Almanya da ve Avrupa da dinlerin birlikteliği Federal İçişleri Bakanı Dr. Wolfgang Schäuble nin 21 Haziran 2009 tarihinde Kahire Üniversitesi nde yaptığı konuşma (Söylenen söz geçerlidir.) Fazla değil, daha bir süre önce, Avrupa da pekala bilgili ve akıllı birçok insan, dinin, engellenemez bir şekilde gerilemekte olduğunu savunuyordu. Bilimsel ve teknik ilerlemeler, insanların giderek daha büyük bir kısmının yararlanabildiği, giderek daha iyileşen bir eğitim, toplumsal ve iktisadi koşulların gittikçe daha fazla düzelmesi; bütün bunlar, uzmanların kanaatince, dinin marjinalleşmesine yol açacaktı. Kimileri, dinin tamamen kaybolacağına inanmaktaydı; bazılarıysa daha temkinli davranıyordu. Ancak genel kanı, dinin kamusal, toplumsal ve siyasal öneminin, 20. yüzyılda olduğu gibi 21. yüzyılda da azalmaya devam edeceği ve zamanla, insanların özel hayatında sahip olacağı bireysel bir önemle sınırlı kalacağıydı. Bu beklenti yanlış çıktı. 21. yüzyılın başlangıcında, din, dünyanın dört bir yanında birçok insanı çok derinden etkileyen ve önemli toplumsal ve siyasal tartışmaların merkezine oturan bir konu haline geldi. Birçok ülkede toplumsal ve siyasal hareketler din saikiyle ortaya çıkıyor; giderek daha fazla insan, gerek özel, gerek kamusal hayatına dair en önemli kararları alırken dinsel düşüncelerden hareket ediyor ve böylece din, siyasal gelişmelerde de etkili oluyor. Bu durum siyaseti de zorluyor. Bu gelişmenin her şeyden önce olumlu ve cesaret verici boyutları var. Din, gerek bireysel, gerek ortak değerler için önemli ve zengin bir kaynak. Geçmişte, büyük uygarlıklara temel olan fikirlerin çoğu dinsel inançtan beslenmişti. Bu, Arap hilafeti dönemi için geçerli olduğu gibi, Batı modernitesi açısından da böyledir. Günümüzde de dinsel inanç, birçok insanı topluluğun yararına davranmaya teşvik ediyor. Bireyler ve gruplar, Müslüman, Musevi ya da Hıristiyan inancından hareketle, yoksulluğa, adaletsizliğe ve baskıya karşı, toplumda en zayıf durumda olanların onurunu korumak için, insan hakları ve hayır işleri için harekete geçiyor. Dinler, insanları birbirine bağlıyor. İktisadi ve toplumsal gelişmelerin giderek daha fazla bireyselliğe yol açtığı bir çağda önemli bir dengeleyici unsurdur bu.
2 21. yüzyılın dünyası, büyük meydan okumalarla karşı karşıya. Dünyanın her yerinde vahim derecede iktisadi dengesizlikler var ve bunlar, servetin ve refahın adaletsiz dağılımına yol açıyor; dünyanın birçok yerindeki dinamik gelişmeler, kaçınılmaz olarak, gerginliklere sebep oluyor ve zaten mevcut olan gerilimleri tırmandırıyor. Aynı zamanda, iktisadi gelişmemiz, doğal çevre üzerindeki baskıyı giderek artırıyor ve küresel ısınmayı beraberinde getiriyor. Bu meydan okumalarla başa çıkmamız, ancak, dünyanın her yerinde insanların, topluluğun yararına çaba ve gayret göstermeye istek duymaları halinde mümkün olabilir. Hiç şüphem yok ki, bu konuda dinsel angajmanın rolü büyük olacaktır. İnsanları birbirine bağlayan ve kalıcı değerler yaratan, sadece çoğunluğun dini de değildir. Dinsel azınlıklar da kamusal hayata önemli bir katkıda bulunurlar. Ülkenizde misafir olan bir Hıristiyan olarak, Kıpti Hıristiyanlar geliyor aklıma. Kutsal Karl Borromaeus un, 1884 yılında İskenderiye de bir kız okulu kuran kızkardeşleri geliyor. Dün bu okulun 125. kuruluş yıldönümünü kutladık. Kutlamada Müslümanlar ve Hıristiyanlar biraradaydı. Bu okula sadece Hıristiyan ailelerin kızları değil, birçok Müslüman kız da devam ediyor. O günlerde okulun kuruluşuna ilham olan temel saik, güncelliğinden günümüzde de birşey kaybetmedi. Borromaeus un izinden gidenlerin temel kurallarından biri, çabalarının, ırk, sınıf ve din ayrımı olmaksızın herkesi kapsaması gerektiği. Burada, dinlerarası diyalog için büyük bir potansiyel yatıyor. Herkese açık olmak, birlikteliğe izin vermek, daha iyi bir karşılıklı anlayışı sağlayabilecek buluşmaları mümkün kılmakla oluşan bir potansiyel. Yine de, sadece, dinin insanları biraraya getirdiğini söylemekle yetinmek, kolaya kaçmak olur. Din insanları aynı zamanda birbirinden ayırır. Dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde, farklı dinlere mensup insanlar yaşıyor. Birçok durumda uzun süredir birlikte yaşıyorlar. Genellikle bu herhangi bir sorun doğurmuyor. Barış içinde birarada yaşamanın ünlü bir örneğini birkaç hafta önce Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Obama burada dile getirdi. Al-Andalus da, bugünkü İspanya da yeralan Endülüs de ortaçağda yüzyıllar boyunca Yahudiler, Müslümanlar ve Hıristiyanlar genellikle barış içinde birlikte yaşadılar ve bu beraberlik, bölgenin o dönemdeki kültürel canlılığının önemli bir nedeniydi. Demek ki dinsel çoğulluk, mutlaka gerilim ve sorunlara yolaçmak zorunda değil. Ama, sık sık böyle olduğuna da şahit oluyoruz. Bizim kendi tarihimizde, yani Avrupa nın ve Almanya nın tarihinde, Protestanlarla Katolikler arasında Reformasyon u izleyen dönemde yoğun gerilimler
3 yaşandı ve bunlar, 17. yüzyılda, onyıllarca süren kanlı din savaşlarına yol açtı. Kuzey İrlanda da bu gerilim günümüze kadar devam etti ve hâlâ toplumu bölmeye devam ediyor. Bugün yorumcular kültürler savaşı terimini kullanırken genellikle, Yahudi-Hıristiyan ve İslam geleneği arasındaki gerilimleri kastediyorlar. Bu alanda geçtiğimiz yıllarda epey karşılıklı güvensizlik oluştu ve bu, birbirini anlamayı sıkça zorlaştırıyor. Bu yüzden, önümüzdeki onyıllarda yerine getirilmesi gereken en önemli görevlerden biri, Batı yla İslam dünyası arasında, birliktelik, hoşgörü ve diyalog ruhu içinde bir karşılıklı saygı kültürünü, güvensizlik ve karşılıklı suçlamalara dayanan bir kültürsüzlüğün yerine geçirmek olacaktır. Kolay bir görev değil bu. Eski ve derin kökler salmış önyargıların aşılması gerekiyor. Birbirimize Haçlı Seferlerini, İberik yarımadasının fethini, sömürgecilik dönemini ve geçmişin diğer sorunlarını anlatarak yapılan karşılıklı suçlamalar bizi bir adım ileriye götürmeyecektir. Hedefimiz, geleceğimizi birlikte kurmak olmalıdır. Karşılıklı saygı kültürünün bir ögesi de, birliktelik yararına, tek taraflı tasvirlerden kaçınmaktır. Gerek Batı da, gerekse Arap dünyasında, Batı yı modernlikle, İslamiyeti ise gelenekle eşanlamlı gören ve ikisini uzlaşmaz kutuplarmış gibi karşı karşıya getiren etkili kişiler var. Ben bunu bir yanlış anlama ve gerçek durumun tehlikeli bir indirgemesi olarak görüyorum. Her ülkede, her kültürde, her toplulukta, modern düşüncelerin ve geleneksel düşüncelerin savunucuları vardır. Bu iki taraf arasında oldum olası gerilimler, bazen de açık çatışmalar yaşanır. Ancak gerilim hattı esas olarak her bir kültürün içinden geçer, farklı kültürler arasından değil. Önemli olan, gelenekle modernlik, toplulukla birey, bireyin özgürlüğüyle toplumsal birlik arasında iyi bir denge bulabilmektir. Kahire de insanlar bunun için çaba gösteriyor. New York ta ve Berlin de insanlar bunun için çaba gösteriyor, herkes kendi tarzına uygun, herkes kendi deneyimlerinden, kendi dinsel eğiliminden hareketle, herkes kendi değer yargıları ışığında yapıyor bunu. Bunu farketmek, yapıcı ve yaratıcı bir tutumla, 21. yüzyıl dünyasında dinlerin birarada yaşamasını zorlaştıran, gerçekten varolan sorunlara çözüm aramakta bize yardımcı olabilir. Küreselleşmiş dünyamızda bu görevin, birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki boyutu var. Bir tarafta, ülkeler ve kültürlerarası anlaşma yeralıyor, yani mesela bir bütün olarak Batı ile Arap dünyası arasında. Bu konuda Amerikan Başkanı kısa bir süre önce burada, Kahire de önemli ve yol gösterici görüşler dile getirdi. Sorunun dış politikaya dair bu yönü, dolaysız olarak bir iç
4 politik meseleyle, yani dinlerin tek tek ülkelerde birarada yaşamasıyla bağlantılı. Ben, bir içişleri bakanı olarak, konumuzun bu boyutu üzerinde duracağım. Ancak şunu da ifade etmek isterim ki, bu iki boyutu birbirinden ayırmak, bugün her zamankinden daha zor. Günümüz dünyasında insanlar televizyon ve internet aracılığıyla birbirlerine o kadar sıkı bağlanmış durumdalar ki, Orta Doğu da olup bitenler doğrudan doğruya Avrupa da hissediliyor ve aynı şey tabii diğer yönde de yaşanıyor. Dolayısıyla, Avrupa da dinlerin birlikteliği sözkonusu olduğunda, Arap dünyasında dinler arası ilişkiler de, kıtalarımız arasındaki ilişkiler de görmezden gelinebilecek konular değil. Almanya da ve Avrupa da dinlerin birlikteliğini geliştirme yolundaki her girişim, hepimizin, dinler arasındaki küresel birlikteliği de geliştirmek üzere ortak çaba göstermemizi gerekli kılıyor. Peki Avrupa nın içinde, özellikle Almanya da nasıl bir manzarayla karşı karşıyayız? Farklı dinlerden insanların iyi bir birlikteliği için bugüne kadar neler yapabildik ve daha neler yapmamız lazım? Tabii, dinlerin gerçek hayattaki birlikteliğini ve birarada yaşamasını düzenlemek, siyasatin ve siyasetçilerin belirleyebileceği birşey değil. Bunu insanların kendilerinin yapması gerek. Hükümetin görevi ve sorumluluğu, bütün dinsel gruplara, toplumsal ve siyasal hayata dahil olabilmeleri için en uygun imkanları sağlayacak koşulları oluşturmak. Geleneksel, gizli ya da açık ayrımcılığın adının konulması ve aşılması zorunlu. Kurumlar, ne doğrudan ne de dolaylı olarak, bazı dinsel cemaatlerin üyelerini kayıramayacak ve ayrımcılığa tabi tutamayacak şekilde düzenlenmiş olmalı. Aynı zamanda, dinsel hoşgörünün sınırlarının nereden geçtiğini herkes açıkça görebilmeli. Yani, din özgürlüğü, başkalarının din özgürlüğü uğruna gerçekleştirilemez. Demek ki bu süreçte, duyarlılıkla birbirine yaklaşmaktan başka bir yol yoktur ve bu yakınlaşma içinde her iki taraf da birbirinden birşeyler öğrenmek zorundadır. Müslümanların Almanya nın toplumsal ve kamusal hayatına olabildiğince kapsamlı bir katılımının imkanlarını tartışmak amacıyla 2006 yılında Almanya İslam Konferansı nı düzenledim. Bu konferans bir seferlik bir hadise değil, Alman devleti ve Almanya daki Müslüman cemaatin, daha iyi bir entegrasyonun yollarını birlikte arayacakları bir süreçtir. Almanya da, dinle devletin birbirinden ayrılması anayasa güvencesi altındadır. Yani devletin belli bir dinle doğrudan bir bağlantısı yoktur ve olması da hukuken mümkün değildir. Yine de Almanya da bu iki alan hiçbir zaman, mesela Fransa da olduğu gibi, dünyevi bir ayrımla tamamen birbirinden ayrılmamıştır. Almanya nın anayasal düzeni, başından beri, bireylerin ve cemaatlerin toplumsal hayattaki dinsel angajmanının sahip olduğu önemli rolün kabulü üzerine
5 kuruludur. Bu yüzden, bu anayasal düzen, devletle dinsel cemaatler arasında işbirliği imkanlarına açık bir dille izin verir ve bu işbirliğini teşvik eder. Ancak bu ayrıcalıklar tek bir kiliseye ya da tek bir dinsel cemaate verilemez. Devletin görevi, bütün din cemaatlerine, toplumsal önemlerine uygun olarak, bu işbirliğine girebilmelerinin gerekli koşullarını sunmaktır. Bu alanda Almanya nın sahip olduğu deneyim, asıl olarak Hıristiyan kiliselerine dayanmaktadır. Bugün ülkemizde üç milyondan fazla Müslüman yaşıyor ve bu insanlar, devletimizin dünya görüşleri açısından tarafsız olmasından ve din özgürlüğü güvencesini vermesinden dolayı, aynı imkanlardan yararlanma hakkına sahiptirler. Ancak İslamiyet in yapılanması Hıristiyan kiliselerinden farklı ve bundan dolayı, bu yeni duruma ayak uydurmak, taraflardan hiçbiri için kolay değil. Almanya da alışılmış uygulama, din dersinin kamu okullarında verilmesi ve din cemaatlerinin bu dersleri devletle işbirliği içinde düzenlemesidir. Burada sadece din bilgilerinin aktarılması değil, aynı zamanda dinsel rehberlik sözkonusudur. Bu ders, bütün öğrencilere verilen genel bir ders değildir. Öğrenciler, kendi dinlerinde verilecek derse kaydolabilirler ya da dünyevi bir ahlak dersine girebilirler. Bugüne kadar bu imkan çeşitli Hıristiyan kiliseleri ve Yahudi cemaati tarafından kullanılagelmiştir. İslam Konferansı nda, buna denk düşen bir olanağın İslami din dersi için de geliştirilmesinin önemli olduğu hususunda hemfikiriz. Devlet okullarında verilecek din dersi için, bu dersleri verecek öğretmenlerin yetiştirildiği kurumlara ihtiyacımız var. Bunun için, devlet ve din cemaatleri, görüş birliği içinde birlikte çalışmak zorundadırlar. Yani, İslami din dersi verecek öğretmenlerin eğitimi için, örneğin, eğitimin hangi içerikleri kapsayacağı, sınav düzeni ve eğitim verecek personel gibi konularda, aynen Hıristiyan kiliseleriyle yaptığımız gibi, anlaşmak zorundayız. Hem okullardaki eğitimin, hem de öğretmenlerin eğitiminin Almanca yapılması gerektiğiyse, zaten belli. Bunların somut olarak uygulamaya geçirilmesi karmaşık bir iş ve bu yüzden, Almanya daki tüm Müslüman öğrencilere bu imkanın verilebilmesi herhalde biraz daha zaman alacak. Ancak bu konuda işbirliği içinde çalışmaktayız. Almanya daki yüksek öğrenim kurumlarında sadece okul öğretmenlerinin değil, Müslüman din görevlilerinin de teolojik eğitim görmesi yararlı olacaktır. Şu anda, Almanya daki camilerde görev yapan imamlar genellikle yurtdışından geliyor. Birkaç yıl Almanya da çalışıyorlar, sonra ülkelerine dönüyorlar. Bu, Almanya da yeterince imam yetiştirilinceye kadar uygulanacak bir
6 ara çözüm. Sıkça karşılaşılan bir durum, bu kişilerin ülkemizi gerçek anlamda kavrayamaması; oysa böyle bir kavrayış, Müslümanların, ülkemizdeki toplumsal tartışmalara eksiksiz katılabilmesi için gerekli. Bu yüzden, orta ve uzun vadede, Almanya da çalışmak isteyen Müslüman din görevlilerinin, eğitimlerini de ülkemizde görmelerini hedefliyoruz. Bu, Alman Müslümanlarının kökenlerinin bulunduğu belli başlı ülkelerle, örneğin Türk hükümetiyle yakın bir görüş alışverişi içinde gerçekleşiyor. Devletle dinsel cemaatler arasındaki işbirliğinin temeli, söylediğim gibi, dinlerin, toplumun ortak yaşamına önemli bir katkıda bulunabileceklerinin kavranmış olması. Devlet, din cemaatlerinin bu katkıyı gerçekten sağlamasını da istiyor. Bu yüzden, devletin dinlere eğitim sistemi içinde ve diğer alanlarda sunduğu olanakların, bu cemaatlerin, demokratik düzeni onaylamaları ve desteklemeleri koşuluna bağlı olduğu, genel kabul gören bir konu. Bu da, İslam Konferansı mızdaki çalışmaların önemli bir boyutu. Hoşumuza gitse de gitmese de, İslamiyet le demokrasinin birarada olamayacağını düşünen çok insan var. Bunlar, genellikle İslamiyet e karşı çekinceleri olan insanlar. Ancak bazı Müslümanların da aynı görüşü savunduğunu görmezden gelemeyiz. Her ne kadar azınlıkta da olsalar, bu azınlık, kendi görüşünün dünya çapında gayet belirgin olarak algılanmasını sağlıyor. Ben bir Alman Protestanı olarak, demokrasinin, birçok Hıristiyan inanç sahibince de kolay kabul edilmemiş olduğunu gayet iyi biliyorum. Almanya daki bazı Protestanlar, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokratik düzeni kayıtsız şartsız onaylayabildiler. Demek ki, başkalarına, tepeden bakan bir ifadeyle ders vermeye kalkmamızın manası yok. Yine de İslamiyet in, bugünün Avrupa toplumlarına entegrasyonunun, ancak mevcut demokratik hukuk düzeni yapısının kayıtsız şartsız benimsenmesiyle mümkün olabileceği, açık bir gerçek. Bu açıdan, Almanya İslam Konferansı nın bu kabulü, hiç eksiksiz dile getirmiş olması son derece büyük bir önem taşımaktadır. Konferansa katılan herkes, Almanya nın kendisini bir Avrupa kültür ulusu ve özgürlükçü demokratik bir hukuk devleti olarak kavradığını, altını çizerek kabul etti. Aynı şekilde, ülkemizde, hangi inançtan olurlarsa olsunlar bütün insanların, verimli, barış içinde ve karşılıklı saygıya dayanan bir birlikteliğinin, herkesin bu toplum düzenine dahil olmasını gerektirdiği de kabul edildi. İslam Konferansı nda yeralanların tamamı, Almanya anayasal düzeni içinde dile getirildiği şekliyle, bireylerin ve onların oluşturacakları birliklerin hak ve ödevlerinin, Almanya da yaşayan ya da yaşamak isteyen herkes için bağlayıcı olduğu hususunda görüş birliği içinde.
7 Ancak burada sadece yasaların ve hukuk ilkelerinin kabulünü gözönünde bulundurmak yeterli olmayacaktır. Bugünün Almanya sında ve Avrupa sında dinlerin birlikte yaşaması, aynı zamanda bir kültürel görev ve zorluk oluşturuyor. Bizde, Avrupa da yaşayan Müslümanların çoğu, Arap dünyasından ya da Mağrip ülkelerinden, veya, özellikle Almanya da, Türkiye den göç etmiş insanlar. Sık sık, kamuoyundaki tartışmalarda, doğrudan doğruya dinle ilgili olan meselelerle kültürel entegrasyonun daha geniş sorunsalı birbirine karışıyor. Bunu eleştirmek, fazlasıyla akademik bir tutum olacaktır. Dinle ilgili konularla, kültürel gelenekle, adetlerle, etik yaşam tarzlarıyla ilgili konuları, değerleri ve erdemleri birbirinden ayırmak, birçok durumda mümkün değil. Bu yüzden Almanya İslam Konferansı, Müslümanların toplumsal hayata katılımını sık sık zorlaştıran bu sorunlar üzerinde de duruyor. Bunun iki taraflı bir süreç olduğu üzerinde görüş birliğine varılması çok önemli. Entegrasyon, Almanya da yaşayan Müslümanlardan, Alman toplumunun parçası olmayı kabul etmelerini ve bunun için etkin çaba göstermelerini talep ediyor. Almanca dilinin öğrenilmesi ve kullanılması ve birarada yaşamanın toplumsal uzlaşımlarının benimsenmesi de bunun önemli bir ögesi. Aynı zamanda, çoğunluk toplumundan da, Almanya da yaşayan Müslümanları, Alman toplumunun eşit haklara sahip bir parçası olarak benimsemeleri ve saygıyla karşılamaları talep ediliyor. Dinlerin birlikteliği, bugün Almanya ve Avrupa için büyük bir iç politik görev. Geçmişte sahip olduğumuzdan daha büyük bir çoğulculuğun, barış içinde ve yapıcı bir birlikteliği mümkün kılacak şekilde yerleştirilmesi gerekiyor. Üstesinden gelmemiz gereken bütün zorluklara rağmen, modern demokrasilerimizin bu görevi yerine getirebilecek yetenekte olduğundan kuşku duymuyorum. Avrupa ülkelerinin koşulları birbirinden farklı, ama bu çeşitlilik, birbirimizden birşeyler öğrenme imkanı da sunuyor bize. Sık sık, farklı yollar aynı hedefe ulaştırır insanı. Sonuçta, küreselleşen dünyamızda, dinlerin barış içinde birlikteliğini sağlama yolundaki iç politik görev, dinlerin çeşitliliğinin dış politikaya yüklediği görevlerden ayrılamaz. Her ikisi arasında yakın bağlantılar var. Bunların hakkıyla yerine getirilmesi, 21. yüzyılın büyük sorunları karşısında insanlığın başarısı için çok önemli bir koşul. Gelin, bunu yapabilmek için aramızdaki birçok ortak noktayı hatırlayalım. Yüzyıllar boyunca, neredeyse başka hiçbir bölgede, kültürler ve dinler arasındaki alışveriş Akdeniz havzasındakinden daha yoğun olmamıştı. Afrika, Avrupa ve Yakın Doğu nun birbiriyle buluştuğu, çeşitli etkilerin birbilerini karşılıklı olarak zenginleştirdiği bu bölgede, insanlık tarihine damgasını vuran unutulmaz büyük kültürler ortaya çıktı. Avrupa yla İslamiyet in tarihi, kimilerinin iddia ettiği gibi, hiç de bir karşı karşıya gelişin tarihi değildir.
8 Tabii geçmişte ağır gerilimler yaşandı, özellikle Haçlı Seferleri döneminde. Ama Kayzer II. Friedrich le Sultan Al-Kamil in 1229 da Yafa da imzaladığı barış da yaşandı. Kan dökme, baskı ve şiddet değil, saygı ve hoşgörü üzerine kurulu bir barış. Akdeniz havzası, ancak yeniçağa geçiş döneminde, karşılaşma ve alışveriş coğrafyası olma özelliğini adım adım yitirdi. İslam dünyası açısından 1492 yılı Emevilerin İspanya dan çekilmesiyle birlikte Avrupa ya sırt çevirme dönemini başlattı. Hıristiyan Avrupa sı için 1453 te Konstantinopolis in Osmanlılar tarafından fethedilmesi bir dönüm noktası oldu ve bir yeniden kendine dönüşün ve Batıya yeni bir yönelimin başlangıcı oldu. O gün açılan uçurumu artık aşabiliriz ve aşmak zorundayız. Hala yetişiyor Akdeniz havzasında zeytin ağacı. Binlerce yıllık bir ağaç, İncil de Kur an da anıyor adını. Halkların, kültürlerin ve dinlerin barış içinde, şiddetten arınmış birlikteliğinin simgesi. Bu umut simgesi yol göstersin bize ve birbirimize kollarımızı açarak yaklaşalım. Zaman buna uygun, çoktandır olmadığı denli uygun.