Dicle AKSU ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI: YALAN Günümüz istatistiklerine göre her beş saniyede yirmi bir bebek dünyaya geliyor. Her biri dünya üzerinde neler olup bittiğinden bihaber, yani olabilecek en saf şekilde dünyaya gözlerini açıyor. Ünlü filozof John Locke un da belirttiği gibi, doğdukları anda zihinleri boş birer levha olan bu bebekler, zihinlerini zaman içinde edindikleri tecrübelerle dolduruyorlar. İyi ya da kötü nedir bilmeden başladıkları bu yaşam serüveninde, ilk olarak ailelerinden öğreniyorlar iyi olanı ve pek tabi kötü olanı. Deneyim ve gözlemlerle boyadıkları levhaları rengarenk oluyor zamanla. O bembeyaz levhalarında sadece mavi ve pembeler, iyiler ve doğrular yok... Çünkü maalesef yaşadıkları şey bir ütopya değil, gerçek hayatın ta kendisi ve grinin her tonu mevcut içinde, bazen siyah bile... İşte yalan da grinin en koyu tonlarından bir tanesi, deneyim ve gözlemlerle bulaşan bir virüs gibi, insanların zihinlerini ele geçiriyor ve yalan söylemeyi öğretiyor. Önce ufak şeyler için, sonra ise en önemli konular hakkında bile yalan söylerken buluyor insanlar kendilerini, ne yazık... Kalplerini kaplıyor adeta bu gri duman, yalan söylemekten utanmamalarını sağlıyor ve insanlar artık kolayca yalan söylüyor. Bu sürekli yalan söyleme durumuna ise, tıp literatüründe mitomani (yalan söyleme hastalığı) deniyor. Pek tabi bu hastalık, benim bahsettiğim durumun biraz daha ağır halini ifade etse de ben çağımızda her insanın mitomani hastası olduğuna inanıyorum. Eskiden yalan söylediği için diline acı biber sürülen çocuk, çağımızda yalanın bazen gerekli olduğu düşüncesiyle büyütülüyor. Bu bakış açısına göre, zorlu yaşam süresince insanın kendi çıkarları için yalana başvurmasında bir sakınca görülmüyor. İşte tam da bu acımasız makyavelist düşünce tarzının yanlışlığındandır ki, çağımızda her birey ya mitomani hastasıdır ya da risk altındadır.
Bir hastalık olarak tanımlanan yalan, aslına bakılacak olursa hayatımızın önemli bir parçası haline gelmiştir. Bundan dolayıdır ki hiç yalan söylenmeyen bir dünyayı hayal etmekte bile zorlanıyorum. İşte 2009 yapımı, The Invention of Lying (Yalanın İcadı) benim hayal etmekte bile zorlandığım yalanın olmadığı bir dünya ütopyasını gözler önüne seriyor. Fakat kaçınılmaz olan, bu ütopyada da tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi gerçekleşiyor. İnsanoğlunun egosu, kibri, bencilliği ve cesareti, ütopyanın yalansız atmosferindeki havayı nefes alırcasına ciğerlerine çekiyor ve nefes verirken tüm yalanları ütopyanın atmosferine salıyor. Kahramanımız kendi çıkarları için çevresindeki herkese yalan söylemeye başlıyor ve ütopyanın tek kuralı bozuluyor. Bu yapımı izlemeden önce, yalansız bir dünyanın var olabileceğine dair umudum olmasına karşın, insan zekasının sınırları olmadığı ve kendi çıkarı için zekasını bir silah gibi kullanmaktan çekinmediği gerçeğiyle yüzleştikten sonra bu fikrim tamamen değişti. Yalansız koskoca bir dünyanın var olabileceğini geçtim, çağımızda yalan temeli olmadan kurulabilecek sosyal ilişkiler bile mümkün görünmüyor. Pembe veya beyaz renkleriyle tanımlayarak kötülüğünü, ciddiliğini azaltmaya çalıştığımız yalanlar üzerine arkadaşlıklar hatta aileler kuruluyor. Bunları tek tek düşündüğümde, yalanın bizi bir bataklık gibi içine çektiği gerçeğini daha net bir şekilde görebiliyorum. Fakat hiçbir neden yalan söylemeyi haklı kılmıyor veya hiçbir renk yalanın kirliliğini temizlemeye yetmiyor. Bu yapım hayatımızda büyük bir yere sahip yalan kavramını böylesine sorgulamamızı sağlıyor ve üstüne dikkatlice düşünmeden farkına varamadığımız, günlük hayat içerisinde artık alışık olduğumuz yalanın varlığını gözler önüne seriyor. Sizde yalan hakkında düşünmek ve bunu bir film atmosferi içinde ütopya kurgusuyla birlikte seyretmeyi dilerseniz, bu yapımı izlemenizi kesinlikle öneriyorum. Hastalığı yenmemiz dileğiyle