk Devlet Felsefesi gibi kitaplar üniversitede kaynak ders kitabı olarak okutuluyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Tarih felsefesi bakımından oldukça önemli bir adım olarak görmek mümkün değil mi? MNÖ-Ben yazdım ama okumak okuyucuya kaldı. Yinede pek kimsenin umurunda olmuyor. Etkisi ve geri dönüşünde beklediğimiz tepki olmuyor. HB- Hocam, İslamcılık-Türkçülük-Batıcılık gibi fikir akımları bu ülkede çok tartışıldı. Bu akımların sonu ne olmuştur? Sizin eserlerinizden sizin millet ve medeniyet kavramlarına çok önem verdiğiniz anlaşılmakta. Peyami Safa da da bu üç akımın milliyetçilik ve mede- 316

335 niyetçilik fikirlerinde birleştiği kanaati görülebiliyor. Siz de bu kanaati taşıyor musunuz? MNÖ-Peyami Safa, belli bir süre Batıcıdır. Medeniyeti iki tane görür; Batı medeniyeti, Arap medeniyeti. Ben öyle görmüyorum. Bizim medeniyetimiz; kendi dünyamız, dinimiz, vicdanımızdan gelişip ürettiklerimizdir. Bu medeniyetler canlı olursa, yabancı medeniyetler de canlı, diri ise eksiklerini tamamlar. Medeniyet kendini tamamlar. Millette canlı bir hayata kavuşur. Benim kanaatim bu. Ama bu kanaatin oluşumunda bile, Peyami nin ki ile örtüşmese de onun etkisi ve payı vardır. Medeniyette ırkı öne çıkaramazsın ama yok da sayamazsın. Tarihi de öne çıkarmazsın ama yok da saymazsın. Bunların hepsinin bir payı vardır. İnanç bakımından Müslüman ız ama Arap tan farklı yönlerimiz var. Bu Arap ın boğazını sıkalım değil elbet. Her medeniyet, canlı bir organizma gibidir. Eğer çağın ilimleri bir medeniyette eksikse bu medeniyet insanına coşku vermez. Yani nasıl yeşil otlar doğayı kendine çekerse bir medeniyette insanı öyle kendine çeker. Bizi o medeniyetten kimse koparamaz. Ama çağın ilimleri ile dokunmamış bir medeniyet hayatın dışına doğru itildiği için insanın gözünde miadı dolmuş gibidir. Onlardan farkım bunlardır benim. HB-Türk medeniyetini bizler durmuş gibi mi görüyoruz? MNÖ-Ben durmuş gibi görmüyorum da, Türkiye yi kuranlar durmuş gibi görüyor, işi bitmiş görüyor. Batılılaşıyor, başka yollar arıyor. Ben medeniyetimizi durmuş gibi görmüyorum. Şimdi Batıdan almamız gereken hususlar var. Onu aldığımız zaman medeniyetimizin kendini tazeleyeceği kanaatindeyim ben. HB-Problem, alınması gerekenlerin ne olduğunu ayırt edememektir diyebilir miyiz? MNÖ-Alınanın ne olduğu da önemlidir elbet. İlim almak zordur. Onunla uğraşmak, hayatını vermek lazımdır. Ama zihniyet almak kolaydır. Zihniyete teslim olursun, tamamdır. Bizim zaten ilim almak 317

336 diye bir derdimiz olmamış ki. Zihniyet almışız, dans etmek gibi. Biz işin tersini yapıyoruz. Yani birçok işimizin ters olduğu gibi işte HB-Hocam, başka bir konuya geçelim dilerseniz. Varolmak Kavgası romanınızda, kör ve topallar için hayır çiftlikleri açılmalı diyorsunuz. Buna benzer başka toplumsal projeleriniz var mı? Neler yapılabilir? MNÖ-Şimdi tekrar belirtmek gerekirse, o romanda, özünü anlatmak istediğimiz şey şu idi; İmam Hatip Okulları, bizim medeniyetimizi, bizim ıstılahlarımızı daha iyi biliyorlar. Daha ağırbaşlı oluyorlar. Modern ilimlere daha yakın oluyorlar. Bunlar resmî ideoloji ve büyük basın tarafından horlanıyorlar. Bunlara hem sahip çıkmak hem ideal vermek amacıyla bu çalışmayı yaptım, romanlarını yazdım. Bu kitapta, sosyal devlet olmanın gerekliliği bazı örneklerde yer almıştır. Yani asıl olanın insanın, insanı istismar etmemesidir. Bir insanın fiziki durumundan dolayı yok sayılmaması gerekliliğine vurgu yapmaktı amaç. Böyle bir proje ile insan onuru ve erdemiyle çalışma fırsatını yakalamış olacaktır. Yani dinlenmek yerine kendi çalışarak hayatına devam edecektir. HB- Yazılarınızda kitaplarınızda sıklıkla İki yüz yıldır yuvarlanmadık uçurum bırakmadık! ifadesini kullanıyorsunuz. Bu tarih ne zaman ve hangi olayla başlıyor. Çıkış yolları nelerdir? MNÖ-1780 li yıllardan itibaren başlamıştır. Batı kaynaklı inkılâplar başlamıştır. Evvela askeriyeden başlayarak yıkılma, geriye gidiş başlamıştır. Çünkü dikkatlice bakılırsa biz onlara mağlup olmaya başlıyoruz. Bir defa çağın imkânlarını ilimlerini ele geçireceksin. Başka türlü çıkma şansın yok. Avrupalılar bizim ilimlerimizi ele aldılar, bu seviyeye geldiler. Diğer bir husus kendi tarihini bileceksin. Biz tarihimizi bilmiyoruz. Tarihi dinden ayıramazsın. Vicdan dinle olur. İnsanı yönlendiren vicdandır. Bu noktayı dikkate almazsan tarihi çözemezsin. 318

337 Bizim yazdıklarımızın hepsi mekanik tarihtir. Tarih emperyalizmin anahtarıdır. Nasıl bir anahtardır? Misal; İlkçağ ne zaman bitmiştir? Tarihçilere göre, Roma nın ikiye bölünmesi ve Batı Roma nın yıkılmasıdır. Peki, dört yüzlü yıllarda televizyon, gazete, radyo var mıydı? Roma nın varlığından Çinlinin haberi yoktu, Hindistan ın haberi yoktu. Ama bu tarih Avrupa için önemli bir tarihtir. Avrupa bu tarihin insanlık için olduğunu kabul ediyor. Ortaçağ nasıl sona eriyor? İstanbul un fethi, Ümit Burnu nun keşfi, peki, bundan Afrikalının haberi var mı? Avrupa bu tarihin insanlığa mal olduğunu kabul ettiriyorlar. Yani, insanlığın tarihi imiş gibi gösteriyorlar. Tarih insanlığın hafızasıdır. Hafızasını ele geçirdin mi, insanlığın geleceğini kurgularsın, iş bitmiştir. Yani benim kavgam o. Her yazımda, her konuşmamda, kitaplarımda buna değiniyorum. Ama kimsenin umurunda değil. Ben bizim milletin bir şey öğrenme miadının geçtiğine kanaatindeyim. Ne anlatırsan anlat o bildiğini okur. Bir şey öğrenme kapasitesi kalmamış. Bu milletin üzerinde öyle büyük bir önyargı baskısı, öyle kuvvetli bir bombardıman var ki, kafasındaki harç donmuş. HB-Bu harcın donmuş olması ilk adımı atmamıza engel oluyor diyebilir miyiz? MNÖ-Bizim milletimiz enteresan bir millettir. Her zaman kendisine bir yol bulmuştur. Bu milletin başına gelen felaketler başka milletlerin başına gelseydi çoktan yok olup gitmişlerdi. Ama yinede ben şu anda, bizim milletimizin bir şey öğrenmediği kanaatindeyim. Misal; İslam Devlet Felsefesi kitabımız. Şimdi bu konuda herkes konuşuyor ama derinliğine bilmeden, öğrenilmeden konuşulunca, kitabımızı okuyanlarda özellikle bu kesimden olumlu tepki vermiyorlar. Ancak ilginç bir olay yaşadım. Beni bir gün bir kadın aradı. Beyazıt Kütüphanesine geldi. Elini öpmek istiyorum dedi. Hayırdır, dedim. Dedi ki; Ben bir kurumun hukuk danışmanıyım. Koyu bir İslam düşmanıydım. Bu düşmanlığım devlet telakkisi ile ilgili idi. Sizin kitabı- 319

338 nızı (İslam Devlet Felsefesi) okudum. Bir şey bilmediğime kani oldum ve fikirlerim değişti. HB- Kürt meselesine bakışınız nasıldır? Osmanlı için Kürt ne anlama geliyordu? Bugün neden onlar üzerinden bir oyun oynanmaktadır? MNÖ-Osmanlının ırk meselesi olmadı, olmazdı. Devlete İslam dini yön veriyordu. İslam bir insana ırkından dolayı farklı yaklaşmaz. Irk bir kaderdir. Osmanlı bir insanın kaderi ile uğraşmaz. Tercihleri ile uğraşır. Benim bu konuda yazdığım bir mektup var. Turgut Özal a yazılmış bir mektup idi. Millet ve Milliyetçilik adlı kitaba ek olarak koyduk o mektubu. O ek mektubun bir parçasıdır. Oraya bakılırsa ilginç bilgilere ulaşılacaktır. HB-Peki, oyun neden onların üzerinde oynanıyor acaba? MNÖ-Seni bölecekler, niye Bulgarların üzerinde oynamıyorlar? Onlar bitecek olsa Karadenizlilerin üzerinde oynanacak. Bu böyledir. Tarih şuuru olmadığı müddetçe çözüm zordur. Şu noktayı unutmamak lazımdır; slogan milliyetçilik bölücülüktür. Böyle yaklaşılırsa birisi ben Türk üm der demez diğeri ben Çerkez im, öteki Kürt üm der. Türkçülüğü, metafizik derinlikle, tarihi boyutla, sosyolojik vakıalarla izah edersen bütünleştirici olursun. Bugün MHP nin metafizik boyutu yoktur, tarihi boyutu yoktur, sosyolojik boyutu yoktur. Türkiye bu problemi, ilimle, kültürle çözebilir. Ne Türk, tarihini, ne Kürt, tarihini biliyor. İlk Türk lügati, 1890 larda yapılmıştır kelimeliktir. Petersburg dadır Türkmence, 2200 Farsça, yani dilin nende farklı olduğunu iyi anlamak lazımdır. Selçuklu Devletinde uzun yıllar devletin kayıtları, Arapça olarak tutulmuştur. Sonra Farsça tutulmuş. Camide Arapça konuşuluyor, evde Türkçe konuşuluyor. Şimdi hiçbir millet saf değildir. Bunların arasında Ermeni-Mervani kökenli olanlar var. Onlar kendilerini biliyorlar. Bu işi tezgâhlayanlar onlardır. Bu tezgâhın işlemesinde rolün büyüğü onlarındır. Hatta Türkeş in konuşmasını hatırlıyorum; Öcalan Ermenidir diye. Doğrudur. Mervani kökenlidir yani. Bu noktaları kaçırmamak lazımdır yani 320

339 HB-Anlıyorum Hocam. Başka bir konu açalım Hocam. Aydınımızın ve gençlerimizin okuyacağı millî kültür ve fikir yazarları ve kitapları nelerdir? MNÖ-Peyami Safa, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Nihal Atsız gibi yazarlar okunmalıdır. Roman okunacak olunursa Peyami den başkasını tanımam. Reşat Nuri nin Çalıkuşu, İnce Mehmed, Tarık Buğra nın Küçük Ağa romanları aklıma geliyor. Birde tarihi roman konusu var ki, veballi iştir. Bana göre, metafiziği olmayan insanın sanatı olmaz. Türkiye de doğup, Batıcı olanın sanatı olmaz. Bir konuyu yazarken, o meselenin ruh derinliğine ineceksin, yaşayacaksın. HB-Bu konu açılmışken, Elif şafak ın Aşk adlı romanını okudunuz mu? Aynı konuda bir roman yazmayı düşünüyordunuz. Bu konuyu ele alan bir roman yazacak mısınız? MNÖ-Yani onlar yazamazlar bu romanı. Elif Şafak, dizini kırar, Mevleviliği okur, tarikatları okur, İslamiyet i okur, yaşar, ruhunda hisseder, ondan sonra yazabilir. Ama şimdi yazamaz. Mümkün değil. Bunların ağa babaları da yazamaz. Mesela ben şimdi Plevne ile ilgili romanı yazıyorum. Savaşı gün gün yaşıyorum. Şu anda bile kafamda harp ediyorum ben. Silah seslerini duyuyorum. Bu derinliği yakalamak için uğraş veriyorum. Ayrıca, savaş romanı yazmak zordur. HB- Hocam kendinizi herhangi bir düşünce akımında görüyor musunuz? Ya da kendi düşünce yapınızı nasıl isimlendirirsiniz? MNÖ-Şimdi ben ülkücü olarak geldim. Fakat benim için her zaman ölçülerim İslami dir. Hiçbir zaman birini Türk değildir diye hor görmemişimdir, suçlamamışımdır. Her milletten arkadaşlarım vardır. Şimdi bu durumda milliyetçi gibi görünebilirim ama benim milliyetçilik anlayışım dinden bağımsız değildir. Misal Türkeş gibi değildir yani. İnsan hayatını etkileyen faktörler vardır. İnsan hayatı sabit değildir. Değişir sürekli. Diyorsan ki, insan hayatını etkileyen dindir, üm- 321

340 mettir. O zaman sen ümmetçisin. İnsan hayatını değiştiren, aristokratlar ve bunların yön verdiği ilimlerdir dersen, o zaman sen, aristokratsın. İnsan hayatını etkileyen sadece emektir diyorsan, sen o zaman komünistsin. Oysa tarihe baktığımız zaman, insan hayatını değiştiren millettir. Şimdi bir örnek vereyim; İngilizler, tarihi tekâmülünü bir adada gerçekleştirdiler. Adanın imkânları kıtalara göre daha sınırlıdır. Ama İngilizler de insandır. Dolayısı ile onların da ihtiyaçları sonsuzdur. Ama İngilizler bir adanın imkânları ile ihtiyaçları ile sonsuz ihtiyaçlarının karşılamak durumunda kaldıkları için son derece tutumludur. Bir insandan, bir eşyadan en fazla nasıl yararlanabileceklerinin, kar etmenin peşindedirler. Bundan ne doğmuştur? Modern iktisat ilmi doğmuştur. Bundan bütün insanlık istifade etmiştir. İngilizler tarihi tekâmülünü bir adada tamamlamış olmasaydı, emperyalizmi fişekleşemezlerdi. Emperyalizm gelişmeseydi, denizciliği geliştiremezlerdi. Diğer milletler içinde böyledir. Bakıyorsun Almanlar, sentezcidir. Fransızlar analizcidir. Biz ise devletçiyiz. Bugüne dek dünyadaki devlete dair tüm tekâmüller bizdendir. Kuvvetlerin bölünmesi, kuvvetler ayrılığı, hep bizim uygulamamızdır. Ama bunu Montesque ye, Rousse ya kaptırmışız. Bize de bir şey kalmamış, çünkü yaptığını izah edemiyorsun. Peygamberin uygulamalarında kuvvetler ayrılığını, istişareyi, meclisi bulmak mümkündür. Kuvvet, teşrii, kaza, icra; bunları biz okuyamamışız. Bunların hepsini Osmanlı da olduğunu görürsünüz. Osmanlı da bunun iki kaynağı var. Birisi Orta Asya, yani tarihî boyut, diğeri; Mekke ve Medine den gelen ruhî boyuttur. Ruhî boyut, gövdesini kendisine benzetmiştir, gövdesine şekil vermiştir. Yani milliyetçilik anlayışımızın böyle bir boyutu vardır. HB-Yani milletçi diyebilir miyiz? MNÖ-Evet, olabilir. 322

341 HB-Hocam, Türk Düşünce tarihi üzerine yapılan çalışmaları yeterli buluyor musunuz? MNÖ-Yeterli bulmuyorum, ben Türkiye de hiç bir şeyi yeterli bulmuyorum. HB- Birçok romanınız, roman kahramanının ölümü ile son buluyor. Ölüm sizde ne gibi bir derinliğe sahiptir? MNÖ-Evet, birkaç romanımızda son ölümle oluyor. Misal Doğunun Ölümsüz Çocuğu romanında ideali uğruna ölen biri var orada. Tabi sadece, fiziki ölüm değil, ideali uğruna feda edilebilecek şeyleri feda edebilme vardır. Abdulvahit Erdoğan; 27 Mayıstan sonra İstanbul Emniyet Müdürü oldu. Lakabı Kara Vahit idi. Sonra MHP il başkanı oldu. Sonra Das Davacı oldu. Dahiler ve Deliler romanında anlattığımız bunun öyküsü idi misal. HB-Hocam, Yeşil Gece, Vurun Kahpeye gibi yazdırılmış romanlar var. Size de içeriği belirlenerek bir roman yazma teklifi yapıldı mı? Böyle bir teklif gelmiş ise kim ve hangi konuda yazmanız istendi? Reddetmiş iseniz, yerinize bu proje kime teklif edildi ve hangi eser piyasaya sürüldü? MNÖ-Bu şekilde bir teklif yapılmadı ama Said Nursî ile ilgili bir teklif geldi. Ama ben kabul etmedim. Kendim Süleyman Hilmi Tuna ile ilgili bir roman yazayım diye düşündüm. Ama Kemal Kaçar, yazma dedi. Daha sonra tekrar yazmamı istediler fakat ben tarihi romanlara başlayınca vakit kalmadı, nasip olmadı. Bu tür kişiliklerin olaylara bakış açısını belirtmek için yazmak istedim. Süleyman Hilmi ile ilgili ön çalışmalar bile yapmıştım. Ama işte o dönem liderleri yazmasan iyi olur deyince yazmadık. Bu insanlar, ilk yıllarda, cumhuriyetin kuruluşunda çok mücadele ettiler. Cumhuriyet kurulunca bunlar bir kenara itildiler. Bu durumu, çektikleri acıyı anlatan bir roman yazmak iyi olur diye amaçlamıştım. 323

342 HB- Yalnızlık dâhilerin yurdudur diyorsunuz. Hocam bu cümleyi biraz açar mısınız? MNÖ-İnsan başkalarından çok şey öğrenir ama kendi imalatı olan ürünler daha çok yalnızken ortaya çıkmaktadır. Yalnızken daha üretken olabiliyor insan. O yüzden söylemişimdir. HB- Bugün gençliğin en büyük problemi nedir? Özlediği gençliğin özellikleri nelerdir? MNÖ-Uzunca cevaplandırılabilecek bir sorudur bu. Ancak tüm yazdıklarımızda, söylediklerimizde hep tarih şuuruna vurgu yapmışızdır. Tarih şuuruyla yola çıkmış, çağın ilimleriyle donanmış ve metafizik derinliğe sahip bir ruh dünyasıdır diyebiliriz. HB- Hocam Türkiye de gizli din taşıyanların olduğunu belirtiyorsunuz. Bunlar kimlerdir, hangi dindendirler. Ne tür oyunlar oynamaktadırlar? MNÖ-Dönmeler, gizli din sahibidirler. Onu kastediyorum. Bunları anlamak, tanımak güçtür. Misal, Nuri Bayır diye bir adam vardı milletvekili. Sonradan öğrendik ki, dönme imiş. Yani tabi bunlar, ülkenin kaderinde çok roller oynamışlar. Mesele budur. HB- Ülkede oynanan oyunların sebebi nedir? Ortaya çıkan darbe planları, çözülemeyen örgüt meseleleri, gibi konular ülkeyi nasıl etkiliyor? Bu oyunları hazırlayanlar kimlerdir? MNÖ-Aynı noktaya geliyoruz aslında. İlimden payımıza düşeni almadıkça, tarih şuuruna sahip olmadıkça, metafizik derinliğin önemini kavramadıkça bizim üzerimizde çok oyunlar oynanır. HB-Anlıyorum Hocam, başka bir soru ile konuyu değiştirelim. Analiz ve sentez tarihi nedir, neden yazılamadı? MNÖ-Biz tarihimiz dışarıdan kopya çekiyoruz. Eski tarihimizi Alman De Groth dan öğreniyor ve alıyoruz. Şimdi bizde ilim namusu diye bir ilke yok. Misal, Fuat Sezgin, ilim tarihi üzerine bir konferans verecekti. Tüm hepsini İlim Tarihi adlı bir kitaptan kopya çekmiştir. 324

343 Mesela İbn-i Sina, Harezmî, bunları hep Arap sayar. Kültür Bakanlığı kitabını bastı beş cilt ama hepsi aşırmadır. Bizim eski dönemimizi yazan Alman Tarihçi Groth dur. Orta dönemi yazan Alman Ulihstayn dır. Uygurlar, Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlı nın ilk dönemlerini yazan ise Hammer dir. (Hammer, 1529 da Kanuni nin Viyana yı kuşatması sırasında Viyana yı savunan albayın evinde büyümüştür, onun beslemesidir.) Yani bizde yazılanlar bu gibi tarihçilerden alınmadır. Bana sorarsan bizim millî tarihimiz arasını yazan Ahmet Cevdet Paşa nın yazdığıdır. Sonrasında olaylar çoğalmış ve matbuat gelişmiştir. Ama tarihimiz bıçak gibi kesilir. HB-Hocam, hikâyelerinizi topladığınız tek kitap Bayram Hediyesi dir. Kitaptaki hikâyelerin kahramanları gerçek mi? MNÖ-Elbette, onların hepsi gerçektir. Orada anlatılan insanlar azdır ve çok değerli insanlardır. HB- Hocam, Türk Tarih Felsefesi, kısaca nedir? Ne amacı gütmelidir? MNÖ-Tarih felsefesi, tarihin ne olduğunu anlamaktır. Bu işler nasıl, niye böyle oldu? Tarihi nasıl keşfedebilirim? sorularının cevabını bulmaktır. Sebep-sonuç ilişkilerini görebilmektir. Nereden geliyorum? sorusunun cevabını bilmek ve nereye gideceğim? tahminini yapabilmektir. Yani bir yol haritasıdır. Misal, Almanya yı kalkındıran Katolik inanıştı. O giderse yeni nesil, Almanya yı götürür. Bir milleti inşa eden metafizik duygu ve düşüncelerdir. Mesuliyet duygusu oradan gelir. 325

344 EK 5: M. Niyazi ile Görüşme (7 Nisan 2010) (Şanlıurfa) HB-Hocam, yazılarınızdan dolayı herhangi biriyle ya da devletle mahkeme süreci yaşadınız mı? MNÖ- Aziz Nesin le ilgili bir yazımdan dolayı bana dava açıldı. Bu dava sonucu bana, o günün parası ile iki milyon dört yüz elli bin liralık bir para cezası ve 9 ay 15 günlük bir hapis cezası verildi. Hapis cezası tecil edildi, parayı ödedik tabi. HB-Konu ne idi hocam? MNÖ-Aziz Nesin, hatırladığım kadarıyla, Ben Müslüman değilim, Hıristiyan da değilim. Öldüğümde beni bunların mezarlığına gömmesinler şeklinde bir ifade kullanmıştı. Ben de, Ben hayatta iken Aziz Nesin ölürse vasiyetini yerine getireceğim tarzında bir yazı yazmıştım. Bundan dolayı mahkemelik olmuştuk. HB-Devlet güçlerinin bir soruşturması oldu mu? MNÖ-28 Şubat sürecinde yazdığım yazılardan dolayı da bir dava açıldı ama o davadan bir şey çıkmadı. HB-Hocam hiç sansüre uğrayan yazınız oldu mu? MNÖ-Elbette, yüzlerce oldu. HB-Ne tür yazılardı? MNÖ-Tabi daha çok siyasi içerikli yazılar, gerçi yine siyasi içerikli yazılar yazıyoruz ama söylenenler ve içerik değişik olabiliyor. Tabi, onlarında kendilerine göre sebepleri vardır. HB-Şu an yazdığınız gazetede kültür sayfasında yer almanızın bununla ilgisi bulunabilir mi? MNÖ-Bilemiyorum tabi ama onları da herhangi bir töhmet altında bırakmak istemem. Ayrıca roman yazdığımızdan dolayı da kültür sayfasında yer vermiş olabilirler. HB-Almanya da birlikte çalıştığınız hocanızla ve üniversiteler ile irtibatınız devam ediyor mu? 326

345 MNÖ-Hocam hayatını kaybetti. Üniversite ile görüşmelerimiz devam ediyor elbette. Zaman zaman onlara makale gönderiyorum. Gerçi şu sıralar yazmakta olduğum Plevne konulu romandan dolayı araya biraz zaman girdi ama roman tamamlanınca tekrar ararlar görüşürüz onlarla. HB-Hocam romanlarınızda kendinizi canlandıran karaktere Ayhan adını veriyorsunuz? Özel bir nedeni var mı? MNÖ- Ayhan, şu an bir üniversite de doçent olarak çalışan yeğenimin adıdır. Kendisini severim, onun ismini bir kez kullandık ve öylece devam etti. HB-Hocam, herhangi bir parti çalışmasında bulundunuz mu? MNÖ- Ülkücülerle bağımız vardı. Herhangi bir partide bir yetkili olarak, yani bir il başkanı, partinin yönetimi gibi bir yerde bulunmadım. Ancak, onlarla fikir bağımız vardı, yakın dostlarımızdan Milliyetçi Hareket Partisinden aday olanlar vardı. Bu nedenlerden dolayı bir şekilde çalışmalarda bulunmuş olduk. Yani, elimize mikrofonu alıp, konuşma yaptığımız olmuştur. Konferanslarda görev almışızdır. HB-Alparslan Türkeş ile ilişkiniz var mıydı? MNÖ-Kendisi, ben Almanya da kalırken her yıl oraya gelir ve birkaç gün evimde kalırdı. Daha çok fikir düzeyinde bir bağ diyebilirim. HB-Şimdilerde politika ile ilgilenmeyi düşündünüz mü? MNÖ-Yok hayır, kesinlikle. Misal Tayyip Bey, şu anki partinin kuruluş aşamasında benden rica etti, gel birlikte kuralım, beraber çalışalım diye ama ben kabul etmedim. Bugüne kadar getirdiğimiz bir süreç var, başka partilerden dostlarımız var, kimsenin kalbine herhangi bir kuşku, şüphe, düşürmek istemem. Kendisine Kusura bakmayın eğer benimle ilgili bir şey olursa, yardım edebileceğim bir konu olursa dışarıdan yardım edeyim dedim. Şunu belirteyim tabi bu arada; Türkiye ile ilgili bir konu olursa ve millet menfaatine bir durum varsa istek kimden gelirse gelsin elimizden geleni yaparız. 327

346 HB-Hocam, Doğu Perinçek tarafından çıkarılan Aydınlık Dergisinde adınız geçti mi hiç? MNÖ-Ben o dönemlerde yurt dışında idim. Ancak yine de, komünistlerin ceplerindeki kâğıtlarda benim de adım yazıyordu. Bunu biliyordum ama dergide adım çıktı mı hatırlamıyorum. Fakat ben Almanya dan geldiğim zamanlar beni koruyorlardı. Gelip gidişimi takip ediyorlardı. HB-Kimler koruyordu Hocam? MNÖ-Devletin resmî güçleri. Ailemden giriş-çıkış tarihlerimi öğrenip, onlara da durumu söylemişler. Ben geldikçe etrafımda bir koruma oluyordu. HB-Neden böyle bir gereklilik olmuş olabilir? MNÖ-Yani tam olarak söylemek güç, yazdıklarımdan olabilir. Akyazı da verdiğim konferanslardan dolayı belki beni önemli biri sandılar. Tabi benim öyle bir talebim olmadı, haberim de yoktu. HB-Hocam askerliğinizi öğretmen olarak yaptınız. MNÖ-Üniversitede ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçtiğim yıllardı. O dönem böyle bir uygulama vardı. Yedek subay öğretmenlik diye. Bende ikiden üçe geçince, askerliğe gittim. İlk olarak Sivas ta Temeltepe adlı kışlada üç aylık bir eğitim aldıktan sonra, Kars ın Selim kazasına, oradan da bir dağ köyü olan Aşağı Damlapınar Köyü ne asker öğretmen olarak gittim. Orada iki yıl asker öğretmen olarak görev yaptım yılları arasıydı. Daha sonra teğmen olarak teskere alıp ayrıldım. HB-Hocam, özellikle günümüz insanı toplumun önünde olan tanınmış kişileri çeşitli grup ve akımlara ait görmekteler. O akımın sözcüsü gibi algılamaktalar. Bu yaklaşımın sebebi nedir? MNÖ-Parsellenmiş beyinlerle, parsellere ayrılmış düşüncelerle baktığımız için bunlardan kaçmak mümkün olmuyor. Bir kere biz millet, ümmet, kültür açılarından insanlığı değerlendirmeliyiz. Bu bakış açısını yakalayamazsak parsellenmiş kafalar değerlendirir her şeyi. 328

347 HB-Hocam, Türk Tarih Felsefesi isimli çalışmanızda devlet bursu ile yurt dışına giden milliyetçi muhafazakârlardan bahsediyorsunuz. Bunlar kimlerdir, örnek verebilir misiniz? MNÖ-İlk aklıma gelenler, Nurettin Topçu, Burhan Toprak, Remzi Özarı, Necip Fazıl gibi isimlerdir. HB-Peki Hocam, siz de kendinizi milliyetçi muhafazakâr olarak tanımlayabilir misiniz? MNÖ-Elbette öyleyimdir. HB-Hocam, aileniz Çepni Türklerinden değil mi? Yani Oğuz Han a kadar ulaşıyor. MNÖ-Evet, Çepni Türklerindendir ailem. Horasan bölgesinde yaşamışlar. Fatih Sultan Mehmet zamanında oradan Anadolu ya getirilmişler. Gelenlerden Sünnî Müslüman olanlar Karadeniz taraflarına yerleştirilmiş. 329

348

349 ÖZGEÇMİŞ Adı Soyadı: Hakan BAHÇECİ Doğum Yeri: Beyşehir Doğum Tarihi: Medeni Durumu: Evli Öğrenim Durumu Derece Okulun Adı Program Yer Yıl İlköğretim Cumhuriyet Beyşehir 1985 İlkokulu Ortaöğretim İmam Hatip Beyşehir 1988 Ortaokulu Lise İmam Hatip Beyşehir 1992 Lisesi Lisans İlahiyat İlahiyat Konya 1998 Fakültesi Yüksek Lisans Becerileri: İlgi Alanları: İş Deneyimi: Aldığı Ödüller: Hakkımda bilgi almak için önerebileceğim şahıslar: Eğitim, medya, teknoloji Tel: E-Posta: Adres T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü MEB bünyesinde 1998 yılından beri sınıf öğretmeni olarak görev yapmaktayım. Memuriyet hayatımda çeşitli tarihlerde aldığım takdir ve teşekkür belgeleri bulunmakta. Lokman Koyuncuoğlu (Gazeteci Tel: ). Galip Yıldırım (Kültür Bakanlığında Görevli Tel: ). Muammer Parlar (Konya Büyükşehir Belediyesi Yazı İşleri Daire Başkanı, Tel: ). hakanbahceci@mynet.com Hocacihan Hüseyin Yıldız İlköğretim Okulu Selçuklu- Konya 331

Necip Fazıl ın Yaşamındaki Düşünce Labirentleri - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

Necip Fazıl ın Yaşamındaki Düşünce Labirentleri - Genç Gelişim Kişisel Gelişim Yusuf Yeşilkaya www.yusufyesilkaya.com yusufyesilkaya@gmail.com 26 Mayıs 1904 tarihinde İstanbul Çemberlitaş ta dünyaya gelen Necip Fazıl, hem kültürlü hem de varlıklı bir ailenin çocuğudur. Dört-beş yaşında

Detaylı

Dünyayı Değiştiren İnsanlar

Dünyayı Değiştiren İnsanlar Dünyayı Değiştiren İnsanlar Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim,

Detaylı

İÇİNDEKİLER. 1. BÖLÜM İSLÂMCILIK VE YENİ İSLÂMCI AKIM Yeni İslamcı Akımın Entelektüel Zemini Olarak İslâmcılık...17 Yeni İslâmcı Akım...

İÇİNDEKİLER. 1. BÖLÜM İSLÂMCILIK VE YENİ İSLÂMCI AKIM Yeni İslamcı Akımın Entelektüel Zemini Olarak İslâmcılık...17 Yeni İslâmcı Akım... İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...5 GİRİŞ...9 1. BÖLÜM İSLÂMCILIK VE YENİ İSLÂMCI AKIM Yeni İslamcı Akımın Entelektüel Zemini Olarak İslâmcılık...17 Yeni İslâmcı Akım...38 3 2. BÖLÜM ÖNCÜLER Necip Fazıl Kısakürek ve

Detaylı

NECİP FAZIL KISAKÜREK

NECİP FAZIL KISAKÜREK NECİP FAZIL KISAKÜREK NECİP FAZIL KISAKÜREK kimdir? Necip fazıl kısakürekin ailesi ve çocukluk yılları. 1934e kadar yaşamı 1934-1943 yılları hayatı Büyük doğu cemiyeti 1960tan sonra yaşamı Siyasi fikirleri

Detaylı

Sayın Başkanım, Sayın Müdürüm, Protokolümüzün Değerli Mensupları, Çok kıymetli Hocalarım, Değerli Öğrenci Arkadaşlarım, Velilerimiz

Sayın Başkanım, Sayın Müdürüm, Protokolümüzün Değerli Mensupları, Çok kıymetli Hocalarım, Değerli Öğrenci Arkadaşlarım, Velilerimiz Sayın Başkanım, Sayın Müdürüm, Protokolümüzün Değerli Mensupları, Çok kıymetli Hocalarım, Değerli Öğrenci Arkadaşlarım, Velilerimiz ve Özellikle Canım Annem 1 Üniversite tercihlerini yaptığımız zaman,

Detaylı

T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük ATATÜRK Ü ETKİLEYEN OLAYLAR VE FİKİRLER

T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük ATATÜRK Ü ETKİLEYEN OLAYLAR VE FİKİRLER 1 1789 da gerçekleşen Fransız İhtilali ile hürriyet, eşitlik, adalet, milliyetçilik gibi akımlar yayılmış ve tüm dünyayı etkilemiştir. İmparatorluklar yıkılmış, meşruti yönetimler kurulmaya başlamıştır.

Detaylı

PROF. DR. ABDULLAH UÇMAN

PROF. DR. ABDULLAH UÇMAN PROF. DR. ABDULLAH UÇMAN İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü nden mezun olduktan (1972) sonra bir süre aynı bölümde kütüphane memurluğu yaptı (1974-1978). 1976 da Türk

Detaylı

Bölge Uzmanı Nihai Form

Bölge Uzmanı Nihai Form Bölge Uzmanı Nihai Form KİŞİSEL BİLGİLER Ad: Muhammed Enes Soyad: Akgün TC Kimlik No: 30701106244 Uyruk: Türk Cinsiyet: Erkek Doğum Yeri: Esenler Doğum Tarihi: 9/1/1997 Telefon: 5387780248 Eposta Adresi:

Detaylı

Bilim,Sevgi,Hoşgörü.

Bilim,Sevgi,Hoşgörü. Bilim,Sevgi,Hoşgörü. Mehmet Akif Ersoy 20 Aralık 1873 27 Aralık 1936 Mehmet Akif Ersoy, Türkiye Cumhuriyeti nin ulusal marşı olan İstiklal Marşı nın yazarıdır. Vatan Şairi olarak anılır. Yahya Kemal Beyatlı

Detaylı

Dünyayı Değiştiren İnsanlar

Dünyayı Değiştiren İnsanlar Dünyayı Değiştiren İnsanlar MARIA MONTESSORI Hayatın en önemli dönemi üniversite çalışmaları değil, doğumdan altı yaşa kadar olan süredir. Çünkü bu, bir çocuğun gelecekte olacağı yetişkini inşa ettiği

Detaylı

Erbaa lı Genç Şair Muhammed Dikal Lisede edebiyatı gerçekten seven öğretmenlerim bana da Edebiyatı sevdirdiler

Erbaa lı Genç Şair Muhammed Dikal Lisede edebiyatı gerçekten seven öğretmenlerim bana da Edebiyatı sevdirdiler Erbaa lı Genç Şair Muhammed Dikal Lisede edebiyatı gerçekten seven öğretmenlerim bana da Edebiyatı sevdirdiler SORU- Kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Bugüne kadar hangi okullarda okudunuz? MUHAMMED DİKAL

Detaylı

MehMet Kaan Çalen, 07.04.1981 tarihinde Edirne nin Keşan ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Keşan da tamamladı. 2004 yılında Trakya

MehMet Kaan Çalen, 07.04.1981 tarihinde Edirne nin Keşan ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Keşan da tamamladı. 2004 yılında Trakya ÖTÜKEN MehMet Kaan Çalen, 07.04.1981 tarihinde Edirne nin Keşan ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Keşan da tamamladı. 2004 yılında Trakya Üniversitesi, Tarih Bölümü nden mezun oldu. 2008 yılında

Detaylı

Kütahya Gazeteciler Cemiyeti Ziyareti:

Kütahya Gazeteciler Cemiyeti Ziyareti: Türk Ocakları Genel Merkezi Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Efendi BARUTCU, Türk Ocakları nın 100 üncü kuruluş yıldönümü kutlamaları çerçevesinde, Sönmeyen Ocak Türk Ocakları ve Türkiye nin Geleceği konulu

Detaylı

Ü N İ T E L E N D İ R İ L M İ Ş Y I L L I K D E R S P L A N I

Ü N İ T E L E N D İ R İ L M İ Ş Y I L L I K D E R S P L A N I Ş U B A T 25.02.203 / 0.03.203 8.02.203 / 22.02.203 Tel : 0 26 39 59 38 Faks : 0 26 334 96 96 http://pamem.meb.k2.tr ÖĞRETİM YILI : 202 / 203 İN ADI : DİN KÜLTÜRÜ VE MESLEK AHLAKI ÖĞRETMENLERİ : YAVUZ

Detaylı

Süleyman Demirel Hayatını Kaybetti

Süleyman Demirel Hayatını Kaybetti Süleyman Demirel Hayatını Kaybetti Türkiye Cumhuriyeti nin 9. Cumhurbaşkanı, 40 yılı aşkın siyasi hayatında kendi deyimiyle altı kez gittiği başbakanlığa yedi kez gelen parti lideri, Devlet Su İşleri nin

Detaylı

BAŞBAKAN YARDIMCISI HAKAN ÇAVUŞOĞLU, BATI TRAKYALI GENÇLERLE YTB DE BULUŞTU Cuma, 13 Nisan :47

BAŞBAKAN YARDIMCISI HAKAN ÇAVUŞOĞLU, BATI TRAKYALI GENÇLERLE YTB DE BULUŞTU Cuma, 13 Nisan :47 Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığında, Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneğinin girişimleriyle Yunanistan'dan gelen Batı Trakyalı öğrencilerle

Detaylı

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI SORGULAMA PROGRAMI

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI SORGULAMA PROGRAMI 3-4 Aile bireyleri birbirlerine yardımcı olurlar. Anahtar kavramlar: şekil, işlev, roller, haklar, Aileyi aile yapan unsurlar Aileler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar Aile üyelerinin farklı rolleri

Detaylı

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000) Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000) 14.08.2014 SIRA SIKLIK SÖZCÜK TÜR AÇIKLAMA 1 1209785 bir DT Belirleyici 2 1004455 ve CJ Bağlaç 3 625335 bu PN Adıl 4 361061 da AV Belirteç 5 352249 de

Detaylı

Bülent Ecevit Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

Bülent Ecevit Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Bülent Ecevit Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Tarih geçmiş hakkında eleştirel olarak fikir üreten bir alandır. Tarih; geçmişteki insanların yaşamlarını, duygularını, savaşlarını, yönetim

Detaylı

Bölge Uzmanı Nihai Form

Bölge Uzmanı Nihai Form Bölge Uzmanı Nihai Form KİŞİSEL BİLGİLER Ad: Süleyman Soyad: YUMUŞAK TC Kimlik No: 49615818068 Uyruk: TÜRK Cinsiyet: Erkek Doğum Yeri: AKSARAY Doğum Tarihi: 09.10.1994 Telefon: 05414628199 Eposta Adresi:

Detaylı

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS FIKIH I İLH

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS FIKIH I İLH DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS FIKIH I İLH 307 5 2+0 2 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü Türkçe Lisans Yüz Yüze / Zorunlu Dersin Koordinatörü

Detaylı

KİTABININ GELİRİNİ, İHTİYACI OLAN KIZ ÇOCUKLARINA VERECEK

KİTABININ GELİRİNİ, İHTİYACI OLAN KIZ ÇOCUKLARINA VERECEK KİTABININ GELİRİNİ, İHTİYACI OLAN KIZ ÇOCUKLARINA VERECEK Sosyal ve siyasi yaşamda Bodrum un tanınmış simalarından biri olan Nuran Yüksel yaşamını kitap haline getirdi. Nuran Yüksel kitabının sadece kendi

Detaylı

TERCİH ETTİĞİN OKOL GELECEĞİNDİR MEVLÜT ÇELİK 8.SINIF KAVRAM HARİTASI. Mevlüt Çelik. T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük

TERCİH ETTİĞİN OKOL GELECEĞİNDİR MEVLÜT ÇELİK 8.SINIF KAVRAM HARİTASI. Mevlüt Çelik. T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük YURDUMUZUN İŞGALİNE TEPKİLER YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM TERCİH ETTİĞİN OKOL GELECEĞİNDİR MEVLÜT ÇELİK 19.yy.sonlarına doğru Osmanlı parçalanma sürecine girmişti. Bu dönemde

Detaylı

MARUF VAKFI İSLAM EKONOMİSİ ENSTİTÜSÜ AÇILDI

MARUF VAKFI İSLAM EKONOMİSİ ENSTİTÜSÜ AÇILDI MARUF VAKFI İSLAM EKONOMİSİ ENSTİTÜSÜ AÇILDI Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Maruf Vakfı Genel Merkezinin Açılışına Katıldı. Maruf Vakfı Genel Merkez açılışı, Vakfımızın Zeytinburnu ndaki merkezinde

Detaylı

Eğitim Yılı Trabzon

Eğitim Yılı Trabzon Hoş geldiniz 2016-2017 Eğitim Yılı Trabzon www.tsbl.k12.tr SOSYAL İSTİKBALİMİZ TRABZON SOSYAL BİLİMLER LİSESİ 2017 SADECE FARKLI OKULUN AMAÇLARI Edebiyat ve Sosyal Bilimler alanlarında ihtiyaç duyulan

Detaylı

EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN 12 EYLÜL ŞİİRİ Nesîme CEYHAN AKÇA, Kurgan Edebiyat, Ankara 2013, 334 s.,isbn Sabahattin GÜLTEKİN 1

EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN 12 EYLÜL ŞİİRİ Nesîme CEYHAN AKÇA, Kurgan Edebiyat, Ankara 2013, 334 s.,isbn Sabahattin GÜLTEKİN 1 Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 4(2): 245-249 EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN 12 EYLÜL ŞİİRİ Nesîme CEYHAN AKÇA, Kurgan Edebiyat, Ankara 2013, 334 s.,isbn978-975-267-891-0.

Detaylı

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS ÇAĞDAŞ DİNİ AKIMLAR İLH

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS ÇAĞDAŞ DİNİ AKIMLAR İLH DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS ÇAĞDAŞ DİNİ AKIMLAR İLH 427 7 3+0 3 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü Türkçe Lisans Yüz Yüze / Seçmeli Dersin

Detaylı

TC FATİH ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ EĞİTİM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ 1040000 AHMET İNAN

TC FATİH ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ EĞİTİM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ 1040000 AHMET İNAN TC FATİH ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ EĞİTİM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ REHBERLİK VE PSİKOLOJİK DANIŞMA ANABİLİM DALI 2011-2012 GÜZ EDU 103 ORIENTATION TO EDUCATION DERSİ KARİYERİMDE İLK ADIMLAR DOSYASI 1040000

Detaylı

Bölge Uzmanı Nihai Form

Bölge Uzmanı Nihai Form Bölge Uzmanı Nihai Form KİŞİSEL BİLGİLER Ad: Cihat Soyad: Aydın TC Kimlik No: 10895195514 Uyruk: Türk Cinsiyet: Erkek Doğum Yeri: Hınıs Doğum Tarihi: 12/09/1996 Telefon: 05078390238 Eposta Adresi: cihat_ayd25@hotmail.de

Detaylı

İÇİNDEKİLER SÖZ BAŞI...5 MEHMET ÂKİF ERSOY UN HAYATI VE SAFAHAT...9 ÂSIM IN NESLİ MEHMET ÂKİF TE GENÇLİK... 17

İÇİNDEKİLER SÖZ BAŞI...5 MEHMET ÂKİF ERSOY UN HAYATI VE SAFAHAT...9 ÂSIM IN NESLİ MEHMET ÂKİF TE GENÇLİK... 17 İÇİNDEKİLER SÖZ BAŞI...5 MEHMET ÂKİF ERSOY UN HAYATI VE SAFAHAT...9 ÂSIM IN NESLİ... 15 MEHMET ÂKİF TE GENÇLİK... 17 SAFAHAT TA DEĞERLERİMİZ... 41 Adâlet... 43 Adamlık... 47 Ahlâk... 50 Azim... 42 Birleştiricilik...

Detaylı

KKTC de EĞİTİM ve ÖĞRENİM. GÖRÜŞLER ve ÖNERİLER

KKTC de EĞİTİM ve ÖĞRENİM. GÖRÜŞLER ve ÖNERİLER KKTC de EĞİTİM ve ÖĞRENİM GÖRÜŞLER ve ÖNERİLER Prof.Dr. Ufuk TANERİ, IOM, HE 2003-03-14 Eğitim-Öğrenim Doğuş anı ndan başlayıp Ömür Boyu süren bir Süreç, yüzyılımız ve gelecek nesiller beklentilerinin

Detaylı

4. SINIFLAR PYP VELİ BÜLTENİ. (30 Mart 15 Mayıs 2015 )

4. SINIFLAR PYP VELİ BÜLTENİ. (30 Mart 15 Mayıs 2015 ) 4. SINIFLAR PYP VELİ BÜLTENİ (30 Mart 15 Mayıs 2015 ) Sayın Velimiz, Okulumuzda yürütülen PYP çalışmaları kapsamında; disiplinler üstü temalarımız ile ilgili uygulama bilgileri size tüm yıl boyunca her

Detaylı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ GİRESUN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH A.B.D. BİLGİ FORMU

TÜRKİYE CUMHURİYETİ GİRESUN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH A.B.D. BİLGİ FORMU TÜRKİYE CUMHURİYETİ GİRESUN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH A.B.D. BİLGİ FORMU Bölüm TARİH ANA BİLİM DALI Bölüm Başkanı PROF.DR. AYGÜN ATTAR Bölümün amacı Tarih Anabilim Dalının amacı yüksek

Detaylı

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI... ORTAOKULU SOSYAL BİLGİLER DERSİ 7. SINIF ÜNİTELENDİRİLMİŞ YILLIK DERS PLANI

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI... ORTAOKULU SOSYAL BİLGİLER DERSİ 7. SINIF ÜNİTELENDİRİLMİŞ YILLIK DERS PLANI 2018-2019 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI... ORTAOKULU SOSYAL BİLGİLER DERSİ 7. SINIF ÜNİTELENDİRİLMİŞ YILLIK DERS PLANI SÜRE SÜRE: 12 DERS İ 1. ÜNİTE ÜNİTE ADI: BİREY VE EYLÜL. SB.7.1.1. İletişimi etkileyen tutum

Detaylı

ÖZGEÇMİŞ. Derece Alan Üniversite Yıl Lisans Arşivcilik İstanbul Üniversitesi 1996. Ortadoğu Enstitüsü. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

ÖZGEÇMİŞ. Derece Alan Üniversite Yıl Lisans Arşivcilik İstanbul Üniversitesi 1996. Ortadoğu Enstitüsü. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ÖZGEÇMİŞ 1. Adı Soyadı: Nurdan Şafak 2. Doğum Tarihi ve Yeri:. Unvanı: Yrd. Doç. Dr. 4. Öğrenim Durumu: Derece Alan Üniversite Yıl Lisans Arşivcilik İstanbul Üniversitesi 1996 Yüksek Siyasi Tarih ve Marmara

Detaylı

6. Sınıf. Kazanım Değerlendirme Sınavı - 1. Birinci Ünite konularını kapsar.

6. Sınıf. Kazanım Değerlendirme Sınavı - 1. Birinci Ünite konularını kapsar. 4-)Aşağıdakilerden hangisi Bilimsel Araştırma Basamaklarından biri değildir? 1-) Aşağıdakilerden hangisi Sosyal Bilgiler dersinin bize kazandırdıklarından biri olamaz? A) Haklarımızı sorumluluklarımızı,

Detaylı

T.C. GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ ARAŞTIRMA PROJELERİ YÖNETİM BİRİMİ. Proje No: FEF.14.01

T.C. GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ ARAŞTIRMA PROJELERİ YÖNETİM BİRİMİ. Proje No: FEF.14.01 T.C. GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ ARAŞTIRMA PROJELERİ YÖNETİM BİRİMİ Proje No: FEF.14.01 CEMİL CAHİT GÜZELBEY İN YAZILARINI TURİZME KAZANDIRMA VE CEMİL CAHİT GÜZELBEY BELGESELİNİ HAZIRLAMA PROJESİ Proje Yürütücüsü

Detaylı

İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ BU HAFTA ÜNLÜ ŞAİRİMİZ MEHMET AKİF ERSOY A AYDIN BAKIŞLAR KONFERANS DİZİSİNİN İKİNCİ OTURUMUNU GERİDE BIRAKTI.

İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ BU HAFTA ÜNLÜ ŞAİRİMİZ MEHMET AKİF ERSOY A AYDIN BAKIŞLAR KONFERANS DİZİSİNİN İKİNCİ OTURUMUNU GERİDE BIRAKTI. İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ BU HAFTA ÜNLÜ ŞAİRİMİZ MEHMET AKİF ERSOY A AYDIN BAKIŞLAR KONFERANS DİZİSİNİN İKİNCİ OTURUMUNU GERİDE BIRAKTI. İstanbul Aydın Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi nin

Detaylı

Dersin Adı Kodu Yarıyılı T + U Kredisi AKTS Bilim Tarihi ve Felsefesi GKS Ön Koşul Dersler

Dersin Adı Kodu Yarıyılı T + U Kredisi AKTS Bilim Tarihi ve Felsefesi GKS Ön Koşul Dersler Dersin Adı Kodu Yarıyılı T + U Kredisi AKTS Bilim Tarihi ve Felsefesi GKS003 2+0 2 3 Ön Koşul Dersler Dersin Dili Türkçe Dersin Türü Seçmeli Dersin Koordinatörleri Dersi Veren Dersin Yardımcıları Dersin

Detaylı

Ders Adı : DİN PSİKOLOJİSİ Ders No : Teorik : 3 Pratik : 0 Kredi : 3 ECTS : 4. Ders Bilgileri. Ön Koşul Dersleri

Ders Adı : DİN PSİKOLOJİSİ Ders No : Teorik : 3 Pratik : 0 Kredi : 3 ECTS : 4. Ders Bilgileri. Ön Koşul Dersleri Image not found http://bologna.konya.edu.tr/panel/images/pdflogo.png Ders Adı : DİN PSİKOLOJİSİ Ders No : 00004003 Teorik : 3 Pratik : 0 Kredi : 3 ECTS : 4 Ders Bilgileri Ders Türü Öğretim Dili Öğretim

Detaylı

10. SINIF TARİH DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ

10. SINIF TARİH DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ KASIM EKİM 0. SINIF TARİH DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ AY HAFTA DERS SAATİ KONU ADI KAZANIMLAR TEST NO TEST ADI. OSMANLI DEVLETİ NİN KURULUŞU (00-5). XIV. yüzyıl başlarında Anadolu, Avrupa ve Yakın

Detaylı

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 11. SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ PLANI

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 11. SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ PLANI EKİM 2017-2018 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 11. SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ PLANI Ay Hafta Ders Saati Konu Adı YENİLEŞME DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI Kazanımlar Osmanlı

Detaylı

SAAT KONULAR KAZANIM BECERİLER AÇIKLAMA DEĞERLENDİRME

SAAT KONULAR KAZANIM BECERİLER AÇIKLAMA DEĞERLENDİRME 2018-2019 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI... ORTAOKULU SOSYAL BİLGİLER DERSİ 6. SINIF ÜNİTELENDİRİLMİŞ YILLIK DERS PLANI SÜRE SÜRE: 12 DERS İ 1. ÜNİTE ÖĞRENME ALANI-ÜNİTE: BİREY VE TOPLUM EYLÜL EYLÜL 1. (17-23) 2.

Detaylı

Dersin Adı D. Kodu Yarıyılı T + U Kredisi AKTS Bilim Tarihi ve Felsefesi GKS003 IV Ön Koşul Dersler

Dersin Adı D. Kodu Yarıyılı T + U Kredisi AKTS Bilim Tarihi ve Felsefesi GKS003 IV Ön Koşul Dersler Dersin Adı D. Kodu Yarıyılı T + U Kredisi AKTS Bilim Tarihi ve Felsefesi GKS003 IV 2+0 2 3 Ön Koşul Dersler Yok Dersin Dili Türkçe Dersin Türü Seçmeli Dersin Koordinatörleri Dersi Veren Dersin Yardımcıları

Detaylı

Paydaşlarına Göre İMAM-HATİP ORTAOKULLARINDA DİN EĞİTİMİ

Paydaşlarına Göre İMAM-HATİP ORTAOKULLARINDA DİN EĞİTİMİ Paydaşlarına Göre İMAM-HATİP ORTAOKULLARINDA DİN EĞİTİMİ Eserin Her Türlü Basım Hakkı Anlaşmalı Olarak Ensar Neşriyat a Aittir. ISBN : 978-605-4036-86-8 Kitabın Adı: Paydaşlarına Göre İMAM-HATİP ORTAOKULLARINDA

Detaylı

11.SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ

11.SINIF TÜRK EDEBİYATI DERSİ KURS KAZANIMLARI VE TESTLERİ EKİM AY HAFTA DERS SAATİ KONU ADI YENİLEŞME DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI TANZİMAT DÖNEMİ EDEBİYATININ OLUŞUMU KAZANIMLAR.Osmanlı Devleti ni güçlü kılan sosyal, siyasi düzenin bozulma nedenlerini.batı düşüncesine,

Detaylı

Kulüp sayesinde tanınan, bilinen bir insan oldum - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

Kulüp sayesinde tanınan, bilinen bir insan oldum - Genç Gelişim Kişisel Gelişim Cumhuriyet Üniversitesi Genç Akademi Kulübü Başkanı Çağrı Aktaş Kulüp sayesinde tanınan, bilinen bir insan oldum. Üniversite öğrencileri kulüplere üye olarak kulüplerden faydalansınlar SORU-Bize kısaca

Detaylı

KILIÇDAROĞLU K.MARAŞ'TA

KILIÇDAROĞLU K.MARAŞ'TA KILIÇDAROĞLU K.MARAŞ'TA Chp Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Kahramanmaraş ın Elbistan İlçesi nde siyaseti sadece insan için yaptıklarını, iktidara gelmeleri halinde terörü sonlandırıp ülkeye huzuru getireceklerini

Detaylı

SORU- Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Bugüne kadar nerelerde görev aldınız?

SORU- Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Bugüne kadar nerelerde görev aldınız? Reşadiye Öğrenci Meclisi Başkanı Yücel Bolat: Asla kin tutamam bana yapılan kötülüğü unutur geleceğe bakarım geçmişe takılmam. Bu davranışlarım da bana çok dost kazandırdı iletişimimi geliştirdi. SORU-

Detaylı

ÇATIŞMAYI DÖNÜŞTÜRME SAFHASINDA REHABİLİTASYON SÜRECİ: KUZEY İRLANDA ÖRNEĞİ

ÇATIŞMAYI DÖNÜŞTÜRME SAFHASINDA REHABİLİTASYON SÜRECİ: KUZEY İRLANDA ÖRNEĞİ ÇATIŞMAYI DÖNÜŞTÜRME SAFHASINDA REHABİLİTASYON SÜRECİ: KUZEY İRLANDA ÖRNEĞİ Yazar: Yusuf ÇINAR İSTANBUL 2017 YAYINLARI I Yazar: Yrd. Doç. Dr. Yusuf ÇINAR Kapak ve İç Tasarım: Sertaç DURMAZ Mecidiyeköy

Detaylı

Bölge Uzmanı Nihai Form

Bölge Uzmanı Nihai Form Bölge Uzmanı Nihai Form KİŞİSEL BİLGİLER Ad: Mustafa Soyad: Yeten TC Kimlik No: 30787249774 Uyruk: T.C Cinsiyet: Erkek Doğum Yeri: İnegöl Doğum Tarihi: 21/04/1996 Telefon: 05300767533 Eposta Adresi: mustafayeten@hotmail.com

Detaylı

Türkiye nin Yeni Anayasa Arayışı: 2011-2013 TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu Tecrübesi

Türkiye nin Yeni Anayasa Arayışı: 2011-2013 TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu Tecrübesi Taylan BARIN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi Türkiye nin Yeni Anayasa Arayışı: 2011-2013 TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu Tecrübesi AK Parti, CHP, MHP ve BDP

Detaylı

HAKAN ÇAVUŞOĞLU: YUNANİSTAN İÇİN ELİMİZİ TAŞIN ALTINA KOYMAYA HER ZAMAN HAZIRIZ" Cumartesi, 04 Kasım :31

HAKAN ÇAVUŞOĞLU: YUNANİSTAN İÇİN ELİMİZİ TAŞIN ALTINA KOYMAYA HER ZAMAN HAZIRIZ Cumartesi, 04 Kasım :31 Video izle: http://www.dailymotion.com/video/x67kzj3 Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu, Türkiye Cumhuriyeti olarak üzerimize düşen bir şey varsa bu noktada burası için, Yunanistan için elimizi taşın

Detaylı

Goldziher. Goldziher ve Hadis. Hadis. Hüseyin AKGÜN. Hüseyin AKGÜN Goldziher ve Hadis. Hüseyin AKGÜN

Goldziher. Goldziher ve Hadis. Hadis. Hüseyin AKGÜN. Hüseyin AKGÜN Goldziher ve Hadis. Hüseyin AKGÜN 117 Hüseyin AKGÜN Goldziher ve Hadis Oryantalizm tarihinde, Yahudi kökenli bir Macar olan Goldziher in ayrı bir yeri vardır. Zira o, gerek Batı da, gerekse Doğu da görüşleriyle çok sayıda araştırmacı üzerinde

Detaylı

Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Bugüne kadar hangi okullarda okudunuz?

Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Bugüne kadar hangi okullarda okudunuz? İlk kitabı KAPAN AĞZI Eylül'de raflarda yer alacak olan, üniversite öğrencisi Muhammed Şimşek büyük hedefleri olan bir yazar!' Söyle söylüyor hedefini: : "Ben yazacağım kitapların çok beğenileceğine ve

Detaylı

Cumhuriyet Üniversitesi İletişim Kulübü Başkanı Metin Baykal: Halkla ilişkilerci girişken olmazsa çok şeyi kaybeder..

Cumhuriyet Üniversitesi İletişim Kulübü Başkanı Metin Baykal: Halkla ilişkilerci girişken olmazsa çok şeyi kaybeder.. Cumhuriyet Üniversitesi İletişim Kulübü Başkanı Metin Baykal: Halkla ilişkilerci girişken olmazsa çok şeyi kaybeder.. SORU- Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? hangi okullarda okudunuz bugüne kadar?

Detaylı

Ihlamur; Cana Şifa Bir Dergi!

Ihlamur; Cana Şifa Bir Dergi! On5yirmi5.com Ihlamur; Cana Şifa Bir Dergi! Ihlamur dergisi genel yayın yönetmeni Hakan Sarı ile yayıncılık serüvenlerini ve dergiciliği konuştuk. Yayın Tarihi : 24 Ağustos 2010 Salı (oluşturma : 11/8/2017)

Detaylı

YEDİ KANDİLLİ SÜREYYÂ PROJESİ

YEDİ KANDİLLİ SÜREYYÂ PROJESİ YALOVA ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ YEDİ KANDİLLİ SÜREYYÂ YEDİ GÜZEL OKUMA PROJESİ PROJENİN ADI: Yedi Kandilli Süreyyâ PROJE SAHİBİ (KİŞİ/KURUM): Yalova Anadolu İmam Hatip Lisesi Müdürlüğü PROJE ORTAKLARI:

Detaylı

zaferin ve başarının getirdiği güzel bir tebessüm dışında, takdir belgesini kaçırmış olmanın verdiği üzüntü. Yanımda disiplinli bir öğretmen olarak bilinen ama aslında melek olan Evin Hocam gözüküyor,

Detaylı

PROGRAMLAR. Türk Din Musikisi Lisans Programı

PROGRAMLAR. Türk Din Musikisi Lisans Programı PROGRAMLAR Türk Din Musikisi Lisans Programı Konservatuvarımız Türk Müziği Bölümü kapsamında açılmış olan program genel amacıyla, ülkemiz topraklarındaki tarihsel müzik geleneklerinin inceliklerini kavramış,

Detaylı

TÜRK NÖROŞİRÜRJİ DERNEĞİ NÖROŞİRÜRJİ UZMANLIĞINDA 40. YIL PLAKET ve TEŞEKKÜR BELGESİ ALAN ÜYEMİZ

TÜRK NÖROŞİRÜRJİ DERNEĞİ NÖROŞİRÜRJİ UZMANLIĞINDA 40. YIL PLAKET ve TEŞEKKÜR BELGESİ ALAN ÜYEMİZ Prof. Dr. Aydın PAŞAOĞLU 1948 yılında doğdu. 1973 de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi nden mezun oldu. Aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalında asistanlığa başladı.

Detaylı

Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu adına hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu adına hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Sayın Kaymakamım, Sayın Milli Eğitim Müdürüm, Sayın Belediye Başkanım, Okul Aile Birliğimizin değerli yöneticileri, Saygıdeğer Velilerimiz, Sevgili öğretmenlerimiz ve yöneticilerimiz, Saygıdeğer Bağışçılarımız,

Detaylı

Bir gün Hz. Ömer (r.a) camiye giderken bir çocuğun acele acele camiye gittiğini görür. Hz. Ömer (r.a):

Bir gün Hz. Ömer (r.a) camiye giderken bir çocuğun acele acele camiye gittiğini görür. Hz. Ömer (r.a): Bir gün Hz. Ömer (r.a) camiye giderken bir çocuğun acele acele camiye gittiğini görür. Hz. Ömer (r.a): da: - Yavrum ne oldu niye acele acele camiye koşuyorsun? der. Bu soruya karşılık çocuk - Efendim,

Detaylı

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 10. SINIF TARİH DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 10. SINIF TARİH DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ KASIM EKİM 017-018 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI 10. SINIF TARİH DERSİ DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSU KAZANIMLARI VE TESTLERİ Ay Hafta Ders Saati Konu Adı Kazanımlar Test No Test Adı 1. 1. XIV. yüzyıl başlarında

Detaylı

İletişim Yayınları SERTİFİKA NO Κρατύλος

İletişim Yayınları SERTİFİKA NO Κρατύλος PLATON Kratylos PLATON (Atina, MÖ 427/428 - MÖ 347), antik Yunan filozofu ve Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olarak kabul edilen Atina Akademisi nin kurucusudur. Hocası Sokrates, en ünlü öğrencileri

Detaylı

2. ISRAIL VE YAHUDILIK KONFERANSI BANDIRMA DA GERÇEKLESTI

2. ISRAIL VE YAHUDILIK KONFERANSI BANDIRMA DA GERÇEKLESTI Portal Adres 2. ISRAIL VE YAHUDILIK KONFERANSI BANDIRMA DA GERÇEKLESTI : www.salom.com.tr İçeriği : Gündem Tarih : 31.10.2018 : http://www.salom.com.tr//haber-108505-2_israil_ve_yahudilik_konferansi_bandirmada_gerceklesti.html

Detaylı

ANKET SONUÇLARI. Anket -1 Lise Öğrencileri anketi.

ANKET SONUÇLARI. Anket -1 Lise Öğrencileri anketi. ANKET SONUÇLARI Anket -1 Lise Öğrencileri anketi. Bu anket, çoğunluğu Ankara Kemal Yurtbilir İşitme Engelliler Meslek Lisesi öğrencisi olmak üzere toplam 130 öğrenci üzerinde gerçekleştirilmiştir. Araştırmaya

Detaylı

7 den 77 ye 7TEPE PRP

7 den 77 ye 7TEPE PRP 7 den 77 ye 7TEPE PRP Prof. Dr. Ayseli Usluata Mehmet Akif Kaya Mert Sabancı Atilla Aydemir Berk Sarıca Tuğçe Orhun Seda Bayram Ege Güneş Özge Balkaya Müge İlhan Özge Aras Amy Negri Tuna Karaman Derya

Detaylı

XI. TÜRKİYE İÇ DENETİM KONGRESİ KÜRESEL BİRİKİMLERDEN ULUSAL DEĞERLER YARATMAK

XI. TÜRKİYE İÇ DENETİM KONGRESİ KÜRESEL BİRİKİMLERDEN ULUSAL DEĞERLER YARATMAK XI. TÜRKİYE İÇ DENETİM KONGRESİ KÜRESEL BİRİKİMLERDEN ULUSAL DEĞERLER YARATMAK Birlikte Başarmak Ali Kamil UZUN, CPA, CFE Türkiye İç Denetim Enstitüsü Kurucu Başkanı Ali Kamil Uzun, CPA, CFE Deloitte Türkiye

Detaylı

EK-2: İnşaat Mühendisliği Öğrenci Anketi

EK-2: İnşaat Mühendisliği Öğrenci Anketi 80 EK-2: İnşaat Mühendisliği Öğrenci Anketi Sayın İnşaat Mühendisi Adayı, İnşaat Mühendisliği Eğitimi Kurulu, İMO 40. Dönem Çalışma Programı çerçevesinde İMO Yönetim Kurulu nca İnşaat Mühendisliği Eğitimi

Detaylı

www.turkceciler.com Türk Dili ve Edebiyatı Kaynak Sitesi

www.turkceciler.com Türk Dili ve Edebiyatı Kaynak Sitesi www.turkceciler.com Türk Dili ve Edebiyatı Kaynak Sitesi OKUMA GELİŞİM DOSYASI 204 OKUMA ALIŞKANLIĞININ KAZANDIRILMASI Okuma; kelimeleri, cümleleri veya bir yazıyı bütün unsurlarıyla görme, algılama, kavrama

Detaylı

DBY Ajans. This book has been supported by the Office of Scientific Research Projects of Istanbul Medeniyet University Istanbul, Turkey - March 2014.

DBY Ajans. This book has been supported by the Office of Scientific Research Projects of Istanbul Medeniyet University Istanbul, Turkey - March 2014. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinasyon Birimince desteklenmiştir. Proje Numarası: 458 Kitabın Adı: Büyük Doğu Kapaklarında Portreler, Toplum ve Gençlik Yazarlar: Ahmet

Detaylı

12. HAFTA PFS105 TÜRK EĞİTİM TARİHİ. Prof. Dr. Zeki TEKİN. ztekin@karabuk.edu.tr

12. HAFTA PFS105 TÜRK EĞİTİM TARİHİ. Prof. Dr. Zeki TEKİN. ztekin@karabuk.edu.tr 12. HAFTA PFS105 Prof. Dr. Zeki TEKİN ztekin@karabuk.edu.tr Karabük Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 2 İçindekiler CUMHURİYET DÖNEMİNDE ORTA ÖĞRETİMDE YENİLİK VE GELİŞMELER...

Detaylı

ÖZGEÇMİŞ VE ESERLER LİSTESİ. Doç. Dr. Rıza BAĞCI

ÖZGEÇMİŞ VE ESERLER LİSTESİ. Doç. Dr. Rıza BAĞCI ÖZGEÇMİŞ VE ESERLER LİSTESİ ÖĞRENİM DURUMU Lisans: 1976-1980 Doç. Dr. Rıza BAĞCI İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ/TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ Yüksek Lisans: 1984-1987 EGE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL

Detaylı

21 yıllık tecrübesiyle SiNCAN da

21 yıllık tecrübesiyle SiNCAN da 21 yıllık tecrübesiyle SiNCAN da geleceğin mimarı nesiller artık bizim ellerimizde, güvenle... Keşke Hep Çocuk Kalsak! Büyüyünce ne olacaksın diye sorarlar. Oysa çocuk kalmak en güzel şey değil midir?

Detaylı

Başbakan Yıldırım, Seyranbağları Huzurevi Yaşlı Bakım ve Rehabilitasyon Merkezini ziyaret etti

Başbakan Yıldırım, Seyranbağları Huzurevi Yaşlı Bakım ve Rehabilitasyon Merkezini ziyaret etti Başbakan Yıldırım, Seyranbağları Huzurevi Yaşlı Bakım ve Rehabilitasyon Merkezini ziyaret etti Ekim 01, 2016-1:20:00 Başbakan Binali Yıldırım, 1 Ekim Dünya Yaşlılar Günü dolayısıyla Seyranbağları Huzurevi

Detaylı

M. EMİN SARAÇ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ

M. EMİN SARAÇ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ Neden M. EMİN SARAÇ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ M.Emin Saraç Anadolu İmam Hatip Lisesi, Arapça, İngilizce ve Rusça hazırlık sınıfı olan, Fen ve Sosyal Bilimler Lisesi Programı uygulayan Türkiye nin en seçkin

Detaylı

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS İslam Tarihi II ILH 214 4 2+0 2 3

Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS İslam Tarihi II ILH 214 4 2+0 2 3 DERS BİLGİLERİ Ders Adı Kodu Yarıyılı T+U Saati Ulusal Kredisi AKTS İslam Tarihi II ILH 214 4 2+0 2 3 Ön Koşul Dersleri Dersin Dili Dersin Seviyesi Dersin Türü Türkçe Lisans Yüz Yüze / Zorunlu Dersin Koordinatörü

Detaylı

Başbakan Yıldırım, Keçiören Metrosu nun Açılış Töreni nde konuştu

Başbakan Yıldırım, Keçiören Metrosu nun Açılış Töreni nde konuştu Başbakan Yıldırım, Keçiören Metrosu nun Açılış Töreni nde konuştu Ocak 05, 2017-4:11:00 Başbakan Binali Yıldırım, Keçiören Belediyesi önünde düzenlenen metro açılış töreninde yaptığı konuşmada, nüfusu

Detaylı

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI... ORTAOKULU SOSYAL BİLGİLER DERSİ 7. SINIF ÜNİTELENDİRİLMİŞ YILLIK DERS PLANI

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI... ORTAOKULU SOSYAL BİLGİLER DERSİ 7. SINIF ÜNİTELENDİRİLMİŞ YILLIK DERS PLANI 2018-2019 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI... ORTAOKULU SOSYAL BİLGİLER DERSİ 7. SINIF ÜNİTELENDİRİLMİŞ YILLIK DERS PLANI SÜRE SÜRE: 12 DERS İ 1. ÜNİTE ÖĞRENME ALANI-ÜNİTE: BİREY VE TOPLUM KONU KAZANIM BECERİLER AÇIKLAMA

Detaylı

ilgi ve dikkati zorunlu kılmaktadır. Tarihte felsefî bütünlüğü kurulmamış, epistemolojik, etik, estetik ve metafizik boyutları düşünülmemiş hiçbir

ilgi ve dikkati zorunlu kılmaktadır. Tarihte felsefî bütünlüğü kurulmamış, epistemolojik, etik, estetik ve metafizik boyutları düşünülmemiş hiçbir Önsöz İnsanoğlunun yeryüzündeki varlığı, kendisini bir özne olarak inşa etmesine bağlıdır. Tabiattaki bütün diğer canlılar kendi türsel belirlenimleri çerçevesinde bir hayat sürerken, bir tek insan kendi

Detaylı

Türkiye de azınlık olmak Anket Çalışması

Türkiye de azınlık olmak Anket Çalışması Türkiye de azınlık olmak Anket Çalışması Kişilik Bilgileri: D.1 Hangi yaş aralığında bulunduğunuzu işaretleyiniz. K.1 20 nin altında 1 20-29 2 30-39 3 40-49 4 50-59 5 59 un üstü 6 D.2 Cinsiyetiniz? K.2

Detaylı

Twi$er: @acarbaltas @BaltasBilgievi

Twi$er: @acarbaltas @BaltasBilgievi Twi$er: @acarbaltas @BaltasBilgievi REKABETE HAZIRLIK KENDİ YILDIZINI YAKALAMAK Prof. Dr. Acar Baltaş Psikolog 28 Şubat 2014 MOTİVASYON Davranışa enerji ve yön veren, harekete geçiren güç Davranışı tetikleme

Detaylı

Yeni Göç Yasas Tecrübeleri

Yeni Göç Yasas Tecrübeleri Eflref Ar kan Bildiğiniz gibi Almanya aile birleşiminin gerçekleşmesi konusunda göç yasasında bazı değişiklikler yapmıştır. Bu değişiklikleri eleştirenler ve olumlu görenler bulunmaktadır. Ben göç yasasının

Detaylı

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI NARLIDERE YATILI BÖLGE ORTAOKULU TC İNKILAP TARİHİ DERSİ AÇIK UÇLU DENEME SINAVI 1

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI NARLIDERE YATILI BÖLGE ORTAOKULU TC İNKILAP TARİHİ DERSİ AÇIK UÇLU DENEME SINAVI 1 2017-2018 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI NARLIDERE YATILI BÖLGE ORTAOKULU TC İNKILAP TARİHİ DERSİ AÇIK UÇLU DENEME SINAVI 1 1) Ali Rıza Efendi nin 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı nda Asakir-i Milliye Taburu ndaki geçici

Detaylı

4. SINIF PYP VELİ BÜLTENİ. (9 Mayıs- 17 Haziran 2016 )

4. SINIF PYP VELİ BÜLTENİ. (9 Mayıs- 17 Haziran 2016 ) 4. SINIF PYP VELİ BÜLTENİ (9 Mayıs- 17 Haziran 2016 ) Sayın Velimiz, Okulumuzda yürütülen PYP çalışmaları kapsamında; disiplinler üstü temalarımız ile ilgili uygulama bilgileri size tüm yıl boyunca her

Detaylı

PROF. DR. CENGİZ ALYILMAZ

PROF. DR. CENGİZ ALYILMAZ PROF. DR. CENGİZ ALYILMAZ Adı ve Soyadı : Cengiz ALYILMAZ : Prof. Dr. Bölüm/ Anabilim Dalı : Türkçe Eğitimi Bölümü Doğum Tarihi : 11.4.1966 Doğum Yeri : Kars Çalışma Konusu : Eski Türk Dili, Türkçe Eğitimi,

Detaylı

BULUNDUĞUMUZ MEKÂN VE ZAMAN

BULUNDUĞUMUZ MEKÂN VE ZAMAN 3. SINIF PYP VELİ BÜLTENİ (19 Ekim - 04 Aralık 2015 ) Sayın Velimiz, Okulumuzda yürütülen PYP çalışmaları kapsamında; disiplinler üstü temalarımız ile ilgili uygulama bilgileri size tüm yıl boyunca her

Detaylı

2016 KONYA İKİ DOĞU İKİ BATI ULUSLARARASI ÖĞRENCİLER AKADEMİSİ BAŞVURU KLAVUZU

2016 KONYA İKİ DOĞU İKİ BATI ULUSLARARASI ÖĞRENCİLER AKADEMİSİ BAŞVURU KLAVUZU 2016 KONYA İKİ DOĞU İKİ BATI ULUSLARARASI ÖĞRENCİLER AKADEMİSİ BAŞVURU KLAVUZU İki Doğu İki Batı Uluslararası Öğrenci Derneğinin düzenlediği, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı nın katkılarıyla

Detaylı

KİŞİSEL GELİŞİM NASIL BAŞLAR?

KİŞİSEL GELİŞİM NASIL BAŞLAR? KİŞİSEL GELİŞİM NASIL BAŞLAR? Kişisel gelişim, insanın gelişimi merak etmesi, yeni insanlar tanıması, gazetede güzel yazı yazan veya kitap yazmış insanları merak ederek onları tanımak, sadece yazılarından

Detaylı

ABDULLAH UÇMAN PROF. DR. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü nden mezun oldu.

ABDULLAH UÇMAN PROF. DR. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü nden mezun oldu. PROF. DR. ABDULLAH UÇMAN İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü nden mezun oldu. 1976 da Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi nin yayın kurulunda görev aldı. 1981 de doktorasını

Detaylı

Çocuk ve Gençlik Romanları Yazarı Tokatlı Hemşerimiz İbrahim Ünsal Uçar İyi yazar olmak isteyen bir gencin 100 roman okuyup bir roman yazması lazım

Çocuk ve Gençlik Romanları Yazarı Tokatlı Hemşerimiz İbrahim Ünsal Uçar İyi yazar olmak isteyen bir gencin 100 roman okuyup bir roman yazması lazım Çocuk ve Gençlik Romanları Yazarı Tokatlı Hemşerimiz İbrahim Ünsal Uçar İyi yazar olmak isteyen bir gencin 100 roman okuyup bir roman yazması lazım SORU- Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız Ünsal bey?

Detaylı

Dr. Öğretim Üyesi. Necati Demir

Dr. Öğretim Üyesi. Necati Demir Özgeçmiş Dr. Öğretim Üyesi. Necati Demir 1954 yılında Afşin de doğdu. Kahramanmarş/Afşin de Atatürk İlkokulu ve Afşin Ortaokulunu bitirdikten sonra Karamanmaraş Lisesi nden mezun oldu. 1972-1973 yılında

Detaylı

Doç. Dr. Ahmet Özcan Çerkeş-ÇANKIRI da doğdu. İlkokulu Elazığ, ortaokulu Kars, lise öğrenimini Antakya da tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve

Doç. Dr. Ahmet Özcan Çerkeş-ÇANKIRI da doğdu. İlkokulu Elazığ, ortaokulu Kars, lise öğrenimini Antakya da tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve Doç. Dr. Ahmet Özcan Çerkeş-ÇANKIRI da doğdu. İlkokulu Elazığ, ortaokulu Kars, lise öğrenimini Antakya da tamamladı. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi tarih bölümünden mezun oldu.(1992) Kırıkkale

Detaylı

-rr (-ratçi KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI: 961 HALDUN TANER. Mustafa MİYASOĞLU TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ : 98

-rr (-ratçi KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI: 961 HALDUN TANER. Mustafa MİYASOĞLU TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ : 98 HALDUN TANER -rr (-ratçi KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI: 961 HALDUN TANER Mustafa MİYASOĞLU TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ : 98 I Kapak Düzeni: Dr. Ahmet SINAV ISBN 975-17-0262-3 Kültür ve Turizm Bakanlığı,

Detaylı

DERS PROFİLİ. Türk Siyasi Hayatı POLS 401 Güz Yrd. Doç. Dr. Ödül Celep

DERS PROFİLİ. Türk Siyasi Hayatı POLS 401 Güz Yrd. Doç. Dr. Ödül Celep DERS PROFİLİ Dersin Adı Kodu Yarıyıl Dönem Kuram+PÇ+Lab (saat/hafta) Kredi AKTS Türk Siyasi Hayatı POLS 401 Güz 7 3+0+0 3 6 Ön Koşul None Dersin Dili Ders Tipi Dersin Okutmanı Dersin Asistanı Dersin Amaçları

Detaylı

Atatürk ün Kişisel Özellikleri. Elif Naz Fidancı

Atatürk ün Kişisel Özellikleri. Elif Naz Fidancı Atatürk ün Kişisel Özellikleri Atatürk cesur ve iyi bir liderdir Atatürk iyi bir lider olmak için gerekli bütün özelliklere sahiptir. Dürüstlüğü ve davranışları ile her zaman örnek olmuştur. Gerek devlet

Detaylı

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...9 GİRİŞ...11

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...9 GİRİŞ...11 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...9 GİRİŞ...11 BİRİNCİ BÖLÜM İLK TÜRK DEVLETLERİNDE EĞİTİM 1.1. HUNLARDA EĞİTİM...19 1.2. GÖKTÜRKLERDE EĞİTİM...23 1.2.1. Eğitim Amaçlı Göktürk Belgeleri: Anıtlar...24 1.3. UYGURLARDA

Detaylı