Elaine Morgan, sucul kuyruksuz maymun hipotezini savunurken izlemiş ve sayfamızda paylaşmıştım. Konu hakkında değişik fikirler var mı diye irdelerken bu sayfalara takıldım. Bu güzel bilgileri, adabına uygun tartışmayı, sayfaların tanıtımı ve bilgilenme gereksinimimizin işareti olarak sadece ilgili bölümünden alıntı yaparak derliyorum. Ekte, ilgili sayfaların adresleri verilerek daha çok bilgiye ulaşılması amacı sağlanmıştır. Görüşlere katılsanız da katılmasanız da, sayfa sahiplerine bilgilendirici açıklamaları için teşekkür ediyorum Not: Türkçe karakterlere çevirirken hatalı terimler kullandıysam sayfalarla ilgisi yoktur. A. Dursun *** Ne Âdem ne Maymun Hikmetinden sual olunmaz... Kiminin başına saksı düşer, hayatı kayar; kimisi de bir kitap okur, hayatı değişir. Bana ne o ne de öteki oldu --henüz. Fakat "eee... daa ne vaa ne yok?" mahiyetinden bir esneyişli merakla, arada bir baktığım, TED sitesine bakındım yine. Konuya girmeden kısa bir tanıtım yapayım: 'TED' kısaltması, 'Teknoloji', 'Eğlence' ve 'Dizayn' (Tasarım) kelimelerinin İngilizce karşılığı olan 'Technology', 'Entertainment' ve 'Design' üçlüsünün kısaltması. Kâr amacı gütmeyen, 'yayılmağa değer fikirler'in yaygınlaştırılmasını amaç edinen bir tür dernek... Neyse. Kim ne demiş diye bakınırken, normalde her sunumcu ayakta meram anlattığı halde, bir kişinin oturduğu yerden konuştuğunu gösteren bir resim gördüm. Yaşlı bir tonton nineye benziyordu. "Allahalla... yaw, acaba ne diyo bu?" dedim ve merak üzerine dinlemek/izlemek için üstüne (http://videosubtitle.tedcdn.com/talk/podcast/2009g/none/elainemorgan_2009g-low-tr.mp4) tıkladım. Konu, 'aquatic ape hypothesis' imiş...
Yani, 'su' (H2O) kelimesinden hareketle 'susal sucul maymun hipotezi' ya da eski dilden söyleyecek olursak, deniz veya deryaya ait anlamından yola çıkarak 'bahrî maymun hipotezi' diye bir şey. [not: bütün Bahri'lerden özür diliyorum; kastım onlara maymun demek değil] Tabii, ne olduğu, neden bahsettiği hakkında zerre kadar fikrim yok --'bahrî maymun hipotezi' denince de hiçbir şey anlaşılmıyor ki.... "İyi de, TED'de hepten deli saçmasını dinlemek için bir sürü zeki/akıllı insan dünyanın parasını verip konferansların olduğu yere gelmiyor; dur şunu biraz izleyeyim" dedim. İyi ki de izlemişim... Bakın neler anlattı... İlk olarak bir soru ile başladı: "Biz neden maymunlardan (şempanzelerden) o kadar farklıyız?" Genetikçilere kalsa, maymunlarla insan arasında --neredeyse fark yokmuşçasına-- inanılmaz benzerlik olduğuna; DNA yapılarının tıpatıp denecek kadar yakın olduğuna inanmamız gerekecek... Hâlbuki bir maymun ile bir insanı yan yana koyduğunuz zaman, birbirine ne denli benzemedikleri aşikâr değil midir? Kültür, psikoloji, davranış filan gibi muğlâk şeylerden değil; açıkça ölçülebilen, gözle kolayca ayırt edilebilen farklardan bahsediyoruz. Bir tarafta, kıllı bir kürk içinde ve dört ayak üzerinde yürüyen bir mahlûk; diğer tarafta da anadan üryân ve iki ayak üzerinde duran bir mahlûk... Bu nasıl olabilir? İyi bir Darwinci, aynı atadan gelen bu iki yaratık cinsinin bu şekilde farklılaşmasını anlamlı bir şekilde açıklayabilmelidir... Bizler, yani insanlar, zaman içinde bu kadar değiştiysek, buna yol açan, bunu zorlayan çok ciddi bir sebep olmalı... İyi de nedir bu sebep? Elli sene önce bu sorunun cevabı çok kolaydı... Duyacağınız hikâye şöyle bir şey olurdu: "Maymunlar ağaçlarda sallanmağa devam ettiler, bizim atalarımız ise ağaçlardan inip orman kenarındaki tropik çayırlıklarda ('savanna'larda) yaşamağa başladılar... Bu tropik çayırlıklarda bitki örtüsü (çayırlar filan) insan boyuna yakın olduğu için, atalarımız, kendi güvenlikleri ve av bulabilmek amacıyla, etrafı görebilmek için iki ayak üzerinde ayağa kalkmak zorunda kaldılar. O gün bu gündür ayakta yürüyoruz. Ellerimizi, kollarımızı da avlanmak için kullanmak zorundaydık. Onlar da bu nedenle farklılaştılar..." Peki, ya kürk ne oldu?
Onun da cevabı vardı... "Tropik çayırlıklarda koşarken ısınıyor ve çok terliyorlardı. O yüzden, kürklerini sırtlarından atmak zorunda kaldılar..." İyi... Bu hikâye kulağa uygun geliyor... Ta ki, bunu eski bir feminist duyuncaya kadar Çünkü bu anlatı erkek-merkezli bir masal... Kadınları göz ardı ediyor da ondan... Bu seksenlik nine (Elaine Morgan), tam da aradığımız türden birisi: Eski bir feminist. Bu yüzden de, yukarıdaki hikâyedeki yamuğu kolayca yakalayabiliyor. Hem de çok basit bir iki soru sorarak: "Mademki, ilk insan avcı-toplayıcı idi; yani kadınlar geride (mağaralarda) çocuk bakmak filanla uğraşıyordu; nasıl oldu da kadınlar da hem iki ayak üzerinde yürür oldular ve dahası, onlar da kürklerini attılar? Mağarada ne iki ayakla yürümeği zorunlu kılacak bir ortam, ne de kürkü attıracak kadar sıcak ve nemli bir atmosfer söz konusu olabilirdi." Son derece mantıklı... Fakat bu soru başka soruları da beraberinde getiriyor; yani, devamı var: Madem, savanna/çayırlık ortamı bizdeki bu değişikliklere yol açabiliyor; o zaman aynı ortamı paylaşan diğer canlılarda da benzer değişikliklerin olması gerekmiyor mu? En azından bir kısmı, zaman içinde kürklerinden arınmış, bir kısmı da iki ayak üzerinde yürür hale gelmiş olmalı değil mi? Hiç yoksa 'babun' maymunu (baboon) filan gibi --ormandan savannaya indiğini bildiğimiz-- türlerde bu tür değişikliklerin bir kısmı gerçekleşmeli değil midir? Böyle bir örnek yok. Hava sıcak diye kürksüz kalmış bir memeli de yok. Çöldeki develerde dahi --daha az da olsa- - kıllı bir post var. Dahası, kürklü bir canlının kürksüze dönüşmesi avantajdan maâda dezavantaj anlamına geliyor: Dişiler yavrularını elleriyle taşımak zorunda kalıyor. Hâlbuki kürklü olanların yavruları annelerinin kürklerine tutunabildikleri için, hem daha güvenli bir yolculuk yapılabiliyor, hem de anne iki eliyle ağaçlardan, otlardan beslenebiliyor. Yani, durduk yerde, sırf hava sıcak diye kürkünü kaldırıp atmanın âlemi yok --bunu yapmış tür de yok. Yüzlerce primat (maymun, goril, şempanze vb) cinsi arasında, kılsız kürksüz başka bir örnek mevcut değil. Çıplak memelileri sadece sulak ya da su ortamlarında görüyoruz: Balinalar, yunuslar gibi suda yaşayanlar ve gergedanlar (hippopotamus), domuzlar ve tapirler gibi sulak ortamlarda yaşayanlar... Bunun tek istisnası, ömründe hiç toprak üstüne çıkmayan, Somali sıçanıdır. Öte yandan, genelleyerek şunu söyleyebiliriz: Kara memelileri, iklim değişikliklerine karşı
korunmak için, kürk sahibidirler; buna karşılık, su memelileri ısısal izolasyon için yağ tabakası kullanırlar. İnsanlar da, diğer primatlarla kıyaslandığında, 10 defa daha fazla yağlı vücut sahibidirler. Şimdi de gelelim iki ayakla yürümek konusuna... Kara canlıları arasında sadece iki tür yaratık, hep ve sürekli iki ayak üzerinde yürür. Bunlardan birisi, bir tür susal sucul/bahrî kuş olan penguenler; diğeri ise insandır. İnsan, memeliler içinde tek örnektir. İki ayaklı yürüyen türlerin bu kadar nadir olmasının anlaşılır sebepleri vardır: Dört ayakla yürüme ya da koşmaya kıyaslarsak, iki ayaklı olmanın dezavantajı büyüktür. Çok daha yavaştır; denge kurmak çok daha zordur; bu yeteneği mükemmelleştirmek yıllar alır; hassas organları hücuma açık bırakır... Yani, aklından zoru olmayan veya şartların mecbur bırakmadığı bir memelinin yapacağı bir tercih değil. Peki, karada yaşayan başka iki ayaklı memeli var mı? Evet, hem varmış (Oreopithecus isimli, şimdiki İtalya'nın Tuskanya bölgesinin olduğu yerde o zamanlar var olan bir adada bundan 9 milyon yıl kadar önce yaşamış, 2 milyon sene boyunca kendi bağımsız evrimi sonucunda iki ayak üzerinde yürümeğe başlamış bir bataklık maymunu türü), ve şimdi de var: Bunlardan birisi, Borneo adalarında yaşayan, filin hortumuna benzer bir hortumu da olan, bir bataklık maymunu; diğeri de, bulunduğu ortamı mevsimsel olarak bataklığa çeviren su baskınları yaşayan bir tür cüce şempanze (bonobo). Kısacası, çıplak ve iki ayaklı yürümek için evrim baskısını sadece ya su içinde yaşayan memelilerde, ya da sulaklarda/bataklıklarda yaşayan memelilerde görüyoruz. Karada, savannalarda, dağlarda, bayırlarda yaşayan memelilerde değil. Bir başka ilginç nokta daha var: Diğer primat türlerinde değil; sadece yukarıda saydığımız iki ayakla yürüyen maymun türlerinde bir alışkanlık olarak yüz yüze çiftleşme görülmektedir. Bir de, malum, insanlarda. Fakat başka önemli bir ayıraç daha var bizimle diğer kara memelileri arasında: Solunum sisteminin bilinçli kontrolü --ihtiyari nefes kontrolü Diğer kara memelilerinde, nefes kontrolü --tıpkı nabız gibi yani kalp atışları gibi-- bilinç dışı gerçekleşir. İnsanlarda ve susal sucul/bahrî memelilerde, bu, bilinçle DE kontrol edilebilir. Yani, suya dalacak bir insan (balina, yunus) su altında ne kadar kalacağını dikkate alarak ciğerlerine gerektiği kadar hava doldurur. Karada yaşayan başka hiçbir memeli bunu yapamaz. Ve nefesini kumanda edebilmek yeteneğine sahip olduğu için, insanların konuşmak yeteneği mümkün olabilmiştir. Mesela, maymunların bizim konuşmak dediğimiz işlemi yapmaları söz konusu değildir --onlar, sadece belli frekanslarda karmaşık fakat nefes açısından kontrol edemedikleri sesler çıkarabilirler. Başka temel farklılıklarımız daha var...
Kısaca saymak gerekirse, insan cildinde yağ salgılama hücreleri vardır (sivilce haline dönebilen hücrelerden bahsediyoruz); başka kara memelilerinde bunlar ya yoktur, ya da işlevsizdirler. Susal sucul/bahrî memelilerde ise sıklıkla görülürler. Duygusal sebeplerle gözyaşı dökmek --ya da toz-duman kaçması halinde salgılananın dışında sıvı salgılamak-- da sadece susal sucul/bahrî memeliler ve insanlara mahsustur. Büyük beyin... İnsan ile şempanzeyi ayırt eden bir başka önemli fark da, insanın daha büyük bir beyin edinmesidir. Büyük beyin, insan için bir avantajdır. İyi de, şempanze için de avantajlı olurdu. Aynı branştan geliyorsak, şempanze neden büyük beyin edinmek yolunda evrim geçirmemiştir? Bunun bir sebebi olarak, beslenme rejimini öne sürebiliriz: Diğer vücut hücrelerinden farklı olarak, beyin hücreleri için yeterli miktarda Omega-3 yağ asitleri gerekir. Bu, deniz mahsullerinde bol miktarda mevcutken, karadaki gıda zincirinde daha azdır. Genel bir mukayese tablosu aşağıdaki şekilde olabilir: Özellik İnsan Maymun Savanna Susal sucul/bahrî İki ayaklı yürüme Evet - - - Kürksüzlük Evet - Fil ve Evet gergedan Deri altı yağ tabakası Evet - - Evet Yüzyüze çiftleşme Evet bonobo - Evet Koku salgı dokusu azalışı Evet - - Evet Bekâret zarı Evet - - Evet Yağ salgı dokusu Evet - - Evet Duygusal gözyaşı Evet - - Evet Duyusal bıyık kılları kaybı Evet - - Evet İhtiyari nefes kontrolü Evet - - Evet Terlemeyle ısıl kontrol Evet - - Evet Geri çekik hançere (larynx) Evet - - Evet Şimdi.. Sizi bilemem, ama ben, hem buraya yazdıklarım kadarıyla, hem de daha fazlasını okuduğum için; insanın doğrudan doğruya maymundan (şempanzeden, gorilden filan) türediğini artık kabul edemiyorum. Evrim ağacımızda, maymunlarla yollarımız/dallarımız çok daha önce ayrışmış olmalı... Bundan 5 ilâ 7 milyon sene kadar önce insan/maymun ayrışımı olmuş. Fakat elimizde o döneme ait fosil yok(muş) maalesef -yani, bir fosil açığından söz ediyoruz. O yüzden, bu hipoteze göre, klasik evrimcilerin iddia ede geldiklerinin aksine, insanın atası maymun değil de, maymunlardan daha önceki dönemlerden başka bir tür olabileceği ihtimali
güçleniyor. Bu, her ne kadar, denizkızlarının varlığını teyit etmiyorsa da; insanların atalarının ormanın derinliklerinde daldan dala sallanan maymunlar olmadığı; aksine, su baskını altındaki bölgelerde veya göl, ırmak ya da deniz kenarında yaşayan ve suya adapte olmuş başka (başlangıçta dört ayak üzerine yürüyen ve kürklü) bir türün bağımsız evrimiyle ortaya çıktığı anlamına gelebiliyor. Yani, atalarımız, maymunlar değil; sulak ortamlarda yaşamış 'hominid' aşiretleri idi... Belki de, Âdem ve Havva'nın göz açtıkları dünya, diz boyunu aşan su ve yeşillikler içindeki cennetsi ve vahşi bir ortamdı... Kim bilir... [Not: Yukarıdaki görüntü kirliliği için özür diliyorum. Benden başka herkes, anlaşılan, 'aquatic' kelimesinin karşılığının 'sucul' olduğunda mutabık görünüyor. O yüzden, 'susal'ı 'sucul' ile ikame ettim. Ettim de, hala daha içime sinmiyor; çünkü 'sucul' bana 'su ile beslenen'i çağrıştırıyor - -'etçil', 'otçul' der gibi. Hâlbuki 'karasal', 'hayvansal' dediğimizde kastettiğimiz üzere; 'bir şeye/yere/ortama ait' anlamında, 'susal'ın daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Ama neyleyim ki, herkesi düzeltmek elimden gelmiyor ;)] http://muzminanonim.blogspot.com/2009/08/ne-adem-ne-maymun.html ******* Not alttaki adreste bu iki konu yazarının güzel tartışması bulunmaktadır, mutlaka tartışmaya gidip okuyunuz. Sucul Ape'lerden mi Evrimleştik? Sevgili dostum Murat Gülsaçan'ın haberi üzerine Müzmin Anonim'in (üstteki adres) bloğunda işlediği Aquatic Hipotez'in paleoantropoloji yani bilim camiasındaki konumunu işlemenin gerekli olduğuna kanaat getirdim. Elaine Morgan uzun yıllardır Aquatic Hipotezinin duyurusunu yapmaktadır ancak bu hipotez hiçbir zaman gerekli ilgiyi bilim camiasından görmemiştir, neden mi, inceleyelim.
Aquatic hipotez kabaca ilk insan atalarının sucul yani şu hayati süren apeler (kuyruksuz büyük maymunlar) öldüğünü ileri sürer. Özellikle dik yürüme ve konuşma gibi temel özelliklerin sucul adaptasyonlar ile kazanıldığını vurgular. Elaine Morgan bu hipotezin savunucusudur, hipotezin düşün babası gibi görünür ancak değildir. Elaine Morgan bu hipotezi, 1960 yılında Alister Hardy'nin New Scientist dergisinde yayınladığı insan ve deniz arasındaki ilişki üzerine düşüncelerinden dönüştürmüştür ve zaman içerisinde geliştirmiştir. 1972 yılında ise Morgan, The Descent of Woman adlı kitabında hipotezini sistematize etmiştir. Bu kitap militan bir feministin erkek egemen ilişkilere karşı isyanıdır. Özellikle o dönem Desmond Morris'in The Naked Ape adlı kitabına karşı yazılmıştır. Morris kitabında insanı maymunlar takımının en kilsiz üyesi olarak tanıtmış ve insan davranışlarının kökenini maymunlar ile karşılaştırarak irdelemiş ve yorumlamıştır. Morgan bu yaklaşımın, erkek egemen ve indirgeyici olduğunu düşünmüş ve Hardy'den dönüştürdüğü hipotezini oluşturmuştur. Milyon yıllar öncesinde atalarımızın sucul olduğunu iddia eden bu hipotezin temel sorunu kanıtlarının keşfedilmesi olasılığı çok düşük olan yumuşak dokular ve fizyoloji üzerine kurulu olmasıdır. Bilindiği gibi yumuşak dokuların fosilleşmesi çok enderdir, sadece mine tabakası, kemik gibi sert dokular fosilleşme olasılığı yüksek elementlerdir. Paleoantropologlar sadece buldukları fosil kemikleri inceleyerek kaş ya da yumuşak dokular hakkında tahminler yapabilirler. Morgan, hipotezinde yoğunlaştığı temel özellik insanların tüysüz yani çıplak derili oluşudur, ona göre bu durum sucul bir adaptasyondan kalmadır. Morgan dik yürümenin de sucul bir adaptasyon olduğunu iddia eder. Ancak ilk dik yürüyen atalar bugünkü fosillere göre yaklaşık 7-4,4 milyon yılları arası bir tarihte ortaya çıkmıştır (Şahelanthropus, Orrorin, Ardıpıthecus). Bu dönemlere ait atalarımızın çıplak vücutlu olduğuna dair herhangi bir fosil ya da arkeolojik kanıt yoktur. Şimdi sistematik bir biçimde Morgan'ın Müzmin Anonim'in yazısında ileri sürdüğü anatomik kanıtları inceleyelim: Bipedalizm (Dik Yürümek) Morgan'a göre dik yürümek için gerekli olan anatomik değişimler ancak yerçekiminin düşük olduğu sucul bir ortamın içinde ortaya çıkabilir. Morgan'a göre şu ortamı orta büyüklükteki maymun atalarımızın dört ayaklı hareket biçiminden iki ayaklı hareket biçimine geçişte mükemmel bir geçiş ortamıdır. Dik yürümenin ilk ortaya çıktığını düşündüğümüz fosil atalarımız Şahelanthropus cthadensis (Çad, Djurab çölü 7-6 milyon yıl), Orrorin tugenensis (Kenya, Tugen Hills, 6 milyon yıl), Ardıpıthecus kadabba (Etiyopya-Afar Mıddle Awash West Margin, 5,8 milyon yıl), Ardıpıthecus ramidüs (Etiyopya-Afar Mıddle Awash Aramış, 4.4 milyon yıl) ve Australopithecus anamensis'tir (Etiyopya-Afar Mıddle Awash Assa İssie, 4.2 milyon yıl). Ayrıca bu fosil ataların bulundukları lokalitelerin sedimantolojik, fauna (hayvan varlığı) ve flora analizleri bu türlerin yaşadıkları ortamların karasal olduğunu göstermektedir. Ayrıca Afrika'da katıldığım kazı ve yüzey araştırmaları sırasında rastladığımız en çok fosil kalıntılar timsah gibi etçil avcıların fosilleridir. Atalarımızın mevcut anatomileri, yani maymunların çok iyi yüzücü olmadıkları bir gerçek, şu ortamında timsah gibi tehlikeli avcıların tehdidi altında nasıl dik yürüme egzersizi yaptıklarını algılamak güç. Hiç doğanın ekonomisine uygun görünmüyor. Diğer bir durum ise
geçenlerde yine bloğumda yazdığım knuckle-walking hareket biçiminin atalarımıza ağaç yaşamında yaşayan değil karasal hayat süren ancak zaman zaman ağaçta da yaşayan karasal ape'lerden evrimleştiğimizden bahsetmiştim. İlk dik yürümeye başlayan atalarımızın morfolojileri şu hayati değil daha çok halen ağaç hayatına bağımlı karasal knuckle-walking hareket adaptasyonunu gerçekleştiren atalardan türediklerini gösteriyor, el bilek kemikleri bunu kanıtlıyor. Ayrıca dik yürümek için gerekli anatomik değişiklikler, göğüs kafesinin biçiminin değişmesi, alt kol kemiklerinin uzaması gibi özelleşmelerdir. Bu özelleşmeler şu ortamında kazanılabilecek özellikler değildir, karasal ape'lerin ağaç lokomosyonundan kalma özelliklerinin dönüşümü ile gerçekleşmiştir. Uzamış Alt-Kol Uzuvları: İnsanın alt-kol kemiği yüzmek için diğer ape ve maymunlara göre daha elverişlidir. Buna rağmen uzamış alt kol kemiği ile modern vücut yapısı 2,4 milyon yıl ortaya çıkan Homo habilisten önce yoktur, bu özellik ilk defa Homo habiliste görülür. Oysa Morgan bu özelliğin ilk dik yürüyen atalarda olduğunu ileri sürer. Nefes tutma ve Konuşma: İnsan kısa süreli nefesini tutabilir ve durmadan uzun süre konuşabilir. Nefesini tutabilmesi konuşabilmesi için de bir avantajdır. Bu yetenek diğer karasal memelilerde görülmez, böylece Morgan bunun sucul bir adaptasyon olduğunu düşünmüştür. Morgan'a göre yunus balığının ses sistemi insana en yakın olandır ve insanin konuşma yeteneği ile analoji oluşturabilir. Ancak nefes sisteminin değişmesi dik yürüme hareket adaptasyonu ile gırtlak ve göğüs kafesinin değişen morfolojisine bağlıdır. Dörtayaklı hareket biçiminde nefes kontrolü mekanik ve kaş hareket sisteminden dolayı güçtür, bu nedenle solunum yürüyüş sırasında zorlaşır. Ancak dik yürüme lokomosyonu sırasında üst kol uzuvları, gırtlak ve göğüs kafesi kasları çalışmaz, bu nedenle biz yürürken rahat nefes alırız, kaslarımız göğüs kafesimizi ve gırtlağımızı zorlamaz. Bununla birlikte, konuşmak yani dil, sadece buna bağlı bir değişim değildir. Kompleks bir dile (konuşma yeteneğine) sahip olan ilk insan atası Homo habilistir, çünkü bulunan kafatası fosillerinin iç bölümünde beynin yerleştiği kısımların yanı endocastların bize gösterdiği durum, ilk kez Homo habiliste modern insana benzer prefrontal lobların değiştiği ve özellikle Broca ile Wernicke aygıtlarının oluştuğu gözlemlenmektedir. Yani bildiğimizi anlamda konuşan ilk insan atası Homo habilis, öncülleri ise çeşitli kompleks ses grupları oluştursalar da sistematik konuşmayı henüz gerçekleştiremedikleri düşünülmektedir. Burun: Morgan insanın burnunun suya dalış yapmak için özelleşmiş olduğunu önermektedir. Morgan bu önerisini uzun burunlu maymun (hortumlu maymun) ve tapirleri dikkate alarak yapmıştır. Tapirler bataklık sularında uzun burunları yüksekte tutarak ilerler, uzun burunlu maymun ise suya düştüğünde burnunu havada tutarak yüzer ve nefes alır. Morgan bunun sucul bir atadan kalıntı olduğunu söyler. Oysa insan burnunun temel görevi nefes almanın dışında bir fan görevi görerek beynin soğutulmasını sağlar. Bu nedenle ekvator kuşağında yani sıcak iklimde yaşayanların burun delikleri büyük iken, soğuk iklimde yaşayanların burun delikleri küçüktür. Bizim gibi ortak kuşakta yaşayanlarda ise varyasyon gösterir. Yani
burnumuzun çıkıntılı oluşu, burnumuzdan içeri giren havanın ısıtılması ve soğutulmasında rol almasından kaynaklanır, suya girince yüksekte kalsın diye değil... Çıplak Vücut: Çıplak vücut Morgan'ın en güçlü sandığı argümanları arasındadır. Ona göre çıplak olmak suçul ortama bir adaptasyondur. Oysa günümüzde kıl oluşumunu genlerin kontrol ettiğini biliyoruz. Günümüzde genetik mutasyonlardan dolayı insanların vücutlarındaki kıl yoğunluğu değişmektedir. Örneğin werewolf syndrome olarak bildiğimiz hypertrichosis hastalığı mutasyonla ortaya çıkan ve tüm vücudun ve yüzün kıllarla kaplanmasına neden olan bir hastalıktır. Genlerimiz evrimsel tarihimizin depolarıdır. DNA'mızda aktif ve nötr, aktif olmayan birçok karakter barınmaktadır. Bazen mutasyonlar ve çeşitli etkilerden dolayı çekinik ya da nötr olan bir karakter aktifleşebilmektedir buna atavism denilmektedir. Vücudumuzdaki kıl oluşumundan sorumlu gen bulunduğu genomda kilitlenmiş ya da nötrleşmiştir. Bununla birlikte çıplak derili oluşumuzu açıklayan diğer bir hipotez ise Pathogen Hypotheses'dir. Bu hipoteze göre çıplak derili oluşun en önemli nedeni kürk, kıl ya da tüyde çoğalan asalak parazitlerin yol açtığı enfeksiyonlara karşı bir adaptasyondur. Özellikle Neolitik gibi insan popülasyonlarının demografik olarak arttığı bir dönemde artan viral hastalıklara karşı daha avantajlı durumda olan kıl yoğunluğu az olan bireylerin popülasyon içerisinde sayılarının artışı ile gen havuzunda gen frekanslarının artmasından dolayı kilsizlik yaygınlaşmıştır. Kilsiz, temiz vücut daha sağlıklı oluşun göstergesi olmuş ve seksüel seçilimde avantajlı olmuştur. Üreme organlarında kalan kıllar ise seksüel rollerinden yanı sıra feromon hormonlarını devreye soktuklarından dolayı kalmış olabilir. Buna rağmen bildiğiniz gibi kıl yoğunluğu popülasyonlara göre varyasyon göstermektedir. Kıl yoğunluğu sadece vücudumuzda termoregulasyonu sağlayan bir özellik değildir, kimi zaman dezavantajlı da olabilir. Yüz yüze Seks: Morgan'a göre sadece sucul memeliler yüz yüze seks yapmaktadırlar, buna göre insan da yüz yüze seks yaptığına göre insanın ataları da sucul olmalıdır der. Ancak bu tür seks biçimi şempanze ve bonobolarda da sık görülen bir biçimdir, bunun diğer bir nedeni ise şempanze, bonobo ve insanin salt üremek için değil kimi zaman sembolik kimi zamanda zevk için seks yaptığından ve özellikle dişilerin seks sırasında yüz yüze sekste klitorislerinin daha fazla duyarlı hale gelmesinden kaynaklanmaktadır, bu da başarılı döller üretmeyi sağlayan bir faktördür. Klitorisin morfolojik konumu da bunda etkilidir.
Beyin Büyüklüğü: Morgan'a göre sucul yaşama biçimi beyin büyüklüğünü sağlamış ve bizleri daha akıllı canlılar haline getirmiştir. Beyin büyüklüğü, dik yürümek gibi insanı insan yapan özelliklerden biridir. Morgan beyin için gerekli olan Omega 3-6 gibi asitlerin sucul besinlerde yoğun olduğunu ve bunu bir avantaj olduğunu ileri sürer. Oysa ilk dik yürümeye başlayan atalarımızın çoğunlukla yaprak filizleri, meyveler, yemişler, böcekler ve avlayabildikleri sürece küçük hayvanlardan oluştuğunu düşünüyoruz. Bununla birlikte karasal ortamda yaşayan insanların varlığı sucul besinlerin olmazsa olmaz besinler olmadığını kanıtlıyor. Ayrıca beyin büyüklüğü sadece besin ya da lokomosyonla ilgili değil, kafatasında altçeneyi kontrol eden masseter ve temporal kasların zayıflaması ile ilgilidir. Genetik bir değişimle zayıflayan bu kasların kafanın büyümesini olanaklı kılmıştır. Özellikle masif türler olan Australopithecus robustus ve boisei gibi türlerde kafatasındaki sagittal crest çok belirgindir, bunun nedeni çok güçlü masseter, temporal ve boyun kaslarına sahip olmalarından kaynaklanır, bu kaslar kemiği biçimlendirecek derecede güçlüdürler. Bu kasların Homo çizilişine giden süreçte zayıflamıştır ve beynin büyümesine avantaj yaratmıştır. Bu yazı daha da genişletilebilir ancak temel olarak umarım aydınlatıcı olmuştur. Hayal gücü bilim kurgu bazında eğlenceli ve güzel, ancak bilimin sınırları içerisinde hipotezler eğer mevcut bilgi ve materyal ile sınanamıyorsa günümüz bilim anlayışında kabul görmemektedir. Buluntu ve bilgi değiştikçe hipotezler, paradigmalar ve kuramlar da yeniden biçimlenecektir. Daha fazla bilgi için: Umbrella hypotheses and parsimony in human evolution: a critique of the Aquatic Ape Hypothesis. John H. Langdon Jorunal of Human Evolution (1997)33, 479-494 http://insanevrimi.blogspot.com/2009/08/sucul-apelerden-mi-evrimlestik.html