Savaş ve Siyasal Şiddette Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet Genç Araştırmacılar Konferansı



Benzer belgeler
FEMİNİST PERSPEKTİFTEN KÜRT KADIN KİMLİĞİNİ ÜZERİNE NİTELİKSEL BİR ARAŞTIRMA

KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELEDE ULUSLARARASI BELGELER VE KORUMA MEKANİZMALARI

ESP/SOSYALİST KADIN MECLİSLERİ

Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı İletişim Bilimleri Doktora Programı Ders İçerikleri

SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER DOKTORA PROGRAMI DERS İÇERİKLERİ ZORUNLU DERSLER. Modern Siyaset Teorisi

Devam Eden Çatışma Şartları Altında Geçiş Dönemi Adaleti: Mekanizmalar, Dünya Deneyimi ve Türkiye 30 Eylül - 2 Ekim Armada Hotel - İstanbul

Mirbad Kent Toplum Bilim Ve Tarih Araştırmaları Enstitüsü. Kadına Şiddet Raporu

Şiddete Karşı Kadın Buluşması 2

KADIN DOSTU AKDENİZ PROJESİ

25 KASIM KADINA YÖNELİK ŞİDDETE KARŞI DAYANIŞMA GÜNÜ

2017 İNSAN HAKLARI İHLAL RAPORU

Kamu Yönetimi Bölümü Ders Tanımları

Yaşam Boyu Sosyalleşme

Kadına Yönelik. Siddete Karsı. Uluslararası. Dayanısma Günü 25KASIM. Av. Selcen BAYÜN Stj. Av. Narin Ceren DİNÇER. 110 Hukuk Gündemi 2013/2

ENGELLİLERE YÖNELİK SOSYAL POLİTİKALAR

TOPLUMSAL CİNSİYET TOPLUMDA KADINA BİÇİLEN ROLLER VE ÇÖZÜMLERİ

KADIN ve TOPLUMSAL CİNSİYET ÇALIŞMALARI BİRİMİ BİZ KİMİZ?

SURİYELİ KADIN ve KIZ ÇOCUKLARI İÇİN GÜVENLİ ALANLAR PROJESİ Merkezlerimize ve etkinliklerimize ilişkin bazı fotoğraflar

İRAN IN BÖLGESEL FAALİYETLERİ VE GÜÇ UNSURLARI ABDULLAH YEGİN

T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ MÜFREDAT FORMU Ders İzlencesi

Erkek egemenliğine, sömürüye, şiddete ve cinsel ayrımcılığa hayır demek için

JANDARMA VE SAHİL GÜVENLİK AKADEMİSİ GÜVENLİK BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ (YÖNETİM VE LİDERLİK) YÜKSEK LİSANS PROGRAMI DERSLER VE DAĞILIMLARI

Kadın Dostu Kentler Projesi. Proje Hedefleri. Genel Hedef: Amaçlar:

BÖLÜM 1 Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme: Türkiye de Bütçeleme Süreci

JANDARMA VE SAHİL GÜVENLİK AKADEMİSİ GÜVENLİK BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI GÜVENLİK VE TERÖRİZM YÜKSEK LİSANS PROGRAMI DERSLER VE DAĞILIMLARI

Sayın Komiser, Saygıdeğer Bakanlar, Hanımefendiler, Beyefendiler,

Kadınlar kimsenin namusu değildir

SAAT KONULAR KAZANIM BECERİLER AÇIKLAMA DEĞERLENDİRME

TÜSİAD YÖNETİM KURULU BAŞKANI HALUK DİNÇER İN İŞ DÜNYASI BAKIŞ AÇISIYLA TÜRKİYE DE YOLSUZLUK SEMİNERİ AÇILIŞ KONUŞMASI

Şiddete Karşı Kadın Buluşması I

Kadına YÖNELİK ŞİDDET ve Ev İçİ Şİddetİn Mücadeleye İlİşkİn. Sözleşmesi. İstanbul. Sözleşmesİ. Korkudan uzak Şİddetten uzak

EĞİTİM YÖNETİMİ BİLİM DALI TEZLİ YÜKSEK LİSANS PROGRAMI DERS İÇERİKLERİ

TÜRKİYE DE ETNİK, DİNİ VE SİYASİ KUTUPLAŞMA. Dr. Salih Akyürek Fatma Serap Koydemir

KAMU YÖNETİMİNDE ÇAĞDAŞ YAKLAŞIMLAR

ULUSAL VEYA ETNİK, DİNSEL VEYA DİLSEL AZINLIKLARA MENSUP OLAN KİŞİLERİN HAKLARINA DAİR BİLDİRİ

İsyanım. Suskunluğumda. Şiddetin. Başucumda ŞİDDET VERİLERİ

ULUSLARARASI SOSYAL POLİTİKA (ÇEK306U)

DAVRANIŞ BİLİMLERİ ÜZERİNE YRD.DOÇ.DR. ÖZGÜR GÜLDÜ

İlerici Kadınlar Kimdir?

Kadir CANATAN, Beden Sosyolojisi, Açılım Yayınları, 2011, 720 s. İstanbul.

Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR), Suriye de insan hakları ihlallerinin

İNSAN HAKLARI GENEL BAŞKAN YARDIMCILIĞI ARALIK AYI İNSAN HAKLARI İHLAL RAPORU ARALIK 2012

Bu yüzden de Akdeniz coğrafyasına günümüz dünya medeniyetinin doğduğu yer de denebilir.

T.C. İSTANBUL RUMELİ ÜNİVERSİTESİ SAĞLIK HİZMETLERİ MESLEK YÜKSEKOKULU AMELİYATHANE HİZMETLERİ PROGRAMI 2. SINIF 1. DÖNEM DERS İZLENCESİ

DERS PROFİLİ. POLS 346 Bahar

GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ BİLİMSEL ARAŞTIRMA PROJELERİİLETİŞİM FAKÜLTESİ ÖĞRETİM ÜYELERİ TARAFINDAN YÜRÜTÜLEN PROJELER ( )

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği İhtisas Komitesi Fatma YÜCEL

YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MEDYA ÇALIŞMALARI DOKTORA PROGRAMI

TOPLUMSAL CİNSİYET - 2 YRD.DOÇ.DR. ÖZGÜR GÜLDÜ

TÜSİAD YÖNETİM KURULU BAŞKANI HALUK DİNÇER İN KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ HAKKINDA HER ŞEY KISA FİLM YARIŞMASI ÖDÜL TÖRENİ KONUŞMASI

Devrim Öncesinde Yemen

GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ BİLİMSEL ARAŞTIRMA PROJELERİİLETİŞİM FAKÜLTESİ ÖĞRETİM ÜYELERİ TARAFINDAN YÜRÜTÜLEN PROJELER ( )

ORTADOĞU DA BÖLGESEL GELIŞMELER VE TÜRKIYE-İRAN İLIŞKILERI ÇALIŞTAYI TOPLANTI DEĞERLENDİRMESİ. No.12, ARALIK 2016

TÜRK PSİKOLOGLAR DERNEĞİ MERKEZ TRAVMA BİRİMİ GEZİ PARKI EYLEMLERİNDEN ETKİLENENLERE YÖNELİK PSİKOSOSYAL DESTEK ÇALIŞMALARI. 1 Haziran-30 Ağustos 2013

6. Uluslararası Sosyal Güvenlik Sempozyumu İzmir de Başladı

PSİKİYATRİDE KÜLTÜREL FORMÜLASYON. Prof. Dr. Can Cimilli DEÜTF Psikiyatri AD

bilgilerle feminizm hakkında kesin yargılara varıp, yanlış fikirler üretmişlerdir. Feminizm ya da

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ 1 MAYIS 10 KASIM ATATÜRK Ü ANMA ETKİNLİĞİ SANATSAL ETKİNLİKLER

Birleşmiş Milletler Kadın Mahpuslar için. Bangkok Yasaları El Rehberi

Mülteci topluluklarından herhangi birinde, evlerinden uzaklaşmış olan insanların yaklaşık yüzde ellisini kadınlar ve kız çocukları oluşturmaktadır.

Sağlık Personeline Karşı İşlenen Suçlar. Dt. Evin Toker

KORKMADAN ÖĞRENMEK OKUL ve OKUL ÇEVRESİ GÜVENLİĞİ

TOPLUM TANILAMA SÜRECİ. Prof. Dr. Ayfer TEZEL

Öğretmenlik Meslek Etiği. Sunu-2

MEDYADA ETNİK TEMSİL ÖRNEĞİ

6. İSLAM ÜLKELERİ DÜŞÜNCE KURULUŞLARI FORUMU

Benjamin Beit-Hallahmi, Prolegomena to The Psychological Study of Religion, London and Toronto: Associated University Press, 1989.

Avrupalı liderler baskıcı, Türk liderler ise dostane

1,2 1,2 1,2 1,2 DERS BİLGİLERİ. Ders Kodu Yarıyıl T+U Saat Kredi AKTS KÜRESEL VE BÖLGESEL SİYASET II KBS Ön Koşul Dersleri - Türkçe

KADIN DOSTU KENTLER - 2

Ara Dönem Özet Faaliyet Raporu Mart Merrill Lynch Yatırım Bank A.Ş.

SOSYAL DUVARLARI YIKALIM DOĞRU SÖZLÜK. #dogrusozluk

BACIM - Ağırlıklı olarak Türkiye kökenli göçmen kadınlar için buluşma ve danışmanlık merkezi

İletişim Yayınları SERTİFİKA NO

İÇİNDEKİLER EDİTÖR NOTU... İİİ YAZAR LİSTESİ... Xİ

2018 SONBAHAR ÇALIŞTAYI ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI REJİMİNİN KRİZİ Kasım 2018 Taslak Program

T.C. AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI Trabzon Koza Şiddet Önleme ve İzleme Merkezi PINAR ÖŞME PSİKOLOG

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI SORGULAMA PROGRAMI

DERS PROFİLİ. POLS 433 Güz Mehmet Turan Çağlar

SPoD İnsan Hakları Örgütlerinin Kasım Ayı Buluşmasına Katıldı. SPoD Nefret Suçları Yasa Kampanyası Platformu nun Basın Açıklamasındaydı

Eğitim Yönetimi ve Denetimi Tezsiz Yüksek Lisans Programı (5 Zorunlu Ders+ 6 Seçmeli Ders)

Taliban Esaretinden İslam a

İKLİM MÜCADELELERİ. bu küresel sorunlarla yüzleşmede kilit bir rol oynayacak, eğitme, tecrübeye ve uzmanlığa sahiptir.

Örnek Araştırma Tek Ebeveynli Aileler

Son 5 Yılda Türkiye Medyasında İnsan Hakları ve Nefret Söylemi. Şubat 2015

Sosyoloji. Konular ve Sorunlar

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ 2017 YILI İLK 6 AY DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU BÖLGESİ İNSAN HAKLARI İHLALLERİ RAPORU -BİLANÇO-

İSİPAB Dördüncü Müslüman Kadın Parlamenterler Konferansı Raporu nun Sunumu

AKP HÜKÜMETİNİN 2014 İTİBARSIZLIK ENDEKSİ

Soykırım Anma Etkinliği Ocak Krakow-Auschwitz

12. SINIF MANTIK DERSİ SÖKE ANADOLU LİSESİ 1. ORTAK SINAVI KAZANIM TABLOSU (Sınav Tarihi: 4 Nisan 2017)

Hükümet in TSK İçinde Oluşturduğu Paralel Yapılar; Cumhurbaşkanı ve AYİM nin Konumu..

Eslen: Stratejik İnisiyatif Ayrılıkçılarda

Avrupa Konseyi Kadın Erkek Eşitliğinden Sorumlu 7. Bakanlar Konferansı Raporu Mayıs Bakü/Azerbaycan

TÜRKİYE'NİN TOPLUMSAL YAPISI

KADIN DOSTU AKDENİZ PROJESİ

DERS PROFİLİ. Diplomasi Tarih I POLS 205 Güz

INTL 101 / SİYASET BİLİMİNE GİRİŞ

AVRASYA ÜNİVERSİTESİ

Transkript:

Savaş ve Siyasal Şiddette Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet Genç Araştırmacılar Konferansı 25-27 Nisan 2014 Sabancı Üniversitesi Karaköy Minerva Han, İstanbul, Türkiye http://myweb.sabanciuniv.edu/genderconf/ 1

25 Nisan Cuma Sunum 09:30 09.45 Fuat Keyman, İstanbul Politika Merkezi Elif İrem Az & Marhabo Saparova (Düzenleme Komitesi) Açılış Paneli 09:45 11:15 Konuşmacı: Arlene Avakian, University of Massachusetts-Amherst Sunum ve Tartışma: Ayşe Gül Altınay (Sabancı Üniversitesi) & Andrea Petö (Central European University) Soykırım Hikâyeleri ve Suskunluklar: Travma Aktarımı, Direniş ve Hayatta Kalma Konularına Feminist Bir Bakış Travma hikâyelerinin gelecek kuşaklara aktarımı hem anlatıcının hem de anlatılanın mealine dair en başta bir farkındalığı olmasa dahi dinleyenin üzerinde güçlü bir etki bırakabilir. Travma yaşayanların travma deneyimlerini anlatmak istemelerine yol açan bir çok neden vardır. Mesela konu Ermeni soykırımı olduğunda, anlatıcılar yaşadıkları felakete dair süregiden inkârcılık ve suskunluğa karşı çıkmak için kendi gerçeklerini anlatmak zorunda hissediyor olabilirler. Büyükannem soykırıma dair "hikâyem" dediği şeyi daha ben gençken anlatmıştı bana. Ancak anlattığı şey psişemde uzunca yıllar yer etmesine rağmen, otuzlarıma gelene kadar ben onu aslında hiç duymamışım. O günden beri, büyükannemin bana anlatmak zorunda hissettiği her şeyi duymaya çalışarak, hikâyeye dönüp duruyorum. Hikâye halen tutarlı, ama benim duyduklarım ben duygusal, düşünsel ve siyasal olarak değiştikçe değişiyor. Bu konuşmada sessizlikleriyle beraber büyükannemin hikâyesini feminist, metinsel ve psikolojik bir bakış açısından, anlatıcı ve dinleyici arasındaki etkileşime özen göstererek inceleyeceğim. Bu sırada cevaplanması mümkün olmayan birçok soruyu da gündeme getireceğim. Arlene Avakian, profesör ve University of Massachusetts Amherst teki Kadınlar, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmaları bölümünün kurucusu ve eski başkanıdır. Lion Woman s Legacy: An Armenian American Memoir (Aslan Kadının Mirası: Bir Ermeni Amerikalı nın Anıları) (1992) adlı kitabın yazarı, Through the Kitchen Window: Women Explore the Intimate Meaning of Food and Cooking (Mutfak Penceresinden: Kadınlar Yemeğin ve Yemek Pişirmenin Mahremiyetini Araştırıyor) (1997) kitabının ise derleyicisidir. From Betty Crocker to Feminist Food Studies: Critical Perspectives on Women and Food (Betty Crocker dan Feminist Yiyecek Çalışmalarına: Kadınlar ve Yemeğe Eleştirel Bakışlar) (2005) ve African American Women and the Vote 1837-1965 (Afrikalı Amerikan Kadınlar ve Oylar, 1837-1965) (1997) adlı kitapların da derlemesine katkıda bulunan Avakian bu sürede birçok makale kaleme almıştır. Savaş, Soykırım ve Toplumsal Cinsiyet 11:30 13.15 Andrea Petö, Central European University Toplumsal Cinsiyet ve Travmanın Kuşaklararası Geçişi Kalina Yordanova, University College London, İngiltere kalinajord@yahoo.com Yirminci yüzyıl savaş, soykırım ve diğer siyasal şiddet formlarının yüzyılı oldu. Peki insanlar şiddet anılarını nasıl hatırlıyor, anlatıyor ve aktarıyor? Bu çalışma, kültürel antropoloji ve psikoanaliz alanındaki çalışmalardan yararlanarak ve toplumsal cinsiyete odaklanarak Bosna Hersek teki ebeveynlerin çocuklarına savaş deneyimlerini aktarma sürecini incelemektedir. Ebeveyn-çocuk 2

ilişkisinin en özel noktalarına dokunarak tüm aile bireyleri ile uzun ve derinlemesine bir araştırma gerektirdiğinden, bu konu diğer savaş ile ilgili konulara kıyasla daha az çalışılmıştır. Bunun dışında, çalışmada Yugoslavya sonrası ortam öncelikle siyasi ve tarihi bir perspektifle incelenmiştir, bu durum da psiko-sosyal bir konunun etnik ve dini altyapıdan bağımsız olarak derinlemesine ele alınmasını zorlaştırmaktadır. Makale, travmatik olanın ebeveynden çocuğa süregelen bir savaş anlatımıyla değil, çoğunlukla sözsüz olarak gerçekleşen sembolik bir değiş tokuş aracılığıyla aktarıldığını öne sürmektedir. Bu süreç, anlamın yoğunlaştırma ve yer değiştirme mekanizmaları aracılığıyla sembolik bir formda iletildiği ve açık içeriğin çözülmesini gerektiren rüya çalışmalarına benzemektedir. Bosna ve Hersek teki savaştan sonra hayatta kalan ailelerde bu geçiş için en yaygın sembolik platform hastalık, şikayet, kendine zarar verme, savaşla ilgili şakalar ve sanattır. Diğer taraftan, geçmişin yeniden inşasında toplumsal cinsiyet boyutu söz konusudur. Bunun sebebi savaşta kadın ve erkeklere farklı roller biçilmiş olmasıdır. Kadınların gündelik yaşamda eve su ve yiyecek sağlama, çocuklara bakma ve iş bulmak için göç etme görevleri ile belirlenen savaşta hayatı devam ettirme konumları erkeklere göre daha çok süreklilik gösteren bir savaş anlatısıdır. Erkeklerin mağdur, tanık ve fail perspektifleri arasında sürekli geçiş yapmaları ve savaş alanında korkuya maruz kalmaları ile belirlenen muğlak konumları parçalı ve seçici bir geçmişe neden olmaktadır. Buna ek olarak, ikinci jenerasyonun tarihi yeniden inşası babalarının savaşta yapmış olabileceği suçlar ve annelerinin yaptığı fedakarlıkları temelinde şekillenmektedir. Bu tahayyül çocuktaki cezalandırıcı ve düzenleyici baba metaforuna meydan okumaktadır. Bu durum savaş sonrası Bosna ve Hersek te ailede babanın eksikliği sonucu bir dışsal otorite arayışında güçlü bir dindarlığın nasıl geliştiğini kısmen açıklamaktadır. Bu makale, Bosna ve Hersek te 2012 yılında görüşmecilerin anadilinde yapılan derinlemesine mülakatlar, aileler içinde yapılan katılımcı gözlemcilik ile çocukların çizimlerinin incelenmesi metotlarını içeren nitel bir çalışmayı temel almaktadır. Hedef grubu farklı etnik ve dini geçmişe sahip olan ve savaştan sağ kurtulmuş 30 ailenin, 5.5 ve 15 yaşları arasındaki, savaşın ilk elden tanığı olmayan fakat ebeveynlerden bir saat uzak kalabilecek büyüklükte çocuklardır. Hegemonik Erkeklik Burcu Albayrak, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Türkiye burcualbayrak34@gmail.com Bu çalışma, 16-30 Eylül tarihleri arasında bulunduğum Bosna nın Saraybosna ve Zenica illerinde, 1992-1995 yılları arasında yaşanan savaşta aktif olarak rol almış 20 erkek ve 10 kadın ile yapılan görüşmeleri baz almaktadır. Bu çalışmanın amacı, yarı-yapılandırılmış mülakatlar ve etnografik çalışmaya dayanarak savaş ve soykırım söyleminin hegemonik maskulinite üzerinden nasıl kurgulandığını analiz etmektir. Bosna savaşı kimi yerlerde ağır soykırım olarak adlandırılmaktadır. Soykırıma ağır sıfatının yakıştırılmasının iki önemli nedeni bulunur. Bunlardan ilki savaşta birçok insanın hayatını kaybetmesi, diğeri ise gelecek nesillerin doğrudan etkilenmesidir. Buna paralel olarak Lahey de Bosna daki soykırım insanlığa karşı işlenen suç tanımını almıştır. Bu bağlamda, savaşın üzerinden neredeyse 20 yıl geçmesine rağmen Bosna da savaşın sürdüğü söylenebilmektedir. Savaştaki bu durum bir tür hiyerarşik erkeksel bir pratiği göstermektedir. Soykırım ve toplu tecavüz hegemonik erkekliği üreten savaşta hiyerarşinin altında kalan kesimlerin yok olması olarak görülmektedir. Bu bağlamda savaşta kadınların katledilmesi, tecavüze uğraması ise utanç verici ancak bir tür erkek-egemen oyunun sonucu olarak görülmektedir. Buna karşılık savaşa katılmayan erkekler ise tam olarak erkek olarak görülmemektedir. Cinsel saldırı tarih boyunca pek çok savaşta kullanılmış bir strateji olmasına rağmen Bosna da bu durum farklı kodlar barındırmaktadır. Erkek egemen ideolojide bebeğin etnisitesi babasınınkine benzer. Bosna da da Sırp askerler ve paramiliter gruplar tecavüzleri gerçekleştirirken doğacak olan çocuklara, büyüyünce annelerini öldürecek küçük Çetnikler ve Sırp askerler isimlerini vermişlerdir. O zamanlarda doğan çocuklar şimdilerde neredeyse 20 yaşındalar. Annelerini öldürmek beklentisi biraz ütopik görünse de, tecavüz çocuklarının akıbeti hakkında iyi şeyler söylemek oldukça güçtür. 3

Boşnak aile yapısında kadın, masumiyet ve onuru temsil eder. Tecavüzler sonucu kendilerini onuru kırılmış ve masumiyetini yitirmiş hisseden kadınlar, dünyaya getirmek zorunda kaldıkları çocuklarını kabullenememiş, bir kısmı ise kendi kabul etse de ailesine kabul ettirememiştir. Pek çok evlilik sonlandığı gibi dünyaya gelen çocukların bir kısmı esirgeme yurtlarına diğer kısmı da sokaklara bırakılmıştır. Savaşın akabinde yaşanan travmalardan bahsetmek, tecavüzleri hatırlatmak zorken; şimdilerde savaş kadınları cesaretlerini toplamış durumdalar. Pek çok feminist kuruluşun (Savaş karşıtı kadınlar, siyah giyen kadınlar ) yardımıyla savaş mağduru kadınlar tecavüzcüleri ile yüzleşip, onların cezasını çekmesi için uğraş veriyor. Kadınların durumlarıyla barıştıklarından ya da savaşı unuttuklarından bahsetmek pek mümkün olmasa da özellikle bu feminist derneklerin baskısıyla ailelerinin ve geleceklerinin katillerinin Lahey e ulaştırılması konusunda umutlular. Zaten ne şehirler ne de insanlar yaşanan hiçbir şeyin unutulmadığını müzeleriyle, anıtlarıyla, anılarıyla hatırlatıyorlar. "Beyanat"tan Dışlanmak, KL-Auschwitz-Birkenau'da Fahişeliğe Zorlananlar Hakkında Eski Mahkumlar ve Kamp Görevlileri Tarafından Oluşturulan Söylemler Agnieszka Weseli, Bağımsız Araştırmacı, Polanya nie.mam.maila@gmail.com Bu çalışmada, mevcut kaynakları ilk defa araştırma amacıyla kullanarak bir kurum olarak Puff (Almanca'da Genelev) ve fahişeliğe zorlanan insanlar hakkında toplanan ve arşivlenen "beyanatı" toplumsal cinsiyet, ulusal ve toplumsal köken, kamp içerisindeki işlev, hapsedilme sebepleri ve eski mahkumların kamptaki direniş hareketine mensubiyeti gibi açılardan yaklaşarak yorumluyorum. Kampta fahişeliğe zorlanma fenomenini değerlendiren "Beyanat" sahiplerinin bakış açılarını etkileyen farklı etmenleri inceliyorum. Beyanat sahiplerinin Puff ve zorunlu fahişeliğe dair anlatılarını kamp gerçekliğinde (diğer mahkumlara, kamp görevlilerine ve fahişeliğe zorlananlara göre) kendilerini bir yere oturtmak için nasıl kullandıklarının yanısıra onların bu konular hakkında yorum yaparken onyıllardır Polonya'da hüküm süren, cinsel şiddet mağdurlarının deneyimlerine özgü travma, aşağılanma, acı ve fahişeliğe zorlananların çektiği çile gibi unsurları dışarıda bırakan bir söylemi nasıl üretip idame ettirdiğiyle de ilgileniyorum. Savaş Dönemlerinde Erkeklik ve Kadınlık Hâlleri 14:15 16:00 Tartışmacı: Begüm Başdaş, Bilgi Üniversitesi Yeni Savaş Retoriklerinde Güçlenen Yeni Bir İmge: Çarpışan/Eşcinsel Erkeklik Çiğdem Akgül, Ankara Üniversitesi, Türkiye cigdemakgul1@gmail.com Kürt Kimliğinin Toplumsal Evrimi Bağlamında Geleneksel Aileden Modern Bireye: Kürt Kadınının Toplumsal Değişim Dinamiklerinden Biri Olarak Çatışma Ortamı Ahmet Vedat Koçal, Dicle Üniversitesi, Türkiye ahmetvedatk@gmail.com Kesinstiz biçimde son otuz yıldır, ancak Kürt sorununun yüz yılı aşan tarihi boyunca aralıklarla süregelen siyasal şiddet ve askerî çatışma ortamı, toplumun bir parçası olarak kadını da doğrudan etkilemekte, kadın kimliğini ve onun toplumsal işlevlerini başkalaşıma uğratan çok çeşitli etkenler üretmektedir. Kürt sorununun ürettiği siyasal şiddet ve askerî çatışma ortamının bir tarafı olarak Devlet in tanımlamasında kadın, ayrılıkçı şiddet hareketinin propaganda ve eylem için kullandığı çocuklar ve kadınlar ile kandırılmış genç kızlar kategorileri içerisinde, evde kalıp kadınlığının gereğini yapması gereken, böylece, geleneksel topluma özgü cinsiyet rolleri ışığında tanımlanmış, yani, toplumsallaşmamış ve siyasallaşmamış bir alt-kimlik biçimindedir. Çatışmanın diğer tarafında ise, 4

kadınlara özgü örgütsel birimler, hatta askerî birlikler kurulmakta, çatışmada ölen kadınlar, erkeklerden farklı, özel ve ayrıcalıklı bir kategoride anılmakta, bu haliyle kadın, salt bir savaşçı olarak yüceltilmekte, bu yolla, çatışmaya katılımda, feodal erkeklik algısının kamçılanmasında bir simge olarak kullanılmaktadır. Bunların dışında, çatışma ortamının her iki tarafının ortaklaştığı tanımlama ise, özellikle Şehit Anneleri ve Cumartesi Anneleri gibi örneklerle somutlanan, oğullarının ölümünden acı çeken analar olma özelliğidir. Bu bakımdan, kadının, tarım toplumuna özgü geleneksel aile içerisindeki yeri ve rolüyle, bölgesel çatışma ortamı içerisindeki güncel ele alınış biçimleri arasında belirgin bir benzerlik olduğu söylenebilir. Sonuçta, çatışmanın taraflarının algısında ve bu yöndeki iddiaları karşısında, kadının kadın olma özelliği dışında modern birey ve özgür yurttaş olarak ele alınıp alınmadığı, sorgulanmayı gerektirmektedir. Bu çalışmada, Kürt kadını kimliğinin, siyasal şiddet ortamı içerisinde ve onun aktörlerince ele alınış biçimlerinin eleştirel değerlendirmesiyle birlikte, temelde, tarım toplumundan modern kapitalist/kentli topluma ilerleyen sosyo-ekonomik değişim sürecinin göç, kentleşme, üretime katılmagelir üretme gibi alt-yapısal etkenleri karşısında gösterdiği değişimin nedenleri ve sonuçları üstünde durulmaktadır. İkinci İntifada Döneminde Filistinli Kadın İntihar Eylemleri: Toplumsal, Kültürel Sosyalleşme ile Güvenlik ve Şiddet Sosyalleşmesinde Toplumsal Cinsiyet Sorunları Maria Alvanou, Kriminolog &Terörizm Uzmanı, Yunanistan mariaalvanou@yahoo.gr Filistin ve İsrail arasındaki çatışma, intihar saldırılarına katılan kadınları incelemek için bir fırsat sunuyor. İkinci İntifada döneminde Filistinli kadınlar intihar eylemleri düzenleme amacıyla Filistinli örgüt tarafından kullanıldı. Özellikle uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmek için sonradan başarılı bulunmuş bir adımdı bu. Kadınların intihar saldırıları ve bu saldırıların aktörleri, örgütler ve geldikleri toplumlar içerisinde kadın ve erkek savaşçılar arasındaki eşitlik hakkında tartışmalara yol açtı ve korumacı ve şiddetsiz cinsiyet imajını sarstı. Filistin toplumunun ve İsrail-Filistin arasındaki çatışmanın kendilerine has (toplumsal, kültürel ve dinî) özellikleri ele alındığında, bu sunum silahlı mücadele bağlamında toplumsal cinsiyet ve şiddet hakkında ortaya çıkan bazı sorulara cevap aramayı hedeflemektedir. Ataerkil toplum düzeni, kadınlıkla ilgili basmakalıplar ve güçlü bir toplumsal model oluşturan anneliğin oluşturduğu bir arka planda kadınlar nasıl böyle bir tercih yapıyorlar? İsrail-Filistin çatışmasındaki gündelik şiddet koşullarında intihar şiddetine sosyalleşmede kadınlığın rolü nedir? Kadın bedeni ve kadın bedeninin bir silah olarak kullanılması Filistinli örgütler ve İsrail güvenlik güçleri tarafından stratejik açıdan nasıl değerlendiriliyor? Uluslararası kamuoyunun kadın intihar saldırıları hakkındaki genel algısı ve bu algının gerçeğe uygunluğu nedir? Kadınların intihar eylemlerine katılması Filistin toplumunda özgürleşme anlamına mı geliyor? Çatışma Sonrası Türkiye de İşlenmiş Bedenler: Güzelliğin Cinsiyetlendirilmiş Kavramları ve Uygulamaları Esin Düzel, University of California San Diego, ABD esinduzel@gmail.com Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkeren Kurdistan-PKK) ve Türk ordusu arasındaki 30 yıl süren çatışma sona doğru yaklaşırken, bilim adamları ve kamu oyu savaştan zarar görmüş toplumların tekrar hayatlarını nasıl kurabilecekleri hakkında tartışmaları sürdürmekteler. Bu bağlamda, onarmaya/zararı karşılamaya dair bakış açıları çatışmanın cinsiyetlendirilmiş tecrübelerini yeterince ele almadan gelişmekte. Bu çalışma, Türkiye de çatışmanın iki döneminde yer alan güzellik kavramı çerçevesinde gelişen toplumsal cinsiyet ideolojilerinin izini sürmektedir. İlk olarak, 1990 larda yoğun savaş dönemi hakkındaki Kürt milliyetçi anlatıları ve sözlü tarih anlatılarında cinsellikten arındırılmış beden politikalarını incelemektedir. İkinci olarak, Türkiye nin Güneydoğusunda Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı bir şehir olan Diyarbakır da yakın zamanda toplanan etnografik verilere dayanarak, bu makale 5

toplumsal ve siyasi ortamlarda şekilendirilmiş güzellik kavramının ortaya çıkışını araştırmaktadır. Sonuç olarak, Kürt cinsiyet ideolojilerindeki süreklilikleri, değişimleri ve yenilikleri özetleyen bu araştırma çatışma sonrası yeniden yapılanma süreçleri için önerilen güzelliğin nasıl değişik şekillerde algılandığını tartışmaktadır. Kimin Adaleti, Kimin Barışı? 16:15 18:00 Tartışmacı: Fuat Keyman, İstanbul Politika Merkezi Uyuşmazlık Dönüşümü Sürecinde Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma: Irak Kürdistan Bölgesi üzerine Düşünceler Katherine Ranharter, University of Exeter, İngiltere k.ranhart@hotmail.com Doktora tezim kapsamında uyuşmazlık dönüşümü dönemindeki politikaların toplumsal cinsiyetini ve farklı politikaların (toplumsal cinsiyet perspektifi bulunan ve bulunmayan politikalar) uyuşmazlığın dönüşümündeki ve toplumdaki etkilerini inceliyorum. Irak taki Kürdistan bölgesine yoğunlaşan saha çalışmam kapsamında, şu anki hükümetin çalışmalarının genelde topluma ve özelde bölgedeki kadınların kalkınmasına olan etkileri üzerine nitel görüşmeler gerçekleştirdim. Böylece toplumsal cinsiyeti perspektifine alan ve almayan politikaların uyuşmazlık dönüşümüne ve bölgedeki uyuşmazlık potansiyeline ne gibi etkileri olduğunu araştırdım. Yaptığım araştırma toplumsal cinsiyet çalışmaları ile uyuşmazlık ve barış çalışmaları alanlarına girmektedir. Amacım her iki alanın birbiriyle olan ilişkisinin önemini toplumsal cinsiyet perspektifi ile yapılan politikaların kriz bölgeleri ve insanlarının kalkınmaları üzerindeki etkilerini inceleyerek göstermektir. Bununla beraber, bu araştırma uyuşmazlık dönüşümünde toplumsal cinsiyet odaklı politikaların tam anlamıyla gerçekleşmediğini göstermektedir. Araştırmanın yeniliği çalışmanın yapıldığı bölgeden kaynaklanmaktadır. Her ne kadar uyuşmazlık çözümündeki toplumsal cinsiyet odaklı politikaların topluma etkisi zaten görece yeni bir fikir iken, Kürdistan bölgesinde araştırılması ilk kez yapılmaktadır. Ayrıca Irak taki Kürdistan bölgesi tarihinde ilginç bir dönemi geçiriyor ve gelecekte benzer süreçler geçirebilecek bölgelere bir örnek teşkil ediyor olsa da, bu bölge hakkında yapılan çalışmalar azdır ve hâlihazırdaki çalışmaların toplumsal cinsiyet odağı yoktur. Ayrıca, toplumsal cinsiyet politikalarını araştırmak bölgedeki liderlerin kadın ve toplumsal cinsiyet konusunu ön sıralara koymalarından dolayı da önemlidir. Liderlerin sözlerinin tutulup tutulmadığı araştırmanın değineceği diğer bir unsurdur. Kadın, Barış ve Güvenlik Çerçevesinin Tehlikeleri: Uyuşmazlık Sonrası Şiddetin Toplumsal Cinsiyeti Diyaloğunda Eksik LGBTQ Sesler Jamie J. Hagen, University of Massachusetts Boston, ABD jamie.hagen@gmail.com Birleşmiş Milletler (BM) kalkınma raporlarında ve BM 1325 ve 1820 kararlarını uygulamaya çalışan sivil toplum kuruluşlarında, kadın ve toplumsal cinsiyet genellikle birbiri yerine kullanılan kelimelerdir. Bu kararlar, kadın, barış ve güvenlik çerçevesinde oluşturulmuştur ve cinselliği ve toplumsal cinsiyeti nedeniyle marjinalize edilen diğer bireyleri (LGBTQI ve var olan toplumsal cinsiyet kalıplarına uymayan bireyler) unutmuştur. Amaç kadınları barış masasına getirmek ve uyuşmazlık sonrası dönemlerde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak olsa da, kadın, barış ve güvenlik dili toplumsal cinsiyeti ele alan ama sınıfı ele almayan çerçevesiyle sorunlu bir başlangıç yaratmaktadır. Bu anlatımı kaydırmak adına bir potansiyeli ele almak istiyorum: kuir teorisyen Judith Butler ve etikçi Carol Gilligan tarafından anlaşılan toplumsal cinsiyet sorusunu incelemek hâlihazırdaki çerçevede nasıl bir değişim meydana getirir? Fiona Robinson ve Carol Gilligan ın bakım etiğindeki (ethics of care) normatif etik teorisinde varolan insan 6

güvenliği yaklaşımından hareketle, toplumsal cinsiyete daha dikkatli bakmanın uyuşmazlık sonrası yapılan müdahaleleri nasıl geliştirdiğine bakmak istiyorum. Gilligan feminist bakım etiğini (ethics of care) son dönemde yapılan bir röportajda şu şekilde açıklıyor: Feminist bakım etiği ataerkinin yapısında var olan adaletsizliklere (önem vermenin insanlarla değil kadınlarla özdeşleştirilmesi, önem işinin kadınsılaştırılması, önemi adalete tali hale getirmek özel bir sorunluluk ya da kişilerarası ilişkiler) karşı direniş etiğidir. Feminist ethics of care patriarkadan özgür demokrasiye tarihsel mücadeleye rehberlik eder; demokratik bir toplumun etiğidir, patriarkal kurum ve kültürleri yapısallaştıran toplumsal cinsiyet ikiliklerinin ve hiyerarşilerin ötesine geçer. An ethics of care insanın yaşamını sürdürmesi ve global toplumun oluşması için anahtardır. (http://ethicsofcare.org/interviews/carol-gilligan/) Gilligan nın feminist etiğini Judith Butler ın erkeklik üzerine çalışmasıyla birleştirmek, toplumsal cinsiyet odaklı feminist yaklaşımın daha derin ele alınmasının, uyuşmazlık sonrasında kadın, erkek ve LGBTQI topluluğunun hepsinin güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için uğraşan sivil toplum kuruluşlarının yanıtlarını nasıl etkileyeceğini ele almak adına önemli bir nokta teşkil etmektedir. Kadınlar için yapılan BM 1325 ve 1820 kararlarının uyuşmazlık sonrası barışı inşa etme, koruma ve gerçekleştirmesini incelemede kullanılan şu anki ekonomik, sosyal ve politik göstergeler üzerinden, toplumsal cinsiyet bazlı şiddeti derleyen yazılı ve sözlü anlatıların LGBTQ topluluğunun deneyimlerini dışlayarak, nasıl kasıtsız sessizlikler yarattığını inceleyeceğim. Araştırmada incelenecek diğer sorular şunlardır: Kadın ve toplumsal cinsiyet kavramını birbirinin aynı anlamda kullanmanın yarattığı sorunlar nelerdir? BM 1325 kararlarını uygulayan ve denetleyen sivil toplum kuruluşları LGBTQI topluluğunda varolan toplumsal cinsiyeti hesaba katıyor mu? Sivil toplum kuruluşunun çalıştığı topluluklarda tanımlanan erkekliğin analizi mevcut mu? Kesişimselci bir Yaklaşım: Çatışma ile Bağlantılı Cinsel Şiddetin Erkek Mağdurlarını Birleşmiş Milletler in Tanıması Yolunda Atılan İlk adımlar Ellen Gorris, Uluslararası Hukukçular Komisyonu (stajyer) ellengorris@gmail.com Görünmez Mağdurlar: Erkekler arası Tecavüz ve Silahlı Çatışmada Erkeklere Uygulanan Diğer Cinsel Şiddet Şekilleri adlı yüksek lisans tezimde, savaş zamanı cinsel şiddet ile ilgili yasal çerçevede ve insan güvenliği çerçevelerinde görece sessiz kalan erkek mağdurların görünürlükleri, korunması ve konumlarını inceledim. Var olan durumda, görünen mağdurların kadınlar ve kızlar olduğu sonucuna ulaştım. Kadınlar ve kızlar yasalarda ve politika yapımında sıklıkla geçtiği hâlde, erkek mağdurlar dışlanmaktadır. Diğer taraftan birçok rapor savaş sırası cinsel şiddetin erkek mağdurlarının önemini dile getirmektedir. Kadın odaklı yaklaşım tanınmayan ve korunmayan erkek mağdurlar için sonuçlar doğurmaktadır. Hâlihazırdaki araçlar geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini izlemektedir. Hegemonik erkeklik ve heteroseksüelliğin geleneksel kavramları dâhilinde, erkekler agresif failler kadınlar ise şiddet kullanmayan mağdurlar olarak resmedilmektedir. Görünen ve görünmeyen mağdurlar arasındaki ikilik, cinsiyet kimliği temellidir ve erkek tecavüz ya da başka çeşit cinsel şiddet mağdurlarının yapısal ayrımcılığa uğramasına neden olmaktadır. Bu durumun üstesinden gelmek ve daha kapsayıcı araçlar geliştirmek için toplumsal cinsiyet, toplumsal cinsiyet perspektifi ve toplumsal cinsiyet boyutu gibi kelimelerin kullanım ve anlamlarının yeniden kavramlaştırılması önerilmektedir. Cinsel şiddete yarattığı acıya maruz kalabilecek mağdurların birçok etnik veya dini mensubiyetleri olduğunu gören daha kesişimselci bir yaklaşım kullanılmalıdır. Şimdiki araştırmam Birleşmiş Milletler in son politika aracı olan 2106 kararında erkek mağdurların ortaya çıkışını incelemektedir. Bu karar kadın, barış ve güvenlik ile ilgili 1325 kararını takip eden 5. karardır. 2106 kararı ilk kes cinsel şiddete uğrayan diğer mağdurları ele almaktadır. Anlatım kadın ve kızları daha çok etkilenenler olarak kurgulasa da, erkekler, oğlanlar ve diğer hedef haline gelen kişiler ve dolaylı mağdurları da kabul etmektedir. Bu, daha kesişimselci bir yaklaşıma doğru 7

atılan adımların ilkidir. Bu çalışmada, sivil toplum, akademi, medya ve İngiliz Hükümeti ve İngiliz Dış İşleri Bakanı William Hague (Angelina Jolie nin katkılarıyla) ve BM Uyuşmazlıkta Cinsel Şiddet Özel Temsilcisi tarafından başlatılan Cinsel Şiddeti Önleme İnisiyatifi üzerine odaklanarak, erkek mağdurlar ile ilgili değişimin aktörlerini ortaya koymaktayım. Erkek ve oğlanların artan görünürlüğü her ne kadar pozitif bir gelişme ise de, acılarının çerçevelendirilmesi tamamen sorunludur. Ama ayrıca kullanımı ile bazı toplumsal cinsiyet temelli stereotipleştirme devam ediyor. Cinsel şiddet öncelikle kadın ve kızlara karşı yapılan bir durum olarak ele alınmakta ve erkekler ve oğlanlar ikincil mağdur olarak görülmektedir. Bu uzun dönem feminist politika için zararlıdır çünkü bu anlatılar kadınları zayıf ve kırılgan olarak kurgulamaya devam etmekte ve erkekliğe gelince zararlı ideolojiler geliştirmektedir. Hakikat Komisyonları ve Toplumsal Cinsiyet: Kimin Hakikati? Hülya Dinçer, Marmara Üniversitesi & Galatasaray Üniversitesi, Türkiye hdincer77@gmail.com Geçiş dönemi adaleti 20. yüzyılın son çeyreğinde gelişen, yüzleşme teması etrafında geçmişte siyasi iktidar eliyle işlenmiş suçlar ve ağır insan hakkı ihlalleri nedeniyle hesap verebilirliği, hakikatin açığa çıkarılmasını, mağdurlar için adil onarım ve tazmin yöntemlerini ve aynı ihlallerin gelecekte gerçekleşmesini engellemeye yönelik politikaları inceleyen bir alandır. Yaşanan şiddet ve ihlallerde devletin rolü ve sorumluluğunun ortaya çıkarılması ve resmi olarak kabul edilmesini, faillerin tespiti ve cezalandırılmasını ve toplumsal yüzleşmeyi merkeze alan geçiş dönemi adaleti politikalarında, gerek hakikat, adalet ve onarım arayışı gibi temel taleplerin işlenmesi gerekse bu taleplere cevap verecek mekanizmaların oluşturulması sırasında toplumsal cinsiyet temelli bir yaklaşım etkili olmamıştır. Hakikatinin tanınması ve hesap verilmesi talep edilen ihlaller ve temel alınacak hak kategorilerinin sınırlı bir biçimde tanımlanması özellikle kadınları hedef alan suçları kapsam dışı bırakmış; böylece kadınların inşa edilen mağdur kategorilerinden çoğunlukla dışlanmasına sebep olmuştur. Öte yandan geçmişle yüzleşme ve geçiş süreci adaleti mekanizmalarının oluşumunda, yapısında ve işleyişinde de kadınların temsiliyeti büyük ölçüde sağlanamamıştır. Bu tebliğin amacı, yoğun ve sistematik ihlallerin yaşandığı ülkelerde hakikat ve adalet arayışında başvurulan en temel mekanizmalardan biri olan hakikat komisyonlarının özellikle hakikat anlatımı (truth telling) sürecinde, yani mağduriyet ve tanıklık anlatıları ışığında kişisel ve toplumsal hakikatlerin açığa çıkarılması sürecinde toplumsal cinsiyeti esas alan bir yaklaşımın etkili olup olmadığını incelemektir. Hakikat komisyonları çatışma ya da otoriter rejim deneyimi sonrasında hesap verebilirliği sağlama noktasında, bireysel faillere odaklanan ceza yargılamalarının kısıtlılığı karşısında mağdurların özgül deneyimlerini merkeze alan; bireysel suç kavramına odaklanmaktan ziyade ihlallere zemin hazırlayan toplumsal-siyasal bağlama da ışık tutan bir geçiş dönemi aracı olma iddiasındadır. Kimi zaman yaptıkları inceleme ve veri toplama sonucunda yargılamalara, hukuki reform ve tazminat politikalarına yön verecek yetkilere de sahip olan komisyonlar, bu çok katmanlı ve esnek hakikat süreciyle, geçmişte yaşanan haksızlıkların ve gelecekteki tazmin ve telafi imkanlarının özgürce tartışılabildiği yeni bir kamusal müzakere alanı yaratılmasının aracı olarak kabul edilmektedir. Oysa fail-mağdur karşıtlığına bağlı dar legalizme hapsolmama ve olabildiğince çeşitli topluluk ve bireylerin deneyim zenginliğini kapsayarak görünür kılma iddiasında olsa da hakikat komisyonları özellikle kadınların şiddet deneyimlerini ihmal etmiş; bu toplumsal cinsiyet körü bakış, insan hakları ihlallerini esas olarak erkek deneyimlerine ayrıcalık tanıyan bir mercekten ele almıştır. Her ne kadar Peru, Doğu Timor, Sierra-Lione de olduğu gibi az sayıda Komisyon incelemele raporunda çokboyutlu bir toplumsal cinsiyet analizine yer vermiş olsa da, genel olarak komisyonlar siyasi şiddetin kadınlar üzerindeki önemli özgül etkilerini inceleme dışı bırakmıştır. Hakikati ortaya çıkarma ve verilendirme süreci çoğunlukla en temel insan hakları veya en ağır insan hakkı ihlalleri kategorileri temelinde dışlayıcı bir ihlal hiyerarşisi oluşturmuştur. Yaşam hakkı, beden bütünlüğü ve kişi özgürlüğüne odaklanan bu kategoriler geleneksel olarak işkence, kayıplar, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar ve haksız tutuklamalar gibi en temel medeni/siyasi hakları merkeze almaktadır. Hukukun yaslandığı özel/kamusal ayrımının geçiş dönemi adaleti pratiklerini de belirlediği bu çerçeve içinde kadınları hedef alan ihlaller özel alan/ev içinde kaldığı kabulüyle olağanlaştırılmakta ve işkence, yargısız infaz 8

gibi şiddetin olağanüstüleştiği alana dahil olamamaktadır. Bunun sonucunda, feministlerin çabasıyla nihayet kabul gören bir ihlal haline gelen cinsel şiddet dışında kalan ihlaller, örneğin özellikle kadınlar üzerinde yoğun etki yaratan zorunlu yerinden edilme ve göçün yarattığı ekonomik ve sosyal hak ihlalleri dışlanmaktadır. Bu tebliğde, hakikat komisyonları üzerine toplumsal cinsiyet perspektifinden yapılan incelemeler ışığında, geçmişte yaşanan siyasal şiddet dönemlerine ilişkin resmi tarih karşısında madunların hakikatinin inşası sırasında kadınların deneyimlerinin nasıl marjinalleştirildiğine ve kadın hakikatlerinin hangi araçlarla görünmez kılındığına bakılacaktır. 26 Nisan Cumartesi Direniş ve Toplumsal Cinsiyet I 09.30-11.15 Tartışmacı: Nil Mutluer, Nişantaşı Üniversitesi Latin Amerika Bağlamında Toplumsal Cinsiyet ve Feminizmi Anlamak: Anneliği Devrimselleştirmek mi Yoksa Devrimi Anneleştirmek mi? Alize Arıcan & Semuhi Sinanoğlu, Boğaziçi Üniversitesi, Türkiye alize.arican@gmail.com, semuhisinanoglu@gmail.com Latin Amerika ülkelerindeki anneler hararetli siyasal faaliyetleriyle farklı disiplinlerden birçok araştırmacının ilgisini uyandırmakta. Annelerin söylemi bir yandan toplumsal cinsiyete dayalı hiyerarşilerle ve geleneksel değerlerle uyumlu apolitik bir konformizm olarak yorumlanıyor. Kadınları müşküle düşüren iktidar ilişkilerini değiştirecek bir tesire sahip olmadıkları, acılı anne imgesine tutunarak toplumsal cinsiyete dair hâkim görüşleri yeniden ürettikleri iddia ediliyor. Öbür yandan ise, annelerin devrimci olduğunu düşünenler de var. Yeni bir siyasetin yolunu açmak adına annelik çerçeveleri nden faydalandıkları, sözüm ona stratejik özcülüğü ya da mimesis i benimseyerek mevcut stereotiplerin anlamlarını lehlerine dönüştürdükleri öne sürülüyor. Hatta böyle toplumsal hareketler vasıtasıyla feminen olanın feminist istemlerle birleştiği belirtiliyor. Bütün bu görüşler toplumsal cinsiyet aksında bulunan mücadele repertuarı nın karmaşık muhteviyatı üzerine açıklamalar getirmek gayretinde. Biz bu çalışmada toplumsal hareketleri anlamlandırma çabasındaki kuramlara başvurarak, feminist ideoloji ve annelerin seferberlik deneyimleri arasındaki zamansal ve süreçsel ilişkiye dikkat çekiyoruz. Karşılaştırmalı bir bakış açısıyla, farklı siyasal ve toplumsal bağlamlardan gelen Anneler (Madres) tarafından kurulan dört toplumsal hareket örgütünü, isimleriyle vermek gerekirse, Arjantin'den Mothers of Plaza de Mayo'yu, El Salvador'dan CO-MADRES'yi ve Şili'den Agrupacion de Familiares de Detenidos-Desaperecidos (AFDD) ile EL Poder Feminino'yu inceliyoruz. Öncelikle çerçeve ve ideoloji arasındaki farkı kuramsal olarak ortaya koyarak, ideolojik olarak zıt konumlarda yer alan toplumsal hareketlerin dahi amaçları için aynı söylemsel repertuardan istifade edebileceklerini öne sürüyoruz. Ardından, stratejik özcülük ve benzer çerçeveleme kuramlarında var olan örtük rasyonellik varsayımını reddediyoruz. Akılcılığın evrensel olmadığını, bilakis kültürel olana gömülü olduğunu ve bu durumun da belirli dişil kimlikleri yeniden üretmenin mahreçlerinden biri olan akılcılık/akla aykırılık karşıtlığının yapı-sökümünde kullanılacak bir değişken olarak "duygular"a başvurmayı gerektirdiğini iddia ediyoruz. Salt biyolojik yönüyle dahi annelik apolitik değildir. 20. yüzyılın başından beri süregelen modernleşme süreci vesilesiyle annelik mefhumuna belli başlı görevler ve anlamlar yüklenmiştir. İşte bu yüzden kültürel bağlamları farklı toplumsal cinsiyet repertuarlarına işlerlik kazandıran önemli tabakalar olarak ele almak gerekiyor. Feminizm ve Anti-militarizm Perspektifinden Kadın Vicdani Reddi Süheyla Oğuz, Ankara Barosu, Türkiye suheylaoguz09@gmail.com 9

Vicdani reddini açıklayan birey sayısı kadar vicdani ret tanımı olduğu söylenebilir. Yine de bir yerden başlamak gerekirse Uluslararası Af Örgütü nün önerdiği tanım genel bir çerçeve olarak değerlendirilebilir. Buna göre bir bireyin ahlaki, dini, felsefi, insani, moral ve / ve ya siyasi nedenlerle silahaltına alınmayı, silahlı hizmet vermeyi, silahlı bir çatışmaya doğrudan ya da dolaylı olarak katılmayı reddetmesi vicdani rettir. Bu genel çerçevenin çeperinde kalan farklı tutum ve eylem türlerini de tanımlamak, tartışmak mümkündür. Söz gelimi, silahlı hizmet ve buna karşı gelişen tepki dünyanın birçok ülkesinde sadece bir cinsiyetle ilgiliymiş gibi anlaşılırken kadınların da vicdani retlerini açıklamaya başlamalarıyla genel çerçevenin genişletilmesi gerekmiştir. Türkiye de vicdani ret, 1989 yılında Tayfun Gönül ve 1990 yılında Vedat Zencir in, Sokak Dergisi aracılığıyla yaptıkları açıklamalarla gündeme girmiştir. Kadın vicdani retçi ilk eylem ise 2004 yılında İnci Ağlagül ün açıklamasıyla gerçekleşti. Böylelikle vicdani ret konusunda anne ya da eş gibi edilgen bir konumda algılanan kadınların etkin bir eylemlilik sürdürebileceği görülmüş oldu. Bu eylemliliğin temel çerçevesi ise antimilitarizm - feminizm buluşmasıyla çiziliyordu. Diğer yandan, vicdani retlerini açıklamaya başlamalarına karşın kadınlar, erkek vicdani retçilere destekçi bir konumda görüldü. Bu konumlanma kaçınılmaz olarak vicdani ret tutumuna dair bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Bugün Türkiye de 49 u kadın olmak üzere 169 vicdani retçi bulunmaktadır. Bu sunuşun konusu Türkiye de sayıları her geçen gün artan kadın vicdani retçiler, onların vicdani ret tutumuna dair düşünceleri ve feminist bir çerçeveden anti-militarist yaklaşımın tartışılmasıdır. Kadın vicdani retçilerle görüşmelere dayanan bu kısımla birlikte Türkiye de kadın vicdani ret hareketinin gelişim süreci genel hatları ile ele alınacaktır. Kimin Failliği Daha Önemli? Devlet, Ordu ve Yargı Doğu Durgun, Sabancı Üniversitesi, Türkiye dogudurgun@sabanciuniv.edu Militarizasyon ulusal ve uluslararası birçok aktörün failliklerini kapsayan bir süreçtir. Farklı aidiyetliklere, çıkarlara ve isteklere sahip bu aktörler, sürekli değişen ulusal ve uluslararası bağlam içinde, militarizmi yeniden üretir, dönüştürür ve ona karşı çıkar. Sürecin gelişimini anlamak için, bu aktörlerin değişen pratik ve temsillerini, öznelliklerini ve hangi failliklerin ne kadar ve ne şekilde önemsenip önemsenmediğini sorgulamak gerekir. Bu çalışma, Türkiye de 1990 ve 2000 lerde orduyu yeniden üreten, dönüştüren ve eleştiren kişi ve grupları, bu kişi ve grupların devlet ve toplumla ilişkilerini ve yaşanan yargı süreçlerini inceleyerek, bu sürevin ne şekilde geliştiğini araştırmayı amaçlıyor. Bunu yaparken de hangi grupların ve ne şekilde failliklerinin önemsenip önemsenmediğini soruyor. Savaş Sonrası Dönemi Hafıza ve Politika: Gezi Parkı Olayları'ndan Sonra AKP Politikası ve Toplumsal Cinsiyet Zeynep Balcıoğlu, Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı, Türkiye zeynepbalcioglu@gmail.com Bu çalışmada AKP hükümetinin bilhassa Gezi Olayları ertesinde yürüttüğü politikalara odaklanacağım ve bu politikaların toplumsal cinsiyet ve Gezi Parkı Olayları'nın hafızasıyla oldukça bağlantılı olduğunu iddia edeceğim. Cynthia Enloe'ya göre savaş sonrası kavramı insanların savaşa dair hafıza ve deneyimleriyle toplumsal olarak inşa ettiği bir kavram. Bu bakımdan her savaştan sonra neyin hatırlanması gerektiği hususu içinde bir çok dinamik barındıran karmaşık bir toplumsal mesele. Bu karmaşıklığı tahlil etmek üzere şöyle bir soru sormak gerekiyor: Savaş sonrası dönemlerde kimler ne şekilde hatırlanır? Her bir savaş, aynen savaş sonrası dönemlerde olduğu gibi özgül bir toplumsal cinsiyet ve tarih bağlamında gerçekleşir. Savaş sonrası, kadınlık ve erkeklik gibi mefhumların inşası eş zamanlı olarak ilerler. Bununla bağlantılı olarak, Türkiye 27 Mayıs 2013'te genellikle Gezi Olayları olarak hatırlanan bir dizi isyan hareketinin patlak vermesine tanık oldu. Aylar süren isyan süresince hükümet, polis ve protestocular arasında yoğun çatışmalar yaşandı. Protestocuların demografik özellikleri hakkında 10

bizlere bilgi sağlayan bir araştırmaya göre, ortalama yaşları 28 olan protestocuların yarısından fazlasını kadınlar teşkil ediyordu. Demek ki genç kadınlar protestocuların çoğunluğunu oluşturuyordu. Siyasal şiddet ya da savaş dönemleri süresince ve ertesinde ortaya çıkan görsel ve işitsel malzemeler, toplumsal cinsiyet, kişisel, kamusal ve siyasal arasındaki ilişkilerin yeniden üretimine katılır. Gezi Olayları'yla ilgili olarak ise, kadınların isyanın asli sembolleri haline geldiğini söylemek mümkün. Kırmızılı kadın ve TOMA'ya kafa tutan kadın fotoğrafları farklı şekillerde üretilip tedavüle girdi. Parkın çevresinde insan zinciri oluşturan anneler ve cinsiyetçi sloganları protesto ederek feminist bir farkındalık yaratan seks işçileri benimsedikleri farklı kadınlık kurgularına rağmen dayanışma içinde eyleme geçtiler. Dolayısıyla kadınlar şiddet kurbanı kadın imgesini değiştirerek Gezi Olayları'nın kahramanı olarak ortaya çıktılar. Bu çalışmada güçlü kadın imgesini görünür kılan Gezi Olayları'nın hemen akabinde, AKP'nin bilhassa genç kadınları hedefine alan muhafazakar dayatmalarını yoğunlaştırdığını iddia edeceğim. Doğrudan kadınların cinselliğini hedef alan, karma öğrenci evlerinin itibarsızlaştırılması gibi politikalar Gezi Olayları'ndan bu yana giderek şiddetleniyor. Başbakan tarafından sürekli kullanılan üç çocuk söylemiyle bağlantılı olarak (1) hükümetin evlenen genç çiftlere finansal kredi teşviği vermesi (2) evli genç çiftlerin öğrenci kredisi borçlarının silinmesi ve (3) kadınları emek gücünden dışlaması pek muhtemel olan kadınlar için esnek çalışma saatleri gibi kanun tasarıları hazırlanıyor. Muhafazakar söylemin hâkim ve tekil söylem olmasını engellemek adına kadınların Gezi Olayları'nda yarattıkları güçlü faillik kimliğine tutunmaları ve mevcut eşitlik mekanizmalarını muhafaza etmeleri gerektiğini öne sürüyorum. İlaveten kadınların özel olarak kendilerini ilgilendiren politikalar hakkında daima diri tutmaları gereken kamusal tartışmalara kamu, özel ve kadınlık gibi mefhumları sürekli olarak yeniden biçimlendirecek makul muhataplar olarak, hem savaş süresince ve hem de savaş sonrasında iştirak etmeleri gerektiğini iddia ediyorum. Göç Anlatıları 11:30 13.30 Tartışmacı: Ayşe Parla, Sabancı Üniversitesi Kadınlar, Diyaspora ve Kimlik: İran daki Afgan Mültecilerin Değişen Konumu Azadeh Sobout, Ulster Üniversitesi, İrlanda azadeh.sobout@gmail.com Kimlik ve globalleşme üzerine şimdiye kadar yazılmış metinlerde, uzun süren mültecilik durumu, toplumsal cinsiyet, etnik köken ve dini kimliklerle bağlantılı olarak ele alınırken diyaspora ve ulusötesicilik kavramları merkezî bir önem taşır. Uzun süreli mültecilik ile ilgili araştırmaların çoğu mültecileri pasif, savunmasız ve güçsüz gösteren indirgeyici temsiller üzerine kurulmuştur. Oysa, kadın, erkek ve çocuk mülteciler toplumsal cinsiyet normları dolayısıyla, mülteci toplulukları içinde de farklılaşan deneyimlere sahiptir. Örneğin, savaş ve yerinden edilme eril deneyimler/ süreçler olarak algılandığından, kadınların diyasporaya katkısı çoğunlukla ya önemsizleştirilir ya da görmezden gelinir. Bu sunum, zorunlu göç üzerine feminist bir bakış açısıyla yapılmış çalışmalara dayanarak, zorla yerinden edilmelerin bir sonucu olarak toplumsal cinsiyet ilişkilerinin nasıl yeniden düzenlendiğine odaklanacaktır: İran daki Afgan mülteci topluluklarında yaptığım saha çalışmasına dayanarak, zorunlu göçün geleneksel ataerkil normları nasıl güçlendirdiğini vurgulayacağım. Bunu yapmak için de Afgan mülteci kadınların,toplumsal cinsiyetlerinden dolayı sorumluluğu sayılan üretim, üreme ve diğer toplumsal işlerinin mültecilik deneyimlerinin neresinde durduğuna bakacağım. Bu araştırma feminist bir methodla yapılmıştır: Toplumsal cinsiyet merkezli bir analiz temel alınırken, kadınların farklı yaşam ve kadınlık deneyimleri dikkate alınır. Bu methodla, kadınların diyaspora deneyiminden fiziksel, psikolojik, ekonomik sosyal ve kültürel olarak nasıl etkilendikleri ortaya konmaya çalışılacaktır. Elliden fazla Afgan mülteci kadınla yapılan görüşmeler ve katılımcı gözlemler sonucu, toplumsal cinsiyet, diyaspora ve kimlik arasındaki karmaşık ilişkiler aydınlatılmaya 11

çalışılmıştır. Kadınların sosyal, kültürel ve siyasi gelişimiyle ilgili bilgi ve belge toplama süreci, kadınlarla birlikte/ katılımcı bir şekilde yürütülmüştür. Diyasporada yaşayan kadınların hikâyelerinin çeşitliliği, araştırmanın etnik köken, din, yaş, sınıf ve coğrafî arka plana dayalı deneyimler ile sosyokültürel ve sosyoekonomik zorunlulukları görünür kılabilmesini sağlamıştır. Araştırma aynı zamanda Afgan kadın ve erkekler arasındaki dayanışma ilişkilerine vurgu yapmaktadır. Çünkü diyaspora yaşamı, toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden düzenlenmesine sebep olmaktadır. Böylece araştırma, Afgan erkeklerin diyaspora yaşamının zorlu koşulları içerisinde erkekliklerini nasıl yeniden kurguladıklarına da değinmektedir. Bu çalışma son olarak, zorunlu göçün yarattığı boşluk ta, Afgan kadınların geleneksel kadınlık rollerini yeniden ve kendi yararlarına kurgulamak için kullandıkları stratejileri de görünür kılmaya çalışmaktadır. Savaş, Şiddet ve Göçte Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet: Güncel Güney Asya Siyaseti ve Hindistan ın Bölünmesi Akanksha Mehta, Londra Üniversitesi, İngiltere akanksha_mehta@soas.ac.uk 1947 de Britanya Hindistanı bağımsız Hindistan ve Pakistan devletleri olarak ikiye ayrıldı. Pakistan ın kurulması, Britanya sömürgesi Hindistan da ortaya çıkan etnik-milliyetçi bir İslamî hareketin sonucuydu. Bu bölünme, 15 milyon kişinin göçü, büyük dinî ve toplumsal ayaklanmalar, siyasal şiddet, toplumsal cinsiyet temelli şiddet ve yeni kurulan iki ulus-devlet arasında savaşla sonuçlandı. Raporlara göre bu süreçte, 1 milyon kişi öldü, 100.000 den fazla kadın kaçırıldı ve tecavüze uğradı. Binlerce kadın ise korunmak ve cinsel şiddet sonucu namuslarını kaybetmemek için öncül bir önlem olarak aileleri tarafından öldürüldü. Dahası, tecavüzcülerinden veya onları kaçıranlardan kaçmayı başaran ve evlerine dönen pek çok kadın, lekelenmiş oldukları için aileleri tarafından reddedildi. Hindistan ın bölünmesi, pek çok hafıza çalışmasının konusu olduğu gibi popüler kültürde de (sinema, müzik, tiyatro, şiir ve roman) geniş yer buldu. Bu makalede, Hindistan ve Pakistan ın ayrılmasını toplumsal cinsiyet perspektifiyle ele alırken, süreçte yaşanan siyasi şiddetin hafızasının nasıl yaratıldığını ve bu hafızanın güncel siyasetle ilişkisini ele alacağım. Bölünmenin sözlü ve görsel tarihi ile tanıklıkları feminist bir perspektifle araştırırken, ilk olarak, bölünmenin kendisinin, anlatılarının ve hatırlanmalarının toplumsal cinsiyet normlarıyla derinden bağlı olduğunu iddia edeceğim. İkinci olarak, bölünme sürecinde yaşanan siyasal şiddeti anma kültürlerinin/ anlatılarının, kolektif travmayı hatırlamak için cinsiyetlendirilmiş bedenleri nasıl kullandığını ortaya koymaya çalışacağım. Bu anlatılar, egemen devlet söyleminden, bölünmenin kültürel/ etnik/ dini/ milliyetçi yorumlarına kadar giden bir yelpaze sunuyorlar. Siyasal şiddet konusunda hafıza ve toplumsal cinsiyetin nasıl iç içe geçtiğini anlayabilmek için, Güney Asya da çeşitli siyasi fraksiyonlar tarafından bu şiddetin hatırlanmasında kullanılan film, fotoğraf ve başka sanatsal alanlardan seçtiğim malzemeleri inceleyeceğim. Bu incelemeye dayanarak, siyasal şiddeti anma biçimlerinin ve kadınların bedenleri ve cinsellikleri üzerinde ataerkil tahakkümün iç içe geçerek bölgedeki güncel siyasette önemli bir rol oynadığını iddia edeceğim. Aynı zamanda, inceleyeceğim bu görsel malzemelerin feminist bir analizinin, egemen siyasi söylemin çoğunlukla kadınları sınıflandırmak/ işaretlemek için kullandığı, kurban/ özne, kişisel/ siyasal ve susan/ konuşan ayrımlarına meydan okuduğundan bahsedeceğim. Dolayısıyla, bu görsellerin feminist analizleri alternatif tarih yazımları önererek kadınların özneliği/ aktörlüğü ile siyasal şiddet arasında bağ kurmayı önerecektir. Bu makale, modern tarihin en büyük göçü kabul edilen bu sürecin çok önemli bileşenleri olan siyasal şiddet ve anma kültürünün feminist bir okumasını yapmayı amaçlamaktadır. Güney Asya da egemen olan milliyetçi siyasi söylemde toplumsal cinsiyet ve bölünme hafızasının nasıl iç içe geçtiğine odaklanarak, bu konu hakkında var olan akademik yazına katkı sunmayı ve bu yazına feminist müdahaleler için alan açmayı hedeflenmektedir. 12

Zorunlu Göçmenler Olarak Şiddeti Anlatmak: Somalili Bir Kadının Perspektifiyle Şiddeti Anlamak Fathima Azmiya Badurdeen, Mombasa Teknik Üniversitesi, Kenya azmiyab@gmail.com Bu makale, Kenya daki Somalili mülteci kadınların maruz kaldıkları toplumsal cinsiyet temelli şiddeti ortaya koymaya çalışacaktır. Çalışma, on yıllardır Somali deki yerinden edilmiş nüfusun kaldığı Dadaab Mülteci Kampı nda yapılan nitel araştırmaya dayanmakta ve var olan yazın tarafından desteklenmektedir. Din, milliyet, etnik köken ve sınıf gibi yapısal değişkenleri de göz önünde bulunduran çalışma, mülteci kadınların anlatılarıyla kamptaki toplumsal cinsiyet ilişkilerini anlamaya çalışmaktadır. Kadınların kamp yaşamlarındaki dinamik değişimleri anlayabilmek adına, bu yapısal değişkenler çatışma öncesi, çatışma esnası ve yerinden edilme dönemleri arasındaki farklılıklar düşünülerek ele alınmıştır.bu makalede, Somalili mülteci kadınların maruz kaldığı toplumsal cinsiyet temelli şiddetin, çatışma ve yerinden edilme öncesinde var olan ataerkil/ siyasal şiddet arasında devamlılık olduğunu iddia edeceğim. Ancak, mülteci kampında değişen aile anlayışı, kullanım alanları, kültürel dengeler ile güvenlik amaçlı ve insanî müdahaleler bu şiddeti arttırıyor. Kadınlar, tecavüz, cinsel şiddet korkusu ve sosyal baskı gibi toplumsal cinsiyete dayalı şiddet türlerine maruz kalıyorlar. Silahlı çatışma ortamlarında ve yerinden edilmeler sonucu oluşan güvensizlik, kadınlarda cinsel şiddet korkusu yaratıyor. Bu korku da kadınların hareket özgürlüğünü ve kamp ortamında daha da kısıtlanan seçim yapma haklarını da olumsuz etkiliyor. Bu çalışma aynı zamanda, yerinden edilme durumlarında kadınların yaşadığı travmatik şiddet deneyimlerine rağmen, yerinden edilme sonrası uluslararası toplumla mecburen kurulan ilişki sonucunda tanışılan toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların güçlenmesi fikirlerinin fırsatlar yaratabildiğini göstermektedir. İkircikli güçlenme diye de adlandırılan bu durum, mülteci kadınların aile ve toplum içinde liderlik rolleri üstlenmeleri için alan açabilmektedir. Bu, kadınlara bir kat daha iş ve sorumluluk yükleyen bir durum olarak yorumlanabilir. Ancak, bu yeni roller kadınların karar alma mekanizmalarında güç kazanmalarını da sağlamakta. Köy Boşaltmaları Sonrası Kürt Kadın Anlatıları: Küçükçekmece Kanarya Mahallesi Örneği, 2013 Melike Gül Demir, Maltepe Üniversitesi, Türkiye melikeguldmr@gmail.com Çalışmanın amacı, güvenlik güçleri ve PKK arasındaki çatışmalar sırasında, köy korucuları, güvenlik güçleri ya da PKK baskısı nedeniyle köylerin boşaltılması veya bu şiddet ortamından zorla veya kendi iradesiyle Doğu ve Güneydoğu bölgesinden göç ederek, İstanbul'un Küçükçekmece ilçesi Kanarya mahallesine yerleşen kadınların; zorunlu göç deneyimlerini, algılarını, göçün hayatları üzerindeki etkilerini paylaşmak, kendi dillerinde kendilerini nasıl tanımladıklarını anlamak; araştırma raporlarına dayanan rakamlardan oluşan istatistiki verilere bir ses ve yüz olmaktır. Sivil toplum kuruluşları rakamlarına göre dört milyon kişinin yerinden edilmesiyle sonuçlanan "sürgün"; zorunlu göç, ulus devlet bağlamında kimlik, ulus devlette kadın ve Türkiye de kadın bağlamında ele alınarak araştırılmıştır. Araştırma'nın Kanarya mahallesinde yapılmasının nedeni, İstanbul Göç-Der verilerine göre köy boşaltmaları nedeniyle buraya yerleşen kişilerin en yoğun yaşadığı mahalle olmasıdır. Araştırmanın verileri, niteliksel araştırma yöntemlerinden derinlemesine görüşmeyle toplandı. Görüşmecilerle neyin ve nasıl sorulacağıyla ilgili görüşme formu kullanıldı. Araştırmada, Mardin, Siirt ve Şırnak a bağlı üç köyde yerinden edilmiş, 32-67 yaş arası 24 kadın ile derinlemesine görüşme yapıldı. Görüşmeler katılımcılardan izin alınarak ses kayıt cihazına aktarıldı ve aynı gün içinde görüşme kayıtları çözümlenerek metin haline getirildi. Görüşme sırasında tutulan notlardan da faydalanıldı. Yirmi dört kadın katılımcılardan beşi Türkçeyi iyi düzeyde konuştuğunu, on altı kadın Türkçeyi sınırlı düzeyde konuştuğunu, üçü ise Türkçeyi hiç konuşamadığını beyan etmiş; ancak bütün görüşmeler kadınların isteği doğrultusunda Kürtçe gerçekleştirilmiştir. Erkek katılımcılarla da sık sık bir araya gelinerek göç deneyimleri, özellikle kadınlar ilgili görüşleri, düşünceleri, tavırları katılımcı gözlemiyle anlaşılmaya çalışılmıştır. 13

Köy yakılmalarından sonra aileler; zincirleme göçe maruz kalmış, akraba ve tanıdıklarının yanına sığınmakta çareyi bulmuş, geçimlerini ise ilkokul çağında çocukları çalışarak sağladıkları beyan edilmiştir. Ekonomik sıkıntı içinde olan ailelerin köye dönmeye istekli oldukları ancak geri dönüş için gerekli iyileştirmelerin yoksunluğu, mevcut koruculuk sisteminin devam etmesi, benzer baskı ve şiddet uygulamalarıyla karşı karşıya kalma riski dönüş önündeki engeller olarak sıralanmaktadır. Göç sonrasında metropollere yığılmalarıyla dilleri ve kıyafetleri üzerinden üretilen yaygın dışlanmışlıkla baş etmek zorunda kaldıklarını belirten kadınların; "dillerinin ve kültürlerinin üzerindeki baskıların son bulacağı, kadının özgürleşeceği, bir daha ölüm ve kayıpların yaşanmayacağı, taleplerinin eşit yurttaşlık temelinde çözüleceği bir Türkiye hayalinin" dildeki temsili "barış"tır. Araştırma sonuçlarından anlıyoruz ki, Kürt kadınları babalarının, kardeşlerinin ve çocuklarının kaybetmesi sonucu kamusal alanlara; politik bir bilinçten öte, "hak talebiyle", bir "zorunluluktan" girdiler. Haklarını deneyimleyerek öğrendikleri, kadınları ikincil konuma düşüren her türlü baskı ve tahaküm ilişkilerini reddettikleri, kadının sözünün geçmediği alanlarda yer almayacakları konusunda irade geliştirdikleri gözlemlenmiştir. Kürt sorunundan beslenen PKK'nin içindeki kadınlar ile sivil siyasette yer alan kadınların mücadelesi sonucu kadınların, erkeğin yedeği olmadığı düşüncesi toplumsal yaşamda kendini dayatmış durumda Abdullah Öcalan'ın kadınları desteklemesi, kadın hareketine bir ivmelik kazandırsa da tek başına yeterli olmadığını; kadın özgürlüğünü sağlayacak temel güç kadının kendi elinde olduğu konusunda hemfikirler. Kadın hareketinin talepleri, ataerkilliğin İslami kanunlarla pekiştirildiği; ataerkilliğin gündelik yaşamda Kur'an ve sünetten gücünü alan meşruluğu; kadın hareketinin İslamı ve İslami kuralları reddetmeden gündelik yaşamı yeniden yaratma isteği arasında üstü örtülü gerilimin nasıl aşılacağı ise muğlaklığını korumaktadır. Kürt kadınlarının siyasette aktif olmaları, ataerkil sistemin zayıfladığı, anaerkilliğin güçlendiği anlamına gelmese de daha insani bir yaşam için umut vaat ettiğini söyleyebiliriz. Kolektif Hafıza ile Tecrübe Arasında: Tarlabaşı na Göç Etmiş Olan İkinci Kuşak Kadınların Devlet Şiddetini Alımlama Biçimleri Övgü Ülgen, Hafıza Merkezi, Türkiye ovgu.ulgen@gmail.com Türkiye de 1980 li yıllardan itibaren gözle görülür oranda artış gösteren iç göç, 1990 lı yıllardaki savaşın da etkisiyle devlet şiddetinin izlerini giderek daha fazla taşır hale gelmiştir. Silahlı çatışmalar nedeniyle büyükşehirlere göç eden kuşakların yeni yerleşim mekânlarını deneyimleme biçimleri, sözkonusu şiddetin tüm boyutlarıyla kavranabilmesi açısından çok önemli ve ne yazık ki Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki kadar gözle görülür bir biçimde yaşanmadığı için genellikle bu başlıkta ele alınmayan, üzerinde yeterince durulmadan atlanan bir konu olmuştur. Bu çalışma, temel olarak, devlet şiddeti nedeniyle Tarlabaşı na göç etmiş ikinci kuşak kadınların, bu durumu, şehirde ve yaşadıkları dönemin genel ikliminde nasıl tecrübe ettiklerine odaklanmaktadır. Şehir hayatı; mahalle kimliği ve Tarlabaşı ndaki dayanışma alt başlıkları üzerinden ele alınarak sorunsallaştırılmaktadır. Yaşları daha çok 20-30 arasında değişen ikinci kuşak kadınlar, 1990 lı yıllardaki devlet şiddetini, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki biçimiyle birebir ya da birinci kuşakta olduğu gibi daha yakından tecrübe etmemelerine rağmen bunu kişisel anlatılarının bir parçası olarak görmektedir. Anlatılara konu edilen kırılmalar ve sürekliliklerin hafızanın oluşumunda ve aktarımındaki etkisi, tecrübe kavramına düşünülenden daha derinlikli bir nitelik kazandırmaktadır. Tecrübe ve kolektif hafıza arasında önemli bir ilişki olduğunu gösteren bu bilginin izlerini derinlemesine mülakat tekniğiyle sürmek, devlet şiddetinin yeterince üzerinde durulmayan bir yönüne vurgu yapmanın yanı sıra hafıza konusu etrafında gelişen literatüre katkıda bulunmak adına da değerlidir. Bugüne kadar Kürtlerin, devletin terörizm ve iç mihrak gibi söylemlerine maruz kalarak sessizleştirildiği düşünüldüğünde sözlü anlatıların, devletin iktidarını kurması ve şiddetini yeniden üretmesi açısından önemi artmaktadır. Bu anlatılar aracılığıyla hafızanın, iktidarın etkisizleştirme söylemine karşı bir direniş metodu da olabileceğini gözlemlemek mümkündür. 1990 larda, yıkılan ve 14

işgal edilen köylerdeki yağmalama, birinci kuşak tarafından her şeyi hatırlamanın mümkün olduğu bir ortamda, bir direniş metodu olarak varolan hafızaya sahip çıkma ve susturulan hikâyeleri anlatma yönünde şekillenmiştir. Bu çalışmada ise Tarlabaşı nda yaşayan ikinci kuşak kadınların, doğrudan deneyimlenmemiş şiddeti, şehir ortamında nasıl alımladıkları ve en önemlisi nasıl siyasallaştırdıkları incelenmektedir. Le déplacement forcé kurde après les années 1990 sur la naissance d une identité communautaire àtarlabaşı, İstanbul başlıklı ve 2013 yılında tamamladığım yüksek lisans tezimde, 1990 lı yıllarda Tarlabaşı na zorunlu göçle oluşan mahalle kimliğini çalışmıştım. Bu mahallede ikamet edenlerle yaptığım derinlemesine mülakatlardaki amacım, Kürt göçmenlerin toplumsal hafızalarına yönelmek olmuştu. Bu çalışma için ikinci kuşak kadınlarla gerçekleştirilen görüşmelerden çıkan bulgular, yukarıda anılan tez çalışmasını zenginleştirme ve derinleştirme amacını taşıdığı gibi alana katkıda bulunmayı ve anlatıları mümkün olduğunca çok kişiyle paylaşarak farklı biçimlerde gasp edilen kişisel hikâyelerin sahiplerine iade edilmesini sağlamayı hedeflemektedir. Post-Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet 14:30 16:15 Tartışmacı: Leyla Neyzi, Sabanci Üniversitesi Suskun Sesler: Kırgız Kadınlar, "Büyük Vatanseverlik Savaşı" ve Cengiz Aytmatov'un Erken Dönem Eserlerinde Post-Hafıza Gulzat Egemberdieva, Toronto Üniversitesi, Kanada egemberdievagulzat@gmail.com Stalingrad'dayız ve Almanlar çok yakın. Hâlâ hayattayız, kim bilir daha ne kadar? Bu cümleler Mansur tarafından Kuzey Kırgızistan'da Ichke Suu adlı bir dağ köyünde yaşayan annesi Tyrmaktai'ye yazılmış. Tyrmaktai benim büyük büyükannem. Ölene kadar Mansur'un mektubunu üzerinde taşımış. Bu çalışma dağılan Sovyetler Birliği'nin birçok yerinde olduğu gibi Kırgızistan'da hâlen kutlanmaya devam eden Büyük Vatanseverlik Savaşı nın menzili dışında kalarak travma yaşayan, hikâyelerini anlatamayan Tyrmaktai gibi kadınların seslerini bulup sizlere ulaştırmaya çalışıyor. Laura S. Brown'ın ( Not Outside the Range: On Feminist Perspective on Pyschic Trauma, American Imago, Spring 1991) ilham verdiği feminist bir bakış açısıyla, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un erken dönem eserlerinde belki kendisinin icat etmediği, ama hayata getirdiği Tyrmaktai gibi kadınların gündelik ve sinsi travması nı inceliyor. Aytmatov'un eserlerinde kurmaca ve yaşam daima iç içedir ve ana karakterlerin arasında kadınlar bulunur. Aytmatov'un babası Stalin döneminde Büyük Temizlik in kurbanı olmuş, annesi ise kocalarını, erkek kardeşlerini, babalarını ve oğullarını kıtlığın kavurduğu Orta Asya topraklarında kaybeden sayısız kadının kaderine katlanmak zorunda kalmıştır. Aytmatov'un Betme bet (Yüz Yüze) gibi ilk dönem hikâyelerinden birkaçı post-hafızanın bir neticesi olarak düşünülebilir. Yüz Yüze'de evine dönüp köyünün yakınında bir mağarada saklanan bir asker kaçağının hikâyesi anlatılır. Kaçağın karısı gündelik hayatın türlü meşakkatinin yanısıra, yeni doğmuş çocuğu ve hasta annesinin üzerine bir de kocasının sırrını taşımak zorunda kalır. Yüz Yüze'nin yayınlandığı zaman (1957) göz önüne alınırsa, öykünün sonunun sosyalist gerçekçilik akımına epeyce uygunluk gösterdiği söylenebilir. Zira aşkın vatanseverlik görevine boyun eğmesi gerektiğini anlayan kadın, kaçak kocasını güvenlik güçlerine teslim eder. Bu sonun başlı başına travmatik bir boyutu vardır. Aytmatov hikâyeyi Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra tekrar kaleme almıştır. 1990 baskısının önsözünde Aytmatov'un açıkladığı (ya da belki de itiraf ettiği) üzere öyküye bir bölüm daha eklenmiş ve sonu değiştirilmiştir. Öykünün yeni halinde asker kaçaklığı bireye, ailesine ve görevin imkânsızlığına dair bir dram haline gelmiştir. Bu çalışma 1958'de, yani Yüz Yüze'den bir sene sonra yayınlanan Dzhamilia'nın incelemesiyle sona eriyor. Aragon'un bu metne dünyanın en güzel aşk hikâyesi demekte hakkı var. Dzhamilia'nın bir sene önce yayınlanan Yüz Yüze'ye gizli ve travmatik bir devam olarak yazılıp yazılmadığını merak ediyorum. Çünkü bu sefer kadın sevgilisiyle birlikte kaçarak sadece Büyük Vatanseverlik Savaşı'nın bir kahramanı olan kocasına değil, aynı zamanda Kırgız kültürünün örf ve âdetlerine de "ihanet" eder. 15

Aytmatov'un bunu kendisinden kaçmak ve bir tür "retroaktif aktarım" ile kendisini yazar yapan kadınlarlara ses vermek için yaptığını iddia ediyorum. Beyaz Adamların Çocukları Yelda Başaran Usupbeyli, Paris 8 Üniversitesi, Fransa & Akdeniz Üniversitesi, Türkiye yeldabasaran@gmail.com Günümüzde Fransız kadın sinemacılar hazırladıkları otobiyografik belgesellerde sıklıkla ailelerine dönerek geçmişlerini deşiyor, bir çeşit kimlik arayışına giriyorlar. Bu otobiyografik filmler elbette ilk bakışta kişisel ve dolayısıyla geniş izleyici kitlelerinin ilgisini çekmesi zor gibi gözüken bir konuyu dışa vurma ihtiyacı hisseden sinemacının özeliyle/mahremiyle ilintili. Ancak kişisel tarihin kolektif Tarih le daima ilişki hâlinde olduğunu unutmamak gerekiyor. Aileyi, benliği tarihin öznesi olarak kurgulamaya yönelik tam teşekküllü çabaların önünde bulunan bir engel olarak ortaya koyan bu filmler Rousseau ve Goethe'ninki gibi bazı klasik metinlerce tanımlanan klasik Batı otobiyografik modeline uygunluk göstermiyor. Daha ziyade bu eserleri benliğin temsilleri üzerinden kültürel meselelerin araştırıldığı veya ortaya konulduğu otoetnografik itki örnekleri olarak düşünebiliriz. Catherine Russell sinemacı, kendi kişisel tarihinin daha geniş toplumsal formasyon ve tarihsel süreçler tarafından kapsandığını anladığında otobiyografinin otoetnografyaya dönüştüğünü belirtiyor. Otoetnografik sinemanın örnekleri olarak ise 1980 ve 1990'larda Amerika Birleşik Devletleri'nde ortaya çıkan deneysel otobiyografik eserleri gösteriyor. Burada ise belgesel filmlerden bahsedeceğimiz için, Michael Renov'un Domestic Ethnography and the Construction of the 'Other' Self (Domestic Etnografya ve Öteki Benliğin İnşası) makalesinde ortaya attığı "domestik etnografya" kavramına başvuracağım. Renov kavramı ve uygulamasını benliği araştırmanın bir vasıtası, ailevi ötekiye dönerek öz-bilgiyi inşa etmenin bir yolu olarak görüyor. Yani buna otobiyografik benlik araştırmasının etnografın başkalarının yaşamlarını belgeleme kaygısına eklemlendiği bir uygulama diyebiliriz. Vaka çalışması olarak Fransız bir anne ve Burkina Faso'lu bir babanın kızı olan Sarah Bouyain'in melez kökenlerini keşfettiği Les Enfants du Blanc (Beyaz Adamların Çocukları) filmini tahlil edeceğim. Film bir aile sırrını ifşa etmenin yanısıra bizlere sömürgeleştirmenin medenileştirici etkilerine dair unutulmuş bir boyutu gösteriyor. Bouyain'in büyükannesi Fransız bir sömürgeci ve Afrikalı bir kızın birlikteliğinden, şimdi Burkina Faso olan Yukarı Volta'da doğmuş. Yirminci yüzyılın ilk on yılında Fransız ordusu Bouyain'in büyükannesinin annesi gibi birçok Burkinalı Faso'lu kadının Fransız teğmenlerle birlikte olmasını şart koşmuş. Genellikle Fransız babaları tarafından terk edilen bu çocuklar özel olarak tesis edilen yetimhanelere yerleştirilmiş. Tarih kitapları bu yerli kadınların ve çocuklarının başına gelenlerden neredeyse hiç bahsetmiyor. Sarah Bouyain ise büyükannesinin tanıklığı üzerinden ait olduğu melez azınlığı keşfederek köklerine dair muammanın parçalarını bir araya getirmeye çalışıyor. Bu noktada post-hafıza Beyaz Adamların Çocukları'nda var olan geçişken otobiyografik unsurların tarifi için yararlı bir kavram olarak görülebilir. Zira Bouyain kendi kimlik oluşumunun doğrudan bir parçası olmayan başka bir hafızaya bağlanıyor. Hirsch'e göre post-hafıza kendi doğumlarından önce olmuş olayların anlatılarının egemenliğinde büyüyen; kendi hikâyeleri sabık kuşağın ne anlayabildiği ne de yeniden yaşayabildiğii travmalarla yoğrulmuş hikâyeleri tarafından yerinden edilen insanların deneyimini nitelemektedir. Sarah Bouyain bu filmde sadece kişisel ve ailevi hafızaya tarihsel bir mesele olarak yaklaşmakla kalmıyor, tarihi de kişisel bir mesele olarak ele alıyor. Buradan hareketle otobiyografinin sınırlarını geniş manada tanımlanmış bir tarihsel öznellik sahasına taşıyan Beyaz Adamların Çocukları'nın belgesel, otobiyografi ve kimlik mevzularına musibet olan tanımlama ve sınıflandırma krizine bir örnek teşkil ettiği düşünülebilir. Cinsiyetlendirilmiş Şiddeti Bosna-Hersek'teki Çatışmanın Post-Hafızası Üzerinden Okumak Lydia Cole, Aberystwyth Üniversitesi, İngiltere lyc3@aber.ac.uk Bu çalışmada Bosna-Hersek'teki cinsiyetlendirilmiş şiddetin hafızası ile onun evrilen post-hafızası arasındaki girift ve üretken ilişkiler konu ediliyor. Esas olarak post-hafıza kavramının hafıza ve post- 16

hafıza arasındaki rabıtayı kuramsallaştırmak suretiyle hafızalaştırma süreçlerinin toplumsal cinsiyetle ilişkisini araştırmak hususunda bizlere nasıl yardımcı olabileceğini sorguluyorum. Post-hafıza Marianne Hirsch'in ortaya attığı bir terim: kuşaksal mesafeyle hafızadan, derin ve kişisel bir bağlantı hissiyatıyla tarihten ayrılan, filmler, romanlar ve fotoğraf gibi yaratıcı araçlar tarafından dolayımlanan hafızaya işaret ediyor. Hirsch ve diğerleri bu kavramı, Kadınlar nerede?, Kadınların seslerine nereden erişebiliriz? gibi feminist sorular yönelterek Holokost'un kolektif hafızasını oluşturmak üzere işe koşuyorlar. Ronit Lentin ise Femina Sacra: Gendered Memory and Political Violence (Femina Sacra: Cinsiyetlendirilmiş Hafıza ve Siyasi Şiddet) adlı eserinde bütün hafızanın zaten aslında post-hafızadan ibaret olup olmadığının üzerinde durarak kavramı sorguluyor. Her ne kadar Lentin'in hafızadan ne anladığımızı temelden sorunsallaştıran itirazı haklı olsa da ben burada kavramın başka bir yararı olduğunu öne süreceğim. Hafıza ve post-hafıza arasında bir ayrıma gitmek, doğrudan felaketzede sayılamayacaklar tarafından ortaya çıkarılan yaratıcı araçları çatışmanın kolektif hafızasının oluşturulmasına bir katkı olarak okumamıza cevaz veriyor. Bosna-Hersek'teki çatışmayla alakalı olarak gelişen yaratıcı araçlar ise post-hafıza ile eleştirel bir ilişkiye girmenin yararlı ve gerekli olduğunu gösteren bir alan. Çatışmanın son dönemlerinde ve hemen akabinde gazeteci ve akademisyenler Bosna-Hersek savaşında tecavüzün kullanımını belgelediler. Bütün bunlar mevcut çalışmama feminist bir zemin sağlamakta. O zamanlardan itibaren, çatışmaya dair birçok yaratıcı aracın ortaya çıkışını izledik. Bu çalışmada ise Drakulid in S A Novel about the Balkans (S Balkanlar Hakkında Bir Roman) adlı filmini ve Grbavica: Esma's Secret'ı (Grbavica Esma nın Sırrı) inceliyorum. Çatışma(daki cinsiyetlendirilmiş şiddet) hafızasının (yeniden) üretimi ile ilgili sorular sormak için bu filmleri bilhassa post-hafıza kavramının merceğinden süzerek değerlendiriyorum. Terimin analitik potansiyelini araştırmak ve cinsiyetlendirilmiş şiddetin post-hafızasının farklı öznellikleri nasıl inşa ettiğine dair sonuçlara varmak amacıyla post-hafıza teriminin sınırlarını zorluyorum. Bu esnada özellikle kuşak mesafelerinin ve annelik anlatılarının üzerine eğiliyorum. Üç bölümden oluşan bu çalışmada ilk olarak Hirsch'in post-hafıza kavramını, kavramın kullanım sahalarına dikkat çekerek ele alıyorum. İkinci bölümde her iki filmde de karşımıza çıkan, çatışma döneminin cinsel şiddet ortamında doğan çocukları sarmalayan anıları ve sessizlikleri değerlendiriyorum. Son kısımdaysa post-hafıza kavramını ve kavramın çatışmanın kolektif hafızası ile etkileşimlerini tartışıyorum. Trans* Seks İşçisi Anneler ve Kızları: İstanbul'daki Trans* Cemaatinin Sistematik Polis Şiddetine Karşı Mücadelesinde Hafıza Geçişinin Rolü Dilara Çalışkan, Sabancı Üniversitesi, Türkiye dilaracaliskan@sabanciuniv.edu Trans* kadınlar üzerine olan literatür daha çok ön yargı ve ayrımcılığın nasıl deneyimlendiğiyle ilgilenir. Yine konu ile ilgili olan rapor ve araştırmalar, trans* bireylerin nefret olaylarını nasıl deneyimlediği ve bu ayrımcı hareketlerin onların günlük hayatlarını negatif yönde nasıl etkilediği üzerine eğilir. Buna karşılık, yine tüm bu ayrımcı söylem ve davranışlar karşısında trans* bireylerin nasıl bir araya gelerek devam eden şiddet sarmallarına karşı direndiği ve bu direniş sırasında nasıl enstrümanlar kullandıkları ne yazık ki birçok araştırmada görülememektedir. Buna karşılık, bu araştırmanın amacı, trans* seks işçileri cemaati içerisindeki kurmaca anne- kızlık ilişkisine bakarak, bu ilişkinin iki jenerasyon arasındaki şiddet hafızası geçişi üzerindeki etkisine bakmaktır. Bunu yaparken, öncelikle hem "anneler", hem de "kızların" trans* olmak ile ilgili anlatılarını dinleyecek hem de farklı yaş grupları arasındaki hafıza geçişini, çok daha spesifik olarak Hortum Süleyman örneği üzerinden ele alırken, bu geçişlerin genç trans* bireylerin şiddete karşı olan dirençlerinde nasıl etkileri olduğunu tartışacağım. Son olarak bu kapsamda, Hortum Süleyman lakaplı 1996-1997 yıllarında Beyoğlu Emniyet Müdürü olan, farklı boyut ve renklerde olan hortumlarla yaptığı işkencelerle tanınan kişinin yarattığı şiddet hafızasını Marianne Hirsch'ün Post-Memory kavramı perspektifinden, bu kurmaca anne-kız ilişkisini merkeze alarak inceleyeceğim. Bu çalışma, İstanbul'daki trans* cemaati içerisindeki farklı ilişki dinamiklerine anne-kız ilişkisi özelinde bakmayı, bu ilişkinin hangi noktalarda önemli bir alternatif oluşturup hangi noktalarda yeniden üretim riski taşıdığını tartışırken; cemaat içerisindeki anne-kız ilişkisinin önemini post- 17

memory kavramının lensinden, Hortum Süleyman örneğiyle tartışmayı amaçlamaktadır. Marianne Hirsch'ün gözünden trans* bireyler arasındaki bu ilişkiyi incelerken, annelerin Hortum Süleyman tarafından maruz bırakıldıkları benzeri pek de olmayan spesifik işkence türünün, kızlarının hafızasında nasıl bir yer edindiğine ve onların gelecekle ilgili kaygılarıyla ne tür bağlantılara sahip olduğundan bahsetmektedir. Bunların yanı sıra bu araştırma, cinsiyetçi şiddete karşı verilen büyük mücadelede yeniden oluşturulan alternatif anne-kızlık ilişkisinin ve trans* cemaatindeki farklı jenerasyonlar arası hafıza geçişinin, sistematik şiddet ve sessizleştirme politikalarına karşı trans cemaati içerisinde nasıl bir rolü olduğunu tartışmaktadır. Sonuç olarak bu araştırma,30 yılı aşkındır sistematik şiddete maruz bırakılan trans* bireyler arasında oluşturulan farklı direnç mekanizmalarından biri olan anne-kızlık ilişkisine bakarken, sıklıkla trans* bireyleri sistemin kurbanları olarak temsil eden literatüre bir alternatif getirmeyi amaçlamaktadır. Farklı örgütlenmeler ve görünürlüğün arttırılması için verilen mücadelelerin yanı sıra, akademik alandaki temsil ve perspektifler hareketin geleceği için hayati önem taşımaktadır. Bu sebepten dolayı bu araştırma sistematik şiddete uzun yıllardır maruz kalan trans* cemaatinin global literatürdeki temsillerinin öznellikten uzak, pasif bireyler olmasına karşı çıkarken, cemaat dinamiklerinin ve onların günlük hayattaki rollerinin bireyler üzerindeki yansımalarının da ele alınması gerektiğine dikkat çekmektedir. Direniş ve Toplumsal Cinsiyet II 16:30 18:15 Tartışmacı: Nükhet Sirman, Boğaziçi Üniversitesi Toplumsal Bir Olgu olarak İntihar: Ataerkil İnşa ve Arap Baharı nda Kendi Yakma Eylemleri Arasındaki Nedensel İlişkinin Analizi Loubna EL Moncef, Ibn Tofail Üniversitesi, Fas elmoncefloubna@gmail.com Bu çalışma Arap Baharı'nın başlangıcındaki kendini yakma fenomenini incelemekte ve toplumun ve sosyal faktörlerin kişisel karar ve hareketler üzerindeki etkilerine bakmaktadır. Durkheim'ın intiharın sosyal bir olay olduğu görüşünü destekleyerek, Arap Baharı nda kendini yakma ve Orta Doğu'daki ataerkil inşalar arasında nedensel bir ilişki olduğunu savunmaktadır. Çalışma ilk önce Durkheim, onun çağdaşları ve sonraki sosyologlar tarafından geliştirilen intihar teorilerinin titiz bir incelemesini yapmaktadır. İntihar, sosyolojide önemli bir konu olagelmiştir. Psikiyatri alanında muğlaklık kaynağı olan intihar, sosyoloji alanında birincil sosyal nedenler çalışılarak açıklanmıştır. Emile Durkheim'dan Christian Baudelot'ya sosyologlar bireysel davranışları sosyal gerçeklerle açıklamaya eğilimlidirler. Birçok ülkede cinsiyet, yaş, din, meslekî konum, evli ya da bekâr olma gibi değişkenlere bağlı olarak değişen intihar oranlarını çalışmak için istatistik bilimine başvururlar. İkinci bölüm ise, öncelikli olarak dini ve kültürel kurumlar ve ideolojilerden etkilenen bireysel bir karar olarak Arap Baharı nda kendini yakmayı incelenmektedir. Çalışma Arap Baharı nda kendini yakan kişinin ataerkil kültürde var olan toplumsal cinsiyet sosyalizasyonunun bir ürünü olduğunu savunmaktadır. Bunun için Arap erkekliğini oluşturan kültürel ritüeller ve geçiş törenlerini çözümlemektedir. Bunu yaparken, çalışma Arap erkekliklerinin sosyal dışlanma korkusundan dolayı toplumsal cinsiyet normlarına ve erkek model ölçülerine uyma mücadelelerini anlatmaktadır. Çalışma ataerkil inşalar ve kısıtlamalar altında Arap erkeklerinin zor durumda olduklarını ortaya koymaktadır. Durkheim'ın intiharın toplumsal teorisi üzerinden bu çalışma, Arap Baharı nda kendini yakan kişinin kendi ataerkil kültürünün bir ürünü olduğunu savunmaktadır. Arap Baharı ndaki kendini yakma eylemleri, acı ve yanmalara dayanma üzerinden erkek statüsünün değişmesi için bir başka geçiş töreni olmaktadır. 18

Feminist Tarihin İmkân ve Sınırlılıkları: 1960-70 li Yılların Devrimci Kadınlarının Yakın Tarih Çalışmalarındaki Temsili Derya Özkaya, Sabancı Üniversitesi, Türkiye deryaozkaya@sabanciuniv.edu 70 li yıllar, Türkiye yakın tarihi üzerine çalışan tarihçiler arasında en az ilgi gören dönemdir. Homojen bir tarihsel dönem gibi anlatılan ve 80 öncesi diye geçiştirilen bu dönemde yaşanan gelişmeler genellikle terör veya kaos ortamı, sağ-sol çatışması gibi tanımlamalarla açıklanmaya çalışılmaktadır. 1960 lardan başlayarak, özellikle de 1970 lerde, geniş halk kitleleri politikleşmiş ve sendikalar ile siyasi partiler aracılığıyla hakları için mücadele etmeye başlamışlardır. 70 ler halen üzerinde düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken çok önemli gelişmelere tanık olmuş; geniş kitlelerin politikleştiği ve alternatif siyasal ve toplumsal örgütlenmelerin yaratıldığı bir dönemdir. Tarih yazımının genelinde olduğu gibi bu döneme dair yazında da ciddi bir erkek egemenliği söz konusudur. Döneme dair yazılan tarihsel araştırma kitapları, yapılan siyasal değerlendirmeler ve sözlü tarih çalışmaları ile anı kitaplarının çok büyük bir bölümü hem erkekler tarafından yazılmıştır hem de haliyle erkekleri anlatmıştır. Kadınlar ise uzun bir süre sessiz kalmışlar ve yazılan bu sınırlı tarihin içinde kendilerini var etmeye çalışmışlardır. Elbette siyasal, toplumsal ve kültürel anlamda radikal değişim ve dönüşümlerin yoğun olarak yaşandığı bu dönemde, tüm bu değişim ve dönüşüm kadınlara da yansımış olmalıydı. Peki, kadınlar tüm bu süreçte neredeydiler, neler yaşadılar, neler hissettiler? Kadınların bu toplumsal dönüşüme ne gibi katkıları olmuştu? Bugün sayısı gün geçtikçe artan kadın tarihi çalışmalarından biliyoruz ki kadınlar, bahsettiğimiz bu dönemde tıpkı erkekler gibi silahlı mücadeleden örgütlenme faaliyetlerine, mahalle çalışmalarından fabrikalara, isyanlardan boykotlara her yerdedirler ve aktif birer öznedirler. Kadınlar üretkenlikleri, sabırları ve dirençleri ile tüm bu toplumsal dönüşümde hem etkili olmuş hem de bu dönüşümden etkilenmişlerdir. Kadın tarihini anlamak için uzun yıllardır yok sayılan, unutturulmaya çalışılan veya sessizleştirilen pek çok deneyim günümüzde artık farklı feminist örgütlenmelerin çıkardığı yayınlar, gittikçe çeşitlenen feminist kitabevlerinin bastığı kitaplar, bünyesinde ayrı kadın örgütlenmeleri barındıran sol/sosyalist/devrimci yapıların yürüttüğü çalışmalar, üniversitelerin toplumsal cinsiyet ya da kadın çalışmaları merkezleri bünyesinde yürütülen çalışmalar, bağımsız kadın yazarların yazdıkları kitaplar, yaptıkları araştırmalar, çektikleri belgeseller ve düzenledikleri sergiler vasıtasıyla görünür kılınmaktadır. Kadın çalışmaları alanındaki tüm bu çeşitlilik feminist tarih anlayışının yarattığı imkanları göstermesi açısından oldukça önemlidir. Ancak tüm bu çalışmaların içerdikleri kadar dışarıda bıraktıkları bilerek ya da farkında olmadan- konular, dönemler ve aktörler de bulunmaktadır. Bu da bize feminist tarih çalışmalarının imkanlarının yanı sıra sınırlılıkları da olduğunu göstermektedir. 1960 larda başlayan ve 70 li yıllarda büyüyerek varlığını sürdüren bu muhalefet hareketinin getirdiği toplumsal ve siyasal dönüşümle ortaya çıkan yeni dönemin kadın bakış açısıyla bir kez daha incelenmesi gerektiğine inanıyorum. Böylesi çalışmalar bize kadınların yaşam tecrübeleri ve değişim konusundaki istek ve arzuları hakkında bize önemli bilgiler sağlayabilir ve kadınların bu süreçteki katkılarını görmemizi yardımcı olur. Kadınlar bu dönemin aktif birer öznesi olabilmişler midir? Öyle ise nasıl, hangi mekanizmalar dolayımıyla bunu başarabilmişlerdir? Dönemin siyasal ve toplumsal ortamına nasıl dahil olabilmişlerdir? Ne tür duygular yaşamış, neler düşünmüşlerdir? Devrimciliği nasıl algılamış ve yaşamışlar; bu konuda erkeklerden hangi noktalarda farklılaşmışlardır? Silahlı mücadeleye dair ne gibi fikirler edinmişler ve bu fikirler zaman içerisinde nasıl değişmiştir? Nasıl ortaklıklar, kolektif üretimler hayata geçirmişlerdir? Sonrasında bu ortaklığın kopmasıyla neler yaşamışlardır? Bütün bunlar ve daha da fazlası hala cevaplanmayı bekleyen sorulardır. Bu soruları cevaplamak farklı kuşaklardan kadınların farklı politik mücadele deneyimleri arasında bağlantı kurabilmek ve bu deneyimler arasında bir süreklilik kurarak hem 1970'lere dair kısıtlı ve toplumsal cinsiyet odağı olmayan Türkiye solu literatürüne katkıda bulunması hem de 19

Osmanlı'dan başlayarak bugüne uzanan feminist literatürün devamlılığını sağlaması açısından önem taşımaktadır. Toplumsal Cinsiyetin Şiddete Etkileri ve Direnen Kadınlar: Türkiye de 1980-1983 Askerî Cuntası da Kadınların Gözaltı ve Hapishane Deneyimleri Bürge Abiral, Sabancı University, Turkey burgeabiral@sabanciuniv.edu Türkiye tarihine damgasını şiddetle vurmuş 12 Eylül darbesi hakkında yazılıp çizilmiş çok şey olmasına rağmen darbe sırasında gözaltı ve cezaevlerinde şiddet görmüş kadınlarla ilgili bilgi oldukça az. Hem dönemi inceleyen genel yazında hem de sol tarihinde kadınlar görünmez kılınır. Erkek-merkezci bir tarih yazımında tarihten silinmelerine ve suskunluğa gömülmelerine rağmen özellikle son zamanlarda askeri cunta döneminde tutuklu kalmış bazı kadınlar yazılı ve görsel belgelerle gözaltı ve cezaevi tanıklıklarını paylaşıyorlar. Bu çalışmada, o dönemde tutuklu kalmış kadınların deneyimlerine ışık tutmak amacıyla hâlihazırdaki anlatıları inceleyeceğim. Öncelikle gözaltı ve cezaevinde kadınların maruz kaldığı şiddeti toplumsal cinsiyet açısından anlamlandırmaya, ikinci olarak da toplumsal cinsiyet dinamiğinin kadınların direnişini nasıl etkilediğini tartışmaya çalışacağım. Kadınların anlatılarında öne sürüldüğü üzere, kabul edilebilir kadınlığın ne olduğunu belirleyen egemen söylem polislerin ve gardiyanların siyaseten aktif kadınları algılayış biçimlerinde son derece belirleyici olmuştur. Bu söylem çerçevesinde muhalif kadınlar ya korunması gereken bacı ya da kötü yola düşmüş kadın kategorilerine indirgenmiştir. Hâlihazırdaki anlatılara göre görevliler bazen kadınlara erkeklere davrandıklarından daha yumuşak davranmış olsalar da, onları çoğunlukla cinsiyetlerini hedef alan işkencelerle cezalandırmışlardır. Toplumsal cinsiyetin öne çıktığı bu bağlamda kadınların direnmesi sadece ulusdevletin dayattığı otoriteyi reddetmeleri anlamına gelmemiş, aynı zamanda geleneksel olarak kadınlara bahşedilen rollerin de reddi olmuştur. Diğer bir deyişle direniş, kadınların yeri olarak algılanmayan bir alanda kadınların kendilerini siyasi özne olarak ileri sürmeleri anlamına gelmiştir. Ancak anlatılar aynı zamanda tecavüz ve cinsel taciz tehdidiyle karşılaştıklarında kadınların bazen direnişi kırdıklarını da gösterir. Bu anlatılar da 12 Eylül ve kadınlar hakkında yapılan araştırmalarda öne çıkan kahramanlık hikâyelerine meydan okumaktadır. Aidiyetliğin Dilinin Toplumsal Cinsiyeti: Savaş Anılarını Anlamlandıran Mozambikli Eski Kadın Savaşçılar Jonna Katto, Helsinki Üniversitesi, Finlandiya jonna.katto@helsinki.fi 27 Nisan Pazar Kayıp, Yas ve Melankoli Hafızaları 09:30 11:15 Tartışmacı: Banu Karaca, Sabancı Üniversitesi "Yanık Yürekle" Şarkı Söylemek: Türkiye Kürdistan'ında Kürt Kadın Şarkıcılar, Bulaşıcı Sesler ve Yasın Siyaseti Marlene Schäfers, Cambridge Üniversitesi, İngiltere marlene.schafers@gmail.com Kürt bir kadın olan Fatma bir defasında bana "Şarkılarımı acım için, yüreğimin acısı için söylüyorum," demişti. Yüreği yanmayanın şarkıcı olmayacağını açıklayarak, "Yüreğin yandıkça daha da acılı şarkılar söylersin," diye eklemişti. Fatma'nın yüreğini yakan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve Türk devleti arasında on yıllardır süren silahlı mücadeledeki acılı deneyimiydi. Bir oğlunu savaşta kaybetmiş ve 20