Stratis Mirivilis MEZARDA HAYAT



Benzer belgeler
-gi de ra yak- se ve bi lir sin... Öl mek öz gür lü ğü de ya şa mak öz gür lü ğü de önem li dir. Be yoğ lu nda ge zer sin... Şöy le di yor du ken di

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

sınıflar için. Öğrenci El Kitabı

Gü ven ce He sa b Mü dü rü

ya kın ol ma yı is ter dim. Gü neş le ısı nan top rak üze rinde ki çat lak la rı da ha net gö rür düm o za man. Bel ki de ka rın ca la rı hat ta yağ

mer can or ma nı için de do laş mak tay dı. Ka ya la rın ara sın da ki ya rık lar da on la rın yu va la rıy dı. Ha nos de lik ler den bi ri ne bil gi

Gök ler. Uçak lar la gi di lir an cak ora la ra. İn san gök ler de do la şa bil se. Bir ak şa müs tü, ar ka daş la rıyla. Bel ki ora la ra uçak lar

DÜZLEM AYNALAR BÖLÜM 25

T.C. M.E.B ÖZEL MANİSA İNCİ TANEM ANAOKULU DENİZ İNCİLERİ SINIFI

En güzel 'Anneler Günü' şiirleri

BU KALEM UN(UFAK)* SEL YAYINCILIK. Enis Batur un yayınevimizdeki kitapları:

TEST 1. Hareketlilerin yere göre hızları; V L. = 4 m/s olarak veriliyor. K koşucusunun X aracına göre hızı; = 6 m/s V X.

10. SINIF KONU ANLATIMLI. 2. ÜNİTE: ELEKTRİK VE MANYETİZMA 4. Konu MANYETİZMA ETKİNLİK ve TEST ÇÖZÜMLERİ

KÜRESEL AYNALAR BÖLÜM 26

MATBAACILIK OYUNCAĞI

BAĞIL HAREKET. 4. kuzey. Şekilde görüldüğü gibi, K aracındaki gözlemci L yi doğuya, M yi güneye, N yi güneybatıya doğru gidiyormuş gibi görür.

Birbirimize anlatacağımız ne çok şey var; düşündünüz mü? İşte bu yazma nedenlerimden biri. İlki...

GAZ BASINCI. 1. Cıva seviyesine göre ba- sınç eşitliği yazılırsa, + h.d cıva

STAJ ARA DÖNEM DEĞERLENDİRMESİ AYRINTILI SINAV KONULARI

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Çetin Öner. Roman GÜLİBİK. Çeviren: Aslı Özer. 26. basım. Resimleyen: Orhan Peker

Şiir. Kategori: Şiir Cuma, 23 Nisan :15 tarihinde yayınlandı. Gösterim: / 7 Phoca PDF 1. SEN (1973) Senden, senden, hep senden,

ali hikmet ÞEYTAN UÇURTMASI

MODEL SORU - 1 DEKİ SORULARIN ÇÖZÜMLERİ

Okuma- Yazmaya Hazırlık. Türkçe Dil Etkinlikleri Sanat Etkinlikleri Oyunlar Müzik Ve Ritim. Fen Ve Doğa Etkinlikleri

KARANLIKTA FİLİZLENEN TOHUM

ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR HÂLÂ HARİKA

Dinleme, Okuma, Konuşma, Yazma Kuralları

Evimi misafirlerim gidince temizlemek için saatlerce uğraşıyorsam birçok arkadaşım

İslam da İhya ve Reform, çev: Fehrullah Terkan, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2006.

BAĞIL HAREKET BÖLÜM 2. Alıştırmalar. Bağıl Hareket ÇÖZÜMLER. 4. kuzey

Adım-Soyadım:... Oku ve renklendir.

KIRMIZI KANATLI KARTAL

Yukarıda numaralanmış cümlelerden hangisi kanıtlanabilirlik açısından farklıdır?

Adı-Soyadı: Deniz kampa kimlerle birlikte gitmiş? 2- Kamp malzemelerini nerede taşımışlar? 3- Çadırı kim kurmuş?

UFACIK TEFECİK KURBAĞACIK

MERCEKLER BÖLÜM 6. Alıştırmalar. Mercekler ÇÖZÜMLER OPTİK 179 I 1 I 2

YOL AYRIMI SENARYO ALĐ CEYLAN

7. Sınıf MATEMATİK TAM SAYILARLA ÇARPMA VE BÖLME İŞLEMLERİ 1. I. ( 15) ( 1) 5. ( 125) : ( 25) 5 6. (+ 9) = (+ 14)

KÜÇÜK UYKULAR BAHÇESİ

þimdi sana iþim düþtü. Uzat bana elini de birlikte çocuklara güzel öyküler yazalým.

DESTANLAR VE MASALLAR. Samed Behrengi KÜÇÜK KARA BALIK. Masal. Çeviren: Haşim Hüsrevşahi resimleyen: Mehmet Sönmez

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Refik Durbaş. Şiir BEZ BEBEKLE KUKLASI. 2. basım. Resimleyen: Burcu Yılmaz

İhmal Amca DESTANLAR VE MASALLAR BOYALI KIRLANGIÇ. Masal. Resimleyen: Turgut Keskin

O sabah minik kuşların sesleriyle uyandı Melek. Yatağından kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Hava çok güzeldi. Güneşin ışıkları Melek e sevinç

Afetler ve İlişkilerimiz

İnsan Okur. Resimleyen: Reha Barış MERAKLI KİTAPLAR

Melih Güler. - şiirler - Yayın Tarihi: Yayınlayan: Antoloji.Com Kültür ve Sanat

SIVI BASINCI. 3. K cis mi her iki K. sı vı da da yüzdü ğü ne gö re ci sim le re et ki eden kal dır ma kuv vet le ri eşittir. = F ky 2V.d X.

YIL DEDE'NİN DÖRT KIZI

"Satmam" demiş ihtiyar köylü, "bu, benim için bir at değil, bir dost."

YEMİNLİ MALİ MÜŞAVİRLERİN BANKALAR KANUNU NUN 46 NCI MADDESİNE GÖRE YAPACAKLARI TASDİKE İLİŞKİN USUL VE ESASLAR HAKKINDA YÖNETMELİK

KÜMELER KÜMELER Kümeler Konu Özeti Konu Testleri (1 6) Kartezyen Çarpım Konu Özeti Konu Testleri (1 6)...

Ferit Edgü YARALI ZAMAN BÝR DOÐU YOLCULUÐUNDAN NOTLAR

edersin sen! diye ciyaklamış cadı. Bunun hesabını vereceksin! Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları

Anne Ben Yapabilirim Resimleyen: Reha Barış

Esrarengiz Olaylar. Dangg Dongg Dangg

Geç Kalmış Bir Yazı. Yazar Şehriban Çetin

EKİM AYINDA NELER ÖĞRENECEĞİZ?

MODEL SORU - 1 DEKİ SORULARIN ÇÖZÜMLERİ

ÝÇÝNDEKÝLER. 1. ÜNÝTE Kümeler. 2. ÜNÝTE Bölünebilme Kurallarý ve Kesirler

ALTIN BALIK. 1. Genç balıkçı neden altın balığı tekrar suya bırakmayı düşünmüş olabilir?

BİR ÇOCUĞUN KALBİNE DOKUNMAK

Perihan Mağden Biz kimden kaçıyorduk Anne?

36. AVRUPA BRİÇ ŞAMPİYONASI WIESBADEN / ALMANYA

NURULLAH- Evet bu günlük bu kadar çocuklar, az sonra zil çalacak, yavaş yavaş toparlana bilirsiniz.

Dersler, ödevler, sýnavlar, kurslar... Dinlence günlerinde bile boþ durmak yoktu. Hafta sonu gelmiþti; ama ona sormalýydý.

BiLMECELER. Allah ı bildiren. C ü n e y d S u a v i. Resimleyen: Sevgi İçigen

EKİM AYINDA NELER ÖĞRENECEĞİZ?

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Refik Durbaş. Öykü KURABİYE EV. Resimleyen: Burcu Yılmaz

MODEL SORU - 1 DEKİ SORULARIN ÇÖZÜMLERİ

ABDULLAH ALİYE CAN ANAOKULU MENEKŞELER SINIFI ARALIK AYI BÜLTENİ

EKİM AYINDA NELER ÖĞRENECEĞİZ?

C A NAVA R I N Ç AGR ISI

BÖCEK ORKESTRASININ MUHTEŞEM SINIFI

Ilgaz (14 Şubat 2010) Yazı ve fotoğraflar: Hüseyin Sarı (huseyinsari.net.tr)

TÜRK STANDARDLARI ENSTİTÜSÜ

MÜBDÎ. Allah MUHSÎ dir. MUHSÎ, her şeyin sayısını bilen demektir.

ARI GRUBU EKİM AYI BÜLTENİ

Hazırlayan: Tuğba Can Resimleyen: Pınar Büyükgüral Grafik Tasarım: Ayşegül Doğan Bircan

Özel Gebze Eğitim Kurumları Öz-Ge Gündüz Bakımevi

TORK VE DENGE BÖLÜM 8 MODEL SORU - 1 DEKİ SORULARIN ÇÖZÜMLERİ. 4. Kuvvetlerin O noktasına

YAY DALGALARI. 1. m. 4. y(cm) Şe kil de 25 cm lik kıs mı 2,5 dal ga ya kar şı lık ge lir.

ÖDEV ve ÖLÇME AKILLI. Barış TEPECİK

Cümle içinde isimlerin yerini tutan, onları hatırlatan sözcüklere zamir (adıl) denir.

Harf ve Hece Bilgisi. Seç Bakalım. Aşağıdaki sözcüklerin doğru hecelenmiş biçimlerini yuvarlak içine alın.

3 YAŞ AYIN TEMASI. Cinsiyetim, adım, özelliklerim, görünümümdeki değişiklikler nelerdir?

Eze meze Yýllar geçti geze geze. Neler gördüm neler! Daðlar gördüm yerden biter, gökte yiter. Daðlar gördüm kayalý, kayalarý oyalý.

BİR BAYRAK RÜZGÂR BEKLİYOR

TEK TEK TEKERLEME. Havada bulut Sen bunu unut

BİZE KATILIR MISINIZ?

Özel gereksinimli çocuklar

Demodur Kırmızı yazılar sizin sipariş verirken yollamış olduğunuz yazılardır.

TÜRK EDEBİYATINDA 26 DURAK 254 ŞAİR VE YAZAR

Ö.Ç BİLFEN ANAOKULU 5 YAŞ GRUBU GÜNLÜK EĞİTİM PROGRAMI

> > ADAM - Yalnız... Şeyi anlamadım : ADAMIN ismi Ahmet değil ama biz şimdilik

ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI. Süleyman Bulut. Bilmece ŞİPŞAK BİLMECELER DEYİM VE ATASÖZLERİ. 2. basım. Resimleyen: Ferit Avcı

MODEL SORU - 1 DEKİ SORULARIN ÇÖZÜMLERİ

VEKTÖRLER BÖLÜM 1 MODEL SORU - 1 DEKİ SORULARIN ÇÖZÜMLERİ MODEL SORU - 2 DEKİ SORULARIN ÇÖZÜMLERİ

Transkript:

1

2

Stratis Mirivilis MEZARDA HAYAT 3

Can Yayınları: 1771 Çağdaş Dünya Edebiyatı: 708 I Zoi En Tafo, Stratis Myrivillis Drossoula Angelopoulou, Ekaterini Myrivillis Can Sanat Yayınları Ltd. Şti., 2006 1. basım: Eylül 2008 Kapak Tasarımı: Erkal Yavi Kapak Düzeni: Semih Özcan Dizgi: Hayriye Kaymaz Düzelti: Fulya Tükel Kapak Baskı: Çetin Ofset İç Baskı ve Cilt: Özal Matbaası ISBN 978-975-07-0977-7 4 CAN SANAT YAYINLARI YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ. Hayriye Caddesi No. 2, 34430 Galatasaray, İstanbul Telefon: (0212) 252 56 75-252 59 88-252 59 89 Fax: 252 72 33 http://www.canyayinlari.com e-posta: yayinevi@canyayinlari.com

Stratis Mirivilis MEZARDA HAYAT ROMAN Yunanca aslından çeviren NEVZAT HATKO CAN YAYINLARI 5

6

Stratis Mirivilis, 1890 da Midilli de doğdu. Asıl adı Efstratios Stamato pulos tu. 1912 de Atina Üniversitesi ne girdiyse de, Balkan Savaşı na gönüllü olarak katılmak için öğrenimini yarıda bıraktı. Ağır yaralanmasına karşın, 1922 ye kadar bütün savaşlara katıldı. Terhis olduktan sonra Midilli ye dönerek Kampana ve Tahidromos ga ze telerini çıkardı. 1932 de yerleştiği Atina da bir süre gazetecilik yap tı, 1938 den 1955 e kadar Millet Meclisi Kütüphanesi nde memur ola rak çalıştı. Yaşamının sonuna kadar çeşitli gazetelerde öyküleri, gezi anı ları, çocuk romanları, eleştiri ve denemeleri yayınlandı. 1956 da Ati na Akademisi ne kabul edildi ve bir süre Yazarlar Birliği başkanlı ğı nı yaptı. Cephede yazmaya başladığı Mezarda Hayat adlı romanı, 1924 te Midilli de Kampana gazetesinde tefrika edildikten sonra, 1930 da Atina da kitap olarak basıldı. Dünya edebiyatının en güçlü sa vaş karşıtı yapıtlarından biri sayılan Mezarda Hayat, yerleşik de ğer leri gözüpek bir biçimde sorgulaması yüzünden tutucu çevrelerin tepkisiyle karşılaştı. Mezarda Hayat dışında Altın Gözlü Öğretmen, Arnavut Vasil, Denizkızı Meryem Ana ve Dörtlerin Romanı adlı ro manları da yayınlanan yazarın ayrıca Mavi Kitap, Yeşil Kitap, Kırmızı Kitap ve Mor Kitap adlı dört öykü kitabı bulunuyor. Mirivilis, 1969 da Atina da zatüreeden öldü. Nevzat Hatko, 1911 de Sinop ta doğdu. Atina Politeknik Okulu nda tarım mühendisliği öğrenimi gördü. Türkiye ye döndükten sonra An kara Radyosu nda mütercim-spiker olarak çalıştı. 1946 da An ka ra Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölü mü nde öğretim üyesi olan Behice Boran la evlendi. 1948 de siyasal nedenlerle işine son verilince, İstanbul da ABC Tercüme Bürosu nu kur du. 1960 larda Türkiye İşçi Partisi ne katıldı. Aristophanes in Kurbağalar, Themos Kornaros un Haydari Kampı ve Fırtına Çocukları, Stratis Mirivilis in Mezarda Hayat ve Nikos Kazancakis in Kaptan Mihalis adlı yapıtlarını Yunanca asıllarından dilimize ka zan dırdı. Hatko, 1981 de tedavi için gittiği Sofya da öldü. 7

8

Bu kitabı sevgisiyle dolduran kadına 9

10

ÖNSÖZ YERİNE ESKİ BİR BAVUL Bir gün o eski seferi bavulumu karıştırıyordum. Uzun yıllar geçmişti ama, nasılsa askerliğimle ilgili o belgeyi bulmam gerekmişti; bir yere verecektim. Bavul dediğim Alman malı eski bir asker sandığı. İçinde birtakım ıvır zıvır, askerlik anıları. Yıllar önce doldurup bir yana bırakmıştım bu bavulu. Paslı kilidini çevirip kapağını açınca, bir kıyıda unutulup kalmış eski bir tabut gibi gıcırdamıştı. İçindeki anılar: hilali, paslı yıldızını ısırıyormuş kanısını uyandıran bir ayyıldız, kılıcım, domuz suratını andıran bir Alman gaz maskesi, daktilo yazıları yer yer si lin miş ter his tez ke rem, bir kaç fo toğ raf, bir-iki el bombası ve daha birtakım ufak tefek şeyler... Bu sonuncular arasında ince sicimle çaprazlama bağlı, kalın kesekâğıdına sarılı bir de paket vardı ki, içinde ne olduğunu o an hatırlayamadım. Düğmeleri makasla kestim. Hüzün verici bir hışırtı... Sonra birkaç defter, bir yığın yaprak, düzgün, sık satırlarla doldurulmuş sayfalar. Şimdi her şeyi hatırladım. Kesekâğıdının üzerine mavi kalemle yazılı bir cümle: Andon Kostulas Çavuş un Notları Defterleri, yaprakları dışarı alıp bavulun kapağını bıraktım. Bu sandık gerçekten bir tabuta, bir sandukaya benziyor. Sicimin dört bir yandan kesip kemirdiği bu defterler, bu yapraklar da bahtsız bir ölünün cesedi... Konuşmak, dertleşmek isteyen bir ölünün. Bu evrakı metruke yi masanın üzerine yaydım. Sıra numaralarına bakarak gözden geçirdim. Yavaş 11

yavaş, istemeye istemeye, yıllarca gerilerde buldum kendimi. Şu defterleri, şu sık, birbirine girmiş, kargacık burgacık, kurşunkalemle yazılı satırlar dolu şu sıradan kâğıt tomarını, 908 rakımlı tepeye yaptığımız o korkunç, o iğrenç saldırının başarıyla sonuçlandığı bir sırada, Adalar Tümeni nin 4. Alayı ndan bir sırt çantasında bulmuştum. O sıra ben kıta çavuşuydum. Yaralıların, ölülerin hangi birlikten olduklarını anlamak bakımından uzmanlaşmıştım. Bu sırt çantası Andon Kostulas ındı. 7. Bölüm, 3. Takım Komutanı Gönüllü Piyade Çavuşu Andon Kostulas. Bu uzun boylu, uzun suratlı üniversite öğrencisi, her zaman karışık, sık ve gür saçlarıyla dipdiri gözlerimin önünde... Kusursuz bir erkek. Sessiz, ağırbaşlı, uysal, bir genç kız kadar utangaç, ölçülü, çekingen. Baskınla ele geçirdiğimiz bir Bulgar siperini temizlemek, korkudan ya da kalleşliklerinden sığınakların karanlık kuytularına, derinliklerine sığınmış düşman erlerini yok etmek için kısa saplı bıçakları fora edip ateş makineleri birlikleriyle aynı anda daldığımız siperde bu yiğit, bu yakışıklı asker bir kazaya kurban gitmiş, kavruluvermişti! Onu sıvı ateş uzmanı bir Fransız onbaşısı kavurmuştu. Bu teknik birliği, alayımıza, o olağanüstü günün bir gün öncesinde eklemişlerdi. O zamanlar, biz Balkanlıların teknik birliklerimiz arasına, bu tür Avrupa uzmanlıkları katılmamıştı daha. İşte bu Fransız onbaşısı, makinesinin uzun hortumunu uzatıp Bulgar siperinin loş bir köşesini kocaman alev diliyle yaladığı bir sırada birden karşısına çıkan bir Bulgar erinden, tam da göbeğinin orta yerine çekme bir bıçak darbesi yemişti. Bağırsakları dışarıda, sudan çıkmış balık gibi çırpınarak ruhunu teslim ederken bile makinesini işletiyor, alev fıskıyesine gelişigüzel yön veriyordu. İşte tam o anda Kostulas Çavuş sipere dalmış bulundu ve de kavruluverdi! Zavallı çocuğu yüzü tüm yanmış, korkunç bir durumda bulmuştuk. Başının ön kısmı, karaya çalan kızıl bir renge boyanmış koskoca bir çıbana benziyordu. Bu koca çıbanın orta yerinde üç beyaz nokta parlıyordu... Sımsıkı kenetlenmiş çenelerinin arasında iki sıra diş. Yuvarlak, fildişinden bilardo bilyalarına benzeyen şişik, yuvalarından uğramış gözler. Alt çeneden altın kuronlu azı dişi pı rıl pı rıl. Ol du ğu ye re de rin bir çu kur ka zıp göm dük onu, Fransız onbaşısı ve üç Bulgar eriyle birlikte. Günlerce sonra aynı yerden geçerken kuşkulu ayaklarımın altında içi kof toprağı 12

kauçuk gibi yaylanır gördükçe içimi bir ürperti sarardı. Başka türlü de yapamazdık. Dışarıya, daha uzak bir yere gömme olanağımız yoktu. Ele geçirdiğimiz bu siperi tahkim etmemize, yeniden düzenlememize engel olmak için bizi amansız bir topçu ateşi altına almıştı düşman. Hallaç pamuğu gibi atıyordu çevreyi. Bu nedenle, siperlerde ve sığınıklarda düşenleri, yakın yerlerde kalanları şanslı sayıyorduk. Gömülebiliyorlardı. Az şey değildi bu. Açık arazide, tel örgülerin dışında kalan cesetler günlerce öylece durur, kokmaya yüz tutarlardı. Ara sıra mermi patlamalarıyla zıp zıp zıplar, yer değiştirirlerdi. Sonra yağmurlar başlamıştı. Damlalar açık ağızların kara boşluklarını suyla doldurmuşlardı. Parlak gözleri yıkayıp yalamışlardı... Üstelik bu talihsiz cesetlerin üzerine yağan mermiler de domuz yavruları gibi çamura gömülüyor, patlıyor, sıçrayan çamurlar cesetleri kirletiyor, örtüyordu. Ara sıra yanı başlarına düşen mermilerin patlamasıyla bu cesetlerin kıpırdadıkları da oluyordu. Canlanmış da ellerini, kollarını sallıyorlar, garip hareketlerle bacaklarını, baldırlarını geriyorlar... İşte, çok uzun bir süre unutup gittiğim şu buruşuk kâğıt tomarına parmaklarımı değdirdiğim, yarı silik yazıları gözden geçirdiğim şu anda, tüm anılarım iğrenç bir sıçan sürüsü gibi yeniden çevremi kuşatmakta. Ve de, madem diyorum, şimdi bunlar gün ışığına çıktılar, bir kitap biçimine sokmam gerek şunları. Yazılar, bilinmeyen bir genç kıza (adı hiç geçmiyor yazılarda) yazılmış mektup türünden parçalar. Eğer bu ka dın bugün sağ sa ba ğış la sın be ni. Evet, yap tı ğım bu iş aşı rı bir atak lık. Ama ben bu işi bir gö rev, bir borç say dı ğım dan ya pıyorum. Şu kâğıt tomarının içinde umutsuz bir yürek çırpınmakta çünkü. Yazıldıkları kadının eline varamayan şu satırların aynı zamanda tüm dünya kadınlarının ortak malı olduğuna inanıyorum. Savaşın acılarını, yükünü taşımış ve bugün de taşımakta olan dünya kadınlarının. Savaşın yarattığı şaşkınlık ve sefaletin ezici yükü altında kalan, insan sevgisine doğru kollarını açan tüm kişioğullarının. Sonra, (etkisi altında kaldığım şu batıl inancı açıklamaktan da çekinmiyorum) bu yazıları yayınlayıp okurlara sunmakla ölü delikanlıya yeniden can verdiğim inancı da var içimde. Elinden tutup onu bilinmeyen mezarından çıkarıyorum, ona konuşma olanağını veriyorum, beyniyle birlikte çürüyüp giden düşüncelerini de ona geri veriyorum gibi bir şey işte. Kendi içimizde yaşayan ve konuşmak isteyen bir 13

ölünün ağzını yine kendi ellerimizle kapatmak çok ağır ve olanaksız bir iş. Bu ölü sana birtakım işaretler yapmakta. Vicdanınıza ve sonsuzluğa doğru ellerini uzatıp yalvarmakta, bir şeyler anlatmaya çalışmakta. Bu kitaptan ötürü özür dilerim. Bu kitap benim için bir kurtuluş sorunu... Stratis Mirivilis Not: Kitabın adını ve okurlara kolaylık olsun diye öbür ara başlıklarını ben kendim koydum. Aslında her parçanın ayrı bir sıra numarası var. Ama bun la rın ne öne mi olur ki. İn ce ele yip sık do ku ma ya ne gerek var. S.M. 14

BİR SON - BİR BAŞ LAN GIÇ Hele şükür! Yürüyüş bitti neyse. Yerleştik yerlerimize, mev zi tut tuk. Bu hem bir son, hem de bir baş lan gıç. Ezi ci yü rüyüş koşulları bakımından bir son, bilmediğimiz, daha alışamadığımız siper koşulları bakımından bir başlangıç. Yürüyüşün sona ereceğinden umudu kestiğimiz anlar olmuştu. Bitmeyecek diyordum. Böylece, yürüye yürüye kocayacağım, günün birinde duracak olursak eğer, yolu yok, ölmek için duracağım... Sevgilim, yalnızlıktan bitik bir durumda bu yeni serüvenin bıraktığı izlenimleri anlatmak istiyorum sana. Zamanımın ve olanaklarımın elverdiği ölçüde, şöylece, seninle söyleşir gibi, tüm olup bitenleri anlatacağım sana. Bilirsin, yüreğimizin gizli kaynaklarından fışkıran sesler yankısız, karşılıksız da kalsalar hiç önemi yok. Sonra kişioğlu bakımından ömrünün olağanüstü aşamalarını yaşadığı bir sırada, yakın birinin, candan birinin yanı başında yamacında bulunması pek avutucu olur. İçini dökebileceğin, dertleşebileceğin, seni dinleyebilecek birinin, hatta dinlediğine inanmasan bile... Bilmem farkına varmış mısındır hiç... Bazen böyle candan biriyle bir yerde oturmuşsundur, örneğin bir evde. Birkaç kitap, bir-iki tablo, heyecanla geceyi bekleyen bir gaz lambası, bir mürekkep hokkası! (Bilemezsin sevgilim mürekkep hokkası ne büyük bir nimet!) Çevrede dizi dizi sandalyeler. Odada senden ve ondan başka kimsecikler yok. Pencere önündeki sedire yan yana ilişmiş oturmaktasınız. Susuyorsunuz. Aşağıda sokak aceleci kişilerle dolu. Ayaklarını sürterek yürüyen ya da oto la rın için de bir ok hı zıy la gi den in san lar. Telg raf telleri gökkubbenin mavi perdesini nota defteri gibi çizmiş... Sonra, yanındaki o candan yaratıkla sessiz bir deniz kıyısında 15

da oturmuş olabilirsin. Tüm yorgunluğunu almış, sık sık soluyan engin bir deniz, gözlerinin önünde. Bu denizin her damlasında bir yaşantının kıpırdandığını duyuyorsunuzdur. Susmaktasınızdır. Kendi düşüncelerinize dalmışsınızdır. Belki gerçekten de özlü, önemli bir şey düşünmüyorsunuzdur o anda. Ne çıkar! İşte o an, olağanüstü bir andır. Böyle anlarda gönül bir kırlangıç kadar özgür kanat çırpıp gitmektedir çünkü. Gitmiştir. Gitmiştir de insanlığın o sonsuz gönlünü bulmuştur, ona ka vuş muş tur, bir ol muş tur onun la. Ama ge ne de çok kez gön lün kendi sessizliğiyle seninle söyleşmektedir. (Böyle anlarda kulak kabartacak olursan gönlünün bu yolda konuştuğunu duyabilirsin.) Evet, susmaktasınız, sadece dinlemektesiniz. Ama gene de sessiz duran, ya da o kutsal sesli sessizliğe karşı mantığın cılız bir savunmasından başka bir şey olmayan kısacık cümlelerle gelişigüzel pek önemsiz şeylerden söz eden yamacındaki o kişinin var lı ğı se nin için pek de ğer li... O da ses siz, sen de. Se nin o sessiz monoloğunun, farkında olmadan bir dinleyicisi. Kalkıp yanından uzaklaşsa, kendi kendine konuşabilmek olanağını yitirdin demektir. İşte, çoğu kez, böyle sessiz bir yârenlikten sonra birbirinizden ayrılırken, şöyle hafiften bir gülümsersin arkadaşına. Bunu yaparken de yüreğini daha güçlü, daha özgür, daha olgun bulursun. Bir sürü gerçek, apak kelebekler, kanatlarıyla yüreğini okşamışlardır. İşte böylesine bir ruhsal durumda sana sesleniyorum. Satırları karalarken soluduğum havanın seninle dolu olduğunu duyuyorum. Senin şuracıkta, çok yakınımda olduğuna inanıyorum. Konuşmasan da olur, zararı yok. Tertemiz benliğimi kendi monoloğuna bırakıyorum içtenlikle. Günün birinde savaş biter de oraya dönersem, şu önemsiz satırları birlikte gözden geçirmek fırsatını buluruz elbet... Uzun kış geceleri başlamıştır artık. Sokaktan geçenlerin elleri ceplerinde, omuzları alabildiğine kalkık, sert adımlarla yürüyorlar. Yeşil boyalı panjurlar sımsıkı kapalı. Odamızın havası ılık, olgun meyve kokmakta. Ben iyice gevşemişim, koltuklardan birine gömülmüşüm; sigara tellendiriyorum. Sarı bir maşayla, siyaha çalan vişne çürüğü rengindeki pirinayı karıştırıyorum mangalda. Ceviz masanın yeşil abajurlu lambasının ışığında şu az önce yazdığım satırları, o tatlı, o pürüzsüz sesinle okumanı izliyorum. Gür bir kaynak- 16

tan fışkıran su şırıltısını andıran o tatlı sesinin uyumlu, ağır, erkek sesine benzeyen tonlarını duyuyorum... Öyle bir su kaynağı ki, toprağın altında salt benim olmak için yaratılmış, kimsecikler benim bu gizli mutluluğumun farkında değil... Evlenmişiz de. Bir yuvamız var. Kendi elceğizimizle seçip bulduğumuz ve seve seve kullanmak için satın aldığımız gösterişsiz eşyacıklarımız var. (Sevgilim, seninle uyuşamayacaklarını bangır bangır bağıran kötü, beğenisiz eşyalar insana ne bıkkınlık verir bilemezsin!) Doldururken hep seni düşündüğüm şu defter yapraklarını elbette çok seveceksin. Sevgilim! Şu olağanüstü anlarda hayatım ölüme ne kadar yakın bir bilsen!.. Ve de ellerim seninkilerden ne kadar uzak!.. Doğrusunu söylemek gerekirse, yavrum, sana buradan, cepheden gönderdiğim o kartlarda yaşamımın gerçek yanlarından çok bir şeyler bulacağını umma. Siperlerden mektup gönderilemez. Olsa olsa mavi renkli, basılı posta kartları gönderilebilir. Askerî Posta No. 906. Sağlığım iyi. Mektubunuzu beklerim. Selam ve sevgiler! Hep si bu ka dar... Hat ta bu gü dük satırlar bile senin o sevimli gözlerinin önüne gelene dek sansürün çapaklı gözlükleri önünden geçmek zorunda birkaç kez. Bu nedenle buradaki yaşamımın ta içten sezinlediğim ya da dıştan işlediğim olağanüstü aşamalarını şu deftere geçirmek kararına vardım. Bu notlarımda zaman ve mekân söz konusu olmayacak. Zaten bu kavramlar artık benim için yok sayılır. Burada geçirdiğim günler kendi çirkinlikleriyle bir örnek günler. İçlerinden çok azının olsun anlam ve niteliklerini değiştirecek işaretler arama boşuna. Tüm günler aynı biçimde akıp gitmekte. Dayanılmaz biçimde birbirine benzeyen ve o oranda boş ve anlamsız gün ler ve ge ce ler. Ba şı so nu be lir siz, ağır, çok ağır iler le yen bir cenaze alayı düşün! Öylesine bir tespih düşün ki, aklı karalı taneleri anlamsız, sonsuz uzayıp gitmekte dizi dizi! Ne bıkkınlık verici bir görüntü. Görüntü dedim de aklıma geldi; burada gerçek görüntüler de birbirinin tıpkısı. Anlamsız, yabancı adlar, rumuzlar, harfler, numaralar, bir yığın işaret noktaları, nirengiler ki, anlamlarını kurmay haritalarında aramak gerek. Ama se nin le bir lik tey ken böy le miy di? Ah, ah, hiç de böy le 17

de ğil di! Ora da her gü nün, her saa tin, her anın ken di ne öz gü bir önemi, bir olağanüstülüğü, bir özelliği vardı. Hepsi, ama hepsi, öylesine parlak renklerle bezenmiş, anlam, yaşantı ve taşkınlık bakımından öylesine zengindi ki, her şey, şu an bile tüm bunları kendi özel nitelikleri, olağanüstü olaylarıyla, kendi öz adlarıyla hatırlayıp anmaktan kendimi alamıyorum... Tozpembe sabah saatleri! Elindeki menekşe demetlerini sallayarak seni bekleyen o küçük, o sevimli öğrencilerine kavuşmak için okula koştuğun saatler... Apak, ışıklı öğle saatleri! Paydos ettikten sonra, başının çevresine kırmızı ışın damlacıkları serpen o koyu vişne çürüğü güneş şemsiyenle aceleci, sık adımlarla evine döndüğün saatler... Altın renkli, masmavi akşam saatleri! Günbatışı anları! Güneşin batışını Yosunlu Kovuk un kayalıklarından seyretmek için seni sabırsızlıkla beklediğim saatler... Öğrencilerini kır gezisine çıkardığın çarşamba ikindileri. Sevimli, sağlıklı, neşeli, cıvıl cıvıl yavrucukların el ele tutuşup oynamaları... Anlaştığımız, sevdiğimiz arkadaşlarla uzun kır gezintilerine çıktığımız pazarlar... Sandal sefalarımız. Karanlık denizin ta diplerine temel atmış suların gölgesinde Kleanthes in keman çalışı... Gazinolarda sandalyelerin, masaların kumsala kadar uzandığı cuma akşamları... Hele Apellis, o göçmen Robinson. Sarp kayalıklarda kendi ellerinin emeğiyle, kollarının gücüyle kurduğu yuvasının o ıssız kıyıyı şenlendirişi! Olur olmaz hır çıkaran ve her yıl bir çocuk doğuran karısı... Apellis cikler sürüsü, irili ufak lı, her yaş tan, her boy dan be ni Apellis ler! Bi zi ta kar şıdan görür görmez, Baba müşteriley geliyooo!.. Baba adamlay geliyooo! diye sevinç çığlıkları koyveren Apellisoğulları! Bir gün kendine en çok yakışan şapkanı giymiştin. O kısa kısa, o aceleci adımlarını atıyordun. Havalanmaya hazırlanan bir kuş gibi sekiyordun. Paskalya yortusunun birinci günüydü. Çevre ışın ve neşeye boğulmuştu. Kestane renkli, mutluluk dolu gözlerin. Elinde bir leylak salkımı; bana bayram hediyen. Günlerden pazar, saat üç suları... Sevimli, sevgili, uğurlu, mutlu saatlerimiz... Buradaysa sevgilim, her şey birbirinin tıpkısı. Usandırıcı, bayağı, sessiz ve korkunç. Zaman durmuş. Gezegenimiz dönmüyor artık. Aylar birbirine girmiş. Günlerin adı yok, kişiliksiz. Bayramlar yok olmuş... 18

Şimdi, şu salt çakmak taşından oluşmuş Makedonya dağının bir doruğundan, beni Midilli mizden alıp uzaklara fırlatıveren olayların o sonsuz dizisini seyre dalmışım. Bir devrim!.. Çok güzel! Bu sözcüğü tüm varlığım, tüm gücümle içimde duymaktayım; her zaman da duyacağım; bir gerçek bu. Bazı sözcükler keskin alkol gibi insanın bilincini doğrudan doğruya ve kor kunç et ki ler. İşin asıl kö tü ya nı odur ki, bu al ko lü tir yakilerine cömertçe sunanlar, sundukları kişiler zilzurna sarhoş, zom olana kadar kendi kadehlerini tatlı suyla doldurmayı da elden bırakmazlar! Bu sözcük de böylesine bir alkollü içki işte... İhtilal!.. Ta beşiğimden bu yana bu sözcüğü içimde duymaktayım, onun sonsuz hareketliğinin vurgunuyum. Bayılırım bu sözcüğe. Şu an, şu satırları karalarken bile bu sözcüğü içimden söylüyorum, fısıltı halinde heceliyorum, ruhumun kulaklarına üflüyorum, bir dua gibi. Gözlerimi kapıyorum. Karanlık gecenin kapkara derinliklerinde fosfor harflerle yazılı, pırıl pırıl, şimşek yılanlar gibi görüyorum bu sözcüğü. Garip bir du rum; bir şey ler olu yor şu an. İçim de bir de ğiş me... Kır mı zı bayraklar havayı şamarlamakta. Sivri uçlu gönderler, ulusal renklerimize boyanmış bir devlet kapısını andıran gökyüzünü övendire gibi dürtüklemekte. Islıklar mavi boşluğa doğru zafer fişekleri gibi yükselmekte. Milyonlarca trampet gökkubbede yuvarlanan görünmez şimşekler gibi gürlemekte. Böyle anlarda kişioğlunun yüreği dümbelek zarı gibi titreşir. İşte tam böyle bir anda farkına varmadan yumrukların sıkılmıştır bile. Belkemiğin, okunu salıvermeye hazır bir yay gibi bükülmüş, gerilmiştir... Devrim!.. Özgürlük için savaşmak!.. Tutsak kardeşlerinin özgürlüğü için! Niye olmasın? Özgürlük ve tutsaklar uğruna savaşmak kutsal bir şey. Kralı devirmek. Evet, özellikle bunu başarmak gerek! Er gu van! Soy lu renk! Halk de ni len kız gın bo ğa için bundan daha kışkırtıcı bir şey düşünemiyorum. Bu kez de tüm benliğimle akıntıya kaptırmıştım kendimi. Güçlü, koskoca bir dalga beni köpüklü yelesine sarmış, bir talaş, bir kıymık gibi sürüklemekte! Oysa şu an Sırbistan ın şu kayalık tepesinde ürkek ve şaşkın bir kazazededen başka neyim ki? Kesin olarak savaşın o dev çarkına bağlı, kıpırdanamaz bir durumda. Bu, Mezarda Hayat 19/2

düzeltilmesi olanaksız bir durum ki, sanki bunu isteyen ben kendim değilmişim gibi, pek garip, pek romantik bir yakınmayla kabullenmek zorunda kalıyorum. Ama gene de sabrım taş gibi ve yerli yerinde. Doludizgin yaşayan savaşçı bir yaşamın, dişlerini etimize geçiren ve bize yaşıyor olmanın duygusu nu güç lü bir bi çim de ve ren bir felake tin o acı şeh ve ti ne önü alınmaz bir biçimde susamış olmanın bilinci benliğimde harmanlanmakta. Bu bilinç bana mutluluktan da, en yüce hazlardan da daha güçlü görünüyor. Ancak böylelikle kendimi savaş çarkının baş döndürücü fırdöndüsüne bırakabiliyorum. İlk Hıristiyanlar, kendilerine işkence eden zalimleri, bununla farkında olmadan onlara cennet kapısı açtıklarından saf kişiler olarak bellerler, bu nedenle de, acı çekmiş olmalarına karşın, gizli bir haz da duyarlarmış. Pek kurnazca bir anlayış!.. İşte şimdi ben de buna benzer bir hoşnutluk duygusuyla savaş çemberinin baş döndürücü hızına uyduruyorum kendimi. Savaş çarkı!.. Bu çark, küf lü bir kao sun son suz lu ğu için den kop muş koskocaman bir bostan kuyusu çarkı gibi dönmekte, gıcırdamakta. Milyonlarca insan otur muşuz da bu görüntüyü seyre dalmışız... Yerin dibinden kızıl buharlar kopup yükselmekte. Koca çark habire dönmekte, yerküresiyle birlikte yüzyıllar boyu dönmekte, ağır ağır, yü rek ler acı sı bir gı cır tıy la. Ve ben kol la rım dan ve bacaklarımdan bu çarka sımsıkı bağlanmışım. İstemeye istemeye bu koca çarkın kaçınılmaz dönüşlerine ben de katılmışım. Dö nüş ler pek tem bel ce, pek ya vaş, ağır, bık kın lık ve utanç verici bir yavaşlıkta. Doğa kurallarının o kesin ve kaçınılmaz ha re ke ti on da da var. Bu çark tam bir ka yıt sız lık la, hiç ace le etmeden, çelik dişleriyle durmadan taze insan eti kemiren korkunç, koskoca bir canavar, bir dev... Bu rada gökyüzü basık, kurşun gibi ağır; kocaman bir çelik miğfer gibi şakaklarımı ezmekte. Bulutlar başımızın hemen üstünde, askıda unutulmuş kirli çamaşırlar gibi hareketsiz, kül rengi paçavralarını sar kıt mak ta. De niz ses siz, en gin gö ğüs le ri için de kor kunç soluklar gizlemekte. Oynanan dramı dinlemek için salt dikkat ve kulak kesilmiş beklemekte... Evet sevgilim. Kulak kabartacak olursan, bu hareketsiz sessizliğin derinliklerinden, bu iğrenç makinenin gürültüleri arasında, yeni açılmış bir bıçak yarasından sızan köpüklü kan- 20

larla birlikte dışarı fışkırmak için saldıran bir ruhun hırıltısına benzer boğuk bir hırıltı duyacaksın. Dinleyecek olursan, derinlerden gelen kof ve yumuşak bir gürültü duyacaksın. Bu gürültü koskoca bir çelik presin altında ezilen gövdelerin, kırılan kemiklerin, çatırdayan kafataslarının çıkardığı seslere benzer. Ağır ağır, yavaş yavaş, ama kesinlikle işini gören savaşın ta kendisidir işte bu... Siper savaşı!.. Bu öylesine bir makine ki, terütaze insan ve hayvan gövdelerini hammadde olarak kullanır, makinenin organları, eğri büğrü cesetler üretir... Parmaklar çatallaşmış, katılaşmıştır. Dizler bükülmez olmuştur; gözler kaskatı, bembeyaz, iki çiğnemlik sakız... Gövdeyi hırpalamadan, ezmeden önce, yeraltı yaşamının yalnızlığında, ruhları yavaş yavaş çürüten bir savaş. Sonu gelmez bir korku, seninle birlikte siperlerde dolaşmakta, her an kendisini duyurmaktadır. Sığınağın duvarlarında sümüklüböcekler kol gezmektedir... İğrençlik çiçekleri!.. Bir ekmek parçası almak için elini torbana daldırırsın; tiksinerek felce uğramış parmaklarının arasında sıktığın nesne, kurtulmak için çırpınan yumuşacık, kaygan bir sıçan yavrusudur... Beni ta buralara, Midilli mizden uzaklara sürükleyen olaylar, taptaze, capcanlı, birer birer gözlerimin önünde... ÖLÜ TAÇLILAR ÖLÜNCE Devrimin o korkunç kasırgasını anıyorum. Heyecan yüklü bir sevincin etkisinde on binlerce insan. Kişioğlu bu durumlarda şöy le bir şey du yar için de: Tan rı ga za bı gi bi ya kı cı bir akım dolaşmaktadır damarlarında. Durdurulması olanaksız bir akım. Bir şeyler yapmak istersin ama ne yapacağını bilemezsin. Avaz avaz, yürekler paralayıcı zafer hurraları atıp sesinin limandaki teknelerin yelkenlerine, devlet dairelerinin duvarlarına çarptığını görmelisin. Yoksa sevgili bir kadının dizlerine usulca başını dayayıp ağlamalı mısın tatlı tatlı?.. Böyle bir anda biri çıkıp da sana Şöyle yap! diye komut verse, sen sonsuz bir kurtuluş duygusuyla öyle yapacaksındır kesinlikle. Daha gözyaşları kurumamış şükran duyguların, sana bu komutu veren kişiyi bir Tanrı yüceliğine çıkarmaya bile hazırdır o an. Salıverin kendi- 21

ni baş aşağı şu kuyunun içine! demiş olsaydı sana keşke!.. Binlerce hançereden çıkan seslerin sarhoş edici şamatası dal ga lan mak ta çev re de. Çan lar çıl dır mış ça sı na ça lın mak ta. Kırmızı damların üzerinde kudurmuşçasına çınlamakta. Bilincini yitirmiş bir bölük melek, ellerindeki borularla korkunç savaş çağrısı havaları çalarak boşlukları yırtmakta, mızraklarını bakır kalkanlara vurup çevreyi gürültüye boğmakta, kanat çırpıp havada fırtınalar koparmakta. Çanlar! Koca dudaklarıyla ulusun gözüpekliğini, yürekliliğini haykırdıkları anlarda kişioğlu bu olgunun hayranı olmaktan kendini kurtaramaz. Çan sesleri, sıcak buhar gibi insanın kanına karışır. Pamuk elleriyle yığınları dürtüklerler. İp olur, o şaşkın ilmikleriyle ruhları birbirine bağlar, ta yücelere, çan kulelerinin doruğuna asar sallandırırlar. Erkek, kadın, genç, yaşlı, çoluk çocuk, sübyan... Ara sokaklardan yokuş aşağı anacaddelere akan yığınların ayakları dibinde dolaşan şaşkın, aklını yitirmiş hayvan sürüleri... Bayraklar, flamalar... Aziz tasvirleri işlenmiş sancaklar. Neşeli, sevinçli dalgalanmakta, oynaşmakta. Altın yaldızlı saçaklarından damla damla güneş damlamakta. Bu mavili beyazlı bayrakların püskülleri bir an için saçlarına değivermiştir. Bir ürperti kaplamıştır benliğini. Her soluk alışında bir bardak pahalı içki yuvarlamış sanırsın kendini. Karınca sürüsü gibi akan bu insan başlarının yarattığı denizin üzerinde esrarlı bir akıntı var. Bu akıntı insan ruhunu ince bir kamış gibi titretmekte, parmakları kenetlemekte. Ateşler içinde kıvranan bir yavrucağın o hummalı sayıklamalarında ancak gerçekleşmesi olanaklı bu görülmedik kalabalığın içinden birden, nerden geldiği, nasıl olduğu bilinmez, kin dolu, korku dolu bir haykırış yükseliverdi: Kahrolsun kral! Savaş isteriz! Bu haykırış, bir aktörün ateşli sesiyle konuşan konuşmacıdan gelmemişti. Konuşmacı, kendisini dinleyen yığınların hançeresinden ustaca çekip almıştı bu haykırışı sadece. Uzun boylu, ince yapılı, kara kuru biriydi konuşmacı. İnce, uzun parmaklarını ara sıra dalgalı uzun saçlarının içine daldırıyordu. Aktör olmasına aktördü ya, yüzü de sevimliydi hani. Pek üzgün görünen kocaman bir burnu da vardı. Bu burun, hemen kendi altından, konuşmacının ağzından fırlayan öğütlerden bir tekini bile kaçırmamak amacıyla pürdikkat aşağı doğru sarkmıştı. 22

Uzun kollarını bir yalvarış, bir çift kanat gibi dinleyicilerine uzattığı bir sırada (ustalıklı, ince bir hareketti bu) gökler gürlemiş, şimşekler çakmış, yıldırımlar yağıvermişti: Kahrolsun kral! Şimdi şu an fizik öğretmenimiz geldi aklıma. Ufak tefek bir adamcağız. Höt desen devrilecek türden. Bu çelimsiz adamcağız, okul laboratuvarında elektrik motoruyla bir anda koca bir mandayı öldürecek güçte elektrik akımı üretebiliyordu deneylerde. (Yaman bir konuşmacının, çocuksu davranışlara alışık bir halkın elinde, nasıl bir keskin ustura yerine geçtiğini şimdi kavrayabiliyorum ancak.) Kahrolsun kral!.. Yumruklar sıkılmış, dişlerimiz hecelerin üzerine onları bölmek istercesine kenetlenmiş. Bu dişlerin arasından bu iki sözcük fırladığında bir an için kıpırdamadan kalmıştık. Soluğumuz kesilmişti. Donanmış evlerin duvarlarında, limanın hareketsiz suları üzerinde bu çılgınca haykırışın yankılarını dinlemiştik. İçimizde garip bir duygu. Göğüslerimizde birtakım kıpırdanmalar, içimizde kopan bir şeyler. Yoksa bu, yediğimiz silleye tepki gösteren so yaçe kim ku ra lı mıy dı? Çok tat sız bir boş luk. Yok sa bu, yaman bir tekmeyle devirdiğimiz ezeli putun o güne dek kurulup oturduğu tahtın çürük kaidesi miydi?.. Son suz ka la ba lık tek can lı, tek baş lı, güç lü, iri bir hay van. Bireyler, içgüdü kadar ağır ve kesin bir ruh coşkunluğuyla hareket halinde. Tüm göğüsler bir kilise cephesi gibi geniş, tezden bir tempoyla fırtına koparan engin bir deniz gibi kabarıp inen tek bir göğüs gibi. Damarlarımızdaki kan bir sel gibi şakaklarımıza saldırıyor; örse inen balyoz temposuyla dolanıyor. Böyle anlarda bu koca canavarın benliğinde acaba nasıl bir değişme oluyor? Ölümsüz kan yuvarları aracılığıyla yüzyıllar boyu içimizde, damarlarımızda yaşayagelen büyükbabaların, dedelerin, babaların, ninelerin o sonsuz kafilesinin bu koca devin o esrarengiz trafik kanallarında bir an durakladığını düşünüyorum. Bu yüzyıllık yürüyüşlerinde bir anlık bir mola verdiklerini düşünüyorum. Apışıp kalmışlardır. Evet, bu korkunç, bu ağır küfrü duyunca apışıp kaldıklarını, ak kaşlarını çatarak, ağır bastonlarını kaldırımlara vura vura, yürekler acısı bir sesle haykırdıklarını düşünüyorum: 23

24

25