2. Dönem, Sayı 2 Yazdırılabilir Sürüm



Benzer belgeler
Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

TURK101 ÇALIŞMA 6 ZEYNEP OLGUN MAKİNENİN ARKASI

KİTAP GÜNCESİ VIII. GELENEKSEL KİTAP GÜNLERİ SAYI:3

Fotoğraf Sevdalısı Bir Doktor:

Anneye En Güzel Hediye Olarak Ne Alınması Gerekir?

66 Fotoğrafçı Etkinlik Listesi. 52 Haftalık Fotoğrafçılık Yetenek Sergisi

Kızla İlk Buluşmada Nasıl Sohbet Edilir? Hızlı Bağ Kurma Teknikleri

ABLA KARDEŞ Gerçek bir hikayeden alınmıştır.

Pepee den Önce Pepee den Sonra P.Ö- P.S

DÜZEY B1 Avrupa Konseyi Ortak Dil Ölçütleri Çerçevesinde BÖLÜM 4 SINAV GÖREVLİSİNİN KİTAPÇIĞI. Dönem Kasım 2009 DİKKAT

2. SINIFLAR PYP VELİ BÜLTENİ (16 Şubat-27 Mart 2015 )

BAHARA MERHABA. H. İlker DURU NİSAN 2017 İLKOKUL BÜLTENİ

ANA SINIFI PYP VELİ BÜLTENİ. (19 Aralık Şubat 2017)

Kulenizin en üstüne koşup atlar mısınız? Tabii ki, hayır. Düşmanınıza güvenip onun söylediklerini yapmak akılsızca olur.

Güzel Bir Bahar ve İstanbul

2. SINIFLAR PYP VELİ BÜLTENİ (18 Ocak-11 Mart 2016 )

ANASINIFI PYP VELİ BÜLTENİ. (07 Aralık Ocak 2016)

Bir$kere$güneşi$görmüş$ olan$düşmez$dara$

ÖZEL OKAN İLKOKULU EĞİTİM ÖĞRETİM YILI

Şef Makbul Ev Yemekleri'nin sahibi Pelin Tüzün Quality of magazine'e konuk oldu

Herkese Bangkok tan merhabalar,

Vizyon Tarihi: 12 Temmuz 2013 Yönetmen: Shawn Levy Oyuncular: Vince Vaughn, Owen Wilson, Rose Byrne, Max Minghella, Will Ferrel Yapımcı: Shawn Levy,

İDİL DİZDAR, HEM OYUNCU HEM YÖNETMEN

Onceki izlenimdeki sevgi titresimleri sevgili Ugurcan'in izleniminde devam ediyor...

ANASINIFI PYP VELİ BÜLTENİ (8 Eylül Ekim 2014 )

ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

3. SINIF PYP VELİ BÜLTENİ. (11 Mayıs -19 Haziran 2015 )

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI

Beşiktaş Gazetesi. Günlük web Gazetesi Salkım Söğüt Saç

İBRAHİM DEMİREL FOTOĞRAF DİLİNDE BİR SÖYLEŞİ. asosöyleşi

Renkli Bir Yazarın Kitabı: Renkli Masallar. Bazı insanlar gezi yazısı okumanın sadece daha önce gitmedikleri ya da hayatlarının

SINIRSIZ ZİYARETLER. Nermin Er in ev atölyesi

Jamie Foxx J

Geç Kalmış Bir Yazı. Yazar Şehriban Çetin

3. Yazma Becerileri Sempozyumu. Çağrışım: Senden Kim Çıkacak?

Düşüncelerimizi, duygularımızı ve kültürümüzü oyunlar aracılığı ile ifade ederiz.


ΥΠΟΥΡΓΕΙΟ ΠΑΙΔΕΙΑΣ ΚΑΙ ΠΟΛΙΤΙΣΜΟΥ ΔΙΕΥΘΥΝΣΗ ΜΕΣΗΣ ΕΚΠΑΙΔΕΥΣΗΣ ΚΡΑΤΙΚΑ ΙΝΣΤΙΤΟΥΤΑ ΕΠΙΜΟΡΦΩΣΗΣ

Hazırlayan: Tuğba Can Resimleyen: Pınar Büyükgüral Grafik Tasarım: Ayşegül Doğan Bircan

Ürünü tüketmesini/satın almasını/kullanmasını ne tetikledi?

1.SINIFLAR PYP VELİ BÜLTENİ. ( 04 Mayıs - 13 Haziran 2018 )

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

Digital Age. Yeni Nesil Mutluluk Araştırması. Nisan, ZENNA Digital Age Yeni Nesil Mutluluk Araştırması Nisan, 2017

2016'nın ilk 5 ayını geride bırakıyoruz. Grup Göktürkler için bu dönem nasıl geçti?

ÖZEL OKAN İLKOKULU EĞİTİM ÖĞRETİM YILI

KAHRAMANMARAŞ PİAZZA DA AYDİLGE RÜZGARI ESTİ

Boylesine bir emek hic bir maddi karsilikla elde edilemez... ILKYAR gonulluleri boylesine essiz birliktelikler yasiyorlar ilkyar lari ile...

DON GİOVANNİ. uygun ve çok uzun uçuş saatleri gerektirmeyen bazı Avrupa şehirlerine göz gezdirirken

Biz Fakir Okuluz Bizim Velimiz Bize Destek Olmuyor Bizim Velimizi Sen Bilmezsin Biz Bağış Alamıyoruz Cümlelerini kurarken bir daha düşüneceksiniz.

İNSANIN YARATILIŞ'TAKİ DURUMU

DENİZ YILDIZLARI ANAOKULU MAYIS AYI 1. HAFTASINDA NELER YAPTIK?

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç


OKUL MÜDÜRÜMÜZLE RÖPORTAJ

AŞKI, YALNIZLIĞI VE ÖLÜMÜYLE CEMAL SÜREYA. Kalsın. Mutsuz etmeye çalışmayacak sizi aslında, sadece gerçekleri göreceksiniz Cemal Süreya nın

ANKET SONUÇLARI. Anket -1 Lise Öğrencileri anketi.

Bu resmi ne yönden yada nasıl gördüğünüz,nasıl yorumladığınız çok önemli! Çünkü medya artık hayatımızın her alanında ve her an yanı başımızda!

OKUMA YAZMAYA HAZIRLIK ETKİNLİĞİ

Geçtiğimiz dönemlerde olduğu gibi bu dönem de Sevgi Gönül Kültür Merkezimiz sanatla dolu bir sezon geçirdi.

BULUNDUĞUMUZ MEKAN VE ZAMAN

Behiye Hanım Anaokulu - Aylık Bülten. Ocak Sayı: 4

:48 FİLİZ ESEN-BİROL BAŞARAN

BİR ÇOCUĞUN KALBİNE DOKUNMAK

Portfolyo. Sunum Dosyası

3. SINIF PYP VELİ BÜLTENİ (07 Eylül-16 Ekim 2015 )

BULUNDUĞUMUZ MEKÂN VE ZAMAN

Bunların takibini kolaylaştırmak için tüm haberlerin tek bir noktada eksiksiz ve güncel şekilde bir araya getirilmesi gerekiyordu.

Okuma- Yazmaya Hazırlık. Türkçe Dil Etkinlikleri Sanat Etkinlikleri Oyunlar Müzik Ve Ritim. Fen Ve Doğa Etkinlikleri

4. SINIF PYP VELİ BÜLTENİ. (9 Mayıs- 17 Haziran 2016 )

İTÜ GELİŞTİRME VAKFI OKULLARI BEYLERBEYİ ÖZEL ANAOKULU, İLKOKULU VE ORTAOKULU EĞİTİM VE ÖĞRETİM YILI 35.VELİ BÜLTENİ

A1 DÜZEYİ B KİTAPÇIĞI NOT ADI SOYADI: OKUL NO:

Adı-Soyadı: Deniz kampa kimlerle birlikte gitmiş? 2- Kamp malzemelerini nerede taşımışlar? 3- Çadırı kim kurmuş?

Yüreğimize Dokunan Şarkılar

Duygusal ve sosyal becerilere sahip Genç profesyoneller

KOKULU, KIRIK BİR GERÇEĞİN KIYISINDA. ölüler genelde alışık değiliz korkulmamaya, unutulmamaya... (Özgün s.67)

ANA SINIFI PYP VELİ BÜLTENİ. (10 Eylül-19 Ekim 2018)

Astrofotoğrafçılarımız: Metin ALTUNDEMİR

13 de. 19 da. 15 te İNGİLİZCE PDR. ODTÜ Geliştirme Vakfı Özel İlkokulu GÖRSEL SANATLAR. 5 Yaş Ana Sınıfı Bülteni. sayfa. sayfa.

> > ADAM - Yalnız... Şeyi anlamadım : ADAMIN ismi Ahmet değil ama biz şimdilik

Kasım/Aralık fındığın başkenti. kirazın anavatanı

ANA SINIFI PYP VELİ BÜLTENİ. ( 07 Eylül-16 Ekim 2015 )

ESERLERLE BAŞ BAŞA KALMAK. Hayalinizde yarattığınız bir yerin sadece hayal olmadığının farkına vardığınız bir an

MATEMATİK KUTUSU TAVŞAN MASKELERİMİZ

manzaraadalar.com.tr

Dünyayı Değiştiren İnsanlar

ilk yar'larımızın sevgili dostları


KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU

Sevda Üzerine Mektup

Sosyal Ajan. Melek mi Şeytan mı? ÖYKÜ. Marka Uzmanı GİZEM. Kokusunda Davet var ÖZKAN

İTÜ GELİŞTİRME VAKFI BEYLERBEYİ YERLEŞKESİ OKULLARI EĞİTİM VE ÖĞRETİM YILI 36. VELİ BÜLTENİ

Page 1 of 6. Öncelikle, Edirne de yaşanan sel felaketi için çok üzgünüz. Tüm Edirne halkına, şahsım ve üniversitem adına geçmiş olsun demek istiyorum.

ÖZEL ÜSKÜDAR SEV İLKÖĞRETİM OKULU

Mobil Pazarlama Stratejiniz İçin Çevrimiçi Video Neden Olmazsa Olmaz?

2. SINIFLAR PYP VELİ BÜLTENİ (13 Şubat- 24 Mart 2017)

TED AİLESİ, ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLAMASI VE PLAKET TÖRENİ İÇİN DÜZENLENEN YEMEKTE BİR ARAYA GELDİ

GAZİOSMANPAŞA ÜNİVERSİTESİ PDR ÖĞRENCİSİ AHMET İSA SOYLAMIŞ RECEP YAZICIOĞLU BENİM İÇİN ÖRNEK ŞAHSİYETTİR


TENORS MÜZİK SHOW. Tenors Müzik Show (Flash Mob)

Transkript:

2. Dönem, Sayı 2 Yazdırılabilir Sürüm Bu sürüm, bilgisayardan okuyacağı her şeyi, öncesinde yazıcı çıktısını alarak okuyanlar için hazırlandı. Resim yok, renk yok, yazılar 1 punto daha büyük, 4 sütun yerine 2 sütun var. Sapasade! Toner ve kartuş dostu. Kısa ve zamansal açıdan geçici yazılar hemen 2 dakikada monitörden okunabildiği için bu sürüme dahil edilmemiştir. Kağıt israfı yapmamak için öneriler: 1- Bir tarafı kullanılmış, öbür tarafı boş müsvedde kağıtlarından kullanın. 2- Görme sıkıntınız yoksa yazıcınızın ayarlarından iki sayfa yan yana yazdırmayı deneyin. 3- Sadece okuyacağınız yazının sayfalarını yazdırın. 4- Üstteki madde uyarınca bu sayfayı yazdırmak abes bir hareket olacaktır! İyi okumalar dileriz...

Birtakım notlar: 1- Dergideki röportajların kırpılmamış versiyonlarını burada okuyabileceğinizi biliyor muydunuz? 2- Yazılar dergideki sırası korunacak şekilde sıralanmıştır. Dolayısıyla bir içindekiler sayfasına daha gerek kalmadı. 2

Spoilar Dizi-film mevzuları -Ali Hıdımoğlu Okumadan Önce: Geçen ay da belirttiğimiz gibi, bu yazıyı okurken bilinçli olarak yerleştirilmiş birden çok spoiler (bölüm içi gerçekleşmesi muhtemel olaylar) ile karşılaşabilirsiniz. Yeni başlayan dizilerden gidelim istiyorum bu ay için. Misal elimizde Once Upon a Time var. Bu yılın çok iddialı dizilerinden olmasa da (bir Terra Nova gibi iddiası yoktu) gayet iyi bir başlangıç yaptığını belirtebilirim. Gerçek dünya ile masal dünyası arasında gidip gelmesi, gerçek dünya karakterlerinin masal kahramanı özellikleri göstermesi ve tabii ki Henry nin zekası, ilk bölüm sonrasında ikinci bölümü hemen açma isteği uyandırıyor insanda. Efektleri pek de güzel olmasa da (muhtemelen bütçe sıkıntısı) bence ilk bölümler için yeterli idi. Eksik olarak; masal dünyasındaki karakterlerin biraz daha oturması gerektiğine inanıyorum, zira hitap ettiği kitlenin yetişkinler olduğunu varsayarsak karakterler biraz çocuksu kalmışlar. Yine de ilerleyen bölümlerde ana hikâyenin kesinleşmesi bize ne gibi sürprizler sunacak göreceğiz. Ayrıca Stargate Universe den tanıdığımız Robert Carlyle ın da dizide olması, hele hele Rumpelstiltskin gibi bir karakteri canlandırması dizi için heyecanımı katlamakta. Bir diğer yeni başlayan dizi ise Grimm idi. Bir nevi Supernatural özentisi gibi gözükse de yine de ayrı kulvarlarda ele alınabilir. Tabii bunu ilerleyen bölümler gösterecek. Konu itibari ile yine masal kahramanlarının gerçek dünyada olması var, fakat içerisinde biraz daha fazla polisiye ve daha fazla uzak doğu döğüş usulleri göreceğinizi de belirteyim. Bu dizinin dikkat edilesi karakteri ise Eddie Monroe diyebilirim. Takip etmenizi öneriyorum, daha güzel bölümleri yolda diyeyim. Var olan dizilerden devam edersek, elimizde Terra Nova nın pek de beklediğimiz gibi gitmediği gerçeğini göz ardı ettiğimizde pek fazla malzeme kalmamakta. Fringe de Peter ın geri gelmesi ve onu kimsenin onu hatırlamaması hatta ve hatta kimsenin Observerları da hatırlamaması diziye olan sevgimizi katlamakta. Ama yine bir başka paralel evren ve bir başka şekil değiştiren muhabbetine girmeleri, konu sıkıntısına mı düştüler acaba dememize de sebep olmakta. The Vampire Dairies de orijinal vampirlerin nasıl yaratıldığına ve orijinal vampir ailesinin dramına şahit olmaktayız. Mikael ın diziye beklenen şiddeti katmasını umuyorum ayrıca. Ah o sadece vampirlerden kan içen orijinal baba. Supernatural ise şu anlık melekler ve şeytanlar olayından uzaklaşıp, ara bölümlerle klasikleşmiş Winchester kardeşlerinin aralarındaki duygusallığa değinmekte. Şahsen bu diziden daha büyük olaylar beklemekteyim. Castiel ortada olmasa da onlara yardım edecek başka biri çıkabilir. Bu ay uzun bir ara veren başka bir dizi de yayın hayatına geri döndü: Leyla ile Mecnun. 30. bölüm çoğu kişiyi memnun etmiş, ben birkaç bölüm sonra izleyicinin tamamen memnun olacağını düşünüyorum. Leyla nın gidişi ve Mecnun nun acısı güzel anlatılmıştı. Aynı şekilde Zeynep in de gitmesi ve Yavuz un hali yaramıza tuz bastı. Arda karakteri ise basit bir ara cümle ile çıkartıldı diyebilirim. Ayrıca: Geçmiş olsun Onur Abi. Çok uzundur True Blood hakkında bir şeyler duymadığınızı biliyorum. Aldığım bazı duyumlara göre 5. sezonun ilk bölümlerinde Sookie nin çocukluk yıllarında gücünü kullanışını göreceğiz. Ayrıca diziye birkaç Hunter ın (Avcı)dâhil olacağını da belirteyim. Yeni diziye Nora adında zeki, güzel bir vampirin daha katılacağı da deniyor ki o da Godric den olma. Ayrıca kendisi Eric i de seviyormuş. Ah ah, nerede o Stargateler, Star Trek: The Next Generationlar demeyi de es geçmeyelim. Ayrıca Boardwalk Empire izleyin, güzel dizi takdir ettim. 3

Topluluk: İÜ Rock Kulübü Türkiye nin ilk rock oluşumu, yaptığı sayısız organizasyonla rock müziğinin gelişimine büyük destek olmuş topluluğu bir de yakından tanıyalım dedik. Genel kurullarını çiğ köfte partisiyle birleştiren oldukça eğlenceli insanlardan oluşan kulüp 2 gün önce doğum gününü kutladı. Kendilerine müzik dolu eğlenceli seneler diliyorum. -Furkan Emir İstanbul Üniversitesi Rock Kulübü olarak Türkiye de önemli bir misyonunuz olduğunu düşünüyor musunuz? Görkem: Türkiye de rock-metal kültürünün yükselmesine katkıda bulunmuş bir kulüp. Kimsenin cesaret edemediği dönemde, gelir getirmez diye önem vermediği metal konserlerini zamanında bizim abilerimiz bu kulüp adı altında borçlanarak yaptılar. Metin: Çünkü Rock Kulübünün yaptığı önemli ve başarılı işler var. Yerli-yabancı konserler, okul içi şenlik gibi etkinlikler Türkiye de rock müziği daha yüksek yerlere ulaştırdı. Zaten amacımız da bu müziği yaymak. Ve yıllardır da kulüp bu amacından şaşmamış. Cansu: Böylece bize açılan kapı kalmıyor. Rock adı hiçbir oluşumun içinde barınmıyorken nasıl akıllarına geldi eski üyelerinizin burayı kurmak? Metin: Kurucumuz Tayfun Altınbaş ın okula geldiğinden beri hayaliymiş bu müzik adına bir şeyler yapabilmek, bunun için kısa bir süre içerisinde çalışmaları tamamlayıp kulübün kuruluşunu sağlamışlar. Böylelikle ilk rock kulübü kurulmuş ve bu sayede diğer üniversitelere de bu anlayış yayılmış. Çiğ köfte eşliğinde yeni bir döneme başlangıç yapacaksınız ya nasıl bir ortam olacak orası biraz anlatır mısınız? Nasıl bir seçim dönemi atlatılacak? Kulisler, entrikalar, siyasetler? Metin: Kulüp olarak öncelikli hedef yeni gelen üyelere tecrübe ve bilgi aktarımı olduğundan yönetimde olacak kişiler buna göre ayarlanıyor. İstekli olmak da önemli. Kulübün içerisinde bu konuda entrika ve seçim çalışmaları olması az ihtimal. Herkes kulübü düşünüyor çünkü. Görkem: Biraz duygusal oluyor sonlara doğru çünkü okulunu bitiren, başkanlığını devreden kişi de bizim aynı zamanda çok yakın arkadaşımız oluyor. Cansu: Yoğurma kısmı en zevkli kısmı oluyor herkes iç içe herkesin eli değiyor bir kere o çiğ köfteye. Birisi duvara yapıştırılan o çiğ köftelerden birini yutmuş. İyi mi o arkadaş hayatta mı hala? Metin: Bizim döneme dek gelmedi. Hayattadır ama rakçıya bir şey olmaz. Görkem: Gayet iyi bildiğim kadarıyla. 4

Çiğ köfte yapıyorsunuz fonda ağır metal çalıyor herkes geyik halinde, sonra bir anda nasıl seçim sürecine geçiyorsunuz? Görkem: Çiğ köfteler güzelce mideye inince herkes bir köşeye çöküyor zaten. Cansu: Ne kadar rahat eğlenceli bir ortam yapsak da aynı zamanda herkes seçimin ciddiyetine özen göstererek toplanıyor. Ses getiren neler yaptınız? Metin: Önemli çalışmalar var mesela, Istanbul Meets Berlin, Euro Rock Fest gibi uluslar arası alanda da başarılı organizasyonlar yapmıştır. Ya da 2000 de rock kulübü tarafından düzenlenen Rotting Christ konseri gelirinin tamamı depremzedelere bağışlandı. İlk yıllarda konserlerden gelirler elde etmişler mi? Görkem: Hepsi batık durumda olmuş ama asıl amaç bu işlerden kazanç elde etmek değil, rock-metal kültürünü, ruhunu yayabilmek. Türkiye de de yurt dışında olduğunu bildiğimiz grupları görebilmemizi sağladı bu kulüp bize. En azından bir şeylere ön ayak oldu ve olmaya da devam ediyor elinden geldiğince. Peki rock niçin sizin için bu kadar önemli de hiçbir şekilde pes etmiyorsunuz? Rock sizin için neyi ifade ediyor? Cansu: Herkesin dinlediği bir müzik tarzı var ve biz de rock müziği, heavy metali seçtik. Daha sonra içine girdikçe, daha çok şey araştırıp öğrendikçe hayatımıza yansıdığını gördük. Müzikten çok bir parçamız oldu bu, benim için böyle ve arkadaşlarım için de öyle olduğunu düşünüyorum. Olay müzik dinlemenin dışına çıkınca da başka şeyler yapmak istiyor insan, bizim bu kulübü ayakta tutmak istememiz gibi. Tanya: O ruhu, heyecanı, dostluğu hissetmek, bir an için bile olsa gerçek yaşamda olgun olma zorunluluğunu bir kenara bırakmak, çocukça eğlenebilmek önemli olan ve hiçbir müzik türü rock gibi sağlayamaz bunu. 1 hafta önceki konserde kırkını aşmış adamın gözünde gördüm bunu, hiçbir şeye benzemiyor. Kimse sizi yargılamaz veya sorgulamaz sadece arasına kabul eder. Bu sürü değil, ailedir. Diğer türlerdeyse bir kalıba uyan kişileri bir araya getirmektir. Metin: Hayatımdaki en önemli şeylerden biri bu müzik. Kardeşlerimden aldığım birikimle zamanla zorluklara karşı sürekli benim yanımda duran, destek olan bir şey bu. Zamanla her şeyiniz de yer ediniyor. Hayatta olan iyi ve kötü ne varsa beni etkileyen bu müzik yanımda. Özgüven, güç, birlik duygusu ve bir şeyler yapma isteği uyandırıyor insanda. Rock müzikle beraber büyüyoruz. Konser demek maliyet demek, isimlerle anlaşıyorsunuz sonra sponsor arıyorsunuz, bulamadığınız durumlarda da bilete aynı oranda yansıyor bu durum. Biletleri satamamaktan korkmuyor musunuz? Metin: Bunun için oturup uzun süreli bir planlama yapıyor. Nasıl olur sonucu ne olur gibi. Geçen sene yapmak istediğimiz bir etkinliği bilet ve gelir durumları yüzünden ertelemiştik. Genelde bar grupları için ücretsiz girişi olan konserler yapmaya çalışıyoruz. Görkem: Ciddi maliyetli organizasyonlar olacaksa da birçok sanatçı rock kulübü adına ciddi indirimlerde bulunuyorlar. Rock artık moda ve günümüzde kendisi geniş bir yelpazenin adı. Siz bu duruma nasıl bakıyorsunuz her rock grubuna kapınız açık mıdır? Cansu: Geniş bir yelpazede olması bizim yararımıza bence çünkü böylece kalıcılığımız artmış oluyor yani eskiden bakıldığı gibi bakılmıyor bu tarza çoğu kişi bu tarza yönelmiş oluyor. Barlarda farklı gruplar görmeye başladık mesela senelerdir aynı grupları dinlemek yerine artık başkalarını da görebiliyoruz aynı sahnede ve bence bu gayet güzel bir durum. Metin: Bence olması gereken oluyor. Tamam, rock çok farklıdır. Bu nasıl hissettiğine bağlıdır ama artık insanlar her şeye çok çabuk ulaşıp onu benimseyebiliyor. Benimseyip vazgeçebiliyor. Geniş bir yelpazeye ulaşması bence normal. Hepsine olmasa da çoğuna kapımız açık. Görkem: Bence geniş bir yelpaze olması bu piyasanın gelişmesi açısından güzel her grubu rocktan saymıyorum tabii ama rock adına ne kadar çok şey yapılırsa bizim için de o kadar iyi. Yelpazenin geniş olması özün bozulabilme riskini de çok fazla canlı tutmuyor mu ama? Görkem: Ben öyle bir risk olduğunu düşünmüyorum, sonuçta herkesin rock müzik adına sevdiği farklı gruplar var. Grup çeşidinin artması daha çok kitleye ulaşılmasını sağlıyor ve daha çok kitleye ulaşınca da bu, sektörde iş yapanlara bu cazip geliyor. Nitekim ülkemizde daha çok grup görüyoruz, dinleyici için de artış olumlu. Tanya: Her zaman gelenekçiler olacaktır, o yüzden bozulmadan kalacak bir kısım olacak ama aynı zamanda büyüyüp gelişecek bir kısım da olacak. Tekdüzelik hiçbir zaman olamaz. Her yeni grup yeni bir ses getiriyor, her yeni dinleyici de öyle. Kulüp çatısı altında hayalleriniz var mı? Aynı anda ortak görüş: Metal Stage festivalini tekrar yapmak. Diğer rock kulüpleriyle aranız nasıl, birlikte bir şeyler yapıyor musunuz ya da planlar var mı? Cansu: Geçtiğimiz ay Rock n Rolla da Rock Kulübü gecemiz vardı mesela, orada sahne alan arkadaşlar İTÜ dendi. Metin: Marmara Üniversitesi Rock Kulübü nden arkadaşlarla ortamda sürekli karşılaşırız mesela. En son İTÜ Rock Kulübü nün kulüpler söyleşisinde bulunduk. Aramız iyidir. Konuyu boşlukları doldurarak kapatalım: Bizim topluluk marşımız: Pink Floyd Hey You dur. Tuvalete bile bu şarkıyla gidiyoruz. Biz bu alanda en iyiyiz çünkü: En eski en faal ve en ünlüyüz, ilk biziz. Kulüp başkanı Metin Uslu ya, yardımcısı Görkem Taşkıran a, dış ilişkiler sorumlusu Cansu Öcalan a ve kulüp yazışmalarını üstlenen Tanya Setenay Aslan a söyleşiye renk kattıkları için teşekkür ediyorum. Ekibe rockkulubu.com adresinden ulaşabilirsiniz. 5

Şimdiki Geçmiş Zaman - Alper Kara Selamlar saygıdeğer okuyucular. Sene 1991. Lisedeyiz. MTV nin has yılları. Sabah okula gittiğimde kız arkadaşım Alper dün bi grup çıktı izledin mi? İsmi Pearl Jam, şarkının adı Alive, siyah-beyaz bi klip. Dedim, Evet aklım uçtu. Bi kaç gün sonra aynı şekilde Smells Like Teen Spirit i izledin mi hani böyle garaj gibi bi yer Adam ne deli söylüyodu!. Hafta sonu Ten ve Nevermind kasetleri walkmanimizde, elimizde biralar, bir parkta çimenlerin üstündeydik. Albümleri hayranlıkla dinlerken, X kuşağının müziği grunge ın başlangıcına tanıklık ediyorduk. Sonra daha da araştırmaya başladık başka benzer gruplar var mıydı diye: Alice in Chains, Stone Temple Pilots, Hole, Soundgarden, Temple of the Dog, Mudhoney ve tabii ki Mother Love Bone. Tozlanmayan bir yaprak: Pearl Jam Malumunuz geçen ay Pearl Jam 20 dokümanteri gün yüzü gördü. Andrew Wood la başlıyor belgesel. Kendisi için hem Mother Love Bone, hem Green River ve tabii ki Pearl Jam in, nihayetinde grunge müziğin babası desek yeri. Grup için bir solistten çok daha fazlası olan Wood, 1990 da aşırı dozdan öldükten sonra dümene Eddie Vedder kardeşimiz geçiyor. Her türlü teknolojik gelişmelerinden faydalanmış çekimlerle harmanlanan ilk dönem kayıtlarından perdeye yansıyanlar, Mother Love Bone küllerinden doğan Pearl Jam in Soundgarden ile olan yakınlığı, Temple of the Dog, ilk albümleri Ten ile karşı konulmaz yükseliş, Kurt Cobain, Neil Young la yapılan Mirror Ball albümü, Ticketmaster a karşı verilen savaş, 2000 yılında Danimarka Roskilde Festival de ölesiye ezilen 9 hayran, eski yeni, pek çok konser performansı Belgeselde özellikle Chris Cornell e Temple of the Dog ve Andrew Wood un ev arkadaşı olması vesilesiyle epey yer ayrılmış. Bu cool adamın gözlerinin dolup, sesinin titrediğini görmek inanın sizleri de hisler alemine sürüklüyor. Ve tabi Eddie Vedder in maymunlara taş çıkarır şekilde 15-20 metrelik sahnenin üzerine tırmanması ve bu arada devam eden performans sırasında diğer grup elemanlarının bir yandan çalarken bir yandan da tepemize düşmesin diye aşağıdan yukarıya korkuyla bakışları komik. Sahne dalışı yaptığı sahneler çok güzeldi. 6

1970 lerde bir Rolling Stones muhabiri olduğu günlerin otobiyografik yansıması Almost Famous (ki şiddetle tavsiye ederiz) ve bir kuşağın Seattle a göç fantezisi sebebi 1992 filmi Singles ın da yönetmenliğini yapan Cameron Crowe, kişisel tarihinin fonunda en az bir Pearl Jam şarkısı olan herkesin ruhunu beslemiş görünüyor. Sene 2010, Madison Square Garden da Betterman in ilk yarısını bir ağızdan söyleyen o güruh belli ki sadece dinlemeye gelmemiş Pearl Jam i. Yaşamaya, daha doğrusu yaşadıklarını hissetmeye gelmişler O kadar güzel anlatılmış ki o 20 sene, 90 lar Rock ve grunge tarzlarının saf, duru halini, müziğin gerçek anlamıyla yaşandığı o günleri hatırlatıyor. Ekose gömlekler, postallar, bermudalar Bir de rahmetlik Kurt ün hırkası. Zaman geçiyor, yaşlanıyoruz. Daha kötüsü bu yaşlanmayı reddetmek tabi. Laf yaşlanmaktan açılmışken MFÖ nün yeni albümünü dinleme fırsatınız oldu mu a dostlar? Kendileriyle tanışıklığımız İzzet Öz ün Teleskop programından başlar. Peki ilk albümlerinin hikayesini bilir misiniz? Ajda Pekkan a yaptıkları vokallerden alacaklarını toplayan Fuat, Mazhar ın Ankara da yaşamasını fırsat bilerek yeter artık bizim de bi albümümüz olsun kafasıyla parayı Balet plağa yatırır. Böylece 1984 te ilk albümleri Ele Güne Karşı Yapayalnız çıkar. Sonrasında 1989 a kadar her sene bir albüm (ki hala çoğunu severek dinleriz), Eurovision maceraları, ayrıldılar/birleştiler falan filan hikayeleri. Şimdi efendi gibi söyleyeyim; bence son iyi albümleri MVAB dir. Sonrasında gerek diğer albümleri, soloları, gerek toplamaları, AGU, son albüm Ve MFÖ dinleyicinin gösterdiği hürmetle karşıladığı albümler oldu. Ama şöyle bir hürmet; çok uzaklarda yaşayan bir akrabanız ziyarete gelmiş de, onu da rahatsız etmeden ama siz de orada daha fazla durmayı istemeden (neredeyse zorla) bir hoş geldiniz dersiniz ya Tabii ki çok seviyoruz kendilerini, bugün bizim kuşağa sorsanız güzel yurdumuzda, müzik adına her daim en parlak, en ilginç eserler hep MFÖ den gelmiştir. Bir seferde kafadan en az 15 şarkılarını sayar, konserlerde eşlik ederiz. Tabii ki haddimize düşmez kendilerini eleştirmek ancak, ancak artık akılda kalan, tekrar tekrar dinlenen, adeta dilimize pelesenk, stadyumlarda marş olabilecek bi şeye çok uzun zamandır rastlamıyoruz. Belki hata bizde, sürekli böyle yüksek beklenti içerisinde olmamızda. Belki de yukarda arz ettiğimiz yaş meselesinde Kim bilir? İki dakka dürüst olalım Bu kadar efkar muhabbeti sanırım içinizi iyice baymıştır. Şöyle çiçekli böcekli Polaroidli mevzular açalım diye düşünürken önce şehit haberleri ardından Van da yüzlerce yurttaşımızın yaşamını yitirdiği, binlercesinin yaralandığı deprem geldi Bütün modern arkadaşlarımız o gün profil fotolarını siyah kurdeleye çevirip, sosyal yardım mesajları tweetlediler. Fakat daha birkaç gün geçmeden @bilmem nerde with bilmem kim yardırıyoruz hacı sizde gelin bande istiorum ondaaan yazılarını da gördük. Gelin iki dakka dürüst olalım: Ne bu şimdi? O kadar sahte, o kadar şekilci ve ikiyüzlüyüz ki. 3-5 gün bile dayanamıyoruz. Zamanında bir kampanya vardı sosyal mecrada, belki hatırlarsınız: Otoyoldaki hayvan ölümleri için hedef 1 milyon imza. Yani milyon imza bulunsa her yer cennet bahçesi mi olacak? Hayır. Bu sadece bilinçlendirmeye yönelik bir hatırlatma/uyarma gibiydi. Sahte de olsa iyiydi. Ama hem koy kurdeleyi hem hangi mekanda yılan olduğunu ifşa eyle oldu mu anam babam? Hazır bu duyargaları gelişmiş (!) arkadaşlara değinmişken... Biliyosunuz geçen ay Steve Jobs hayatını kaybetti. Toprağı bol olsun, yaptıkları, önayak olduğu işler, gelişmeler tartışılmaz. Ben kendi hesabıma herhangi bir Apple ürünü sahibi değilim (tabii dergi yönetiminin hepimize vaat ettiği ipad 2 ler elimize ulaştığında fikrimiz değişebilir!), olanları da hasetle izlemiyorum inanın (yalan tabi). Ancak toplumumuzdaki Steve Jobs hassasiyetini şaşkınlıkla izledim. Belki de kaçırdığım, o elmadan bi ısırık alabilmiş olmanın hazzına eren bünyelerdeki zenginin malı züğürdün çenesi durumu olabilir mi? Hepimiz bir düş bahçesinde kendi rüyalarımıza inanıp akıp gidiyoruz. Öyle değil mi? Önümüzdeki ay görüşünceye kadar sizleri her perşembe 22:00-01:00 saatleri arasında alternatif, indie, post punk, garage ve diğer sevdiğimiz seslerle radionovo.com adresinde Closedown programına bekliyorum. Dinlemeyen kendi kaybeder arkadaş! Kış kapıda, havalar pis ve hayat hakkaten berbat. Amman kafayı kaybetmeyelim! Esen kalın saygıdeğer okuyucular 7

Dans Her Yerde 30 Eylül - 23 Ekim tarihleri arasında dans dünyasının birçok ismi, idans Festivali sayesinde bir araya geldi. Beşincisi düzenlenen İstanbul Uluslararası Çağdaş Dans ve Performans Festivali idans sayesinde bizler, sokaklarda ve salonlarda bedenin kıvrımlarına, hayatın gerçeklerine tanıklık ettik. -Merve Sevinç Etrafında dansçı arkadaşları olan şanslı kişilerden biri sayılırım. Performanslarını izlemenin ötesinde, hep beraber dışarı çıktığımızda bile danslarını izlemek insana keyif veriyor. Bu sene düzenlenen idans, yerli ve yabancı sanatçıların katılımıyla açık ve kapalı bir çok mekanda gerçekleştirilerek bu keyfi herkesin yaşamasını sağladı. Hatta dansçı arkadaşlarımdan birinin Bu sene düzenlenen festival herkese hitap ediyordu demesi bile birçok anlamın kafamda sıralanıvermesini sağladı. Sokak Gösterileri Bimeras tarafından düzenlenen festival, geçen sene Ekim ayında Free Zone adıyla açtığı sergiye yapılan saldırıya karşı açılan davanın duruşmasıyla beraber, festival duruşunu sergileyerek performanslarına başladı. idans ın, yıldönümü olması sebebiyle Beşiktaş Meydanı nda özel bir performansı, açık hava etkinliği yer aldı. Belçikalı Thomas Steyaert ve Portekizli Raúl Maia; The Ballet of Sam Hogue and Augustus Benjamin (Sam Hogue ve Augustus Benjamin in Balesi) için 18-19 Ekim tarihlerinde meydanı prova mekanı ilan ettiler ve performanslarını gerçekleştirdiler. Şaşkın bakışlar arasında dans eden ve değişik figürler sergileyen sanatçıları izleyen insanları izlemek kimi zaman daha değişik duygular uyandırdı içimde. Yine de bu tarz gösterilerin yapılması, tepki görmelerine ve hatta önceki senelerdeki gibi saldırıya uğramalarına rağmen sokak sanatçılarının güçlü olduklarını gösteriyor. Sokaklardaki etkinlikleri seviyoruz, onlara elimizden geldiğince destek oluyoruz. Toplumda bazı durumların tepki göstermedikçe değişeceğini beklemenin hata olduğunu birçoğumuzun bildiğine eminim. Neyse konumuza dönelim... Bir sonraki ayak; Berlin idans kamusal alanda, her gün yürüdüğümüz yollarda, orada burada ya da kapalı mekanlarda ve sahnelerde düzenlenen performanslarıyla tekdüzelikten kurtularak daha etkileşimli ve canlı bir hava yaratma amacındaydı. Bu sene çerçevesi İşte olarak belirlenen festivalin, önümüzdeki sezon Berlin de bidans: Misafir İşler olarak devamı gerçekleştirilecek. 8

Sanatçı İşçiliği Performans sanatlarının da bilindik işler gibi süreçlerinin olduğunu ve bu zaman dilimlerinin birer iş olduğunu ortaya koyan festival, günümüzde sanata değin aklımıza gelen birçok soruya yanıt aradı. Her zaman düşündüğümüz, ama cevaplandırmaya hangi tarafta yer alacağımızı bilemediğimizden ulaşamadığımız bir soru, beden diliyle, farklı bir bakış açısıyla değerlendirildi. Para, sanata etkisi, maddiyat, yaratıcılık, emek, birliktelik ne şekilde icra ediliyor anlatıldı. Dansçının işçi olarak neler hissettiğine ayna tutulmaya çalışıldı. Sanatın ve sanatçının, iş ve işçi olarak yansımaları, hayatın kesitlerini izlediğimiz anlardı. Gelişim Programları Festival boyunca dansların yanı sıra genç koreograflar için düzenlenen bir gelişim programı yürütüldü. Europe in Motion adı altında yürütülen proje için 4 ortak festival bulunuyor. Springdance (Utrecht, Hollanda), Brut (Viyana, Avusturya), Dance4 (Nottingham, İngiltere) ve idans (İstanbul). İstanbul un böyle bir grup içerisinde yer alması ve idans sayesinde uluslararası çağdaş bir performans festivaline kavuşmuş olmamız, kendilerine bir teşekkür iletmeyi borç saydırıyor bana... Kritik Çaba Jardin d Europe etkinliklerinden biri olarak geçen sene Kritik Çaba adındaki yazarlık atölyesi, bu sene de etkilerini gösterdi. Dans ve performans sanatları yazarlığı konusunda kendisini geliştirmek, ufkuna yeni çizgiler katmak isteyen kişiler için oldukça geniş bir programla 23-24 Ekim tarihlerinde oturumlar, seminerler ve tartışmalarla gerçekleştirildi. idansblog.org adresinden etkinlik sürece gerçekleşen aktivitelerin değerlendirmelerini, makalelerini, eleştirilerini yani kısacası yazınsal içeriğini inceleyebilirsiniz. Bu yıl, bir de afişlerde gördüğümüz kedileri de bizimle buluşturan etkinlik yani ikedi sosyal yaratıcılık projesi olarak İstanbul un 28 mahallesinde ve her ay iki okulda yıl boyunca devam edecek. Katılım Sağlayan Performanslar Sokaklarda gösteri yapan bir başka ikili performans, festivalin iki Afrikalı sanatçısı Sello Pesa ve Vaughn Sadie tarafından Dolapdere de gerçekleştirildi. Inhabitant olarak adlandırdıkları performanslarında Johannesburg kenti için kurgulanan bir çalışmalarını İstanbul a uyarladıklarını gördük. Farklı kesimlerde yaşayan ve bir araya gelerek bir çete misali takılan kişilerin kendi bölgelerini ilan etmelerinden kaynaklanan bazı sorunlar ve onlara karşı yaşanan mücadelenin bir yansımasını izlediğimiz performans asıl olarak göçmenler üzerine kurgulanmış. idans tepkilerinden öte dünyaca ünlü sanatçıların da performanslarını bize izleme imkanı sağladığı için ayrı bir öneme sahipti. Yine sokaklarda denk geldiğimiz Satılık Dans gösterisi, Brezilyalı sanatçı Ricardo de Paula tarafından kurulan dansçı topluluğu Grupo Oito nun kurduğu çadırlarda birçok kişiyle buluştu. Dans konusunda merak ettiklerinizi sormak, öğrenmek ya da denemek istediklerinizi rahatça gerçekleştirebilmeniz için güzel bir fırsattı. Anne Teresa De Keersmaeker in 1982 de sahnelere ilk adımı attığı eser Fase, Steve Reich in dört bölümlük kompozisyonu ile gerçekleştirildi. I am not me, the horse is not mine gösterisiyle William Kentridge değişik bir performans sergiledi diyebilirim. Animasyonlar, projeksiyondan kendisine ve arka plana yansıtılan görüntüler eşliğinde hikayesi, izlenmeye değer performanslardan biriydi. Benim ilgimi çeken bir diğeri ise, genç koreograflardan Clément Layes in Allege gösterisi oldu. Bir bardak suyla neler yapıldığını ve neler düşündürdüğünü görmek insanı farklı bir boyuta taşıyor gerçekten... Katılan sanatçılardan Ayşe Orhon, ÇOK adlı performansıyla güncel olanın öyküsünü bedenin kılavuzluğunda sunarken, Fransız Loic Touzé ve Anne Kerzerho beden bilgisini ortaya koyan bir performans gerçekleştirdi. Yine bekleriz... Jérome Bel in 10 yaşına ulaşan koreografisi The Show Must Go on, festivalin son performansı olarak idans a şahane bir biçimde veda etmemizi sağladı. Tamamen yerli sanatçılardan yeni bir ekibin oluşturulduğu koreografi birçok popüler parçanın eşliğiyle sahnelendi ve sanıyorum insanlar üzerinde, benim gibi unutulmaz bir etki yarattı. Daha fazla festivalin düzenlenmesi, daha fazla gerçekliğe tanık olmamızı sağlıyor. Toplumun farkındalığının artması, belki hayal kuruyorum, biraz bilinçlenmenin sağlanması için daha fazlalarının gerçekleşmesi dileğiyle, takipte kalın sevgili okuyucular... 9

Bir Açıkhava Sergisi: İstanbul un Yıldızları Bir süredir İstanbul sokaklarında, bazı mekanlarda renk renk boyanmış yıldızlarla karşılaşıyoruz. UNICEF Türkiye tarafından, Stars of Istanbul adı altında düzenlenen proje sayesinde 30 Kasım a kadar görebileceğimiz bu yıldızların, oraya buraya serpiştirilmesinin çocuklar için güzel bir sebebi var. -Merve Sevinç Yıldızlara özel bir ilgim vardır. Çocukluğumda, yaz gelsin diye sabırsızlanır dururdum. Çünkü yaz geceleri, arkadaşlarımla beraber sahilde uyuyabilir, bir bütün gece battaniyeme sarılıp yıldızlara bakarak hayal kurabilirdim. Bana bu güzel günleri, saflığı ve hayalleri hatırlatan yıldızları sokaklarda rengarenk boyanmış görmeye başlayınca, aldı beni bir merak. Hemen gittik bir tanesinin yanına ve anladım ki işin kaynağı UNICEF. Çocuklarla ilgili birçok işe imza atan UNICEF Türkiye, tüm dünyada kendisi adına bir ilki gerçekleştirerek bir açık hava sanat sergisi oluşturdu İstanbul da. Aziz Sarıyer tasarımı yıldız heykelleri projeye destek olmak isteyen firmalar tarafından satın alındı, bir sanatçının elinde hayat buldu ve seçtikleri mekanlara yerleştirilerek halkla buluştu. Birçok sanatçı, bu kocaman yıldızların üzerine İstanbul un kültüründen kesitler, esinlendikleri olaylardan renkler çizdiler. Neden Yıldız? Aziz Sarıyer in tasarladığı heykellerin yıldız olmasının sebebi, hepimizin bildiği gibi yıldızların umut taşıması, iyi dilekleri simgelemesi. Yıldızın umutları temsil etmesi dışında, üst kısmın baş, yan kısmın kollar ve alt kısmın ayaklar olarak düşünüldüğünde insanı simgelemesi de yine seçilme etkenlerinden biri. Dört elemente ve dört mevsime de gönderme yapıldığı bilgisini paylaşmadan edemeyeceğim. Yani kısacası yıldız şekli çocukların geleceği için biçilmiş kaftan... Eğitimsiz Çocuk Kalmasın! Türkiye de ve dünyada çocukların eğitimi için birçok kurum tarafından sürekli etkinlikler, sergiler düzenleniyor. Eğitimin ne kadar önemli olduğundan falan bahsetmeyeceğim şimdi. Ama değinilmesi gereken bir konu olduğu kanısındayım. Keza, cehaletin verdiği zararlar geçtiğimiz günlerde oldukça fazla canımızı yaktı, daha da 10

yakacağa benziyor. 2015 e kadar eğitimsiz çocuğun kalmaması için uğraş veren UNICEF ve Birleşmiş Milletler çocukların geleceği parlasın sloganıyla yola çıkarak sadece Türkiye ile sınırlı kalmayacağını umut ettikleri bir proje ortaya koyuyorlar. Serginin sokaklarda olması, toplumun bilinçlenmesi açısından önemli. Herkesin bütçesi gidip de sergileri gezmeye yetmiyor nihayetinde. Ayrıca sanatı sokağa taşımanın, sokakları da güzelleştirdiği aşikar. İnsanın hoşuna gidiyor İstiklal Caddesi nde yürürken rengarenk yıldızlarla karşılaşmak... Aynı zamanda büyük firmalar ve sanatçıların buluşmasını da sağlıyor olması, iş-sanat birlikteliğine güzel bir örnek teşkil ediyor. UNICEF Türkiye sayesinde bu yıldızlar Aralık ayında uluslararası bir müzayedede satışa sunulacak. Bu satışlar sonucunda planlanan projeler için yüksek meblağda gelir elde edilmesi hedefleniyor. Aynı zamanda yıldızlar için ödenen para düşünüldüğünde bile, gelirin okutacağı çocuk sayısı insanın gözlerini parlatıyor. Tüm Dünyaya Örnek Olacak Proje UNICEF Türkiye, Stars of İstanbul sergisinin, sadece Türkiye değil tüm dünyada adını duyurmayı planlıyor. Farklı şehirlere de örnek olması istenen projenin ne kadar çok duyurusu yapılırsa, o kadar faydalı olacağı kesin. Dünyanın birçok yerindeki büyük şehirlerde böyle bir serginin düzenlendiğini düşünsenize, binlerce çocuğun geleceği gerçekten parlayacak demek oluyor bu. Toplum Sanatla Buluşuyor Aynı zamanda çocuklarla beraber sanata ve sanatçıya da destek olunması söz konusu. Projeyi galerilerde hapsetmek yerine halka indirgiyor olmak, daha önce de dediğim gibi, toplumun sanatla buluşması ve gelişime yakından tanık olması açısından da oldukça önemli. Bilmedikleri ya da tek yönüyle bildikleri sanatçıların farklı temalarda ortaya koydukları eserlerine tanık olmak birçok kişiyi şaşırtıyor aynı zamanda. Bizlerin bilmediği ama dünya çapında bir yere gelmiş sanatçılarımızın da yine tanınması, kendi toplumumuz tarafından fark edilmesi sağlanıyor Stars of İstanbul sayesinde. Birçok farklı sektör satın aldıkları yıldızlarla çocukların geleceği için bir birliktelik sağlamış oluyor aynı zamanda. Rekabetten öte bir dayanışma yaratan proje, firmaların duyarlılığını gözler önüne seriyor. Aynı zamanda markalarını böyle bir sosyal proje içerisine koyarak, prestijlerini ve halkın gözünde güvenirliklerini de arttırdıkları apaçık ortada. Onların bu güvenilirliği yaratması aynı zamanda kişilerin de projeye güven duyması ve destek vermesi konusunda bir pekişme ve farkındalık yaratıyor. Sokakta ya da internet sitesinde görüp beğendiğiniz bir yıldızın numarasıyla telefonunuzdan bir mesaj atarak siz de çocukların geleceğine 10 TL destek olabilme imkanına sahipsiniz. Stars of Istanbul projesinin, sokaklarda size zorla bağış yaptırmaya çalışan gençlerden çok daha güzel bir yol olduğu kesin. Katılımcılar Projenin internet sitesinde yıldızlarla ve yapılarıyla ilgili geniş bilgiye yer verilmiş. İlgililer starsofistanbul. com adresinden tüm detayları öğrenebilir. Hatta yıldızların birer şablonu koyularak sanatçının dertsiz tasasız rahatça çalışabilmesi için bütün olanaklar sağlanmış. Genç isimlerden ustalara birçok sanatçının katıldığı projede benim en çok hoşuma gidenler arasında Deniz Toraman ın TEB için tasarladığı Yaşamın Özündeki Sır, Adel Kalemcilik in Lowe İstanbul tarafından tasarlanan yıldızı Kalemlerin Yıldızı, Demet ve İbrahim Kutluay ile Niyazi Selçuk imzalı, Okan Koleji nin yıldızı olan Çocukların Yıldızı, Pınar tarafından Alametifarika ve Şekil Tasarım a hazırlatılan Pınar Beyni adlı yıldız, Çağdaş Erçelik tarafından İkinci Parti adına tasarlanan İkinci Dünya yıldızı var... Cemil İpekçi den Türkan Şoray a, Haluk Bilginer den Mehmet Turgut a birçok ismin yer aldığı projenin detaylarını merak ediyorsanız, buyurun sizi internet sitesine alalım. Aman unutmayın, bir mesaj demek 10 TL demek, bizim için bir öğün, onlar için okul parası... 11

Geçmiş İçin Bir Dijital Ağıt Burası bizim şehrimiz, burası bizim dünyamız, tarih 29 Ekim 2011, ben bu satırları dijital bir daktilodan yazıyorum, benim düşüncelerim sayıların ve düşüncelerin buluştuğu koca bir iletişim denizinde kayboluyor belki, belki sizin zihninize düşüyor, işlenmiş veya işlenmemiş fikirler bizlerin kafasında bir göl yaratıyor, bu ortak göl, düşlerden ve rüyalardan oluşuyor, insanlık hep beraber evriliyor böylece, hep beraber tek bir varlık olmaya. -Mert Günhan İnsanlar yaşamlarının başından beri hep beraber olmayı dilemiştir. Şüphesiz kimse yalnızlığı sevmez, kimse yalnız olmayı istemez, bir şekilde, ne kadar kötü olaylar yaşarsak yaşayalım, ne kadar türdaşlarımıza karşı güvenimizi kaybetsekte. Yalnız olmayı istemiyoruz ve bu yüzden sürekli olarak başkalarına ulaşmaya çalışıyoruz hayatımız boyunca. Geçmişte çeşitli metodlar kullanıyorduk, bu çabalar günümüze göre oldukça ilkeldi belki. Anneannemin evinde bulunan çevirmeli tozlu telefonlar şimdi bana sadece yaşanmamış bir geçmişin tekrar tozlu parçaları gibi gelmekte. Kendi kendimizi her geçen gün güncelliyoruz ve bunu yaparken geçmişin değerli altın parçalarını çok çabuk silkeliyoruz kanatlarımızdan. Edebiyat için edebiyat yapmak gibi bazen sadece yalnız kalmamak için iletişiyoruz birbirimizle. Sahte kimliklerimiz ve alt egolarımız kaplıyor dört bir yanımızı gün geçtikçe. Edebiyat parçalamak gibi olmasın, her geçen gün insanoğlu bambaşka bir yola doğru gidiyor, yollar artık birbirine bağlanan büyük sokak sistemlerini andırıyor, belki dijitale fazla önem verir olduk, belki fiziksel önemini yitirdi dijital olmasaydı bile yitirecekken. Düşünceler önemli belki artık, formumuz değil, formumuzu düşüncemiz ile yaratıyoruz belki artık, belki hepimiz kendimizi her sabah gerçek kılıyoruz kendimizi, sabahları ve saatleri. İnternetten Şapka Çıkartmak Yitirişler ve yeniden kazanılışlar çok kolay artık. Telefonun diğer ucunda bulunan ise adeta bir ülke, adeta bir hükümet, adeta bir zengin insan kalkışı ile sunuyoruz iletişimimizi. Gümüş tabaklar da klavyeler, içinizden ge- 12

çenleri sunmanın sadece başka ve daha hızlı bir yolu. İnsan bunun için mi yaratıldı? Gidişatta biraz nostaljiye olan özlem, gündemde ise hızlı cep bilgisayarları var. Çocukken yakalamaya çalıştığım şeyler artık ekranımın önünde, renkli bir dünya, ben oraya o kadar yakınım ki, bu yakınlaşmaların hepsi ise adeta uzaklaşmalar. Kaç cümle kurabilirsin? Yaşamın boyunca sana dadanmış iç ağrılarını sadece 140 karaktere doldurabilir misin? Öfkeni 140 karakter ile dizginlemene izin verseler, bunu nasıl başarırsın, bunu yap deseler, bunu yap deseler, yapabilir misin mesela? Eski iletişim formlarına duyulan özlem mi körüklüyor entellektüel uğraşlarımızı? Bu gerçekten bir uğraş olabilir mi peki? Pek çok soru soruyoruz zaman karşı yarışırken, hızlı dijital yakınlaşmalarımızın pek azı beklediğimiz sadakati ve sevgiyi sunuyor. Belki bir yerlerde yanlış yaptık, belki bir yerlerde bir takım şeyler doğru gitti, buna rağmen melankolimiz oldukça kişisel ve bir o kadar evrensel. Her iş akşamının sonunda kabloları beynimize bağlıyoruz, sürekli olarak aradığımız şeyler var, kiminin bilgi, kiminin iş bitirme telaşı, kiminin entrikaları ve kiminin gerçeği öğrenme isteği klavyelere basmamıza sebep oluyor. Ruh Sepeti Uzakta bir Empire dergisi var, ben bunu satın almak istiyorum, benim sadece tek bir tık ötemde istediğim şey, önümde ise tek ödediğim bedel zaman ve para. İnsan ihtiraslarına ve emellerine ulaşmak için aynı şeyden fedakarlık edebilir, fakat nesneye birden bire sahip olmak tartışılmalı belki. Aklımızda olan müziğe birden bire ulaşmak da başlı başına bir lüks bence, gerçekten bu kadar kolaylığı kim hak ediyor ki dünyada? Her geçen gün bunların fazlası ile ruhlarımız beslenmekten öte körleşiyor, bence bu tip şeylerden vergi alınmalı, gerçi alınıyor, sonuçta insanlar yurt dışında albüm satın alıyorlar, internetten müzik satın alıyorlar, filmleri satın alıyorlar, bir şeyler ödeniyor fakat ödenen şeyler de genelde birlerden ve sıfırlardan ibaret, dünyamızın yüzde sekseni gibi bunlar da yerel ağın içinde bulunan ve iletişme hızları ile gurur duyan olgular. İstediğin görüntüye ulaşmanın, istediğin müziği dinlemenin anında mümkün olduğu bir düzen aslında geçmişte anlatılsa cennet sayılmaz mıydı? Düşünün bir an, 1600 yılında yaşıyorsunuz ve 400 yıl sonra insanlık sürekli sıcak kalmayı, istediği ile istediği an görüntülü bir şekilde konuşmayı, atom bombalarını, kameralı cep telefonlarını, fotoğraf makinelerini, imax filmleri, üç boyutlu televizyonları ve el konsollarını bulacak. Havada uçacak, ses hızından güçlü bir şekilde yol alacak. Bütün bunları o zamanlar anlatsanız bunlar cadılık, şeytanlıktı, şimdi ise bu senin gerçekliğin işte. Sen bunu yaşıyorsun, sen bu çağın içinde yaşıyorsun, bu çağın bütün sunduğu meyvelerden yiyorsun, fakat buna rağmen eksiksin, buna rağmen, diğer insanlara ne kadar hızlı bağlanırsan bağlan asla tamamen kendini bulamayacaksın belki, mesafeler kapansa bile ruhlar doymayacak bu sefer, çünkü her zaman daha fazlasını istiyoruz, bir 400 yıl sonra istediğimizin yanına istediğimiz an gidebilsek gene daha fazlasını istemeye devam etmeyecek miyiz zaten? Edeceğiz, ederiz de, çünkü biz bunu yaparız, çünkü egomuz bitmiyor, çünkü tükenmiyoruz, sapıkça yaşama bağlanıyoruz, hayatta kalıyoruz, hayatta kalmaya devam ediyoruz, böylece yaşıyoruz işte, zamanlar geçiyor, saatler bozuluyor, gene devam ediyoruz yol almaya. Monolog Olmak Bu da dursun internetin bir köşesinde, bu da dursun. Bu benim konu ile ilgili kişisel bir araştırmamın raporu olsun, benim de tanrısal bilgi haznesine bir katkım olsun ama değil mi? Günü gelir belki gerçekten bir olursak bunlar da onu oluşturan rafine düşünceler olarak dökümantasyon sürecinden geçsinler insanlığın. Belki daha hızlı tüketiyoruz fakat daha hızlı üretiyoruz, zaman kavramımız değişir belki zamanla kim bilir? Belki türler evrimlerini böyle geçiriyorlardır artık, hızlı olmak, daha hızlı olmak, her zaman daha fazlasını istemek ve bunu daha hızlı istemek. Ne de olsa bu da bir yaşam biçimi olabilir. Olamaz mı? 13

Erdem Akkaya Fotoğraftan önceki hayatın nasıl geçti? Bu soruyu oldukça genel almam gerekiyor galiba. 1986 İzmit doğumluyum. Üniversiteye kadar olan bütün hayatım da İzmit te geçti. 1 yıl önce Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği nden mezun oldum. Bu mesleği henüz yapmadım yapmayı da düşünmüyorum. Şu anda freelance fotoğrafçılık yapıyorum. Fotoğraf çekmeye nasıl başladın? Fotoğraf çekmeye üniversitenin ikinci yılında başladım. Açıkçası Yıldız Teknik Fotoğraf Kulübü (YTÜFOK) bu konuda hem arkadaş edinme açısından hem de fotoğraf yolunda ilerlemem konusunda oldukça işime yaradı. Daha sonra da Türkiye deki çok iyi fotoğrafçıların yanında asistanlık yaparak yavaş yavaş piştim diyebilirim. Gerçi hala çok toyum. Sergilenmiş hangi projelerin var? Kurması en keyifli sergi hangisiydi? Şu ana kadar sadece bir sergim oldu. YTÜFOK un 10. Amatör Fotoğraf Günleri nde Hayatımın Kadınları adlı bir sergim oldu. Pek sevmedim açıkçası. Bir daha da sergi girişimim olur mu bilmiyorum. Galiba fotoğraflardan seri oluşturamama gibi bir sorunum var. etmemesindendir. Yoksa tabi ki sürekli takip halindeyim. Sürekli blogları ve siteleri takip ediyorum. Fotoğrafçıların da sitelerinin olduğu bir belge tutuyorum ve düzenli takip ediyorum. Ama Mert&Marcus un adlarını vermeden de geçemeyeceğim. Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa sadece severek yaptığım bir uğraş demek yeterli mi? İkisi de geçerli benim için. Severek yapıyorum çünkü iyi yaptığıma inandığım bir şey fotoğraf çekmek. Bu nedenle de çok özel benim için. Tam bir siyasetçi cevabı oldu ama verebileceğim en iyi cevap da bu galiba. Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı? Birçok hedefim var tabi ki. Hayaller desek daha iyi olur. Maddi açıdan rahat bir duruma gelip az kişinin beğeneceği ama benim tatmin olacağım şeyler çekmek istiyorum. Ekipman senin için ne kadar mühimdir? Ekipman hem beni hem de müşterimi tatmin etmesi açısından çok önemli. Teknik konulardan çok anlayan biri değilim. Ama çokça belirsiz şartlar altında çekim yapabildiğim için edinebildiğim en iyi ekipmanlarla çalışmayı tercih ediyorum. Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğrafçılar kimler? Baştan şunu söyleyeyim, Erdem bize takip ettiğin 5 tane fotoğrafçıyı say deseniz cevap veremem. Bu takip etmediğim için değil tamamen isimlerinin hafızamda yer akkaya_erdem@yahoo.com info@creamtr.com foto@estanbulfoto.com 14

1 Çocukluk Yaptım Bu ayki malzemelerimiz 2 eski zaman ritüeli; 80 li yıllar TRT Pazar kuşağının unutulmaz çizgi filmi Uçan Kaz ve korkunç bir ritüelden miras kaldığı bilinmeden oynanagelen bir oyun; Körebe. -Ceyda Zeynep Koyuncu 1 Çizgi Dizi: Nils ve Uçan Kaz Bir pazar sabahı, 80 lerdeki herhangi bir pazar sabahında olduğu gibi yine kulakları gayet iyi duyan babanızın, normal haber bülteninin hemen ardından başlayan işitme engelliler haber bültenini neden bu kadar ilgiyle izlediğini düşünerek bekliyorsunuz Uçan Kaz ın başlamasını. Aslında bir çizgi filmden fazlası Uçan Kaz ama bilmiyorsunuz, bildiğiniz bir şey varsa Nils adında yaramaz mı yaramaz tembel mi tembel bir çocuk olduğu ve yaşadığı çiftlikteki hayvanları canından bezdirdiği. Derken nihayet başlıyor Uçan Kaz. Bir gün ailesi evde yokken Nils, ihtiyar bir cüce yakalıyor çiftlikte (aslında bilmiyorsunuz ama yakaladığı şey bir tomte yani İskandinav ülkelerinde çiftçinin ailesini, çocuklarını talihsiz olaylardan koruduğuna inanılan efsanevi bir karakter). İhtiyar cüce diyor ki Nils e, Beni serbest bırakırsan sana kocaman bir altın para veririm Nils oralı olmuyor ve hayvanlarla konuşabilen bir parmak çocuğa dönüştürüyor cüce onu. Nils in küçüldüğünü gören çiftlikteki hayvanlar öçlerini almak için harekete geçiyorlar. Tam bu sırada çiftliğin üzerinden, göç etmekte olan bir yabani kaz sürüsü geçiyor. Sürünün başında komutan Akka (o an çok da önemli değil sizin için belki ama Komutan Akka yı Göksel Kortay seslendiriyor) isimli kaz var. Çiftlikte yaşayan Morton isimli evcil kaz (Morton u seslendirense Mehmet Ali Erbil) kafasına koymuş, sürüye katılacak, havalanıveriyor. Tek çarenin kaçmak olduğunu fark eden Nils de tutuveriyor Morton un boynundan. Peşlerine takılan evcil kazın ve parmak çocuğun varlığından hoşnut olmayan yabani kazlar onları İsveç üzerinde maceralı yolculuklara çıkarıyorlar. Tüm bu yolculuklar boyunca Morton deneyimli bir yabani kaz gibi uçabildiğini Nils ise yaşadıklarından pek çok şey öğrendiğini ve bundan sonra iyi bir çocuk olacağını ispatlamaya çalışıyor yabani kazlara. Bir yanınızda (varsa) kardeşiniz, diğer yanınızda babanız (anneniz ya kahvaltıyı hazırlıyor ya da masayı topluyor, babanızsa kendi çocukluğunda hiç görmediğinden büyük ihtimalle hiçbir çizgi filmi kaçırmıyor, hepsini sizinle birlikte izliyor) keyifle izliyorsunuz Uçan Kaz ın maceralarını. Bilmiyorsunuz sizin Uçan Kaz diye bildiğiniz çizgi filmin aslında Selma Lagerlöf ün 1906-1907 yıllarında yazdığı ve orijinal adı Nils Holgersson un Muhteşem Maceraları olan bir kitaptan uyarlandığını, bu kitap sayesinde yazarın 1909 yılında Nobel Edebiyat ödülünü kazanan ilk kadın yazar olduğunu. Kitabın Le Monde un yüzyılın en iyi 100 kitabı listesinde 68. sırada yer alacağını ve 20 İsveç kronunun ön yüzünde Selma 15

Lagerlöf ün, arka yüzünde Nils ve Uçan Kaz ın resminin olacağını da bilmiyorsunuz henüz. Mutlusunuz. Mevcut bildiklerinizle, mevcut sahip olduklarınızla mutlusunuz, çocuksunuz. Sahip oldukça, daha çok bildikçe huzurunuzun kaçacağı günlerin çok uzağında, mutluluğun en naif çağındasınız. Tek sıkıntınız Uçan Kaz ın arkasından başlayan Pazar Sineması nın ve o hiç mi hiç hazzetmediğiniz Pazar Konseri nin bir türlü bitmek bilmemesi. İşitme Engelliler Haber Bülteni, Uçan Kaz, Pazar Sineması, Pazar Konseri, İşitme Engelliler Haber Bülteni, Uçan Kaz, Pazar Sineması, Pazar Konseri Derken bir pazar günü artık iyi bir çocuk olduğunu ispatlayan Nils parmak çocuk olmaktan kurtularak eski haline geri dönüyor. Siz Nils le Morton un ayrılmasına mı yoksa Uçan Kaz ın bitmesine mi daha çok üzüldüğünüzü düşünedurun, çocukluğunuzun bir parçasını daha geride bırakıyorsunuz. Belki sadece Nils in kırmızı şapkasını, Morton un bembeyaz tüylerini (o da renkli televizyonunuz vardıysa eğer) hatırlayacaksınız ilerde bir gün, pazar sabahları yediğiniz yumurtalı ekmeğin tadını bir de ve düşüneceksiniz mutluluğun ne menem bir şey olduğunu Orijinal Adı: Nils Holgerssons Underbara Resa Genom Sverige Yapım Yılı: 1980 Bölüm Sayısı: 52 Bölüm Uzunluğu: 25 dakika Türkiye de Yayınlayan: TRT 1 Yapım: Japonya Stüdyo: Studio Pierrot, NHK Yazar: Selma Lagerlöf Senaryo: Narumitsu Tagushi Dizayn: Toshiyasu Okada Yönetmen: Hisayuki Toriumi, Mamoru Oshii Müzik: Chito Kawauchi Tür: Macera, Dram, Komedi 1 Oyun: Körebe İsveç te Blind Bock (kör keçi), Almanya da Blinde Kuh (kör inek), Danimarka da Blinde-buk (kör keçi) derler, Türkiye de yaygın ve bilinen adı körebe olmakla birlikte pek çok farklı ilde pek çok farklı adla da anılır oyun. Mesela Ankara köylerinde kör çebiştir adı yani kör keçi yavrusu. Yavrunun başının üstündeki tüyler uzundur ve gözlerinin önüne düşer kapatır gözlerini, oyundaki ebenin gözlerinin bir kumaşla kapatılması gibi. Oyunun adı gibi oynanış şekli de çeşitlidir. Bunlardan biri vardır ki Prof. Dr. Metin And ın anlatımıyla oyunun çok eski bir ritüele dayandığını ispatlar sanki. Oyunda gözleri bağlanan ebe kimin alnına iki kez dokunabilirse yandın der. Ritüelde ise hayvan postu giyen ve gözleri bağlanan rahip rastgele birine dokunarak ateşte (gerçekten) yanacak kişiyi belirlemiş olur. Zaman içinde ürkütücü bir kurban etme ritüelinden masum bir oyuna dönüşen körebe, aşkın gözünün kör olduğu rivayetinden midir, aşkın da ebe gibi dokunduğu kişiyi yakmasından mıdır bilinmez pek çok filme, şarkıya, öyküye, tiyatro oyununa, şiire konu olmuştur. Bazen bir Göksel şarkısıdır dinlediğiniz, bir Murat Gülsoy öyküsü ya da bir Özdemir Asaf şiiridir okuduğunuz, bazense bir Cenap Şahabettin oyunu ya da bir Türkan Şoray Filmidir izlediğiniz. Benim sık sık dinlediğim ve size de tam şu anda dinlemenizi tavsiye ettiğim ise sözlerini Fecri Ebcioğlu nun yazdığı bir şarkıdır; 1974 teki, öbür yüzü Al Beni Çal Beni diyen 45 lik pikaplarımızdayken Nilüfer söyler gencecik, duygu dolu sesi ile: Artık yeter oynama körebe. Al Beni Çal Beni / Körebe Artık yeter vazgeç sen oyundan Çocuk değiliz ayrıldık okuldan Sen benle körebe oynama Çöz gözünü bak ben karşındayım Sen de seviyorsun farkındayım Sen benle körebe oynama Yıllar var ki ben oyunu unuttum Sense evlenip ayrı bir yol tuttun Madem ki tekrar sen döndün bana Neden gözün görmüyor Ayrı ayrı olmuyor Artık yeter oynama körebe Hayat bir sahne bizler artist ortada Her seven oynar bu piyesi dünyada Madem ki döndün kalbin beni anlasın (1974 teki 45 likten. Yorumcu: Nilüfer Söz: Fecri Ebcioğlu Müzik: Sebastian Lana Michaele) 16

Sihir Makinede de, Keramet Fotoğrafçıda Gördüğümüz bir şeyin benzerinin bir kağıt üzerinde oluşması çok büyüleyici değil mi? Ama o büyü, bizim bakış açımız olmadan bir hiç. Bakış açımızı katabildiğimize göre fotoğraf görece bir gerçeklik ortaya koyar. Hayırdır inşallah, fotoğraf neyi, nasıl anlatır? Haydi, bakalım. -Şener Soysal Fotoğraf, üretim bakımından diğer sanat ürünlerine göre oldukça sihirli bir şey. Bir kutudaki ışığa duyarlı kağıda ya da filme ışık düşürülür. Cisimden yansıyan ışığın kutudaki minik delikten girer. Duyarlı tabakadaki gümüş iyonları kararır ve fotoğraf oluşur. Öyle bir ressamın her bir fırça darbesini görmesi gibi değildir. Keza dijital fotoğraf makineleri de benzer şekilde çalışır. Düğmeye basarsın, çekersin ve ekrandan görürsün devamında. İçeride, o küçük makinenin içinde türlü fizik kuralı işler. Işığın girme süresi, ışığı algılayan yüzeyin hassasiyeti, optik merkezler, odak noktaları ve daha bir sürü şey... Dışarıdan bakarak tam olarak çözümlenebilir bir şeymiş gibi görünmemesi insanların onda bir sihir aramasına yol açar. Sihir gibidir sahi. Özellikle karanlık odada geliştirici kimyasalın içinde bekleyen pozlanmış kağıt bir buçuk dakika içinde üzerinde yazıları belli eder. Hadi, bu uzun bir süreç diyelim; Polaroid makinelerden çıkan o siyah kağıtta iki dakikada görüntünün oluşması çocukken hangimizi şaşırtmamıştır ki? (Mühendislik eğitimi alan ve fotoğrafçılık yapan biri olarak beni hala şaşırtıyor da, bu çok mu komikli bir durum bilemediğimden susuyorum) Sihirli Annem Bu sihri oluşturan fotoğraf makineleri gitgide o kadar ciddiye alınmaya başladı ki, birazcık sihri gerçekten oluşturanlar unutuldu sanki. Sihri sağlayan bu fizik kurallarına göre çalışan aletin araç olduğu biraz unutuldu. Çünkü ressam için fırça neyse, fotoğrafçı için de fotoğraf makinesi aynı. Resmi fırça yapmaz tek başına. Tabi ki kullanılan ekipman yapılmak istenen için etkendir, önemlidir ama tek başına bir hiçtir. Biz onu araç olarak kullanıp bir anlatı dili oluştururuz. Yani asıl keramet sahibi, fotoğraf makinesini kullanan insandır. Canon mu Nikon mu? Pff! Belki burada fotoğraf makinelerine, ekipmanlarına ihtiyacımız olmadığı halde aşırı bir şekilde sahip olma arzusunun biraz da pazarlama stratejilerinin ürünü olduğunu söylesek fena olmaz. Objektifler, hep daha üst modeller tam kullanılamayıp sadece bir kalite göstergesi olarak satın alınıyor. Sınıfsal üstünlük gösterme çabası sanki. Üzerine şöyle bir düşünmeli sanki, sahiden neden bir sürü megapikselli makine istiyorum, bir sürü objektif istiyorum? deyivermeli bir. Belki burada bir de Canon mu Nikon mu? sorusuna da 17

bir cevap vermeli: Leica ya da Hasselblat. Bu ikisini gönül rahatlığıyla söylerim ama benim de onları alacak param yok. Ayrıca sanmam ikisi de popüler kültüre hizmet etmiyor. Bence ikisi de olur, ticari bir iş yapmıyorsanız farkı anlayamazsınız. Hangisi elinize, yüreğinize daha sıcak gelirse onu alın derim. Keramet Kafadaki Makinede Şimdi güncel tabirle popi mizi artırdığımıza göre, yeniden fotoğrafın keramet sahibine yeniden gelelim. Keramet sahibi fotoğraf çekenler, fotoğrafa kendi bakış açılarını katarlar. Olaylara, şekillere, fotoğrafını çekmek istedikleri şeye öznel yaklaşımda bulunurlar. Bu zamanla geliştirilebilir bir şeydir hatta. Sanki kelimeleri öğrenen bir çocukmuş gibi başlayan fotoğraf çekme serüveni, kendince özgün öyküler yazabilen biri olarak devam edebilir. Oluşan dil, fotoğrafı özgün kılar. Anlaşılabilirliği, bakan insanları düşündürmesi fotoğrafı iyi kılar. Bu yüzden makineler, objektifler çok da önemli değildir. Bir cep telefonu kamerası bile çok başarılı fotoğrafların elde edilmesi için yeterli olabilmektedir. Fotoğraf çekmeye ilk başladığımda, kulüp gezilerinden birinde bir abimin, Hasan Ali nin söylediği bir şey vardı; Elinizdeki makinenin hiç bir önemi yok, asıl olan kafadaki makinedir. Düşünülesidir, uygulanasıdır. Çünkü kafadaki makine susarsa, eldeki binlerce dolarlık şeysinin bir anlamı kalmaz. Burada Miroslav Tichy i de anmamak olmaz. Makaralar, ipler, kırık şişe dipleri, bira kapakları gibi envai çeşit ürünle kendi makinelerini yapan, sadece bu makinelerle fotoğraf çeken bu abimiz Çek fotoğrafındaki üstatlardan kabul ediliyor. İşlerini incelediğinizde karşınıza tabi ki bir reklam fotoğrafı keskinliğinde ve canlılığında fotoğraflar çıkmıyor. Aksine bulanık, netsiz ama anlamlı görseller var. Belki marka ve ekipman tartışmaları içinde boğulan fotoğrafseverlere de bu işleri görmek bir nefes olur, ufuk açar. Bunların bir kısmı örnek olarak bu sayfada bulunmakta. Hemen sol altta ise o makine var. Şimdi Haberler Genelde fotoğrafın gerçeği anlattığı vurgusu vardır. Bir seferde var olanı görüntülediği için, inanılagelen anı yakalama hali için. Ancak bu fazlasıyla tartışmalı bir konudur. Fotoğrafçının durduğu yer ve bakış açısını bir yana bıraksak bile kullandığı objektifler, ekipmanlar var olan, gözümüzün gördüğü gerçekliğin birebir aynısını sunmaz. Bu yüzden aynı yeri bize bambaşka yansıtan fotoğraflar görebilmekteyiz. Güncel bir konu örneğin; Anadolu Ajansı haber olarak geçtiği fotoğraflarda sonsuza doğru uzanır gibi çektikleri çadır fotoğraflarını kullanırken, başka bir ajansın geçtiği fotoğrafta tek tük çadır görmekteyiz. Bu fotoğrafçıların göstermek istedikleri şeyle, bakış açılarıyla alakalı. Biz şimdi bunun hangisinin doğruluğuna inanalım? Kadrajlanmış bir parçaya bakarak her şeyi nasıl öğrenebiliriz? Bir kişinin sadece elini görmekle yakışıklı olup olmadığı anlaşılabilir mi? Öyleyse bir fotoğrafla neye güveneceğiz? Sanırım güvenmeyeceğiz. Fotoğraf güvenilir bir kaynak değildir tam olarak. Hele ki yanlı basın sorunsalı da düşünülürse... Üstelik bunu ülkemiz bazında algılamamalı. Örneğin Amerika nın Irak ta yaptıklarını pek çok uluslararası ajans foto muhabiri belgelemiş, lakin yayınlatamamıştır. Ancak birinin cep telefonuyla çekiverdiği bir fotoğraf sosyal paylaşım ağları sayesinde hem güçlü bir sağduyu uyandırabilmekte hem de daha inandırıcı gelmektedir. Çünkü bağımsız bir kaynaktır. Yine de tartışılası konu çok. Bunların her biri fotoğrafla ilgili söyleşilerde konuşulan, tartışılan şeyler. Çözüm henüz yok, ama biraz düşünmeli... Sorguladıkça basmakalıp sözler siliniyor çünkü. Hisseli Kıssalar Kumpanyası Bazen yazarken kendime kızıyorum: Ağğbbi bırak Canon, Nikon satsın; ışığın bol olsun densin. Ama duramıyorum işte. Sanırım buradaki fotoğraf yazıları hep bu kıvamda biraz oyunla gidecek, hep işin tekniğinden uzak, kültürüne yakın olacak. İlk yazıda fotoğraf nesnel bir gerçeği anlatmaz derken, bu yazıda bunu başka bir yönden biraz daha açıp bir de üstüne fotoğraf makinesi, bizde iyi bir kafa olmadıkça bir halt etmez ile devam ettik. Aslında uzak gibi dursalar da özünde birbirine bağlanıyor. Bizde iyi bir kafa olduğunda da zaten öyle bir bakış açımız oluyor ki, nesnel gerçeklikten öznel bir anlatıma dönüşüveriyor fotoğraf. Nesnel gerçekliği olan fotoğrafı zaten bizim birey olarak çekmemizin imkanı yok. Çünkü duygularımız var. Karışık mı oldu, bilemedim. Lakin o vakte kadar esen kalmanızı dilemek dışında bildiğim şey, yeni Boo! nun üçüncü sayısında da fotoğrafın kural olarak kabul edilen vay efendim üçte bire gökyüzünü oturt, köşeden diyagonal gelsin, altın oran gibi ıvır zıvırlarla uğraşacağımızdır. 18

Çaresiz Bir Baskın: Güneş İmparatorluğu nun Harakirisi Her şey bir Pazar sabahı erkenden olup bitiverdi. Çalar saatlerinin alarmıyla güzel bir hafta sonuna uyanmayı bekleyen Pearl Harbor daki Amerikalılar, sabahın erken saatlerinde Japon uçaklarının silah ve bombalarının yarattığı mahşervari patlamaların gürültüsüyle uyandılar. -Ant Uğurdağ Beşeri ilişkilerdeki çıkar gözetim mekanizması nasıl tersinir bir al gülüm-ver gülüm tarzı kimyasal bir reaksiyon gibi işliyorsa, devletlerin iktisadi, siyasi ve askeri politikaları da aynı şekilde işlemekte. Taraflardan birinin denklemdeki değişken birimini azaltması veya ortadan kaldırması; eşitliği bozmanın yanında, pastadan aldığı çıkar parsası azalan tarafın, misilleme planlarıyla gazabına uğramasının da yolu açılmış oluyor. Tarih boyunca savaş hileleri, aldatmacaları ve bozgun taktikleri ile nice ordular sayısız zaferler veya anlık başarılar elde ettiler. Antik çağda Truva Atı hilesi bunun en çok bilineni. Pearl Harbor saldırısı aslına bakılırsa İkinci Dünya Savaşı nın yanında dolaylı olarak yakın tarihi yekun değiştiren önemli bir vakadır. İkinci Dünya Savaşı nın Pasifik Sahnesi nin kapısını açan anahtar olay bu saldırı olmuştur. Saldırının temelinde çok farklı politik ve ekonomik sebepler yatmakla beraber, Birleşik Devletler maksatlı veya derin bir istihbaratsal zafiyetin yarattığı ihmaller silsilesinden dolayı, böylesi büyük çaplı bir baskında göz göre göre faka basmıştır. Güneş İmparatorluğu Üzerindeki Gölge Aralanıyor 1853 Temmuz unda 4, 1854 te ise 7 harp gemisiyle gelen Amerika, 1855 te Rusya, İngiltere ve Hollanda Donanma güçlerinin, 1858 de ise Fransa ve Rusya donanma güçlerinin Japonya ya gelip ağır ticari antlaşmalar imzalamasıyla Japonya nın limanlarını zorla yabancı gemilere açmak zorunda kalması üzerine, Japonları uyarmıştı. Çağdaşlığa ulaşamamış toplumların sömürülmeye mahkum olduklarını acı bir şekilde tecrübe etmişlerdi. Sonucunda geç de olsa yoğun bir reform kalkınma planına geçmişlerdi. Adliye sistemi yenilenip, telgraf hattı ve Avrupa tarzı posta sistemi kuruldu. Tokyo dan Yokohoma ya kadar ilk tren hattı kurulup akabinde tüm ülkeye yayıldı. Avrupa takvimine geçilip, fabrikalar kurulup, modern orduya geçiş yapıldı. Öte yandan Japon ordusu ve toplumu; başat batı toplumları ve kamuoyu 19

tarafından sarı adamlar sıfatıyla küçümsendiler. Yükselen Japon değerlerinin anlaşılması; aslında 8 yıl süren ancak 15 Yıl Savaşı veya Büyük Doğu Asya Savaşı olarak adlanan Çin-Japon savaşının başlangıç kıvılcımının vuku bulmasına denk gelir. Japonlar farklı savaş taktikleri, yöntem ve araçları kullanarak kendisini hakir gören batıya karşı manidar bir mesaj vermiştir. Bu etki yine batı gözündeki imajının değişmesini çok etkilemese bile devamında gelen Rus-Japon savaşındaki zafer; Birleşik Krallığın etraflıca büyüyen bu yeni güce dikkat kesilmesine yol açmıştır. Japon ordusunun bu kapsamlı reformlarının tek başına bir faydası olamazdı, bunu destekleyecek insan faktörü olan insan hammaddesine de bakmak lazımdır. Yüksek ahlak ve saygı prensiplerine göre yetiştirilen Japon çocukları için askerlik bir gurur meselesi ve onuruyla kendini vatan hizmetine feda etme ritüeli idi. Askerlik vazifesine giden Japon gencinin geri dönmesi beklenmezdi ve geleneklere göre ailenin evinin önüne bir masa konur ve bu masaya komşular, dostlar hediyelerini sunarlardı. Japon geleneklerine göre bu onurlu vatan savunması görevi için asker ocağına giden gencin gözünün arkada kalmaması için ve ailesinin o olmadan da geçimini sağlaması için geride kalanların ailesine yardım edeceğini unutmaması için yapılan bir gelenekti. Öyle ki emir komuta zinciri kademesinde üstler hiçbir şekilde astlara ve erlere tepeden bakmaz, aynı şekilde erat ve astlarda üstlere ölesiye saygı minneti ve hürmetle bağlıydı; tam bir aile kenetlenmesi şeklinde ideolojik ve milli şuur ile sarılı bir silahlı yapının tezahürü şeklinde idi silahlı kuvvetlerin tebaası. Savaş taktiği olarak sıra dışı şekilde; sayıca az kalsalar bile topyekun, soğukkanlı ve patırtıya mahal vermeden, yılmayan bir saldırış biçimiyle düşman birliklerini afallatıp, dehşet içinde bırakmayı benimsemişlerdir. Batılı uzmanlar tarafından askeri açıdan hatalı sayılan bu yöntem; Japonların gurur kültürünün de bir tezahürüdür. Umutsuz durumda olsalar bile Banzai! diye haykırarak ölümüne son bir süngü saldırısına çıkmaları bunun kanıtıdır. Meşhur Baskın, basanındır! sözü nereden mi geldi? Kore ve Mançurya toprakları üstünde hakimiyet kurmaya çalışan Rusya ve buna engel olmak isteyen Japonya arasında bir kutuplaşma baş gösterdi. Başkomutan yetkisi verilen Amiral Togo nun komutasındaki donanmayla Port Arthur Baskını nı yapıp, kaleyi ve bölgedeki Rus donanmasını işgal edip, Rusların Pasifik donanmasına çok ağır zayiatlar verdirdiler ve sürecin sonunda kuşatılan Rus birlikleri ana karargahla bağlantıları kesildiğinden yardım gelmeyeceğini düşünüp, 3 aylık erzak ve yeterli mühimmatları olmasına rağmen Japonlara teslim oldular. Bu kayıpla beraber, üstüne daha fazla kayıp vermek istemeyen Ruslar bölgeye takviye donanma göndermemeyi tercih etti. Ayrıca bu baskının önemi Rusya daki 1905 Devrimi ni hızlandıran bir domino taşı etkisi yapmasıdır. Bunun akabinde 7 Aralık 1941 de Amerika saatiyle 07.48 de başlayan İmparatorluk donanması saldırısının ardındaki baskının başarılı olacağı inancı, Port Arthur da yapılan provadır! Tarihe ve dillere pelesenk olan o meşhur Baskın, basanındır! sözünün gelişi de Pearl Harbor dır denilebilir. Japonların beklenmedik saldırısı Amerikalılara tarihin en büyük şokunu yaşatmıştır. Akabinde gelen cephelerde ve daha sonraki yıllarda olan savaşlardaki paranoya hep bu Pearl Harbor baskınından dolayı ileri gelmektedir. Literatüre önleyici saldırı kavramını kazandıran bu baskın aynı zamanda, Su uyur düşman uyumaz sözünü bir kez daha kanıtlamıştır. Ekonomik ve siyasi açıdan darboğaz kıskacına sürüklenen Japonya nın Amerika Birleşik Devletleri ne savaş açmaktan başka çaresi kalmadı. Fakat alenen bir savaş açmanın da uyuyan bir devi uyandırmak ve aynı zamanda Amerikan ana karasına saldırmanın sürrealistlik olduğunu bilen Japon İmparatorluğu; hızlı ve ani bir baskın ile Hawaii de Oahu adasındaki Amerikan Askeri Donanma gücünün bel kemiğini kırıp imha ederek Pasifik teki hegemonyasını sağlamlaştırmak ve takım adalar ile atolleri de kuşatarak Japon anavatanı savunma hattı çemberini genişleterek, gücünü perçinleme yolunu tercih etti. Avrupa daki karışık cephe durumundan faydalanarak böylesi bir operasyonun başarılı olma ihtimali yüksek gibi gözüküyordu. Eğer Japonya hedefini gerçekleştirebilirse hem güney sahasının egemeni olacak hem de düşman koalisyonunun uzak doğudan ithal ettiği ham madde akışını sekteye uğratacaktı. Daha plan aşamasındayken; ordu kara, deniz ve hava kuvvetlerinin birlikte yürüteceği yıldırım baskınları tatbikatlarına başlamıştı bile. Büyük baskın öncesi İmparatorluk Pilotları Ağustos 1941 de Japon İç Denizi nde sığ suda torpido bırakma, pike bombardıman ve alçak bombardıman gibi bir dizi seri eğitime tabi tutulmuşlardı. Baskın Mevsimi Japonlar; Pearl Harbor, Wake, Guam, Hong Kong, Thailand, Malaya ve Filipinler e aynı anda saldıracaktı. Stratejik olarak büyük bir hata ve tehlikeli bir operasyon gibi gözükse de tüm hedeflere aynı anda yapılacak bir saldırı düşman müttefik güçleri arasında ana saldırı altında olan yerin neresi olduğunun anlaşılamaması, kuvvet bölümü veya yardım birliği gönderme ihtimalini ortadan kaldırarak büyük bir kargaşa yaratacaktı. Pasifik e giden donanmalarındaki uçak taşıyan gemi ihtiyacını Birinci Dünya Savaşı nda fark eden Japonlar filoyu dönemin en modern uçak gemileri ile donatmışlardı fakat Amerikalılar uçak gemilerinin önemini onlar kadar önceden idrak edememişlerdi. Japonlar çeşitli analizlerden sonra hedefe kuzeyden sonra yaklaşmayı tercih ettiler. 6 uçak gemisi, 2 muharebe gemisi, 2 ağır kruvazör, 1 hafif kruvazör, 9 muhrip, 3 denizaltı, 8 yağ gemisi ve 5 adet cep denizaltısından oluşan hızlı ve modern Japon Müşterek Filosu, Amiral İsoroku Yamamoto nun emrindeydi. 6 uçak gemisindeki toplam 414 uçaktan 360 ı baskın hücumu için görevli olup geriye kalan 54 avcı uçağı, uçak gemilerinin savunmasında görevliydi. Saldırının öncelik sırası ise şu şekil- 20