Fazla Kültür Göz Çıkarmaz
Judy Jones William Wilson Fazla Kültür Göz Çıkarmaz Çeviren: Elif ÖZSAYAR Şiir çevirileri Cevat ÇAPAN
ISBN 978-605-5655-36-5 2006, Judy Jones and the Estate of William Wilson 1987, 1995, Judy Jones and William Wilson Orijinal ad ve yay nc s : An Incomplete Education, Ballatine Books, New York Türkçe yayın hakları Anatolialit Telif ve Tercümanlık Hizmetleri tarafından sağlanmıştır. Optimist Yay nları Telefon : 0216 481 29 17-18 Faks : 0216 521 10 64 e-posta : optimist@optimistkitap.com www.optimistkitap.com www.iskitaplari.com facebook.com/optimistkitap twitter.com/optimistkitap Optimist yay n no : 204 Konu : Yaşam Kültürü Yay na haz rlayan : Mutlu Dinçer Bas m Düzelti Düzenleme Kapak tasarım Bask ve cilt : Ocak 2012, stanbul : Fevzi Göloğlu : Nermin Uçar Vatan : Tor Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Hadımköy Yolu Akçaburgaz Mah. 4. Bölge 9. Cadde 116. Sokak. No: 2 Esenyurt - STANBUL Tel: 0212 886 34 74
İÇİNDEKİLER Gözden Geçirilmiş İkinci Baskıya Giriş 9 Birinci Baskıya Giriş 13 BİRİNCİ BÖLÜM Sanat Tarihi 18 İKİNCİ BÖLÜM Edebiyat 82 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Müzik 164 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Sinema 206 BEŞİNCİ BÖLÜM Felsefe 250 ALTINCI BÖLÜM Psikoloji 294 YEDİNCİ BÖLÜM Din 332 SEKİZİNCİ BÖLÜM Bilim 370 DOKUZUNCU BÖLÜM İktisat 450 ONUNCU BÖLÜM Dünya Tarihi 478 ON BİRİNCİ BÖLÜM Siyaset Bilimi 550 ON İKİNCİ BÖLÜM Amerika Dersleri 646 Sözlük 718 Dizin 735
TEŞEKKÜRLER Bu kitapta kendi imzalarını taşıyan kısımlara enerjileri, kavrayışları ve uzmanlıklarıyla katkıda bulunmuş aşağıdaki kişilerin hepsine (her ne kadar teslim tarihi nin anlamını sadece üçü biliyor olsa da) teşekkür etmek isteriz: Owen Edwards, Helen Epstein, Karen Houppert, Douglas Jones, David Martin, Jon Pareles, Karen Pennar, Henry Popkin, Michael Sorkin, Judith Stone, James Trefil, Ronald Varney, Barbara Waxenberg, Alan Webber ve Mark Zussman.
GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ İKİNCİ BASKIYA GİRİŞ Bu kitabın ilk kez yayınlandığı 1987 ilkbaharında, okuryazarlık sorunu gündemdeydi. Daha doğrusu, tartışılan şey okuryazarlığın kendisi değildi neredeyse tanıdığımız herkes lie ve lay gibi okunuşu yakın, ama anlamı farklı sözcükleri hâlâ yanlış kullanıyor ve Kayıp Zamanın Peşinde adlı kitabın ilk yüz sayfasının ötesine geçmemeye razı gelmiş görünüyordu. Tartışılan şey, daha çok bir kavram olarak, bir kapak konusu olarak, atıp tutmaya, mırın kırın etmeye uygun bir tema olarak okuryazarlıktı ve haliyle varılan nokta da bir el atma çabasıydı. Allan Bloom un Amerikan Dimağının Kilitlenişi adlı kitabında Amerikalıların çöküş noktasındaki kültürel kabalığını öfkeyle açığa vurması, kısa bir süre sonra da E.D. Hirsch ün Kültürel Okuryazarlık kitabında adlara, tarihlere ve kavramlara çoğu zaman can sıkıcı olan ve daha ilk ciltte sayıca beş bine kadar varan mihenk taşlarına ilişkin kirli çamaşırları ortaya sermesi, tartışma grupları ile kalabalık konuklu televizyon sohbet programlarını harekete geçirdi. Böylelikle, çoğu insanın aklında tutamadığı, dahası ilk adımı atmaya yetecek kadar olsun anlamadığı Amerikan tarihi, coğrafya, bilim gibi konuları içeren, değişen ölçülerde kapsamlı, işin ehli ve ustalıklı kılavuzlardan oluşan bir mini sektör doğdu. Öte yandan, akademik kutsal kitaplar ın, yani ana müfredatın Avrupalı Beyaz Ölü Adamlar, artı Jane Austen ve W.E.B. Du Bois ye ait standart yapıtlardan fazlasını içerecek biçimde genişletilmesine dönük hınç dolu tartışma başladı; bu tartışma, Stanford öğrenci topluluklarının, Hey hey ha ha, Batı uygarlığı madara tezahüratıyla belirlenen ve ancak bu düzeye çıkabilen değerli, ama mizah duygusundan yoksun bir şamataydı. 1980 lerin büyük bölümünde, daktilolarımız ve bu kitabın taslak metniyle birlikte tıkılıp kaldığımız odalarımızdan çıktığımızda, kamaşan gözlerimizi ovaladık, etrafa bakındık ve bilmiş bir tavırla kendi kendimize şöyle dedik: Arkadaş, bu yaptığımız iş herhalde fena satmayacak. Şimdi ikinci baskı için kitabı gözden geçirmeye koyulurken, eski havanın sadece şu birkaç yılda bile bu kadar değişmiş olması karşısında şaşkın durumdayız. 1980 lerde de yaşamın olağanüstü büyük bir hızla akıp gittiğini düşünüyorduk, ama o sıralarda cuma günü yazdığımız şeyin ertesi pazartesi eskiyebileceği gibi bir endişe duymamıza hiç gerek yoktu (her ne kadar Sean ve Madonna nın sonraki pazartesi hâlâ makbul bir 9
10 FAZLA KÜLTÜR GÖZ ÇIKARMAZ referans olup olmayacağına kafamız gerçekten takılıyorduysa da). İlk baskıyı yazdığımız sıra, psikoloji, tam anlamıyla istikbal vaat etmemekle birlikte en azından uygun görülen bir sohbet konusuydu o günlerin, henüz Freud un şöhretinin onarılmayacak ölçüde sarsılmadığı ve bol miktarda insanın histerik bedbahtlıktan sıradan mutsuzluğa geçmek uğruna bir kanepede uzanıp içini dökmek için on bir yılı ve birkaç yüz bin doları harcamayı göze aldığı günler olduğunu unutmayın. Filmlerden ayrı bir şey olarak sinema da aynı şekilde, entelektüel çekiciliğe sahipti (üstelik para da kazandırıyordu); bu çekicilik, Avrupa yaratıcı kuramının çöküşü ile video kaset kiralama dükkânlarının yükselişi arasındaki bir yerde dağılıp gitti. Truffaut, Bergman ya da Fellini nin yeni bir filminin, günümüzde bir başka Disney animasyonunun piyasaya çıkması kadar büyük bir olay sayıldığı günleri gerçekten de hatırlayabiliyoruz bu kitabı okuyacak yaştaysanız siz de hatırlıyor olmalısınız. Aynı şey, her zaman için, iyi niyetli bir akademik disiplinden çok bir paranoyak oyunu niteliğini taşısa da, siyaset bilimi için de söylenebilir. Eskiden bu oyunun en azından iyi tanımlanmış rakip takımları ( Hür Dünya ya karşı Komünist Dünya ), bildik taşları (şu ya da bu tarafın sürekli manipüle ettiği bütün ülkeler) ve işaret çizgileri ikide bir yeniden çizilmeyen küresel bir oyun tahtası vardı. Gelgelelim, yürüyen merdivenlerde arkamızda sıra sıra duran çiftlere ya da lokantada yanı başımızdaki masada oynaşan ufaklıklara bakarak karar vermek gerekirse, değişmeyen bir şey var: Hiç kimse kıl payı olsun daha okuryazar hale gelmiş değil. Doğrusu, Larry King gibi birinin, güncel olayları ele alan ulusal yorumcumuz Norman Mailer gibi birinin önüne geçmesine bakılırsa, aslında daha da ahmaklaştığımız söylenebilir. Peki o zaman, farklı bir sonucun ortaya çıkması için bir neden olabilir mi? Okuryazarlık dediğimiz şey, bir zamanlar, gerçekten de bu konuda duyulan endişeyle yazılmış bütün kitapların belirttiği ve bizim de bu kitabı yazmayı ilk kez tasarladığımız ta 1979 da beş dakika kadar inandığımız gibi çatlak bir profesörün, kokteyl partisindeki bir züppenin ya da bizzat kendi vicdanınızın yönettiği hayali bir sınavdan geçmek amacıyla kafaya bilgi yığmak anlamına gelmiş olabilir; ama artık böyle olmadığı açık. Çoğumuzun elinin altında, herhalde ancak ömür boyu uğraşarak ayıklayabileceğimiz kadar fazla veri tabanı, kablolu televizyon istasyonları, CD ler, telefon mesajları, elektronik postalar, kitaplar, gazeteler ve post-it notları var; çok şükür ki ne için kullanacağımızı bilmediğimiz ek enformasyona artık ihtiyacımız yok. Kanımızca her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şey, geçmişe ve bugüne ait doğru malzemeyle sıkı ve kişisel ilişkiye girebilme,
GİRİŞ 11 geçici olsa bile bunlarla yakın bağlantı kurma olanağıdır. Ulus devletler aile içi kavgalara geri dönerken ve bundan bunalan her deliye on beş dakikalık hava alma süresi verilirken, çok değerli olan zamanı şu ya da bu nedenle ayakta kalmayı başarabilmiş kitaplara, müziğe, güzel sanatlara, felsefeye ve buluşlara ayırmanın, burjuva meşguliyetten çok koruyucu hekimlik olduğu anlaşılıyor. Kalıcı olan nedir? İşe yarayan nedir? İyi ile kötü arasındaki fark nedir? Varsa, güvenebileceğimiz şey nedir? Mesele Oprah, Maury ve Sally Jessy gibi televizyon programlarının standart konukları haline gelen on iki yaşında gebe kalmış kızların, oğulları seri cinayetler işlemiş anaların ve kendi Rottweiler köpeğiyle cinsel ilişkiye giren eşlerin anlattıklarından dolambaçlı biçimde de olsa ipuçları çıkarmakta zorlanıyor oluşumuz değil; bütün mesele, baş döndürücü hayatın durulduğu anlarda yeni bir fikir edinmek üzere Tolstoy a, Melville e ve hatta Susan Sontag a tekrar dönebilmenin hoş bir şey olmasıdır. Üstelik insanın tarihte yeniden gezintiye çıkması ve hayatın aslında her zaman böylesine tekinsiz olduğunu kendi gözleriyle görmesi, bozulmuş dengesini yeniden kurmasına yarar. Dolayısıyla bu kitapta vermeye çalıştığımız şey, alabildiğine çok veri veya kültürel okuryazarlık kaçkınlarına yönelik kenar notu türünden bir ikame ya da bir hazır reçete değil; bir balo davetiyesi, bize yıllar boyu şüphesiz heyecan, ilham ve teselli kaynağı olmuş, ama sıkıntı, üzüntü ve/veya şaşkınlık duyguları da yaratmış ve alışılagelmiş küstahlığımızla sizi de ara sıra aciz durumda bırakmış olabileceğini varsaydığımız malzemeye ulaşmayı sağlayacak bir yoldur. Birinci baskıda olduğu gibi bu baskıda da zaman zaman istekli olmayı aşan bir iyi niyetle tanıtımlar sunmaya, bağlantıları çözmeye, iletişimi kolaylaştırmaya, genel olarak okur ile Batı uygarlığının çeşitli yönleri arasındaki ilişkiye (okur aşağı yukarı bizimle aynı doğrultuda düşündüğü ölçüde) akıcı bir işlerlik kazandırmaya çalıştık; çünkü bütün yetersizliklerine karşın Batı uygarlığı, sabah uyandığımızda pişmanlık duymaksızın paylaşabileceğimiz, varlığı piyasa güçlerine ve çekiciliği sırf şehvete dönük ilgiye dayanmayan, bize daha kalıcı hatta, üzerinde biraz düşünüldüğünde, daha acil öneme sahip sorunlarla uğraşabilecek güçte olduğumuzu (O.J. bunu gerçekten yapmış olsun ya da olmasın) hatırlatan bir referans çerçevesini hâlâ sunabilmektedir. Son olarak, bize mektup yazarak, öğrenimlerini tamamlama yönündeki yüksek umutlarına ve ertelenemez ihtiyaçlarına karşın, Fazla Kültür Göz Çıkarmaz ın birinci baskısının beklentilerini boşa çıkardığından yakınan (ve çok şükür ki, sayıları fazla olmayan) okurlar için bir not: Bu sefer de nefesinizi tutup aynı şeyi beklemeyin. Kitabın başlığını okuyun, diyerek sizi küçük düşürmeye kalkışmayacağız (Tanrı aşkına, kasaya yö-
12 FAZLA KÜLTÜR GÖZ ÇIKARMAZ nelmeden önce kitaba şöyle bir bakmak yok mu?); buna karşılık, eksiksiz bir öğrenimin nasıl bir şey olduğunu ve eğer böyle bir şey varsa, böyle bir şeyi niçin istemiş olabileceğinizi merak etmeyi sürdüreceğiz. Her şeyi bilseniz ne olacak? Doldurulacak boşluklar, keşfedilecek yeni topraklar olmasın, geride öğrenilecek bir şey kalmasın, öğretim bitsin mi diyorsunuz yani? (Ve de bu kitabın gözden geçirilmiş üçüncü ve dördüncü baskılarına gerek kalmasın mı yani?) Lütfen, bize tekrar yazıp bütün o mektuplarınızın bir şakadan ibaret olduğunu söyleyin.
BİRİNCİ BASKIYA GİRİŞ Şöyle bir şey olur: Pazar gazetenizin kitap bölümünü okuyorsunuz ve fizik bilimiyle değil, bir senaryonun nasıl yazılacağıyla ilgili bir kitabın tanıtımında şu sözcük yeniden karşınıza çıkıyor: Quark. En azından 1978 den beri bu sözcük belki de yirmi beş kez karşınıza çıkmış ve tanımını aklınızda tutmayı bir türlü becerememişsiniz (yapı bloklarıyla ilgili bir şey olsa gerek, diyorsunuz); sözcüğün tınlamalarıyla yaptığı çağrışımlar da ayrı bir dert yaratıyor (üçlü oyunlarla ilgili bir şey mi, kuş bokuyla ilgili bir şey mi diye düşünüyorsunuz). Bir şaşkınlık içinde debeleniyorsunuz. Boş zamanlarınızı en iyi biçimde değerlendiremediğiniz, dünyanın hızla ilerleyip sizi geride bıraktığı, belki de üçüncü bir haftalık dergiye abone olmanın yerinde olacağı gibi düşüncelerle endişeye kapılıyorsunuz. Kahveniz soğuyor. Telefon çalıyor. Telefonu kaldırmak içinizden gelmiyor. Ya da şöyle bir şey olur: Quarkın ne olduğunu gerçekten biliyorsunuz. Telefonu kaldırabilecek durumdasınız. Kısa bir süre önce tanıştığınız çekici birinin sesi geliyor. Nasılsınız? Siz nasılsınız? İlk gösterimini kaçırdığınız bir filmi görmek isteyip istemediğinizi sormak için aramış. Film Mel Gibson ın ve şu uzun boylu aktrisin oynadığı The Year of Living Dangerously. Hani, şu çok kısa boylu aktrisin de olduğu film. Ayrıca diyor karşıdaki kişi, konusu Hindistan la birlikte Üçüncü Dünya nın en büyüleyici ülkelerinden olan Endonezya da geçiyor. Siyaset bilimcilerinin dediği gibi: Hindistan denen labirent, Endonezya denen mozaik. Tamam mı? Telefonun bu ucunda, sizden çıt çıkmıyor. Besbelli ki bu kişi üstün bilgisiyle caka satma peşinde, ama bu, sizin de bir çift laf edemeyeceğiniz anlamına gelmiyor. Hindistan ın yerini biliyorsunuz. Peki, Endonezya? Neyse ki kablolu yayınınız ve de derin dondurucunuzda bir Stouffer lazanyanız var. Ya da şöyle bir şey olur: Quarkın ne olduğunu biliyorsunuz. Endonezya hakkında bir parça bilginiz var. İkiniz de filmin tadını çıkarıyorsunuz. Yeni tanıştığınız bu kişi, en iyi arkadaşlarınızdan birinin sayfiyesinde verdiği akşam yemeğine birlikte gitme önerinizi kabul ediyor. Eve varıyor, arabanızı BMW lerle dolu garajın önüne bırakıp içeri giriyorsunuz. Tanıştırma faslı bitiyor. İkinci margarita bardakları yudumlanırken, konuşma dönüp dolaşıp İkinci Dünya Savaşına geliyor. İkinci Dünya Savaşının nedenleri üzerinde duruluyor. Özellikle de Hitler. Pek kolay bir konu sayılmaz. Ama sohbet de ilginç. Bana kalırsa diyor konuklardan biri, kruvaze denizci 13
14 FAZLA KÜLTÜR GÖZ ÇIKARMAZ spor ceketinin kolundan sözüm ona bir pamuk parçasını silkeler gibi yaparak, Nietzsche nin sadece Hitler üzerinde değil, kolu kanadı kırılmış bir Almanya üzerinde de yarattığı etkiyi görmezlikten gelmek mümkün değil. Biliyorsun: İktidar hırsı. Übermensch. Değerlere aşkın değer biçme. Sen de bu görüşe katılıyor musun, azizim? Neyse ki, kablolu yayınınız ve de derin dondurucunuzda bir Stouffer lazanyanız var. O halde derdiniz ne? Bütün bunları ta üniversite yıllarında öğrenmiş olmanız gerekmiyor muydu? Elbette gerekiyordu, ama şimdi olduğu gibi o zaman da iyi günleriniz ve kötü günleriniz oldu. Aynı şey hocalarınız için de geçerliydi. Belki Felsefeye Giriş dersinizde Böyle Buyurdu Zerdüşt ün işlendiği hafta siz grip yüzünden revirde yatıyordunuz. Belki sınıf, tam da bağlantısız ülkeler konusuna geldiği sırada, siyaset bilimi hocanızın eline boşanma davası tebliği geçmişti. Belki evci çıkma izni koparma telaşı içindeyken, atomaltı parçacıklar hakkında anlatılanları kaçırmıştınız. Ama belki de bütün cevaplar aslında No-Doz un (ya da benzeri bir ilacın) etkisinin geçmesinden önceki o birkaç olağanüstü saat boyunca kafanızda vardı. Hiç önemi yok. Netice şu ki, öğreniminizde bazı ciddi boşluklar var. Ve de azizim, bu kitapta bütün anlatılan da budur. Öğrenim boşluklarının bugün artık on yıl önceki kadar önemli olmadığı görüşünüze katılıyoruz. Aslında, Esquire dergisinin araştırma bölümünde otururken bu kitabı yazma fikri ilk kez aklımıza geldiğinde, hayal ettiğimiz şey bir tür entelektüel ye kürküm, ye idi; bizler gibi makul ölçüde okumuş, makul ölçüde hırslı tiplerin yükselmeye açık bir imajı korumalarına ve kokteyl partilerinde Dr. Johnson dan birkaç güzel alıntı yaparak ya da edebiyat konusu açıldığında Evelyn Waugh dan ka - dın mış gibi söz etmeyerek iyi bir izlenim bırakmalarına yardımcı olacak bir rehber kitap. Evet, o günden bu yana zaman değişmiş bulunuyor. (Esquire araştırma bölümünde oturmaya devam ettiğimizi sanmıyorsunuz herhalde.) Parti sohbetlerindeki konuların edebiyattan para-pul-borsa hesaplarına ve belden aşağı sırlara doğru kaydığını işittikçe, üzerinde çalıştığımız kitabın yeterince soylu (yüceltici, derin ve aynı zamanda uzun) olmadığına ilişkin kaygılarımız daha da arttı. Acaba bu da, boş atıp dolu tutanlara hizmet eden elkitaplarından biri mi olacak diye tereddüte düştük. Acaba kitabın yol gösterici özü derin kavrayışa değil de, üstünlük taslamanın en arsız türüne mi hizmet edecekti? Acaba kültür, siyaset ve bilimin karmaşıklığını birkaç yüz kelimeye indirgemeye çalışmanın, ıvır zıvır uğraşlarla vakit geçirme oyununa dalmış birinin eksikliklerini gidermeye çalışmaktan çok da farklı bir yanı var mıydı? (Peki, böyle ıvır zıvır uğraşlar neden bizim aklımıza gelmedi? Ama bu başka bir hikâye.)
GİRİŞ 15 Derken bir şeyin farkına vardık. Bu kitapla gerçekte varmaya çalıştığımız şeyin, rekabet ve iktidardan çok, bağlam ve perspektif olduğunu fark ettik. Bitler ve baytların, yeniden gösterimin ve hızlı ileriye sarmanın, aşırı enformasyon yükünün ve mana eksikliklerinin hüküm sürdüğü (ve başlı başına ele alınacak bir konu olsa da, çizgi film kahramanlarının hiç yaşlanmadığı) bir dünyada yere sağlam basmak insanı rahatlatır. Reagan ın Yüksek Mahkemeyi başından defetme rüyasını anlatan haber ajansı yazısına Yüksek Mahkemenin neyin nesi olduğuna ilişkin bir fikir (ve insanların daha göreve başladığı ilk günden bu kurumun icabına bakma yollarını aradığı bilgisini) katabilmek, Steven Spielberg ile D.W. Griffith arasındaki bir karşılaştırmayı ikincisi hakkında süregiden eleştirel çizgiye ilişkin bilgiyle destekleyebilmek insanı rahatlatır. Kısacası, cila çekme yerine ayağını yere sağlam basma yönünde kullanmaya yöneldiğimizi gördük. Asıl iktidarın amaçsız ve başıboş mevki atlamak değil, yere sağlam basmak demek olduğunu da. Ve derken, gerçekten garip bir şey oldu. Tartışmasız ve o sıralarda göründüğü kadarıyla haklı olarak Rolling Stones un ağır bastığı bir gezegende sözgelimi bir Verdi operasının nasıl makul bir çekicilik taşıyabileceğini keşfetmek için yola koyulduğumuzda, oyunun adının gösteriş değil, görkem olduğu bir 19. yüzyıl manzarasıyla karşılaşınca şaşırıp kaldık; bu manzarada romantizmin akıntıya karşı koyma gibi çağrışımları yoktu; bu manzarada müzik ve debdebe aynı zamanda insan beynini ütüleme tehlikesine yol açmaksızın karşı konulamaz duygular uyandırabiliyordu. İnanın hiç yalanımız yok, bu iş gerçekten bizi sardı! Üstelik, tişört ve blucinlerden, son moda R & B caz temalarından oluşan bir dünyada kemale ermek, belli ki başka diyarlara gitmek için pasaport alabilmeye engel değildi. Gerekli olan tek şey, birkaç kilit enformasyon parçası ve seyahat etme isteğiydi. Seyahat etmekten söz açılmışken, bunun ne olduğunu da görelim: Her Allahın günü zihninizdeki kasislere düşüp durmanın kendinize saygınızı artırdığı herhalde söylenemez. İktidar ve zenginliğin yanı sıra gerek duyulan üçüncü şey her neyse, bu kitap işte onu anlatıyor. Sözü edilen bütün o boşluklar dolduğunda kendinizi daha iyi hissedeceğinizi düşünmüyor musunuz? Mahcup edici durumlardan (Keats i Shelley la karıştırmaktan) basit can sıkıcı durumlara (kilise mimarisinde narteks ile nef arasındaki farkı bilmemeye) kadar uzanan bütün o boşluklar? Hiçbir engel yok; işte siz, işte açık yol. Yine de yola çıkmadan önce, bu kitabın yapısı hakkında birkaç şey söylememiz gerekir. Kitap temelde üniversite yıllarından hatırladığınız disiplinlere ve alanlara denk düşen bölümlere ayrılmıştır (derslere hiç ol-
16 FAZLA KÜLTÜR GÖZ ÇIKARMAZ mazsa bu kadar ilgi göstermiş olmalısınız). Kitapta anlatılan her şey üniversitede okumak zorunda olduğunuz konular değil; ama bunların, okumuş bir insanın bilmesi gerektiği düşünülen şeylerin sınırları içine girdiği söylenebilir. Kendi yolumuzu bulmakta zorlandığımız konularda, işin içinden çıkmak için uzman dostlarımızın ve meslektaşlarımızın yardımına başvurduk. Buna rağmen, kitapta her şeye yer verdiğimiz gibi bir iddiamız yok; en büyük sıkıntı noktaları olarak dikkat çeken şeylerin peşine düştük. Bu kitaptan nasıl yararlanmak gerektiğine ilişkin tavsiyemize gelelim: Herhangi bir bölümün tamamını bir oturuşta okumak zorunda olduğunuzu düşünmeyin. Öğle yemeğine kadar A noktasından B noktasına ulaşacağım diye de kendinizi zorlamayın; arada bir yavaşlayıp çevrenizdeki manzaranın keyfini çıkarmanız daha iyi olur. Ama ne olur, uyanık kalmaya çalışın. Derin kasisler kapatılmış olsa bile, ileride karşınıza çıkacak keskin virajlarda (ve bazen beş arabanın birbirine girdiği kazalarda) kemerinizin takılı olması gerekecektir.
Fazla Kültür Göz Çıkarmaz
B İ R İ N C İ B Ö L Ü M SANAT TARİHİ
İçindekiler Û On Eski Usta....................................20 Û Kopya Çekenlere Leonardo/Michelangelo Rehberi.........34 Û Galeri Müdavimleri İçin Pratik İtalyanca...............36 Û Altı izm, Bir ijl ve Dada: 1900 ile Hitler Arası Avrupa Sanat Akımları İçin Kişisel Rehberiniz............40 Û On İki Jön Türk..................................48 Û Yitik Mimarinin Yağmacıları: Hızlı Yürüme Yarışçısının Yunan Tapınağı ve Gotik Katedral Rehberi..............58 Û Estetler İçin Gayrimenkul Yatırımı....................60 Û Şipşak Yargılar..................................73 Marcel Duchamp ın L.H.O.O.Q su (kabaca, poposu ne kadar da şehvetli diye çevrilebilecek, bayağı bir Fransızca sözcük oyunu), Bıyıklı Mona Lisa diye de bilinir.