Önsöz İnsanoğlunun yeryüzündeki varlığı, kendisini bir özne olarak inşa etmesine bağlıdır. Tabiattaki bütün diğer canlılar kendi türsel belirlenimleri çerçevesinde bir hayat sürerken, bir tek insan kendi türsel yeti ve belirlenimlerini aşmaya ve geliştirmeye çabalar. Kendini gerçekleştirme ihtiyacı insanoğlunu medeniyet kuran bir özne-varlığa dönüştürür. Özne-varlık statüsü sadece insanoğlu için tasavvur edilebilir. Özne olmak bir oluş sürecini gerektirir. Oluşabilmek için, oluş içinde olmak fakat oluşa kapılmadan bir bilinç, irade ve değer varlığına dönüşebilmek gerekir. Böylece insan olmak ve bir özne-varlık olarak bir şahsiyet geliştirebilmek, sürekli bir dinamizm içinde olarak, bilinçli ve iradeli bir varoluş gerçekleştirebilmekle yakından ilişkilidir. İnsan bilen bir varlıktır. Bütün eylemlerinin temelinde bilgi vardır. Medeniyetin de öznesi insandır ve medeniyet de bilgi ile kurulur, yaşanır ve yaşatılır. Bu bakımdan medeniyet ve insan pek çok açıdan birlikte düşünülebilir. xi
İnsan, bilen bir varlık olarak, kendisine ve çevresine yöneldiğinde bilgi ile ne yapabileceğini ve daha sonra da ne yapması gerektiğini düşünür ve tasarlar. İşte bu noktada bilmek, yapmak ve olmak arasındaki karşılıklı ilişkiler gündeme gelir. Bilmek yapmak için bir gerekliliktir fakat her bildiğini ve her yapabilir olduğunu yapmak veya yapmamak başka bir düşünme ve algılama düzlemini zorunlu kılar. Bu, muktedir olmakla mezun olmak arasındaki farkın idrak edileceği bir dönüm noktasıdır. İnsan eylemleri söz konusu olduğunda bilmek ve muktedir olmak bir son değildir. Bütün insan eylemleri bu iki kavramla tüketilemez ve izah edilemez. Zira tabiatta bir tek insan bilinci, bilmek ve muktedir olmanın yapmak, eylemek için yeterli olamayacağını hisseder ve üst bir düşünce ve bilinçle hareket eder. Bu üst düşünce ve bilinç insanı epistemolojik veya bilen özne düzleminin üzerine yükselterek onu bir özne, ahlâk kişisi, ahlâkî fail kısaca etik-özne haline getirir. Etik-özne, seçimleri kadar, seçmedikleri, reddettikleri ve hatta isyan ettikleriyle kendi benini inşa eder. Etik-özne zamanı üç boyutlu olarak yaşar ve idrak eder. İnsan dışındaki diğer canlılar zamanı tek boyutlu olarak, burada ve şimdi ile sınırlı ve kayıtlı olarak yaşarken insanoğlu hafıza ve tahayyül yetileri sayesinde geçmiş, şimdi ve gelecek birliğini kurar ve zamanı bir süreklilik olarak idrak eder. Etik-öznenin temeli hafıza ile kurulur, bilinç ve irade ile yaşanır. Dolayısıyla bu seviyede epistemolojik-öznenin bilmek, olmak ve muktedir xii
olmak arasındaki belirsiz ve karmaşık ilişkileri netleşmeye başlamıştır. Etik bilinç insana neyi, niçin yapması, seçmesi veya reddetmesi gerektiği hususunda rehber olmaktadır. İnsanın canlılar arasındaki ayırıcı vasıflarından birisinin zamanı üç boyutlu olarak yaşaması ve idrak etmesi olduğunu söyledik. Zaman meselesi insanoğlunun zorunlu olarak karşılaştığı ve bir algılama seviyesinden ilişki kurduğu bir kavram ve problem alanıdır. Özne-varlık olarak insan, zamanı hafıza yardımı ile fark eder ve yaşar. İnsan bilinci, zamanı ve mekânı düşünmeye başlayınca zorunlu olarak bir başlangıç ve son fikrine de ulaşır. İşte bu sorular ve benzerleri insanoğlunu, doğumdan öncesini ve ölümden sonrasını da düşünmeye ve hatta içinde bulunduğu hayatı yaşarken ve anlamlandırırken buna göre tavır almaya mecbur bırakır. Bu bilinç metafizik-bilinçtir. Metafizik sorular ve tasavvurlarla karşılaşmak insanoğlunu metafizik bir varlık olduğunun idrakine kavuşturur. Böylece özne olmak bilen özne olmakla başlar, etik-estetik ve nihayet metafizik-özne olmak seviyelerine doğru bir seyir takip eder. Bu seyir insanoğlunun yeryüzünde bulunuş sebebi ve gayesini bilerek ve ona uygun olarak bir varoluş gerçekleştirmesi için elzemdir. Böylece insanın yeryüzü macerası baştan sona felsefî bir dikkat ve bilinçle yorumlanması gereken onu öznevarlık haline getirmek için karşılaşılması, tanışılması ve dahası öznesi olunması gereken bir etkinlik ve bilince dönüşür. Özne-varlık olarak insan, bütün anlamlı faaliyetlerini bir medeniyet tasavvuru ekseninde gerçekleştirir veya gerçekleştirebilir. xiii
Zira insanın zaman ve mekân ile kayıtlı olan varoluşu bir etik, estetik ve metafizik kavrayışı ve bütünlüğü gözetmek durumundadır. İnsani varoluş yukarıda değinilen etik, estetik ve metafizik bilinç, farkındalık ve onlarla beraber bulunan değerlerle kurulur. Varolmak ve kendini gerçekleştirmek yaşamaktan farklı ve fazla bir şeydir. Varolmak, değerler üzerine kurulu bir medeniyeti ima eder ve gerektirir. Bu yüzden medeniyet ile felsefe arasında da sıkı ve vazgeçilmez bir ilişki ve irtibat söz konusudur. Bir medeniyetin kendisi üzerinde felsefî bir bilinç geliştirebilmesi, o medeniyeti bir dinamizm içine sokar ve yaşayan ve yaşatan bir medeniyet kılar. Artık burada medeniyetin kendi kritiğini yapabilmesi, değerlerle bütünleşmesi ve insani varoluşu bir birlikte varoluş şeklinde algılaması söz konusudur. Felsefî bilinçle bütünleşmiş ve otokritik özelliklerine kavuşmuş bir medeniyet, felsefîleşmiş bir medeniyet kabul edilebilir. Bu medeniyet algısı ve ideali, insanlığın mevcut krizlerini aşabilmesi ve barış içinde birlikte varoluş sergileyebilmesi için bir imkândır. Bugünün insanına ve düşünürüne düşen ödev medeniyetlerin ve medeniyetimizin felsefî temellerini ve kurucu unsurlarını fark ettirmek ve evrensel bir ideale dönüştürmektir. Şüphesiz felsefe, medeniyet kurucu bir değer ve insanlık başarısıdır. Çünkü felsefe ile insanlığın bütün ürünlerini ve başarılarını hem tahlil etmek, hem de yorumlayıp kritik ederek daha rafine bir medeniyet tahayyül etmek mümkün hale gelmektedir. Dolayısıyla medeniyet ve felsefe ilişkisi karşılıklı bir xiv
ilgi ve dikkati zorunlu kılmaktadır. Tarihte felsefî bütünlüğü kurulmamış, epistemolojik, etik, estetik ve metafizik boyutları düşünülmemiş hiçbir medeniyet kalıcı olmamıştır. Medeniyet tasavvuru ifadelerinin sıklıkla kullanıldığı günümüzde, bu terimin asıl muhtevasının ve anlamının tahakkuk etmesini istiyorsak medeniyetin felsefî bir birlik ve ahenk üzerine kaim olduğunu ve olabileceğini idrak etmek mecburiyetindeyiz. Medeniyet ve Felsefe başlıklı bu mütevazı çalışma, bu iki alanın karşılıklı ilişkilerini ve birbirlerine neler borçlu olduklarını ima edebilmek arzusu ve niyetiyle ortaya konulmuştur. Bu alanları incelemeye ve irdelemeye bir davet olarak düşünülmüştür. Amacımız medeniyetimizin felsefî şuuruna varabilmek ve felsefî kritiğinin yapılabilmesi için yürünecek yola bir işaret taşı koyabilmektir. Felsefe bir medeniyet ortamında yapılır ve gelişir. Medeniyetler de varlıklarını sürdürebilmek için felsefî bir otokritiğe muhtaçtırlar. Dileriz iyi niyetle hazırlanan bu eser; felsefesiz bir medeniyet tasavvurunun nakıs olacağını kavramak için bir vesile olsun. Bu kitapta bir araya getirilmiş bulunan çalışmalar daha önce makale, bildiri ve konferans olarak sınırlı bir muhataba ulaşmış bulunuyordu. Fakat medeniyet konusunun Türk Düşüncesinin temel gündem maddelerinden biri olması gerektiği yolundaki tavsiye ve telkinlere kulak vererek bu tema etrafında toplanan çalışmalarımızı kitaplaştırmayı bir ödev telakki ettik. Şüphesiz bu çalışmanın vücut bulması ve okuyucu ile buluşması pek çok sebep ve etkenin ürünüdür. Bu vesile ile xv
sayfalarını felsefeye ve hür tefekküre ardına kadar açan, kitaba giren yazıların yayınlanmasına sebep ve vesile olan, fikrin çilesini çeken bütün dergilerimize kalbî şükranlarımı sunuyorum. Değerli sanatçı Naile Çevik e de, kapak görseli olan kıymetli eseri ile çalışmamıza verdiği destek ve kattığı estetik boyut için sonsuz teşekkürler. Nihayet Aktif Düşünce Yayınlarının bütün mensuplarına kültür ve irfan hayatımıza yapmış oldukları katkı ve hizmetten dolayı tebrik ve teşekkürlerimi sunmayı zevkli bir ödev addediyorum. Haziran 2016 Kırkkonaklar, Ankara xvi